Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Yusuf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
12-YUSUF:
1-2- Elif, Lâm, Râ. (Bunun anlamı için Yunus
ve Bakara Sûrelerinin ilk âyetlerine bakınız.) Allah bilir, bakınız
ağızlarından tek tek çıkan o hece harfleri nasıl ilâhî sırlarla doludur.
Bunlar, bu hece harfleri veya bu harflerle başlayan bu sûre, o mübin kitabın
âyetleridir.
Mübin: Hûd Sûresi (11/6) nde de geçtiği üzere
den ismi faildi ki, lazım ve müteaddi olarak her ikisi için de kullanılır.
Lazım anlamıyla "mübin" kendi özünde açık, seçik ve aydınlıktır. Yani
haddi zatında kendisinin ne olduğu açık ve belli, kendisinin ne olduğunu
tanıtmaya kendisi yeterli olan demektir Müteaddi (geçişli) fiil olarak anlamı
ise beyan edici, açıklayıcı, açığa çıkarıcı, ayırt edici demek olur. Bir de
dili ve ifadesi gayet güzel, muradını ve maksadını gereğine göre dilediği gibi
anlatır, fasih ve beliğ mânâsına gelir. İşte Kur'ân-ı Azimüşşan
"hüda", "nur", "furkan" isimleriyle anılan bir
hikmetli kitap, bir tafsilatlı kitap olduğu gibi, aynı zamanda her yönüyle bir "mübin"
kitaptır.
Birincisi: Herşeyden önce bütün Arap
edebiyatçılarını, şairlerini ve belagatçılarını, hatta bütün insanları ve
cinleri icazıyla aciz bırakmış, Allah tarafından mucize olarak nazil olmuş bir
kitaptır. Bundan dolayı hak ve Haktan olduğunu, kendisinden başka hiçbir delile
ihtiyaç bırakmayacak şekilde, bizzat kendi varlığıyla isbat etmiş olan bir
kitaptır. "Bu ne sırf şarka, ne de sırf garba ait olmayan bir ağaçtan
tutuşturulur. Onun yağı kendisine hiç ateş dokunmasa bile ışıl ışıl
ışıldar." (Nur, 24/ 35) âyetinin zevkiyle bu, bizatihi beyyin, tecrübeyle
sabit, hiç şüphe götürmez bir mucizedir.
İkincisi: Ahkam ve şeriat kuralları, mülk ve
melekute ait gizlilikler, gaybe ait haberler, kıssalar ve mev'izalar gibi,
dinin usul ve mearifini açıklayan, beyan eden bir kitaptır.
Üçüncüsü: Hakkı batıldan, hayrı şerden,
doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eden bir kitaptır.
Dördüncüsü: Dilin ifade güzelliği, beyan gücü
bakımından da gayet parlak bir kitaptır ki, bunun da üç sebebi vardır:
a. Dilinin Arapça olmasıdır. Arapça ise hece
harflerindeki güzellik ve sağlamlık, kelimelerindeki uyum ve ahenk,
anlamlarındaki genişlik, iştikaklarındaki asalet ve çeşitlilik, kinayelerindeki
müenneslik ve müzekkerlik ve daha başka özellikleri ile icaz içinde vuzuha
hizmet eden ince ayrıntıları, edatlarındaki insicam kabiliyeti, pek çok faydalı
bağlantıları ve bilhassa terkip ve irabındaki incelik va parıltılı yönleri
bakımından ifadei meram etmeye yarayan diller içinde en kuvvetli ve sağlam bir
beyan aracı olarak dikkat çeker.
b. Kur'ân bu dilin, en açık, en güzel, en
seçkin lehçeleri üzere nazil olmuştur.
Arabî: Arab'a mensup demektir. Arap da
Arabî'nin çoğuludur. "Ebu Hayyan Tefsiri"nde ihtar olunduğu üzere,
bir de "Arabe" ismi vardır ki, Hz. İsmail Aleyhisselam'ın diyarı olan
Mekke ve çevresinin ismidir. Nitekim şair: "Yer yüzünün bir nahiyesi
vardır ki, insanlardan zekası keskin, dili tatlı (olan Resululah) dan başka hiç
kimse onun haramını helal kılmamıştır." diyerek Hz. Peygamber'in Mekke'yi
fethini anlatmış ve şiir zaruretiyle Arabe'nin "ra"sını sakin
kılarak, "arbe" yapmıştır. İşte bu kelimenin de nisbesi"
Arabî"dir. Buna göre Kur'ân'ın Arabî olması, doğrudan doğruya buna da
nisbet edilebilir ki, Arabe diyarının lehçesiyle inmiş demek olur.
c. Kur'ân'ın nazmı, Arap diline öyle yüksek
bir insicam, salabet ve halavet ihsan etmiş, öyle güzel bir beyan ve ifade
üslubu kazandırmış ki, onun Allah kelâmı olmasından kaynaklanan bu bedi'î üslup
ve fıtrî beyan, Arap şair ve belagatçılarını bir benzerini getirmekten aciz
bırakma konusunda başlı başına rol oynamıştır. İşte Kur'ân, beyan ve ifadesinde
böyle çok yönlü bir kuvvet, katmerli bir güç, seçkin bir güzellik bulunması
açısıdan da bir mübin kitaptır.
Aslında birinci mânâ, dördüncü mânânın bu
şıkkındaki mânâyı da zımmen içine almakta ise de hadd-i zatında bu husus,
Kur'ân'ın üstün bir özelliğini teşkil ve sırf kendisine mahsus olan müstakil
bir mânâdır. Velhasıl Kur'ân, bütün yönleriyle eşsiz ve benzersiz olan bir
kitaptır.
Demek ki, "İşte bunlar hikmetli kitabın
âyetleridir." diye başlayan Yunus Sûresi ile onu "Bu öyle bir
kitaptır ki, âyetleri hikmetle donatılmış, sonra da habir ve hakim olan Allah
tarafından açıklanmıştır." diyerek söze başlayan Hûd Sûresi'nden sonra,
yani Kur'ân'ın hikmet özelliğiyle yakından ilgili olan âyetlerinden sonra,
tevil ilmini öğreten böyle bir sûrenin gelmesi, o hikmetlerin nasıl ve ne yönde
açıklanması gerektiğine güzel bir misal verecek olan bu sûre de onlar gibi,
ezelî güzelliklerden bir remz ve sembol olan harflerle başlamaktadır. Yusuf
Sûresi de Kur'ân'ın daha ziyade güzel anlatım demek olan "beyan"
özelliği ile ilgili âyetlerindendir. Bundan dolayı buyuruluyor ki:
Muhakkak ki biz, onu Arabî bir Kur'ân olarak
indirdik. Yani yalnızca mânâsını değil, lafzını da Arabî olarak vahy-i metluvv
(okunan vahy) olarak indirdik. Ki aklınızı kullanıp anlayasınız diye. İyi
anlayasınız veya aklınızı kullanasınız da şimdi ihtar olunacağı üzere bunun
Allah'dan olduğunu bilesiniz.
3-Ya Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle
en güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz.Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir.
Yusuf kıssası, "Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler
vardır." (Yusuf, 12/7) uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel bir
kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır. Hiçbir
kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır.
Arabî bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm
olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile, yani sözleri ve mânâsı ile birlikte
vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği açısından benzersiz
ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur'ân'ın vahiy diliyle sana
anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah'dır. Yoksa, şurası bir gerçek ki,
bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin
yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne
hayaline, ne işitmiştin ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir
kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir olunmuş
hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire gayıbtan vahiy yolu
ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine güzel bir anlatım,
böylesine bir vahy-i metluvv, (okunan vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç
şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.
İmdi her biri apaçık birer burhan ve belge
olan söz konusu üç burhan ile, bu âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri
düşünecek ve güzel beyanı dinleyip anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça
ifade edileceği üzere, aklen ve naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre
"İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" (12/102). Bu
Kur'ân "Uydurulmuş herhangi bir söz değildir." (12/111)
Ahsenü'l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel
kıssa, öykü, menkıbe anlamına mef'ul-i mutlak veya mef'ul-i bih olur.
"Kâf"ın fethi ile "kasas"
aslında mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin izini sürerek arkasına
düşmektir. Nitekim (Kehf, 18/64) âyetinde de geçtiği üzere, "İzlerini
takip ederek geriye döndüler" demektir. "(Musa'nın) kızkardeşine
'onun izini takip et' dedi." (Kasas, 28/11) âyetinde izini, takip et,
arkasını bırakma, demektir. İkinci olarak yine bu anlamdan alınıp izlemeye
değer bir haber nakletmek, bir hikaye anlatmak mânâsına gelir ki, Türkçe
ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak denilir. Üçüncüsü, o anlatılan haber veya
hikayede mef'ul anlamında mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas, yahut
kıssa denilir ki, "kaf" ın kesri ile "kısas" bunun çoğulu
olur.
Kıssa da esasen izi sürülmeye değer hâl ve
durum mânâsınadır. İşte bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde
dolaşan destan ve hikayelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya
efsane denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak
bakımından, efsane deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da
ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikayenin
kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği
taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi
vardır. Bir hikayenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması,
kalıcı bir güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok
yaygın bir şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikayeler çok
nadir olur. Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel
kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delalet
eden bedi'î nüktelerle tasviri ve belagatlı bir şekilde anlatılmış olanlar
arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal
güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem
taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir macerası olan ve ebedî güzelliğin
gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir
küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir
sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatın
belagatlı bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi
ve nişanıdır.
Hz. Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin
gelecekte gelişecek olan olaylara ve mukadderatına ilâhî gayb âleminden nasıl
bir sembol ve misal olmuş ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî
güzelliğin en yüce anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü olarak nazil
olmuş olan bir gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve bu özelliğinden
dolayı en güzel kıssadır.
Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
4. Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti
ki: "Babacığım, ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederken
gördüm."
5. (Babası) "Yavrucuğum! "dedi,
"rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan
insanın açıkça düşmanıdır."
6. "Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve
sana rüya tabirinden bilgiler öğretecek. Bundan önce ataların İbrahim'e ve
İshak'a tamamladığı gibi, nimetini hem sana, hem de Yakup soyuna
tamamlayacaktır. Muhakkak ki, Rabbin alîmdir, hakîmdir."
4-6- Ve işte böyle, rüyada gördüğün gibi, o
yüksek ve parlak gök cisimlerinin sana secde etmesi misaline benzer bedi' bir
seçişle Rabbin seni seçecek, Cenab-ı kibriyası için kendine ayıracak, derleyip
toplayıp seçerek halkın en şereflileri, en yüksek makamda bulunanları arasına
katacak, parlak bir makama getirecektir. Yani, gördüğün rüya kendi geleceğinin
bir misalini görmektir. O misal âleminde o büyük ve yüksek yıldızların sana
secde halinde görünmeleri, temsil ve teşbih yoluyla şuna delalet eder ki,
ileride Rabbin sana peygamberlik verecek ve büyük büyük adamları sana, senin
emrine bağımlı kılacak, sana boyun eğdirecek. Ve sana haberlerin yorumu ile
ilgili ilim öğretecek. Düşünce olarak ortaya konan ve vakıa olarak meydana
gelip gelmeyeceği belli olmayan sözlerin, vakıa olarak ne anlama geldiğini
tayin etmek, yani rüya tabir eylemek veya vahiy ve ilâhî işaretlerin
muammalarını, ledünnî hakikatlerini anlamak veyahut olayların en sonunda
alacağı şekli ve ondan hasıl olacak sonuçları anlamak ilminden bir şanlı hisse
verecektir. Şu halde sen de benim bu söylediklerimin hak ve gerçek olduğunu
göreceksin. Kesbi ilimler ile değil, vehbi ilim ile böyle doğru tabirler,
teviller ve yorumlar yapıp şan alacaksın. Hem sana, hem de Yakup soyuna
nimetini tamamlayacak, daha önce iki atan İbrahim ile İshak'a tamamladığı gibi.
Ki peygamberlikte muvaffak kılmış, dünya ve ahiret hayatında tam bir şeref ve
şana mazhar eylemiştir. İşte o rüyanın kısaca tabir ve tevili budur.
Ayrıntılı olarak teviline gelince, o da
ileride bilfiil meydana gelecek olaylar ile olacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin
âlimdir, hakimdir. Herşeyi bilir, olmuşu da, olacağı da bilir; her yaptığını
ilim ve hikmetle yapar. Bundan dolayı kimin seçilmeye layık olduğunu da yine O
bilir. Rüya hadisesinde dahi mutlak bir ilim ve hikmet vardır. (İleride bu
sûrenin 43. âyetine bakınız).
Gerçekten de:
Meâl-i Şerifi
7. Andolsun ki, Yusuf ve kardeşleri kıssasında
soranlara ibret alacak âyetler vardır.
7- Yusuf ve kardeşleri kıssasında ki, rüyada
onbir yıldız ile temsil olunduğu gibi, kardeşleri onbir tane idi, soranlara
(yani genel olarak ibret arayanlara, ibret almak için birçok ipuçları bulunduğu
gibi, bilhassa yukarıda anlatıldığı üzere, İsrailoğulları'nın Mısır diyarına ne
sebeple geçtiğini soranlara, Mekke müşriklerine ve onlara akıl hocalığı yapan
yahudi bilginlerine, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu anlatacak)
alâmetler vardır.
Çünkü Yusuf'un kardeşleri, kendi aralarında:
Meâl-i Şerifi
8. Hani demişlerdi ki: "Yusuf ve kardeşi
(Bünyamin) babamıza bizden daha sevgili, biz ise güçlü ve tutkun bir grubuz.
Doğrusu, babamız belli ki, çok açık bir yanılgı içindedir."
9. "Yusuf'u öldürün, ya da bir yere atın
ki, babanızın yüzü (sevgisi) size kalsın, sonra yine salih bir kavim
olursunuz."
10. İçlerinden bir söz sahibi şöyle dedi:
"Yusuf'u öldürmeyin, bir kuyunun dibine bırakın da ordan geçen kafilenin
biri onu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın."
11. Dediler ki: "Ey babamız! Sen bize
Yusuf için neden güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini istiyoruz."
12. "Yarın onu bizimle beraber gönder de
gezsin, oynasın. Kesinlikle biz onu koruruz."
13. Babaları dedi ki: "Onu götürmeniz
beni üzer, korkarım ki onu kurt yer de sizin haberiniz bile olmaz."
14. Dediler ki: "Vallahi biz böyle güçlü
kuvvetli bir topluluk iken, buna rağmen onu kurt yerse, o zaman biz kesinlikle
hüsrana uğrayanlardan olmuş oluruz."
8-14- Usbe: Sıkı, birbirine bağlı, tutkun ve
mutaassıp bir topluluk demektir.
Hani bir vakitler dediler ki, hiç şüphesiz
Yusuf ve kardeşi... Hepsi kardeş oldukları halde "Yusuf ve kardeşi"
deyip de "kardeşimiz" dememeleri, Bünyamin, Yusuf'un ana-baba bir
kardeşi olmasından dolayıdır. Bundan da anlaşılıyor ki, diğer on kardeş bu
ikisinin yalnızca baba bir, anaları ayrı kardeşleri oluyorlardı. Üvey kardeş
olduklarından ve biraz da kıskançlıkları yüzünden bu ikisini kendilerine kardeş
saymayarak aralarında böyle söylemişlerdi. ilh...
Meâl-i Şerifi
15-18- 15. Nihayet kardeşleri, Yusuf'u alıp
götürdüler ve kuyunun dibine bırakmaya topluca karar verdiler. Biz de ona şöyle
vahyettik: "Andolsun ki, sen onlara ilerde hiç beklemedikleri bir sırada
bu yaptıklarını haber vereceksin".
16. Ve yatsı vakti, ağlayarak babalarına
geldiler.
17. Dediler ki: "Ey babamız! Biz gittik,
aramızda yarış yapıyorduk. Yusuf'u da eşyamızın yanına bırakmıştık. Bir de
baktık ki, onu kurt yemiş. şu anda biz doğru da söylesek, yine de sen bize
inanacak değilsin."
18. Bir de gömleğinin üzerinde yalandan bir
kan getirmişlerdi. Babaları dedi ki: "Hayır, nefisleriniz aldatmış da size
bir iş yaptırtmış. Artık bana güzel bir sabır gerekiyor. Bu anlattıklarınıza
karşılık yardımına sığınılacak olan ancak Allah'dır."
Meâl-i Şerifi
19. Daha sonra bir kafile gelmiş, sucularını
da göndermişlerdi. Vardı, kovasını kuyuya saldı, "Müjde hey, müjde! İşte
bir çocuk!" dedi. Ve onu satılık bir mal olarak gizleyip korudular. Allah
ise onların ne yapacaklarını biliyordu.
20. Ve onu düşük bir değerle birkaç dirheme
sattılar. Ona fazla önem vermemişlerdi.
21. Onu satın alan Mısırlı, eşine dedi ki:
"Buna güzel bak. Bize faydalı olabilir, ya da evlat ediniriz."
Yusuf'u böylece oraya yerleştirdik. Ona rüyaların tabirini de öğrettik. Allah
emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
19-20-21- Mısır'dan onu satın alan adam ki,
biraz sonra görüleceği üzere bu adam Aziz idi ve rivayet olunduğuna göre adı da
"Kıtfîr" veya "Itfîr" imiş, zürriyeti yokmuş, eşi ise
bakireymiş, adı da "Ra'îl" yada "Züleyha" imiş.
Demişlerdir ki, insanlar içinde uzağı gören en
ferasetli üç kişi en başta gelir:
Bunlardan birisi, Yusuf'un ilerde büyük adam
olacağını kestiren Aziz. Birisi, Hz. Musa'yı çoban tutması için babasına
"Bu adam güçlü ve güvenilir biri" diyerek, onu kiralatan Şuayb
Aleyhisselam'ın kızı. Birisi de Hz. Ömer'i hilafete aday gösteren Ebu Bekir.
Meâl-i Şerifi
22. O, tam erginlik çağına gelince, kendisine
ilim ve hüküm verdik. İşte biz, güzel iş yapanları böyle mükafatlandırırız.
23. Derken, evinde bulunduğu hanım, onun
nefsinden murad alıp yararlanmak istedi. Kapıları kilitledi ve "Haydi beri
gel!" dedi. Yusuf: "Allah'a sığınırım! Muhakkak ki, o (kocan), benim
efendim, bana çok güzel baktı. Doğrusu zalimler hiç iflah olmazlar" dedi.
24. O hanım, ona gerçekten niyeti bozmuştu.
Eğer Rabbinin burhanını görmese idi. Yusuf da ona özenip gitmişti. Aslında
ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyle olmuştu. Çünkü o bizim ihlasa
erdirilmiş kullarımızdan biriydi.
22- Ne zaman ki, o eşüddüne erdi, yani beden
ve kuvvetinin tam güçlendiği kemal çağına geldi erişti. Biz ona seçkin bir
hüküm ve ilim verdik, yani olağanüstü bir nüfuz ve kavrayış üstünlüğü ve bir
vehbî ilim verdik. Ve işte biz, muhsinlere, yani, güzel iş yapanlara böyle
mükafat veririz. Ona suikast düzenleyenlerin elinden kurtarır, yeryüzünde
güvenilir bir yere yerleştirir, onu daima korur, ayrıca hüküm ve ilim veririz.
Yani, Ey Muhammed! Sana da işte aynen böyle yapıyoruz.
Gelelim Yusuf'un bundan sonra başına
gelenlere:
23-O, öyle erişti, olgunluk çağına geldi, ve
evinde bulunduğu hanım, Yusuf'un nefsinden murad almaya kalktı, ve bütün
kapıları kilitledi, ve haydi beri gelsene, dedi. Fakat Yusuf'dan ne karşılık
aldı bilir misiniz? Yusuf dedi ki: Allah korusun! Doğrusu o, benim efendimdir,
veliyyinimetimdir, bana güzel baktı, yer yurt ihsan etti. Benim için "ona
güzel bak!" dedi . Allah saklasın, onun iyiliğine karşı hiç böyle şey olur
mu? Doğrusu zalimler iflah olmazlar. Yani efendinin yatağına hainlik, iyiliğe
karşı kötülük, ihsan ve ikrama karşı nankörlük zulüm ve haksızlıktır. Genel
olarak zalimler felah bulmazlar, iflah olmazlar. Şu halde biz şimdi senin
dediğini yaparsak ikimiz de zalimlerden oluruz ve asla iflah olmayız.
24- Hanım ona cidden niyet etmişti. Maksadı
Yusuf'un iffetli ve namuslu biri olup olmadığını denemek veya şaka yapmak
değildi. Ona gönül vermiş ve bütün himmetiyle onunla olmaya azmetmişti. O da,
(yani Yusuf da) ona meyletmiş gitmişti, fakat Rabbinin burhanını görmemiş
olsaydı. Yusuf ona aynı şekilde karşılık vermedi, hanımın isteğine ve teklifine
uymadı, amma bu onun erkeklik hissinin eksikliğinden veya gücünün zayıflığından
dolayı sanılmamalıdır. Öyle olsa idi, Yusuf'un iffetli olmasının büyük bir
anlamı kalmazdı. Bu başka hiçbir sebepten değil, yalnızca onun olgunluğundan
kaynaklanıyordu.
Durum öylesine uygun bir durum idi ki, doğal
şartların hükmünü icra edip, sonucun Züleyha'nın isteği doğrultusunda meydana
gelmesi için herşey tamam idi. Ancak Allah korkusundan başka hiçbir engel
yoktu. Eğer bu fiil helâl olsa idi, o da zaten kendini kaptırmış gitmişti. Fakat
Yusuf'un iffet, ismet ve nezaheti o kadar yüksek idi ki, öyle bir anda bile
Rabbinin burhanını görüyordu: Haram'ın çirkinliğini bütün çıplaklığı ile
aynelyakın görüyordu.
Ona işte böyle yani yukarıda açıklandığı gibi,
burhanını gösteriyordu ki, ondan her fenalığı, özellikle iyiliğe karşılık
kötülüğün, hıyanetin çirkinliğini ve fuhşu defedelim diye. Zira o, bizim
gerçekten ihlaslı kılınmış kullarımızdandı. İsm-i meful olarak
"lâm"ın fethi ile "muhlas", sırf Allah'a itaat için
seçilmiş, lekesiz demektir. "lâm" ın kesri ile "muhlis" de
dini yalnızca Allah'a tahsis eden, dindar yalnızca Allah rızasını gözeten
ihlaslı demektir ki, burada her iki şekilde de kırâet vardır.
Meâl-i Şerifi
25-29- 25. İkisi de kapıya koştular. Hanım,
onun gömleğini arkadan yırttı. Ve kapının yanında hanımın efendisiyle karşı
karşıya geldiler. Hanım hemen dedi ki: "Senin eşine fenalık yapmak
isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya acı bir azaba uğratılmaktan başka ne
olabilir?"
26. Yusuf: "kendisi benden yararlanmak
istedi" dedi. Hanımın akrabasından biri de şöyle şahitlik etti: "Eğer
gömleği önden yırtılmış ise hanım doğru söylemiştir, o zaman bu,
yalancılardandır."
27. "Yok eğer gömleği arkadan yırtılmış ise
hanım yalan söylemiştir, o zaman bu doğru söyleyenlerdendir."
28. Ne zaman ki, gömleğin arkadan yırtılmış
olduğunu gördü, o zaman dedi ki: "Bu iş, siz kadınların tuzağındandır.
Gerçekten de sizin tuzağınız çok büyüktür".
29. "Yusuf! Sakın sen bundan bahsetme!
Kadın! Sen de günahından dolayı istiğfar et. Sen gerçekten günahkarlardan
oldun".
Meâl-i Şerifi
30. Şehirde bazı kadınlar da "Azizin
karısı, delikanlısından murad almaya kalkmış, sevgi yüreğini yakıp
kavuruyormuş, görüyoruz ki, kadın çıldırmış besbelli..." dediler.
31. Azizin karısı, onların gizliden gizliye
dedikodu yaydıklarını işitince, onlara davetçi gönderdi ve onlara mükellef bir
sofra hazırladı. Her birine bir bıçak verdi, beri taraftan da Yusuf'a "çık
karşılarına" dedi. Görür görmez hepsi onu gözlerinde çok büyüttüler ve
(şaşkınlıkla) ellerini kestiler. Dediler ki: "Hâşâ! Allah için, bu bir
insan değil, olsa olsa yüce bir melektir."
32. "İşte" dedi, "bu
gördüğünüz, beni hakkında kınadığınız (gençtir). Yemin ederim ki, ben bunun
nefsinden yararlanmak istedim de o, namuslu davrandı. Yine yemin ederim ki,
emrimi yerine getirmezse, muhakkak zindana atılacak ve kesinlikle zelillerden
olacaktır".
30-34 Yusuf'un iffetli, namuslu ve nezih
kişiliğini anlamalı ki, böyle bir baskı ve tehdit altında bile bu işe
yanaşmamıştır. Dedikodunun çevreye yayılması ve şehrin ileri gelenlerince
duyulması, bir iki günlük bir mesele olmasa gerek. Buna bakarak Yusuf'un aylar
süren bir baskı altında, sürekli olarak hanımı tarafından bu işe zorlandığını
düşünmek gerekir. İşte Yusuf Aleyhisselam, böyle uzun süreli bir baskı ve
tehdit karşısında:
Meâl-i Şerifi
33. Yusuf dedi ki: "Ey Rabbim! Zindan
bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen, bu
kadınların tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben onların tuzağına düşerim ve
cahillik edenlerden olurum".
34. Bunun üzerine Rabbi, onun duasını kabul
buyurdu da ondan onların tuzaklarını bertaraf etti. Muhakkak ki O, evet O,
hakkiyle işiten, hakkiyle bilendir.
Meâl-i Şerifi
35. Bu kadar delili gördükleri halde, sonra
yine de Yusuf'u bir süre için zindana atma düşüncesi ağır bastı.
36. Zindana onunla birlikte iki delikanlı daha
girdi. Birisi dedi ki: "Rüyada kendimi şarap sıkarken gördüm". Öteki
de dedi ki: "Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan
yediğini gördüm.
Bize bunun yorumunu haber ver. Çünkü biz seni
iyilik edenlerden görüyoruz."
37. Yusuf dedi ki: "Size yiyecek olarak
verilecek bir yemek gelmeden önce onun tabirini size bildiririm. Bu, Rabbimin
bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden
bir kavmin dinini terkettim."
38. "Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un
dinine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, bize ve
insanlara Allah'ın bir lutfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler."
39. "Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı
ayrı birçok tanrılar mı daha hayırlı, yoksa herşeye hakim ve galip olan bir tek
Allah mı?"
40. "Sizin Allah'ı bırakıp da o
taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir
şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm
ancak Allah'a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte
dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."
41. "Ey benim zindan arkadaşlarım!
Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak, kuşlar başından
yiyecekler. İşte öğrenmek istediğiniz iş böylece halloldu."
42. Yusuf, hapisten kurtulacağına inandığı o
ikiden birine dedi ki: "Beni efendinin yanında an". (Benden söz et
ki, beni kurtarsın). Fakat Şeytan, ona, efendisinin yanında anmayı unutturdu.
Bu yüzden Yusuf, daha yıllarca zindanda kaldı.
35-42- Bazı yorumcular demişlerdir ki: Yusuf,
o arkadaşına "Beni efendinin yanında an" ki, belki beni buradan
kurtarmaya yardımcı olur diyerek, bir kuldan meded ummayacaktı. Eğer Allah'a
yönelip "Ya Rabbi, beni buradan bir an önce kurtar" diye yalvarsaydı,
o zaman araya şeytan giremeyecek ve Yusuf da daha önce kurtulmuş olacaktı.
Yusuf durumunda olan takarrüb ehline yakışan şey, her beklentilerini Allah'dan
istemektir.
Fakat Allah, onun kurtulmasını murad ettiği
zaman bakınız nasıl bir sebep yarattı. Ve onun zindan kurtuluşu Allah'ın
yarattığı bu sebep yüzünden oldu.
Meâl-i Şerifi
43. Bir gün melik (hükümdar) dedi ki:
"Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil
başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir
edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin."
44. Dediler ki: "Rüya dediğin şey
karmakarışık hayallerdir. Biz ise böyle karışık hayallerin yorumunu
bilemeyiz."
43- Ey toplum! Yani, hükümdar o rüyayı görmüş.
Hatta ifade muzari sigasıyla olduğu için"gördüm" demiyor,
"görüyorum" diyor. Buna göre aynı rüyayı üstüste birkaç defa görmüş
olduğu anlaşılıyor. Sonra meseleyi ciddiye alıp meşhur danışma meclisini
topluyor. İçinde meşhur bilginlerin ve hikmet sahibi kimselerin de bulunduğu bu
meclise gördüğü rüyayı anlatıp, onlara diyor ki: Rüyam hakkında bana bir fetva
veriniz. Yani bu rüya benim için önemli bir mesele halini aldı, bunu tabir
edip, ne anlama geldiği hakkında beni aydınlatın. Bu müşkülümü halledin. Eğer siz
rüyaya geçebilirseniz, yani rüya tabiri ilminde işin derinliğine inebilirseniz,
bu konuda mahir ve nüfuz sahibi kimseler iseniz, bunu yaparsınız, yapınız.
44- O meclistekiler, o heyet dediler ki, bu
senin rüya dediğin şey bir "adgâsü ahlam"dır. Yani yaşı ve kurusu
birbirine karışmış ot demetleri gibi, eskisi ile yenisi birbirine karışmış
yığın yığın uyku hayalleri, hakikatte hiçbir mânâsı olmayan eski ve yeni
birtakım vehimlerle hayallerin karışımından ibaret şeylerdir. Biz ise,
böylesine karma karışık hayallerin tevilini bilmeyiz. Yani ahlamın anlamı
yoktur ki bilebilelim.
Görülüyor ki, burada rüya ile ahlam birbirinin
karşıtı olarak kullanılmış, ilim ve hikmet ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve
çözemedikleri için de birçoklarının inkâra kalkıştığı rüya olayında esas olan
çok önemli bir nokta aydınlığa kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu
iki kelimenin hakikatte farklı olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm. Bunlar
birbirlerine benzerliği dolayısıyla birbirine karıştırılır ise de Kur'ân ihtar
edip uyarıyor ki, rüya denilen şey, ahlamdan başkadır. Rüya tek başına enfüsî
bir hadise değildir. Onun altında, girilip, deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek
hakiki ve gizli bir mânâ yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş
bir vehim ve hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana
gelmiş olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve
tevili olmayan bir ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya şeytani bir
hayal olmaktan ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın birbirine karışmasına
da adğâsı ahlam adı verilir. Demek ki, hakikat dilinde rüya, sadık olanların
adıdır. Yalan olanlarına da ahlam denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku
halinde enfüste temessül eden hayali birtakım şekil ve suretler olarak
görüldüklerinden dolayı, dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir
rüya gibi sanılabilir. Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir.
Oysa gerçekte bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek anlamına gelen
"rüyet" kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin ötesinde bir
hakikat görülmüş olur ki, rüyanın asıl ilişkisi de o hakikat iledir. Görülen
hayal, o hakikatın, insanın iç dünyasında temessül etmesidir. İşte bundan
dolayıdır ki, rüyanın haddi zatında bir anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri
veya tevili demek de o görülen hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki
hakikate geçebilmek demektir ki, bunda en önemli olan nokta, o hayalî
görüntünün enfüsî olan özelliği ile afakî olan özelliğini ayırabilmektir. İşte
bu anlam lügatte geçirmek mânâsına gelen tabir fiilinden ziyade
"ubur" veya "ibare" mastarıyla ifade olunur ki, bir yerden
bir yere geçmek demektir. Yani "Rüya tabiri" çok kullanılan bir deyim
olmakla beraber "ubûrü'r-rüya" veya "ibaretü'r-rüya"
denilmesi Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı Kur'ân'da sülasi mücerredden
ifade buyurulmuş, tef'il babından buyurulmamıştır. Bununla beraber Türkçe'de "tabir"
deyimi yayılmış ve tutunmuştur.
Yukarıda gördüğümüz üzere "rüya
tabiri" bilgisi, "te'vil-i ehadis" ilmi olarak ifade edilmişti.
Ehadis: Hadis kelimesinin çoğuludur. Hadis söz
veya hadis, yani hadise demek olabileceğine göre, esas itibariyle "tevil-i
ehadis" tamlaması, ya nefisteki sözün realitedeki anlamının veya nefsin
ilişkili olduğu hadiselerin ileride varacağı akıbeti ve nihaî anlamı anlamak
demek olur. Demek ki, rüya tabir etmek ya sözü veya hadiseyi tevil etmek
mânâsında bir anlayıştır, Bunların her ikisini de birbirine irca etmek mümkün
olur. Çünkü söz anlamak bir enfusî hadise olan sözden dışarıya intikal ile onun
ötesinde bir olayı anlamak demek olduğu gibi; olaylardan, olayların gidişinden
onların ileride alacağı şekli; onlardan çıkacak mânâyı ve sonucu anlamak da,
dışarıdaki bir olayı idrak ile onun anlamı olan bir sözü, kendi düşüncesinde
hissetmek ve anlamak mânâsına gelir. İşte söz olaya, olay da söze böyle
geçişlerle irca olunabilir. Bilinmektedir ki, genel olarak duyuların gerçeği ve
sahtesi bulunabildiği gibi sözün de doğrusu ve yalanı vardır. Doğru sözün
zihindeki anlamından başka, bir de dış dünyada ifade ettiği gerçek bir anlamı
bulunur. Yalan söz ise gerçekte dış dünyada ifadesi ve karşılığı bulunmayan
soyut bir hayalî hadiseden ibaret kalır. İşte uyanıkken doğru bir söz veya
hakiki bir duyu ile yalan bir sözün veya aldatıcı bir duyunun, yanlış bir
idrakin farkları ne ise, rüya ile ahlam arasındaki fark da o demektir. En
sonunda iş doğruya ya da yanlışa dönüşür, oraya raci' olur. Şu halde rüya, bir
benliğin hak tarafından duyduğu ve algıladığı bir doğru sözün benzeri, ahlam
ise onun duyduğu bir yalan sözün benzeridir. Sözün hakikatı, mecazisi, sarihi,
kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, imalısı, remzisi olduğu gibi, rüya da öyledir.
Şu kadar var ki, genellikle rüyalar toplumsal geleneklere ve âdetlere bağlı
olarak değil, daha ziyade kişinin kendi iç dünyasındaki, kendi benliğindeki
gizli şuur algılamaları özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve
bir bilmece niteliğinde bir hayal ve garip bir temsil ile meydana gelirler.
Velhasıl gibi ledunnî birer remiz, ilâhî birer semboldürler. Bundan dolayı
onların te'vili de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile bilinir ki, bunun
en aşağı derecesi feraset ve ilhamdır, zirvesi ise vahiydir. Ve bundan dolayı
peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez.
Ancak görenin ve görüşün özelliklerine göre basit bir vehimde başlayarak yüzde
yüz kesinlik ifade eden cezme kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdi
anlamda bir bilgi husule getirir. Ve rüyanın asıl tabiri meydana gelen olaylar
ile açıklık kazanır. Bazı rüyalar aynen görüldüğü gibi çıkar. Bazılarının
tabiri de rüya ile beraber görülür. Bazı rüyalar da gören kimsenin vicdanında
tabir olunamamakla beraber, onun sadık bir rüya olduğuna dair mücmel ve fakat
kesin bir kanaat hasıl olur. Sözkonusu Mısır hükümdarının rüyası da işte böyle
bir rüya olduğundan "Rüyam hakkında beni aydınlatın, eğer siz rüya
tabirini biliyorsanız" demiştir. Ve gördüğü şeyi hep "rüya"
olarak adlandırmıştır. Çünkü gördüğünün kendince gerçek bir rüya olduğuna
kanaat getirmiştir.
İslâm âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf
olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya
bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve
gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan telkin
ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni
baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Üçüncüsü ise, şeytanî bir
telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki, bilinmeyen bir dış etkenden
etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve tehayyülden ibaret olur.
İşte bu ikisi ahlam veya adğâsü ahlam adını alır. Bununla beraber bütün bunlar
nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri
kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden
hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın
bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de
Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de duygusal önemi
üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret buyurulmuştur. Bu
arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya, peygamberliğin
kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı parçasından bir parçadır
buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine hadisi şerifte
"Peygamberlik kesildi, mübeşşirat kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha
ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz.
Muhammed'in nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya (son peygamber) efendimizin vefatına
kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi üç
senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı gibi zuhur eden
rüyalar şeklinde olmuştu (Fatiha Sûresi'ne bakınız). Yirmi üç senenin ise kırk
altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane "altı ay" demek olduğu
hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy
süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun kırk altı parçasından bir parça
olduğu anlaşılır.
Burada rüya meselesini biraz da zamanımızın
felsefi görüşleri açısından ele almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji
ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli
bir şeyi tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses
işittim" dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana
gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile birlikte
hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer kendisinde daha önceden
ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır
ve o anda onun buğday başağı olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha
önce edindiği idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanıma elde etmiş bulunur.
Böylece her yeni bir duyudan aldığımız yeni bir görüntünün anlamını, daha
önceki hafıza arşivimizden yararlanarak aradaki aynîliğin veya yakınlığın
derecesine göre kendimize söyleyebiliriz: Mesela, "şurada bir yaprak
gördüm" diyebilir. O andaki bir duyuyu, hafızamızdaki benzerleriyle tedai
ve hatırlama yoluyla bir geçit resmine tabi tutarız; ancak o gördüğümüzle daha
önce hafızamızda bulunan görüntüler arasında bir aynîlik veya bir benzerlik
bulamadığımız zaman da "birşey görüyorum, amma ne olduğunu
seçemiyorum" deriz. Çünkü biz hiçbir eşini ve benzerini bilmediğimiz
büsbütün yeni olan bir şeyi tanıyamayız. Durum dış gözlemlerde böyle olduğu
gibi, iç gözlemlerde de böyledir.Mesela "düşünüyorum, başım ağrıyor"
diyebilmemiz için bile, daha önceden benzeri şekilde düşünmüş ve yine daha
önceden başımızın ağrımış olması gerekir. Çevremiz veya kendimiz hakkında
edindiğimiz bütün bilgiler, yeni bir duyu ile hafızamızda önceden mevcut benzer
birikimlerin elele verip yardımlaşması sayesinde meydana gelir. Bütün bilgiler
dış duyularla hafızadaki idrak kalıntılarının işbirliği etmesine bağlıdır.
Halbuki benliğimiz, uyku halinde de içeriden veya dışarıdan etki alır. Ve kendi
kendisiyle konuşabilir, geçmişi çağrışım yapıp hatırlayabilir. Böylece rüya
veya ahlam denilen zihinsel olay meydana gelebilir. Ve uykudaki, bir benlik
iradesine hakim olamadığı için artık bunlar, benliğin kontrolü dışında başıboş
bir şekilde akar gider. Ve bundan dolayı bu tedailerin ilk çıkış noktalarına
bağlantıları, benliğin dikkatinden gizli kalacağından bütünün temsil yoluyla
toptan ifade ettiği gizli anlam, tefsire ihtiyaç gösterecek şekilde kapalı
kalır. Eğer bu tedailer yeni bir etki ile ilgili olmayıp da gerek eğri, gerek
doğru yalnızca geçmişteki hatıraların tekrarından ve karışımından ibaret
olursa, o zaman ahlam veya edğasü ahlam olmuş olur. Hak tarafından gelen bir
etki sebebiyle cereyan eden tedailer de rüyayı sadıka olur. Şu halde görmek,
bir basit duyu ile hafızadaki bir tedai zincirinin akışı sayesinde olduğu gibi;
rüya olayı da, bir etki ile bir tedai akışının altındaki mânâdır. Görme
olayında çağrışımın ayniliğinden veya benzerliğinden o şeyin ne olduğu
anlaşıldığı gibi; rüya olayındaki tedainin görüntüsünden de, o etkinin
altındaki anlam anlaşılacaktır. Fakat görme olayı, ne kadar zorunlu olursa
olsun, onda benliğin bakmak ve dikkat gibi kendi kesbiyle ve iradesiyle ilgili
olan hür seçiminin bir hissesi, bir rolü vardır. Hatta görmenin netliği
dikkatle doğru orantılı olur. Onun için göze iliştiği halde dikkatten kaçan
birtakım şeyler bulunur ki, ya hiç görülmez veya belli belirsiz göze ilişmiş
olur. Rüya olayı ise benliğin tamamen dikkati ve iradesi dışındadır, soyut
olarak ve zorunlu olarak cereyan eder. Binaenaleyh rüyanın altında yatan anlamı
dile getiren görüntü, benliğin iradesine yabancı ve dikkatine gizli kalmak
bakımından, bizzat görme olayındaki gibi net ve kesin olmasa da; diğer taraftan
benliğin irade ve dikkatiyle ilgisizliği açısından, rüyanın doğrudan doğruya
ilâhî bir tasarruf ve hak tarafından bir gaybî telkin olması, bizzat görme
olayından daha net ve daha geçerli bir olgudur. Bundan dolayıdır ki, insanlar
rüyalarının çıkmasında, gözle gördüklerinin gerçekleşmesinden daha ziyade bir
ilâhî burhan görürler. Ve hiç şüphe yok ki, sadık rüyaya, milyonda bir bile
rastlansa, yine de olayın gerçekliğine ve önemine asla halel gelmez. Şunu da
hatırlatalım ki, rüya olayı yalnızca uyku haline bağımlı bir hadise değildir.
Uyanıkken, özellikle karanlık bir yerde veya gözler yumulmuş olarak bir
dalgınlık halinde de, bir sinema şeridi gibi görülen birtakım misaller ve
manzaralar meydana gelebilir ki, bunlar sıradan hatıralar ve hayaller gibi
sönük ve bulanık değildir, tıpkı canlı ve gerçek bir görüntü gibi, parlak, net
ve açık seçiktirler. Ve görülenler tıpkı bir rüya gibi misal olarak veya bazı
hallerde aynen tabir ve tevil edildikleri gibi, daha sonra tahakkuk da ederler.
Bunu kendi hayatlarında yaşamış olanlar şuna inanırlar ki, soyut manevi âlem
ile madde dünyası arasında ortada bir misal ve eşbah âlemi vardır. Mânâ
maddede, madde mânâda bu misal âlemi yardımıyla temessül eder. Gerek uykuda ve
gerek uyanıkken rüya, belli bir hakikatin, soyut olarak bu misal âleminden ruha
görünmesidir. Bundan dolayıdır ki, rüya olayı sıradan hatıraların çağrışımından
ve ahlamdan başka bir keşif hadisesidir. Rüya tabiri ilmî ve vehbî ve keşfî
ilimlerden olduğu için düşünce ve mantıkla çözülmez. Çözülemediğinden dolayı da
zahir ehli için gerçek rüya ile ahlam adı verilen şeyin ayırt edilmesi zor ve
müşkül bir şey olur. Hatta gaybî sırlardan büsbütün gafil olanlar, âlemlerin
Rabb'inin alîm ve hakîm olduğunu bilmeyenler, genel olarak bütün rüyaların
ahlamdan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. İşte Firavun'un
danışma meclisinin söz konusu üyeleri de ya böyle bütün rüyaları ahlam kabul
ederek veya eğer inkârcı değillerse de rüya ile ahlam arasındaki inceliği fark
edemeyerek, tabirini bilmedikleri için, bilgisizliklerini ve aczlerini örtbas
etmek gayesiyle "Biz, ahlamın da tevilini bilecek değiliz ya"
dediklerinde:
Meâl-i Şerifi
45. O ikiden kurtulmuş olanı nice zamandan
sonra hatırladı da dedi ki: "Ben size o rüyanın tabirini haber veririm,
hemen beni gönderin."
46. "Ey Yusuf, ey doğru sözlü! Bize şunu
hallet: Yedi semiz ineği, yedi cılız inek yiyor. Ve yedi yeşil başakla diğer
yedi kuru başak. Umarım ki, o insanlara doğru cevap ile dönerim, onlar da
(senin kadrini) bilirler."
45-46- O ikiden kurtulmuş olan da yani Yusuf'a
rüya tabir ettirmiş olan o iki zindan arkadaşından kurtulup çıkmış olan sâkî de
uzun bir zaman sonra, bu vesile ile hatırlayıp dedi k: "Size haber
vereceğim..." Yusuf ona şu cevabı verdi:
Meâl-i Şerifi
47. Dedi ki: "Yedi sene eskisi gibi
ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakınız, biraz yiyeceğinizden başka.
"
48. "Sonra onun arkasından yedi kurak
sene gelecek, önceki biriktirdiklerinizin biraz saklayacağınızdan başkasını
yiyip bitirecek."
49. "Sonra da onun arkasından yağışlı bir
sene gelecek ki, halk onda sıkıntıdan kurtulacak, (üzüm, zeytin gibi
mahsülleri) sıkıp faydalanacak."
47-48-49-Hükümdar Yusuf'un bu tabirini
öğrenince:
Meâl-i Şerifi
50. O hükümdar "Onu bana getirin"
dedi. Emir üzerine Yusuf'a gönderilen adam yanına gelince, Yusuf ona dedi ki:
"Haydi efendine geri dön de, ona sor bakalım, o ellerini kesen kadınların
maksatları ne imiş? Hiç şüphe yok ki, Rabbim, onların oyunlarını çok iyi
bilir."
50- Melik de onu bana getirin, dedi. Yani, o
sâkî gelip gerçek yorumu haber verince, hükümdar Yusuf'un ilmini ve faziletini
anladı ve zindandan çıkarılıp kendisine getirilmesini emreyledi.
Fakat aldığı emir üzerine elçi kendisine
varınca yani Yusuf'u zindandan çıkarıp, hükümdara götürecek olan adam, o
görevli kişi, Yusuf'un yanına varınca, Yusuf hemen zindandan çıkıvermedi de o
görevliye dedi ki: Sen şimdi efendine geri dön, git de ona sor bakalım o
ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş? Hiç şüphesiz benim Rabbim, (O
yüceler yücesi Allah'ım,) onların keydlerini, oyunlarını ve hilelerini bilir. O
kadınların bana ne oyunlar yapmak istediklerini bilir. O, bilmek, öğrenmek için
sormaya muhtaç değildir. Fakat başkaları işin içyüzünü bilmez. Onun için
efendine söyle, sorsun, araştırsın, tahkikat yapsın, yaptırsın da benim sırf
kadın hilesi ile ve haksız yere hapse atıldığım herkesçe bilinsin ve
anlaşılsın; namusum, iffetim ve suçsuzluğum gereği gibi açığa çıksın da ben de
onda sonra buradan çıkayım, diye ayak diretti. Ve çok dikkat çekici bir şeydir
ki, asıl suçlu olan kendi hanımının adını vermedi, "ellerini kesen o
kadınlar" diyerek ortaya konuştu. Bu kadar sene zindanda kalan Yusuf,
zerre kadar sarsılmadıktan başka böylece büyüklük üstüne büyüklük göstererek,
yine de nezaketten ayrılmadı. Bunu takdir eden hükümdar da bizzat tahkikata
girişerek, kadınları huzura çağırıp sorguya çekti:
Meâl-i Şerifi
51. Hükümdar, o kadınlara "Derdiniz neydi
ki, o vakit Yusuf'un nefsinden murad almaya kalktınız?" dedi. Onlar
"Hâşâ, Allah için, biz onun aleyhinde hiçbir fenalık bilmiyoruz"
dediler. Aziz'in, karısı da: "Şimdi hak ve hakikat olduğu gibi ortaya
çıktı. Aslında onun nefsinden ben murad almak istedim. O ise şeksiz şüphesiz
doğrulardandır" dedi.
51-Bundan sonraki iki âyetin (52. ve 53.
âyetler) yukarıdaki âyetlerin gelişine göre Yusuf'un ağzından söylenmiş olması
gerekirse de bir önceki âyete olan bağlantısı sebebiyle yine hanımın ağzından
söylenmiş olduğu açıkça belli oluyor. Yani hanım sözünü bu kadarla bitirmiyor
ve şöyle devam ediyor: Meâl-i Şerifi 52. (Yusuf dedi ki): İşte bu şunun
içindir: Bilsin ki, ben ona arkasından hainlik etmedim. Gerçekten Allah
hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz.
52-Bununla beraber:
Meâl-i Şerifi
53. Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum.
Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin rahmetiyle yarlığadığı
müstesna. Muhakkak ki, Rabbim bağışlayıcı ve merhametlidir.
53- Bununla beraber ben kendimi temize
çıkarmak, (nefsimi terbiye etmek) çabasında değilim. Yani Yusuf'un arkasından
kendisine hıyanet etmediğimi bilsin diye hakkı söylerken, hakikatı itiraf
ederken, kendimi büsbütün tezkiye ve terbiye edip, temize çıkarmıyorum. Böyle
bir şeyi söylemem, çünkü daha önce söylediğimi söyledim ve suçumu itiraf ettim.
Ne yaptıysam onun gözü önünde yaptım, arkasından, yani yokluğunda ona hainlik
yapmadım. Şu kadarını da söylemeliyim ki, Gerçekten de nefis, hep kötülüğü
telkin ve emreder. Haddi zatında beşerin nefsi daima fenalık tarafına meyleder,
bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Yani genel olarak beşer nefsinin tabiatında
şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır: nefis kendi gücünü ve emrindeki
araçları o yönde kullanır. Ve onun böyle bir özelliği vardır. İşte bundan
dolayı insan sırf kendi nefsine kalırsa fenalığa sürüklenir, Ancak Rabb'imin
rahmet ettiği müstesnadır. Yani, ancak Rabbimin, koruyup kayırdığı nefisler,
yani, Yusuf'un nefsi gibi Allah'ın lutfu ve rahmetiyle kötülükten arındırılmış
nefisler bunun dışındadır. Onlar pak ve masum nefislerdir. Yahut ancak Rabbim
rahmet ettiği vakit, rahmânî kuvvet, nefsanî kuvvete üstün geldiği vakit, onun
emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Veya nefis ilâhî emre uyar da kendi
emrini terkederse fenalıktan uzak kalır. Şüphe yok ki, Rabb'im ğafurdur,
rahîmdir. Mağfireti ve rahmeti büyük, çok büyüktür. Şu halde birçok hallerde
nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyilleri ve istekleri, Rabbülalemin
kendi mağfiretiyle örttüğü ve önlediği, onların fiil alanına çıkmasını
engellediği, rahmetiyle koruyup kayırdığı için, günahını itiraf edip bağışlanma
dileyenlere de mağfiret ve rahmet eder. Bunun için nefsi emmaremi temize
çıkarmayarak hakikatı itiraf ettiğim ve doğruyu söylediğim için de Rabbimin
mağfiret ve rahmetini niyaz ve ümid ederim. İşte Aziz'in hanımı böyle itiraf ve
istiğfar ederek, gerçeği ıkrar ve Allah'a olan imanını da açığa vurdu. Yusuf'un
da Allah katında bilinen iffeti ve nezaheti halkın gözünde böyle parlak bir
şekilde ortaya çıkmış oldu. Düşünmeli ki, ilâhî aşk, nefsanî aşka üstün geldi,
onu nasıl yendi. Kin, öfke ve ihtiras ile dolmuş düşmanları bile nefsaniyeti
bir yana bırakarak, gerçeği söyledikleri ve böyle güzel güzel şahitlikten
kendilerini alamadıkları bu temizlik, bu iffet ve fazilet ne büyük, ne kutsal
bir mertebedir. Bakınız hakkın tecellisi ile ihtiraslar nasıl sönüyor, gayzlar
ve öfkeler nasıl siliniyor, bencillikler nasıl ortadan kalkıyor da hak aşkından
başka ayakta kalabilecek hiçbir şey kalmıyor.
İşte hakikat böyle açığa çıktı:
Meâl-i Şerifi
54. Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin,
kendime tahsis edeyim." Sonra onunla konuşunca da: "Sen bugün
yanımızda gerçekten büyük bir mevki sahibisin, güvenilir birisin" dedi.
55. O da, ona dedi ki: "Beni bu ülkenin
hazineleri üzerine getir. Çünkü iyi korurum, iyi bilirim."
54- Hükümdar dedi ki, getirin bana onu, yani
Yusuf'u,, onu kendim için istihlas edeyim, yani halis olarak kendime mahsus
kılayım. Özel danışmanım yapayım.
Arapçada "Aziz" dahi
"Melik" mânâsına kullanıldığından, bazıları bu meliki, daha önce adı
geçen ve Yusuf'u satın alan Aziz'in kendisi sanmışlarsa da Kur'ân'ın zahiri
ifadesine uygun düşmemektedir. Zira o takdirde Aziz'in "onu kendime özel
danışman yapayım" demesi anlamsız olacağı gibi, birine Aziz, diğerine
"Melik" diye ayrı ayrı isimler verilmesi de bunların ayrı arı kişiler
olduğunu açıkça belli eder. İşte bundan dolayı Aziz, Mısır hükümdarlarına yakın
en büyük yetkiye sahip bir vezir veya emir, "Melik" de hükümdar demek
olduğu anlaşılıyor. Nitekim bazı rivayetlerde Aziz'in adının "Kıtfîr",
Melik'in adının da "Reyyan" olduğu nakledilmiştir.
Eski Mısır'ın hükümdarlarına
"Firavun" denilmesi meşhur olduğu halde buna "melik"
denilmesi herhalde şu iki inceliği hesaba katmaktan dolayı olsa gerektir:
Birincisi: "Firavun" ünvanı zulum
ile şöhret bulmuş ve öyle tanınmıştır. Üstelik "Firavun'un emri reşid
değildir" (Hûd 11/97) buyurulmuştur. Oysa Yusuf'u özel danışman seçen bu
Melik'in övülmeye layık güzel vasıfları, rüşdü ve seçme yeteneği vardır. İşte
bundan dolayı bu Melik'in karakteri itibariyle bir Firavun olmadığına işaret
edilmek istenmiş demektir. Nitekim Mücahid'den bu Melik'in hak din üzere olan
bir melik olduğu da rivayet edilmiştir.
İkincisi: Esasen Firavun lakabının dil ve soy
itibariyle Mısırlı olduğuna göre, bu Mısır Melik'inin, söz konusu Firavun soyundan
ve Mısır kıbtilerinden olmadığına böylece işaret olunmuş demektir. Nitekim bazı
tarih kaynaklarında Amalika'dandı denilmiştir ki, Mısır tarihinde
"Hiksoslar" adı verilen ve Arabistan tarafından geçip dörtyüz sene
kadar Mısır'da hükümranlık sürdükleri söylenen sülâleden olacaktır. İsminin
"Reyyan" olduğuna ilişkin rivayet de bunun Arabî olduğuna işaret
eder. Bakara Sûresi'nde (âyet 49, 50) de geçtiği üzere bazıları, bunun Hz. Musa
zamanına kadar yaşadığını ve o Firavun'un da bu Reyyan olduğunu zannetmişlerse
de bu, Kur'ân nassının zahirine uygun düşmemektedir. Çünkü Kur'ân'da buna
"Melik" denilmiş, "Firavun" denilmemiştir. Musa'nın
mücadele ettiği Mısır hükümdarının Firavun olduğu Kur'ân nassı ile
belirlenmiştir. Bu Melik, Hakk'ın âyetlerine değer vermiş ve üstelik Yusuf'u en
yakınları arasına alarak, ona büyük yetki vermiştir. Firavun ise bunun tam
zıddını yapmış, Musa'nın gösterdiği bütün mucizeleri ve âyetleri inkâr etmiş,
Musa'ya ve Musa'ya iman eden sihirbazlara yaptıklarıyla tam anlamıyla Firavunluk
yapmıştır.
Velhasıl burada söz konusu edilen Melik, kadir
kıymet bilen bir zattır. Hz. Yusuf'u henüz görmeden, yaptığı rüya tabiri ile
ilmine ve faziletine hükmedip, hemen zindandan kurtarmıştır. Onun eşsiz bir
ilim ve fazilet ehli olduğuna karar verip, getirilmesini emretti. Sonra onunla
konuştuğunda, yani, Melik'in emri derhal yerine getirildi, Yusuf geldi, Melik
onunla konuştu. Böylece Melik, Yusuf'un konuşmasını da gördü. İşte o vakit dedi
ki: Sen cidden bu gün, yani bu günden, seninle konuştuğumuz şu andan itibaren
katımızda, yanımızda mekin, büyük bir mekanet mevki ve mertebe sahibisin,
yetkili kişisin, bir emin kişisin. Her hususta güvenilir, itimat edilir ve
itibar edilir bir kimsesin.
Rivayet olunur ki, o görevli, Yusuf'u
zindandan almaya gelen o elçi, kendisine geldiğinde Yusuf ayağa kalkmış,
zindanın kapısına "burası belalar konağı, diriler kabri, düşman
sevindiren, dostlar sınavıdır" diye yazmış ve çıkmış, atalarına dua etmiş,
yıkanmış ve yeni elbise giymiş ve Melik'in huzuruna girerken, şöyle dua etmiş:
Allahım! Senden senin hayrınla bunun hayrını dilerim, bunun şerrinden ve
başkasının şerrinden Sen'in gücüne ve kudretine sığınırım". Melik'in
huzuruna girince Arapça selam vermiş ve İbranice bir dua etmiş. Melik "Bu
ne dili?" demiş, o da "atalarımın dili" diye cevap vermiş.
Melik, birçok dil bilirmiş, bildiği dillerin hepsinden konuşmuş, Yusuf da o
dillerden tek tek cevaplar vermiş. Bunun üzerine Melik hayretler içinde kalmış
ve "Arzu ediyorum ki, rüyamın yorumunu bir de senden dinliyeyim" demiş.
Yusuf da onun rüyada gördüğü sığırları ve başakları tek tek yerleriyle ve
renkleriyle tavsif ederek anlatmış. Bunun üzerine Melik, onu kendi seririne
oturtmuş ve fikrini sormuş. Yusuf da "Benim düşüncem odur ki, bu bolluk
senelerinde çok ekin ektirirsin ve depolar bina edersin, elde edilen ürünleri o
depolarda muhafaza edersin, kıtlık seneleri gelince bu fazla ürünleri satarız,
böylece hazineye büyük gelirler sağlanmış olur" demiş. Melik "Fakat
bana bu işi kim yapıverecek?" demiş. İşte o vakit Yusuf kendini öne
sürerek:
55- Beni, dedi, bu arzın hazineleri üzerine
tayin et. Yani, bütün bu Mısır diyarının hazinelerinin yönetimini, gelir ve
giderinin yetkisini bana ver, bununla beni görevlendir. Doğrusu ben bir
koruyucuyum, uzman ve bilgili bir kişiyim. Hakkı hukuku gözetirim, emanetleri
iyi korurum, hazineleri haketmeyenlerin çarçur etmesinden iyi korurum ve
tasarruf yollarını çok iyi bilirim. Yusuf'un yaptığı bu teklif misal
gösterilerek, adaleti ve görevin gerektirdiği hususları hakkiyle ifa edeceğine
güvenen bir insanın valilik ve yöneticilik talebinde bulunması ve kendi
kabiliyetini açığa vurması, hatta kâfirden bile yöneticilik alması caiz
demişlerdir. Fakat âyette bu Melik'in küfrüne delil sayılabilecek bir şey
yoktur. Aksine bunun müslüman olduğu Mücahid'den nakledilmiştir.
Bir de "Beni bütün hazinelerin başına
getir" diyen Hz. Yusuf, aslında Melik'ten tam yetki talebinde bulunmuştur.
Bu söze bakarak bazı müfessirlerin dediği gibi, Melik Hz. Yusuf'un emri altına
girmiş ve onun reyine tabi olmuş demektir. Bu da, bütün konularda değil,
yalnızca malî işlerde geçerlidir. Şu halde bu şekilde görev kabul etmenin
sorumluluğu doğrudan doğruya ahkamı icra etmenin sorumluluğuna dönüşür. Talep
meselesine gelince, onun da fıkhî hükmü şudur: Ehliyet ve liyakatları
olmayanlara valilik ve yöneticilik vermek haramdır. Bunun talep eden açısından
talebi de haram, görevlendiren açısından görev verilmesi de haramdır. Ehliyeti
olanlara kabul caiz, talep mekruhtur. Meğer ki, taayyün etmiş olsun, yani o işe
ondan başka ehil biri bulunmasın. İşte o vakit talep vacip bile olur. İşte bir
peygamber olan Hz. Yusuf, Allah tarafından görevli olduğu hak ve adaletin
ahkamını icraya bir yol bulmak, bir vesile bulmak için bu talebiyle o vecibenin
ifasına çalışmıştır. Acaba onun bu talebi kabul edildi mi?
Meâl-i Şerifi
56. Ve işte biz böylece Yusuf'u o yerde temkin
ettik (yerleştirdik). Neresinde isterse orada makam tutuyordu. Biz rahmetimizi
dilediğimize nasip ederiz. Ve iyilik edenlerin mükafatını zayi etmeyiz.
56- Ve işte bu suretle, böyle hıfız ve ilim
ile onu temayüz ettirerek, gönülleri büyüleyen şanlı bir emniyet ve yetki ile
hazinelerin başına geçirmek suretiyle Yusuf'u o ülkede temkin ettik. Mısır
diyarında yüksek bir nüfuz ve iktidarla yerleştirdik.
Burada görülüyor ki, Yusuf'un teklifine
Melik'in ne dediği açık seçik bildirilmemiş, sadece sonuç olarak "İşte
böyle onu o ülkede yetkiyle donattık ve yerleştirdik" meâlinde bir durum
bildirilmiştir. Sözün gelişi, zaten onun yaptığı teklifin reddedilmesi bahis
mevzuu olamıyacağını anlatmakta ise de kabul edildiği de kesin olarak ifade
edilmemiştir. Ancak fiilin doğrudan doğruya Allah'a isnad edilmesi şunu ifade
eder ki, Yusuf'u bu şekilde iktidara getiren Melik değildir, Allahu
Azimüşşan'dır. Allah bütün sebepleri hazırlamış, Melik'i de ona müsahhar
kılmış, onu da Yusuf için aracı kılmış ve âlet etmişti.
Rivayet olunuyor ki, Melik, Hz. Yusuf'a bir
tac giydirmiş, devlet mühürünü çıkarıp parmağına geçirmiş, kılıç kuşatmış ve
onun için inci ve yakut işlemeli altından yapılmış bir serir yaptırmıştır. Hz.
Yusuf da "Bu serir ile mülkünü sağlamlaştırırım. İşte bu mühür ile de
işleri tedbir ile yürütürüm. Fakat bu tac, bu benim giyeceklerimden değil
atalarımın giyeceklerinden de değil" demiş, sonra o serire oturup işleri
yürütmeye başlamış, adalet ve hakkaniyetten ayrılmamış, erkek dişi yediden
yetmişe herkes kendisini sevmiş, ülke bütünüyle onun sözünden çıkmaz olmuş. Bu
arada Aziz vefat etmiş, zevcesi Rail, diğer adıyla "Züleyha" Melik
tarafından Yusuf'a nikahlandırılmış Gerdeğe girdiğinde Yusuf Züleyha'ya
"Nasıl bu senin istediğinden daha iyi değil mi?" demiş ve Züleyha'yı
bakire bulmuş, daha sonra ondan iki oğlu olmuş: Efrayim ve Menşa adlarını
koymuş...ilh.
Bununla beraber âyette Melik'in kabul
şeklinden söz edilmemiş, orası meskutun anh olarak geçilmiş, ayrıca Hz.
Yusuf'un teklifinin derhal yerine getirildiği de anlatılmamış olduğundan orası
da pek anlaşılmıyor. Ancak Resulullah (s.a.v.) Efendimiz'den nakledilen bir
hadisi şerifte "Allah rahmet eylesin kardeşim Yusuf, "Beni bu ülkenin
hazinelerinin başına getir" demeseydi o anda iş başına getirilecekti ve
lakin bu söz onu bir sene geciktirdi" buyurmuştur. Demek ki, haddi zatında
bu iş için Hz. Yusuf tek aday idi, fakat taayyün etmiş olmasına rağmen
kendisine talep farz değildi.
Zira birinci derecede önemli olan şey gelecek
kıtlık yılları için tedbir almak idi. Böyle bir göreve bir an önce başlamak
evla olmakla birlikte biraz gecikmeyle bu fırsat büsbütün elden kaçacak
değildi. Oysa zindandan çıkar çıkmaz hazinelerin başına geçmek isteyişi
hakkındaki güveni sarsabilirdi. O talip (isteyen) değil, matlup (istenilen)
olmalıydı. Allah Teâlâ onu daha büyük bir nüfuz ve yetkiyle iş başına
geçirecekti. Binaenaleyh talip durumunda olmasa daha iyi olacaktı, derhal
aranan bir adam sıfatıyla işe tayin edilecekti. Lâkin Melik'e karşı "Beni
iş başına geçir" dediğinden dolayı Allah'ın hikmeti, işin bir sene
gecikmesine sebep olmuş. Böylecce Allah onu, o vaziyetten kurtarıp yüksek
yetkilerle Mısır ülkesine hazineler nazırı yapmıştır. Öyle ki: O, o ülkenin
neresinde isterse orasında makam tutuyordu. Yani ülkenin her yerinde sözü
geçiyor, dediği yapılıyordu. Öyle bir emniyet ve asayiş sağlamıştı, öyle bir
sevgi ve itibar kazanmıştı, öyle büyük bir nüfuz ve iktidara ulaşmıştı ki,
bütün ülkeyi tasarrufu altına almış, şehirleri, kasabaları, köyleri ve
mezralarıyla bütün Mısır ülkesi sanki onun evinin bahçesi haline gelmişti.
Dilediği yerde ikamet ediyor ve hiçbir niza olmadan işleri yürütüyordu,
istediği hazırlıkları yaptırıyordu.
Öyle ya. Biz kime dilersek rahmetimizi
yağdırırız. Dilediğimizi yaparız. Hiçbir şarta bağlı olmayarak, sadece
dilememizle istediğimizi dünyada veya ahirette veya her ikisinde birden
olağanüstü devletlere, nimetlere mazhar kılarız. Binaenaleyh bu öyle bir
rahmânî rahmettir ki, kulun kesbinin hiçbir müdahalesi olmayarak, sırf ilâhî
takdirin bir zorlaması ve cilvesi ile meydana gelir. Yusuf herşeyden önce işte
böyle bir ilâhî rahmete mazhar idi: Ona verilen ilim ve hikmet, nübüvvet ve
muvaffakiyet işte böyle sırf vehbî olan bir rahmet eseri idi. Ve muhsinlerin
ecrini zayi etmeyiz. Yani iyilik seven ve Allah için işini güzel yapanların
ecrini, mükafatını zayi etmeyiz. Özellikle kulun kesbine bağımlı olan ve binaenaleyh
bir şeriat ve kanun çerçevesinde cereyan eder rahimiyyeti vardır. Dilediğine
dilediği gibi rahmetini bol bol gönderen Allah Teâlâ, iyilik yapan kullarının
ecrini de zayi etmez, tamı tamına öder. Hatta fazlasıyla ihsan eder. Yani, şu
akla gelmesin ki, dilediğine rahmetini bol bol gönderen Allah, acaba iyilik
yapanların haklarını, mükafatlarını ödeme konusunda da dilediği gibi tasarruf
mu edecektir? Hayır kimsenin, hele iyilik yapanların mükafatlarını öderken,
onların hakkını zayi etmeyecek. İşte O, böyle iyiler iyisi, muhsinler muhsini
bir Allah'dır. Faili muhtar olmakla beraber, meşiyyetinin rahmet ve ihsan ile
sürekli beraberliği vardır. Demek ki, ihsan hasleti, ilâhî rahmetin en
pekiştirmeli ve geniş kapsamlısıdır. Böylece iyilik yapanlar biri ihsan
hasleti, öbürü de mükafat ve ecir hasleti olmak üzere ilâhî rahmetin her iki
hasletinden de yararlanacaklar. Ve şu halde ilâhî rahmet denilince
"Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara yakındır" (A'raf 7/56)
müjdesi söz konusudur. İşte Yusuf aleyhisselam da halis muhlis muhsinlerden
olduğu için, Allah ecrini zayi etmemiş, şanı ve şerefiyle onu zindanlardan
çıkarıp, böyle devletler üzerinde iktidar ve yetki sahibi yapmıştır.
Binaenaleyh böyle şey olur mu? Bu kadar büyük devlete ve nimete erilir mi, dememeli.
Üstelik Yusuf gibi iyilik sahiplerine vaad olunan ve asıl hesaba katılması
gereken mükafat yalnızca bundan ibaret de değildir. Yani, böyle lezzeti elemle
karışık dünya devleti ve dünya hazineleri gibi haddi zatında sınırlı ve fani
olan dünya ecrinden ibaret sanılmamalıdır. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
57. İman edip takva yolunu tutanlar için
elbette ahiret mükafatı daha hayırlıdır.
57- Ve elbette ahiret ecri daha
hayırlıdır.Yani, dünya ecri ne kadar hayırlı olursa olsun, ahiret ecri, ahiret
sevabı daha hayırlıdır. Çünkü kalıcı, ebedî, zahmetsiz, halis ve katıksız
hayırdır. Fakat iman edip, takva yolunda gidenler için; yani, Allah'ı bir, Hz.
Muhammed'i hak peygamber olarak tanıyıp, dinin emir ve yasaklarına titizlikle
uyan muhsinler için ahiret sevabı elbette daha hayırlıdır. Şu halde ibret ehli,
Yusuf'un dünyada nail olduğu o geçici devlete ve nimete değil de asıl ahirette
ereceği sonsuz ve sınırsız mükafata imrenir.
Onu dikkat nazarına alır da öyle kamil bir
imanla takva ve ihsana sarılır.
İşte Yusuf, Mısır'da öylece iktidar makamında
yetkiyle görevlerini yürütürken:
Meâl-i Şerifi
58. (Bir gün) Yusuf'un kardeşleri çıkageldiler
ve onun yanına girdiler. O, onları görür görmez tanıdı, oysa onlar onu
tanıyamamışlardı.
59. Ne zaman ki onların bütün hazırlıklarını
tamamladı, o zaman dedi ki: "Babanızdan olan öbür kardeşinizi de bana
getirin. Görüyorsunuz ya, ben ölçeği tam ölçüyorum ve ben konukseverlerin en
hayırlısıyım."
60. "Siz eğer onu bana getirmezseniz, bir
daha size hiç kile yok, (bir ölçek bile zahire alamazsınız) yanıma da
yaklaşmayın".
61. Dediler ki: "Onun için babasından
izin almaya çalışacağız. Her hâlü kârda bunu yapacağz."
62. Yusuf bir taraftan da adamlarına tenbih
etti: "Sermayelerini yüklerinin içine koyuverin, belki ailelerinin yanına
dönünce farkına varırlar ve belki yine gelirler" dedi.
58- Bir de Yusuf'un kardeşleri geldi. Yani,
daha önce haber verdiği kıtlık seneleri gelmiş çatmış olmakla her taraftan
zahire almak için Mısır'a geliyorlar ve Yusuf'a müracaat ediyorlardı.
Kardeşleri de Mısır'a geldiler, sonra da huzura girdiler Yusuf onları hemen
tanıd" Elbette Yusuf'un huzuruna girecekleri zaman hüviyetleri tesbit
edilmiş, kendilerinin kim olduklarını haber vermişlerdi. Demek ki, şekil ve
kıyafetlerinde de tanınmayacak bir değişiklik yokmuş, zaten içlerinden birini
tanımış olsa hepsini tanıyacağı belli idi. Onlar ise onu tanımamışlardı. Çünkü
o, çocukken ayrılmış, büyümüş, değişmiş ve tanınmayacak bir makamda
bulunuyordu. Şu halde sûrenin baş tarafında da geçtiği üzere, Yusuf kuyuya
atıldığı zaman kendisine vahyedilmiş olan "Sen onlara bu yaptıklarını hiç
beklemedikleri bir sırada haber vereceksin" (âyet 15) ilâhî vaadi
gerçekleşmeye başlıyordu. Onlar, onun huzurunda garibane bir şekilde hallerini
arzettiler. O da kendini tanıtmadan aşağıda geleceği üzere onlara ikramda
bulundu, yüklerini hazırlattı.
59- Ne zaman ki, onların yüklerini hazırlattı.
Bütün ihtiyaçlarını düşünerek özellikle ve titizlikle hazırladı, donattı,
onları tam uğurlayacağı sırada dedi ki, bana, babanızdan olan öbür kardeşinizi
de getirin. Bu kardeş daha önce yukarıda da geçtiği üzere, "Yusuf ve
kardeşi babamıza bizden daha sevimli" (âyet 8) demiş oldukları Bünyamin
idi.
Demek ki, gelenler daha önce Yusuf'u götürüp
kuyuya atanlar idi ve bunlar arasında Yusuf'un ana-baba bir öz kardeşi olan
Bünyamin yoktu. Bu sırada veya daha önce kim olduklarını arzettikleri sırada
bir kardeşleri daha olduğunu söylemiş olmalılar ki, Yusuf onlara yakınlık
gösterdiği halde yine de bu sözden, bu istekten bir anlam çıkarıp onu
tanıyamamışlardı. İhtimal ki, onlar, bunu haklarında başka yollardan yapılmış
bir tahkikat ve istihbarat olarak değerlendirmişlerdi. Bu yüzden farkına
varamamışlar, gösterilen bu derin aşinalıktan büsbütün hayrete düşmüşlerdir.
Yusuf bunu söylerken "Kardeşinizi" demeyip de "babanızdan olan
sizin öbür kardeşinizi" demesi de çok anlamlıdır. Bunu böyle söylemekle,
onu hem tanımıyormuş gibi davranmış, hem onun yalnız kaldığını işaret etmiş,
hem de kendi kardeşliğini kastetmeye uygun bir imada bulunmuş ve böylece ilk
önce sevgili öz kardeşini yanına getirtmek istemiş. Bu isteğin yerine
getirilmesini sağlamak için de demişti ki:
Görmüyormusunuz ben keyli hakkıyle ölçüyorum.
Görüyorsunuz ya benim tutumum, haksızlığa ve suistimale, yolsuzluğa hiç meydan
vermiyor; tam ölçüyorum, kimseye eksik vermiyorum, aynı zamanda ben hayrülmünzilin
bir kimseyim. Allah için çok iyi ve emsalsiz bir misafirperverim.
Bundan anlaşılıyor ki, onların yükleri ve
ihtiyaçları techiz edilip hazırlanıncaya kadar onları kendi hanesinde
ağırlamış, ziyafetler verip, ikram ve ihsan da bulunmuş. Bunu da başa kakmak ve
minnet yüklemek maksadıyla değil, daha fazla zahire veremediği için mazeret
olarak söylemiş, bir kişi daha olsaydınız size bir kişilk daha fazla zahire
verebilecektim demek istemiş ve kardeşinin getirilmesini sağlamak için söylemiş
ve bu konuda ısrarlı olduğunu da şöyle belirtmiş:
60- Eğer onu bana getirmezseniz artık size
benim yanımda hiçbir kile yoktur. Yani paranızla bile benim yetkim altında
Mısır topraklarının hiçbir yerinde bir tek ölçek bile zahire alamazsınız,
almanız ihtimali bile yoktur bilesiniz, bana da yaklaşmayınız... Yani, benden
yardım ve iltifat ummak şöyle dursun, semtime bile uğramayınız, gözüme
görünmeyiniz, ülkeme ayak bile basmayınız.
61-Yusuf'un bu ısrarlı isteğine karşı onlar
şöyle cevap verdiler: Dediler ki: Varınca onun için babasına müravede edeceğiz.
Yani, onu babası yanından ayırmak istemez, amma biz kandırmak için bir yolunu
bulmaya çalışacağız. Ve kesinlikle biz bunu yaparız.
62-Diğer taraftan Yusuf: uşaklarına, (yani
zahireleri ölçen ve yükleri hazırlayan emri altındaki görevlilere) tembih etti:
Sermayelerini, yüklerinin içine geri koyuverin, dedi. Zahire almak için sermaye
diye getirdikleri para veya altın gümüş cinsinden kıymetli eşyaları zahire
çuvalları içine koydurtmuş ve el altından onlara böyle gizli bir ihsanda daha
bulunmuştu, "ki, geri gelsinler diye". Çünkü yurtlarına varıp yükleri
açtıkları zaman, yeni bir sevinç daha duyacaklar ve ellerinde hazır bir sermaye
bulacaklar ve dediği gibi, kardeşlerini alarak dönüp geleceklerdi, Tekrar
gelmeye can atacaklardı.
Burada denilebilir ki, bunlar çok güzel ve
ince şeyler, ancak Yusuf için ilk fırsatta kendisini tanıtması, babasına açıkça
durumunu bildirip, onu bir an önce yanına davet etmesi daha uygun olmaz mıydı?
Meseleye dışardan bakıldığı zaman, bu herkesin aklına gelebilecek bir şey gibi
görülür. Doğru olan da böyle yapmak sanılabilir. Fakat o zaman aniden gelen
böyle bir sevinç ile yaşlı babası nasıl olacaktı? Acaba gelebilecek miydi?
Genel durum ne idi, siyasi şartlar nereye kadar müsait idi? Ailesini Mısır'a nakletmek
mümkün olacak mıydı?
Demek ki, ledunnî hikmet açısından ilk önce
getirilmesi gereken öbür kardeşi idi. Bunu getirtmeden, Yusuf'un hicranına
Bünyamin'in hicranı ve hasreti eklenmeden belki Yakup Aleyhisselam için vuslat
şartları tekemmül etmeyecekti. Yusuf'un kalbinde kuyu ve zindan yaralarının
izlerine karşılık, Yakub'un kalbi bu iki hicranla sızlanmadan meydana gelecek
kavuşmayı, ruhlar aynı zevk ve aynı şevk ile duyamıyacaklardı. Görülecek parlak
hatimenin, mutlu sonun ledunnî neşvesi tamam olmayacaktı. Unutmamak gerekir ki,
Yusuf'un bu muameleleri kendi iradesiyle değildir. Biraz sonra gelecek
âyetlerde de görüleceği üzere, hepsi Allah tarafından gelen vahiy emriyle
olmuştur.
İşte Yusuf, kardeşlerini böylece tembihlerle
ve geri dönmeleri için gerekli teşviklerle uğurladı:
Meâl-i Şerifi
63. Böylece dönüp babalarına geldikleri vakit,
dediler ki: "Ey babamız! Bizden ölçek menedildi (bize zahire
verilmeyecek). Bu kere kardeşimizi de bizimle gönder ki, ölçek alabilelim. Biz
onu kesinlikle koruyacağız."
64. Babaları dedi ki: "Ben onu size nasıl
emanet ederim? Ya bundan önce kardeşini emanet ettiğimde olan gibi olursa! En
hayırlı koruyucu Allah'dır ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir."
65. Derken yüklerini açtılar ve sermayelerini
kendilerine geri verilmiş olarak buldular. Dediler ki: "Ey babamız! Daha
ne isteriz? İşte sermayelerimiz de bize iade edilmiş. Bununla yine ailemize
zahire alır getiririz, kardeşimizi de koruruz, üstelik bir yük daha fazla
zahire alırız. Zaten bu aldığımız pek az bir zahiredir."
66. Babaları dedi ki: "Hepiniz çaresiz
kalmadıkça onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah'dan bir yemin vermedikçe,
onu, kesinlikle sizinle göndermem". Onlar da Allah'a and içerek babalarına
söz verince, babaları dedi ki: "Bu söylediklerinize Allah vekildir".
67. Ve dedi ki: "Ey yavrularım! (şehre)
hepiniz bir kapıdan girmeyin de ayrı ayrı kapılardan girin. Gerçi ben ne
yapsam, Allah'ın takdirini sizden engelleyemem. Hüküm yalnızca Allah'ındır.
Onun için bütün tevekkül edenler O'na tevekkül etmelidirler."
68. Ne zaman ki, şehre vardılar, o zaman
babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiler. (Gerçi bu şekilde
girmeleri) onlar hakında Allah'ın takdir ettiği hiçbir şeyi önleyemezdi, bu
sadece Yakub'un içinden geçirdiği bir isteğin yerine getirilmesi oldu. Şüphesiz
o, ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bunu
bilmezler.
63- Ey babamız, dediler, kile bizden
engellendi. Yani gelir gelmez, daha yüklerini bile açmadan, babalarına
gördükleri ihsan ve ikramdan söz etmeden, ilk ağızda böyle acı bir haber ile
söze başladılar. Yusuf'un ileriye dönük bir şart olarak öne sürdüğü bu sözü,
onlar mutlak anlamda kullanarak istekte bulunmaya başladılar. Gerçi maksatları
"Eğer kardeşimizi götürmezsek bundan böyle Mısır'dan zahire alabilmemiz
yasaklandı" demekti. Fakat onlar bunu babaları üzerinde etki aracı olarak
kullanmak için sanki elleri boş gelmişler, bütün zahmetleri boşa gitmiş gibi
mutlak anlamda bir yasaklanma şeklinde ifade etmişlerdir. Bu sözün arkasından
da asıl maksadı üzerine basa basa vurgulamışlar: Şu halde kardeşimizi bizimle
gönder ki zahire alabilelim, bize güven, emin ol; biz onu elbette muhafaza
ederiz, koruruz.
64-Babaları onların teklifini red ile kabul
arasında bir cevapla karşıladı: Dedi ki: Onu size emanet edeyim mi? Yani,
etmem, nasıl edebilirim? Ancak bundan önce kardeşi hakkında güvendiğim gibi
güvenmiş olurum. Yani bu güvenmem, layıkıyle bir güvenme olmaz. Olsa olsa
kardeşini güvendiğim gibi güvenmiş olacağım. Bu ifade hem sitemi, hem de reddi
ifade eder. Biliyorsunuz ya! Bundan önce Yusuf'u size emanet ettim de ne oldu?
Onun hakkında da böyle bastıra bastıra "Muhakkak ki, biz onu koruruz"
(âyet 12) demiştiniz de ne yaptınız? Koruyabildiniz mi? Artık bunun hakkında
"onu biz elbette koruruz" demenize güvenebilir miyim? İmdi Allah'dır
en hayırlı koruyucu. Korursa O korur. Allah korumayı istediği takdirde mutlaka
korur ve Allah koruyanların en hayırlısıdır. Korumayı murad edince, nerde olsa,
nasıl olsa korur ve en mükemmel, en hayırlı bir şekilde korur. Her türlü tehlikelerden
kesinlikle uzak tutar ve korur. Onun için onu Allah'ın korumasına emanet etmek
daha hayırlıdır. Ve O, erhamürrahîmdir, merhametlilerin en merhametlisidir.
O'nun rahmetinden ve kereminden beklenir ki, onu korur da bir musibet, bir acı
daha vermez.
65- Ne zaman ki yüklerini açtılar,
sermayelerini kendilerine iade edilmiş olarak buldular. Demek ki, babalarıyla
konuşmaları daha yüklerini açmadan önce, gelir gelmez olmuştu. Demek ki, ilk iş
olarak kardeşlerine babalarından izin koparmak peşinde idiler. Böylece Yusuf'un
bu ikinci tedbiri, ümit ettiği gibi, ikinci bir teşvik unsuru olmuştu:
Babalarına "daha ne isteriz?" diye bunu da bildirdiler...
66-Ancak babaları bununla da yetinmiyerek: Onu
kesinlikle sizinle göndermeyeceğim, ta ki, Allah'dan bana bir and ve misak
verirseniz. Yani, Allah'a yemin ederek bana söz vermedikçe onun sizinle
gitmesine kesinlikle izin vermeyeceğim. Allah'a yemin ederseniz, ki, onu
muhakkak bana geri getireceksiniz, ancak hepiniz ihata edilmiş olursanız o
başka. Yani hepiniz, her bakımdan yenik düşmüş ve çaresiz kalmış, hepiniz helak
olmuş, gücünüz tükenmiş bir vaziyete düşmedikçe, onu bana geri getireceğinize
dair Allah'a yemin ederek bana söz vermeden onu sizinle göndermem.
Kaderin ne kadar dikkat çekici bir cilvesidir
ki, yemini son derece sağlam surette ifade olunan bu istisna ile Yakup
Aleyhisselâm, ileride başlarına gelecek ihata (kuşatılıp çaresiz kalma)
durumunu sanki bilerek önceden açığa vurmuş ve sanki öyle bir durumdaki
mesuliyetsizliği belgelemiştir. Onun için demişlerdir ki, Yani, "bela,
dile dayalıdır." Ağızdan çıkan başa gelir.
Bunun üzerine ne zaman ki babalarına
misaklarını verdiler, o da bu söylediklerimize Allah vekildir dedi.Yine çok
dikkat çekicidir ki "Allah şahit" veya "Allah kefil"
dememiş de "Allah vekil" demiştir. Demek ki, maksadı yalnızca
şahitlik değil, icraattır. Demek ki, bu konuda kefalete de ihtiyaç yoktur.
"Muhakkak ki, O, herşeye vekildir" (En'âm, 6/102; Hûd, 11/12) âyeti
ise bu konuda kesin ve mutlaktır. Yani, O'nun tevfiki olmadan biz bu sözleri,
bu teahhütleri yerine getiremeyiz. Bizim hesabımıza bunları icra ediverecek,
gerçekleştirecek irade ve kudret ancak O'nundur. Bu konuda muvaffakiyeti O'ndan
dileriz. Ayrıca şunu da tembih etti:
67- Ey oğullarım, dedi, hepiniz tek kapıdan
girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz!
Demişlerdir ki, bu tavsiyenin sebebi, toplu
bir şekilde girince göze çarpacaklar, dikkat çekeceklerdi. O zaman da bir haset
yüzünden belki başlarına bir iş gelebilecekti. Onları böyle bir duruma
düşmekten sakındırmak için bu tavsiyeyi yapmıştır. Çünkü birinci seferinde
oğulları Mısır'da tanınmış ve Yusuf'dan gördükleri ikram ve ilgi yüzünden
özellikle görevliler tarafından tanınan, bilinen kişiler olmuşlardı.
Anlaşılıyor ki, Hz. Yakup, esrarengiz bir durum sezmiş ve buna karşı
oğullarının fazlaca dikkat çekmeden, avcı koluna dağılır gibi, ayrı ayrı
kapılardan şehre girmelerinde gizli bir tedbir görmüş ve bunu tavsiye etmiş.
Bununla beraber böyle tedbirlerle Huda'nın takdirinin önüne geçilemiyeceğini de
anlatmak ihtiyacını duymuştur ki:
Maamafih Allah'dan herhangi bir şeyi sizden
muğni olmuyorum. Yani, ben bu tedbir ve tavsiye ile sizi Allah tarafından
gelmesi takdir edilmiş olan herhangi bir şeyden uzak tutmuş, sizi ondan
kurtarmış olmuyorum. Eğer Allah hakkınızda bir kaza murad etmiş ise o mutlaka
olur. O'nun takdirine karşı hiçbir tedbir fayda vermez. Her ihtimale karşı
tedbir almak da gerekli ise de alınan tedbir, takdiri engelleyecek ve ilâhî
muradın meydana gelmesini önleyecek değildir. Tedbir, nihayet Allah'dan o
vesile ile bir yardım dilemedir. Takdire uygun ise faydalı olur, yoksa kadere
mani olamaz. Hüküm ancak Allah'ındır. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim".
Ancak O'nun hükmüne güvenip, O'na dayandım, O'na güvendim. Emir ve kumandayı
O'na havale edip, sizi de O'na emanet ettim. Şu halde tevekkül edecekler de
O'na tevekkül etsinler. Yani, tevekkül edecek olanlar veya bana itimadı olanlar
da ancak Allah'a tevekkül etsinler. Ne başkasına, ne de kendi güçlerine
güvenmesinler. Hz. Yakub'un bu tevekkül tavsiyesinin, "fâ" harfiyle
ki sebebiyyedir kendi tevekkülüne bağlanması da dikkat çekicidir. Bununla
böylece kendisinin nübüvvetine işaretle oğullarının ve diğerlerinin de
kendisine uymaları gerektiği nasla ifade olunmuştur.
68- Gerçekten de onun dediği gibi, babalarının
kendilerine emrettiği şekilde girdiklerinde de başlarına Allah'dan gelecek
hiçbir şeyden onlara fayda vermedi. O şekilde girmeleri veya babalarının o
şekildeki tavsiyesi, hasılı bu şekildeki bir tedbir haklarında Allah tarafından
mukadder olan şeylerden onları kurtarmaya yetmedi. Yani yine de ihata edilip
çaresiz kalmalarına, hırsızlıkla itham edilen kardeşlerinin ellerinden
alınarak, orada alıkonulmasına vs. engel olamadilh.
Böyle yapmakla ancak Yakub'un içine doğan bir
ihtiyacı yerine getirmiş oldular. Ki, onun bir baba olarak, şefkat hissi,
kulluk anlayışı ve en selametli yolu arama ihtiyacı vardı. Bu tedbir ile
gönlünün ğıllu ğışı giderilmiş, kendi içinde acaba bir tedbirsizlik yaptık mı,
cinsinden şüpheleri bertaraf edilmiş oldu. Hasılı o tedbirin sırf enfüsî bir
teselliden başka gerçekte hiçbir faydası olmadı. Aslında, muhakkak ki, o, bir
ilim sahibi idi. Yani işin olacağına varacağını, tedbirin takdire engel
olamıyacağını biliyordu. Yakup, bunu zaten biliyor ve her işinde bunun gereğini
yerine getiriyordu. Çünkü ona biz öğretmiştik. Vahiy, ilham, tecrübe ve
istidlal yoluyla biz öğretmiştik. Velâkin insanların çoğunluğu bilmezler. Onun
bunları bildiğini bilmezler. Kaderin hükmünü icra edeceğini bilmezler. Bir
kısmı kuvveti yalnızca kendi tedbirinde zanneder: Kendi mukadderatımızı
kendimiz tayin edeceğiz, demeye kadar gider. Bir kısmı da tevekkülü tedbir
almaya engel zanneder: Tedbir aldığı zaman tevekkül açısından kusurlu olacağını
sanır. Oysa tedbirin de Allah'dan yardım istemek demek olduğunu, en azından kendi
gönül huzuru açısından bunun gerekli olduğunu hesaba katmaz.
Alınan tedbir ile bir psikolojik ihtiyacın
karşılandığını ve bunun insana, en azından moral kazandırdığını hesaba katmak
gerekir:
Meâl-i Şerifi
69. Yusuf'un yanına girdikleri vakit, o,
kardeşini (Bünyamin'i) yanında alıkoydu. Dedi ki: "Bilesin, ben, senin
kardeşinim! İşte bundan dolayı onların yapacaklarına sakın üzülme!"
70. Sonra onların bütün hazırlıklarını
görünce, su kabını kardeşinin yükünün içine koydu. Sonra bir tellal şöyle
bağırdı: "Hey kervan! Siz hırsızsınız, hırsız!"
71. Bunlara döndüler de dediler ki: "Ne
arıyorsunuz?
72. Onlar da dediler ki: "Hükümdarın su
kabını arıyoruz. Onu bulup getirene bir yük zahire var. Üstelik o tas bana zimmetlidir".
73. "Allah'a yemin ederiz ki,"
dediler, "Muhakkak siz de anlamışsınızdır ya, biz buraya fesat çıkarmak
için gelmedik. Biz hırsız da değiliz."
74. "Peki yalancı çıkarsanız onun
(hırsızlık edenin) cezası nedir?" dediler.
75. "Kimin yükünde çıkarsa, o kendisi
onun cezasıdır. Biz zalimlere işte böyle ceza veririz."
76. Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin
eşyalarından önce onların eşyalarını aramaya başladı. Sonra su kabını
kardeşinin yükünün içinden çıkardı. İşte Yusuf'a biz böyle bir oyun öğrettik.
Melikin kanunlarına göre, kardeşini alıkoymasına imkan yoktu. Ancak Allah
dilerse o başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi
sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.
77. Dediler ki: "Eğer o çalmışsa, daha
önce bunun kardeşi de çalmıştı". O vakit Yusuf bunu içine attı, onlara hiç
belli etmeden: "Siz çok fena bir mevkidesiniz, ne sıfat verdiğinizi Allah
çok iyi biliyor" dedi.
78. Dediler ki: "Ey vezir! Emin ol ki,
bunun çok yaşlı bir babası var. Onun için yerine birimizi al. Gerçekten de biz
seni iyilik edenlerden görüyoruz."
79. O dedi ki: "Eşyamızı yanında
bulduğumuzdan başkasını tutuklamaktan Allah korusun. Çünkü öyle yaparsak
zalimlerden oluruz."
69- Kardeşini kendine iyva etti, yanına aldı,
sinesine çekti, bağrına bastı.
Rivayet olunur ki, Yusuf'un huzuruna
girdiklerinde: "İşte emrettiğin kardeşimiz budur, onu getirdik" diye
takdim ettiler. O da: "İyi ettiniz, isabet eylediniz, onu yanımda
bulacaksınız" dedi. Ona ikramda bulundu. Sonra hepsine bir ziyafet verdi
ve onları ikişer ikişer sofraya oturttu. Bünyamin tek kaldı, kendi kendine
"Şimdi kardeşim Yusuf sağ olsaydı, o da benimle birlikte otururdu"
dedi ve gözlerinden yaş damladı. Yusuf da "Kardeşiniz tek kaldı" dedi
ve onu kendi yanına aldı. Sonra her iki kişiye birer yatak odası hazırlattı ve
"Bunun ikincisi yok, bu da benim yanımda olsun" diyerek kendi odasına
götürdü. İşte odada tek başlarına kalınca, koklaya koklaya yanında yatırdı,
sabah oldu. Yusuf ona evlatlarını sordu, o da: "On oğlum var, hepsinin ismini
de ölen kardeşimin adından koydum" dedi. Bunun üzerine Yusuf, ona: "O
ölen kardeşinin yerine ben senin kardeşin olsam ister misin?" dedi. O da:
"Senin gibi kardeşi kim bulabilir? Amma ne çare ki, seni Yakup ile Rahil
doğurmuş değil" diyerek iç çekti. İşte o vakit Yusuf ağladı ve kalkıp
boynuna sarıldı ve kendini tanıttı da Ben, dedi, ben cidden senin kardeşinim.
Yusuf, ayrıca ona tembih etti: Bunun için onların yapacaklarına aldırma, dedi.
Yani, biz iki kardeş hayırlısı ile birleşip mesud olduğumuz için, artık kardeşlerimizin
bize geçmişte yaptıklarına üzülme, boş ver, onlara aldırma. Veya bu sefer benim
adamlarımın sana yapacakları oyundan dolayı sakın telaşlanıp üzülme. Ve bu sana
anlattıklarımı kimseye sezdirme, hiç duymamış gibi serinkanlı ol, diyerek
tembih etti. Demek ki olup bitecekleri de anlattı.
70-Rivayet olunuyor ki, Bünyamin, Yusuf'a
artık ben senden ayrılmam demiş. Yusuf da iyi amma babamın benden dolayı acı
çektiğini biliyorsun, bir de seni alıkoyarsam acısını daha da arttırmış
olacağız. Üstelik buna bir bahane de yoktur, ne var ki, sana hoş olmayan bir
suç isnad edersem, ancak o zaman olabilir, demiş. O da ne istersen yap, hiç
aldırmam, diye cevap vermiş. Bunun üzerine âyetteki çareyi anlatmış, o da hay
hay, yap, demiş. Ne zaman ki, onların yüklerini hazırlayıp donattı; o sırada su
tasını, kardeşinin yükünün içine yerleştirdi. Şüphe yok ki, bir misafiri
uğurlarken yüküne bir şey koymak, onu ona hediye etmektir.
Sikaye: Susak, maşraba, tas gibi, içine
içilecek su konulan kaptır. Lâm-ı tarif bunun malum ve belli bir su kabı
olduğunu gösteriyor ki, Bünyamin'i odasında yatırırken kullanılan ve sevgili
bir kardeşe hediye edilmeye layık değerde olan bir su kabı olması gerekiyor.
Nitekim çok kıymetli bir gümüş veya altın idi demişlerdir. Ve ifadenin dış
görünüşüne nazaran Yusuf, bunu kendi eliyle koymuş, ilk seferde sermayeleri
iade ederken olduğu gibi, uşaklarına koydurmamıştır. Şu halde onun oraya
konuluşuna başka hiç kimse vakıf olmamış, ancak kafilenin geri çevrilmesine ve
yüklerin araştırılmasına başka memurlar göndermiştir. Ki, sonra da bir münadi
bağırdı: Ey kafile, siz mutlaka hırsızsınız! Düşünmeli ki, gördükleri bu kadar
izzet ve ikramın arkasından, ansızın böyle bir teşhir ve itham ne kadar acı bir
şeydir. Bu isnad belli olmayan herhangi bir nidacıya mal ediliyor. Bu şekilde
çağırılmasını Yusuf'un öğrettiği açıkça belirtilmiyor. Fakat olayların
gelişmesinin aldığı şekilden bunun da onun tarafından öğretildiği anlaşılıyor.
O halde bu haydi dış görünüşüyle bir itham olsun, ancak su kabının
çalınmadığını bilen Yusuf açısından bu bir yalan, bir iftira ve bühtan değil
mi? Yusuf, buna nasıl izin ve cevaz vermiş olabilir? Burada bu soru önemli,
cevabı da gayet incedir. Hakikatte bu şekildeki bir nida su kabı için geçerli
değildir, ancak daha önce Yusuf'u babasından almış kaçırmış olmaları dolayısıyla
doğrudur. O sabıkada bir rolü bulunmayan Bünyamin, zaten bunun kendisi hakkında
bir muvazaa, bir danışıklı döğüş olduğunu bildiğinden, bu ithamı kendi üzerine
almıyor, bundan memnun bile oluyordu.
Fakat Bünyamin'e gizli olarak "Olup
biteceklerden üzülme!" diye tembih eden Yusuf, kendisi böyle bir ceza ile
kardeşlerinden intikam mı almak istiyordu? Hayır, ilerde de göreceğimiz şekilde
Yusuf, onlardan kendi hakkını affetmişti. Lâkin onların yaptıkları işlerde bir
de Allah hakkı vardı ki, onu affetmek Yusuf'un elinde değildi. Ancak o,
kardeşlerinin Allah katında da affa uğramalarını istiyordu. Bundan dolayı bu
konuda kendisini tanıtmadan önce, Allah'ın hakkı namına tarizli bir uyarıyı
içeren o suçlama ile ciddi bir pişmanlık duygusuna sevketmek ve onları bütün
yaptıkları için tevbeye yönlendirmek için Bünyamin'in bu şekilde kalmasını
temin ettiği gibi, onların da tevbekar olarak hakka yönelmelerini hazırlamış
olacaktı. Gerçekten de bundan sonraki gelişlerinde nasıl bir kalb yumuşaklığı
ile ne kadar saf ve temiz düşüncelerle dönüp geldiklerini göreceğiz.
İşte gerçekte bu olay, böyle ledünnî birtakım
hikmetleri içeren Rabbanî bir ceza, ilâhî bir terbiye olacak ve bu arada
babalarına verdikleri taahhüt ve misakın mesuliyetinden de kurtulacaklar. Çünkü
babaları "ancak her taraftan kuşatılır ve çaresiz kalırsanız"
demişti. İşte bu istisna böylece gerçekleşecekti.
Böyle içyüzünde şefkatli bir mazeret, dış
görünüşünde acı bir itham olan bu nida karşısında nasıl bir dirayet ve metanet
gösterdiler?
71- Üzerlerine doğru yönelerek dediler ki yani
o sesi işitince, dönüp baktılar, bağıran yalnız değil, kendilerine doğru bir
cemaat halinde gelenler var. Bunlara dönüp dediler ki: Ne arıyorsunuz? Dikkat
çekici bir ifade tarzıyla ve kibarca "Ne arıyorsunuz?" diyorlar da
"Neyiniz çalınmış?" demiyorlar. Böyle demekle kendilerinin
hırsızlıkla uzaktan yakından bir ilişkileri olmadığını hakimane bir üslub ile
dile getiriyorlar ve karşılarındakileri de edepli olmaya zorluyorlar. Şunu
anlatmak istiyorlar: Durun bakalım, telaşla her önünüze çıkanı hırsızlıkla
suçlamayın, bu kadar peşin hükümlü olup, sizler hırsızsınız, diye kaba bir
şekilde damgalamayın. Bize hırsızlık yakışmadığı gibi, size de böyle konuşmak
yakışmaz. Biz hırsız olmadığımız gibi, belki siz den de bir şey çalınmamıştır,
çalınmıştır diye itham konusu yaptığınız şeyi belki bir yerde unutmuş da
olabilirsiniz. Belki yitirmişsiniz de onu arıyorsunuz. Kaybınız nedir? Neyi
arıyorsunuz?
72- Gerçekten de bu uyarı ve irşad sebebiyle
onlar da sözlerine çekidüzen vermek ihtiyacını duyarak, dediler ki: Melik'in su
kabını arıyoruz, ve onu getirene bir deve yükü (zahire) bahşiş var. Yani, bakın
bakalım, belki yüklerinizin arasına karışmıştır. Karşılığında tekdir değil,
takdir görürsünüz, ve ben buna kefilim, yani o tas benim zimmetimdedir.
Anlaşılıyor ki, sözcülüğü o bağıran adam yapıyor. Önceki cümlelerde hep
"biz" derken, burada "ben" diyor. Ve o, anlaşılıyor ki, bu
takip ve arama ekibinin reisidir. Ve yine anlaşılıyor ki, Yusuf'un ona talimatı
böyledir.
Suvâ: Lügatte "sa" denilen ve İslâm
fıkhında da muteber olan bir kile, yani bir ölçektir. Bir de su içecek bir tas
ve maşraba anlamına gelir. Burada bazıları ölçek demişler, bazıları da
yukarıdaki "sikaye" ile bağlantılı olarak su tası demişler ve maşraba
olarak tefsir etmişlerdir. Ayrıca "suva" isim, "sikaye" ise
sıfattır demişler. Lâkin "es-sikaye" kelimesinden açıkça anlaşılan
Yusuf'un su kabı olmasıdır. Burada ise her iki anlama gelecek şekilde
"suva" denilmesi ve Melik'e ait olduğunun bildirilmesi orada
kaçamaklı bir tevriye kastedilmiş olduğunu anlatıyor. Melik'in denilmesinde
onları başka bir heybetle korkutmak amacı güdüldüğü anlaşılıyorsa da bundan
Aziz olan Yusuf veya bizzat Melik de kastolunuyor olabilir. Yusuf'un kendi
eliyle koyduğu şey, herhalde Yusuf'un olması gerekir. Ancak bu ona muhtemelen
daha önce Melik tarafından hediye edilmiş olan kıymetli bir şeydir.
Eğer zahire ölçülen kile de öyle çok kıymetli
bir ölçek idiyse, işin hakikatini bilmeyenler dışardan bakılınca bunu hükümetin
o ölçeği zannedecekler, o zaman da hakikatte dışardan görüldüğü şekle uygun bir
itham yapılmamış olacaktır. Böylece tevili mümkün bir tevriye kastedilmiş ve
belki bir istiare gözetilmiş olacaktır. Çünkü Yusuf, devletin bir ölçeği, bir
adalet aracı, ülkenin hayat kaynağı, su tası durumunda idi. Onlara "Ne
arıyorsunuz?" derken, bu soruya karşılık böyle bir mânâ söz konusu
edilseydi de "Siz bir Aziz'i kuyuya atmışsınız, onu arıyoruz"
deyiverselerdi, o zaman çok müthiş, bir şey olurdu. O zaman burada kastedilenin
bir tas değil, doğrudan doğruya Yusuf'un kendisi olduğu anlaşılırdı. Ancak
ifadenin zahiri böyle dolambaçlı tevillere müsait değildir.
73- Tallahi dediler. Arapçada "ta"
kasem için kullanılır. "Vallahi", "billahi" gibi,
"tallahi" diyerek de yemin edilir. "Ba" ve "Vav"
harfleri gibi yemin için kullanılan "ta" ayrıca bir de hayret ve
teaccüp anlamı ifade eder. Türkçede biz bunu farketmeyiz de, ancak
"ta" ile "vav" ı birlikte kullanarak "tevallahi"
denildiği zaman bir hayret mânâsı anlarız. Onun için "tallahi"
şeklinde olan yeminleri Arapça'dan Türkçe'ye terceme ederken bu yolu seçmek
uygun olur.
Yani "tevallahi" dediler gerçekten
siz de bildiniz, bizi yakından görüp tanıdınız, kim olduğumuzu öğrendiniz,
hakkımızda bilgi edindiniz ki, biz bu yerde, (yani, Mısır toprağında)
fesatçılık yapmak, (ahlâksızlık etmek) için gelmedik, biz hırsız da
değiliz.Yani bizim kim olduğumuz sizce ve hükümetinizce bilinip dururken böyle
bizi hırsızlıkla itham edip suçlamanız ne kadar acaip bir şey? Buna şaştık
kaldık doğrusu!
74- Görevliler cevap olarak: O halde, dediler,
şayet yalancı çıkarsanız cezası ne? Yani, haydi sizin değiniz gibi olsun, peki
aradığımız şey sizin yanınızda çıkarsa ve böylece siz de "çalmadık, biz
hırsız değiliz" sözünüzde yalancı çıkarsanız, o zaman bu suçun cezası
nedir? Bunun fetvasını verir, hükmünü tayin eder misiniz?
75- Onun cezası, dediler, Her kimin yükünde
bulunursa, kendisi, onun cezasıdır: o malın çalınması karşılığında çalanın
kendisi tutuklanır. İstihdam veya istimlak edilir. Biz zalimleri böyle
cezalandırırız. Yani bir zulüm demek olan çalma suçunu işleyenlere biz böyle
ceza veririz.
Deniliyor ki, Hz. Yakub'un dininde hırsızlığın
cezası, hırsızın kendisini, çaldığı malın sahibine teslim etmekti. Mal sahibi,
o hırsızı mal edinirdi. Bazı tefsirlerde bunun bir sene müddetle olduğu
zikrediliyor.
76-Bunun üzerine Yusuf, kendi kardeşinin
eşyalarını aramadan önce öbürlerinin kablarını aramaya başladı. Demek ki,
yukarıdaki karşılıklı konuşmalardan sonra kafile bütün yükleriyle beraber
Yusuf'un huzuruna getirildi ifadeleri alındı, yükleri ve eşyaları aranmaya
başladı. Ve bu aramayı da Yusuf, bizzat kendisi yaptı. Sonra da onu, (yani su
kabını, kardeşinin kapları arasından) buldu çıkardı. Buna göre onların verdiği
karar gereğince kardeşini alıkoymaya hak kazandı.
Burada görülüyor ki: değil de buyurulmuş,
zamir müzekker olan "suva'a" değil de "sikayeye" irca
edilmiştir. Demek ki, yükten çıkarılan şey Melik'in su kabı değil de Yusuf'un
tası idi. Böylece onlar "Melik'in su kabını çaldınız" ithamından
kurtulmuş oluyorlarsa da kendi dinleri gereğince verdikleri fetvanın hükmü
değişmiyordu. Bu nokta çok mühimdir. Çünkü yükten çıkan şey, Melik'in suvaı
olsaydı, o zaman Yusuf bir hakim sıfatıyla, Melik'in kanunlarına göre duruma el
koymak zorunda kalacaktı. Oysa Melik'in kanunlarında böyle hırsızı alıkoymak ve
mal edinmek gibi bir hüküm yoktu. Melik adına, o ülkenin kanunlarında olmayan
bir hüküm verildiği zaman, bir zulüm yapılmış olacaktı. Belki o zaman Bünyamin
kendisini müdafaa etmek lüzumunu duyacaktı ve büyük bir ihtimalle istenen şey
gerçekleşmeyecekti. Fakat yükten çıkan Yusuf'un koyduğu sikaye idi. Buna göre
kardeşini kendi namına tutukluyordu. Bu suretle Yusuf hem müddei (savcı), hem
hakim durumunda olmuyor mu? Hayır, Yusuf bir savcı olarak araştırma yapıyor,
fakat hüküm vermiyor. Hüküm kardeşlerinin verdiği fetvaya ve onların
hakemliklerine dayanıyor. Sanık durumunda olan Bünyamin ise ikrar etmemekle,
yani "Evet ben çaldım" dememekle birlikte inkâr da etmiyor,
"çalmadım" da demiyor. Daha önce kendisine yapılan tenbih gereğince,
olup bitenlere hiç aldırmıyor. Böylece sükut ikrardan sayılır ve kendilerinin
verdiği fetva gereğince tutuklanıp alıkonulması gerekir. Nitekim öyle
yapılmıştır.
Anlamalı ki, henüz kendisini tanıtmak
zamanının gelmediğini bilen Yusuf, kardeşini alıkoymak çaresini düşünürken bile
istibdat ve zorbalığa başvurmuyor, makamının ve yetkisinin verdiği gücü
kullanmıyor ve bunu suistimal etmiyor. Zulüm ve zorbalık şaibesi verecek
davranışlardan sakınıyor da meseleyi sırf adlî ve kanunî yollardan çözüme
kavuşturmaya muvaffak oluyor. Gerçi bu bir hiledir, fakat ne güzel hiledir!
İşte Yusuf lehine böyle bir hile yaptık.
Yukarıda geçen "Gerçi bu, Allah tarafından gelebilecek hiçbir şeyi
önleyemez" âyetinde olduğu gibi, bu âyet de anlatıyor ki, Yusuf, bütün bu
işleri Allah Teâlâ'nın vahyi ve talimatıyla yapmaktadır. Yani Yusuf için bu
acaip hileyi Allah takdir ve tertip etti. Ona, onu Allah vahiyle talim eyledi
de kardeşini alıkoymak için fetvayı öbür kardeşlerine verdirtti ve bu şekilde
babasının şeriatını Mısır'da uygulama yolunu açtı. Yoksa Melik'in dininde onu
tutuklayıp alıkoymasına ihtimal yoktu. Burada "din" kelimesinin
mânâsı dikkat çekicidir. Belli ki, bundan maksat, o zaman Mısır ülkesinde
yürürlükte olan şeriat ve özellikle de "ceza kanunu" dur. Kaynakların
bildirdiğine göre, o devirde Mısır ceza kanununda hırsızlığın cezası, hırsızı
döğmek ve çaldığı malı iki katıyla tazmin ettirmekten ibaret idi. Şu halde o
kanuna göre, Bünyamin'i tutuklayıp alıkoymak zulüm olurdu. Yusuf, kanun dışı
bir hareketi tecviz etmeyeceği için sanığı mahkemeye sevkedecekti. Ancak Mısır
mahkemesi de yürürlükte olan kanun ile hüküm verecekti. Mısır kanunları
arasında da Yusuf'un, kardeşini kendisi için mal edinmesiyle ilgili bir madde
yoktu. Lâkin Allah'ın dilemesi müstesna. Allah bir şeyi murad edince,
sebeplerini de hazırlar. Onun için bir taraftan Yusuf'a o çareyi öğretip,
kardeşlerinin hakemliğine müracaat ettirdiği gibi, diğer taraftan kardeşlerine
de işi sezdirmeyerek o şekilde cevap ve hüküm verdirtti. Ve böylece hem ülkenin
kanunlarını çiğnemeden, onların kendi ikrarlarıyla ilzam eyledi, hem de
babasının şeriatinden bir hükmün tatbiki ile Mısır hukuk geleneğine canlı ve
amelî bir misal, bir örnek kazandırdı. Kendi kanunlarına göre kardeşini
alıkoymak hakkını elde ettikten başka, öbür kardeşlerini de yukarıda geçtiği
üzere, babalarının "ancak çaresiz kalmanız müstesna" sözüne uygun bir
duruma düşürerek, babalarına karşı yemin ederek verdikleri sözün
sorumluluğundan kurtardı. Eğer "Cezası nedir?" sorusuna karşı, onlar
faraza "Sizin memleketinizin cezası neyse onu veriniz" deselerdi,
yahut bundan önce kendi yükleri içine haberleri olmadan konulmuş olan
sermayelerini hatırlayıp, yükten böyle birşeyin çıkması, mutlaka çalınması
anlamına gelmeyeceğini öne sürerek, bunun doğrudan doğruya hırsızlık demek
olmadığında diretselerdi, kendileri tarafından bilerek konulmadığına dair yemin
etselerdi veya yükleri hazırlayan görevlileri ve Yusuf'u, koymadıklarına dair
yemin etmeye zorlasalardı, şüphe yok ki, Yusuf bu yolla hedefine
ulaşamıyacaktı. Lakin Yusuf'a bu hileyi öğreten Allah, onlara da kendilerini
savunabilecek ipuçlarının hiçbirini hatırlatmadı. Allah öyle diledi, öyle oldu.
Biz, her kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Yani, böyle müstesna bir
ilim ve iradeyle derece derece yükseltilmek, bu olaya ve Yusuf'a bağlı bir
husus değildir. Allah, dilediği kulunu böyle ve hatta bundan daha yukarı
derecelere yükseltir. Ve her bilgi sahibinin üstünde başka bir bilgin vardır.
Yani, Allah'ın kullara ihsan ettiği derecelerin en üstünde ilim derecesi
vardır. İlim en yüksek mertebedir. Yusuf'un kardeşlerine üstünlüğü ona verilen
bilgi sayesindedir. Gerçi kardeşleri de az çok ilim ehli sayılırlarsa da bu
işin hakikatini onlar bilmiyorlardı, Yusuf ise bilerek hareket ediyordu.
Bununla beraber ne kadar yüksek ilim derecesinde bulunursa bulunsun her ilim
sahibinin üstünde bir âlim vardır ki, o da Allah'dır. O âlim'in ilmine kimse
erişemez.
77-79-İşte onlar işin hakikatini
bilmediklerinden dolayı kendi hükümleri ile davayı kaybetmişler. Böylece
çaresiz bir duruma düşmüş olan kardeşler dediler ki: Şayet çalmışsa bundan önce
onun kardeşi de bir hırsızlık yapmıştı. "Bu işte mutlaka bir yanlışlık
var" deyip kendilerini ithamdan kurtarmak için başka yollar, başka çareler
arayacak yerde, öfkeye kapılıp Yusuf'a ve kardeşine duydukları burukluğu bir
kere daha ağızlarından kaçırdılar. Bir rivayete göre, Yusuf'un anasının babası,
bir puta tutkunmuş, Yusuf da çocukken anasının emriyle dedesinin o putunu
gizlice alıp götürmüş ve kırmış. İşte şimdi kızgınlıkla bunu söylemek
istiyorlarmış. Bu söz, yukarıda "Siz hırsızlarsınız" ithamının
verdiği endişe ile söylenmiş ve ona karşılık ledünnî bir itap gibi olmuştur.
Yusuf da bunu nefsinde gizledi, yani bu sözden
içi burkulmadı, acı duymadı değil fakat onu içinde gizli tuttu, bekledi,
sabretti açığa vurup da onlara belli etmedi veya öfkeye kapılıp açıklamada
bulunmadı, kusurlarına bakmadı. Fakat kendi kendine Siz, fena bir durumdasınız,
dedi. Yani bu uğradığınız belalı işten dolayı fena durumlara düşmüş
vaziyyettesiniz, ne söyleseniz kusurunuza bakılmaz. Teselliye muhtaç olduğunuz
böyle bir durumda öfke ve şaşkınlıkla söylediğiniz bu lafınıza tahammül etmek,
kusurunuza bakmamak gerekir. İsnad ettiğiniz vasıfları da Allah biliyor ki,
işin içyüzü sizin dediğiniz gibi değildir, bizden hırsızlık uzaktır. O halde
aslı astarı olmayan bu sözünüzü neden ciddiye alayım? Bundan ne diye alınayım?
Bunun üzerine onlar öfkeyi bırakıp
kardeşlerini kurtarmak için Yusuf'dan yardım ve merhamet dilenme yollarını
aramaya "Ey Aziz...!" diyerek yalvarmaya başladılar...
Meâl-i Şerifi
80. Ne zaman ki, onlar, onu kurtarmaktan ümit
kestiler, o zaman fısıldaşarak oradan uzaklaştılar. Büyükleri dedi ki:
"Babanızın sizden Allah adına ahit aldığını ve daha önce Yusuf konusunda
ettiğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Babam bana izin verinceye veya Allah
hakkımda bir hüküm verinceye kadar ben artık burdan ayrılmam. Allah, hüküm
verenlerin en hayırlısıdır."
81. "Siz dönün de babanıza deyin ki: Ey
babamız! İnan ki, oğlun hırsızlık yaptı. Biz ancak bildiğimize şahitlik
ediyoruz. Yoksa gaybın bekçileri değiliz."
82. "Hem orada bulunduğumuz şehir
halkına, hem içinde bulunduğumuz kervana sor. Ve emin ol ki, biz kesinlikle
doğru söylüyoruz."
80-81-82- Gelip böyle dediler ama Yakup buna
inanıp onlar gibi ümidini keserek ümitsizliğe düştü mü, ne yaptı?:
Meâl-i Şerifi
83. Babaları dedi ki: "Hayır, sizi
nefisleriniz altadıp bir işe sürüklemiş. Artık bana güzel güzel sabretmek
düşüyor. Belki Allah hepsini birden bana geri getirir. Çünkü O, her şeyi bilir,
hüküm ve hikmet sahibidir."
83-Öyle dedi:
Meâl-i Şerifi
84. Ve onlardan yüz çevirdi de: "Ey
Yusuf'un ateşi, yetti artık, yetti!" dedi. Ve üzüntüden gözlerine ak
düştü. Artık yutkunuyor da yutkunuyordu.
85. Dediler ki: "Hâlâ Yusuf'u sayıklayıp
duruyorsun. Allah'a yemin ederiz ki, sonunda eriyip gideceksin, tükenip helak
olacaksın. Hayret doğrusu!"
86. Dedi ki: "Ben hüznümü, kederimi ancak
Allah'a şikayet ederim ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri de
bilirim."
87. "Ey oğullarım, gidin, Yusuf'u ve
kardeşini araştırın. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin; zira kâfir kavimden
başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez."
84-Görülüyor ki, Yakup Aleyhisselam,
oğullarının getirdiği habere inanmıyor ve bu yüzden ümitsizliğe düşmüyor. Fakat
onlara fazla yüz vermiyor, onlarla olan ilişkisini bile Allah'a arzetmek, bütün
dertleriyle içini Allah'a dökmek çabasını sürdürüyor.
Ve onlardan yüz çevirdi de Yâ esefa ala Yusuf
Yusuf, ah Yusuf, yetti artık!... Dedi.
Esef: Esef bilindiği gibi, şiddetli hüzün
demektir ki, bu anlamda dilimizde daha ziyade "gam" kelimesi
kullanılır. A'raf Sûresi'nde "Musa öfkeli ve çok üzgün bir şekilde dönüp
gelince" (âyet 150) ifadesinde bunun bir de öfke ile ilişkisi söz konusu
edilmişti. kelimesinin sonundaki elif-i maksure mütekellim "ya"
sından bedeldir ve kelime "ey esefim" demektir. Yahud nüdbe elifidir
ki, musibetin şiddetiyle "âh" demek gibi hüzün ve hasretin ifadesinde
kullanılır ve uzayıp gittiğini ifade eder. Nidanın cevabı mahzuftur. "Alâ
Yusuf" ise esefin mebnasını gösteren müteallakıdır. "Esef" ile
"Yusuf" arasındaki cinas ise ifadeye ayrı bir güzellik ve mûsikî
kazandırmaktadır. Ki, bedi' ilminde buna "tecnis-i tasrif" adı
verilir. "Yâ" esasen uzaktakini çağırmak için kullanılan bir
ünlemdir. Kalbinin derinlerindeki üzüntüyü sanki söz anlar bir şahıs gibi böyle
nida ile çağırmak da ayrıca pek anlamlı bir mecazdır. Yakup, bu sefer iki
oğlunun birden acısına katlanmak zorunda kalıyor; Yusuf'un ötedenberi sürüp
gelen hicranına bir de Bünyamin'in acısı ekleniyor. Üstelik oğullarının
getirdiği haberin de uydurma olduğunu anlıyor. Bütün bunlara rağmen ümitsizliğe
kapılmıyor, Allah'dan ümidini kesmiyor, ümit ve sabırla beklemeye karar
veriyor. İkincisinin hayatı ve yeri hakkında bir haber getirilmiş olmakla
birlikte, vaktiyle kanlı bir gömlek getirip, onu kurt yedi dedikleri Yusuf
hakkında ise, ilâhî rahmet ve maneviyat delilinden başka görünürde bir delil de
bulunmuyor. Böyle bir anda Yusuf yanında olsaydı da bu sabır makamında
kendisine ne güzel bir dert ortağı olacaktı düşüncesi de zaman zaman gönlünü
sarıyor. Şu halde bütün bu musibetleri bir tek Yusuf'un hicranında toplanmış
buluyor.
Ve Yusuf yerine artık onun üzüntüsünden başka
kendisine dost olacak bir arkadaş göremez oluyor da sözlerine inanmadığı
oğullarından yüz çevirip, sanki Yusuf'a seslenir gibi bir iştiyakla, "esef"
e nida ederek, demiş oluyor ki: "Ey esefim, ey bana başka gam ve keder
duyurmayacak olan şiddetli acım, ey Yusuf'un yadigarı olan esefim!... Uzak
durma, gel yetiş imdadıma ki, tam sana muhtacım, tam zamanıdır, hicranım son
dereceyi buldu..."
Resulullah (s.a.v.) efendimizden
nakledilmiştir ki: Hz. Peygamber, Cebrail'e "Yakub'un Yusuf'a hicranı ne
dereceye varmıştı?" diye sual etmiş, Cebrail de "Evladını kaybeden
yetmiş ananın toplam hicranına" demiş. "O halde onun sevabı ne
kadardır?" deyince, o da "Yüz şehid sevabıdır. Çünkü o, Allah'a bir
an bile suizan etmedi" demiştir.
Bu da gösterir ki, musibet zamanlarında
üzülmek ve ağlamak caizdir. Çünkü şiddetli acı zamanlarında insan kendisini
tutmaya pek az muvaffak olabileceğinden dolayı, bundan büsbütün kendini
engellemesi elinde olmayabilir. Bu da mükellefiyeti gerektiren bir husus
değildir. Çünkü teklif, nefsin gücü yettiği yere kadardır. Gerçekten de
Resulullah efendimiz, oğlu İbrahim'e ağlamış ve "Kalb hüzün duyar, göz yaş
döker, biz elbette Rabbimizin gadap edeceği şeyi söylemeyiz ve biz elbette sana
üzülüyoruz ya İbrahim!..." buyurmuştur. Ancak caiz olmayanı, birtakım
cahillerin yaptığı gibi, bağırıp çağırmak, feryad u figan eylemek, döğünmek ve
yaka paça yırtmak, saçını başını yolmak, mukadderata dil uzatacak sözler etmek
ve benzeri aşırılıklardır.
Yine nakledilmiştir ki, Hz. Peygamber,
kerimelerinden birinin çocuğu vefat ettiğinde onun için ağlamış ve üzülmüştü.
Onun ağladığını görenler "Ya Resulallah! Sen ağlıyorsun, halbuki bizi
ağlamaktan menetmiştin" deyince, bunun üzerine buyurmuştur ki: "Ben
sizi ağlamaktan menetmedim, ancak iki çirkin (ahmak) sesten menettim: Biri
sevinç zamanındaki çığlık, biri de üzüntü zamanındaki feryat".
Bir haberde varid olduğuna göre, Muhammed
ümmetinden başka ümmetlere "İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn"
verilmemişti. Nitekim Yakup bile böyle istirca' etmeksizin "Ya esefa"
dedi. Ve hüzünden gözleri ağardı, hüzünden gözlerine ak düştü. Veya bir
rivayette varid olduğuna göre, çok zayıf görüyordu. Ve artık o bir kazim idi.
Derdini içine atıyordu. Ağlamaktan, şuna buna dert yanmaktan kendini tutuyor,
gamını kederini hep içine atıyordu. İçi gamla dolmuş olduğu halde, yine de
kendini tutuyor, acıdan yutkunup duruyordu.
85-Onun bu acıklı haline bakan ve sırrına
eremeyenler: Te vallahi, dediler. Hayret doğrusu, vallahi hayret dediler:
Yusuf, Yusuf deyip duruyorsun nihayet üzgün düşeceksin veya helak olup
gidenlerden olacaksın! Yani, böyle boşu boşuna ağlayıp sızlıyorsun ve kendine
yazık ediyorsun, şeklinde nasihatlere kalkıştılar. Gerçi bu sözler bir azar
olarak söylenmiyor, bir teselli için söyleniyordu. Lâkin Yusuf'u ölmüş gitmiş
farzetmek gibi bir ye'se, bir ümitsizliğe bağlı olarak söylendiği için, onun
haline bir itirazı ve ona karşı yöneltilmiş bir tenkidi tazammun ediyordu. Şu
halde Yakup gibi ince ruhlu, hassas ve içli bir zata karşı böyle cahilane
teselliler bile bir azar, bir kadir kıymet bilmezlik, bir kabalık anlamı
taşıyordu veya ona öyle geliyordu.
86-Fakat bütün bu kaba tesellilere karşı onun
sabrına, kendini tutmasına, incelik ve nezaketine bakınız ki, o bunlara karşı
"Size noluyor?" veya "Sizi ilgilendirmez" gibi cümlelerle
karşılık vermiyordu. Ben, dedi, bessimi ve hüznümü ancak Allah'a şikayet ederim,
derdimi O'na açarım; ne size, ne de başkalarına değil.
Bess: Aslında yaymak, serip neşretmek mânâsına
mastar ise de bundan mebsus mânâsına isim de kullanılır. O zaman anlamı,
herkesin içine sığdıramayıp çevreye yaymaktan kendini alamayacağı zorlu bir
dert ve merak demektir. Yani, ben sabrımı allak bullak eden içimdeki bu ateşi
ve hüznümü kimselere değil, ancak Allah'a şikayet ediyorum.
Ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından
ben biliyorum. Şu halde bunları boşuna zannetmeyin, Allah belki hiç umulmadık
bir yerden neşeler verir.
87- Ve dedi ki: Ey oğullarım! gidiniz, Yusuf'u
ve kardeşini iyice araştırınız, tehassüs ediniz, onlardan bir haber edinmek
için bütün duyularınızı, hislerinizi kullanınız. Yani elinizle yoklayınız,
gözünüzle dikkat ediniz, sağa sola sorunuz, öğreniniz, var gücünüzle bilgi
toplayınız.
Çok dikkat çekicidir ki, "Ben buradan
ayrılmam" diyen ve orada kalan büyük kardeşlerinden hiç söz etmemektedir.
Çünkü o kendi isteğiyle kalmıştır ve yeri bellidir. Yusuf ve Bünyamin ise çaresiz
kalıp ayrı düşmüşlerdi. Yusuf bir yitik, Bünyamin ise bir tutuklu idi. Bunların
ölmüş olduklarına dair bir bilgi yoktu. Gerçi "Yusuf'u kurt yedi"
diye kanlı bir gömlek getirmişlerdi, fakat bu yalandı ve onların yalan
söyledikleri Yakup tarafından anlaşılmıştı da: "Bu kötülüğe sizi kendi
nefsiniz sürükledi" demişti. Zira gömleği parçalamadan bir kimseyi kurt
yemiş olamazdı. Nitekim o zaman Yakub'un "Bu ne kadar iyi kalbli bir
kurtmuş, gömleği bile parçalamamış" dediği de rivayetler arasındadır.
Babası ve büyük kardeşleri bile hayatta olan Yusuf henüz inkırazı akran olacak
ileri yaşlarda da değildi. Binaenaleyh ne açık, ne de kapalı bir şekilde
Yusuf'un ölmüş olduğuna delil olabilecek bir şey mevcut değildi; onun ölümüne
hükmetmek için ortada hiçbir ciddi sebep yoktu. Halbuki öldükleri bilinmeyen
kimselerin aranması ve bulunup onlara gerekli yardımın yapılması bir görev, bir
vecibe teşkil ediyordu. Anlaşılıyor ki, Yusuf hakkında iyi bir araştırma
yaptıramaması ve bu vecibenin yerine getirilmesine imkan bulamaması, Yakub'u en
çok üzen ve yüreğini dağlayan ayrı bir ukde idi. Bünyamin'in tutuklanması
yüzünden bir takip ve araştırmanın lüzumu yeniden gündeme gelmişti. Bu kerre
yeni bir vesile doğmuştu. Onun için ikisinin de araştırılmasını emretmiş ve bu
vazifenin ümitsizce, baştan savma bir şekilde değil, ümitle ve istekle
yapılması gerektiği yolunda onların maneviyatlarını ve morallerini güçlendirmek
için demiştir ki:
Ve Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Yani, Allah'ın, sıkıntıları giderecek, daralmış göğüslere nefes aldırtıp ferah
verecek yardımından, lütuf ve rahmetinden ye'se düşmeyiniz. Çünkü Allah'ın
yardımından kâfirlerden başkası ümit kesmez. Olsa olsa onlar ümitsizliğe
düşerler.
Bundan dolayı Yusuf ve Bünyamin de kim bilir
nasıl bir acı içinde ümitle bekleyip duruyorlar. Onun için "Yusuf artık
bulunur mu?" demeyiniz de Allah'ın rahmeti ve yardımı ile onları ümitle ve
istekle arayıp bulmaya çalışınız. İnşallah bulursunuz ve hayırlı bir haberle
döner gelirsiniz.
Gerçekten de bakınız, bunun üzerine Allah'ın
lutfu nasıl tecelli etti:
Meâl-i Şerifi
88. Sonra (Mısır'a gidip) onun huzuruna
girince, dediler ki: "Ey şanlı vezir! Biz ve çoluk çocuğumuz sıkıntı
içindeyiz. Pek az bir sermaye ile geldik. Sen bize yine ölçek (zahire) ver,
ayrıca sadaka da ihsan eyle. Çünkü Allah sadaka verenleri muhakkak
mükafatlandırır."
89. O dedi ki: "Siz cahilliğinizde
Yusuf'a ve kardeşine ne yaptığınızı biliyor musunuz?"
90. Onlar "Yoksa sen, sahiden Yusuf
musun?" dediler. O da "Ben Yusuf'um, bu da kardeşim" dedi,
"Doğrusu Allah, bizi, lutfuyla nimetlendirdi. Gerçekten de kim Allah'dan
korkar ve sabrederse, Allah, muhakkak ki, güzel işler yapanların mükafatını
zayi etmez."
91. Dediler ki: "Allah'a yemin olsun,
Allah seni bize üstün kıldı. Biz gerçekten de büyük hata işlemiştik".
92. Yusuf dedi: "Bugün size bir ayıplama
ve azarlama yoktur. Allah, sizi, mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin
en merhametlisidir."
93. Alın şu gömleğimi götürün de babamın
yüzüne sürün, gözü açılır. Ve bütün ailenizle toplanıp bana gelin."
88-89- Sonra Yusuf'un huzuruna girdiklerinde
Ey aziz dediler.
Bu ifadeler gösteriyor ki, üçüncü defa
Yusuf'la karşı karşıya gelişlerinde kalblerinde büyük yumuşaklık ve intibah
hasıl olmuştu. Demek ki, Bünyamin'in tutuklanması üzerine başlayan bu yumuşama
ve kendine geliş, gittikçe ilerlemiş ve onları daha da olgunlaştırmıştı.
Yusuf'un onları mazur görerek, onlar adına yaptığı tevbe, gösterdiği tevazu ve
ihlas onları da etkilemiş ve olgunlaştırmıştı. Bundan dolayı Yusuf'un kendisini
tanıtma zamanı gelmişti. Gerçi onların asıl maksatları ve Mısır'a gelişleri
Yusuf ve kardeşini aramak olduğu âyette açıkça ifade edilmiyorsa da onların
yardım taleplerinden ve ifade tarzlarından bunu sezen Yusuf, kendisini tanıtmak
maksadıyla Siz cahilliğiniz zamanında Yusuf'a ve kardeşine ne yaptınız, biliyor
musunuz? dedi. İşte bu açıklama ve bu şekilde sorulan soru ile kuyuya atıldığı
zaman "Sen onlara bu yaptıklarını hiç beklemedikleri bir anda haber
vereceksin" (âyet 15) âyetiyle vaad edilen durum gerçekleşmiş oluyordu.
Artık o anda kalblerde meydana gelen hayret ve heyecanı düşünmeli.
90-Bu söz onların gönlünde ve zihninde şimşek
gibi çakmıştı, derhal onun Yusuf olduğunu anlayarak zirvedeki bir hayret ve
heyecanla ve adeta kekeliyerek, a...a...Sen misin, sahi sen Yusuf musun?
dediler. O da kendisini ve kardeşini takdim ederek: ben Yusuf'um, bu da,(yani,
yanımda ikbal mevkiinde bulunan ve dikkatinizden kaçmış gibi görünen zat da)
kardeşim, dedi. Bundan bir gurur ve övünme duyduğu anlaşılmaması için Allah'a
şükür ve nimetini övgüyle dile getirmek ve bir de kardeşlerine öğüt vermek
maksadıyla şunu ekledi. Doğrusu Allah bize lutfetti, bize nimetini ihsan etti.
Şuna hiç şüphe yok ki, her kim takva yolunda yürür ve sabırlı olursa, yani
fenalıklardan sakınır, mihnete ve zahmete katlanırsa kesinlikle Allah
muhsinlerin ecrini zayi etmez.
İyilik yapanların sevaplarını kaybettirmez.
91-Bunun üzerine gayet belagatli bir itiraf
ortaya koyarak ve sorulan suale de cevap olacak şekilde dediler ki: Vallahi
seni Allah bize isar eyledi. Yani, cidden itiraf ederiz ki Allah seni bu
özellikler ile, yani, takva, sabır ve ihsan özellikleri ile bize üstün
kılmıştır. Allah seni bize tercih etti, daha faziletli yaptı. Ve gerçek şu ki;
biz elbette suçlu idik. Amden ve kasten bir günah işlemiştik. Bile bile sana
karşı suç işledik. Ancak şimdi pişmanız, dediler. Yukarıda da kaydettiğimiz
şekilde Yusuf, kardeşlerine kendi hakkını helal etmiş ve onları affetmişti,
ancak haklarında Allah'ın mağfiretini de iyice ümid edebilmek için onların
tevbe ve nedametlerini de istiyordu. İşte yaptıkları bu açık itiraf ile bu da
gerçekleşmiş oldu.
92-Bunun için o da bugün size hiçbir şekilde
muahaze edilmek yoktur, dedi.
Tesrib: Esasen işkenbenin üzerindeki iç yağını
sıyırmak demektir. Mecaz olarak suçluyu tekdir ve hesaba çekme anlamına
kullanılır. "elyevm" bu gün, şu an, demek olup, aynı zamanda hem
geçmişe, hem geleceğe bağlanabilir. Yani, hesaba çekilmek, tekdir edilmek ve
azarlanmak durumunda bulunduğunuz şu anda bile size herhangi bir şekilde sitem
ve serzeniş yoktur; o halde başka bir gün nasıl olabilir? Şu halde sualimden ve
sözlerimden bir sitem ve suçlama anlamı çıkarıp da "acaba ilerde başımıza
birşeyler mi gelecek?" şeklinde kötü düşünceler aklınıza gelmesin; hiç
merak etmeyin, size hiçbir şey olmayacak. Bundan önceki gelişlerinizde elinizde
olmadan üzüldünüz, ama bundan sonra merak etmeyin sizi üzecek şeyler olmayacak.
Bu konudaki Allah'ın hakkı meselesine gelince; yine bugün dua ve ümid ederim
ki, Allah sizi bağışlar. Zira bugün pişmanlığınız belli ve ihlasınız açıktır,
haliniz bağışlanmaya, affolunmaya ve rahmete müsaittir. Ve O, merhamet
edenlerin en merhametlisidir.
93-Şimdi siz şu gömleğimi götürün, de babamın
yüzüne koyun ki, gözü görecek duruma gelsin. Yani siz, şimdi başka düşünceleri
bırakın da ilk işiniz bu olsun. Böylece babamın tedavisine koşun, ona müjde
verin ve davet ettiğimi bildirin, hizmetine koşun. Bu gömleğin daha önce
götürülen kanlı gömleğe bir karşılık olduğu gözden kaçmamaktadır. Demek ki,
yalandan kanlı bir gömlekle başlayan ve Yakub'a dünyayı zindan eden ve oldukça
uzun süren bu hicran derdinin tedavisi böylece müjde olarak götürülecek mübarek
bir gömlekle yapılacaktı ve bu sayede giderilecekti. Acaba bu nasıl bir
gömlekti? Bir rivayette denilmiştir ki, bu gömlek, vaktiyle Hz. İbrahim ateşe
atıldığı zaman ilâhî emirle Cebrail'in cennetten getirip kendisine giydirdiği
gömlekti. Bu gayet ince bir gömlek olup evlad ve ahfadına miras kalmış olan bir
gömlekti. Yakup o gömleği muska gibi yapıp Yusuf'un boynuna asmıştı. Yusuf
kuyuya atılınca Cebrail gelip, onu muskanın içinden çıkarmış ve Yusuf'a
giydirmişti." Cennet nesiminin kokuları herhangi bir derde yakalanmış
olana dokunursa onu şifaya kavuşturur" demişti. ilh... İşte böylece bu
gömlek uğurlu ve esrarengiz bir yadigar idi. Bu iş, Hz. Yakup'a, sevgili
Yusuf'unun peygamberliğini dahi müjdelemek anlamına gelir ve bir mucize demek
olur. Bir rivayette de denilmiştir ki, bu gömlek o sırada Yusuf'un sırtında
bulunan bir gömlek idi. Gerçekten de "İşte şu gömleğim" ifadesinde bu
mânâ daha açık olarak görülmektedir. Ancak bu suretle böyle sıradan bir gömleğin
göze sürülmekle gözlerin kuvvet bulması akılla anlaşılır birşey olarak
görülmez. Bundan dolayı muhakkik olanlar demişlerdir ki: "Bu da mutlaka
vahiy ile olmuştur. Zira bu yönde bir vahiy olmasa Yusuf bunu kendi aklıyla
bulamazdı". Bununla beraber Fahreddin Razi der ki: "Bunun akılla
açıklanabilir bir tarafı da yok değildir. Denilebilir ki, Yusuf, babasının
görmemesinin, iç sıkıntısı ve üzüntü yüzünden, çok ağlamaktan ileri gelen bir
görme zayıflığı olduğunu anladığı için belki şöyle düşünmüştür: Gömlek üzerine konulduğu
zaman her halde çok sevinecektir ve yüreğine büyük bir sevinç dolacaktır.
Bununla ruhu kuvvet bulacak ve gözüne fer gelecektir. Şu halde görmesi
kuvvetlenince gözündeki görme zayıflığı da geçmiş gitmiş olacaktır. İşin bu
kadarı da kalb ile bilebileceği bir şeydir. Çünkü tıp ilminin prensipleri bunun
sağlıklı bir düşünce olduğuna delalet eder... ilh. Ancak bunun mânâsı şu
demektir. Bu, aklen ve tıbben mümkündür, tıbbın kurallarından ve tecrübelerden
böyle bir ilham alınabilir. Gerçekten de gerek hastalık, gerek sıhhat açısından
üzüntünün ve ruhsal etkilerin beden üzerindeki rolü, böylece tedavisi tıp
açısından dahi inkâr olunamazsa da burada akla uygunluğun bu kadarcığı yine de
meselenin çözümüne yeterli değildir. Böyle bir düşünceyle "belki iyi gelir"
denilebilirse de kesin hüküm verilemez. Oysa meselenin en önemli noktası
Yusuf'un kesin bir ifade kullanarak "görmesi geri gelir" demesidir.
Akıl yoluyla ele alındığı zaman, tıbbın hiçbir tedavisinde böyle konuşulamaz.
En maddî ve en basit tıbbı tedavi şekillerinde bile yüzde yüz kesin sonuç şudur
diyerek hüküm verilemez. Buna işaret olmak için ihtimal ki, Razi de bu
maksatla: "Bu kadarını kalb ile marifet mümkün olur" demiş,
"akıl bunu bilir" dememiştir. Diyelim ki: Yusuf'un aklına böyle bir
imkan ve ihtimal doğuvermiştir. Peki onun kalbine bu kesinliği veren,
kazandıran kuvvet nedir? Bu nokta muhakkiklerin dedikleri gibi, ilâhî vahiyden
başka bir sebeple açıklanamaz.
Yusuf, kardeşlerini böylece memnun edip
onların gönüllerini aldıktan sonra ilk iş olarak onları böyle güzel ve mucizeli
bir tedavi yolu ile babasına müjde vermek ve ahir ömründe ona güzel güzel
hizmet etmek için Mısır'a davetle görevlendirdi. Onları hiç bekletmeden geri
gönderdi ve dedi ki:
Babamla beraber bütün ehlinizi; yani erkek,
dişi, büyük, küçük Yakup hanedanından olan bütün kimseleri, bütün ailenizi
toptan alıp bana getiriniz. Rivayet olunur ki, gömleği kardeşleri içinden
Yahuda almış ve "Daha önce kanlı gömleği götürüp, babamızı mahzun eden ben
idim. O vakit mahzun ettiğim gibi, şimdi de müjde verip sevindireyim"
demiş ve yalın ayak, başı kabak Mısır'dan koşarak yola çıkmış. Mısır'la Kenan
arasındaki mesafe seksen fersah imiş. Daha önceki seferlerde kardeşlerini
hazırlayıp donatan Yusuf'un bu kerre, bu emirleri verirken gerekli hazırlığı ve
donanımı daha mükemmel şekilde hazırlayıp gönderdiğini hatırlatmaya lüzum
yoktur. Rivayet olunduğuna göre, bu kafilede babasına ikiyüz deve yükü yiyecek
ve mal göndermiştir.
Şimdi bakınız burada ikbal yüzünü gösterir
göstermez ötede ne olacak, Allah'ın rahmeti nasıl tecelli edecek, vuslat
esintileri nasıl gelecek, ayrılık ve hicran nasıl kaçacak, nasıl bir neş'e ve
lutuf kaynaşacak?
Meâl-i Şerifi
94. Ne zaman ki, kafile (Mısır'dan) ayrıldı,
öteden babaları dedi ki: "Eğer bana bunak demezseniz, doğrusu ben Yusuf'un
kokusunu alıyorum."
95. Dediler ki: "Vallahi sen hâlâ o eski
şaşkınlığındasın."
96. Fakat ne zaman ki, gerçekten müjdeci
geldi, gömleği Yakub'un yüzüne koydu, hemen gözü açıldı. "Ben size demedim
mi, ben Allah'dan sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
97. Dediler ki: "Ey babamız, bizim için
Allah'a istiğfar eyle. Biz gerçekten büyük günah işlemiştik."
98. Dedi ki: "Sizin için Rabbimden ilerde
bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz o çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
94- Vakta ki, kafile ayrıldı. Yani, Mısır'dan
hareket edip Kenan diyarına doğru yola çıktı, ötede babaları, dedi ki, inanın
ben Yusuf'un kokusunu alıyorum, beni bunak yerine koymayacaksanız!... Yani, ey
bu sözümü işitenler, siz benim aklıma ve şuuruma halel geldi sanıp, bana bunak
demeyecekseniz, vicdanıma güvenecekseniz, bu sözüme inanırsınız. Veya daha önce
bana bunak demeseydiniz şimdi sözüme inanırdınız. Fakat derken, hiç de akıl
dışı bir şey olmayan o esef duygusuna bile saçma ve mânâsız deyip itiraz eden
ve Yusuf kokusu burunlarında tütmeyen siz gafiller, şu anda derin bir şekilde
içimi saran sevinci, bu Yusuf kokusunu nereden duyacaksınız? Henüz kendi
vicdanımdan başka hiçbir delili bulunmayan bu sözüme, bu ledünnî vuslat
müjdesine nerden inanacaksınız? İnanmayacaksanız bari beni bunak yerine koyup
da inkâra kalkışmasanız ne olur?
Yusuf'un peygamberlik müjdesi ile himmet
gömleğini getirecek olan o muştuluk kervanı Mısır'dan kopup Yakub'un tarafına
doğru yönelir yönelmez, beri tarafta Yakub'un burnunda tüten ve ruhanî bir
zevkle bütün vicdanını saran bu kokulu rüzgar, bu ledünnî seher esintisi, bu
Yusuf kokusu, şüphe yok ki, ona ilâhî revhtan bir esinti ve gelmekte olan
müjdenin habercisi bir rahmânî nefes idi. Şu anda tasavvuru bile gönül ehlini
hazza boğacak olan bu tatlı koku, kim bilir Yakub'un gam ve hicranına nasıl bir
darbe indirmiş, onun vicdanını nasıl bir letafetle sarmış olmalı ki, Yakub,
bununla hem uzaktaki bir ikbal olayının başlangıcından bir esinti duymuş, hem
de birkaç gün sonra kavuşacağı ilerdeki müjdenin büyük sevincine yavaş yavaş
hazırlanmış bulunuyordu. Bu nasıl oluyordu? Seksen fersahlık mesafeden bu
kokuyu taşıyan araç ne idi? Ve bunu duyan algılama gücü ne idi, nasıl bir
güçtü? Bilinen hava akımlarının buna yetmeyeceği şüphesizdi. Kafilenin
Mısır'dan ayrılması anında Yakub'un beri tarafta duyduğu bu kokulu esintinin
hızı en azından bir şimşeğin hızına eşit olmalıydı. Oysa bugünkü teknolojide
ses nakline kadar uygulamasını duyduğumuz elektrik akımının henüz kokuya
uygulanabildiğini bilmiyoruz.
Bir de Yakub'un hassasiyeti ne kadar incelmiş
ve hüznü ile gözleri ağardıktan sonra koku alma duygusu ne kadar gelişmiş
olursa olsun, kafilenin Mısır'dan ayrılmasından önce duymayıp da ayrıldıktan
sonra duymuş olması gösterir ki, bunun sırrı ve hikmeti onun hassasiyetinden
kaynaklanan bir olay da değildir. Tefsir âlimlerinin bu konuda iki ayrı yorumu
vardır. Birisi Allah Teâlâ'nın bu kokuyu, bir mucize olmak üzere o kadar uzak
mesafeden Yakub'un vicdanına ulaştırmasıdır. Birisi de o anda onu Yakub'un
vicdanında icad ve yaratmış olmasıdır. İşte bundan dolayıdır ki, herhangi
şekilde olursa olsun, bu olayın alışılmışın dışında fevkalade bir ilâhî mucize
olduğunda hiç şüphe yoktur. Zamanımız fen bilimleri ve felsefesi bu gibi
olağanüstü olayları açıklayamamakla beraber inkâr da etmemektedir, Psikolojide
"telepati" adı altında tasnif ve mütalaa etmektedir. Telgraf, telefon
kelimelerinde dahi bilindiği ve kullanıldığı üzere "tele" kelimesi
aslında "uzak" demek, "pati"de etkilenme anlamına
geldiğinden, "telepati" uzaktan etkilenme demek olur. Ve şöyle tarif
olunur: Bir ruhta duyulan öyle bir algılamadır ki, o anda meydana gelmiş gerçek
bir olaya ilişkin olduğu halde, öyle bir mesafede veya öyle bir duygu hali
içindedir ki, bu durum o olayın o kişi ile bilinmesini imkansız gibi
gösterir". Diğer bir tarife göre de "Bir mânânın veya duygunun
uzaktan algılanması, yani hissolunabilecek bir aracının yardımı olmaksızın
iletilmesi meselesidir". Önceki tarife göre telepati, normal dışı sayılan
şartlarda meydana gelen dış olaylara da şamil olabilecektir. Lâkin ikinci
tarife göre, herhangi bir hava akımı içinde duyulabilecek koku gibi olaylar,
telepati cinsinden sayılabilecek kadar fevkalade olaylardan değildir.
Çünkü dış olaylarda en azından ışık veya hava
gibi bir maddî vasıta vardır ki, bize telepatiden ziyade telsiz ve radyo
yayınları cinsinden bir olayı düşündürebilir. Bundan dolayı bunun fen açısından
tasavvuru sırf ruhanî olan telepati algılaması kadar müşkül olmaz. Zira
uzaktaki bir his veya mânâ hızlı ve gizli bir vasıta ile yaklaştırılıp tebliğ
edilmiş olur. Ve bundan dolayı bazıları telepatinin en yaygın olan, soyut ve
sırf manevî olan kısmını da bu suretle tevil ederek düşünmek isterler. Bununla
beraber herhangi bir şeyin insan ruhuna ve vicdanına doğması nasıl oluyor? Ve
vicdan denilen gücün, asgari ve azami algılama sınırı nereden başlıyor? Ve
bunun yayılma sahası hangi sınıra kadar gidebilir? Bir ruhun potansiyel
güçleri, kendi dışındaki olayları, yalnızca beden sınırına bağlı olarak mı
algılıyor? Isı yaymada olduğu gibi, bedenden dışarıya doğru yayılan ve etkisini
uzaklardan karşılayan başka güçler yok mudur?
Bunlar tam anlamıyla bilinmeden uzaktan
duyguların algılanması olayını, ve daha başka ruhsal olayları mutlaka tevil
etmeye mecburiyet yoktur. Ve doğrusu yalnızca uzaktan his değil, yakından
hissetmekve şuur olayları dahi layıkı ile açıklanamamaktadır: "Ruh konusunda
size çok az bilgiden başka birşey verilmemiştir". Ancak olayı olduktan
sonra hissetmek normal olduğu gibi, his maa'l-vuku, yani olayı olurken, meydana
gelirken duyabilmek veya olmadan önce, yani "kable'l-vuku"
hissedebilmek de inkâr edilemez olaylardandır.
Burada kendi başıma gelmiş ve yaşadığım bir
telepati olayından bir misali anlatmak istiyorum: İstanbul'da Nüvab Mektebi'nde
talebe iken bir gün öğleden sonra dersten çıkıp Nuruosmaniye'de ikametgahım
olan hattat odasına geldim. Tek başıma pencerenin önüne oturdum. Oturur
oturmaz, henüz daha hiçbir şeyle meşgul olmadan, birdenbire büyük amcam Mehmed
Emin Efendi hatırıma doğuverdi ve derhal kalbime derin bir hüzün çöktü, ağlamak
istedim. Halbuki başka zamanlar onu hatırlayınca mutlaka sevinç ve neşe
hissederdim. Az bulunur, fazilet örneği bir insan idi. Bu sefer hem hatırlayış
şeklim, hem de alışılmışın dışında sevinç yerine içime öyle bir hüzünün çökmesi
tuhafıma gitmişti. Ben bunu hemen bir yere kaydettim. Onbeş gün sonra
memleketten posta ile bir mektup aldım, babam" o gün amcamın vefat
ettiğini ve bana yadigar olmak üzere birkaç kitabını vasiyyet ettiğini"
yazıyordu. O zaman ben postanın on günde geldiği bir mesafeden o hüzünlü olayı,
meydana geldiği anda yüreğimde duymuştum ve gözlerim dolmuştu.
İşte telepati dedikleri şey böyle olaylardır
ki, bizim ıstılahımız bütün bu gibi olayları ilham cinsinden saymaktadır. Bu
hâl uykuda meydana gelseydi adına rüya diyecektik. Bunlar normal duyularımıza
göre fevkalade olaylardan olmakla beraber, çok nadir şeyler de değiller, her
zaman herkesin başına gelebilen çok sayıda olaylardır. Belki herkeste olur da
pek çok kimse bunun farkında bile olmaz. Fakat bunlar genellikle bilgi sebebi
değildir. Sıradan bir vehim şeklinden başlayarak, keramet veya mucize derecelerine
kadar çıkacak çeşitli derecelerde ortaya çıkabilirler. Acizane kendi kanaatime
göre:
Bu âyet, bize yalnızca ruh ilimleri ve mucize
cinsinden bir harikayı tesbit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme
açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor. Zira görülüyor ki,
"râyiha", yani koku kelimesi, "rîh", yani
"rüzgar" anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor. Bu
kelimeden iletme anlamı daha belirgindir. Halbuki yukarıda da söylediğimiz
gibi, kafilenin Mısır'dan ayrıldığı anda Yakub'un vicdanına bu kokunun ulaşması
rüzgar hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. Bugünkü bilgimize göre; bu
iletişimin fizik olarak meydana gelmesi, havanın normal ve kütlevi akımı ile
değil de elektrik dalgaları şeklinde olması ihtimali söz konusudur? Ancak bir
kokunun havada yayılması, koku zerreciklerinin hava içinde hareket edip
yayılması sonucuna dayandığı bilindiğine göre, bu zerrelerin bir elektrik akımı
halinde ve elektrik hızı ile akıp gelmesi, fizik açısından aklın almayacağı bir
olay olacaktır. Bunun için bir tahlile daha lüzum vardır ki, o da o
zerrelerdeki kokunun tıpkı ısı ve ışık gibi yayılma kabiliyetine sahip bir
kuvvet olduğunu bulmaktır. Gerçekten de kokunun, mesela bir gül suyu
zerrelerinin kendilerinden ziyade onlardaki bir kuvvet ve özellik olması ve
ince bir titreşimle yayılıyor şeklinde ele alınması daha akla yatkın ve koku
alma duyularımızdaki bedahete daha uygun düşmektedir. O halde meseleyi kimya
veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun ile koku
kuvvetinin ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesi dahi elektrik akımından
yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz demektir. Gerçi Yakub'un
kokuyu duyması fennî bir olay değil, mucizevî bir olaydır. Bazı tefsir
âlimlerinin dediği gibi Allah Teâlâ'nın, Yusuf'un kokusunu Yakub'un vicdanında
doğrudan doğruya yaratmış ve icad etmiş olması da ihtimal dışı bir şey
değildir. Hatta Yakub'un hafızasını yeniden harekete geçirip daha önceden
bildiği Yusuf'un kokusunu ona kendi vicdanında yeniden duyuruvermesi de ihtimal
dahilindedir. Lâkin âyetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mânâ, bu kokunun
rüzgar içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır'dan
ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır. Bu ise kokunun da havadan bir telsizle
şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun
da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürür. Şüphesiz ki, bunun gerek
Mısır'dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Yakub tarafından
algılanabilmesi ve o kokunun Yusuf'a ait olduğunu kestirebilmesi, doğrudan
doğruya ilâhî tasarrufu gösteren harikalardır. Gerek bu bakımlardan, gerek
Yusuf ile Yakub'un birer peygamber olmaları bakımından olay çok yönlü bir
mucizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim olduğunu kokusundan
tanıyabilmesi bile olağanüstü bir meseledir. Ancak olayın bütünüyle tabiat
kanunlarının üstünde bir mucize olması, bununla ilgili birtakım tabiat
kanunlarının mevcut olmasına engel değildir. Mesela Hz. İsa'nın kuş yapması
Allah'ın izniyle bir mucizedir. Fakat kuşların uçması olayından, uçma
ilkelerini çıkarmak ve yine Allah'ın izniyle uçaklar yapmak mucize olmayan bir
buluştur.
95-Hasılı Allah'ın kudretine bakın ki, Yakub,
Yusuf'un güzel kokusunu o kadar uzaktan derhal duydu ve onun bir vehim, bir
hayal olmadığını, bir hakikat olduğunu kendi vicdanında tanıdı. Durumu kesin
bir dille ifade etti, fakat gafillerin kendisine inanmayıp "saçma"
diyeceklerini bildiği için de "Beni bunak yerine koymazsanız..."
dedi, lâkin kim dinledi? Tahmin ettiği gibi, onun bu sözünü işitenler Hayret
vallahi, dediler, gerçekten de sen hâlâ eski şaşkınlığında bocalayıp
duruyorsun. Yani, hâlâ "Yusuf, Yusuf" deyip duruyorsun, hâlâ ona
kavuşacağını vehmediyorsun, oysa bu doğru değil. Oğulları yolda olduğu için,
Yakub'a bunu söyleyenler onlar değildi. Kızları, gelinleri ve öteki yakınları
olabilirdi. Lâkin çok geçmeden esas şaşkının kimler olduğu açığa çıkacaktı.
Zira bunun üzerine:
96- Ne zaman ki müjdeci geldi gömleği yüzüne
koydu Yakub'un görmesi yerine geldi. Gözü açılıverdi ve eskisi gibi görmeye başladı.
Şimdi bu neşeye kavuşan Yakub neler dedi,
neler yaptı sanırsınız? Hayır o yine "sabrı cemil"inden ayrılmadı.
"Allah'ın yardımından ümit kesmeyiniz" nasihatını hatırlatarak,
sadece size demedim mi dedi ben, doğrusunu isterseniz Allah'dan sizin bilmediklerinizi
de bilirim. Yani, şimdi anladınız mı Allah, ne büyüktür; peygamberlik de nasıl
bir gerçektir?
97-O vakit gelmiş olan oğulları, hepsi birden
ey bizim babamız, dediler bizim için günahlarımıza istiğfar et, mağfiretimize
dua ediver biz hakikaten suçluyduk. Şimdi ise çok pişman olduk.
98-Buna rağmen babaları hemen istiğfar
edivermedi de ileriye dönük bir vaatte bulundu: İlerde, dedi, sizin için
Rabbime istiğfar ederim. Şüphe yok ki, ancak O'dur ğafur, rahîm.
Yakub, böylece kendisinin bir baba olarak
onları bağışladığını ima etmekle birlikte, Allah'ın da onları affetmesi için
yapacağı dua ve istiğfarı, seher vakti veya cuma gecesi gibi bir vakte,
duaların kabul olunacağı bir icabet vaktine tehir ettiği, böyle bir vakti
gözettiği akla gelebilir. Daha doğrusu, Yusuf'la helallaştırıncaya veya onun
affını anlayıncaya kadar tehir etmiştir. Çünkü zulme uğrayanın helallik
vermesi, ilâhî mağfiretin ön şartlarından biridir.
Gelelim sonuca:
Meâl-i Şerifi
99. Ne zaman ki, onlar Yusuf'un yanına
vardılar, işte o zaman Yusuf anasını ve babasını kucakladı, yanına aldı ve
"Buyurun Allah'ın dilemesiyle güven içinde Mısır'a girin" dedi.
100. Anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine
oturttu ve hepsi birden Yusuf için secdeye kapandılar. Bunun üzerine Yusuf dedi
ki: "İşte bu durum, o rüyamın çıkmasıdır. Gerçekten Rabbim onu hak rüya
kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan
çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu.
Doğrusu Rabbim dilediğine lutfunu ihsan eder. Şüphesiz O, her şeyi bilir, hüküm
ve hikmet sahibidir."
101. "Ey Rabbim! Sen bana dünya mülkünden
nasip verdin ve bana rüyaların tabirinden bir ilim öğrettin. Ey gökleri ve yeri
yoktan var eden Rabbim! Benim velim sensin, benim canımı müslüman olarak al ve
beni salih kulların arasına kat!"
99- Hasılı, ne zaman ki, Yusuf'a vardılar,
yani Yusuf'un daha önce kardeşlerine tenbih edip istediği gibi, başta babaları
olmak üzere bütün aile bireyleri topluca Mısır'a gelip Yusuf'un yanına
vardılar. Rivayet olunur ki, Yusuf ve Melik, yanlarında dört bin asker,
birtakım devlet adamları ve Mısır halkından çok sayıda insan, gelen kafileyi
karşılamaya çıkmışlardı. Yakub Aleyhisselam, oğlu Yahuda'ya dayanarak
yürüyordu, karşıdan gelen kafileye ve atlılara bakıp, "Ey Yahuda, şu
karşıdaki adam Mısır'ın Firavun'u mu?" diye sordu. O da "Hayır,
Firavun değil, oğlun" dedi. Yaklaştıkları zaman Yusuf'dan önce Yakup selam
verdi ve "Selam sana ey hüzünleri gideren" dedi...ilh.
Yusuf anasını ve babasını kendisine iva etti.
Yani, boyunlarına sarılıp bağrına bastı ve onlar için hazırladığı özel dinlenme
yerlerinde istirahat ettirdi. Anlaşılıyor ki, bu henüz şehre girmeden karşılama
yerinde oluyordu. Nitekim Allah'ın izniyle hepiniz güven ve huzur içinde
Mısır'a giriniz, dedi. Ve böylece Mısır'a girdiler.
100- Ve anasıyla babasını arşa çıkardı.
Özellikle anasıyla babasını kardeşlerinden daha fazla saygı ve ikramla
karşıladı. Kendisine ait olan ve bir tahta benzeyen yüksek köşkün üzerine çıkardı.
Ve onun için hepsi secdeye kapandılar. Yani anası, babası ve kardeşleri,
Yusuf'a kavuştukları için Allah'a şükür ifadesi olarak secdeye kapandılar. Bir
görüşe göre, o zaman âdet olduğu üzere Yusuf'a karşı resmî bir selam görevini
yerine getirmek için secde durumuna geçip yerlere kapandılar. Gerçi bu anlam,
ilk bakışta Yusuf'un gördüğü rüyaya daha uygun gibi görünür. Lâkin selam
secdesi olsa idi, ilk karşılaşma anında yapılırdı. Öyle yapılması icap ederdi.
Zaten âyette (âyet 4) cümlesi de "onları gördüm bana secde
ediyorlardı" demek olabileceği gibi, "benim için secde ediyorlar
gördüm" anlamına da gelebileceğinden, Yusuf'a kavuşturan Allah'a şükür
secdesi şeklinde anlamak, her bakımdan daha uygun düşmektedir. Bir de bu secde
ile meleklerin Âdem'e yaptıkları secde arasındaki ilişki ve benzerlik
unutulmamalıdır.
Onlar işte böyle secdeye kapandılar. Ve, o
vakit bunu gören Yusuf, ey babacağım, dedi. işte bu, daha önce görmüş olduğum
rüyanın tevilidir. Yani o zaman, senin yaptığın yorum, bilimsel ve özet bir
tevil idi, kısaca yapılmış bir tabir idi. Fakat şimdi bilfiil gerçekleşen
mânâsı ve meâli budur. Onu Rabbim hakikaten gerçekleştirdi, aynen hak bir rüya
olarak çıkardı. Tıpkı gördüğüm gibi, vakıa olarak gerçekleştirdi. Gerçekten de
bana lutuf ve ihsanda bulundu. Çünkü beni zindandan kurtardı ve sizi de
bedivden getirdi, badiyeden, yani taşradan, çölden, yahut "Beda" adı
verilen yerde yaşamaktan kurtardı, buraya getirdi.
Vahidî ve daha bazılarının beyanına göre,
"Bedv" kelimesi iki anlama gelir: Birincisi, şahsın uzaktan göründüğü
düzlük ve açık yer demektir ki, dilimizde buna "alan" denir. Bunun
aslı (beda, yebdu, bedven) fiilinden zuhur mânâsına mastar olup, sonra ism-i
mekan gibi kullanılmıştır. "Bedv" in karşıtı "hazar" dır.
Bunlar nisbet yası ile kullanıldıkları zaman "bedevî" ve
"hazarî" denilmiştir. İkincisi ise Abdullah b. Abbas'dan rivayet
olunduğuna göre, Hz. Yakup, "Beda" adı verilen yere yerleşip orada
yaşıyormuş ve Yusuf'un yanına işte oradan gelmişti. O yerde dağın dibinde
kendisinin bir mescidi vardı. İbnu'l-Enbarî de demiştir ki: "Beda bilinen
bir yerdir. Filan, Şi'b ile Beda arasındadır" denilir. Bu iki meşhur yer,
şiirlerde birlikte anılagelmiş olan yerlerdir. Nitekim Küseyyir şöyle demiştir:
Ve işte bu anlamdan alınmış olarak "Kavm
Beda'ya vardılar, varıyorlar", demektir. Bu mânâya göre "Bedv"
mastar olur. Ve böylece Hz. Yakub ve ailesi aslında bedevî değil, hazarî idiler
demek olur..ilh.. Bu tefsirin sebebini az sonra gelecek olan âyetinde
bulacağız.
Bununla beraber önceki mânâya göre bunu şöyle
anlamak da mümkündür: Sizi çölleri, badiyeleri aşırarak ta uzaktan Mısır'a
getirdi. Hangisi olursa olsun, şurası gayet ince ve zariftir ki, Yusuf,
babasıyla kardeşlerinin Mısır'a getirilmelerini, kendisinin zindandan
çıkarılmasına eşdeğer bir nimet saymakla kalmayıp, bunun da onun gibi kendisi
hakkında bir ilâhî ihsan olduğunu açıkça anmış ve vurgulayarak dile
getirmiştir. Yani ailesinin nimete ve refaha ermesini kendisine yapılmış bir
ihsan olarak anmıştır. Özellikle kardeşlerini mahcup etmemek için zindandan
önceki kuyu olayından hiç söz etmemiştir, bundan dikkatle kaçınmıştır.
Hakkındaki bu ihsanın önemini belirtmek üzere demiştir ki:
Benimle kardeşlerimin arasını şeytan
dürtüştürdükten sonra, böyle oldu. Yani, benimle kardeşlerim arasında geçen ve
hiç hesaba alınmaması gereken macera ne benden, ne de onlardan kaynaklanan bir
olay değil, aramızı bozmak için şeytanın dürtmesinden, onun fesatçılığından ve
iğvasından ibarettir. Fakat şeytanın kardeşler arasına sokulması haddi zatında
büyük bir fitne ve bela idi. Eğer Allah'ın lutfu yetişmeseydi, kimbilir daha ne
gibi fenalıklar olacaktı. Bundan dolayı böyle bir iptiladan sonra Rabbimin bu ihsanları
ne kadar büyüktür. Muhakkak ki, Rabbim dilediğine lutfunu bol bol ihsan eder.
Dilediği işi yoluna koymak için aldığı tedbirler, ne latif, ne hoş, ne ince
şeylerdir. Ve hakikaten ancak O'dur âlim, O'dur hakim. Gerçek ilim O'nun
ilmidir, gerçek hikmet O'nun hikmetidir.
Rivayet olunur ki, Hz. Yusuf, babasının
elinden tutup hazineleri gezdirmiş, altın, gümüş, mücevherat, silah, elbise ve
diğerlerini gösterip dolaştıktan sonra yazı yazılacak kağıt (parşömen)
hazinesine vardıkları zaman Hz. Yakub: "Ay oğul, bunlar dururken şu sekiz
merhalelik yerden bana bir mektup yazmadın ha! Bu ne ilgisizlik?" demiş.
Yusuf da: "Bana Cebrail öyle emretti" demiş. Babası "Peki amma
niye sormadın?" demiş, Yusuf da: "Sen ona benden daha yakınsın."
diye cevap vermiş. Bunun üzerine Yakup Cebrail'e sormuş, Cebrail de: "Sen,
korkarım ki, Yusuf'u kurt yer, dediğinden dolayı, Allah bana öyle emretti ve
benden korksaydı ya, buyurdu" demiş.
Yine rivayet olunduğuna göre, Yakup
Aleyhisselâm Yusuf ile beraber yirmidört sene daha yaşamış, sonra vefat etmiş
ve Şam tarafında babası İshak Aleyhisselâm'ın yanına defnolunmasını vasiyyet
eylemiş, Hz. Yusuf da bizzat kendisi gidip babasının cenazesini oraya
defnetmiş, sonra geri dönmüş. Yusuf babasından sonra yirmi üç sene daha
yaşamıştı.
Fakat bütün bunları gören bu nimet ve ihsana
eren Yusuf, nihayet ne dedi ve bu kıssa nasıl bir sonuçla sona erdi? Bakınız
Yusuf ne dedi:
101- Ey Rabbim! Sen bana mülkten bir parça
nasip verdin. Ehadîsin meâlini bilmek ilminden de bana bir hisse ilim öğrettin.
Böylece en büyük dünya nimetinin ve devletinin ne olduğunu tattırdın ve ben
bütün bu olup bitenlerin sonunun nereye varacağını anladım. Yani anladım ki,
bütün dünya hayatı ve olayları, tevil ve tabiri sonunda gerçekleşecek olan bir
rüya gibidir. Ve bana öğrettiğin ilimden hisseme düşen kadarıyla anladığım
şudur ki o rüyanın da tabir ve tevili, yani yorumu açıkça belli olduğundan
dolayı, bunun ilerisinde bir ahiret hayatı mutlaka gelecektir. İşte bunun kesin
olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Ey gökleri ve yeri yoktan yaratan Rabbim! Sen
dünyada ve ahirette benim velimsim. Benim malikim, veliyyi nimetim ve
efendimsin Beni bir müslüman olarak vefat ettir, yani müslüman olarak canımı
al; başka bir dinde, başka inançta olmaktan beni koru ve ruhumu müslüman olarak
kabzet, ve salihler arasına kat, salih kulların, işe yarar ve iyilik sever
kulların arasına koy. Ahirette atalarım gibi, salihler zümresi içinde haşreyle,
zira nimet ancak o zaman tamamlanmış olacaktır.
Deniliyor ki, Yusuf böyle dua ettiği vakit
Allah Teâlâ, ruhunu tayyib ve tahir olarak kabzeylemişti. Bunun üzerine Mısır
ahalisi arasında nereye defnolunacağı hususunda anlaşmazlık çıkmış,
birbirleriyle kavga edecek hale gelmişler. Nihayet mermerden bir tabut yapıp,
onun içine koymuşlar ve Nil nehrinin mecrasına defnetmeye karar vermişler ki,
Nil Nehri'nin suları, onun üzerinden geçerek Mısır'a vardığında hepsi onun
uğrundan teberrük edebilme konusunda eşit olacaklardı. Daha sonra Mısır'da
hanedan değişikliği olmuş, iktidar Amalika'dan çıkmış, Firavunlar'a geçmişti.
İsrailoğulları da Hz. Musa'nın peygamber olarak gönderilmesine kadar
Firavunlar'ın elinde esir kalmış idi.
Peygamber efendimiz, Mirac gecesinde Âdem
Aleyhisselâm'la dünya seması denilen birinci gökte, Yusuf'la ise ikinci semada
karşılaşmıştı. Bunu Mirac hadisinde haber vermişti. İşte Yusuf, başı mihnet ve
ibtila, sonu da yokluk ve zeval olan bu dünya mülkünün, bu dünya geçidinin
hakikatını ve akıbetini bildiği için, daha ileri gidip, elinde kuvvet varken
Mısır'a hükümdar olmak sevdasını beslememiş, aksine dünyadan el etek çekmek ve
ebedî hayata can atmak istemiş de böyle bir dua ile vefatını dilemiştir.
Ve öyle bir sonla ahirete gitmiştir ki, ne
güzel dua, ne güzel akıbettir. Ve işte takva sahiplerinin örnek alacakları
hayat ve can atacakları gaye budur: Bu dünya hazineleri değil, bu güzel
sonuçtur. Meâl-i Şerifi
102. İşte bu, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb
haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip mekir (oyun)
yaparlarken sen yanlarında değildin.
103. Sen ne kadar şiddetle arzulasan da,
insanların çoğu iman edecek değildir.
104. Buna karşılık onlardan herhangi bir ücret
de istemiyorsun. O Kur'ân, âlemlere ancak bir öğüttür.
105. Bununla beraber göklerde ve yerde ne
kadar âyet var ki, onunla yüz yüze gelirler de yine de yüz çevirip geçerler.
106. Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a iman
etmezler (imanlarına az çok bir şirk karıştırırlar).
107. Yoksa bunlar Allah'ın azabından hepsini
saracak bir felaket gelmesinden veya farkında değillerken ansızın başlarına
kıyametin kopuvermesinden güven içinde midirler?
102- O yok mu? Yani hiç haberin yokken,
yukarıdan beri sana bildirilen ve dikkat çekici nice olayları, âyet ve
hikmetleri içeren şu güzel kıssayı, Yusuf ve kardeşlerinin hikâyesini
görüyorsun ya! İşte bu gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahyediyoruz. Yoksa
onlar o mekri yapmak üzere işlerine karar verdikleri sırada sen onların yanında
değildin. Ne Yusuf'u kuyuya atmak için dolap çeviren kardeşlerinin yanında
idin, ne de sana bir oyun olsun diye bunu sormak için arkandan konuşup karar
veren Kureyş ile yahudi bilginlerinin meclisinde idin. Yukarıda da (âyet 3)
geçtiği üzere bu vahiy sana gelinceye kadar bunların hepsinden habersiz idin.
Oysa bu haber ve açıklama, ancak bütün bunları gözleriyle görmüş olan birinin
anlatabileceği şeylerdir.
103-İşte bundan dolayı, bu gayb haberlerinin
"herşeyi gören" Allah Teâlâ'dan sana vahiy ile bildirildiği ve senin
hak peygamber olduğun gün gibi açıktır. Her şey ortada ve hiçbir şüpheye yer
vermiyecek kesinliktedir. Bununla beraber sen büsbütün hırslansan, şiddetle
arzu etsen de insanların çoğu inanacak değildir. Çokları vahye ve bu güzel
kıssanın Allah tarafından bildirildiğine yine de iman etmez; güzel bir roman,
uydurma bir hikâye gibi, hayal eder ve önemsemeden geçer gider.
104- Halbuki sen buna karşılık olarak onlardan
bir ecir, bir ücret de istemiyorsun, ki çıkar sağlamak için mi acaba böyle
konuşuyor diye herhangi bir şekilde şüpheye yer olabilsin, bu, ancak âlemlere
bir zikirdir. Bu haber, bu uyarı veya bütünüyle bu Kur'ân bütün akıl
sahiplerine, düşünebilen canlılar âlemlerine hakkı ve hakikatı tanıtmak için
özbeöz bir hatırlatma, katıksız bir uyarıdır, halis bir öğüttür.
105-Şu halde aklı olanların bunu düşünmeleri,
ders almaları ve gereğince iman etmeleri gerekirse de aklı olmayanların öğütten
ve uyarıdan bir şey anlamaları mümkün olmadığı için, aklı olmayanlar veya olup
da kendi heva ve heveslerine yenik düşmüş olanlar, düşünme kabiliyetini ve
gücünü yitirmiş bulunanlar, öğüt ve uyarıya önem vermeyip, hep baskı ve zor
kullanılmasını gözettiklerinden, insanların çoğu da böyle olduklarından,
insanların çoğu sırf güzel öğüde kanıp da iman etmezler. Üstelik bu
inanmazlıkları yalnızca senin peygamberliğine ve sana vahiyle bildirilen
âyetlere mahsus bir şey de değildir. Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki,
üzerlerine uğrarlar, o âyetlerle yüz yüze, göz göze gelirler de ondan yüz
çevirir geçerler.
106-Bundan sonra ki sûrede de işaret olunacağı
üzere Allah'ın varlığına ve birliğine, ilim ve kudretine ve sonsuz hikmetine
delalet eden gerek enfüsi, gerek afakî, gerek semavî, gerek arzî bu kadar çok
delil vardır ki, bunlar her gün onların gözüne çarpar; gözlemleri,
araştırmaları, fenleri, felsefeleri hep bunların etrafında dolaşır durur, bu
delillerin üstüne uğrarlar da onlar yine de bu delilleri görmezlikten gelirler,
görmek istemezler, yüzlerini başka tarafa çevirir geçerler, başka maksatlar
peşinde koşarlar çoğu Allah'a iman etmez, ancak müşrik olarak ederler. Allah'ın
varlığını büsbütün inkâr etmeseler de açık veya gizli bir şirk karıştırmadan
Allah'a da inanmazlar.
107-Halis tevhid ile iman etmezler, Allah'dan
başkasına ilâh payesi verirler, kutsallıklar uydururlar veya dünya nimetlerine
de taparcasına düşkünlük gösterirler. İmdi bunlar kendilerine Allah'ın
azabından bir bürüme, (yani hepsini içine alacak kuşatıcı bir azap)
gelivermesinden ya da hiç haberleri yokken ansızın başlarına kıyametin
kopuvermesinden eman mı bulmuşlardır? Ki bunca âyetlere karşı hakkı düşünmezler
de imansızlık ve müşriklik ederler, Allah'dan korkmazlar, ahiret için hazırlanmazlar.
Hayır eman içinde olduklarından değil, ilerisini düşünmediklerinden, basiretsiz
olduklarından dolayı öyle yaparlar.
Bundan dolayı sen,
Meâl-i Şerifi
108. De ki: İşte benim yolum budur; basiret
üzere Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar (işte böyleyiz). Ben Allah'ı
tesbih ederim ve ben müşriklerden değilim.
108- De ki, işte bu, bu davet, böyle tevhid ve
ihlas ile iman yolu benim yolum: Basiret üzere Allah'a davet ederim ben ve bana
uyanlar da böyleyiz; yani bana uyan ümmetim de hep böyle basiretle Allah yoluna
davet ederler, tıpkı benim gibi yaparlar. Ve ben Allah'ı tenzih ve takdis ile
tesbih ederim ve ben müşriklerden değilim. Bu âyet de gösteriyor ki, dine davet
ancak bu şartlarla caiz ve verimli olur. Yani müşrikler gibi körükörüne ve birtakım
batıl ve bozuk maksatlar uğruna veya kendi nefsanî hevesleri uğruna değil;
basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlas ve samimiyetle, edep, nezahet ve
hikmet çerçevesinde ve ancak Allah rızası gözetilerek Allah'a davet
edilmelidir. Yoksa din ve dindarlık sırf bir gururdan, kof bir iddiadan ibaret
kalır: "Rabbinin yoluna hikmetle ve tatlı dille, güzel öğütlerle davet et,
onlarla en güzel şekilde mücadele et..." (Nahl 16/125) ilâhî emri, bu
noktayı daha ayrıntılı olarak açıklamıştır.
Meâl-i Şerifi
109. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de
o memleketlerin halkındandı, onlar da kendilerine vahiy verdiğimiz birtakım
erkeklerden başkası değillerdi. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip görmediler mi?
Kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar
ya!... Elbette ahiret yurdu müttakiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı
başınıza toplamayacak mısınız?
110. Nihayet peygamberleri (onların iman
etmelerinden) ümit kesecek hale gelince ve kendilerinin yalancı durumuna
düştüklerini sanınca, onlara yardımımız geldi, yetişti; dilediklerimiz
kurtarıldı. Suçlular topluluğundan bizim azabımız geri çevrilemez.
109- Senden önce de biz o memleket halkından
kendilerine vahiy gönderdiğimiz kimselerden başka peygamber göndermedik. Yani
senden önceki peygamberler de ne melek, ne kadın, ne bedevî, ne de başka
yerlerden, uzak diyarlardan gelmiş insanlar değildi. O şehir halkından, medenî
insanlardan, kendilerine vahiy verdiğimiz senin gibi erkek, mert ve yiğit
adamlardan ibaret idi. Bundan anlaşılır ki: Yukarıda "Allah sizi bedvden
getirdi" âyetinden Yakub ve evlatlarının aslında bedevî oldukları
sanılmamalıdır. Bütün peygamberler gibi, İbrahim, İshak ve Yakub da esasen kura
ehlinden, yani site halkından ve medenî idiler. Bunlar badiyede bulundularsa da
bu geçici bir durum, bedevîleri irşad ve davet için bir vazife icabı veya başka
bir sebepten dolayı idi. Nitekim daha sonra Hz. Musa'ya da böyle bir ibtila
vaki olmuştu. Hz. Âdem bile cennette eşiyle birlikte yaratılmış, sonradan
dünyaya gönderilmiş, yaratılıştan ve ruhen medenî bir kimse idi. Peygamber
denildiği zaman, onu yemeyen, içmeyen, beşer ihtiyaçlarından hiçbir şeye muhtaç
olmayan bir melek sanmamalıdır. (En'âm Sûresi'nde "Eğer o peygamberi bir
melek yapsaydık, onu yine bir adam şekline koyardık" (âyetinin tefsirine
bkz. En'âm, 6/9)
Bakara Sûresi'nde Âdem'in yaratılışı
kıssasında (2/30) geçtiği üzere, Âdem'e ve Âdem soyuna ihsan edilen bilgi
edinme özelliğine melekler nail olamamışlardır. Allah'ın imtihanı ile Âdem,
meleklere değil, melekler Âdem'e secde etmekle emrolunmuşlardır. İlâhî emirle
insanların hizmetiyle görevli melekler vardır, fakat hiçbir insan meleklere
hizmetle emrolunmuş ve görevlendirilmiş değildir. Onun için peygamberliğin ilk
şartı insan olmaktır, onun belirleyici özelliği de, Allah'ın özel
bilgilendirmesi demek olan vahiy göndermesidir. Sonra hem müjdeyi, hem inzar ve
uyarıyı içine alan bu ilmin öyle ciddi bir uygulaması ve peygamberlik görevinin
öyle ağır şartları vardır ki, kadının yaratılışı ve meşrebi doğrudan doğruya bu
ağır görevin sorumluğunu taşımaya elverişli değildir.
Gerçi Allah Teâlâ dilerse bir kadına da o gücü
ve tahammülü ihsan edip sonra da ona peygamberlik verebilir. Fakat bu, onun
yaratılışını ve mizacını bir erkek mizacına dönüştürmek demek olur. Binaenaleyh
insanlar içinde peygamberlik göreviyle görevlendirilecek kimselerin de sıradan
erkeklerden değil, onlar arasında en seçkin, en iradeli ve en güçlü kimselerden
seçilmiş olması da ilâhî hikmet icabıdır. O halde gerek vahiy, gerek görevin
yerine getirilmesi için gerekli olan ruh gücü, sabır ve tahammül açısından
peygamberlik, medenî şehirlilerden ziyade, haşin bedevîlere layık olmaz mı?
diye bir sual akla gelebilir. Bu ümmînin aldığı vahiy, bir okuma yazma bilenin
aldığı vahiyden daha çok mucize anlamı taşıyacağı gibi, bir bedevîye nasip
olacak vahiy, bir medenîninkinden daha şaibesiz ve daha büyük bir harika
sayılmaz mı? Allah'dan başka her şeyden büsbütün kopmak ile Hak Teâlâ'ya özel
bir yaklaşma demek olan vahiy emrine bedevînin ilkel hayatı daha elverişli;
çöller ve vahalar, köylerden ve şehirlerden daha ziyade ilâhî ilham ve
varidatın gelişmesine uygun değil midir? Ve buralarda dönüp dolaşan bedevîler,
daha dayanıklı, hayatın çetin şartlarına daha alışkın ve binaenaleyh daha erkek
ve daha yiğit görülmezler mi? şeklinde birtakım vehimlere düşmemek gerekir. Çünkü
nübüvvet kaba kuvvet ve sertlik demek değildir; hikmet, nezaket ve incelikle
insanları ikna gücüdür. Bu açıdan bakılınca bedevîlik peygamberliğin hikmet ve
gayesiyle ters düşen ve bağdaşmayan bir olaydır. Medenilikte belki birtakım
hasletlerde gerileme olabilir, fakat o ölçüde ıstıfa (seleksiyon) da
artmaktadır. Genel olarak medeni insanların ahlâkî olgunluklarında bedevîlere
göre daha yüksek gelişmişlik ve çekicilik vardır. Medenîlerde bilgi, görgü,
yumuşak başlılık ve uyumluluk daha öndedir. Buna karşılık bedevîlerde
bilgisizlik, görgüsüzlük, kabalık, sertlik, acımasızlık ve karamsarlık önde
gelir. Âyette de "Bedevîler inkâr ve nifakça daha beterdirler, bununla
beraber Allah'ın, resulüne indirdiği vahyin sınırlarını ve inceliklerini
bilmemeye daha yatkındırlar..." (Tevbe 9/97) buyurulmuştur. Bir hadisi
şerifte de "Badiyyede yaşayan haşin, av peşine düşen de gafil olur"
denilmiştir. Velhasıl din yalnızca ilkel insanların ihtiyaçlarını karşılamak
için değil, en yüksek medeniyyetlerin de düzenleyicisidir. Bedevîlik, bir
peygamberde bulunması hikmetin gereği olan incelik ve çekiciliğe, olgunluk ve
güzelliğe uygun değildir. Öteden beri ilâhî sünnetin ve geleneğin icabı olarak
bütün peygamberler kasaba ve site ahalisinden, yani medenî olan kesimin
erkekleri arasından gelmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed
Mustafa da şehirlerin anası anlamına gelen "Ümmülkura" adındaki Mekke
şehrinde doğmuş ve orada kendisine peygamberlik verilmiştir. Bu Kur'ân, bu en
güzel kıssa ve bu gayb haberleri kendisine yine orada vahyolunmuştur. Şu halde
Muhammedî nübüvvet ve risalete inanmayanlar herhangi bir bilimsel gerekçeden
dolayı değil, sırf şirke meyilleri ve hakka sırt çevirmeleri yüzünden iman
etmezler... Artık o imansızlar yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı? Baksalar
ya kendilerinden öncekilerin akıbetleri nasıl oldu? Hani bir zamanlar bütün
dünyayı kendilerinin malıymış sanıp da Allah'a şirk koşan, Allah'ın âyetlerine
ve peygamberlerine inanmayan, ahireti hesaba katmayan imansızlar nereye
gittiler, ne oldular? Takva ile hareket etmiş olan için ahiret evi kesinlikle
daha hayırlıdır. Ey aklı olanlar artık aklınızı başınıza almayacak mısınız?
Aklınızı kullanarak bu hakikatı anlayıp o hayra yetişmek için şu ölümlü dünyada
şirkten ve isyandan sakınıp, uzak durmayacak mısınız?
110- Bu gün şu kara toprağın neresine bakılsa
akıbetleri görülecek olan önceki kavimler içinde bir zamanlar dünyaya öyle
mağrur olanlar vardı ve bunlar o peygamberlerin karşısında bir müddet için öyle
imkanlara sahip kılınmış ve hak ettikleri ceza öylesine geriye bırakılmış idi
ki; o peygamberler, vahy ile gönderilmiş olan o resuller umutsuzluğa düşünceye
kadar, (yani nasihatlarının işe yaramadığı konusunda iyice ümitlerini
kestikleri) ve kendi kendilerini gerçekten yalan çıkarıldı zannettikleri vakit,
yani o iman etmeyen kavimlerin dedikleri gibi, o vahiy sözlerinin yalan
olduğunun açığa çıkacağını zannedip, hani ya, "siz eğer doğru
söylüyorsanız ne zaman gerçekleşecek bu vaad?" (Yâsîn, 36/48) diye
şımardıkları vakit, onlara, o peygamberlere vaad edilmiş olan yardımımız geldi,
o zaman kime diliyorsak, ona kurtuluş verildi, diğerlerinin hiçbiri
kurtulamadı. Gerçekten de suçlu kavimlerden bizim azabımız geri çevrilemez.
Yani necat bulup kurtuluşu murad edilenler, o peygamberlere iman eden müttakiler
idi. Kurtulmayanlar da hep suçlu ve günahkarlardı. Ve böyle vakti gelip
Allah'ın azabı indi mi artık suçlulardan o azabın geri çevrilmesine hiçbir
şekilde ihtimal yoktur. Zira Allah'ın hükmüne karşı durabilecek hiçbir kuvvet
ve kudret yoktur. O anda çaresiz kalıp iman etmenin de faydası olmaz. Artık
uygulamaya konulmuş olan Hakk'ın hükmü bozulmaz.Kesinleşmiş olan karar
değiştirilmez. Ve bu her zaman böyledir. Önceki kavimler hakkında böyle olduğu
gibi sonrakiler hakkında da böyledir.
Meâl-i Şerifi
111. Gerçekten de onların kıssalarında üstün
akıllılar için bir ibret vardır. Bu Kur'ân uydurulmuş herhangi bir söz
değildir. Lâkin kendisinden önce gelen kitapların tasdiki her şeyin
ayrıntılarıyla açıklayıcısı ve iman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir.
111- Gerçekten de onların, (daha önceki
peygamberlerle ümmetlerinin ve özellikle Yusuf ile kardeşlerinin) kıssasında
büyük bir ibret vardır. Fakat ulu'l-elbab olanlar, yani üstün zekalılar için.
İnsanların birçoğu için değil. İçi çürük ve kof olmayan, aklı bir karış havada
bulunmayan, Sağlam özlü, temiz akıllı kimseler için. Düşünce yapıları
bozulmamış olan üstün akıllılar anlarlar ki, bu, (yani Kur'ân), ya da bu güzel
kıssa, uydurulmuş bir söz değildir. Ve lâkin önündekinin, (yani kendisinden
önce indirilmiş bulunan ilâhî vahiylerin) doğrulayıcısıdır. Onların
tasdiklerine ve temyizlerine ihtiyaç hasıl olan noktalarda onların destekçisi
olan bir semavî kitaptır. Evet tasdiki ve her şeyin ayrıntılarının
belirleyicisi, ve bir hidayettir, yani doğru yolu gösteren büyük bir rehber ve
bir rahmettir ancak iman eden bir kavim için. Çünkü bundan faydalancak olanlar
buna inanacak olanlardır. İnanmayanlara gelince, onlar bu hidayetten ve
rahmetten faydalanamazlar. Göklerin gürlemesini ve başlarına yıldırımların düşmesini
beklerler.
İşte bundan dolayı bu sûreyi gök gürültüsü
anlamına gelen Ra'd Sûresi takip eyleyecektir.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
yusuf - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.