Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Nas Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
114-NAS:
İnsanların Rabbine. Bütün insanların
kendilerine ve işlerine sahip, terbiye edici sahibine, yani halk ve emriyle
insanlar yaratan ve sanat ve kudretiyle o ğâsık, kara topraktan o duygusuz,
karanlık maddeden tan gibi parlayan duygulu insanlar yetiştiren, onlara yaramaz
şeyleri atıp yarar şeyleri süze süze akıtarak lütuf ve terbiyesiyle tavırdan
tavıra, halden hâle kemâle erdirerek büyüte büyüte akıl ve iz'an verip insanlık
gereklerini, insanlık vazifelerini duyurarak bütün yaratıklar içinde seçkin bir
halde kendi cinsiyle birlikte, toplum hâlinde yaşayacak hâle getiren ve
getirmekte bulunan ve bu şekilde onlara terbiye fikriyle rububiyet anlayışını
öğreterek kendi varlığını sezdirip hak ve hayır uğrunda çalışmak yolunu
gösteren Mevlâsına,
2. O insanların meliki (hükümdarı)ne. Yani o
terbiye ile yetiştirilen, akıl melekeleri, insanlık güçleri gelişmeye başlayan,
insanların hepsini hükmü altında tutarak bütün melekelerini ve güçlerini hayır
nizam ile olgunluklarının gayesine doğru faaliyete sevketmek üzere
mertebelerine, ilim ve hikmetinin gereğine göre emir ve yasak ile idare eden
hükümdarına, daha açıkçası nisbî mânâ ile Rab ve melik değil, "Mülkün
sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini
yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Hayır senin elindedir." (Âl-i İmrân,
3/26) âyetinin mefhumunca dilediğine mülk verip şah yapan, dilediğini de
padişah iken indirip atan, dilediğini aziz, dilediğini zelil etmek kudretine
hâiz olan devamlı mülk ile tam Rab'lık kendisine mahsus bulunan melikler
meliki, padişahlar padişahı, hükümdarlar hükümdarına,
3. yani İnsanların ilâhına, o insanların hak
mabuduna, yani aklı, melekeleri tamamlanmış, hakkı haksızdan, hakikati
hayâlden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, bâkî zevki fânî zevkten, kastedilen
gayeyi vasıtadan, nankörlüğü şükürden fark ve ayırdedecek vicdanları hak bilgi
ile aydınlanmış, bulundukları âlemin ve kendi nefislerinin mahiyetini öğrenmiş,
varlıklarının hikmetini, nereden gelip nereye gittiklerini, bütün cihanın
zevkinden, bu kâr ve zarar kavgasından kazancın ne olduğunu, o sevgilerin,
saygıların, o ümitlerin, arzuların, o hâcetlerin dileklerin nereye
bağlanacağını, gülen yüzlerin neye güldüğünü, dökülen dillerin neye
döküldüğünü, ağlayan gözlerin neye ağladığını, çırpınan kalplerin ne ile tatmin
edileceğini; bundan dolayı nelerden kaçınıp nelere koşmak, neye gönül verip
neye dayanmak, neye sığınmak, neye tapmak lazım geldiğini anlamış; vücudda
tecelli eden, zâhir (açıktan) ve bâtın (gizli olan görünmeyen)dan vicdanları
saran, gayba ve şuhûd (görünen)a hâkim olan Hakk'ın cemâlindeki celâlin,
celâlindeki cemâlin ebedî zevkini duyarak her işinde ihlâs ve ihsan ile ona yüz
tutmuş, uğrunda can vermeyi canına minnet bilerek hüküm ve rızasına kendini
teslim etmiş selîm kalp sahibi ergin insanların, maksatlarına gaye edinerek
ibâdet edegeldikleri, akıllı ve reşit olmuş bütün insanların, kurtulmaları için
imân ve ibâdet ile sorumlu bulundukları hak Tanrı'ya, hâsılı; yaratma ve emir,
var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme, sevap ve ceza ile bütün tasarrufa tam
kudret ve mükemmel bir ihtiyaçsızlık ile celâl ve ikramda tek olmayı gerektiren
ilâhlık ancak kendisinin hakkı olan o Ehad (tek), Samed olan Allah'a sığınırım.
"Rab" ismi, rabbü'd-dâr (ev sahibi),
rabbü'l-mâl (mal sahibi) gibi izafet (tamlama) ile kullanıldığı zaman Allah'dan
başkasına da söylenebilir. "Melik" isminin de ondan daha özel olmakla
beraber Allah'tan başkasına söylendiği bilinmektedir. Fakat ilâhlık asla şirk
kabul etmediği, "Allah'tan başka ilâh yok." olduğu için ilâh ismi
şer'an ve hakikaten Allah'a mahsustur. Şu halde Rab daha genel, melik daha
özel, ilâh daha da özeldir. Burada ise maksadın, Allah Teâlâ olduğunun iyice
anlaşılması için Rabbi'n-nâs, Melik'in-nâs da İlâhi'n-nâs ile beyân
buyurulmuştur. Gerçi bunların Rabbe sıfat veya bedel olması da caiz
görülebilirse de Zemahşerî ve diğer kritikçiler beyân atfı olmalarını tercih
etmişlerdir. Fakat burada önce şunu düşünmek gerekir: Allah Teâlâ yalnız
insanların değil, her şeyin Rabbi ve bütün âlem onun Rablığı, Melikliği,
İlâhlığı nizamı altında dizili olduğu halde burada niçin "Rab" ismi
önce insanlara izafetle tahsis buyurulup da sonra "İnsanların hükümdarı,
insanların ilâhı" diye açıklamaya lüzum görülmüş ve niçin (nâs) üç defa
tekrar edilmiştir? Bunun nüktesi:
1- Kur'ân'ın iniş hikmeti insanların
terbiyesi, insanları doğru yola hidâyet ve irşad olduğu için bunu başında
olduğu gibi sonunda da bilhassa hatırlatmak ile insan rûhunun terbiyesine
Allah'ın yardımının artması hususunu anlatmak ve bu şekilde Kur'ân'ın sonundan
başına dönüp baktırmaktır. "Sığınırım de!" emirleri Fatiha Sûresi'nin
"Bize doğru yolu göster." (Fatiha, 1/6) duâsına son cevap olarak
doğrudan doğruya bir sığındırma ve koruma irşâdı olduğu için Bakara Sûresi'nin
başındaki "Müttakîler (Allah'tan gereğince korkanlar) için yol
göstericidir." (Bakara, 2/2) âyetinin mânâsının bir ölçüsü olduğu gibi,
"İnsanların Rabbi" buyurulması "Ey insanlar, sizi ve sizden
öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından)
korunasınız." (Bakara, 2/21) hitabını hatırlatarak sonu başa bağlamıştır.
Hatim indirmede başa dönülerek "hâll-i mürtehil" yapılması da bu
nükte ile uyumludur.
2- Ebu's-Suud'un beyân ettiği üzere bunda
"iâzeye şâyân bir istiâze minhâcına" yani korumaya lâyık bir sığınış
yoluna irşâd vardır. Çünkü Rabbine sığınanın, fertlerinden bir fert bulunduğu insan
cinsi içinde terbiyesi, köleliği, kulluğu ile Rabbine intisab edişi ve
tevessülü, rahmet ve acımanın artmasının sebeplerindendir. Ve Allah Teâlâ'nın
bunu böyle emir buyurması bu şekilde korumaya kesin vaadde bulunduğuna delâlet
eden kerem delillerindendir. Bir de burada sığınılan şer, özellikle nizamlara
düşmanlığı ile bilinen şeytanın şerridir. Bundan korunmak için insanların ona
karşı Allah'ın terbiyesi altında, hükümranlığı içinde, kulluk safında
dizilmelerini Kur'ân'la savunmaktır. "Benim halis kullarım üzerinde senin
saltanatın yoktur." (Hıcr, 15/42) yüksek sözünün mânâsı üzere şeytanın
nüfûz ve saldırısından korunacaklarına bir işaret de vardır. Bir insan ferdinin
böyle "İnsanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların ilâhına sığınırım."
diye mertebeden mertebeye en gelişmiş toplum nizamı içinde sığınması, "Ey
Rabbim, ey hükümdarım, ey ilâhım, beni terbiye edip yetiştiren sen, benim bütün
varlığımı veren ve bütün muradlarımı verecek olan, kendisine en yüksek sevgi ve
saygı ile ibadet ve kulluk etmek borcum ve en üstün görevim bulunan mabudum,
tanrım, tek sığınacağım, penahım sensin, ben ancak sana sığınırım ve
sığınıyorum." demek mânâsında olmakla beraber, öyle demekten daha
belâgatlıdır. Çünkü insanlık mertebelerinin en yüksek saffı bulunan ilâhîler
saffında, ehlullah (Allah ehli) cemaati içinde bir mevki alacak şekilde
korunmak üzere Rablığın en yüksek ve en küllî (genel) tecellisi demek olan
ilâhlık hüküm ve yardımına toptan sığınmak hem kudret ve rahmetin kapsamını
itiraf ile hamd ve senânın yüksekliği, hem de cimrilikten, kendini
beğenmişlikten sakınarak hemcinslerine erişmiş olan nimetleri kendine erişmiş
sayacak kadar şükran hissi ile hayırlı olmayı içermek itibarıyla elbette ferdî
olarak sığınmaktan daha belâğatlıdır. Onun için cemaatle olan ibâdet ve duânın
fazileti daha yüksektir. Beydâvî gibi bazı tefsirciler "İnsanların
Rabbi" diye tahsis etmenin nüktesi, burada sığınılan vesvese şerrinin
insan ruhlarına mahsus bir şer olduğunu söylemekle yetinmişlerse de yeterli
değildir.
"Nâs" kelimesinin tekrar edilip de
"Onların hükümdârı ve onların ilâhı" diye zamir ile yetinilmemesinin
sebebine gelince: Keşşâf sahibi bunun beyan atfı olmasının gereğine yorarak
demiştir ki: "Çünkü beyan atfı, beyan içindir. Şu halde gizleme (zamir
getirme) değil, açık isim getirme yeri olmuştur." Razî bununla beraber bir
de, şöyle der: "Bu tekrar, insanların şerefini artırmayı gerektirir. Çünkü
Allah Teâlâ kendisini insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı
olmasıyla tanıtıyor demektir. Eğer insanlar yaratılmışların en şereflisi
olmasaydı, elbette kitabının bitiminde kendisini insanların Rabbi, Meliki ve
İlâhı diye tarif etmez, kitabını bu tarif ile bitirmezdi."
Bu açıklamaya göre (en-Nâs), üçünde de aynı
mânâda olarak sırf beyan ve takrir ile insanlığın şerefini artırmak için tekrar
olunmuştur, demek olur ki, Ebu's-Suud da bunu tercih etmiştir. Alûsî de:
"Bir şeyin marife (belirli) olarak tekrar edilmesi halinde ikinci, evvelin
aynı olması" çoğunluk kâidesinden dolayı bunu tercih etmiş ise de, fâsılanın
fâsılasız olarak aynen tekrarı hilâfı (tersi) açık olma ve beyân atfı da nâsa
değil, Rabb'e ait bulunmak hasebiyle her birinde muzafun ileyhin muzafa
(tamlayanın tamlanana) göre başkaca bir mânâ beyan etmiş olması daha doğru ve
daha faydalıdır. Anılan kaidenin çoğunluğu da tersine karine (ip ucu)
bulunmamakla kayıtlı olduğu malumdur. Onun için bunu daha çok uzatanlar burada
tekrar olmayıp, bu nüktelerden başka bir de insan nefislerinin derecelerine ve
yükselmedeki mertebelerine bir tenbih dahi olduğunu söylemişlerdir.
İbnü Sina ve bazı ârifler demişlerdir ki: Zira
insan nefsi asıl fıtratında Allah'ı bilmek ve Allah'ı sevmekle süslenmeye
kâbiliyetlidir, fakat ilk önceleri bu bilgilerden boş olur. Nitekim "Allah
sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz."
(Nahl, 16/78) buyurulmuştur. Buna maddî akıl (akl-ı heyûlâî) mertebesi denilir.
Sonra ikinci mertebede onda evveliyyât (başlangıçlar) ve bedîhiyyat (apaçık
şeyler) denilen ilk ilimler hâsıl olur ki, bunlarla fikrî mechulleri arayıp
bilmeye ulaşılır. Buna, akıl bi'l-meleke (meleke ile akıl) mertebesi denilir.
Sonra da işin sonunda o fikrî meçhuller kuvveden fiile (his hâlinden, iş
hâline) çıkarılır ki, buna da akıl bi'l-fiil (fiil ile akıl) mertebesi denilir.
İşte "İnsanların Rabbine sığınırım, de!", insanî nefis
mertebelerinden ilk mertebeye işârettir ki, bu onun gerek bedihî (apaçık) ve
gerek kesbî (çalışmakla elde edilen) bütün ilimlerden uzak bulunduğu hâlidir.
Nefis bu mertebede, onu terbiye edecek ve o apaçık bilgilerle süsleyecek
terbiyeciye muhtaçtır. Sonra o apaçık bilgilerin meydana geldiği ikinci
mertebede onlardan fikrî ilimlere geçme melekesi meydana gelir ki
"İnsanların hükümdarı" bu mertebeye işaret eder. Sonra da üçüncü
mertebede fikrî ilimlerin düşünce ve tasarıdan, fiile çıkmasıyla nefsin tam
kemâli hâsıl olur ki "İnsanların ilâhı" da bu mertebeye işaret eder.
Demek ki burada "nâs" kelimesinin üç defa zikri, aynı mânâda tekrar
olmayıp, her birinde insana ait nefsin bir mertebesine işaret olunarak Hak
Sübhânehu ve Teâlâ kendisini insanlığın her mertebesinde tecelli eden hüküm ve
tasarrufuna göre birer isim ile isim vererek tanıtmıştır.
Razî, Felâk Sûresi'nde bunu nakletmekle
beraber, burada bu farkı şöyle özetler: "Evvela Rabb'i zikr ile
başlamıştır. O, tedbir ve ıslah ile tasarruf edendir. Bu ise Hak Teâlâ'nın
insana olan ilk nimetlerindendir. Ta onu terbiye ederek, yetiştirip ona akıl
verinceye kadar ki, o zaman insan kendisinin kul ve Rabbinin melik olduğuna
delili anlar. Onun için ikincide "melik" zikredilmiştir. Sonra da ona
ibadet gerek ve üzerine vacip olduğunu ve mabûdunun o ibadete layık bulunduğunu
anlayınca onun ilâh olduğunu tanır. Bir de kulun Rabbinden ilk tanıdığı, O'nun,
katındaki açık ve gizli nimetlerden ihsan eden lütuf sahibi olmasıdır. Bu
Rabdır, sonra onun bu sıfatlarına bilgiden, celâletini ve halka muhtaç
olmadığını marifete intikâl eder, o zaman onun hükümdar olduğunu bilir. Çünkü
hükümdar, başkası kendisine muhtaç, kendisi başkasından zengin olandır. Sonra
kul O'nu böyle tanıyınca O'nun yükseklik ve yücelikte vasfedenlerin vasfı
üzerinde bulunduğunu ve O'nun yükseklik ve azametinde akılların şaşkın ve
hayrette kaldığını anlar. Ve o zaman O'nu tapılacak tek ilâh olarak
tanır."
Beydâvî de bunu şöyle ifade etmiştir: Bu
yüksek nazımda o Rabb'in sığınmaya layık, sığındırmaya kâdir ve O'na karşı
koymanın mümkün olmadığına delâlet etmekle beraber, yaratıcısını tanımak için
yönelen düşünce ehlinin mertebelerine de işaret vardır. Çünkü o, ilk bakışta
kendi üzerinde gördüğü açık ve gizli nimetlerden, kendisinin bir Rabbi olduğunu
bilir. Sonra bakışta derinleşir, nihayet gerçekleşir ki, o Hak Teâlâ he rşeyden
zengin ve her şeyin zatı O'nun ve emrinin masrafları O'ndandır, O hak
hükümdardır. Sonra bununla istidlâl eder ki, ibadete layık olan ancak O'dur, başka
yoktur. Bir de bunda sıfatın ihtilafını, zatın ihtilâfı yerine indirmekle
alışılmış istiâze vecihlerinin hepsi toplanmış olur. Yani âdet, mühim bir
belaya duçâr olan kimse işini önce ana-babası gibi ulusuna ve terbiyecisine
sunar, onların defetmeye güçleri yetmezse hükümdarına, sultanına çıkarır. O da
derdini gideremezse onu hükümdarların hükümdarı ve her şikayet ve sığınmanın
son mercii olan Hak Teâlâ'ya şikayet eder. Bu âdet üzere burada Allah'a hem
Rablık sıfatıyla, hem meliklik sıfatıyla, hem ilâhlık sıfatıyla sığınmak
vecihleri toplanmıştır ki, bunda sığınılan âfetin büyüklüğüne de işâret
vardır."
Bazıları tekrar olmadığını anlatmak için daha
sade olarak şöyle demişlerdir: İlk "nâs", cenin ve çocuklar gibi
terbiyeye muhtaç olanlar; ikincisi siyasete muhtaç olan gençler ve orta
yaşlılar; üçüncüsü sırf Allah'a yönelmiş olan ibâdet ediciler ve yetkinlerdir.
Görülüyor ki üç "nâs" arasında bu
gösterilen farkların hepsi de mühim ve dikkate şâyândır. Bazısı daha felsefî,
bazısı daha edebî, bazısı da sade olmakla beraber hepsi de birbirine yakındır.
Dil nokta-i nazarından bunların karinesi (ip ucu) de muzaf olan Rab, Melik ve
İlâh isimlerinin mefhum ve ilişiği olanlardaki umum ve husus farkıdır. Rab ismi
terbiyeden olduğu, terbiye hakkı da sahip olmaya dayandığı için akıl sahibi
olanları da olmayanları da ilgilendirdiği için daha geneldir. Bu karine (ipucu)
ile "insanların Rabbi"nde "'nâs"ın akıllı, akılsız bütün
insan cinsini içine alması gerekir. "Melik" ismi ise
"mîm"in ötresiyle mülk veya melekûttan olduğu, bu da
"mîm"in esresiyle "milk"ten daha özel olarak akıllıların
tümü üzerinde siyâset ile tedbir ve işlerin idaresi mânâsından geldiği,
"melekût" da bunun mübalâğası bulunduğu için "melik",
"rab"dan daha özeldir. Nitekim Ragıb der ki: "Mim"in
ötresiyle mülk, toplum üzerinde emir ve yasak ile tasarruftur ve akıllılar üzerinde
siyasete tahsis edilmiştir. Onun için "İnsanların hükümdarı" denilir
de, "Varlıkların hükümdarı" denilmez. Şu halde
"melik'in-nâs"daki "nâs" bütün insan cinsi içinden aklı
eren insanlar olması lazım gelir. En derin sevgi, en yüksek hürmet ile ibadete
lâyık olmayı ifade eden ilâhlık, hak tanrılık ise en mükemmel sıfat olduğundan
bunun muzaf olduğu üçüncü "nâs"ın da akıl ve vicdan, iman ve iz'an,
ahlâk ve irfan, insaf fikri, güzel amel gibi insanlık melekelerinde az çok bir
kemâl, bir erginlik, bir yetkinlik bulunan insanlar olması akla gelir.
Şu halde birinci "nâs"ın, rablık
hükmünce hepsinden daha genel olarak henüz ilk terbiyeye muhtaç ve aklî
melekesi oluşmamış cenin ve çocuklar gibiler de dahil olmak üzere
"istiğrak lâmı" ile bütün insan cinsini içine almış olması açıktır.
Yani terbiye edilip yetiştirilmiş, büyütülmüş insanlar da hariç olmaz. Çünkü
meliklik ve ilâhlık hükmünü de içine alan Rablık hükmü onlarda fiilen sabittir.
Gerek başlangıcında, gerek sonunda hiç bir insan ondan âzade ve ihtiyaçsız
değildir. Şu kadar ki bunda ilk mertebe de dahil bulunduğundan yükselme
mertebelerindeki farkı ortaya çıkarmak isteyenler, bilhassa onu anlatmayı mühim
görmüşlerdir. Maksadları ilkel insanlara tahsis değildir. Gerçi "nâs"
deyiminin bazan âdi insanlar mânâsına hakaret etmek için kullanıldığı da biliniyor
ise de, bu mânâ "nâs" mânâsındaki genellikten doğmuş olduğu gibi Rab
isminin izafeti de bir şeref ifade ettiğinden dolayı burada hakaret etme
kastına zıt olacağından, bunun gereği olan genellemeyi özelleştirmeye karine
(ipucu) yoktur. "Lâm"ın istiğraka yorulması lazım gelir. Yoksa
Rablığı, meliklik ve ilâhlık ile beyâna vecih kalmaz, arada zıtlık olurdu.
Hatta tekrarı tercih edenler bundan dolayı tercih etmişlerdir. Ancak atf-ı
beyânda asıl maksad mânâyı beyan etmek değil, tasdik olunanı ve müsemmâ
(isimlenen)yı beyândır. Ebu Hafs Ömer, denildiği zaman, Ebu Hafs ile Ömer
arasında beyân, mefhumu değil, müsemmâ (isimlenen)yı beyandır. Ve onun için Ebu
Hayyan beyan atfında meşhur olan, sıfat ile değil, camid isimle olmaktır, diye
Keşşâf'a ilişmiştir. Âlûsî de buradakilerin camid isim hükmünde olduğu
beyâniyle ona cevap vermiştir ki, maksadı isimleri burada vasıflık durumundan
dolayı değil, Allah'ın isimlerinden olmak üzere sırf isim yerinde olarak beyân
atfı olduklarını söylemek olacaktır. O halde ikinci "nâs", birincinin
büsbütün aynı olması gerekmeyeceği gibi, büsbütün başka olması da gerekmez. Şu
kadar ki burada kastedilen mânâya geçmek için vasıflık mânâsıyla izafetin
beyanda âleti düşünmek gibi tasavvuruna ihtiyaç bulunduğu da inkâr edilemez. Şu
halde maksad "nâs"ı beyân değil, Rab mefhumunu da beyân değil, Rabbin
zatını daha özel olan sıfat veya isimleriyle beyân olduğundan dolayı her
birinde "nâs"ın ona göre düşünülmesi daha açık olur. Bu şekilde
ikinci "nâs"da "lâm"ı ahd ile örfî istiğraka yormaya bir
karine (ipucu) bulunmuş olacağından bu, birinciden daha özel olarak terbiye
olunan insanlar içinden yetişmeye, aklî melekeleri ve insanî güçleri gelişmeye
başlamış, her birinde isteyerek gayret ve çalışma yetkisi meydana gelmiş,
bundan dolayı hayır nizamını bozacak şekilde birbirleriyle çekişme ve toplanma
yeteneği yüz göstermiş olup da yaratılışlarının hikmeti olan menfaatleri hak ve
adalet dairesinde telif ve çekişmeleri ortadan kaldırarak ve her biri ehliyet
ve yeteneğine göre gayret göstermekle sorumlu tutularak toplum halinde
yardımlaşmak üzere yaşayabilmeleri için siyâsete ve "bilfiil akıl"
denilen fikir ve idrâk ile sevk ve idâre, muhafaza ve korumaya muhtaç bütün
akıllı, ergin insanlar toplumu olmak lazım gelir ki, küçük büyük, gelmiş,
geçmiş ve gelecek bütün insan cinsi üzerinde Rablığı geçerli olan tek Rab ve
böyle bütün akıllı ergin insanlar üzerinde mülkü, melekûtu hakim ve dâim tek
hükümdar şüphesiz ki ne insanlar içinden, ne de yaratıklardan birisi olması
mümkün olmaz. Bu, en yüksek, en gelişmiş insanların ibadet ve ubûdiyet ile
kulluğu kendilerine en mukaddes görev bildikleri, muhabbet ve rızasını en
yüksek maksat edindikleri ve bu şevk ile onun sevgili kul ve esirleri safında
dizilmeyi canlarına minnet saydıkları tek mabûd, o, gönülleri doyulmaz ebedî
vuslat aşkıyla titreten, güzellik edenlerde daha yüksek güzellik neşesini
uyandırarak her an kendisine doğru sıdk ve mücahede ile yaklaşma aşkını
heyecanlandıran, her temiz sevgide bir güzellik ânı; nefesleri tıkayan,
yürekleri çatlatan, akılları dehşete düşüren ve sersemleştiren her acı korkuda
bir celâl cilvesi gösteren ilâhlık saltanatı şeriksiz olarak kendisine mahsus
bulunan Hak Teâlâ olabilir. Ve onun için "İnsanların ilâhı" diye
beyan buyurulmuştur. O halde bu üçüncü "nâs" akıllı insanlar içinden
peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler ve Allah'ın birliğine iman edip de
onlara uyan ve onlara arkadaş olmak, onlarla haşrolunmak isteyen hâlis mümin
erkek ve kadınlar, müslüman erkek ve kadınlar gibi kâmil insanlar, yani Fâtiha
Sûresi'nde "Kendilerine nimet verdiğin, gazab edilmemiş ve sapmamışların
yoluna." (Fâtiha, 1/6-7) ve Bakara Sûresi'nin başında "Ahirete
kesinlikle iman ederler. İşte onlar,Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve
umduklarına erenler işte onlardır." (Bakara, 2/4-5) buyurulan insanlar
olması gerekir. Hakikaten sığındırılıp korunmaları vaad olunanlar da bunlardır.
Bununla beraber insanların Rablık, mülk, ilâhlık hükümleri altında birer âyette
üç tavır ile tekrar etmesi "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz,
sizi o diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O'na
döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/28), "De ki: Allah sizi yaşatıyor,
sonra sizi öldürüyor. Sonra sizi, kıyamet gününe topla(yıp getir)ecektir ki,
onda şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Câsiye, 45/26) gibi
âyetlerde hatırlatılan yaşatma ve öldürme mertebeleri ile âhiret günü
tavırlarını da hatırlatmaktan hâli değildir. Bu bakımdan şöyle demek olur:
İnsanlar ölüler iken, yani hayatsız yer, cansız madde, ölü toprak iken onları,
Rablık hükmüyle hayat verip insan yapan nâsın Rabb'ine, sonra o hayattaki
insanları Melik'lik hükmüyle idare ederken siyaset edip öldüren insanların
hükümdarına, sonra da o öldürdüğü insanları ilâhlık hükmüyle ebedî ahiret
hayatıyla yeniden diriltip toplayarak cezalarını vermek üzere ilâhî huzuruna
döndürecek olan, yani kudreti bu kadar büyük ve akıllıların hayırlısı olan
insanların ilâhına sığınırım de. Ona böyle sığınmak ise, sonunda muhakkak olan
zoraki döndürmeden önce her emrine hazır olmak üzere isteğe bağlı dönüş demek
olan tevbe ve hak yola dönüş ile "Kul(um) bana nafile (ibadet)ler ile
yaklaşmaya devam eder. Ta ki ben onun kulağı, gözü ve kalbi oluncaya
kadar." kudsî hadisi gereğince yaklaşarak "Allah'da bâkî
olmak"ta karar azmi olmuş olur ki, bu da "Ancak sana ibadet eder ve
ancak senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasının fiilî sonucu
demek olan kurtuluş ve büyük zaferdir. Ne mutlu buna eren kullara!
Şimdi görülüyor ki, önceki sûrede sığınılan
"müsteâzünbih" (kendisine sığınılan) ancak bir sıfat ile
zikrolunmuştu, "Felâkın Rabbi." Halbuki istiâze olunan (sığınılan)
âfet, "mâhalâk" (yarattığın)ın şerri üç çeşit âfet sayılmıştı: Ğâsık,
neffâsat, hâsid. Bu sûrede ise sığınılan "Rabbi'n-nâs, meliki'n-nâs,
ilâhi'n-nâs" üç sıfatla zikrolunuyor, kendisinden sığınılan ise bir
şerdir. Demek ki bu şer, bu âfet önceki âfetlerin hepsinden büyük, hepsinden
tehlikelidir. Ve bundan korunmayı insan hayatının bütün safhalarında ve
özellikle son deminde en özel maksad olarak bilmek lazım gelir. Demek ki
sığınmak için senâ (övme) dahi istenilen matlûbun kadrine göre olması icap
eder. İnsana dışından gelen âfâkî (nesnel, objektif) şerler ne kadar büyük
zarar ve fenalık olursa olsun, ona ne kadar acı, elem ve ıztırap verirse versin
onda insanın kendi düşüncesinden, inancından, iradesinden, kazanmasından bir
sebep olma bulunmadıkça, o şey onun hakikatına nüfuz etmez, ruhunu kirletmez,
Allah katında sorumlu kılmaz, hakikatte onun hesabına bir şer sayılmaz. Bilakis
o yüzden elem ve zahmet çektiği için ecir ve sevap bile alır. Çünkü o, onun
yaptığı bir şey değildir. Onun sorumluluğu yapana aittir. Halbuki insanın
kendinden gelen veya az çok meyil ve irâdesine yaklaştırılarak kendine
yaptırtılan şer, kendi şerridir. O, ondan sorumludur, ruhunu kirletmiş, kendi
kendine düşmanlık etmiş olur. İnsan nefsinin en büyük âfeti işte böyle kendi
içinden gelen fenalık, içindeki bozukluk, imânsızlık, iradesizlik,
himmetsizlik, yanlış anlayış, yanlış düşünüş, fena temayül, aldanış,
basiretsizlik, kararsızlık, hâsılı bir kelime ile şüphecilik, vesveseciliktir.
"Mecruhu sanma cerh-i mücerreddir
öldüren,
Âfât-ı bâtıniyyedir aslı musîbetin"
"Yaralıyı, yalnız yaranın öldürdüğünü
sanma.
Musîbetin aslı, bâtınî âfetlerdir."
4. Onun için Kur'an'ın başında şüpheyi
bertaraf etmekle, imân ve âhireti bilmek korunmanın, kurtuluşun ilk şartı
olarak tesbit edildiği gibi, sonunda da her şerre sürükleyen sinsî vesvesenin
şerrinden sığınma emrolunarak buyuruluyor ki: ye müteallıktır. O hannâs
vesvesecinin şerrinden, yani geri geri çekilip sinen, sinip sinip aldatmak, Hak
yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese vermek âdeti olan
o dönek, o sinsi, o geriletici vesvese kaynağının şerrinden sığınırım.
Esasen vesvese mânâsına masdar ismi veya
muzaaf rubâînin masdarı bu vezinde de geldiğine göre masdar olmakla beraber çok
vesveseci, müvesvis mânâsına mübalağa için sıfat ve isim olarak kullanılmıştır
ki, aynı vesvese kesilmiş vesvese kaynağı demek gibidir. "Lâm" ile
"el-vesvâs", şeytanın bir ismi olmuştur. Çünkü Keşşâf'ın dediği gibi
bütün meşgûliyeti, sanatı ve daima üzerine düştüğü hep vesvese ve azdırmadır.
Öyle vesvese vermekle bilinen odur. Bahru'l-Muhit'de Ebu Hayyan der ki:
"el-Vesvâs, şeytanın ismi demişlerdir, bununla beraber vesvas şehvetlerin
fısıldadığı vesveseye de denilir ki yasaklanmış olan nefsin arzularıdır."
Vesvese nedir? Keşşâf'ın ve Ragıb'ın da
söyledikleri vechile vesvese esasen fis, hiş demek, yavaş fısıltı yapmak,
fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir. Zinet eşyası hışıltısına
"vesvâsü'l-huliy" denilmesi bundandır. Kamus'un kaydettiği vechile
avcının ve köpeklerin yavaşça seslerine vesvese ve vesvâs denilmesi de
bundandır. Bundan hâtırâ-i redîeye, yani nefsin veya şeytanın kalbe koyduğu
hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve dağdağaya vesvese denilmek meşhur olmuştur,
dilimizde bilinen de budur. "Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz."
(Kâf, 50/16) âyeti nefsin vesvesesi hakkında, "Şeytan ona (Âdem'e)
fısıldadı." (Tâhâ, 20/120) âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır.
a gelince: "Hunûs"tan mübalâğalı
ism-i fâil veya o vezinde ism-i mensub olarak vesvâsın sıfatıdır. Çok hunûs
edici, hunûs âdeti olan demektir. Küvvirat Sûresi'nde "Gündüzleri kaybolup
geceleri ortaya çıkan bütün yıldızlara." (Küvvirat, 81/15-16) âyetinde de
geçmiş olan hunûs, lugatta lazım (geçişsiz) fiil olarak teahhur ve rücû yani
gerilemek ve geri dönmek, sıkılıp büzülmek, sinip kaybolmak ve görünmez olmak
mânâlarıyla ilgili olduğu gibi, müteaddî (geçişli) fiil olarak geriletmek,
munkabız etmek, sindirip kaybetmek mânâlarına gelir. Tefsirciler çoğunlukla
lâzım fiilden geç kalma ve inkıbaz ile sinmek mânâsını esas tutarak tefsir
etmişlerdir ki, bundan "hannâs" geri çekilerek veya büzülüp sinerek
fırsat bulunca dönmek âdeti olan demek oluyor. Onun için biz bunu sinsi diye
tercüme etmeyi uygun bulduk. Keşşâf'ta: "Hunûsa mensup, âdeti hunûs yani
geri kalmak olandır. Çünkü Sâid b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, insan
Rabbini zikrettiği zaman şeytan hunûs eder, geri kaçar, gaflet edince de döner
vesveseye başlar." der. Ragıb da der ki: "Hannâs, hunûs eden, yani
Allah anıldığı zaman geri kalan şeytandır." Bunlara göre "Vesvâs-i
hannâs" şeytan demek olmuş oluyor ki, tefsircilerin çoğu da bunu
söylemişlerdir. Sûrenin sonunda bu şeytan
6. "cinlerden ve insanlardan" diye
genelleştirilerek beyân olunacağına göre bu da yeterlidir. Bununla beraber Ebu
Hayyan bunun nefse de şümûlünü ve tam sinsilik mânâsını göstererek Bahir'de
demiştir ki: "el-Hannâs, "İzi üzere geri dönen, zaman zaman
gizlenendir." Ve bu vasıf, şeytanda yerleşmiştir. Kul Allah Teâlâ'yı
zikrettiği zaman şeytan geriler, çekinir. Şehvetlere gelince: Bu da imân ile ve
meleğin ilhamiyle, hayâ ile siner, çekinir. Şu halde bu iki mânâ
"vesvas"ta mevcuttur, da "Şeytanlardan ve insanların
nefislerinden" demek olur. Yahut vesvâs ile murad, şeytan ve kötü
yakınlardan yaldızcı, kışkırtan, da o "vesvâs"ı beyan olur.
"Hunûs" müteaddi (geçişli) olabileceğine göre de "hannâs",
geriletici veya sindirici demek olur. Şeytan ve şehvetler hakkında bu da
doğrudur. Çünkü bunlar vesveseleriyle insanı geriletir, insanlık rûhunu hak
yolunda ilerlemekten alıkoyar. Akıl ve fikrini çelerek sabır ve metanetini,
azim ve irâdesini kırarak imân ve şeksiz ilimden, güzel ameller için
mücahededen çekindirir, sırf hayvanî, fanî zevklere ve yanlış yollarla türlü
hilelere, aldatışlara sevkederek geriletir, aşağılatarak ve soysuzlaştırarak
fânî hayatta çürütüp bitirmek ister. Allah anıldıkça, hak korkusu göründükçe
geriler, siner, fırsat buldukça döner, yüz buldukça şımarır, musallat oldukça
olur, musallat olduğunu da düğümlere üfleye üfleye vehimler ve hayâller içinde
sindire sindire alçaltır ve adı kötüye çıkmış eder bırakır. Bu mânâ itibarıyla
da yine sinsi diye tercemesi uygun olur.
İbnü Sinâ demiş ki: Vesvâs, vesvese veren
düşüncedir. Bu da hayvansal nefsi kullanmaya geçişi, sonra da hareketi aksine
oluşu cihetiyle hayâl gücüdür. Zira nefsin asıl vechesi ayırıcı prensipleredir.
Hayal edici güç onu madde ve ilişkileriyle meşgul olmaya doğru tuttuğu zaman o
güç, hunûs etmiş, yani tersine hareket etmiş olur. Bazıları da demiştir ki, kuruntu
gücüdür. Çünkü o başlangıçlarda akla uygun gelir. Fakat iş sonuca gelince
çekinir, vesvese vermeye, şüpheye düşürmeye başlar.
Âlûsî'nin bunlara karşı, "Allah'ın
kelâmını böyle tefsir etmek vesvâs-i hannâsın şerrinden olduğu gizli
değildir." demesi de yerinde olmamıştır. Zira kuruntu ve hayâl atılınca
vesvesenin yeri kalmaz. Allah'ın kelâmını, yarattığı tabiata bakarak, âfakî
(nesnel) ve enfüsî (öznel) alâmetlerini düşünüp ve inceleyerek anlamaya
çalışmak şeytanın vesvesesi değil, Kur'ân'ın bakma (nazar) ve tefekkür
emirlerinin gereği olduğunun da unutulmaması gerekir. Nitekim Beydâvî de
vesvese vereni vehim kuvveti gibi diyerek izah etmiştir. Bunu bir temsil değil,
sadece düşündürmeye yorup da vehmin ve hayâl vesveselerinin şerrini istiâze
(sığınma)den hariç bırakmak şeytanın en çok kullanmak istediği aracılarını
ihmâl etmek demektir.
"Vesvâs"ın vesvese veren kuvvet
demek olduğunda ve vesvesenin hayâl etmek ve kuruntu ile ilgili bulunduğunda
vesveseye düşülmeye sebep yoktur. Ancak bunu tahsise kalkışmayıp da şu ilâhî
beyanın umûm ve şümûlü üzere anlamak elbette daha doğrudur. Zira
"Vesvâsü'l-hannâs" nedir, diye tereddüde düşülmemek için şöyle beyan
ve açıklama buyurulmuştur: O ki insanların sînelerinde vesvese verip durur.
Yani insanların içlerinde: gerek ferd olarak içlerinde, gönüllerinde ve gerek
toplum olarak içlerinde, aralarında, yahut Allah'ı unutanların göğüsleri,
bağırları içinde iç ve dış duyularından hatırlarına, gönüllerine türlü vesvese
sokar, sezilir sezilmez fiskos eder gibi yavaşçadan gıcıklayarak kötü telkinler
yapar, kötü kötü eğilimler, alçak alçak hisler uyandırır. Bu şekilde akıl ve
fikirlerini çeler, türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, insanlık
gayesine ermekten alıkor, nihayet din ve imandan çıkarır, ebedi helake sürükler.
O vesvâsi'l-hannâs işte böyle her şerrin başı olan vesveseyi gafil insanların
sînelerinde fısıldayıp duran sinsi etken her ne ise odur.
İbnü Sinâ der ki: "Nefsin birinci bineği
sînelerdir. Zira insana ait nefsin ilk ilgilendiği kalbdir. Onun aracılığı ile
diğer uzuvlara yayılır, onun için vesvesenin etkisi ilk önce sînelerde
olur."
Tefsirciler diyorlar ki, burada mevsûlünün
i'rabında üç vecih caizdir: Birincisi, sıfat olarak mahallen mecrûr olmaktır
ki, vesvâsın tefsir edici sıfatı (sıfat-ı müfessiresi) demektir. İkincisi, onu
tefsir için isti'nâf cümlesi olmak üzere takdirinde haber olarak merfû
olmaktır. Üçüncüsü, zem üzere mansup olmaktır. Bu iki veche göre
"el-Hannâs"da vakıf yapmak, vakf-ı hasen olur. Birincisine göre ise
Kevâşî tefsirinde, "vakıf caiz olmaz" demiş. Fakat Taybî buna:
"Vakfın caiz olmamasında şüphe (nazar) vardır, çünkü fâsıla vardır (âyet
sonudur)." diye ilişmiş. Keşf'te de demiştir ki, sıfat olunca hüsün (güzel
olma), müsellem değildir. Meğer Allahümme vakf-ı hasen bir özel fâsılada bu
gibisine de şamil olması hakkında bir veche göre olsun. Zira Kur'ân'ın her
fâsılası güzeldir, her âyetinde vakıf yapmanın da güzel olması lâzım gelir.
Âyetlerde vakıf, Rasulullah'ın sünnetidir, diye de bir rivayet vardır. Bu
"en-Nâs"dan murad, Allah'ı zikirden gaflet edenler, yani gaflet
halinde olan insanlar olması açıktır. Onun için bunun "nâsî" yani
unutan mânâsına olmasını da caiz görmüşlerdir.
Cinlerden ve insanlardan. Yani o vesvese veren
gerek gizli cin taifesinden, cinnîlerden olsun ve gerek malum insanlardan,
insîler kısmından olsun o vesvasi'l-hannâs ikisini de kapsamına alır. İkinci
bir mânâ ile: Cinden de vesvese verir, insanlardan da vesvese verir. Yani
cinlerden, tabiat ötesi gizli yaratıklardan bahsederek onlara ilişik ettirerek
o cihetten de vesvese verir. İnsanlardan bahsederek, onlara ilişik ettirerek o
yönden de vesvese verir. İbnü Sinâ'nın anlayışına göre cin istitar (gizlenme,
örtünme)den, ins istinâstandır, gizli işler gizli hisler, yeniden başlanılan
işler açık hislerdir. Vesvese veren, kalbe vesveseyi bunlardan verir. Üçüncü
bir mânâ ile gerek cinden olan ve gerek insten olan insanların sadır (sîne)ları
içinde vesvese verir, bu şekilde cinni de azıtır, insanı da azıtır. Dödüncü bir
mânâ ile de, yani gizli, açık cin ve insanın şerrinden.
Bu mânâların vechi: Buradaki in mânâsı ve
ilişkisidir. Bunda tefsirciler üç, dört vecih zikretmişlerdir:
Birincisi: "Min" beyâniyye olarak yü
beyân olmasıdır ki, dolayısıyla "vesvâs"ın cinslerini beyan olur.
Yani o vesvese veren vesveseci şeytan iki türlüdür: Biri fizik ötesi sahada
gizli takımdan, cinnîler soyundan, biri de normal düzeyde açık ilgi kurulan,
bilinen insanlar soyundandır. Bu mânâ En'âm Sûresi'nde geçtiği üzere
"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.
(Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." (En'âm,
6/112) âyeti mânâsına uygun olarak vesvâs (vesveseci)ın insan ve cin
şeytanlarından daha genel olduğunu ve hepsinin şerrinden Allah'a sığınmak
lüzûmunu beyân olur, en açık mânâ da budur. Ebu Zer (r.a.)'den rivayet
edilmiştir ki, bir adama: "Sen, insan şeytanından Allah'a sığındın
mı?" demiştir.
İkincisi: in ibtidâiyye olarak ye taallûk
etmesidir ki, vesvese vereni değil, verdiği vesvesenin başlangıcını, ilgilenme
yönünü göstermiş olur. Kâh cinlerden vesveselendirir, kâh insanlardan
vesveselendirir, demek olur. Bu, yoruma göre cin, en genel mânâsıyla melekleri
de kapsamına almış olabilir. Gerçi melek, şer değil ve vesvese vermezse de
vesveseciler onlardan da bahsederek vesvese ve aldatmacada bulunabilirler.
Üçüncüsü: deki "nâs"ı beyân
olmasıdır ki, Ferrâ ve daha bir takım kimseler buna kâni olmuşlar ve
demişlerdi: "Nâs, cinne de denir. Nitekim Cin Sûresi'nde "Cinlerden
bir topluluk." (Cin, 72/1) ve "Cinlerden erkekler." (Cin, 72/6)
denildiği gibi Kelbî'den nakledildiği üzere "Cinlerden insanlar" dahi
denilir. Bu şekilde o vesveseci, cinden olan "nâs"a da, insten olan
"nâs"a da vesvese verir demek olur.
Keşşâf sahibi der ki: "Ben, bunu doğru
bulmam. Çünkü cinne cin denmesi kapalılıklarından, gizliliklerinden dolayıdır.
"Nâs" (insanlar)a nâs denilmesi de, beşer denilmesi gibi, ortada
oluşlarından dolayıdır ki, ibsâr (görmek) mânâsına olan înâstan alınmıştır.
"Nâs" deyiminin ikisine de söylendiği vâki, sahih ve sâbit olsa bile,
Kur'ân'ın fesâhatine ve yapmacıktan uzak olmasına uygun olmaz. Bu mânâyı
anlamak için ile "en-Nâsî" (unutan) kastedilmesi daha iyidir ki,
"O çağırıcının çağırdığı gün." (Kamer, 54/6) gibi "İnsanların
akın akın döndüğü yerden." (Bakara, 2/199) âyetinde kesrile okunduğu gibi
olur. Sonra da bu nâsî, cin ve ins ile beyan edilir. Çünkü insanlar ve cinler,
Allah Teâlâ'nın hakkını unutmakla vasıflanmış iki türdürler." Fakat bu da
zahirin zıddı olmakla beraber, bu şekilde "sadr"ın çoğulu olan
sudûrun tekil olan nâsîye izafeti de zevke pek uygun gelmez. Bu veche kâni
olanların asıl maksadı burada ins ve insîyi mutlak insandan daha özel olarak
ona karşıt olan cinni de mutlak insan cinsi ve mâhiyeti içerisinde düşünmek
gerekir. Çünkü ins, mutlak insan mânâsına geldiği gibi, insanın ilişki kurduğu
dostu, yâri ve devamlı beraber olduğu ahbâbı mânâsına da gelir. Buna karşılık
olan da tanımadığı yabancısı, bilmediği demek olur. Yine bu mânâya yakındır ki,
insanın nefsi ve vücudu tarafına gelene insî, öte tarafına vahşi tabir olunur.
Mesela elin iç yüzü ve ayağın üstü insî, elin dış tarafı ve ayağın tabanı
vahşidir ve Anatomide bu mânâ meşhurdur. Aynı şekilde cin, gece karanlığı ve
örtünme mânâsından olarak duygulardan gizli olan şeylere ve bütün ruhânîlere ve
ruhanîlerden özellikle bir kısmına derecelerine göre söylendiği gibi (En'am
Sûresi, 6/128. âyetinde geçmişti oraya bkz.), insanların toplandığı çok ve
kalabalık toplumun en çok ve gür yerine de, iç kısmını örttüğü için denildiği
lügatta malûmdur. Şu halde da "nâs", bilinen ve bilinmeyen bütün
insanlar, daki "nâs" da daha özel mânâsıyle insînin çoğulu enâsî,
hafifletilmiş (muhaffef)i nâs, yani alışılmış insanlar demek olur. Cinne de
bunun karşılığı yabancı, gizli, tanınmadık, meçhul insanlar, demek gibi olarak
ikisi bütün insanları beyan etmiş olur. Vesvâs (vesveseci) da, bütün insanlar
cinsine vesvese veren, maddî manevî, uzak, yakın her ne ise o demek olur. Bu
mânâ da haddi zatında önemlidir ve lâfzın ihtimalli durumlarından da olabilir.
Ancak bunda cinnin mânâsını tahsis ile beraber, daha çok açıklamaya ihtiyaç
duyulan "vesvâs"ı bırakıp da açık olan "nâs"ı beyâna geçmek
vardır ki uygun değildir. Onun için bu üçüncü vecih, mânâ itibarıyla doğru olsa
bile, âyet metinden anlaşılması itibarıyla pek zayıf ve pek dolambaçlı olduğu
için ta'kıd (sözü anlaşılmaz hale sokmak)den uzak değildir. Bununla tefsir,
Kur'ân'ın fesâhatına uygun olmaz. Yalnız cin ve insin hâs (özel) bir mânâsını
da anlatmak için zikrolunmuştur.
Dördüncü bir vecih de vesvâsı beyân veya harfi
cerin tekrarı ve muzaf takdiriyle "Cinlerin ve insanların şerrinden"
mânâsında bedel olmaktır ki, bunun da sonucu birinci vecih gibi olur. Bütün bu
vecihler içinde en açığı birinci vecihtir. Bu suretle "cinn"
duyguların gerisinde olan tabiat ötesi sahayı, (nâs) da tabiî sahayı beyan
demektir. Vesvese mutlaka bunların birinden veya her ikisinden gelir.
İşte bütün bunların şerrinden ve özellikle
vesvesesinin şerrinden insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı
olan tek, ulu Allahu Zülcelâl'e sığınmak sonuç olarak emredilmiş ve bu vechile
sığınanların Allah'ın yarıdmına mazhar olmak suretiyle korunarak güzel sonuca
erecekleri vaad buyurulmuştur ki, bunun üzerine teşekkür olarak "Hamd,
âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Fâtiha, 1/2) diye Fâtiha
Sûresi'nden başlamak ne güzeldir!
Bu yüce sûrenin harfleri tekrarsız olarak (med
harfleri dâhil) sayıldığında yirmi iki harftir. Fâtiha Sûresi'nin harfleri de
böyledir. Alûsî'nin nakline göre bunun, nüzûl senelerine remz olduğunu
söyleyenler olmuştur. Çünkü Kur'ân'ın yirmi iki senede nazil olduğunu rivayet
edenler de vardır. Lâkin meşhur olan yirmi üç senedir. Şu halde yirmi iki
seneden fazla olmakla beraber tam yirmi üç seneye de dolmamış olduğunu söylemek
hepsine uygun olur. Gerçi dile ait bir konumu, aklî veya tabiî delaleti
olmayarak sırf tesadüf kabilinden görünen bu gibi rastlantılara hükümler
gerektirecek kadar delil getirmeye müsait, ifadesi kastedilen bir mânâyı murat
etmek nazarıyla bakmak doğru olmaz ise de, hakikatte Allah'ın ilmine göre
tesadüf düşüncesi vârid olamayacağı ve her rastlantının dahi gerçekte bir
hikmet ve mânâsı bulunması gerekeceği düşünülürse, bu gibi rastlantıların
yerine göre sembolik bir mânâ ifadesinden hâli kalmayacağı da inkâr edilemez.
Bu sebeple bunları da işaretlerin lâtifeleri ve terkiblerin dayanakları
kabilinden olan zevke ait nüktelere katılmış remizler, işaretler halinde
kaydetmek ve mütalâa etmek faydadan uzak olmaz. Kur'ân'da bu kabilden de birçok
incelikler bulunduğu malûm, bununla birlikte müteşâbihât vâdisi demek olan bu
gibi nüktelerden muhkemlerin tersine mânâlar çıkarmaya kalkışmak, hurûfîlik
sapıklık ve dalâletiyle bâtınîlik karanlıklarına sürüklemek demek olacağı,
bunun ise Kur'ân'ın zulmetten nûra götüren açık beyânına ters düştüğü de
şüphesiz olmakla beraber, muhkemlere aykırı olmayarak sezilen, duyulan
parıltılar, bakışlar, ince ince irfanları zevkleri okşayan remizler, işaretler,
sözden çok hâle ait olan ve ehlinden başkasına örtüsünü açmayan güzellikler de
ne kadar incelense o kadar faydalı, o kadar lâtif olur. Meselâ Kur'ân'ın başı
besmelenin (bâ)sı ile başladığı, sonu da "nâs"ın "sîn"i ile
son bulduğu düşünülünce, bunun "bes", yani yetişir, kâfi, işte o
kadar demek gibi olduğu, bunun da "Biz kitap (Kur'ân)da hiç bir şeyi eksik
bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rab'leri(nin huzuru)na toplanacaklardır."
(En'âm, 6/38) muhkem mefhûmuna uygun olarak Kur'ân'ın başka bir kitaba, diğer
bir delile ihtiyaç bırakmayacak derecede din esaslarının hepsini içeren,
yeterli bir hidayet rehberi olduğuna bir remiz (sembol), yani "Kendilerine
okunan kitab (Kur'ân)ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir
toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (Ankebût, 29/51) muhkem mânâsına
da işaret olması gibi anlayışlar, boş değil, hoştur. Nitekim şu Farsça beyit de
bu mânâda söylenmiştir:
"Evvel ü âhir-i Kur'ân niye bâ, sîn
geldi?
Yani rehber iki âlemde bize Kur'ân bes."
Bunu, bizde bilinen "Allah bes, bâki
heves" (Allah yeterlidir, geri kalan hevesdir.) sözünün mânâsıyla anlamak
da Kur'ân'ın baştan sona bütün maksatlarını kapsayıcı olmak itibarıyla daha
derli toplu olacağını hatırlatmak da şüphesiz ki faydalıdır. Bunda Tevbe
Sûresi'nin sonundaki "Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: Allah bana
yeter! Ondan başka ilâh yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arş'ın sahibidir."
(Tevbe, 9/129) ve Yâsin Sûresi'nin sonundaki "Yücedir o (Allah) ki,
herşeyin hükümranlığı O'nun elindedir ve siz O'na döndürüleceksiniz."
(Yâsin, 36/83) gibi âyetlere özellikle işaret bulunmakla beraber, Fâtiha'daki
yardım isteme ile hâtime (bitiş)deki sığınma emirlerinin tevhid ve ihlâs
gayesinde bir tatmini vardır ki, genelde istenilen güzel bitiş (hüsni hâtime)
de budur. Bununla beraber bu işâretleri, harflerin sembolik mânâlarından
çıkarmaya ihtiyaç da yoktur. Fâtiha ve Bakara Sûresi'nin başı ile İhlas ve
Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs sûreleri), bu üç sûrenin mânâ ve mefhûnu düşünüldüğü
zaman doğrudan doğruya mânâlar arasındaki tutarlılık ve ilgi, sûrelerin baş ve
sonları arasındaki birlik ahengi, fikrî ve beyânî silsile de o nükteleri ilhâm
etmeye yeterlidir. Bu ahenk ve uygunluk bize Kur'ân sûrelerinin tertibinin de
vahyile olduğu hakkındaki mezhebimizin kuvvet ve isabetini gösterir. Onun için
sırf remizlerinden fikre doğan mânâlar Allah'ın muradı olduğuna hükmetmek doğru
olmayacağı hakkında bilginlerin hatırlatmasını unutmaması ve kastedileni
karanlık yollarda aramayıp doğru yola sarılmak maksatların başlıcası olduğunu
dâima göz önünde tutmak lâzımdır.
Kıyamet günü selâmete ermek için doğru yola
hidayet, istenilen ilk maksad olduğu gibi, o yolda insanlık mertebelerinin en
yüksek kemâli olan bekâbillâh (Allah'da bâki olma) saadetine kavuşmak için de
gizli açık her türlü vesveseden, şüphe ve zandan sakınarak tam bir bilgi ile
Allah Teâlâ'nın Rablığına, hükümranlığına, ilâhlığına sığınmak son gaye
olduğunun hâtime (sonuç) olarak beyân buyurulmuş olması şüpheden uzak olarak
gösteriyor ki, insanlığın saadetinin gayesi kesin bilgi ile ittika (Allah'tan
gereğince korkma)dadır, hüsn-i hâtime (ömrün iyi bir şekilde bitişi) onunladır,
"Sonuç, (Allah'tan korkup günahtan) korunanlarındır." (Â'raf, 7/128).
İşte kendisinde şüphe bulunmayan bu en mükemmel kitap böyle "Müttakîler
için yol gösterici." (Bakara, 2/2) olarak indirilmiştir. Gereğince amel
edenler de hep o güzel âkıbete ermiştir. Gereğince amel etmek de Allah'ın lütfu
ve başarılı kılmasıyladır. Bize düşen "Ancak sana ibadet eder ve ancak
senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasıyla O'nu istemek, kesin
bilgi ve ihlâs ile O'na sığınmaktır.
Bu aciz kul da hamd ve tesbih ile O'nun
terbiyesinin lütfuna, mülkünün feyzine, ilâhî yardımına, rahmet ve gufrânına
sığınarak hem kendim, hem milletim, din kardeşlerim hakkında vesveselerden
uzak, selîm kalp ve doğru vicdan ile o güzel sonuca muvaffak kılmasını diler ve
on iki seneden beri gece ve günüz Hakk'ın aşkı ile gözlerinden nokta nokta akan
gözyaşı dökerek altmış senelik hayatımın sayfalarına Allah'ın kelâmının meâl ve
tefsirini yazmaya çalışan güçsüz kalemim bu noktada "Allah bes, bâki
heves" (Allah kâfidir, geri kalan hevestir.) diyerek sonuca imza koymak
isterken, Hakk'ın cömertlik sırrını bilmiş olmaktan bir ân uzak kalmak
istemeyen zayıf kalbim de bu yalvarıp yakarma ile söze son verir:
Geldim likâna ermek için iş bu menzile
Haşret erenlerinle beni eyleyip kerem
Bir ân imiş meâli kitab-ı vücudumun
Ömrüm şu tercemânım olan satr-ı mürtesem
Levh-ı rızaya yazdır ilâhi bu satırımı
Her dem nevâyı hamdini kaydeylesin kalem.
"Sana kavuşmak için bu menzile geldim.
Kerem eyleyip, beni eren kullarınla haşret.
Vücudumun kitabının meâli bir ân imiş.
Ömrüm, şu tercemânım olan resmedilmiş satır.
İlâhî, bu satırımı rıza levhasına yazdır.
Her ân kalem, hamdinin sesini kaydetsin."
"Ey Rabbim! Bana bir hüküm ihsan et ve
beni sâlihler zümresine kat. Ve sonrakilerde bana bir sadakat dili (zikr-i
cemil) tahsis eyle. Ve beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Ey Rabbimiz!
Bizlere eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler süruru ihsan buyur ve bizleri
muttakilere önder kıl. Ey Rabbimiz! Bizleri ve bizden önce iman ile geçen
kardeşlerimizi affeyle ve iman edenlere karşı kalplerimizde bir kin tutturma.
Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki sen şefkatlisin, merhametlisin. Ey Rabbimiz! Hamd,
evvel ve âhir sanadır. Sen Sübhan'sın ey Rab! Senin şanın ne büyüktür! Bürhânın
ne yücedir. Fâtiha senden, sonuç sanadır. Ey Allah'ım! Muhammed (s.a.v.)'e ve
onun yakınlarına salat ve selâm et. Nasıl İbrahim'e ve onun onun yakınlarına
salat ve selâm eyledinse. Sen övülmüşsün, pek yücesin. Ey Allah'ım! Muhammed
(s.a.v.)'i ve onun yakınlarını kutlu eyle, İbrahim ve onun yakınlarını kutlu
eylediğin gibi. Sen övülmüşsün, pek yücesin! Bizi, kendilerine nimet
verdiklerinle, gazab edilmemiş ve sapmamışlarla haşret! Âmin".
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.