Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Yunus Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
10-YUNUS:
Elif-Lâm-Ra, Allah bilir muradını! Görülüyor
ki, bu sûre dahi hece harfleri ile başlıyor. Demek ki, bunda da remzî
(sembolik) bir ifade var. Özünü akılların kavrayamayacağı ilâhî bir sır ve
mucize söz konusu oluyor. Bunun gibi sûre başlarındaki harfler hakkında Bakara
Sûresi'nin başında bilgi verilmişti. Burada da bununla ilgili olarak özellikle
rivayet olunmuş bulunan bazı görüşler vardır. Bunlar arasından birkaçı
şöyledir:
- Rab benim, Ben Rabb'im.
- Ben Allah'ım, görürüm,
- Ben Allah'ım Rahmân'ım,
anlamlarına remz olduğu söylenmiştir. 'dan
isminin meydana geldiği de hatırlatılmıştır. Bununla beraber bu harfleri işaret
olunan mânâlara bir remz ve terkip olmaktan ziyade, doğrudan doğruya anlamı
Allah'a havale olunması gereken müteşabihattan olması dolayısıyla sınırsız
ihtimaller içinde bu anlamları da hatırlatması şeklinde anlamak daha uygun
olur. Bu "hurûf-u mukatta'a'yı müteşabihattan saymayan tefsir âlimlerinin
açıklamalarına göre ise de olduğu gibi herşeyden önce sûrenin ismidir. İkinci
olarak elifba ve ebced (yani a, b, c, d) gibi herkesin bildiği hece harflerinin
hem tek tek, hem de bileşik durumlarını anlatan yeni bir isimdir ki, mânâlı
kelimelerin aslı bulunan bu hece harflerini böyle özel bir şekilde ihtar
ederek, bu basit, sınırlı ve belirsiz harflerden Allah'ın hikmetiyle sınırsız
bir şekilde anlamlı kelimeler ve cümleler yapılabildiğini ve insanların bu
sayede söyleyip anlamak gibi büyük bir nimete erdiğini ve bundan birçoklarının
gafil olduğunu, aslında bu durumun ilâhî kudrete gayet ince bir delil demek
olduğunu gözler önüne sermektir. İşte Kur'ân nazmının da o basit ve sınırlı
alfabe harflerinden meydana gelmiş olmakla beraber öbür kelâmlar gibi değil,
herkesin bildiği elifbayı yeni duydukları ve sırrına eremedikleri bu
"Elif-Lâm-Ra" gibi yepyeni bir şekilde ve benzeri görülmemiş bir
sanat ve estetik anlayışı ile ortaya koyan ve söz dizmede usta olan bütün
edebiyatçıları ve belağatçıları bir benzerini meydana getirmekten aciz bırakan
fevkalade sanatlı ve seçkin bir hikmetli kitap olması, onun Allah tarafından
indirilmiş bir mucize ve bir peygamberlik belgesi olduğuna delalet eden çok
açık bir delil teşkil ettiğini anlatır. Bütün inkârcılara tehaddi ile (hodri
meydan diyerek) meydan okur.
Ayrıca çok dikkate şayan bir şeydir ki,
"Elif-Lâm-Mim" hece harflerinde bütün harflere şamil olan boğaz, dil,
dudak, üç mahrecin üçünü de içine aldığı halde "Elif-Lâm-Ra" hece
harflerinde ise esas itibariyle boğaz ve dil mahreçleri ile yetinilmiştir.
Gerçi "elif" ve "lâm" isimlerinin telaffuzunda birer dudak
harfi olan "fe" ve "mîm" harflerine de işaret varsa da
yazılışta olduğu gibi "elif, lâm, mîm" deki şekliyle mevcut değildir.
"Elif" aksayı halk denilen gırtlağın en dip kısmından çıkar,
"lâm" ile "ra" ise ağız içinde dil ucundan çıkar.
(elif-lâm-mîm" denilince içerden başlayıp dudaktan dışarıya çıkan bir
heceler dizisi söz konusu olduğu halde, (elif-lâm-râ) denilince heceler henüz
ağız içinde ve dil ucunda çalkalanıp durmaktadır. Bu zevke göre, bütün
Kur'ân'ın bir ismi olabilirse de ancak bir sûre ismi olabilecek bir vahiy sırrı
demek olur. Bununla beraber bunun Kur'ân'ın bir ismi olduğu da söylenmiştir ki,
bu da o zaman henüz nüzulün tamam olmamış bulunması itibariyle dikkate
alınabilir.
Allah bilir.
Onlar, sana nazil olan ve akılları hayrette
bırakan o bediî harfler, yani bu sûre veya kâfirlerin şaşıp kaldıkları ve bir
türlü kabul etmek istemedikleri diğer sûreler, o hikmetli kitabın âyetleridir.
Hakîm: Hikmetli, hâkim, muhkem, mâbihil-hüküm
(kendisi ile hükmolunan), mahkûmun fîh (hükmü kesin olan) anlamlarına gelir ki,
Kur'ân hakkında herbiri ayrı açılardan doğrudur. Esasen hikmet sahibi ve hâkim
(hüküm veren) anlamlarına Hakîm, Allah Teâlâ'nın esmâ-i hüsnasından olmakla
Kur'ân'ın bu isimle adlandırılması, Allah'a olan nisbetini kuvvetle ifade etmek
için bir mecaz demek olur.
Âyet (âyetler)'in kitabın bütününe izafeti de
ya cüz'ün külle izafeti şeklinde olur ki, meşhur olan budur. Yani bu sûre,
ilâhî hikmetleri ve hükümleri içine almış olarak nazil olmakta bulunan o muhkem
kitabın, o Kur'ân-ı Azîmüşşan âyetlerinin bir kısmıdır. Veya delilin medlule
izafeti olmakla da mümkündür: Nitekim "Elif-Lâm-Râ" hece harflerine
işaret olduğuna göre asıl hikmetli kitap, mânâ ve hece harflerinden meydana
gelmiş olup, o mânâya delalet eden ilâhî nazım da onun âyetleri, yani delalet
eden delilleri demek olur.
Her iki takdirde de kitap hakîm olduğu gibi
ona izafetle âyetlerin dahi hakîm olduğu anlaşılır, ki, bu cihet Hûd Sûresi'nde
"Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri (önce) muhkem kılındı, sonra ayrıntılı
olarak açıklandı." (Hûd, 11/1) diye açıklanacaktır. Gerek Hûd Sûresi'nde,
gerek İbrahim Sûresi'nde diye buyurulmuş olması "âyâtü'l-kitab"
izafetinde gözlenen birinci vechi destekler görünmektedir. Hasılı Kur'ân, ilmî
ve amelî yönlerden ilâhî hikmetle dopdolu, Hakk'ın hükümlerini içermek
bakımından mümin ve kâfir herkes hakkında hakim ve öyle hakim ki, Kur'ân ne
diyorsa, herkesin başına gelecek olan hüküm olur. Beşer fiilleri ve eylemleri
hakkında adalet ve iyilik konularında hüküm vermeye esas ve ölçü edinilecek bir
ilâhî kanundur. Halka hidayet rehberi, itaatkârları sevap ve cennetle
müjdeleyen, isyankârları ikab ve cehennem ile inzar edip uyaran kesin hükümlü,
gerek nazmı, gerek mânâsı her türlü noksandan ârî kılınmış, beyan ve belâğatı
bedî' ve güçlü, tahriften korunmuş, özellikle "ümmü'l-kitab" olan
âyetleri, neshi kabil olmayacak şekilde ebediyyen muhkem hakikatleri ve ezeli
ahkamı dile getirir. Kur'ân bu özellikleriyle Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
en mükemmel şahidi ve bir benzerinin ortaya konması mümkün olmayan parlak
mucizesi olmak üzere, inzaline, itmamına ve ahkamının icrasına Allah Teâlâ'nın
kesin hükmü ve iradesiyle ilişkili olmak bakımından "mahkumûn fîh",
yani bu vecihlerden her biri ile teker teker ve bütünüyle topyekün hakim bir
kitaptır. İşte bu okuyacağınız sûresi de diğer okuduklarınız ve daha
okuyacaklarınız gibi o hakim kitabın bir kısım âyetleridir ki, bunlarda
kâfirleri şaşırtan ilâhî sırlardan ve hikmetlerden bir kısmını görüp
anlayacaksınız.
2- İnsanlar için bir acaiplik mi oldu? Yani,
insanlar için tuhaf bulunacak, şaşılacak, vukuuna inanılmayacak, garip kabul
edilecek bir şey mi oldu. Onlardan bir ere, melek değil, beşer cinsinden olan
bir erkeğe dünya malı ve mülküne yani fazla bir servete ve ihtişama sahip
olmayışı bakımından sıradan insanlardan biri sayılan ve fakat yüce faziletleri
ve kudsi hasletleri bakımından bütün insanlığın medar-ı iftiharı durumunda en
yüksek, en seçkin bir ferdi olan büyük bir erkeğe, insanları inzar et, uyar
diye vahyetmemiz, bütün insanların ahirette başlarına gelecek korkunç ahval ve
dehşeti haber ver, küfür ve isyanın akıbetinden korkut; iman edenlere de şunu
müjdele: Onların Rab'leri katında kendileri için muhakkak bir "kadem-i
sıdk" vardır.
Kadem: kelimesi "kıdem" benzeri
olarak bir işte önceliği bulunmak, yani bir hususta diğerlerini geçmiş olmak;
gerek hâl, gerek hayır, hasenat, bilgi, tecrübe, rütbe v.s. bakımından ilerde
olmak demektir. Bunun müennesi "kademe" demektir ki, bu da dilimizde
derece anlamına kullanılır. "Kadem" aynı zamanda "ayak"
anlamına gelir, yani ayağın topuktan aşağısı, daha doğrusu tabanı demektir. Bir
şeyin mukaddemine , yani yarışta en önde gelenine ve kahramanına da söylenir.
Filanın, filan hizmette kıdemi, veya kademi var demek, o işte önceliği ve
herkesten fazla hizmeti var demektir. "Filanın hayırda bir kademi
vardır" demek, diğerlerine önayak olmuş, cesaretle işin başını tutup ileri
götürmüş demek olur. "Kadem-i sıdk" deyimine de müfessirler, güzel
amel, hayır işlerinde başta olmak, levh-i mahfuzda liste başında gelmek,
birincilere takdir edilmiş olan bir mükafata ermek, yüksek bir rütbe ve makam
gibi mânâlara tefsir etmişlerdir. Fakat âyetin gelişinden (siyakından)
anlaşıldığı, ayrıca Hasen ve Katade'den rivayet olunduğu üzere burada muradın
peygamberimize mahsus şefaat olduğu açıktır.
Kadem-i sıdk: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in
Allah katındaki yakınlığı, şefaat makamı ve Kamer Sûresi'nde geleceği üzere
"Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarında (hoşnutluk
içinde)dırlar" (Kamer, 54/55) âyeti gereğince, müttakilerin cennetlerde
Allah Teâlâ'nın yüce katında tespit edilmiş olan "sıdk makamı"na
girmeleri için önlerine düşen ve onlara yol gösteren delilleri ve önderleri
olması cihetlerini ifade eden bir özel deyimdir. Yani, Allah Teâlâ'nın, bu
kitab-ı hakimi vahyettiği o erin, o zât-ı Muhammedi'nin Allah katında öyle
yüksek bir değeri, derecesi ve makamı, öylesine yüce bir sıdk u emaneti vardır
ki, Allah huzurunda müminler için sıdk ile şefaat edecek ve önlerine düşüp
cennetlere ve o Melîk-i Muktedir (güçlü melik) katındaki sıdk makamına vasıl
olmalarına kadar onlara önderlik yapacak rehberlik edecektir. Şu halde beşer
cinsinden bir ere Allah Teâlâ'nın böyle vahiy ve risalet vermesi, Allah katında
onlara önem verildiğini ve şeref bahşedildiğini gösterir, müminler için de
büyük bir beşareti ve müjdeyi içerir.
Şimdi böyle, bu inzar (korkutma) ve tebşir
(müjdeleme) esası üzerine gönderilmiş olan o hikmetli kitabın âyetlerini vahiy
yoluyla insanlar içinden dünya malı ve rütbesi bakımından gücü ve şöhreti
olmayan bir adama nübüvvet ve kitap verilmesi, Allah tarafından insanlara
peygamber olarak gönderilmesi nasıl olur da yakışıksız, garip ve acaip bir şey
sayılır? Ve nasıl olur da bu hakikat, bu ilâhî ihsan, insanlığın medar-ı
iftiharı olmaz?... Bu durum o insanlar için bir ucube mi oldu ki,
"Kâfirler dediler ki; hiç şüphesiz bu apaçık bir sihirbazdır." Nafî,
Ebu Amr, İbnü Amir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde okunur, o takdirde gelen
âyetler ve vahiy olayının kendisi kastedilerek "Bu hiç şüphesiz apaçık bir
sihirdir." anlamına gelir. Kâfirler, bu herhalde beliğ yani apaçık bir
sihirbazdır veya apaçık bir sihirdir, dediler. O inzarı ve tebşiri içeren
hikmetli kitaba hak vahyi demek istemediler. Bununla beraber fevkalade yüksek
olan icazı ve hikmeti karşısında büyülenmiş gibi hayrete kapılmaktan da
kurtulamadılar; Peygamber'e sihirbaz, üstelik mübin, usta, ileri derecede bir
sihirbaz dediler. Vahiy ve nübüvveti acaip ve garaip ile aldatıcı, göz boyayıcı
sihirbazlık, o hikmetli kitabı da bir sihir gibi göstermek istediler. Çünkü
beşerden birinin Allah'dan vahiy alıp peygamber olmasını acaip buluyorlar.
Özellikle beşer içinde Arabî, Kureyşî,
Mekkelilerden seçilip süzülmüş ihtişamsız bir zatın Allah tarafından
kendilerine peygamber olmasından hiç hoşlanmıyorlar, bâri bu Kur'ân iki
beldenin birinden azametli bir adama inseydi "Bu Kur'ân iki kentten, büyük
bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31) diyorlardı. Bu
âyetteki istifhamı, bir istifham-ı inkârîdir ki, onların hayretine hayret
ettirmek nüktesini ifade eder. Yani taaccüp ve inkâr edilecek, Allah'a
yakıştırılamıyacak bir şey mi var ortada? Allah'a yakıştıramadığınız şey,
Allah'ın beşer cinsinden bir erkeğe vahiy gönderip, onu insanlara peygamber
yapması mıdır? Şaşılacak şey bu değildir, asıl şaşılacak şey sizin buna sihir
demeniz ve inkâr etmenizdir. Daha doğrusu bütün insanlara inzar (korkutma) ve
tebşîr (müjde) yapacak peygamber melek cinsinden olsaydı, asıl o zaman şaşmak
gerekirdi. Nitekim bunu beyan etmek üzere "Eğer biz onu (peygamberi) bir
melek kılsaydık, yine onu bir adam şekline sokardık, onun peygamberliği
hakkında şüpheye düşecekleri yine şüpheye düşürürdük." (En'âm, 6/9)
buyurulmuştur. Yine bunun gibi, İsrâ Sûresi'nde "De ki; Eğer yeryüzünde
uslu uslu dolaşan melekler olsa idi, elbette onlara gökten peygamber olarak bir
melek gönderirdik." (İsrâ, 17/95) buyurulduğu üzere, melekten peygamber
meleklere veya melek hasletli kimselere yakışırdı. Zira peygamberliğin faydalı
olması için peygamber ile ona muhatap olanlar arasında tecanüsün bulunması
büyük önem taşımaktadır. Böyle ilâhî vahye mazhar olup, Allah katında yüce
risalet makamına ermiş olan bir zatın durumuna erememekle beraber onun hemcinsi
olarak yanında, yakınında bulunmak da büyük bir mazhariyettir, ona inananlar
için Allah katında öyle bir "kadem-i sıdk"a nail olmak gibi büyük bir
mutluluk, büyük bir bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığı hor görüp, yüksünüp
reddetmek ne kadar aptallık, ne büyük budalalıktır! Asıl esef edilecek, asıl
hayret edilecek hâl işte budur.
İnsanlara harfleri öğreten, isimleri ve
sözleri türetmeyi belleten, onlardan mânâ çıkarma, anlama ve anlatma nimetini
ihsan eden Rabbülâlemin'in bir kuluna o vahyi veremiyeceğini, o inzar ve
tebşiri yapamıyacağını, o sadık ve mütevazi kulunu dilediği gibi
yükseltemiyeceğini vehmetmek, bu Allah vergisi nimete dudak büküp "nasıl
olur?" diye taaccüp etmek, Hakk'ın hikmetine karşı gelmek, Allah'ın
Resulü'ne sihirbaz, âyetlerine sihrî demek, hasılı ilâhî saltanatı kontrol
altında tutmaya kalkışmak, irşadını, uyarısını iğfal sanmak ne kadar acaip bir
tutum, ne tehlikeli bir hareket ve cüret bilir misiniz?
Meâl-i Şerifi
3- Rabbiniz o Allah'dır ki, gökleri ve yeri
altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (onu hükmü altına aldı), işi
tedbir eyliyor. O'nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz
olan Allah budur. O'na ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?
4- Dönüşünüz hep O'nadır. Allah'ın vaadi
haktır. Herşeyi ilk baştan yaratan O'dur. Sonra iman edip salih amel
işleyenleri hak ettikleri ölçüde mükâfatlandırmak için geri döndürecek olan
yine O'dur. Kâfirlere de inkâr ettikleri için kaynar sudan bir içki ve acıklı
bir azap vardır.
5- O Allah'dır ki, senelerin sayısını ve
hesabını bilesiniz diye güneşi bir ışık, ayı da bir nur yaptı. Ve aya menziller
tayin etti. Allah bunu hak olarak yarattı. O, bilecek olan bir kavim için
âyetlerini ayrıntılı olarak açıklar.
6- Elbette gece ile gündüzün birbiri ardınca
değişip durmasında ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattıklarında sakınan bir
kavim için bir çok delil vardır.
3- Muhakkak ki, Rabbiniz, yani sizden bir eri,
sizi uyarsın ve müjdelesin diye vahiyle şereflendirip size peygamber olarak
göndermesine hayret edip şaştığınız ve hikmetli kitabına sihir dediğiniz, sizin
de malikiniz O Allah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Â'râf, 7/45
âyetinde bununla ilgili izahat verilmişti, oraya bkz.) Bu gökler ve yer yok
iken onları, aşağı yukarı kâinatın bütün bölümlerini (galaksilerini) öyle seri
bir dereceleme ile yarattıktan başka sonra da arş üzerine istiva eyledi. Bütün
bu kâinat (Cosmos) mülkünü hükmü altına aldı, yaratılmış ne varsa hepsi
üzerinde, yani bütün zerrelerin ve kürelerin, cisimlerin ve ruhların ve bütün
kuvvet ve enerjilerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde hüküm ve
saltanatını icraya başladı. Yani işi tedbir ediyor, arşından arzına varıncaya
kadar gerek cüz'î, gerek küllî, kâinatın bütün işlerini tedbir ediyor,
yönetiyor ve yönlendiriyor. Herşeyin melekûtunu elinde tutuyor.
Tedbir: Bir işin iyi bir sonuca ulaşması için
ardını ve akıbetini, önünü sonunu, bilerek, hesap ederek gözetmek, takdir ve
idare etmek demektir ki, burada murad, bütün işlerin birbirine bağlı olarak
gelişmesini ve en son akıbetini tayin eden Hakk'ın hükmü ve takdiridir.
O öyle yüce bir Rab'dır ki, O'na karşı hiçbir
şefaatçi yoktur. Onun işine karışacak, emrine ve tedbirine müdahale edebilecek
bir şeriki ve naziri, yani eşi ve benzeri olmak şöyle dursun, O'nun huzurunda
hiçbir kimse için kendiliğinden şefaat edebilecek hiçbir yardımcı bile yoktur.
Hiçbir zaman böyle bir yardımcı yoktur. Ancak O'nun izninden sonra. Yani O izin
verirse, O'ndan izin çıkarsa ancak o zaman bir şefaat eden bulunabilir. Nebe
Sûresi'nde de "O gün Rahman olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası tek
kelime bile söyleyemeyecek..." (Nebe', 78/38) buyurulduğu üzere, Allah
Teâlâ'nın hikmetine ve rahmetine bağlı olarak verilen izin üzerine konuşacak
olan şefaatçılar da doğru ve savaptan, yani gerçekten ve doğrudan başka bir şey
söyliyemiyecekler. Bu sıdk u sadakat ve istikamet sahibi olan ve şefaat etmekle
izinli kılınanlar da ancak şefaate lâyık olanlara şefaat edebileceklerdir ki,
bu liyakatın ilk şartı imandır. Onun huzurunda müminlere bir "kadem-i
sıdk" tebşiri ile, o inzar ve tebşir emriyle o erkeğe bu kitab-ı hakimin
vahyolunması bu izin ve sıdk ile ilgilidir. Yoksa kimin haddine düşmüş ki, O'na
yaklaşabilsin kimin haddine düşmüş ki, O'nun hükmüne boyun eğmesin.
İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. Eşi ve benzeri
olmayan böyle azametli bir zülcelaldir. İşte O'na ibadet ediniz. Yani, O'nun
birliğini, biricikliğini bilerek, O'nu gerçek mabud tanıyarak, kemal-i ta'zim
ile yalnızca O'na ibadet ediniz. Taştan, ağaçtan yapılmış şekil ve suretler
şöyle dursun, ne bir meleği, ne bir nebiyi O'na şerik koşmayınız, O'nun
indirdiği vahiy âyetlerine iman ediniz ve âyetlerinin ahkâmına uyunuz. Hâlâ
düşünüp aklınızı başınıza almaz mısınız? Bu hakikatleri bilip Rabbinizi bu
azamet ve kibriyasını hatırınıza getirip bir düşünmez misiniz? Aklınızı
başınıza toplayıp, bu azametli kudret karşısında haddinizi bilmez misiniz?
4- Nihayet hepinizin toptan dönüp varacağınız
merci O'dur, dönüşünüz O'nadır. "Andolsun ki, sizi ilk yarattığımızda
olduğu gibi yine teker teker bize gelirsiniz" (En'âm, 6/94) âyetinde
açıklandığı gibi, ölüm ile dönüş teker teker olduğu için, burada ihtar olunan
toptan dönüşten murad da öldükten sonra dirilmek şeklinde olan rücudur. Nitekim
bu mânâyı desteklemek açıklığa kavuşturmak ve ispat için buyuruluyor ki:
Hakk'a Allah vaadi böyledir. Gerçekten ve
kesin olarak Allah'ın vaadi böyledir. Muhakkak ki O, halkı bed' eder sonra onu
iade eyler. Yaratmayı ilk baştan neş'et-i ûla (Ruhun bedene girmesi) ile yapar,
sonra döner onu yeni baştan neş'et-i uhra (âhirette yeniden dirilme) ile
yaratır. İşte bu iade ve irca' şunun için yapar ki, İman edip salih amel
işleyenlere adaletle, yani zerre miktarı haksızlık yapılmamak kaydıyla ecir ve
mükafat versin. Kâfir olanlara ise bunlara da hamimden bir şarap yani kaynar
sudan bir içecek ve acıklı bir azap vardır. Bunları da böyle cezalandıracaktır.
Çünkü küfür ve inkârda direnmeleri sebebiyle bunu hak etmişlerdir.
5- O, O'dur ki, yani bu yeniden dönüşü
yaratacak ve cezayı verecek olan Allah, öyle bir yaratıcı, öyle bir düzenleyip
tedbir edicidir ki, Güneşi bir ziya yaptı, ayı da bir nur yaptı. Bu ifadelerden
ziya ile nurun farklı şeyler olduğu anlaşılıyor. Bunların ikisi de aslında
karanlığın karşıtı olan aydınlık olayını ifade ettikleri, bunun da çeşitli
şiddet derecelerine göre birtakım mertebeleri bulunduğu bilinen bir şeydir.
Bunların hepsine nur adı verilebilir. Fakat nur ziyadan daha geniş kapsamlı,
ziya da nurdan daha belirgin ve kuvvetlidir. Ziyada aşırı bir parlaklık, belli
bir parıldama, kuvvetli bir yayılma ve şiddet vardır. Göz kamaştıran ve
icabında acı veren birtakım özellik bulunmaktadır. Nurda da mutlak olarak
karanlığa karşılık olan bir revnak, yumuşak bir yayılma, sükun ve huzuru
andıran bir safa ve letafet söz konusudur. Bir tarife göre de nur, ziyanın
ışığı ve şuaıdır, karanlığı gideren şu'lesidir. Bu o demek olur ki, karanlığın
en yakın karşıtı nurdur. Ziyada nurdan başka birtakım özellikler daha vardır.
Mesela, ziyada ısı ve yakıcılık bulunabilir. Nitekim ziya ısı veren ve vermeyen
özelliklere ayrıştırılabilir. Fakat nur, sırf zulmet karşıtı olan ve ziyadan
birtakım tahliller yoluyla alınabilen bir mânâdır. Ayrıca denilmiştir ki, ziya
bizzat olana, nur araz yoluyla olana söylenilir. Şu halde burada ay nurunun
güneş dolayısıyla meydana geldiğine işaret vardır. İsra Sûresi'nde de gelecek
olan "Gecenin âyetini sildik, yerine gündüzün âyetini aydınlatıcı
yaptık." (İsra, 17/12) ilâhî beyanı ile bu konu daha çok açıklık kazanmış
olur. Bu suretle aya bir nur verilmiş olması ayın mahvı meselesini de hatıra
getireceğinden, burada güneşe tapanlara karşı güneşin de, ayın da sonradan
yaratılmış birer mahluk olduğu ve onlar üzerindeki kudret ve hakimiyetin de
Allah'a ait bulunduğu, böylece uluhiyet ve rububiyet hakkının yalnızca O'na
mahsus olduğu iyice anlatıldıktan başka, güneşin ziya yapılması bir neş'et-i
ûla, yani ilk baştan yaratma işini, ayın da nur yapılması neş'et-i uhra, yani
yeni baştan yaratma işini ve bir iade işlemini göstermiş oluyor ki, sözün akışı
gereği olarak, bu ilk yaratma ve yeni baştan yaratma kudreti aslında güneşin ve
ayın sürekli hareketlerinde her an gözlenip duran bir olaydır. Lâkin ayın
hallerinden ikinci yaratılış demek olan neş'et-i uhraya delalet, daha açık ve
daha ayrıntılı olarak gözlenip okunmaktadır. Gerçekten Allah Teâlâ, gündüz
âyeti olan güneşi ilk yaratılışında bizatihi ziya (ışık) kaynağı olarak
yaratmış ve henüz onu mahv ve tekvir etmediğinden, o ziya kaynağı istikrarını
bulmak üzere şimdi olduğu gibi dönüp durmaya devam etmektedir. Gece âyeti olan
ayı ise ilk yaratılışından çıkarıp söndürmüş, yani ilk şeklini mahvetmiş,
değiştirmiş ve ona ikinci bir yaratılış aşaması vererek ziyadan yansıyan bir
nur ihsan etmiştir. Yani, fiilinin güneşe taalluku bakımından inşa ve aya
taalluku bakımından tasyirdir.
Evet Allah odur ki, güneşi bir ziya yaptı, ayı
da bir nur. Ve ona, yani aya birtakım menziller takdir etti. Ay, menzilden
menzile seyreder ve her birinde nuru değişik tahavvülat ile belli bir miktar
arzeyler. Araplar ayın menzillerini yirmi sekiz menzil sayarlardı ki, her
birinde ay bir gece bulunur, bütün menzillerin sonunda da bir veya iki gece
gizlenir. Menzillerin isimleri de şöyledir: Eşşeratan, Elbütayn, Essüreyya,
Eddeberan, Elhak'a, Elham'a, Ezzira, Ennesre, Ettarf, Elcebhe, Ezzübre,
Essarfe, El'avva, Essimak, Elfakr, Ezzübana, El'iklil, Elkalb, Eşşevle,
Enneaim, Elbelde, Sa'düzzabih, Sa'dübüla', Sa'düssü'ûd, Sa'dül'ahbiye,
Elferu'ulmuahbar, Erreşa ki, bunun bir adı da Hut'tur.
Bunlar o burçlar, o menzillerdir ki, cahiliye
devri arapları envai müstamtarayı (sığınılacak yıldızları) bunlara nisbet
ederlerdi.
Hasılı Allah o ziyayı ve nuru yaptı ve o nura
menzil menzil değişik miktarlar tayin etti ki, senelerin sayısını ve hisabı
bilesiniz. Yani, o ziya ve nur "ihtilaf-ı mekadir" denilen
mikdarların değişmesi sayesinde, gök cisimlerinden ve yer cisimlerinden,
maddeden ve mekandan, başlangıç ve sonuç noktalarını idrak etmeye, anlamaya
yarayacak olan madde, mekân ve zaman fikrine, âdet ve hesap bilgisine geçip,
dinî ve dünyevî işleriniz için bilgi sahibi olasınız. Doğumdan ölüme, dünyadan
ahirete doğru ömürlerinizin akışını gösteren senelerin adedini, aylar, günler,
geceler v.s. sizi ilgilendiren ve ilgilenmeniz gereken vakitlerin hesabını
bilesiniz. Bunları bilesiniz ki, dünyada yaptıklarınızın hesabını Allah'a
vermek için kendinizi ve amellerinizi muhasebe edecek hesabı belleyesiniz. İşte
bu gibi sebeplerden dolayı Allah onu, başka şekilde değil, ancak hak ile,
hikmet ile yarattı. Yani, o ziya ve nur ve o miktarlar ve menziller ile
gördüğünüz o güneşi ve ayı batıl ve abes olarak yaratmadı. Bunlar aslı olmayan
birer hayal değildir. Yaratılmış da kendiliğinden oluşmuş şeyler, hele hele
yaratıcı kudret veya tapınılmaya layık birer tanrı filan değiller. Ayrıca
gelişigüzel ve tesadüf eseri olarak veya bir oyun olsun diye yaratılmış da
değiller. Allah bunları, hak ile, özünde gerçek birer mahluk olarak ve açık bir
hikmetle yarattı. Birtakım gerçeklerin dile gelmesinde işe yarasın diye
yarattı.
Hak kelimesi, mastar, sıfat ve isim olur. Ve
bundan dolayı değişik anlamlarda kullanılır. En genel olarak masdar mânâsı
"sübut ve tahakkuk-ı vücud" diye ifade olunur ise de bunun esas
anlamında bir mutabakat mânâsı vardır ki, herşeyden önce zihinde tasarlanan ile
gözle görünenin, başka bir deyişle enfüs (subje) ile afak(obje)ın ilim ile
malumun (bilgi ile bilinenin) birbirine uygunluğunu ifade eder.
Bundan dolayı bazen düşünceye, bazan da
görülen objeye söylenir. Düşüncenin gözleme uygunluğu bakımından kullanıldığı
zaman isabet ve doğruluk; söz, fikir, icra, karar, ahkam ve iradenin maksada
uygunluğu bakımından da adalet ve hikmet anlamına gelir ve o işin sıfatı olur.
Dış olaylar ve maddi konular için kullanıldığı zaman da tahakkuk (gerçekleşme)
ve vuku demek olur. Frenkler öncekine "verite", ikinciye
"realite" derler. Önceki sübjenin, ikinci objenin özelliğidir fakat
tek başına değil biri öbürüne uyum sağlamak şartıyla. İşte hakikat ile gerçeğin
aslı bu iki şıkkın birbirine uyumu ve bağdaşması demek olduğundan, hak özünde
ve şeklinde her bakımdan varoluş, "vücub-i vücud" diye tarif edilir
ki, bu da varlığı zorunlu olan demek olur. Vücub-i vücud ise ya bizatihi veya
ligayrihi olarak düşünülebilir. Bizatihi veya lizatihi vücub-i vücud, kendi öz
varlığının gereği olup hiçbir yönden başkasına muhtaç olmayan ve hiçbir noksanı
kabul etmeyen ezelî ve ebedî bütün kemal sıfatlarını kendinde toplayan Vâcib
Teâlâ'ya mahsustur ve "el-Hak" ism-i şerifi O'nun güzel
isimlerindendir. Hak Teâlâ enfüsün ve afakın ve bütün izafetlerin üstünde
onların uyum noktalarına ve vücub-i vücutlarına (zorunlu varoluşlarına)
hakimdir. Hak ile hakikatın bütün mertebeleri O'nundur, O'ndan dolayı ve O'nun
içindir. Yine bütün enfüs ile afakın birbirlerine uygunluğu, hakkiyyeti ve
tahakkuku, yani masivallah (Allah'ın dışındakiler) bütünüyle kendi zatlarından
dolayı ve kendileri için, kendi icapları ve kendi haklarıyla değil, ancak Hak
Teâlâ'nın icabı ile ve O'nun hakkı için var ve varolmuşlardır. Kendi
kendilerine var olmaları batıl olduğu halde, Allah'ın yaratmasıyla ve Allah
için olmaları açısından haktırlar. İşte bundan dolayı bunlar vacibü'l-vücud ligayrihidirler,
yani hak ligayrihidirler. Hak Teâlâ'nın tayin ettiği belli ecel ile ve belli
miktar ile izafi ve nisbi bir şekilde ve anlamda hak ismini alırlar. Her
birinin sınırı, vechi hak ile ilgili bir hakikatı, birbirlerine karşı bir
hukuku vardır. Nitekim "Biz gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak
ile ve belli bir ecele göre yarattık..." (Ahkâf, 46/3) âyeti de bunu dile
getirmektedir. Hak kelimesinin kullanılışındaki çeşitlilik "Hak
ligayrihi" mânâsının çeşitli yönlerine aittir. Ve bütün anlamlarında bunun
karşıtı "batıl"dır, ki; "imkânsız, yokluk, yok olmak, hata,
zulüm, abes ve boş" anlamlarına gelir. "Vacib lizatihi" mânâsına
olan "el-Hakk" isminin çoğulu yoktur. Diğer anlamlarda
"hak" kelimesinin çoğulu olarak "hakaik" kullanılır. Hak
kelimesi, bir de "vacibün leh", yani bir şeyin lehine, faydasına olan
vacip mânâsına gelir ki, bu da başlı başına bir ifade olmakla beraber önceki
esas mânânın bir ayrıntısı sayılır. el-Hakk ismi şerifi, bunun da mebde' ve
zamanıdır. Bu mânâsının çoğuluna da "hukuk" denilir ki, bunun da
karşılığı "vacibün aleyh" veya sadece "vacib",
"vecibe" ve kendi dil geleneğimizde "vazife",
"görev"dir. Bütün hak ve hukukun mercii olan "Hak Teâlâ",
vacib lizatihi olduğundan O'nun hukuku vardır: Uluhiyet ve Rububiyet (yani, Tanrılık
ve Rablık) O'nun hakkıdır. Fakat aleyhine herhangi bir vecibe ve vazife
tasavvur olunamaz. "Ne dilerse onu yapar."(Buruc, 85/16),
"Yaptığından sorumlu tutulmaz."(Enbiyâ, 21/23), "Allah'ın vaadi
haktır." ve "Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı." (En'âm, 6/12)
âyetleri gereğince kendinin kendisine görev kıldığı hususlar vardır. Ve ancak
bu anlamda, yani Allah'ın vaad ettiği hususlar açısından kulların Allah
üzerinde hakkı söz konusu edilebilir. Ve şeriat dilinde böyle varid olmuştur.
Bu âyetteki ifadesini İbnü Cerir gibi bazı müfessirler Allah Teâlâ'nın
isimlerinden olan ile tefsir etmişler ki, bu tefsire göre harf-i cerri
sebebiyye olmak gerekir. Birçok müfessir ise bunu, "Biz gökleri ve yeri ve
ikisi arasındaki her şeyi oyuncak olsun diye yaratmadık." (Duhan, 44/38),
"Ey Rabbimiz! Bunu sen boşuna yaratmadın..." (Âl-i İmran, 3/190)
âyetlerinin yardımıyla boş, abes, batıl, oyuncak olmamak şeklinde, ayrıca yüce
yaratıcının murad ve maksadına uygun bir çok faydaların gerçekleşmesi mânâsına
ilâhî ilmi ve iradeyi içine alan belağatli ve hikmetli olarak yaratmak şeklinde
tefsir etmişlerdir ki, bu tefsir şekline göre, buradaki hak liğayrihi
mânâsınadır ve "bâ" harfi de mülabese içindir.
O yüce Yaratıcı ilim ehli olan, bilen ve
anlayan bir kavme âyetlerini tafsil eder, ayrıntılı olarak bildirir. İlmi
olanlar ve bilme özelliğine sahip bulunanlardır ki, Hakk'ın hikmet ve ahkâmına
delalet eden tekvinî veya tenzilî âyetlerinin tafsilatına (ayrıntılarına) vakıf
olabilir ve onlardan faydalanabilir. İlimlerin gelişmesi ve dal budak salması
bu tafsilî bilgiler ile ilişkili olarak sonsuz şekilde gelişme gösterir.
Anlaşılıyor ki, bu tafsil ve terakkide cemiyetin ilim yönünden gelişmişliğinin
de önemi vardır. Burada özellikle ilim sıfatının zikredilmesi, hak konusunda az
yukarıda işaret ettiğimiz mutabakat (uygunluk) kaydına bir işarette
bulunmaktır. Hakkın ilmi vardır ve ancak ilmi olanlar hak ile ilgilenir.
6-7- Allah'ın ilim ehli olan kavme ayrıntılı
olarak açıklayacağı âyetler acaba ne gibi âyetlerdir?
Şurası kesindir ki, gece ile gündüzün ihtilaf
edişinde, yani gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde, sürekli değişip
durmalarında ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, yüksekde güneş
ve ay ve diğer yıldızlar, gök cisimleri ve bunlardaki ziya ve nur, miktar,
yörünge, hareket ve çekim konuları ve yer yüzü ve yer altındaki varlıkları ve
zenginlikleriyle dünyamızdaki bütün olup bitenlerde, hepsinin en küçük
zerresindeki özelliklere varıncaya kadar bütün varlık çeşitlerinde ittika
edecek (yani inceliklerini bilip zararlarından korunacak) bir kavim için nice
âyetler vardır. İnsan olanların bunları araştırmaları gerekir. Yalnızca gece
ile gündüzün ihtilaf ve ardarda gelişi bile beşer bilgisi açısından
bakıldığında, dünya hayatının özelliğini anlamağa başlangıç nedir, sonuç ne
olacaktır meselesini düşünmeye ahireti ve hesabı hatırlatıp sevabı ve cezayı
göz önünde bulundurmaya, hakka ve hukuka riayet etmeye ve Allah'ın azabından
korunmak için Allah'ın rızasını gözetmeye ve hak yolundan ayrılmamak hissini
vermeye kâfi gelir.
Meâl-i Şerifi
7- Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına
razı olup onunla tatmin bulanlar ve bizim âyetlerimizden gafil olanlar da
vardır muhakkak.
8- İşte bunların kendi elleriyle ettikleri
yüzünden varacakları yer cehennemdir.
9. Hiç şüphesiz iman edip salih ameller
işleyenleri, imanlarından dolayı Rableri hidayete erdirir. Naîm cennetlerinde
altlarından ırmaklar akar durur.
10. Onların oradaki duaları: "Allahım,
sen yücelerden yücesin"; sağlık dilekleri "selâm", dualarının
sonu da "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diye şükretmek
olacaktır.
Likamızı ümit etmeyenler, yani öldükten sonra
dirilip Allah huzuruna varmayı arzu etmeyenler veya Hakk'ın huzurunda hesap
vereceklerine ihtimal vermeyenler, bundan dolayı da "Bu da nerden çıktı,
öyle şey mi olurmuş?" diyerek bunu kabul edilemez görüp hesabtan ve
ikabtan korkmayan veyahut hüsn-i cemal arzusunu duymayıp Allah'ın cemalini görmek
ümit ve arzusunu taşımayanlar ve dünya hayatına, pek alçak ve pek yakın olan
hayata razı olup onunla mutmain olanlar, dünya nimetleri ve zevkleri ile
yetinip bununla kalbi sükunet bulanlar ve gelecekleri (istikballeri)
tehlikelerden arınmış gibi, dünyaya kanaat edip ilerisini düşünmeyenler ve
âyetlerimizden gafil bulunanlar, bir kısmına az önce işaret olunduğu üzere,
kâinat kitabının sahifelerinde ayrıntılı olarak açıklanmış veya o açıklamalara
dikkat çekilmek üzere indirilmiş olan, dünya hayatının alçaklığına, faniliğine
ve Allah'a kavuşmanın gerçekliğine ve önemine delalet etmekte anlamları ittifak
halinde olan, ilim ve ittika ile faydalanılması gereken ilâhî delilleri,
alâmetleri ve işaretleri asla göz önünde bulundurmayan, düşünmeyen ve tefekkür etmeyen
o aldırışsız gafiller
8- işte onlar, bu kötü vasıflarla vasıflanmış
olan o imansızlar yok mu işte onların son yatakları ateştir. Yani, o gönül
verip yetindikleri ve mutmain olup huzura erdikleri dünya hayatı ve zevkleri
böyle kendilerine kalacak değildir, cehenneme gideceklerdir: sebebi de kendi
kazandıkları şeylerdir. Dünyada o ümitsizlik, o dünyaperestlik, o gaflet
huylarını kesbetmiş olmaları ve gönül işlerinin en kötüsü bir çok mâsiyetlerin,
günah ve fenalıkların kaynağı olan bu kötü huyların kazanılmasını alışkanlık
edinmiş bulunmalarıdır. Bunlara karşılık:
9- İman edip salih ameller, imana yarışan
işler yapanları muhakkak Rab'leri kendilerini, imanları sebebiyle dosdoğru
muradlarına erdirecek. Naim cennetlerinde altlarından ırmaklar akacak, öyle bir
nimet ve saadet akışı ki,
10- oradaki davaları, bütün dua ve nidaları
sübhanekellahümme, yani Allah'ım sen ne yücesin, ne büyüksün diye dua etmek
olacak. Çünkü yok olma tehlikesinden ve gelecek endişesinden kurtulmuş, Hakk'ın
vaadine ermiş, rıdvana kavuşmuş, aynelyakin imanı geçmiş, hakkalyakin imana
ulaşmış, artık başka bir istek ve arzuları kalmamış bulunacağından, duaları hep
böyle, Allah'a, tesbih ve tenzih sunmaktan ibaret olacak ve orada tahiyyeleri,
Allah'dan ve meleklerden aldıkları iltifat ve birbirlerine sundukları sağlık ve
afiyet dilekleri, dil ucuyla söylenmiş, nezaket sözleri değil, selâm, hep selâm
ve kayıtsız şartsız selâmettir. Hoşa gitmeyen bütün çirkinliklerden mutlak ve
daimi bir selâmettir. Ve davalarının ahiri: dua ve niyazlarının sonu, hakikaten
elhamdü lillahi Rabbilalemin "hamd, âlemlerin Rabb'inedir" demekten
ibaret olacaktır. Her tesbihin, her duanın, her dileğin ve her türlü sevincin
sonunda onlar "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diyerek sözlerini
bitireceklerdir.
Bu ifade bilindiği gibi Fatiha Sûresi'nin
başıdır. (Daha geniş izahat için oraya bakınız). Nimeti verene bir özel saygı
ifadesi demek olan hamdin zevki, nimeti takdirden meydana gelen yüksek bir
sevinç ve sürur ifade ettiği ve bunu açıkça dile getirdiği ve bunun
mertebelerinin izahı Fatiha sûresinde geçmişti. Bundan dolayı burada nimetin ve
nimeti verenin kadrini takdir edip, hakkına saygı göstermek zevkinin,
Fatiha'dan anlaşıldığı üzere hidayet ve saadetin yalnızca başı değil, bütün
nimetlerin ve saadetlerin sonucu, en son kemal mertebesi ve nihai gayesi olduğu
ve bu suretle cennet nimetlerinin sonsuzluğu ve hakkın rızasının herşeyin
üstünde olduğu gösterilmektedir. Cennet ehli naim cennetleri içinde, beşerin
kalbine doğmamış olan ebedi nimetler ve lezzetlerle lezzet alır ve
nimetlenirken dünya hayatında birçoklarının yaptığı gibi nimete sahip olma
hırsıyla nimeti vereni unutmayacak veya alışkanlık ile nimeti hor görmeyecek,
"O mahiler ki, derya içredir deryayı bilmezler." cinsinden olmayacak,
nimetin kadrini hakkıyla bilecek, nimetleri vereni görecek, O'nun hakkını, şan
ve azametini bütün zevkiyle duyacak ve gerçek tatminin nimete ulaşmakta değil,
nimeti verene kavuşmakta olduğunu görecektir. Onun içn cennette hiçbir noksan
ve hiçbir ihtiyaç bulunmadığı ve ibadet için mükellefiyet dahi bulunmadığı
halde cennet ehli yine de en büyük lezzetin ve heyecanın Cenab-ı Kibriya'yı
tekrim ve tenzih etmekle duyulacağını görecek, Allah'a dua ve senadan
ayrılmayacak. Bütün dua ve davaları sadece Allah'ı tesbih ve tahmid olacak.
Yaptıkları her duada, Allah'dan ve meleklerden tahiyyat ve selâm alarak
bambaşka bir saadete erecekler şu halde dualarının hepsi mutlaka hamd ile sona
erecektir. Dünya hayatında bu zevk ve lezzetin bir benzeri namazdır. Bundan
gafil olan ve herhangi bir alay ve eğlence seyretmek için koşan çocuklar ve
cahiller, namazı bir külfet sayarak ancak bir teklif ve baskı altında kılarlar
ve başları dara düşmeden Allah'a dua ve ibadet etmezler.
Arifler ise bunu büyük bir zevk ve bir mirac
bilirler. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'i "Namaz benim gözümün
nurudur." ve "Namaz müminin miracıdır." buyurmuştur. Yine,
cennet ehlinin bu zevkine dünya hayatında iken erişmiş olmak için müslümanlar
tahiyyatları selam olduğundan, her dua ve ibadetin sonunda bir fatiha okurlar.
Çünkü insanlar dünyada elde ettikleri ve alışkanlık haline getirdikleri
yaşayışla ve ruh halleriyle ölecekler ve hangi halde öldülerse onunla dirilip
haşrolacaklar. Ve bundan dolayı bir günü, mutlaka bir gecenin takip etmesi
muhakkak ve sonucun da ölüm olduğu kesin olan bu dünyayla yetinip onunla tatmin
bulan, Allah'a kavuşmayacağını zannederek yaşayanlar, ölümden sonra elim bir
azab yeri olan cehenneme giderken, iman ehli ve şükür ehli olanlar selam ve
selamet tezahüratları arasında "Hamd, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a
mahsustur." diyerek cennete girecekler.
Şimdi, Allah'a kavuşmayı arzu veya ümit
etmemek, dünya hayatına razı ve mütmain olmak Hakk'ın âyetlerinden gafil olmak,
dolayısıyla seyyiatlarının sürüklediği şekilde işledikleri günah ve hatalarından
dolayı hak ettikleri azabı, bir iyiliği acele elde etmek istercesine acele
ederek: "Hani Allah öyle kadir ve kahhar da neden kâfirlere ve asilere
hemen azabını vermiyor, ne diye tehir ediyor? Şimdiden hesabımızı görse ya,
başımıza taş yağdırıverse ya!" mı diyorlar? Veya dünyada başlarına bir
sıkıntı geliverse sabredemeyip "Allah canımızı alsa" mı diyorlar?
Meâl-i Şerifi
11- Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk
istedikleri gibi, şerri de alelacele verseydi, onların hemen ecellerini
getiriverirdi. Fakat bize kavuşmayı ummayanları kendi hallerine bırakırız da
azgınlıkları içinde bocalayıp giderler.
12- İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, gerek
yan yatarken, gerek otururken, gerek dikilirken bize dua eder. Kendisinden
sıkıntısını gideriverdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için bize hiç
yalvarmamış gibi aldırmadan geçer gider. İşte o aşırı gidenlere yaptıkları
şeyler böyle güzel gelir.
11-12- O müsriflere, ki burada anlatılan fena
huylarla vasıflanmış olanlardır. Bunlar aslında hakkı tanımak ve güzel ameller
yapmak için kendilerine bahşedilmiş olan akıl, zeka ve iradeyi, dünya zevkleri
ve dünyanın geçici lezzetleri uğrunda kötüye kullanarak, hakkın âyetlerinden
gafil olarak, ebedi olan naim cennetlerini gelip geçici dünya hayatına feda
ederek ömürlerini boş yere harcadıkları için müşrik, zalim ve mücrimdirler.
Ey bu kitap ile o peygamberin kendilerine
gönderildiği bugünkü insanlar:
Meâl-i Şerifi
13- Andolsun ki, sizden önceki devirlerin bir
çok kavmini, peygamberleri kendilerine bir çok belge ile geldikleri halde
zulmettikleri ve imana gelmedikleri için helak ettik. İşte günahkârlar
topluluğunu biz böyle cezalandırırız.
14- Sonra onların ardından sizi yeryüzüne
halifeler yaptık ki, bakalım nasıl ameller işleyeceksiniz.
13-14- Ki, nasıl amel yapacaksınız bakalım,
görelim diye. Yani nice devirlerin helake uğratılmasından sonra, sizin onların
yerine istihlaf olunup geçirilmenizin ve dünyaya getirilmenizin hikmeti
eğlenmeniz değil, iradenizle ortaya koyduğunuz emek ve gayretleriniz,
faaliyetleriniz ve çalışmalarınızdır. "Hanginiz daha iyi işler yapıyor
diye sizi imtihan etmek içindir." (Mülk, 67/2) âyetinin de işaret ettiği
gibi, en güzel amellere çalışmanız sorumluluğunuzdur. Çalışmalarınızda
gözeteceğiniz en büyük maksat, ameli güzelleştirmenizdir. Çünkü sizin
amellerinizden zuhura gelecek güzellik Allah'ın nazarına sunulacak, O'nun
takdirini ve beğenisini kazandığında, O'nun emriyle size o güzel ameller
karşılığında "Naim cennetleri" verilecek ve size ebedî seadetler
sunulacak. İşte bundan dolayı iyilik yapan ve yaptığı iyiliği en güzel şekilde
yapmaya çalışan muhsinlere daha ileriki âyetlerde de görüleceği üzere "En
güzellere daha ziyadesiyle en güzel karşılık vardır." (Yunus, 10/26) vaadi
böylece yerine gelmiş olacak. Yoksa çirkin fiiller ve fenalıklar yaratılış
gayesinin dışında olan şeylerdir.
Halbuki ey Peygamber:
Meâl-i Şerifi
15- Böyle iken, âyetlerimiz, kesin birer belge
olarak kendilerine okunduğu zaman, o bizimle karşılaşmayı ummayanlar,
"Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir." dediler. De ki,
"Onu kendiliğimden değiştiremem, benim açımdan bu olacak bir şey değildir.
Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir
günün azabından korkarım."
16- De ki, "Eğer Allah dileseydi ben onu
size okumazdım. O da onu hiçbir şekilde size bildirmezdi. Bilirsiniz ki, ben
sizin içinizde bundan önce yıllarca bulundum. Siz hâlâ aklınızı başınıza
toplamayacak mısınız?"
17- Artık bir yalanı Allah'a iftira eden veya
O'nun âyetlerini inkar edenden daha zalim kim olabilir? Hiç şüphesiz o
mücrimler iflah olmayacaklar.
18- Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne
fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar bizim
Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar. De ki, "Siz Allah'a göklerde
ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah onların
ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.
19- İnsanlar, aslında bir tek ümmet idiler,
sonra ihtilafa düşüp ayrı ayrı oldular. Eğer Rabbinden bir karar çıkmamış olsa
idi, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında şimdiye kadar aralarında çoktan
hüküm verilmiş olurdu.
20- Bir de "Ona Rabbinden daha başka bir
âyet indirilse ya!" diyorlar. De ki: "Gaybı bilmek ancak Allah'a
mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekleyeceğim
şüphesiz."
21- İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra
kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz hakkında derhal bir
takım hilekârlıklara girişirler. De ki: "Allah'ın hilesi daha çabuktur.
Haberiniz olsun ki elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıp duruyorlar".
22- Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran
O'dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler, içindekilerle beraber hoş bir
esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli
bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar.
Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile
Allah'a yalvarır ve dindar olurlar: "Eğer bizi buradan kurtarırsan,
andolsun ki, şükredenlerden olacağız." derler.
23- Sonra Allah onları oradan kurtarır,
kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar
taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre
tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı
tek tek size haber vereceğiz.
15- Ayetlerimiz kendilerine birer belge olarak
okunduğu zaman. Burada dış görünüşüyle sözün gereği muhatap zamiri ile denilmek
gerekirken diyerek gıyaba geçilmiş olması, helâk edilen geçmiş devirlerin halkı
gibi imansızlık eden, yani yaptığı işlerin Allah katında makbule geçmesine önem
vermeyen ve karşılığını hesaba katmayan, yaratılış ve istihlaf (birini yerine
geçirme) gayesinin aksine hakkı inkâr edip, hakka karşı mücadeleye kalkışan
mücrimlerden yüz çevirmek ve bunları muhataplık şerefinden uzak tutmak içindir.
Bundan dolayıdır ki, bu şerefsiz mücrimlerin cinayetlerini tek tek sayıp dökmek
üzere Resulullah'a teveccüh buyurup ona tevcih-i kelâm eyleyen bir iltifat
nüktesidir. Tilavet fiilinin diye muzari sigasıyla gelmesi de tilavet
yenilendikçe onların geçmişteki cürümlerinin ve cevaplarının ara sıra da olsa,
mutlaka tekrarlanacağını akla getirir ki, o takdirde meâl şu demek olur:
Ey hak peygamber! Senin gönderildiğin insanlar
arasında genellikle muhatap tutulmaya layık olmayan, haktan hoşlanmayan öyle
kimseler vardır ki, Hakk'ın hükümlerini gösteren ve şirkin (Allah'a ortak
koşmanın) batıl olduğunu ortaya koyan âyetlerimiz, bütün yönleriyle birer kesin
belge olarak onlara okunduğu veya okunacağı zaman Bizimle karşı karşıya
geleceklerini ummayan, hakkın huzuruna çıkacak yüzleri bulunmayan, o kalpleri
ve amelleri, düşünceleri ve emelleri bozuk, hak ve hakikat düşmanları, bundan
başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir, dediler veya derler. Yani işimize
gelmiyen, hoşumuza gitmeyen, olmasına ihtimal bile vermek istemediğimiz yeniden
dirilişten, Allah huzurundaki hesaptan, cezadan, ikabtan bahseden, Allah'dan
başka tapındığımız putlarımızı zemm ve ibtal eden, gözümüzün ve gönlümüzün
tesellisi o kıymetli ve sanatlı putlarımızı ayıplayan, bizim de ayıp ve
kusurlarımızı yüzlerimize vuran ve bizi durmadan Allah'a yönelmeye çağıran,
doğruluktan dürüstlükten ayrılanları cehennem azabı ile tehdit edip duran, şu
dünya hayatı içinde yoğurulmuş süfli beşeriyetin haline ve mizacına uymayacak
temiz ve aynı zamanda faal ve mücahedeli yüksek ve nezih bir yaşayış isteyen bu
Kur'ân'ı bırak da bize okuyacak başka bir kitap, bizim huyumuza ve mizacımıza uygun
başka bir okuma kitabı getir veya bunu büsbütün bırakma da biraz değiştir,
tebdil ve tağyir et. Hoşlanmadığımız bazı âyetlerini olsun hoşumuza gidecek
şekilde değiştir. Bunda birtakım değişim tadilat ve tebdilat yap, başka bir
şekle koy. Belki o vakit halimize ve çağımıza uygun okuyabileceğimiz bir şey
olur gibisinden dedikodular yayarlar, bununla da sanki Kur'ân'ı Peygamber'in
kendisi yapıyormuş gibi bir ortam oluşturmak isterler ve acaba bu suretle
kandırıp bir kaç kelimesini tebdil ettirir de daha sonra bunu aleyhinde bir
delil olarak kullanabilir miyiz, diye düşünürler.
Sen de de ki: bana, onu kendi yanımdan
değiştirmek diye birşey yoktur, ben hiçbir şeye değil, bana ne vahyolunuyorsa
ben ancak ona uyarım. Yani, kesinlikle ve yalnızca vahye uyarım, onu hiç tebdil
ve tağyir etmeksizin bana vahyolunduğu şekliyle ona uyarım. Şayet bazı
âyetlerde birtakım nesih ve tebdil olursa, o da ancak vahiy ile olur, böyle
birşey olduğu zaman ona da yine olduğu gibi uyarım. Bunun dışında başka ihtimal
yoktur. Zira muhakkak ki, ben Rabbime isyan ettiğim takdirde büyük bir günün
azabından korkarım. Yani vahye uymamak veya onu çok az da olsa değiştirmek,
beni terbiye edip yetiştiren ve o vahyi göndererek bana peygamberlik vermek
suretiyle bana Rablığını gösteren, âyetlerini açıklayan, emrini bildiren ve
"Onun izni olmaksızın hiçbir yardım söz konusu olmayan " (Yunus,
10/3) o malik ve hakimin Allah'a isyan olur. Bunun cezası da gayet korkunç bir
günün pek korkunç olan azabıdır. Bunu bilen bir kimse nasıl olur da öyle bir isyana
cür'et eder?
16-Fakat bu senin kendi sözün, sırf kendi
kendine ileri sürdüğün iddiaların, diyecek olurlarsa, yalnızca bu haberle
kalmayıp, bunu yani Kur'ân'ın vahiy olduğunu akıl yoluyla da isbat etmek ve
gözler önüne sermek için ey Muhammed, de ki; eğer Allah dileseydi ben size
karşı bunu okumazdım bile ve Allah, size onunla ilgili hiçbir bilgi vermezdi.
Benim dilimle size onu bildirmezdi, hiç duyurmazdı, sizi ondan haberdar bile
etmezdi. Allah, benim bu Kur'ân'ı size okumamı ve size bunu bildirmemi
dilemeseydi, ne ben bunu böyle size okurdum, ne de benim dışımda başka bir
yolla sizi ondan haberdar ederdi. Siz böyle birşeyi asla duymazdınız. Fakat
Allah dilediği için böyle oluyor. Zira bundan önce bu kadar sene sizin aranızda
ömür sürdüm durdum. Yani Kur'ân vahyolunup, peygamberlik verilmeden önce
bütünüyle bir ömür denecek uzunca bir süre, yani kırk yıl kadar sizin içinizde,
sizinle birlikte yaşadım, içinizde bir ömür geçirdim, Ta çocukluğumdan beri
bütün ayrıntıları ile hayatımı nasıl geçirdiğimi bilirsiniz, ve pekâlâ
bilirsiniz ki, ben bütün o süre içinde birşey okuyor muydum? Kur'ân'ın gerek
icazkâr nazmına, gerek içindeki mânâ ve hakikatlere ait size birşey söylüyor
muydum? Nazım veya nesir olarak edebiyat ile hiç meşgul olduğum var mıydı? Size
şairlik, hatiplik, müelliflik taslıyor muydum? Okuma-yazma bilmeyen fakat şiir
ve inşa ile uğraşan cahiliyye şairleri kadar olsun şiirle uğraşıyor muydum? Bir
gün gelip âleme meydan okumak ve müsabakaya davet etmek için hazırlanıyor
muydum? Kimseye tahakküm etmek, didişmek, saldırmak gibi huylarımı hiç gördünüz
mü? Yalan söylemek şöyle dursun, hakkımda bir şüphe veya şaibe uyandıracak bir
davranışımı gördünüz mü? Hepinizce iffet, doğruluk, dürüstlük, sadakat ve
emanet sahibi olarak bilinen Muhammedü'l-emin ben değil miydim? Hiç aklınız yok
mu? Bir kerre akıl edip düşünmez misiniz? Yani bana ve Allah'ın âyetlerine
karşı şimdi söylediğiniz sözler, ettiğiniz tarizler, yaptığınız işler ve ileri
sürdüğünüz teklifler hep akılsızlık eseridir. Yoksa başka hiç bir delil, belge
ve kanıt olmadan, hiçbir habere gerek bulunmadan, yalnızca aklınızı başınıza
alsanız, benim bundan önce içinizde geçirdiğim o uzun süre boyunca hayatımı ve
ahlakımı bir düşünseniz hiç şüphesiz beni tasdik edersiniz. Allah şimdi de
önceki halimde kalmamı dileseydi, bana vahiy ve peygamberlik vermese idi benim
bunları size okumam ve Allah tarafından bildirmem ve ilan etmem ihtimali yoktu.
Ben kendi kendime ne böyle bütün belağat ve edebiyat sahiplerine meydan okuyan
bir kitap meydana getirebilirdim, ne de bütün insanlara karşı böyle bir inzar
ve tebşir görevinin, böyle hiç kimsenin tek başına yapamıyacağı ağır yükün
altına girebilirdim. Lâkin işitiyorsunuz ki, şimdi ben bunları size okuyorum ve
tebliğ ediyorum. Bundan da anlamanız gerekir ki, Allah Teâlâ öyle değil böyle
olmasını istedi: Bana eğitim ve öğretim ile elde edilemiyecek vahiy ve nübüvvet
ihsan etti ve bunları bildirdi. Bunlar size şahsen benim değil, Rabbimizin
bildirisi ve öğretisidir. Ve ben O'nun vahyine uymaktan başka birşey yapamam. Bütün
güçlerin ve sebeplerin üstünde işleri tedbir eden ve merci-i küll (herşeyin
mercii) olan "O'nun izni olmadan hiçbir yardımcının söz konusu
olmadığı" Allah Teâlâ'nın emir ve iradesine müdahele, O'nun âyetlerine
itiraz yine hakkın âyetlerinden biri olan akıl ile asla bağdaşabilir birşey
değildir. Siz nasıl oluyor da Allah'ın vahyini tebdil etmemi, onu değiştirip
başka bir şekle sokmamı teklif ediyorsunuz? Hiç Allah'dan korkmadan yalana ve
iftiraya cür'et ediyorsunuz?
17- İmdi bir yalanı Allah'a karşı iftira
edenden veya Allah'ın âyetlerine yalan diyenden daha zalim kim olabilir? Şurası
kesindir ki, mücrimler iflah olmazlar, felah bulmazlar. Mücrimler arasında
zalimler, zalimler arasında da en zalimler elbette hiç felah bulmazlar.
Yalan, özü bakımından bir cürüm, bir
haksızlıktır, iftira onun daha zalimce olanıdır, Allah'a karşı yalan ve iftira
ise en zalimce olanıdır. Allah'ın yarattığı ve indirdiği âyetleri veya
delilleri inkâr etmek veya onun asılsız olduğunu, yalan olduğunu söylemek,
iftiranın en zalimane yapılmış olanıdır ki, biri batıla hak demek zulmü, diğeri
hakka batıl demek zulmüdür. Peygamberlik taklidine kalkışmak, müşriklik etmek
birinci şıktan, Kur'ân'ı ve peygamberi inkâr etmek ise ikinci şıktan olan
zulümdür. Bunlara benzer daha başka zalimane işler bulunabilirse de bunlardan
daha zalimanesi bulunamaz. Batıla hak veya hakka batıl demek zulmünü irtikap
eden iftiracıların yapamayacağı kötülük ve zülum yoktur. Ve böylece zulmün
zirvesine varan müfteri mücrimlerin felah bulamıyacakları muhakkaktır. Bu kadar
büyük zulüm ve cürmü irtikap etmek akılsızlığı da Allah'a kavuşma ümidi
olmayanların özelliğidir. Ondan dolayı bunlar böyle derler ve Kur'ân'ın
değiştirilmesini isterler.
18- Ve Allah'ı bırakırlar da kendilerine ne
zarar, ne de fayda sağlayacak şeylere taparlar. Aciz şekil ve resimlerden,
fetişlerden ve putlardan medet umarlar, onlardan teselli beklerler. Ve bunlar
Allah katında bizim şefaatçilerimizdir derler. (En'âm Sûresi'nde İbrahim
Aleyhisselam ile ilgili kıssanın tefsirine bkz. (âyet: 74) Orada putperestliğin
doğuşu hakkında gerekli bilgiler verilmişti. Burada da denilmiştir ki:
1- Bunlar, her bir iklim için yüce ruhlardan
birer belli ruh vardır diye inanıyorlardı. Bundan dolayı onlar adına birer put
yapıp dikiyorlardı ve o puta tapmaktan maksatları o ruha tapmak ve onun
yardımını dilemek oluyordu.
2- Yıldızlara tapıyorlardı ve o yıldızlar
adına diktikleri putlara tapıyorlar ve esas maksatları da o putun temsil ettiği
yıldıza oluyordu.
3- Putlara ait bazı tılsımlar uyduruyorlardı
ve tılsımlarda bir takım esrarlı güçlerin bulunduğuna inanıyor ve hayal
ediyorlardı. O konudaki beklentileri için de onlara tapıyorlardı.
4- Büyük saydıkları kimselerin suretlerini
yapıyorlar ve bu timsallere saygı gösteriyor ve tapınıyorlardı. Böyle yapmakla
o yüce ruhların, azizlerin kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Allah
katında onlar makbul kimseler oldukları inancıyla onlardan şefaat umuyorlardı.
İşte bütün putperestlik felsefesi bu dört
şekil içinde özetlenebilir. Bununla beraber âyetin içeriği daha geniş
kapsamlıdır. Bütün şirkin ve putperestliğin kökü doğrudan doğruya Allah'la
karşı karşıya gelmeyi ümit edememek ve Hak Mabud'a karşı yalan ve hayalden
fayda ve teselli beklemektir.
Taif halkı el-Lât adındaki puta, Mekke ahâlisi
"Uzza, Menat, Hübel, İsaf, Nâile" adındaki putlara taparlardı. Hz.
Peygamber'in, kıyamet gününe iman konusundaki uyarılarına karşı Taifli mitoloji
şairi ve filozof Nadr b. Hâris'in "Kıyamet günü olduğu vakit el-Lât bana
şefaat eder." dediği rivayet olunmaktadır.
Ey hak peygamber! Sen onlara kestirme bir
cevap olarak, de ki, Allah'a onun göklerde ve yerde bilgisi dışında bir şey
bulunduğunu mu haber veriyorsunuz? Bütün gizlileri bilen Allah Teâlâ'nın
bilgisinin ulaşamadığını söylemek, vücud ve imkanın ortadan kalkması demek
olduğundan, bu ifadede "putlar Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir" sözünün gerçekte hiç aslı olmayan ve olmak ihtimali
bulunmayan bir yalan ile Allah'a karşı açık bir iftira olduğunu gayet acı bir
istihza ile onların yüzüne vurma vardır. Güyâ putlar Allah katında kendilerine
şefaat edecekmiş de bundan Allah'ın haberi yokmuş. Hâşa, süme hâşa! Allah
onların koştuğu şirkten münezzeh ve yücedir.
19- İnsanlar aslında bir tek ümmetten başka
bir şey değil idi. Yani ilk yaratılışta hepsi aynı hukuk ve aynı dine bağlı bir
tek türden ibaret idi. Bugünkü gibi birbirini insan yerine koymayan çeşitli
milletler ve cemaatlar yoktu. "Yeryüzünde yürüyen hiç bir hayvan ve iki
kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar."
(En'âm, 6/38) âyetinin de işaret ettiği gibi, hayvanların ve kuşların her türü
kendine mahsus bir yaratılış kanununa bağlı bir ümmet olduğu gibi, insanlar da
bir tek ümmet idi. (Bu âyetin Bakara Sûresi'nde geçen benzerinin tefsirine bkz.
2/213) Rivayet olunduğuna göre: Âdem Aleyhisselam devrinden Kabil ve Habil
(Maide 5/27-31) olayına kadar insanlar bir tek ümmet idi. İdris Aleyhisselam
zamanına kadar böyleydi diyenler de olmuştur. Nuh tufanında hiçbir kâfir
kalmadığından, tekrar küfrün yayılmasına kadar bir tek ümmet oldukları, ayrıca
bugün birbiriyle ihtilaf içinde bulunan birtakım kavimlerin İbrahim
Aleyhisselam zamanında bir tek ümmet halinde bulundukları da söz konusu
edilmiştir, ki böylece buradaki "belli insanlar"dan maksat Arap ve
İbrani gibi akraba kavimler demek olduğu, öbürlerinin de aslında onlar gibi
olduğu mukayese yoluyla anlatılmış olur. Nitekim tarihte dillerin çeşitliliği
(tebelbül-i elsine) olayı da bu anlamda kavimlerin akrabalığına benzer bir
hadisedir.
Daha sonra ihtilaf ettiler, ayrılıklara
düştüler. Bir kısmı tevhid i-nancını bıraktı, şirke geçti, sapıtmalar ve yoldan
çıkmalar başladı. Türlü türlü mabutlar peşine düşüp, birbirleriyle niza ve
vuruşmaya başladılar. Birbirlerine karşı hak hukuk tanımaz, her zulmü reva
görür çeşitli soylara, gruplara ve milletlere ayrıldılar. Öyle ki, başlangıçta
bir tek tür olan insan soyu, hayvan türlerinden daha fazla sayıda cinslere
bölündüler.
Rabbinden çıkmış bir karar olmasa idi. Yani
"Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı, hiç şüphesiz sizi kesinlikle gelecek
olan o günde bir araya toplayacak..." (En'âm, 6/12), "Her ümmet için
takdir edilmiş bir ecel vardır, işte o ecelleri geldiği vakit ne bir an ileri,
ne bir an geri gidebilirler." (A'raf, 8/34) buyurulduğu üzere, her şeyden
önce rahmeti gerektiren veya azaba müstahak olan her ümmete belli bir ecel
takdir edip, her şeyin kesin çözümünü sağlayacak olan hükmünü kıyamet gününe
tehir etmiş olmasa idi ve biraz önce geçen "Eğer Allah, insanlara, hayrı
çarçabuk istedikleri gibi, şerri de çarçabuk vermiş olsaydı, elbette onlara
hemen ecelleri gelip çatardı. Fakat Biz, Bize kavuşmayı ummayanları kendi
hallerine terk ederiz, onlar da bocalayıp dururlar." (Yunus, 10/11) gibi
daha önce alınmış ilâhî kararlar olmasa idi. Anlaşmazlığa düştükleri her konuda
derhal ilâhî karar aralarında hükmünü icra ederdi. Allah'ın hükmü derhal icra
edilirdi. Yani, haklıyla haksızı o anda ayıracak olan Allah'ın hükmü kesin şekilde
derhal uygulanırdı. Allah'ın birliğine karşı küfür ve şirk ile ihtilaf çıkarıp
esasen bir olan insanlığı dağınıklığa ve parçalanmaya düşürenlerin başlarına
hemen kıyamet koparılıp gerekli cezaları verilmiş, hepsinin canı anında
cehenneme tıkılmış olurdu. Fakat ilâhî "kelime" öyle karara geçmiştir
ki, Allah Teâlâ, insanlara kendilerinin acele ettikleri gibi belayı acele
vermez, hemen cezalandırıp helak edivermez, Allah'la karşılaşmak istemeyen
kâfirleri ecelleri gelinceye kadar, kendi taşkınlıkları içinde bir süre
bırakır, onlar da bunu ihmal zannederek kalp körlüğüyle taşkınlıktan
taşkınlığa, isyandan isyana yuvarlanır dururlar, durmadan azaplarını arttıracak
fenalıklar yaparlar.
Allah'ın birliğine karşı küfür ve şirk ile
zulüm ve tuğyandan dolayı çıkan ayrılıklar ve anlaşmazlıklar öylesine korkunç
boyutlardadır ki, bunun tabii sonucu ortaya çıkaracak tehlikeler düşünülürse,
yeryüzünde beşeriyetin bir anda tepetaklak yıkılıp gitmesine yeter bir sebep
teşkil ettiği anlaşılır. Gerçekten de "Eğer Allah, insanları, elleriyle
işledikleri (kötülükler) yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde
kımıldayan bir canlı bırakmazdı. Fakat onları belli bir vakte kadar tehir
etmiştir..." (Fatır 35/45) âyetinde de açıklandığı üzere, ilâhî kelimenin
böylesine belli bir mühlet ile ahirete ertelenmesinde bir taraftan ilâhî
rahmetin gazabına üstünlüğünü bildiren, öbür taraftan da gece ile gündüz, küfür
ile iman gibi aslında mizaçları birbiriyle bağdaşmayan çeşitli zıtlıkları,
ayrılıklarına rağmen düzene koyup idare eden ilâhî kudretin tabiat üstündeki
hakimiyetini gösteren bir âyet ve delil vardır. Öyle bir âyet ve bürhan ki,
anlayanlara bütün göklerin ve yerin ancak Hak sayesinde yaratılmış olduğunu,
O'nun rahmeti ve adaleti ile ayakta durduğunu gösterir. Artık zulüm ve
haksızlığın son derecesine varan o iftiracı veya inkârcı, batıl düşkünü
günahkârların felah bulmalarına imkân var mı?
20-Fakat Allah'a kavuşma ümidi ve hakkın
huzuruna çıkmaya yüzü olmayan ve akıllarını boş yere harcayıp putlardan şefaat
bekleyen o beyinsiz mücrimler, müttakilerin anlayacakları gizli âyetleri ve
incelikleri anlamak şöyle dursun, pek iyi bildikleri Hz. Muhammed'in hayatı ve
ahlâkı ile ortaya koyduğu o canlı mucizenin ne anlama geldiğini, neye
yaradığını, ona indirilen ve kendilerine en açık bir dille gerçekleri bildiren
Kur'ân'ın âyetlerini bile inkâr ederler de Allah'ın birliğine ve Rablığına,
O'nun peygamberinin hak ve gerçek peygamber olduğuna hiçbir delil indirilmemiş
gibi bir de derler ki, Rabbinden ona bir âyet indirilse ya! Böylesine inat ve
böylesine büyüklük kompleksi ile başka bir mucize daha ister dururlar. Madem ki
öyle diyorlar sen de de ki: Gayb ancak Allah'a mahsustur. Yani istediğiniz
başka âyet, başka mucize henüz gaybdır, onun olup olmayacağını bilemem.
Çünkü gaybı bilmek de onu zuhura getirmek de
Allah'a mahsus bir iştir. Gerçi yaratma açısından ele alınacak olursa
görünenlerin yaratılışı da Allah'a mahsustur ve görülen âyetler de yine
Allah'ın âyetleridir. Bu bakımdan her ikisi de Allah'ın âyeti olmakta eşit ise
de, görülen ve gayb olmayan âyetler kullar tarafından da bilinebilir. Fakat
gayb, kullar tarafından bilinemediği için yalnızca Allah'a mahsustur. Onu Allah
bildirmedikçe bilinemez. Bundan dolayı gözle görülen, mevcut olan âyetlerden ve
mucizelerden başka mucize gönderip göndermeyeceğini ancak Allah bilir. Bununla
beraber öyle bir şey olamaz da denilemez. Öyleyse bekleyiniz, onun inişini
gözleyiniz, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyeceğim. Yani sizin bu kadar
açık, seçik âyetleri inkâra cüret ederek, daha başka âyet ve mucize isteğinde
ısrar etmeniz karşısında bakalım Allah ne yönde iradesini tecelli ettirecek,
başınıza neler getirecek.
Bu müşriklere hem Kur'ân'dan başka mucizeler
de gösterilmiş olduğunu anlatmak, hem de bu azgınlıkları zaruret halinde değil,
nimet içinde ve bollukta yaptıklarını ve nankörlüklerini anlatmak ve gözler
önüne sermek için buyuruluyor ki:
21- Ve Biz, insanlara, o beyinsiz ve bayağı
kimselere bir rahmet (yani sıhhat ve bolluk gibi bir nimet) tattırdığımız
vakit, nasıl bilir misiniz? Kendilerine dokunmuş olan bir kıtlık ve yokluktan
sonra, bir sıkıntı, bir zarar ve zaruretten, bir darlıktan, bir sıkışık
durumdan sonra, yani onların çektikleri bir sıkıntıdan sonra onları rahata ve
refaha erdirdiğimiz, her hangi bir rahmet zevkini ve neşesini tattırdığımız
zaman derhal âyetlerimiz hakkında mutlaka bir oyunları olur. Yani Allah Teâlâ
onlara azabını tattırmadan ve acı yüzü göstermeden böyle yapsalardı belki bir
dereceye kadar bilgisizlik sebebiyle mazur görülebilirlerdi. Fakat öyle değil, insanların
Allah'ın sonsuz gücü ve kudreti karşısında nasıl aciz ve zavallı olduklarını
fiilen gösteren bir takım felaketler ve acılardan sonra, ilâhî rahmetten azıcık
birşey tadıverince, Allah'ın âyetlerinin hakkına riayet edecek, verilen nimete
şükredecek yerde, o acı günleri ve sıkıntıları hemen unutup, gerek tekvinî,
gerek tenzili (indirilmiş) olan ilâhî âyetleri gözardı ederler. Onların hakkına
riayet eylemek, onlardan ders ve ibret almak yerine, onlar ve onlarla
bildirilen hükümler aleyhine birtakım hilelere başvurmak ve entrikalar çevirmek
için yollar aramaya başlarlar. O sıkıntı şundan oldu, bundan oldu gibisinden
mazeretler aramaya kalkarlar veya bu içinde bulunduğumuz nimet bizim çabamız ve
dirayetimiz sayesinde elde edildi, derler. Allah ne diye bizim işimize
karışsın, böyle şey olur mu şeklinde ileri geri konuşmaya başlarlar. Allah'ın
âyetlerinde bildirilen irşatları dinlemeyip Allah'a oyun oynamaya kalkarlar.
Bu âyetin nüzul sebebinde, rivayet olunduğuna
göre: Allah Teâlâ Mekke halkını yedi sene kuraklık ve kıtlık ile sıkıntıya
uğratmış, nerdeyse helak olayazmışlar. Ebu Süfyan ve bir takım ileri gleneler
Hz. Peygmber'e gelmişler, "Bize dua et, eğer faydalı yağmurlar yağar
bolluk olursa, seni tasdik ederiz." demişlerdi. Bunun üzerine Resulullah
dua eylemiş, Allah Teâlâ da bol rahmet ihsan etmiş, güzel yağmurlar yağmış,
bolluk ve bereket meydana gelmiş, fakat onlar sözlerinde durmamış ve iman
etmemişler ve bu rahmeti putlara mal eylemişlerdi. Allah'ın âyetlerine kötü
sözler söylemeye ve Resulullah'a hile ve oyun etmeye devam etmişlerdi. Bu
konuda en çok ileri gidenler de servet sahibi olan zenginlerdi. Yani Kureyş'in
para babalarıydı. Şu halde âyetin inme sebebi bunlar olmakla beraber, esas
hedefinin, bolluk zamanlarında şımarıp ilâhî âyetlerin hakkını vermeyen ve
ahkâmını küçümseyen genellikle bütün nankör isyankârlar olduğunda şüphe yoktur.
Sen de ki, Allah mekir yönünden daha hızlıdır.
Ansızın belanızı veriverir. (Al-i İmran Sûresinde 3/54. âyetin tefsirine bkz.)
Yani sizin nimeti tadar tatmaz derhal geçmiş sıkıntıları unutup hile ve
daleverelere girişmeniz ne kadar hızlı olursa olsun, Allah'ın o hileye karşı
vereceği ceza, size göndereceği bela, sizin hilenizden ve oyunlarınızdan daha
hızlı olur. Siz Allah'ın âyetlerine karşı yaptığınız hilekârlıktan daha
maksadınıza ermeye vakit bulamadan belanızı bulmuş olursunuz. Belki de siz hile
yoluna girer girmez, niyet eder etmez, bir an için o rahmetin gazaba, o tatlı
nimetlerin acıya çevrildiğini görürsünüz. Hatta içinde bulunduğunuz nimetin
hakkınızda hayır mı şer mi olduğunu bile bilmezsiniz. Onun belki hakkınızda bir
nimet değil de sizi büyük bir azaba sürüklemek için bir istidraç olması
ihtimali de vardır.
Ey hilekâr insanlar! Bizim elçilerimiz, siz ne
hile yaparsanız yapınız hepsini yazarlar. Yani yaptıklarınız gizli kalmak şöyle
dursun, amellerinizin yazılmasıyla görevli bulunan meleklerinden de gizli
kalmaz. Ne yaparsanız hepsi kesinlikle kayda geçer ve yazılır. Şu halde şunu
unutmamanız gerekir ki, siz, Allah'ın hak ile gönderdiği âyetleri ve belgeleri
hafife alarak eğlenirken, başınıza bir başka âyet, Allah'ın kaza ve bela âyeti
gelir, bir anda ağzınızın tadı bozulur. İçinde bulunduğunuz nimet ve sıhhat
elinizden alınır, hiç tahammül edemeyeceğiniz pek acı sıkıntılara tebdil ve
tahvil olunur. İşte o zaman imana gelir, yalvarır yakarırsınız, amma çoktan iş
işten geçmiş olur.
22- O Allah odur ki, o aziz ve celil olan
Rab'dır ki, sizi karada ve denizde gezdirir. Size kâh karada, kâh denizde seyir
ve hareket edebilmek güç ve kabiliyetini veren ve önünüzdeki engelleri
kaldıran, yaya veya binekli olarak gezip dolaşmanıza izin veren, bunu sağlayan
O'dur. Sizi karada dağlardan taşlardan aşırarak denizlerde ise kaypak ve oynak
sular üzerinde akıtarak seyrettirir, dolaştırır. Allah sizin hayatınıza
ağaçlardan ve daha pek çok canlı türlerinden farklı bir özellik, bir
hareketlilik kazandırmıştır. Öyle ki, ta gemilerde bulunduğunuz, bu bir kavmin
sosyal hayatını, bir devletin hayatını da temsil eder ve onlar, o gemiler, hoş
bir rüzgarla, içindekilerle birlikte akıp gittikleri, burada yani
"sizlerle" yerine onlarla diyerek muhataptan gaibe bir iltifat
nüktesi yapılmıştır ki, her insan içinde bulunduğu hali iyi düşünüp
tartamayacağı cihetle, bunda hem muhataplara kendi hallerini soyutlayıp
karşıdan bakar gibi seyrettirmek ve düşündürmek, hem de bunların hallerini
başkalarına hatırlatıp seyrettirmek için gayet ince bir tasvir sanatı
bulunmaktadır, ve bu hal ile, bu hoş rüzgar ve esinti ile, bu tatlı gidişle tam
ferahlandıkları vakit bir de bakarsınız ki, onlara, o gemilere, bir fırtına
gelip çatmıştır. Ve içindekilere her yandan dalgalar gelmekte ve onlar artık bu
dalgalarla kendilerini kuşatılmış sanmakta, yani daha boğulmamışlar, fakat
bütün dünya kendilerine düşman kesilmiş ve düşmanlar her taraflarını kuşatmış,
kaçma kurtulma çareleri kalmamış, kurtuluş yolları kapanmış olduğu zannıyla
artık can korkusuyla kendilerini hakikaten mahvolmuş ve helak olmuş
zanneylemekte, işte o zaman kalplerinden şirk ve inkârı tamamen çıkarıp atmış
ve daha önce tapmış oldukları şeylerin hepsinden ilişkiyi kesmiş ve Allah'dan
başka ümit bekleyecek, sığınacak hiçbir mabud bulunmadığını anlamış.
"O'dur sizin hepinizin toptan merciiniz." gerçeğini zarurî olarak
tasdik ve teslim etmiş olduklarından dini, bütün bir ihlas ile Allah'a tahsis
ederek, ona şöyle dua etmektedirler: Ahdimiz olsun ki, ey Rabbimiz, bizi
bundan, bu tehlikeden kurtarırsan her hal ü kârda şükredenlerden olacağız.
Bunlar hep böyle olur ve olmaktadır. İnsan hayatı böyle gidiş ve değişim
içindedir. Önceki âyette gösterildiği gibi, bazan bir acıyı, bir sevinç izler,
bazan da bu âyette gösterildiği gibi, en ferahlı bir anda bütün ümitleri yıkan
bir acıklı durum birdenbire insanın omuzlarına çöker. Nimet ve bolluk zamanında
Allah'ı tanımak istemeyen ve İlâhî âyetleri anlamak ve uygulamak konusunda
türlü türlü hilelere sapan imansızlara Allah Teâlâ, bütün masivayı gözlerinden
ve gönüllerinden silen böyle tehlikeler ve belalar vererek onlara kendisini
duyurur ve yalvartır. Her ümidin yıkıldığı, her sebebin kesildiği böyle zamanlarda,
bütün sebeplerin üstünde ve ötesinde olan ilâhî varlık, en inkârcı kalplere
bile varlığını şirksiz ve şeriksiz olarak zorla duyurur, kabul ve tasdik
ettirip iman ettirir. İşte Allah'ı bilmeyenler, bundan bilmelidirler ki, Allah
budur. Bu seyri yapan, hoş esintileri estiren ve fırtınalar koparan, dalgalarla
kuşatan o aziz ve celil Allah'dır. Diğer âyetlere inanmayan ve böyle müşkül
durumda kalmadıkça hakkı teslim etmeyen münkirleri ve hilekârları imana
getirecek âyet ve mucize ancak böyle fiilî bir âyet demek olan tehlikeli olayın
cezalandırmasından başka bir şey olmaması gerekiyor. Ve işte, "keşke başka
bir âyet indirilse anlamına deyip duranlar, hep böyle bir sıkıntı âyeti demek
olan bela ve musibet ararlar.
23-Fakat söz konusu sıkıntı daimi ve ebedî olmayınca
bunun hükmü de sürekli olmaz. Çünkü o sıkıntıyı görünce öyle yürekten and
içerek yalvarırlar da sonra Allah, kendilerini o sıkıntıdan kurtarınca, helak
olma tehlikesini onlardan uzaklaştırınca o küstahlar yeryüzünde hemen
taşkınlığa başlar. Daima şükretmek üzere verdikleri sözlerinden cayar,
ahtlerini ve yeminlerini çiğner, yine haddi aşıp saldırganlık yapmaya, yine
küfre ve şirke, yine fitne ve fesada başlarlar. Ey bu halde bulunan bayağı ve
küstah kimseler Olsa olsa taşkınlığınız yalnızca kendi aleyhinize olur.
Saldırılarınızın zararı gerçekte saldırdıklarınıza değil, yine kendinizedir.
Çünkü o taşkınlıklarınızla olsa olsa şu geçici dünya çıkarını elde edersiniz,
yapacağınız bütün kazanç, elde edeceğiniz bütün kâr dünya malından ibaret olur
ki, bu aslında oyuncak sayılan bir faydalanmadır. Sonra da dönüşünüz Biz'e
olacaktır. Yani en sonunda ister istemez dönüp Biz'e geleceksiniz, huzurumuzda
toplanacaksınız. Biz de size, işte o zaman bütün yapageldiklerinizi haber
vereceğiz. Yani ne haltettiğinizi işte o zaman anlayacaksınız, amma iş işten
geçmiş bulunacak. Buradaki "haber vereceğiz" ifadesinin "Bakalam
nasıl ameller yapacaksınız." (Yunus 10/14) âyeti ile olan ilişkisini ve
benzerliğini uzun uzun izaha gerek yoktur.
Şimdi siz böyle ister istemez dönüp
varacağınız Allah'la karşılaşmaya, Onun sevgisine, âyetlerine ve
peygamberlerine önem vermiyerek, razı olduğunuz ve uğrunda türlü türlü
taşkınlıklar yaptığınız o dünya hayatının ne mal olduğunu bir düşünmez misiniz?
Meâl-i Şerifi
24- Dünya hayatının misali şöyledir: Gökten
indirdiğimiz su ile, insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine
karışmıştır. Nihayet yeryüzü süslerini takınıp süslendiği ve sahipleri
kendilerini ona gücü yeter sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona
emrimiz gelivermiştir, ansızın ona öyle bir tırpan atıvermişiz de sanki bir gün
önce orada hiçbir şenlik yokmuş gibi oluvermiştir. Düşünen bir kavim için
âyetlerimizi işte böyle açıklarız.
24-Halbuki
Meâl-i Şerifi
25-25- Allah, selamet yurduna çağırıyor ve
dilediğini de doğru yola hidayet ediyor.
Meâl-i Şerifi
26- İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzeli
ve daha fazlasıyla karşılık vardır. Yüzlerine ne kara bulaşır, ne de
aşağılanırlar. Cennet ehli işte bunlardır. Orada ebedî kalacaklardır.
27- Kötülük kazanmış olanlara gelince,
kötülüğün cezası, misli kadardır. Ve onları bir aşağılık ve eziklik kaplar.
Onlar için Allah'dan başka hiçbir kurtarıcı yoktur. Yüzleri karanlık gecelerden
bir parçaya bürünmüş gibidir. İşte onlar cehennem ehlidir. Orada ebedî
kalacaklardır.
26- Güzellik yapanlara, yani Allah Teâlâ'nın
beğenisine layık ve rızasına muvafık güzel ameller yapanlara, yaptığı işin
hakkını verenlere ki, nitekim Bakara Sûresi'nde "Hayır, kim işini güzel
yaparak özünü Allah'a teslim ederse onun mükafatı Rabb'inin yanındadır..."
(Bakara, 2/112) âyetinin tefsirinde de geçtiği üzere Resul-i Ekrem (s.a.v.),
ihsanın tarifinde "İhsan, Allah'ı görür gibi ibadet etmendir, her ne kadar
sen O'nu görmüyorsan da kesinkes O seni görmektedir." buyurmuştur. İşte
böyle güzel iş, vazife, ibadet, hasenat yapan muhsinler için daha güzeli, daha
fazlası vardır. Yaptıkları iyiliklerin daha güzeli olmak üzere bir misli ecir
ve sevap hazır olduktan başka Allah'ın lütuf ve kereminden bir de ziyade vardır
ki, muzaaf (katmerli) bir usulle on katından yediyüz katına ve daha fazlasına
doğru gittikçe artar durur.
Ziyade, mağfiret ve rıdvan, Hüsna cennet,
ziyade de Allah'a mülaki olmaktır, dahi denilmiştir.
Ve yüzlerine ne toz konar, ne de bir zillet.
Her bakımdan alınları ak, yüzleri parlak ve aydınlıktır. Yani, muradlarına
erdikten başka, can sıkacak, utandıracak, yüz kızartacak, haysiyet kıracak,
küçük düşürecek, her türlü leke ve kederden emin ve salim olurlar. Bir yüz
karası bütün iyilikleri lekeleyeceği ve zillet bulaşan nimetin kıymeti
kalmayacağı gibi bu iffet ve nezahet olmayınca, o hüsna ve ziyade, yerini ve
değerini bulmuş olmaz. Bunun için Naîm cennetlerine gireceklerin bütün duaları
sübhan olan Allah'ı tenzih etmekle selâm ve hamdde toplanıyordu. İşte bunlar,
yüzlerine toz ve leke bulaşmayacak olan, bu işlerini iyi yapan muhsinler,
yukarıda bahisleri geçen cennet ehlidirler ve orada ebedî kalacaklar.
27- Seyyiat kesbetmiş, kötülük yapmış ve günah
kazanmış olan, Allah'ın yaratışındaki gayenin dışına çıkıp şirk, küfür ve isyan
gibi kötülüklere çalışmış, kötü ameller, çirkin huylar kazanmış olanlara ise
her seyyienin, işlenmiş olan her bir kötülüğün cezası misli iledir. Yani
hasenatta olduğu gibi bir ziyadeleşme söz konusu değildir. İhsana daha
fazlasıyla ihsanda bulunulduğu halde, seyyiatta adaletle muamele esastır.
(En'âm Sûresi'nin sonlarında "Kim bir kötülük işlerse ancak misliyle ceza
görür." (En'âm, 6/160) buyurulmaktadır. O âyetin tefsirine bkz.). Ve
bunları bir zillet, bir aşağılık ve eziklik kaplar. Sadece yüzleri kızarmakla
kalmaz, her taraflarını kuşatan büyük bir zillet ve horluk içinde kalırlar.
Allah'dan hiçbir kurtarıcıları, koruyucuları yoktur. Allah'ın elinden onları
kurtaracak kimseleri yoktur. Allah'ın kahır ve gazabından kurtarıp koruyacak
hiçbir kudret tasavvur olunamadığı gibi, müminlerde söz konusu olduğu üzere,
Allah'ın izniyle bir takım şefaatçilerden yardım görmeleri söz konusu değildir.
Öyle zelil, öyle hor ve hakir bir durumdadırlar ki, kimse onların hakkında Allah'dan
bir kurtarış ricasında da bulunamaz. Sanki yüzleri bir karanlık gece parçasına
bürünmüş, çaresizlik ve ümitsizlik içinde, utanç ve rezaletten yüzleri
kapkaranlık kesilmiştir. İşte cehennem ehli olanlar bunlardır ve orada ebedî
kalacaklardır. İman etmemiş ve affa uğramamış olduklarından, kazandıkları
kötülükler kendileriyle beraber ebedîleşmiş ve kendileriyle birlikte cehenneme
kadar gitmiştir. Kendileri cehennemde ebedî kalırlar, cezaları da ebedî olarak
sürer gider.
Meâl-i Şerifi
28- O gün ki, hepsini mahşere toplayacağız,
sonra da o şirk koşanlara "Haydi yerlerinize! Siz de, ortak koştuklarınız
da!" diyeceğiz. Artık aralarını iyice açmışız. O ortak koştukları şeyler,
"Siz bize tapmıyordunuz ki." diyecekler.
29- "Şimdi sizinle bizim aramızda şahit olarak
Allah yeter. Sizin bize ibadet ettiğinizden bizim haberimiz yoktur"
(diyecekler).
30- İşte burada herkes geçmişte yaptığını
bulacak. Ve gerçek mevlaları olan Allah'a döndürülecekler. İftira edip
uydurdukları şeyler de kendilerinden büsbütün uzaklaşıp gidecek.
28- Ve unutmamalı o günü ki, bunları toptan
haşredeceğiz. Yani iyilik yapmış olanlarla kötülük yapmış olanların hepsini,
henüz hesaba çekmeden önce bir araya toplayıp hesap yerine yığacağız. Sonra o
müşriklere diyeceğiz ki, yerinize, yani siz ve şerikleriniz, haydi durun
yerinizde yahut oturun oturduğunuz yerde, yahut herkes alsın bakalım şimdi
yerini, davacı ve sanık herkes kendine ayrılan yerini alsın, siz ve
ortaklarınız, hepiniz, Allah katında bunlar bizim şefaatçilerimiz diye iddia
ettikleriniz, Allah'a ortak tuttuklarınız artık aralarını açmışızdır.
Aralarındaki vehme dayalı ilişkilerin hepsini kesip, tamamen birbirlerinden
ayrılmışlardır. Ve o şirk koştukları, o şefaat umdukları, teselli ve mükafat
bekledikleri o putlar, o şuursuz şekiller ve putlar, kendilerine tapan o
müşriklere şöyle diyecekler: Siz bize ibadet etmiyordunuz,
29- zira sizinle bizim aramızda şahit olarak
Allah yeter, gerçek budur ki, biz sizin ibadetinizden kesinlikle habersizdik.
Yani "herşeyi hakkiyle gören" Allah Teâlâ biliyor ki, sizin bize
ibadet ettiğinizden biz asla haberdar değildik. Şu halde siz taptıysanız bize
değil, kendi hevanıza, kendi batıl hayallerinize tapmışsınız, bize de iftira
etmişsiniz. Biz böyle bir şeyi asla kabul etmeyiz, reddederiz. Bütün sorumluluk
kendinize aittir.
30- İşte orada, o gün o korkunç yerde herkes,
her can, daha önce yaptığını bulacak, herkes kendi kendini sınayacak, iyi veya
kötü amel veya tembellik yapıp hiçbir şey yapmamak şeklinde her ne yaptıysa
gerçekten tadıp anlayacak. Ve o müşrikler, Allah'la karşılaşmayacaklarını sanan
ve ondan kaçan o iftiracılar, gerçek mevlaları olan, hakiki malikleri ve
sahipleri Allah'ın huzuruna reddolunacak, hepsi oraya iade edilmiş
bulunacaklar. Allah katında bizim şefaaçilerimiz diye iftira ettikleri o hayalî
tanrılar ve din adına uydurdukları bütün evham ve hayaller yanlarından yok olup
gitmiş, ortadan kaybolup gitmiş olacak ve onlar acı gerçekle başbaşa
kalacaklar.
Şimdi halleri hikâye olunan ve amellerinin
sonuçları ve akıbetleri beyan olunan o müşriklere tevhidin hak din olduğuna
delalet eden şu âyetleri ve belgeleri tebliğ için ey hak peygamber!
Meâl-i Şerifi
31- De ki, "size gökten ve yerden kim
rızık veriyor? O, kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi, diriden
ölüyü çıkaran kim? İşleri idare eden kim?" Hemen "Allah'dır"
diyecekler. De ki, "O halde Allah'a karşı gelmekten sakınmaz
mısınız?"
32- İşte o Allah sizin gerçek Rabbinizdir.
Gerçeğin dışında sapıklıktan başka ne vardır? O halde haktan nasıl
çevriliyorsunuz?
31- De ki, size gökten ve yerden kim rızık
veriyor? Hele o işitme ve görmeye malik olan kim? Onlara kim hakim bulunuyor?
Yani Allah'ın verdiği rızıklardan yararlanmaya en önemli iki araç olan işitme
ve görme duyularını, duyuların en şereflisi olan bu iki gücü, bu iki nimeti
size kim veriyor? Bunları yaratmaya ve düzenlemeye Allah'dan başka kimin gücü
yeter? Veya bunları kim idare ediyor Bunlar üzerinde kim tasarruf ediyor,
bunlara kim hükmediyor? Kendi içinizdeki bir olayda, dış dünyadaki bir olayı
tecelli ettirip de size sizin dışınızdaki gerçekleri idrak ettiren, Hakk'ın
parıltısını duyuran, âyetlerini işittiren, gösteren kim? Burada işitmenin
tekil, görmenin çoğul olarak gelmesi, görmenin işitmeden daha çok olduğuna
işaret için olsa gerektir. Görmenin ve işitmenin malik, melik ve hakim olmak
bakımından ifade ettiği farkları Fatiha Sûresi'nde gösterildi. Bunun hakkın
tasdiki açısından ifade ettiği anlam da Âl-i İmran Sûresi'nin "Allah,
kendisinden başka Tanrı olmadığına şahitlik etti." (3/18) âyetinde ve
En'âm Sûresi'nin "O, (Allah) gözleri görür."(6/103) âyetlerinde
geçen, dış dünyanın tanınması ve algılanması meseleleriyle ilgili olarak
anlatılmış idi. Doğru görmek ve doğru işitmek, hak ve hakikatı hissedip idrak
etmek işi "De ki, ruh benim Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 17/85)
âyetinin anlamı kapsamında olduğundan, bütün bu işlerin doğrudan doğruya ilâhî
bir emir olduğunu hatırlatan derin ve ince bir hakikate ışık tutar. Bunun
"Kul nafile ibadetler sayesinde bana o derece yakınlaşır ki, nihayet ben
O'nun görmesi, işitmesi ve duyması olurum." kudsi hadisinde de ifadesini
bulan "şuhûd billâh" meselesine bir işareti de içerdiğini kaydetmeden
geçemiyeceğiz.
Evet işitme ve görme harikası ve bediası kimin
milkidir: Ve o kimdir ki, ölüden diri çıkarıyor ve diriden ölü çıkarıyor? Dün
ortada yokken bugün bir canlı, bir ot, bir hayvan, bir insan meydana geliyor ve
birtakım cansız maddelerden çıkıp geliyor ve sonra yine ölüyor. Yapanı olmadan
bir olayın meydana gelmesi imkânsız olduğundan, bu hayat ve ölüm olayını yapan,
canlıları dirilten ve öldüren kim? Alınan gıda hayata dönüşüyor, gayr-i uzvi
(inorganik) maddeler uzvileşiyor, organik madde haline dönüşüyor: Nutfeden
canlı oluyor, kandan nutfe oluşuyor, sonradan da canlı maddeler canlılık
özelliğini kaybedip ölüyor ki, tabiat açısından bakıldığı zaman bunlar değişik
ve zıt karakterde maddelerdir, bunların birbirlerine dönüşmesi ve seleksiyon
denilen ayıklanmaya uğraması, aslında tabiatın temel ilkesi olan ayniyet ve
tekdüzelik olayına ters düşen oluşumlardır. Binaenaleyh genel anlamda tabiata
aykırı olaylardır. Şimdi bunları çıkaran, böyle hayat ve ölüm gibi tabiatleri
ve karakterleri, birbirine zıt iki hadiseyi birbirine dönüştürüp sebebi sonuç,
sonucu sebep yapan kim? Böyle tabiata aykırı oluşları birbirine dönüştürüp
duran tabiat üstü bir kudretin, tabiat üzerindeki etkisini ve tedbirini
anlamamak, bu kudreti görmezlikten gelmek ne mümkün? Ve emri tedbir eden kim?
Yani yalnızca âyette sözü edilen bir iki husus değil, bunlar gibi daha nice
olayların ve oluşların yönetimini kim elinde tutuyor? Yalnızca yaratma meselesi
değil, emir ve kumanda yoluyla cereyan etmekte olan kâinat nizamını, şu koca
âlemin düzenini yürüten, bunu evirip çeviren kim? Bunları anlayınca derhal
"Allah'dır" diyecekler. Bu soruların cevabı gayet açık ve anlaşılır
olduğundan, müşrikler bile bunları biraz düşününce, bütün bunları Allah yapıyor
demekte tereddüt göstermeyecekler. O halde, de ki; korkmuyor musunuz? Bu böyle
iken siz nasıl oluyor da O'nun kahrından korkmaz, ona karşı şirk ve isyandan,
emirlerine karşı gelmekten sakınmaz, başınıza gelecek felaketten kendinizi
korumaz, başkalarını bırakıp O'nun himayesine ve korunmasına girmezsiniz?
32- Duydunuz ya O, işte o kemal vasıflarının,
o kudretin, o işlerin, o yaratma ve yönetme işinin sahibi bulunandır. İşte
Allah, gerçek Rabbinizdir. Uluhiyet yalnızca kendisinin hakkı olan tek mabud,
hakikaten ve hakkıyla malikiniz ve amirinizdir. Haktan sonrası da artık
dalaletten başka nedir ki? Hak ile dalal arasında zaten başka bir vasıta
yoktur. Hakkı çiğneyen, zaten kendiliğinden dalalete düşmüş olur. Hak Teâlâ'dan
başka bir Rab, yoktur, batıldır ve müzmahildir. Tevhid akidesinden başka bütün
inançlar dalalettir. O halde nasıl yüz dönüp çekiliyorsunuz? Yani, haktan
dalalete, tevhidden şirke, saadetten şekavete nasıl çevriliyorsunuz? Dalalete
sürüklenmeye nasıl razı olabiliyorsunuz? Nereye çekip gittiğinizi bildiğiniz,
anladığınız var mı?
Meâl-i Şerifi
33. Hak dinden çıkmış fasıklara Rabbinin
kelimesi şöyle gerçekleşti: Onlar artık imana gelmezler.
33- İşte böyle, yani Allah'ın rablığı hak ve
gerçektir, hakkın dışında ne varsa hepsi batıldır. Onların da hak dinden çıkıp
dalalete yöneldikleri gerçekten kesinleşti. Hasılı bütün bu olup bitenler ve
açıklanan gerçekler baştan sona hak olduğu gibi, fıskı kesinlik kazanmış
olanlar üzerine, yani küfürde inatla direnmiş olanlar, küfürde zirveye ulaşmış,
yalnızca amelî anlamda fasık değil, fikrî ve itikadî anlamda da fasık olmuş,
mesela yukarıda sorulan sorulara cevap verirken "bunları yaratan Allah'tır
demiyecek kadar inkârda ileri gitmiş olanlar üzerine, Rabbın Hak Teâlâ'nın
kelimesi, yani şu kelâmı, şu hükmü hak olmuştur: muhakkak ki, onlar iman
etmezler. O fasıklar, haktan böylesine yüz çevirmiş, imandan böylesine mahrum
ve bütünüyle imansızlık seyyiatına ve sonucuna mahkumdurlar. Bunların çoğu,
fıskı ve dalaleti revacta tutan bir takım felsefi zanlarla, vacibu'l-vücud olan
Allah'ın varlığına ait delillere karşı dolambaçlı yollarda hile katmaya uğraşan
filozof taslakları ve inkârcılar olmaları dolayısıyla bu noktada bütün felsefi
nazariyeleri yıkacak şekilde Allah'ın birliğini ispat ve ikrar vardır. Bu ispat
ve ikrar için felsefi düşüncede, biri varlık meselesi, öbürü bilgi meselesi
olmak üzere bu iki meselenin temelini teşkil eden sebeplilik ve idrak-i hak
meselelerini ortaya atmak ve çözüme kavuşturmakla, özellikle bu iki meselenin
özünde yatan "vücud-ı Barî" ve "tevhid-i İlâhî" delillerini
gayet ince ve son derece kapsamlı ve özellikle filozofları en ziyade şaşırtan
cesed ve ruh, madde ve suret, zihin ve dış dünya, afak ve enfüs, subje ve obje
ikilemlerine dayanan indilik ve reybilik şüphelerini kökünden halledecek ve
kesip atacak şekilde açık ve kesin, aynı zamanda yüksek düşünceli hikmet ehlini
irşad edecek olan bir çok incelikleriyle beraber, esas meseleyi herkesin akıl
derecesine göre herkese açık bir görüşle sunacak şekilde sade, açık ve
anlaşılır iki âyetle aydınlatıp, şirk çeşitlerinin hepsini red ve iptal ederek
buyuruluyor ki:
1- Yaratılış ve varlık meselesi açısından
durum:
Meâl-i Şerifi
34- De ki: "Allah'a eş tuttuğunuz
ortaklarınızdan, önce yaratıp, sonra da onu çevirip yeniden diriltecek var
mı?" De ki, "Önce yaratıp, sonra da onu yeniden yaratacak olan
Allah'dır. O halde nasıl yoldan saptırılıyor, döndürülüyorsunuz?"
35- De ki, "Ortak koştuklarınızdan doğru
yolu gösterecek olan var mıdır?" Deki, "Allah, hak olan doğru yola
hidayet eder. O halde doğru yola hidayet eden mi kendisine uyulmaya daha
layıktır, yoksa kendisine yol gösterilmeyince onu bulamayan mı daha layıktır. O
halde ne oluyorsunuz? Nasıl hükmediyorsunuz?"
36- Onların birçoğu zandan başka bir şeye
uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah onların
ne yaptıklarını bilir.
34- De ki; ortak koştuklarınızdan ilk baştan
yaratacak, sonra da onu dönüp yani baştan yaratacak kimse var mı? Yani Tanrı
arayışında insanın yarar ve zararına hakim olan, ümit ve korkularında son
derece etkili bir merci aramakta ilk iş, varlığın ilk yaratılış sebebini
düşünmektir. Bunun delili de yaratılmış bulunan eserler ve onların sonradan
yaratılmış olmasıdır. Gerçek etki ve ilk sebep ancak ilk yaratılış ve ortaya
koyuş olayındadır. Yoksa tabiat olaylarının akışında kıyam, südur, tevlid, kesb
v.s. gibi sebeplerin hiçbirinde hakiki etki ve illiyet yoktur. Bunlar yoğu var
etmezler, birbirlerini etkiliyerek yeni oluşumlar ve varlıklar meydana
getirirler. Yaratmak ise yoğu var etmek demektir. Sadece itibari varlıkları,
nisbetleri ve izafetleri ortaya koymak değildir. Özellikle yaratılmış anlamına
gelen ve "halk" adı verilmeye en fazla layık olan gök cisimlerini ve
diğer varlıkları kendilerine mahsus miktar, kemmiyet ve özelliklerde ve
farklılıklarda takdir edip yaratmak demektir. (En'âm Sûresi'nin baş tarafına
bkz. Âyet, 1-2). Kendini bilen herkes, kendisinin bir zaman önce yok iken sonradan
yaratılmış olduğunu bilir. Ve böylece bu âlemde yaratılış olayının zincirleme
olarak sürüp gittiği de genellikle bilinmektedir. Daha önce yaratılmış bulunan
bir sebebe bağlı olarak meydana gelen bu ara yaratılış olayları, bir önceki
aşamanın yakın sebep ve amillerinin etkisiyle meydana gelmiş bulunduğundan,
bunlarda, ilk yaratılış olayında olduğu gibi, bir yoktan yaratılış şartlarının
varlığını kabul etmek, yaratılan varlığın doğuşunu ve oluşunu hazırlayan sebep
ve şartlardaki inceliği bütün ayrıntılarından soyutlayıp kavrayabilmek hayli
müşkül görülebilir. Bununla beraber halen devam eden yaratılış olaylarındaki
zincirin yalnızca bir halkasının, yani orta yerdeki bir halkanın yaratılışı,
varlık üzerinde hükümran olan yaratıcı gücü tanımaya ve nihâî ümid ve korkunun
ilgili olduğu istenen hedefe ulaştırılmasına yetmeyeceğinden, yaratılış
kavramını bütün açıklığı ile ortaya koyamaz. Bundan dolayı başlangıca ve
sonuca, mebde' ve meâda hükmeden yaratıcıyı daha iyi tanıma için genellikle en
açık ve en doğru yol, bütün yaratılmışlara varlık ve yokluğu bütün boyutlarını
açıktan açığa gösteren ilk yaratılışı, bir de nihaî sonucu tasavvur
ettirmektir. Herhangi bir şeyin, bir sınıf yaratılmışın, daha önce benzeri
olmayan ilk yaratılışını, ilk olayın, ilk modelin, ilk maddenin başlangıcını
göz önünde bulundurmak, yaratılışın bütün niteliğini ve özünü anlatacağı ve
yaratıcı gücün, eşyanın tabiatı üstünde hükümran bir ilk varlık olduğunu
göstereceği gibi, varlık alanına çıkarılmış ve yaratılmış olan bir şeyin sonradan
yok oluverdiğini görmek ve mülahaza etmek de tabiat safsatasından kurtulmaya,
tabiat ilimlerini konu ve meselelerini tabiatın kendisinden değil, yaratılışın,
daha doğrusu yaratanın âyetlerinden birer âyet olarak telakki etmeye kâfi
gelecektir. Bundan dolayı Allah'ı tanımak söz konusu olduğunda ilk ortaya
konulacak soru şudur: Ey imansızlar, ey Allah'a kavuşma ümidi olmayan, ey
yaratılmışlara yaratan rütbesi vermek isteyen müşrikler! Sizin Allah'a karşı
kendilerinde bir etki, bir güç; fayda ve zararınızda O'na karşı bir hakimiyet
vehim ve hayal edip de taptığınız, birer gerçek ilâh gibi ümitler bağladığınız
ve yaratılmış olmak bakımından sizin benzerleriniz olan, yani sizin gibi birer
mahluk olan, ayrıca sebepler ve amiller silsilesi içinde akıl ve idrakten de
yoksun olduklarından dolayı, akıl sahipleri üzerinde hakimiyet ve tasarrufa
güçleri yetmediği bütün çıplaklığı ile ortada olan putlar ve benzeri şekil ve
suretler şöyle dursun, akıl sahibi olanlardan bile bir yaratma olayını ta
başlangıcından yapacak, sonra da onu yok edip tekrar yeni baştan yaratmak
suretiyle aynen iade edecek bir kişi veya bir cemaat var mıdır? Yani, yoktur ve
olması da mümkün değildir. Bir yaratılmışın daha önce başka bir yaratık olmadan
kendiliğinden birşey yapmasına imkân olmadığı şüphesizdir. Falan yaratık, ilk
baştan yaratabilir demek bir çelişkidir. O mahluk, akl-ı evvel de farz edilse
fiilinde kendisinin eseri olmayan bir başlangıca muhtaçtır. En azından
kendisinin bir yaratılmış olarak mevcut olması gerekir. Mahlukat yalnızca sebepler
ve varoluş silsilesi göz önünde tutularak ele alındığı zaman, içlerinde bu
yaratılış silsilesini kesip yaratılışa ilk sebep ve ilk illet olan hakim bir
kudreti bulmak muhaldir. Çünkü hangisi ilk yaratılış olayına başlangıç diye öne
sürülecek olursa, aynı anda görülecektir ki, o şey sonradan yaratılmış olan
tali bir varlıktır. Halbuki yaratılış olayı başlamış ve sürekli olarak devam
edip durmaktadır. Bundan dolayı çelişkiyi içeren o teselsül nazariyesine hikmet
ehli (felsefeciler) teselsül-i muhal" (mümkün olmayan teselsül) demişler
ve onun batıl olduğunu kabul etmişlerdir. Mümkinat adı verilen bütün mümkün
varlıkların teselsülü, bütünüyle yine mümkün olacağı, mümkünün var olabilmesi
için kendi dışında bir sebebe ihtiyaç göstereceğinden dolayı, ilk yaratılışın,
sebebinin yaratılmışlara dayandırılması muhal ve imkânsızdır. Bunun
Vacibü'l-vücuda isnadının zaruri olduğunu bütün yönleriyle ortaya konulmuştur.
Velhasıl bir yaratığın, ilk yaratılan varlık da olsa onun ilk yaratan güç veya
yaratılışta ilk sebep olması mümkün değildir. Çünkü bir şeyin hem yaratılan,
hem de yaratan olması açık bir çelişkidir. Bu gerçek en küçük bir hatırlatma
ile hemen anlaşılabilecek kadar açıktır. Mahlukun varlığı açıkça ortada,
yaratanın ise yarattığı şeyin içinde olamayacağı da açık olduğundan, motoru
yapanı, yaptığı motorun içinde aramak boşuna olduğu gibi, mahlukatı yaratanı,
yaratılmış mahlukat ve tabiat varlıkları içinde aramak da doğru değildir.
Yaratılmışlar arasında akılsız varlıklar şöyle dursun, akıl sahibi varlıkların
bile yoktan yaratması hiç mümkün mü? Sonra yaratılmış olan bir varlık helak
olup gittiği zaman onu yeni baştan yaratabilecek bir mahluk var mıdır? Bunun
cevabı "hayır, mümkün değil"dir. Selb-i küllî (kökünden inkâr) demek
olan bu suali ortaya atılmakla şirkin temelsizliği, mesnetsizliği pekiştirilmiş
olmaktadır. Bundan maksat da cidal olmayıp sadece irşad ve bürhan olduğundan o
fasık müşriklerin buna karşı ne diyeceklerine bakmadan, Resulüne şöyle
buyuruyor: De ki; Allah, ilk baştan yaratır. Daha önce bir yaratma olmadan,
hiçbir mahlukun aracılığına ve yardımına muhtaç olmadan yaratılışı ta ilk
başlangıç noktasından yapar, ilk olarak yaratır. Allah vacibul-vücud ve
lizatihi hakk olduğundan, yaratması ve işi, kadim olan zat ve sıfatından başka
hiçbir şart ve sebebe ihtiyaç göstermez. O, herşeyden daha önce olan bir kadim
ve evveldir. Ve herşey ondan sonradır. Yaratmaya ancak O başlayabilir. Olmayanı
ancak O meydana getirir. Yaratma işini bütün yönleriyle ve ilkeleriyle O ortaya
koyabilir. Basit bir dumandan toz, tozdan taş ve toprak, taştan da bina yapar
gibi ölüden diri, cemadat denilen katı maddelerden birtakım canlılar yaratır.
Katı maddeden, başka bir katı madde, insandan başka bir insan üretmek gibi,
diriden diri çıkarmakla kalmaz. hiçbir canlı hücrecik yokken sudan hayat
yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi, ilk hayvanı, ilk insanı ortaya
çıkarmak gibi, herbiri tabiat ilke ve olayları açısından bile imkânsız görülen
ve tabiat kanunlarını altüst eden yepyeni bir yaratılış şekliyle yaratır. Her
biri, tabiat üstü bir etkiyi gerektiren ilkleri yaratır. Tabiat varlıklarına
kendilerine mahsus özellikleri veren ve ilkeleri düzenleyen de O olduğundan,
ölüden diri çıkarmakla da kalmaz, bütün varlığın ta ilk madde ve suretine, ilk
miktar ve faaliyetine varıncaya kadar bütünüyle ilkbaştan yaratmaya başlar.
Öyle ki, varlık, gerçekte yegane yaratıcısı olan Hak Teâlâ'nın zatından ve
sıfatından başka hiçbir şarta ve sebebe bağlı olmaz. Varlık yoktan değil,
yokluk özelliğine sahip herhangi bir mümkinattan değil, bizatihi ve lizatihi
var olan ve yokluk özelliği asla bulunmayan Allah Teâlâ'dan gelir, O'nun
yaratmasıyla başlar. Allah, yaratmayı işte böyle baştan ve başlı başına yapar.
Sonra onu geri iade eder. Yaratılışı bir yerden, bir noktadan başlatır ve bir
sonuca ulaştırır. Bu ilk âlemde yarattığını bir nihayete ve akıbete erdirir,
verdiği yaratılış akışını kesip helâk eder, kendinden başlattığı yaratılışı
alıp kendine irca eder ve sonra yeni baştan yaratmayla başka bir varoluş
âleminde onu yeniden diriltip iade eder. Allah, işte böyle yaratılışın
başlangıcına da sonuna da hakimdir. Biri olumsuz, öbürü olumlu olan bu iki ilke
sonuç olarak şu gerçeği ortaya koyar: "Hiçbir ilâh yok, ancak Allah
var". Yaratılmışlar zincirinin durumu karşısında Allah'ın durumu böyle
iken, Şimdi siz nereden ifke (iftiraya) düşürülüyorsunuz, nasıl oluyor da
yoldan saptırılıyorsunuz!.. Yani, şu peşine düştüğünüz şirk ve fısk ile nasıl
bir çıkmaza, ne acaip bir batağa saplanıyorsunuz, bunun farkında mısınız? Bütün
başlangıcına ve sonucuna hükmeden bir yüce yaratıcı olan Allah'ı saymamak,
mahluka tapmak ne kadar çıkmaz bir sapıklık, ne kadar acaip bir bilgisizlik ve
düşüncesizliktir, bir bilseniz... Siz artık eninde sonunda Allah'tan nasıl
kurtulursunuz? İşte varlık ve yaratılış açısından mesele bundan ibarettir.
35- 2- Bilgi ve marifet açısından mesele
şudur:
Ya Muhammed! De ki; sizin ortaklarınızdan hiç
hakka hidayet edecek, yol gösterecek kimse var mı? Yani insanın hayrını,
şerrini; faydasına ve zararına olan hususları ayırdedip tespit eden, işlerini
nasıl düzenlemesi gerektiğini kendisine bildiren; hatalardan ve sapıklıklardan,
yanlış düşüncelerden kurtararak, hakka ve doğruya yönlendirmek gibi en önemli
ihtiyacını insana bildiren düşüncesinde ve işlerinde hakkın emrinin ne noktada
olduğunu arayıp bulmasına yardım eden kimse var mıdır? Tanrı'lığın ilk ve en
aşağı derecesiyle ilgili işlerden biri de herşeyden önce hakka ve doğruya irşad
etmek, hak ile batılı ayırmak, neyin hak, neyin batıl olduğunu bildirmektir.
Bunun için Tanrı arayışında ilk iş olan sebep araştırması ve yaratan ile
yaratılanın durumunun gözönünde bulundurulmasıdır. Bu konuda dahi ilk hedef ve
maksat hakka hidayet ve doğruya isabet meselesidir. O halde bir düşünülsün, Hak
Teâlâ'dan başka tapınılan şeyler içinde, putlar gibi idraksiz ve şuursuz
cisimler şöyle dursun "kim" denilebilecek cinsten akıllı varlıklar
arasında bile kendiliğinden enfüs ile afakı birbirine uyumlu hale getirecek,
hakka doğrudan doğruya hidayet edecek, herhangi bir kimseye, karşısında bulunan
veya bulunacak olan bir vakıaya, ayniyle mevcut olan bir varlığa doğru teşhis
koyduracak, "ben" ile "benlik dışı", ruh ile cisim, düşünce
ile dışdünya, subje ile obje, bilen ile bilinen, akıl ile makul arasındaki
bağlantıları, ilişki ve bütünlüğü, ilim ve isabeti kurup gerçekleştirecek,
"bu böyledir" veya "değildir" diye doğru hüküm verdirecek,
başka bir deyişle dış dünyadaki olayları vicdanda, vicdandaki olayları vicdan
ve enfüs dışında tecelli ettirip de birbirinden ayrı özelliklere sahip olan bu iki
ayrı âlemin üstünde birliğe hakim olabilecek kim vardır? Tabii ki, hiç!...
Gerek enfüs, gerek afak yaratılmışın hepsi hak tarafından, hakkiyle ve hak
olarak yaratılmış, her biri bir başka yönden hakka mazhar kılınmış olmakla
beraber, hiçbiri hakkın zatı ve kendisi olmadığından, kendi zatında zatın
kemalini haiz değildir, eksiktir. Bunlarda; hakkın vecihleri çeşitli, bilgi ve
tanıma sonradan olma (hadis) ve izafi, düşünen subje objeden ayrı, Hakk'ın
hakikatının bilinmesi akıl ve idrakin üstünde, akıllar çaresiz, fikirler değişik;
objelerin çoğu nefs-i natıkadan, şuur ve idrakten âri, nüfus-ı natıka kendi
mahiyetini ve mukadderatını bile anlayıp kavramaktan aciz; hakkın hükmü ise
duygu ve düşüncenin ötesindeki bir tecelli, bir kıvılcımıdır. Binaenaleyh,
Allah'dan başka herkesin ve herşeyin kendi kendine hakka hidayet edebileceğini
sanmak bir çelişkidir. Akıllar bilginin, mantığın ve hakkın hükmünün yapıcısı
ve yaratıcısı değildir, sadece anlayıcısı ve kabul edicisidir. Felsefe tarihine
biraz aşina olanlar bilirler ki, felsefe ekollerinin en esaslı farkı, bilgi
meselesinin bu noktasında başlar. Birbirine tıpatıp çakışması mümkün olmayan
zihin olgusu ile dış varlıkların, yani subje ile objenin karşılıklı olarak
aralarında nasıl olup da bir uyum meydana geliyor ve bu iki ayrı olgunun
birliğinden birleşmesinden bilgi ve doğru hüküm doğuyor? Bu nasıl oluyor da
mümkün oluyor? Nefis denilen içsel benlik, kendi dışına uzanıp da nasıl
afakileşiyor? Ve nasıl oluyor da dış dünyadaki bir gerçeği keşf ve idrak edip
ona sarılıyor? Akıl ve ilim oluyor? "Ben" denilen özü gözardı ederek
şu şöyledir demek çelişki değil midir? Benim bende olan akıl ve bilgimin, bende
olmayan bir bilinene uyum sağlayıp onunla bütünleşmesi ile ikinin birliği nasıl
ve ne hakla iddia olunabilir? "Ben" ve "ben dışı" aynı şeydir,
ya da "ben dışı" da "ben"dir demek çelişkiden başka nedir?
O halde "ben" denilen nefsin, kendi özüne ve şekline, kendi izlenim
ve eğilimlerine, dış dünyada gerçeklik değeri verip kendinden geçmesi, olayın
gerçek delilini bulmak imkânı olmayan indî ve zoraki bir hükümden ibaret olmaz
mı? Son devir Alman filozoflarından Kant'ın da bahsettiği gibi, tabii bir bakış
açısından ele alındığı zaman bu sual her zaman için geçerlidir. Ve bu noktadan
filozoflar başlıca üç kısma ayrılmışlardır:
Bir kısmı bu suâli, çözümü olmayan bir sual
kabul ederek, işi gerçek diye birşeyin bulunmadığına ve onun bilinemezliğine
hükmetme noktasına kadar götürmüşlerdir ki, bunlar Sofistler ve başka bir
tabirle Husbuiyyedirler. Kimi "yok" inadında ısrarlı olan İnadiyye,
kimi ilim ve fenne gerçekte hiçbir kıymet vermeyip, bütün bilgileri indî ve
enfüsi bir hadise, bir spekülasyon sayan İndiyye, kimi de tamamen bilinmezliğe
inanan Lâedriye'dir. Bunlar İngiliz filozofu David Hiyum'dan itibaren son
çağlardaki felsefe akımlarında da görülmeye başlamışlar, bilgi meselesinde
şüpheciliği yeniden gündeme getirmişlerdir: "Septik" yani, reybiyye
ve şüpheci ünvanını almışlardır. Fakat sualin önemiyle beraber bunlardan her
hangi birinin iddiası kabul edilmek gerekirse, aynı zamanda en azından bir tek
hakikat bilinmiş, mesela hiçbir şeyin bilinemiyeceği kesinlik kazanmış olurdu.
Herşeyde şüphenin kendisinin bir gerçek ve hakikat olduğu anlaşılmış ve kabul
edilmiş olacağından bunların hepsi, gerekçe diye öne sürdükleri çelişki
silahıyla kendi kendilerini de nakz ve iptal etmişler, mutlak olarak genelde
bir hakikatın ve bilginin varlığını ispata sebep olmuşlardır.
Bundan dolayı diğer bir kısım filozoflar galat
ve hata ne kadar çok olursa olsun, bazı hallerde insan düşüncesinin gerçeğe ve
doğruya yönelmesi ve ulaşması söz konusu olduğundan, bunun nasıl mümkün
olabildiğinin açıklanamamasından dolayı mutlak olarak gerçeği inkâra kalkışmak
başlıbaşına haksızlıktan ibaret bir sapıklık ve nankörlük olur. Gerçeğin
çeşitli yönlerden tecellisine ve ilimle fennin bunca keşiflerine ve
gelişmelerine rağmen, bilginin değerini inkâr etmek ve hakikatı bilmenin
imkânsızlığını iddia etmek safsatadır, diyerek söz konusu sualin halli için
çaba göstermişlerdir. Bunlar da ikaniyye ve ihtibariyye diye iki kısma ayrılmışlardır.
(Bu felsefi mezhepler hakkında ayrıntılı bilgi için "Mezahip ve
Metalib" adındaki terceme eserimize bakınız). Fakat bunların çoğu, vahdeti
bulmak, çelişkilerden kurtulmak için Hakk'ın zatını; enfüs ile afakın, ezhan
ile a'yanın, ruh ile maddenin, şekil ile suretin, velhasıl bütün tabiat
varlıklarının üstünde ele alacak yerde tabiat sevdasından vazgeçmeyerek, ya
enfüse veya afaka irca etmeye çalıştıklarından dolayı çelişkiden çıkamamış,
ifrat veya tefritten kurtulamamışlardır. Kimi maddeyi surete irca ederek
"ben dışı"nı "ben"de yok etmek ve Hakk'ın kaynağını nefis
yapmak isteyip, "enelhak" davasına kadar varmış, kimi de sureti
maddeye, enfüsü afaka irca ederek "ben"i "bendışı"nda yok
ederek, gerçeğin ve bilginin kaynağını, ilimsiz temellerde aramaya kadar
gitmişlerdir. Böylelikle bilenle bilinenin birliğini sağladık zannetmişlerdir
ki, önceki görüş genellikle ikaniyye'nin, ikincisi de Maddeci
Tedribiyye'nindir. Hakkı yalnızca nefse irca ile "ben"i hakkın zatı
saymanın, hasılı İndiyyeci'lik şirkine düşmekle ya nefislerin (kişilerin)
sayısı kadar ilâh farzetmeye veya manevi anlamda "idealist
panteizm"e, yani her iki halde de nefse tapmaya götürür. Başka bir deyişle
aklı tanrılaştırmaya ve akıl sahiplerini tanrısız bırakmaya müncer olur. Akıl,
duygudaki aydınlık gibi, düşünceyi dışarıya, benliği benlik dışına bağlayan bir
bağ halinde olup tamamen şahsi de olmadığından, ikani ekoldeki filozoflar, bunu
hakkın hükmünün faili ve ilmin kaynağı saymak saplantısına düşmüşler: Nefsin
afakileşmesini akıl yoluyla izah etmek için düşüncelerinin temelini akıl ile
makul, nefs ile nefs ötesinin akılda birleşmesi görüşü üzerine kurmuşlar. Bilgi
ile bilinenin ayrı ayrı şeyler olduğunu kabul etmekle beraber, özü açısından
birleşik olduğunu ve binaenaleyh insan aklının mutlak anlamda ve tam olarak
ikan-ı külliye, yani Hakk'ın zatını idrak etmeye yetkili bulunduğunu zannedecek
derecede ifrata varmışlarsa da aklın her hükmünde hakikate ve doğruya isabetle
karar veremeyip hatalara düştüğü de sözkonusudur. Ayrıca, mantıkın yaratıcısı
da akıl olmayıp, bilakis hükümde hakikate ve doğruya isabetle karar verebilmek
ve bilimsel keşifler yapabilmek için aklın, mantık v.s. gibi bir takım kural ve
ilkelere, bilimselliğin gerektirdiği diğer şartlara uymak, hatta onlara zorunlu
olarak bağlı kalmak durumunda olduğu ve faaliyetlerinde ilkeye bağlılık
ihtiyacından büsbütün müstağni kalmadığı düşünülünce, akli yakînlerin esasını
teşkil eden bedihi ilkelerle ilgili hükümlerinde bile aklın mucit ve fail
durumunda olmayıp, Hak tarafından verilen bir bilgi aracı olduğu, yani bilgiyi
algılayan ve kabullenen bir kabul edici olduğu, bilinen tabiri ile Hakk'ın
hitabını anlamak için bir alet ve araçtan ibaret bulunduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim akılların asırlarca yanına bile yanaşamadığı bir hakikatın, olay
niteliğindeki şehadetiyle derhal anlaşılıp doğrulanabildiği münakaşa
götürmeyecek şekilde sabit olmuştur. Bundan dolayı Tedrip ve tecrübeciler,
insan bilgisinin kaynağını, hakikate ve doğruya ulaşmanın temelini soyut
akıldan ziyade benlik dışından gelen denemelerde aramak gerektiğinde ısrar
eylemektedir.
Gerçekten de bilgi ve aklî hüküm, dış
gerçeklerden ve olgulardan haberdar değilse, onlarla ilişkili bulunmuyorsa,
içgözlemlerin ve bedahetlerin bile doğruluğu tasdik olunamaz, ilim ve yakîn Hak
tarafından nereye verilmişse orada bulunur. Verilmeyen yerde bulunmaz. Sırf
aklî çabalarla hakikate ulaşmak mümkün olmaz. Bu suretle yukardaki sual, yani
hakikate ulaşmanın ve hidayete ermenin yolu ile ilgili olan sual, hakkiyle
cevaplandırılmış, daha doğrusu böyle bir suale artık gerek kalmamış olur. Ve
hak hükmünü veren tecrübî bilgi, gelişigüzel izlenimler gibi tek taraflı bir
takım basit etkilemelerden ibaret olmayıp, mesele en az üçboyut üzerine dayalı
olduğundan, kişinin kendinde yansıyan bir olgunun karşısındaki bir gerçeğe
yansımasıyla vicdanındaki tecrübeye erişmesi, mesela, en basit bir misalle, şu
bir güldür deyip koklamak istediğinde isabet edebilmesi, aynı zamanda o konuda
hatanın da mümkün olması, yalnızca ve bütünüyle benliğin yapısına irca edilmesi
halinde çelişkiden başka bir sonuç elde edilmez. Kişisel düşünce, iç gözlem
kişinin ruhsal özellikleri olarak kabul edilsin. Ancak dış olay ve olguların
olduğu gibi ve bütünüyle dış dünyadan edinilen algıların da kişiliğin özüne
irca edilmesi katıksız bir çelişki ve tam bir indiyyecilik olur. Bunun için
Tedribiyye filozoflarından bir kısmı, İkanilerin afakı enfüse ircalarına
karşılık, enfüsü afaka, ruhu cisme, sureti maddeye irca etmeye kalkışmışlar,
ruhsal olayları fizik olgularda, ilim ve marifetin kaynağını ilimsiz ilkelerde,
Hakk'ın zatını maddede arama sevdasına düşmüşlerdir ki, bu da akıl sahipleri
üzerinde şuursuz maddeyi ilâhlaştırmak, puta tapmak demektir. Madde ve
cisimlerin birliği ve bütünlüğü (panteist fizik) üzerinde dolaşan mezhepler de
bu cinstendir. Meseleyi ruhun cisme, cismin ruha, maddenin enerjiye, enerjinin
maddeye dönüşmesi şeklinde açıklamaya kalkışmak da daha üstün bir yaratıcının
etkisine ve dönüştürmesine dayandırılmadıkça sebepsiz ve anlamsız bir olayı
düşünmüş olmak çelişkisinden başka birşey olmadığı gibi bilgi ile varlığın
birbirinden farklılığı ve birşey bilinmekle onun varlığında bir değişiklik
olmasının gerekmediği gerçeği açısından da durum kesinlikle tutarsız bir
görüştür.
Velhasıl hangi açıdan ele alınırsa alınsın
ilim ve marifet ve hakikatın elde edilmesi açısından, yani mesele bütünüyle bir
bilgi meselesi olarak ele alındığı takdirde dahi enfüs ve afaktan hiçbirinin
sırf kendi özellikleriyle açıklanamaz bir mesele olduğu ve konunun birinden
biri üzerine dayandırılmasının mümkün olmadığı, hangisine istinad ettirilirse
ettirilsin çelişkiden kurtulamayacağı müşkül bir mesele olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ortak özellikleri yaratılmışlık olan varlıklardan hiçbirinin,
kendi kendine kimseyi hakka hidayet etmesi ihtimali yoktur. Gerçi enfüste ve
afakta Hakk'ın varlığına delalet eden âyetler ve düşünenler için belgeler,
melekler ve peygamberler ve bunlar aracılığıyla hidayet büsbütün yok değildir,
fakat bunların hiç biri "Herşeye şahid olan" Allah tarafından hidayet
almadıkça kendi kendine ne hidayet edebilir, ne de hidayeti bulabilir.
Müşrikler ne derse desinler, ya Muhammed sen, De ki, Allah, hakka hidayet eder.
Halk arasında mevcut olan yanlış ve dalalin çokluğuna karşılık hakikate ve
doğruya yol bulmak da görülen bir gerçektir. Bu da ancak Allah'ın hidayetidir.
Biraz yukarıda "Görmenin ve işitmenin mülkiyeti kimindir?" sorusu ile
de işaret edildiği üzere, görmeye ve işitmeye, akıllara ve idraklere, enfüse ve
afaka hakim olan O, enfüsü de afakı da kendi varlığından haberdar edip de hakkın
hükmüne erdiren ve erdirecek olan ya da yine O'dur.
O halde hakka hidayet eden kimse mi uyulmaya,
(yani mabud tanınmaya) daha layıktır, yoksa hidayet olunmadıkça asla
kendiliğinden hidayeti bulamayacak olan kimse mi? Yani hak meselesinden
haberdar bile olmayan akılsız şeyler şöyle dursun, akıl bile Allah hidayet
etmedikçe kendiliğinden bir ilim keşfedemeyeceği, kendi kendine hakkı ve
doğruyu bulamayacağı bir gerçek iken, mabudluk tek başına ve mutlak olarak hâdi
olan Allah Teâlâ'dan başka kimin hakkı olabilir? Bakınız bu ifadede ne veciz
bir icaz vardır: "Men" tabiri ile akıllı varlıklar tahsis edilerek
anlatılmıştır. Böylece gerek putlar gibi hissiz ve akılsız, gerekse his sahibi
olduğu halde aklı olmayan canlıların hiç kale alınmayacağı dolaylı olarak ihtar
edilmiş olmaktadır. Ayrıca "Ancak hidayete erdirilmiş olan müstesna."
ifadesi ile de önceki sualdeki hidayetten murad bizzat ve bilfiil hidayet
olduğuna işaret buyurulmuştur. Melekler, peygamberler, ve doğru yolda olan ilim
sahipleri, hakka hidayet edemez mi tarzındaki bir gizli sualin cevabı da
verilmiş ve bunlardan hiçbirine ibadet olunamayacağı da böylece anlatılmıştır.
Bununla biraz sonra gelecek olan "Allah kendine bir oğul edindi,
dediler." meselesine de bir hazırlık yapılmıştır. kelimesi "yehtedi"nin
idgamlısıdır.
İmdi neyiniz var? Allah'dan başka şeylerin
arkasına düşüp tapınmaya ne hakkınız var? Noluyor size? Yazıklar olsun size!
Nasıl hüküm veriyorsunuz? O yanlış ve batıl inançlara nasıl saplanıyor da
putlardan şefaat umuyor, yardım bekliyorsunuz? Yahut siz nasıl hüküm verir,
hakim olabilirsiniz? Hala anlamıyor musunuz? Allah'dan ve Allah'ın hidayetinden
sarf-ı nazarla siz şu şöyle, bu böyle diye nasıl hüküm verir, nasıl hakka ve
doğruya yol bulabilirsiniz? Ve hatta kendi nefsiniz hakkında "ben
benim", "ben varım" diye nasıl hükmedip de kendi varlığınızı
tanıyabilirsiniz!... "Vardır" veya "yoktur" cinsinden doğru
hüküm, bir tek bilgi, bir nefsin dışındaki karşılığına inkâr veya ispat ile bir
kerecik olsun doğru hüküm verebilmesi; zihin ile dış varlıkların, fizik
varlıkların üstünde Hak Teâlâ'nın varlığına ve birliğine, hakimiyet hakkına ve
ilahlığına yeterli belge ve delil değil midir? O olmasa ruhların ve akılların
maddi varlıklar üzerinde hakim olabilecek nesi vardır? İsabetli olmayan hatalı
hükümlere hüküm mü denilir? Ve aklı olan haktan başka bir gaye mi gözetir?
36-Varlık meselesi konusunda yaratılış delili
öyle, bilgi meselesi konusunda da hak ve hidayet delili böyle iken, o iman
etmek ihtimali olmayan fasık müşriklerin sapıklıklarının sebep ve kaynağına
gelince onların çoğu hiç başka değil, ancak bir zanna uyarlar. Düşünce ve
eylemlerinde hakkı izlemezler de sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar,
öyle karar verirler. Az bir kısmı inatçılık, şüphe ve hayal bile etmeden tıpkı
hayvanlar gibi veya cansız varlıklar gibi körükörüne akıntıya kapılır giderler.
Bir çokları da hakkı ve hakikatı kendi algıladıkları gibi sanan, kendi indî
görüşlerine bağımlı zanneden, ilim ve marifeti uydurma şeylerden ibaret gibi
farzeden nefislerinin tahmin ve hayalleri peşinde koşan İndiyye (Dogmatik) ve
Husbaniyye güruhundandırlar. İtikat ve yakîn namına görüş diye ileri sürdükleri
fikir ve felsefeleri, toplumsal konularda tutum ve eylemleri, hükümde ve
hükumette uydukları şey nefsani tehakkümlerden başka birşey değildir.
Halbuki zan, haktan hiç bir şey ifade edemez.
Zerrece müstağni kalamaz. Zan ve hayal ne kadar şairane ve ne kadar muhteşem ve
mütahakkimâne olursa olsun, hiçbir zaman hak hükmün sağlayacağı faydayı
sağlayamaz. Hakkı batıl, batılı hak, yaratıcıyı mahluk, yaratılmışı yaratan,
hayrı şer, şerri hayır zan ve telakki etmekle kimse kendisini hakkın
sultasından ve hükümranlığından kurtaramaz. Hiç şüphe yok ki, Allah, onların
bütün yaptıklarını bilmektedir. Cezalarını muhakkak verecektir. Onların zannı,
hiç bir hakikatı değiştirmez.
Yukarıdan beri iki delilin anlatımından sonra
bu âyetin siyakı ve âyette sözü edilen ana fikrin icabı olarak, sözün özellikle
bu "bilmektedir" cümlesiyle bitirilmesi, söz konusu ikinci delilin
ilâhî ilmin varlığını ispata nassolduğunu ihtar eder. Ayrıca ilâhî bilginin
böylece sabit olması, ahirette hakkı inkâr edenlere verilecek cezaya işaret
etmekte ve böylece bu zeyl cümlesi, bilgiden başka bir de ceza ile uyarmayı
ifade etmektedir. Hatta asıl hedefinin inzar ve tehdit olduğu söylenebilir.
Hem varlık, hem bilgi açısından marifetullahta
akıl sahiplerini aydınlatmaya ve irşada kâfi olan bu deliller, hakkın
takririnden ve duyurulmasından sonra kesinlikle bilinmelidir ki:
Meâl-i Şerifi
37-61- 37- Bu Kur'ân, Allah'dan başkası
tarafından uydurulamaz, lâkin kendinden önceki kitapları tasdik eder ve o
kitabı (levh-i mahfuzu) ayrıntılı olarak açıklar. Onda şüphe edilecek hiç bir
şey yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.
38- "Onu o (peygamber) uydurdu" mu
diyorlar? De ki; "Haydi siz de onun gibi bir sûre getirin ve Allah'dan
başka, çağırabileceğiniz kim varsa onu da yardıma çağırın. Eğer sözünüzde sadık
iseniz (bunu yapın).
39- Hayır. Onlar bilgileriyle
kavrayamadıkları, te'vili de kendilerine hiç gelmemiş olan bir şeyi yalan
saydılar. Bunlardan önce gelip geçenler de yine böyle inkâr etmişlerdi, amma
bak zalimlerin akıbeti nasıl oldu.
40- Onlardan ona (Kur'ân'a) inanacaklar da
var, inanmayacaklar da var. Rabbin fesatçıları en iyi bilendir.
41- Eğer seni inkâr etmeyi sürdürürlerse, de
ki; "Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. Benim yapacağım
sizi ilgilendirmez, sizin yapacağınız da beni ilgilendirmez."
42- İçlerinden seni dinlemeye gelenler de var.
Sen, sağırlara, üstelik akılsız da olanlara dinletebilir misin?
43- İçlerinden sana bakanlar da var. Fakat
sen, körlere, üstelik basiretleri de yoksa hidayet edip yol gösterebilecek
misin?
44- Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre
kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.
45- Allah'ın onları haşredip toplayacağı
günde, sanki onlar dünyada gündüz bir parça kalmışlar da aralarında tanışmışlar
gibi olacak. Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmamış ve doğru yolu tutmamış
olanlar hiç şüphesiz en büyük ziyana uğramış olacaklar.
46- Onlara vaad ettiğimizin bir kısmını sana
göstersek de, göstermeden seni vefat ettirsek de, sonunda onların dönüşü bize
olacak. Sonra onların ne yapacaklarına Allah şahit olacaktır.
47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. O
peygamberleri gelince aralarında adaletle hüküm verilir. Onlar hiç zulüm
görmezler.
48- Onlar, "Eğer doğru söylüyorsanız bu
vaad ne zaman yerine gelecek?" diyorlar.
49- De ki, "Ben, Allah'ın dilediğinin
dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim". Her ümmetin
bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne bir an ileri
gidebilirler.
50- De ki: "O'nun azabı size geceleyin
uykuda veya güpe gündüz gelecek olsa, ne dersiniz? Günahkârların onu alelacele
istemeleri için ne sebep vardır?"
51- Bu azap meydana geldikten sonra mı iman
edeceksiniz, yoksa şimdi mi? Halbuki onun çarçabuk gelmesini istiyordunuz.
52- Sonra o zulüm yapanlara "Tadın bakalım
şu ebedi azabı!" denilecek. Vaktiyle kazandığınızdan başkası ile mi
cezalandırılacaksınız?"
53- "O azap gerçek mi?" diye sana
soruyorlar. De ki; "Evet. Rabbim hakkı için o kesin bir gerçektir. Ve siz
bundan yakayı kurtaramazsınız."
54- Zulüm yapmış olan herkes, azabı görünce
yeryüzündeki her şeyin sahibi olsa da, (o azaptan kurtulmak için) hepsini feda
ederdi. Ve içten içe pişmanlık duyardı. Fakat aralarında adaletle hüküm verilir
ve hiçbirine zulüm yapılmaz.
55- Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne
varsa Allah'ındır. Açın gözünüzü, Allah'ın vaadi muhakkak ki, haktır,
gerçektir. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.
56- O, hem can veren, hem can alandır. Ve
hepiniz O'na döndürülüp götürüleceksiniz.
57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt,
gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.
58- De ki, "Allah'ın ihsanıyla ve
rahmetiyle, yalnızca bunlarla sevinç duysunlar. Bu, onların biriktirip
durduklarından daha hayırlıdır."
59- De ki, "Baksanıza, Allah sizin için
nice rızıklar indirdi, siz onlardan bir kısmını haram, bir kısmını helâl
yaptınız". De ki, "Size Allah mı izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira
mı ediyorsunuz?"
60- Allah'a yalanı iftira edenler kıyamet
gününü ne sanıyorlar? Allah, insanlara çok ihsanda bulunmuştur, lâkin
insanların çoğu şükretmezler.
61- Hangi işi yaparsan yap, Kur'ân'dan ne
okursan oku, ne işte çalışırsan çalış, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken,
biz sizin üzerinizde şahidiz. Ne yerde, ne de gökte zerre kadar hiç bir şey
Rabbinin gözünden kaçmaz. Ne zerreden daha küçük, ne de ondan daha büyük! Ancak
bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.
Meâl-i Şerifi
62- Açın gözünüzü! Allah'ın dostları üzerine
ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.
63- Onlar ki, iman etmişler ve Allah'a karşı
gelmekten sakınmışlardır.
64- Onlara dünya hayatında da, ahiret
hayatında da müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en
büyük kurtuluştur.
43- İçlerinden sana bakanlar da var. Fakat sen,
körlere, üstelik basiretleri de yoksa hidayet edip yol gösterebilecek misin?
44- Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre
kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.
45- Allah'ın onları haşredip toplayacağı
günde, sanki onlar dünyada gündüz bir parça kalmışlar da aralarında tanışmışlar
gibi olacak. Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmamış ve doğru yolu tutmamış
olanlar hiç şüphesiz en büyük ziyana uğramış olacaklar.
46- Onlara vaad ettiğimizin bir kısmını sana
göstersek de, göstermeden seni vefat ettirsek de, sonunda onların dönüşü bize
olacak. Sonra onların ne yapacaklarına Allah şahit olacaktır.
47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. O
peygamberleri gelince aralarında adaletle hüküm verilir. Onlar hiç zulüm
görmezler.
48- Onlar, "Eğer doğru söylüyorsanız bu
vaad ne zaman yerine gelecek?" diyorlar.
49- De ki, "Ben, Allah'ın dilediğinin
dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim". Her ümmetin
bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne bir an ileri
gidebilirler.
50- De ki: "O'nun azabı size geceleyin
uykuda veya güpe gündüz gelecek olsa, ne dersiniz? Günahkârların onu alelacele
istemeleri için ne sebep vardır?"
51- Bu azap meydana geldikten sonra mı iman
edeceksiniz, yoksa şimdi mi? Halbuki onun çarçabuk gelmesini istiyordunuz.
52- Sonra o zulüm yapanlara "Tadın
bakalım şu ebedi azabı!" denilecek. Vaktiyle kazandığınızdan başkası ile
mi cezalandırılacaksınız?"
53- "O azap gerçek mi?" diye sana
soruyorlar. De ki; "Evet. Rabbim hakkı için o kesin bir gerçektir. Ve siz
bundan yakayı kurtaramazsınız."
54- Zulüm yapmış olan herkes, azabı görünce
yeryüzündeki her şeyin sahibi olsa da, (o azaptan kurtulmak için) hepsini feda
ederdi. Ve içten içe pişmanlık duyardı. Fakat aralarında adaletle hüküm verilir
ve hiçbirine zulüm yapılmaz.
55- Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne
varsa Allah'ındır. Açın gözünüzü, Allah'ın vaadi muhakkak ki, haktır,
gerçektir. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.
56- O, hem can veren, hem can alandır. Ve
hepiniz O'na döndürülüp götürüleceksiniz.
57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt,
gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.
58- De ki, "Allah'ın ihsanıyla ve
rahmetiyle, yalnızca bunlarla sevinç duysunlar. Bu, onların biriktirip
durduklarından daha hayırlıdır."
59- De ki, "Baksanıza, Allah sizin için
nice rızıklar indirdi, siz onlardan bir kısmını haram, bir kısmını helâl
yaptınız". De ki, "Size Allah mı izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira
mı ediyorsunuz?"
60- Allah'a yalanı iftira edenler kıyamet
gününü ne sanıyorlar? Allah, insanlara çok ihsanda bulunmuştur, lâkin
insanların çoğu şükretmezler.
61- Hangi işi yaparsan yap, Kur'ân'dan ne
okursan oku, ne işte çalışırsan çalış, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken,
biz sizin üzerinizde şahidiz.
Ne yerde, ne de gökte zerre kadar hiç bir şey
Rabbinin gözünden kaçmaz. Ne zerreden daha küçük, ne de ondan daha büyük! Ancak
bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.
Meâl-i Şerifi
62- Açın gözünüzü! Allah'ın dostları üzerine
ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.
63- Onlar ki, iman etmişler ve Allah'a karşı
gelmekten sakınmışlardır.
64- Onlara dünya hayatında da, ahiret
hayatında da müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en
büyük kurtuluştur.
62- İyi bil ki, hakikaten, Allah'ın velileri,
o Allah dostları üzerlerine korku yoktur, üstelik onlar mahzun da olmazlar.
Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır, müjdeler
vardır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmişle ilgili hüzün yoktur.
Evliyaullah ünvanı, Allah'a dost olanlar, Allah için dost olanlar, Allah için
birbirlerine destek olanlar gibi mânâlara gelebilir. Velayet, muhabbet,
dostluk, yardım ve vekaleten onun işine bakmak gibi anlamlar ifade eder. Bu
ünvana kimlerin layık oldukları hakkında tefsir âlimlerinin naklettikleri bazı
rivayetler vardır. Senedleri Taberi'de yer almış olduğu üzere Saîd b.
Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, Resulullah'a, evliyaullahın kimler olduğu
sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri
zaman Allah zikrolunur yad olunur". Başka bir rivayette ise
"Görülüvermelerinden dolayı Allah hatırlanır". Yakınlarında bulunmak,
halleri, duruş ve davranışları derhal Allah'ı hatırlatır. Ki, Abdullah b. Abbas
"semt ve hey'et"leri yerine "ihbat ve sekinet", yani,
duruşları ve yürüyüşleri şeklinde tefsir etmiştir. Bunların dünya malına kazanç
yollarına sevgi ve düşkünlükleri yoktur. Ancak Allah için, Allah'da sevmek ile
birbirlerine sevgi ve dostluk gösterirler. "Allah uğrunda birbirini seven
kimseler" oldukları da rivayet olunmuştur(4). Nitekim Ömer b. Hattap
(r.a.)'tan rivayet olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, enbiya değiller,
şehidler de değiller, amma kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı
onlara nebiler ve şehidler imrenerek bakacaklardır". "Bunlar kimler?
Ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve
yakınlık gösterelim, ya Resulallah!" dediler. Resulullah: "Bunlar bir
kavimdir ki, aralarında ne akrabalık, ne de ticaret ve iş ilişkisi olmaksızın,
Allah ruhu ile Allah'da sevişirler. Vallahi yüzleri bir nur ve kendileri de
nurdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar
korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler."(5)
buyurdu, hemen bu âyeti okudu:
Ebu Hüreyre'den ve Ebu Malik Eş'ari'den de
ayni meâlde rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerin her biri bir başka
özellikte tarif demek olduğundan, hepsinin toplam olarak anlamını içine alan
geniş bir tarif ortaya konmuştur: "Allah'a ibadet ve taatle sevgi
gösterisinde bulunur, Allah da kendilerine keramet insan ederek dostluğunu
gösterir". Onlar işte böyle kimselerdir ki, bu âyette daha açık bir
surette şöyle beyan ve tefsir buyuruluyor:
63-Yani evliyaullah onlar ki, iman etmişlerdir
ve ittika eder dururlar, tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifa ve
icraya devam ederler. Kendilerinden Allah rızasına aykırı bir hâl, bir durum
sadır olmaması için dikkat ederler, her türlü haramdan ve şüpheli şeylerden
sakınırlar. İşte evliyaullahın hakiki tarifi budur. Birinci derecesi mümin
cinsinden olmak, ikinci derecesi de Allah korkusundan dolayı ittika hasletine
sahip olmaktır ki, bunlar onların Allah'a yönelmeleridir.
64- Dünya ve ahiret hayatında müjde
onlarındır. Bu da onların özellikleridir ki, Allah'ın kendilerine karşılık
olarak teveccühü ve ikramıdır. İşte "evliyaullah'ın kerâmeti haktır."
meselesinin temeli de budur. Allah'dan başka dost ve veli tanımadıkları, Allah'a
aykırı düşmekten korkup sakındıkları ve ondan başka hiçbir şeyden
çekinmedikleri, Allah da kendilerine dost olduğu için artık onlara ne korku
vardır, ne de hüzün. Dünyada da müjdelenmişler, ahirette de müjdelenmişlerdir.
Bu cümleden olarak dünyada. "Muhakkak ki, "Rabbimiz Allah'dır"
deyip de sonra doğrulukta ve dürüstlükte devam edenler üzerine melekler şöyle
diyerek inerler: "Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle
sevinin." (Fussilet 41/30). Ayrıca yine ahirette "Size selâm olsun
size, hoş geldiniz cennete, ebedi kalmak üzere buyurun girin içine."
(Zümer, 39/73) müjdesine mazhar olacaklar.
Allah'ın kelimelerinde tebdil yoktur. Yani
Allah'ın bu vaadlerinde, bu müjdeli sözlerinde hiçbir değişme olmayacaktır.
Allah'ın sözünü değiştirecek, O'nun verilmiş hükmünü kararını uygulamadan
kaldıracak hiç bir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Mesela:
Allah'ın korkma, mahzun olma dediğini korkutacak, mahzun edecek hiç bir güç ve
geçerli engel yoktur. Allah da asla verdiği sözden dönmez, verdiği sözü yerine
getirir. Bundan dolayı "Allah, hiçbir kavmi, o kavim kendi kendini
değiştirip bozmadıkça değişikliğe uğratmaz." (Ra'd, 13/11) âyeti uyarınca,
evliyaullah dahi kendilerindeki o velayet hasletini, o iman ve ittikayı değiştirip
bozmadıkça Allah Teâlâ'nın, bu dünya ve ahiret için verdiği sözü, verdiği
müjdeyi değiştirmesi ihtimali yoktur. Bunlar ebedi müjdelerdir. "İşte bu
da büyük kurtuluşun kendisidir."
Madem ki, evliyaullah böyle müjdelerle
müjdelenmiştir ve onlara hiçbir şekilde korku yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklardır, öyleyse peygamberlik rütbesi daha yüksek olduğu için ey hak
peygamber! Bilesin ki, sana hiç korku ve hüzün yoktur:
Meâl-i Şerifi
65- Habibim, onların lafları seni üzmesin.
Çünkü şan ve şeref bütünüyle Allah'ındır. O her şeyi işitiyor, hepsini görüyor.
66. Açın gözünüzü! Göklerde kim var, yerde kim
varsa hep Allah'ındır. Allah'dan başkasına tapanlar dahi, Allah'a ortak
koştuklarına uymuş olmuyorlar, ancak zanna uymuş oluyorlar. Ve yalandan başka
bir şey söylemiyorlar.
65- Ve onların lakırdıları seni mahzun
etmesin. Yani kâfirlerin, ortaklarına, yakın adamlarına, mallarına ve
mevkilerine güvenerek sana eza ve cefa etmeleri, sana tehditler yöneltmeleri
seni mahzun etmesin. Sen bunlardan dolayı üzülme. Şurası kesindir ki, bütün
izzet yani güç, kuvvet, şan ve şeref Allah'ındır. Bütün kudret ve üstünlük,
hakimiyet ve yücelik O'nundur. Şimdi açıklanacağı üzere onların güvendikleri
bütün kuvvetler de aslında yine Allah'ındır. O dilediği zaman hepsini
ellerinden alır. O, semi ve alimdir. Onların söylediklerini işitir ve ne
yapacağını bilir. Nitekim "Ben ve resullerim kesinlikle galip
geliriz." anlamına (Mücâdele, 58/21), "Muhakkak biz peygamberlerimize
yardım edeceğiz." (Gâfir, 40/51) diye yazmış ve ayrıca "Biz sana pek
çok hayır vermişiz... sana buğzeden epterdir." (Kevser 108/1,3)
buyurulmuştur.
66- İyi bil ki, göklerde ve yerde her kim
varsa hepsi Allah'ındır. Melekler, insanlar ve cinler ve akıl sahibi bütün
varlıklar Allah'ın kulu ve mülküdür. Şu halde o kâfirlerin bütün güvendikleri
ve taptıkları şeyler Allah'ın mülkü olduğu gibi kendileri de öyledir.
Allah'dan başkasına yalvaranlar da ortak
koştukları şeylerin ortak uyruğu olamazlar. Yani, Allah'ın şeriki, ortağı
yoktur. Uluhiyette ortaklık muhal ve imkânsızdır. Allah'dan başka ne varsa
hepsi O'nun mahluku ve mülkü olduğundan, Allah'dan başka şeylere dua ve ibadet
eden, başka tanrılar olduğunu iddia eden ve onlara uymaya çalışan müşrikler de
hakikatte Allah'a ortak olacak tanrılar bulmuşlar da onların uyruğu (tebaası)
olmuş olamazlar. Bunlar başka değil, olsa olsa zanna uymuş olurlar, vehim ve
hayal peşinde koşarak kendi ortaklarını Allah'ın ortakları sanırlar ve yok yere
onlara tanrılık payesi vermiş olurlar. Böyle yapmakla ve onlara tapmakla
Allah'dan yakalarını kurtaracaklarını sanırlar. Ve bunlar sadece yalan atarlar.
Meseleyi kendi mızrakları ile ölçerler, kendi şahsi görüş ve tahminleri ile
yalan söylemekten başka birşey yapmazlar. Sırf kendi arzu ve isteklerine uyarak
yaratılmışları yaratan, kulu tanrı, uyanı uyulan farzeder, saçma sapan şeyler
uydurur dururlar. Hasılı ortakları yalan, tehditleri boş, Allah'a karşı isnad
ettikleri her şey bir hiçtir. Allah'ın gücü ve hakimiyeti altında, hepsi ona
mahkumdur.
Gerçekten de:
Meâl-i Şerifi
67- O, öyle bir Allah'dır ki, içinde
dinlenesiniz diye sizin için geceyi, göresiniz diye de gündüzü yaptı. Elbette
bunda söz dinleyecek olan bir kavim için âyetler (ibretler) vardır.
68- Dediler ki: "Allah, kendine çocuk
edindi". O, böyle şeylerden münezzehtir. O, müstağnidir. Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi O'nundur. Bu hususta elinizde hiç bir delil yoktur. Allah'a
karşı bilmediğiniz bir şeyi neden söylüyorsunuz?
69- De ki: Allah'a iftira edenler elbette
felah bulmazlar.
70- Dünyadaki zevkler çabuk biter. Sonra
dönüşleri bize olacaktır. Daha sonra da inkâr ettiklerinden dolayı o çetin
azabı biz onlara tattıracağız.
67- O, yani yüce Allah odur ki, sizin için
geceyi yaptı, yani geceyi karanlık yaptı ki, içinde sakin olasınız,
zorluklarını çektiğiniz zahmetli hareketlerden kurtulup, içinde sükun
bulasınız. Yani hareketlilikten sükunete geçesiniz, dış dünyadan ilgilenmeyi
kesip, kendi kendinizle başbaşa kalıp dinlenesiniz, gündüzü de mübsır, yani
gösterici yapmıştır ki, etrafınızı görüp, hareket edebilesiniz, işinize
gücünüze bakasınız. Gecelerin her tarafı kaplayan karanlığında yaşama gücü elde
etmek için bir dinlenme vesilesi, gün ışığında ise bir uyanıklık ve hareket
vesilesi vardır.
Hareket ve sükun ise yalnızca hayat olayları
için değil, onun dışındaki bütün fizik olaylarının dahi aslını ve özünü teşkil
eder. Bu iki kapsamlı hadise ki, aydınlık ve karanlık gibi birbirleri ile
birleşmeleri ve bir araya gelmeleri kabil olmayan iki zıt olgudurlar. Cisimler,
kendiliklerinden ve sırf kendi özellikleri ile ne sükundan harekete, ne de
hareketten sükuna geçebilirler. İşte bu iki karşılıklı zıddı birbirlerine
dönüştürüp, yer değiştirterek kâinat olaylarına akış veren ve gece ile gündüzü
bunlarla ilgilendirterek, insanları kâh sükun hissi ile, kâh hareket hissi ile
nimetlendiren ve değişikliğe uğratan ancak Allah'dır. Allah, işte böyle bütün
nur ve zulmetin, bütün hareket ve sükunetin yaratıcısı ve yöneticisidir.
Genellikle insanlar gece ile gündüzdeki sükunetten, hareketten ve zamandan
etkilendikleri halde Allah ise zamanın da üstünde hükümran olan bir yüce
yaratıcıdır. Muhakkak ki, bunda, gece ile gündüzün böyle düzenlenmiş olmasında,
bu aydınlık ve karanlığın ardarda gelişinde, bu sükun ve harekette, bu etrafın
görülüş ve görülmeyişinde, bütün bu değişikliklerde gece ile gündüz içinde
meydana gelen zaman olgularında ve tarih olaylarında işitme özelliği olup
dinleyecek olan bir kavim için (elbette çok, pek çok) âyetler ve ibretler
vardır. Yani bütün mekan ve zaman aklî ve naklî tevhid delilleri ile doludur.
68-69-70- Böyle iken zan ve hayalin peşine
düşen yalancılar Allah, kendisine oğul edindi, dediler. Oğul veya kız evlad
edindi diye iftirada bulundular, yaratma ile üretme arasındaki farkı
anlayamadılar: Yaratmayı ve icad etmeyi doğurmak ve üretmek zannettiler.
Sonradan oluşu bir doğum, olanı bir çocuk, sebebi de bir baba veya ana gibi
düşündüler. Doğurma ve doğmanın, herşeyden önce bir yaratmaya bağlı olduğunu,
yoktan bir yaratma ve icad olmadan, kendiliğinden bir doğumun olacağını düşünmenin
bir çelişki olacağını hesap edemediler. Böylece âlemin yüce Yaratıcı'dan doğma
ve kopma suretiyle oluşup meydana geldiğine kail olarak, Allah'a kızlar ve
oğullar isnadında ve iftirasında bulundular. Güya ondan doğmuş ve üremiş olan
erkekli dişili birtakım ilâhlar kalabalığı uydurarak onlara tapmaya başladılar
ki, işte puta tapanların, çok tanrılı dinlerin mitolojileri hep bu
uydurmalardır. Fakat daha garibi odur ki, varlığın ancak yaratma ve icad ile
mümkün olduğunu işiten, "yok iken yaratma" ilkesinden haberdar
olanlardan bir kısmı da yine doğum vehmine saplanıp kaldılar: "Melekler
Allah'ın kızları, Uzeyr Allah'ın oğlu, Mesih Allah'ın oğlu" dediler.
Böyle diyenlerden bir kısmı da bunu gerçek
anlamda doğmuş olmak anlamına değil, evlatlık edinmiş olmak anlamına tevil
ederek, bir nevi şeref payesi olarak kendisine evlat yaptığını ve tanrılığından
hisse verdiğini iddia ettiler. Onun için bu âyette "ittihaz" yani,
edindi deyimiyle diğerlerinden daha ziyade olarak bu kısım belirgin hale getirilmiştir.
Sübhanallah, haşa! Hiç yaratıcı baba olur mu?
Çünkü doğurma bir üreme, bir bölünme ve bir noksanlıktır, evlat edinme de bir
ihtiyaçtan dolayıdır. Halbuki O, ganidir, müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç
olmamak bakımından yegane zengindir... Oysa bunu iddia edenlerin ellerinde bu
konuda hiçbir belge ve delil yoktur...
Peygamberliğin kuvvetini ve gerçekliğini,
Resulün, Allah'a tevekkül ve itimadının yüksekliğini ve kâfirlere gelecek
azabın şiddetini tarihten bazı misaller getirerek açıklamak üzere:
Meâl-i Şerifi
71- Bir de onlara Nuh'un kıssasını oku: Hani o
bir zamanlar kavmine demişti ki: "Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum
ve Allah'ın âyetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben
yalnızca Allah'a dayanmışımdır, artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız
toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın.
Sonra bana ne yapacaksanız yapın, bana mühlet de vermeyin".
72- Eğer yüz çevirirseniz çevirin, ben de
sizden bir ücret istemedim ya! Benim mükafatımı ancak Allah verir. Ve ben O'nun
emrine boyun eğen müslümanlardan olmakla emrolundum.
73- Buna rağmen yine de onu inkâr ettiler. Biz
de onu ve gemide kendisiyle beraber olanları kurtardık. Ve onları yeryüzüne
halifeler yaptık. Âyetlerimizi inkâr edenleri ise suda boğduk. Bak işte
uyarılanların akıbeti nasıl oldu.
71-72-73- Tarihî misal yalnızca Nuh kavmi'nden
ibaret de değildir:
Meâl-i Şerifi
74- Sonra onun arkasından birçok peygamberleri
kavimlerine gönderdik. Onlara açık mucizelerle geldiler. Fakat onlar bir defa
yalan dediklerine sonuna kadar bir türlü inanmadılar. İşte biz, haddi aşanların
kalblerini böyle mühürleriz.
75- Sonra bunların arkasından Musa ile Harun'u
âyetlerimizle Firavun'a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine
yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular.
76- Kendilerine tarafımızdan hak gelince,
"Muhakkak ki bu, apaçık bir sihirdir." dediler.
77- Musa dedi ki, "Size hak gelince, ona
böyle mi diyorsunuz? Bu sihir midir?" Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar.
78- Dediler ki: "Sen bizi, atalarımızdan
kalan yoldan çeviresin de yeryüzünde saltanat ikinizin olsun diye mi geldin?
Biz ikinize de inanmayız".
79- Firavun da: "Bana bütün bilgili
sihirbazları toplayıp getirin!" dedi.
80- Sihirbazlar gelince, Musa onlara:
"Ortaya ne atacaksanız atın!" dedi.
81- Onlar ortaya atınca Musa dedi ki,
"Sizin yaptığınız şey sihirdir. Muhakkak ki, Allah onu iptal edecektir.
Şüphe yok ki, Allah fesatçıların işlerini düze çıkarmaz."
82- Allah, hakkın hak ve gerçek olduğunu
kelimeleriyle ispat eder, günahkârların hoşuna gitmese de.
83- Firavun ve adamlarının kendilerini belaya
uğratacağı korkusundan dolayı Musa'ya kendi kavminin bir oymağından başka kimse
iman etmedi. Çünkü orada Firavun çok üstün idi ve o kesinlikle aşırı giden taşkınlardandı.
84- Musa dedi ki: "Ey kavmim! Siz
gerçekten Allah'a iman ettinizse, O'na samimiyetle teslim olan müslümanlardan
oldunuzsa artık O'na güvenin!"
85- Onlar da: "Biz Allah'a güvendik. Ey
Rabbimiz, bizi o zalim kavmin fitnesine uğratma!" dediler.
86- "Bizi rahmetinle o kâfir kavmin
elinden kurtar!"
87- Biz Musa ile kardeşine şöyle vahyettik:
"Kavminiz için Mısır'da birtakım evler hazırlayın ve evlerinizi kıbleye
karşı yapın ve namazı kılın ve müminlere müjde verin."
88- Musa dedi: "Ey Rabbimiz! Sen
Firavun'a ve adamlarına şu dünya hayatında göz kamaştırıcı zenginlik ve bol bol
servet verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz!
Onların mallarını sil süpür ve kalblerine sıkıntı düşür. Çünkü onlar o acıklı
azabı görmedikçe iman etmeyecekler."
89- Allah buyurdu: "Her ikinizin de duası
kesinlikle kabul olundu. Siz yine doğru ve dürüst olmaya devam edin. Kendini
bilmeyenlerin yoluna sakın uymayın."
90- Ve sonra İsrailoğulları'nı denizden
aşırdık. Firavun, düşmanca saldırmak için derhal adamlarını ve askerlerini
arkalarına düşürdü. Ta ki, suda boğulmaya başlayınca "İnandım, gerçekten
de İsrailoğulları'nın iman ettiğinden başka tanrı yoktur. Ben de ona teslim
olanlardanım." dedi.
91- Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan
etmiştin ve fesatçılardan idin.
92- Biz de bugün senin bedenini arkandan
gelenlere bir ibret olsun diye kurtaracağız. Bununla beraber, insanların
birçoğu âyetlerimizden yine de gafildirler.
93- Gerçekten İsrailoğulları'nı çok güzel bir
yurda yerleştirdik ve onlara hoş nimetlerden rızıklar verdik. Anlaşmazlığa
düşmeleri de kendilerine ilim geldikten sonra oldu. Şüphe yok ki, Rabbin, o
anlaşmazlığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
94- Sana indirdiklerimizde herhangi bir
şüpheye düşersen, senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden
hak gelmiştir. Sakın şüphe edenlerden olma!
95- Ve sakın Allah'ın âyetlerini inkar
edenlerden olma, sonra hüsrana uğrayanlardan olursun.
96- Doğrusu, aleyhlerinde Rabbinin hükmü
kesinleşmiş olanlar imana gelmezler.
97- Onlara bütün mucizeler hep birden gelse,
yine de o acıklı azabı görünceye kadar inanmazlar.
74-95- Şimdi şu sana indirdiklerimizden,
faraza azıcık şüphe edersen, bu âyet daha yukarıdaki kıssaların doğrulunu
te'yid ile Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğini tasdik ve pekiştirmek
siyakında gelmiştir. Bilindiği gibi, faraziye ne olmayı, ne de mümkün olmayı
gerektirmeyeceğinden, burada da aslında ne şüphe etmeye, ne de başkalarına
sorup öğrenmeye ihtiyaç gösterecek bir durum söz konusu değildir. Ancak diğer
peygamberlerle ilgili kıssaların fevkalade olayları içermesi, bunları haber
veren Hz.Muhammed'in peygamberliği hakkında en küçük bir şüpheye ihtimal
bırakmayan bir ifade gücü ve heyecan verici bir kesinlik ortaya koyar. Yani
başka taraftan öğrenmek suretiyle değil, Allah tarafından sana gönderilen vahiy
ile, yukarıda beyan olunduğu üzere, Firavun ve diğerleriyle ilgili kıssaların
doğruluğunda şüphe ve tereddüt etmeye gerek yoktur. Sen de zaten bundan şüphe
etmezsin. Bununla beraber bilfarz, en ufak bir şüpheye düşecek olursun. Senden
önce kitap okuyan o kimselere sor. Yani bu anlatılan olaylar, kitap ehli
katında bilinen ve kabul edilen olaylardır, onların kitaplarında da yer
almaktadır. Onlar, kendi kitaplarında da yer almış bulunan bu kıssalardan ibret
almayıp hâlâ şirk ve küfürde devam ediyorlar. Buna rağmen onlar bunları inkar
edemeyecekler ve "evet böyledir" deyip tasdik etmeye mecbur
kalacaklardır. Bundan çıkan sonuç işte şudur:
Andolsun ki, Rabbinden sana hak gelmiştir.
Eski kitapları okumadan ve okuyanlardan işitmeden yalnızca Rabbinden indirilen
vahy ile bilip haber verdiğin hak ve gerçektir. Artık bunlar eski kitapları
okuyanlarca da kesin bir gerçek olunca, her türlü şüpheden uzak olarak ortaya
çıkar ki, bu verdiğin haberler ve Bu Kur'ân Allah'dan başkasına isnad olunmaz
bir hakikattır. Ve sana Rabb'inden hak vahiy, hak peygamberlik gelmiş olduğu
kesindir. Rabb'in Teâlâ, bunu, böyle özellikle yemin ile te'kid ederek açıkça
beyan ve ilan etmiştir. Bundan dolayı sakın şüphecilerden olma. Kesin ve yakîn
inancın ve Rabb'ine olan güvenin asla sarsılmasın. Bütün tevekkülün ile
görevine devam et!
96-İnanmayanlara gelince: Muhakkak ki,
Rabb'inin kelimesi aleyhlerine kesinleşmiş olanlar, küfürlerine ve azaplarına
Rabb'inin hükmü ve kararı kesinleşmiş bulunanlar kendilerine her türlü mucize,
her türlü âyet gelmiş olsa da -Firavun gibi bilfiil o acıklı azabı gözleriyle
görmedikçe iman etmezler. Azapla karşı karşıya kalmadıkça inanmazlar. O vakit,
o iman onlara bir fayda sağlar mı? Yani, yeis halindeki, çaresizlik içindeki
zorunluluktan kaynaklanan iman Allah katında makbul olur mu? İşte bu şekilde
bir soru akla gelirse:
Meâl-i Şerifi
98- Fakat o vakit iman edip de imanları
kendilerine fayda vermiş bir kasaba olsaydı? Ancak Yunus'un kavmi iman
ettikleri vakit, dünya hayatında o rezillik azabını üzerlerinden kaldırmış ve
bir süre onları rahata kavuşturmuştuk.
97-İnanmayanlara gelince: Muhakkak ki, Rabb'inin
kelimesi aleyhlerine kesinleşmiş olanlar, küfürlerine ve azaplarına Rabb'inin
hükmü ve kararı kesinleşmiş bulunanlar kendilerine her türlü mucize, her türlü
âyet gelmiş olsa da -Firavun gibi bilfiil o acıklı azabı gözleriyle görmedikçe
iman etmezler. Azapla karşı karşıya kalmadıkça inanmazlar. O vakit, o iman
onlara bir fayda sağlar mı? Yani, yeis halindeki, çaresizlik içindeki
zorunluluktan kaynaklanan iman Allah katında makbul olur mu? İşte bu şekilde
bir soru akla gelirse:
Meâl-i Şerifi
98- Fakat o vakit iman edip de imanları
kendilerine fayda vermiş bir kasaba olsaydı? Ancak Yunus'un kavmi iman
ettikleri vakit, dünya hayatında o rezillik azabını üzerlerinden kaldırmış ve
bir süre onları rahata kavuşturmuştuk.
98- "Yunus kavmi müstesna." Yani,
Yunus aleyhisselam'ın kavminden başka yeis halindeki imanın fayda sağladığı
hiçbir memleket halkı yoktur. İmanları, mutlaka daha önce olmak gerekir ki,
gelecek beladan korunmak mümkün olsun. Yoksa dünyevî veya uhrevî, geçici veya
ebedi herhangi bir azap gelip çatınca mutlaka hükmünü icra eder. Hakk'ın hükmü
böyledir. Ve iyi bilmek gerekir ki, imanın varlığı ve yokluğu da yine Allah'ın
dilemesine bağlıdır:
Meâl-i Şerifi
99-109- 99- Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde
kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi. O halde insanları hep mümin olsunlar
diye sen mi zorlayacaksın?
100- Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kişinin
iman etmesi mümkün değildir. Akıllarını kullanmayanlar üzerine Allah bir
uğursuzluk yükler.
101- De ki: "Göklerde ve yerde olup
bitenlere dikkatle bakın!" Fakat o uyarmalar ve o âyetler, iman etmeyen
bir kavme fayda vermez ki!
102- Onlar, kendilerinden önce gelmiş geçmiş
olanların uğradıkları felaket günleri gibisinden başkasını mı bekliyorlar? De
ki, "Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerden olacağım."
103- Sonra biz, peygamberlerimizi ve iman
edenleri kurtarırız. İşte biz böyleyiz. Müminleri kurtarmak üzerimize düşen bir
görevdir.
104- De ki: "Ey insanlar! Eğer benim
dinimde bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki, Allah'ı bırakıp da sizin
taptıklarınıza tapmam. Lâkin sizin de canınızı alacak olan Allah'a taparım.
Bana müminlerden olmam emredilmiştir".
105- "Ayrıca yüzünü tevhid dininden
ayırma ve sakın müşriklerden olma!" (diye emrolundum).
106- "Ve Allah'dan başka, sana faydası
da, zararı da dokunmayacak olan şeylere yalvarma! Eğer yalvarırsan, o zaman hiç
şüphesiz sen zalimlerden olursun.
107- Ve eğer Allah, sana bir zarar
dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır
dilerse, o zaman da O'nun hayrını engelleyebilecek kimse yoktur. O, lütfunu
dilediği kuluna nasip eder. Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.
108- De ki: "Ey insanlar! İşte size
Rabbinizden hak geldi. Artık kim hidayeti kabul ederse kendi canı için kabul
etmiş olur. Kim sapıklık ederse kendi zararına sapıklık etmiş olur. Ve ben
sizin üzerinize vekil değilim."
109- Sana vahyolunana uy! Ve Allah hükmünü
verinceye kadar sabret. Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
yunus - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.