Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Duha Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
93-DUHA:
1. Andolsun o duhâya. Duhâ diye bilinen kuşluk
vaktine ki, güneşin parlayıp yükselmeğe başladığı, gündüzün gençliği zamanıdır.
"Lâm" cins için olur. Yahut, kuşluk vakitleri içinde seçkin bir
kuşluk vaktine ki, "lâm" aht için olarak hakikat güneşinin Muhammed
ufkundan doğup "âlemlere rahmet olarak"(Enbiya, 21/107) her tarafa
elçilik göreviyle ışıklar saçmaya başladığı zamana işarettir.
Hitabın Resulullah (s.a.v.)'a olması itibariyle
"lâm"daki bu ahit mânâsı tercih edilir. Bundan dolayı Hz. Muhammed
(s.a.v)'in yüzüne veya ilâhî konuşma zamanına işaret olduğu da söylenmiştir.
Nitekim "Tâhâ" Sûresi'ndeki "İnsanların kuşluk vakti
toplanması."(Tâhâ, 20/59) âyetinden anlaşıldığı üzere halkın toplanıp Musa
(a.s)'nın sihirbazlara galip geldiği vakit de bilinen bir kuşluk vaktidir.
2. Ve sessizliğe büründüğü, kararını bulup
sakinleştiği zaman geceye andolsun. Yani tam tavına gelip durduğu,
içindekilerin sakinleştiği vakit ki, gecenin başından bir süre geçtikten
sonraki orta anlarıdır. O vakit karanlık artacağı kadar artmış, örteceğini
örtmüş, kararını bulmuş, bir de ses seda kesilmiş, dinmiş olur.
"Karanlığın çöktüğü, ortalığı örttüğü veya rüzgarın kesildiği" veya
"gecenin tükendiği sıra" diye de düşünülebilir ki her birini duhâ'ya
bir karşılık olması veya bir şekilde bir benzeyişi vardır. Biri neşe biri
keder, yahut kederin yok oluşunu ifade eder.
SECÂ, "ulüvv" kalıbında
"sücüvv" kökündendir. Sücüvv mutlak olarak sakinleşme, yani bir şey
kararını bulup dinmek, sakin olmak mânâsınadır. "Bahr-i saci";
dalgasız durgun deniz, "tarf-ı saci, sakin baygın göz, "leyl-i
saci'" de sakin, durgun, rüzgarsız gece demektir. Seciyye de sakinleşme
mânâsından alınmış olup insanın nefsinde sakin ve sabit huy, meleke demektir.
Tesciye de örtmek mânâsına gelir. Buna göre gecenin sakinleşmesi demek olan
sücüvv zamanı; iyice durgunluğu ile tam kararması, örtüp kaplaması veya sona
erip geçmesi zamanı diye de anlaşılmıştır. İbnü A'rabi: "gecenin karanlığı
şiddetlendi" demektir, demiştir. İbnü Münzir ve daha bazıları İbnü
Cübeyr'den naklen şöyle demişlerdir: "Gece gelip her şeyi örttüğü
zaman." denir. İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Avfi kanalıyla İbnü Abbas'ın
"geldi" demektir dediğini; İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim de yine İbnü
Abbas'ın "gitti" demektir, dediğini tesbit etmişlerdir. Çoğunluğun
açıklamasına göre asıl sücüvv, sakinleşmek demek olduğu ve "leyl-i
saci" rüzgarsız gece mânâsını ifade etmede yaygın olarak kullanılır olduğu
için maksat, ğaşiy (örtmek, bürümek) de olduğu gibi karanlığın şiddet ve
bastırmasını değil, "O, içinde sakinleşesiniz diye geceyi sizin için
yaratandır."(Yunus, 10/67) âyeti mânâsınca bilhassa sakinlik ve sessizlik
zamanını hatırlatmış olması açıktır ki, bu sakinlik geceleyin çıtırdı duyulmayacak
şekilde hasıl olan herhangi bir hissî ve manevî sessizlikle huzur ve istirahatı
veya gecenin bitmesi gibi kederin yok olması zamanını da içerir. Bu suretle
karanlık ve kederde ve dolayısıyla hayatta olan değişimlerde, elemler ve
kederler veya ölüm ile fanilik sıkıntısının basması ve vahyin kesintiye
uğraması ile marifet nurunun sönmesi ve ruhun alınması hallerine işaret olmakla
burada murat, o karanlık ve kederin kendisi değil, bilhassa öyle bir durumda
meydana gelen huzur ve sükunu hatırlatma, yani gecenin duyulmaması halinde
olduğu gibi vahye ara verilmesinde de bir dinleniş ve kesinti bulunduğunu veya
gecenin geçmesi, sabahın başlaması sıralarında olduğu gibi vahyin kesilme
zamanı bitip yeniden başlamasıyla kederin neşeye dönüştüğü zamanı duyurmaktır.
Şu halde hayatın ve marifet nurunun yaldızlı bir şekilde parlatmaya başladığı,
genç ve dinç bir neş'e zamanını, ruh tecellilerini ifade ettiği gibi, ona
karşılık mutlak bir karanlığı, beden sıkıntısını hissettirmekle beraber,
"sakinleştiği zaman" kaydı o karanlığın sakinleşmesi anındaki huzur
ve dinlenme ile yorgunluk ve kederin yok olması ve ahiretle ilgili gelecek bir
neşenin müjdelenmesi anını ifade etmiş olur ki, bunun iniş sebebiyle ve
aşağıdaki gibi gelecek cevaplar ile bu sûrenin mânâsındaki derece derece
yükselen vaad ve müjdeleme ile münasebeti ne güzeldir.
3. Kısacası, karanlıktan aydınlığa aydınlıktan
karanlığa her saat durmadan değişen zaman farkları içinde bilhassa ilk hayat ve
marifet neşesinin yükselmesi anı olan parlak kuşluk vaktine ve ona arız olmakla
beraber gelecek bir hayat ve mutluluk neşesinin başlangıcı ve müjdecisi olan
gecenin dindiği sessizlik anına yemin olsun ki ey Muhammed! Rabbın seni
terketmedi, veda edip bırakıvermedi.
TEVDÎ, aslında misafirin veda etmesi yani
giderken kalanlara "hoşça kalın", "Allah'a ısmarladık" gibi
vaad, bolluk, hoşluk, akıbet duasıyla bırakıp gitmesi ve böyle veda ile
uğurlanması demek olup sonra mutlak şekilde terkedip bırakmak mânâsına da
kullanılmıştır. Yüce Allah hakkında bu bildiğimiz mânâ ile veda ve uğurlama
tasavvur edilemeyeceğinden burada da terk mânâsıyla tefsir edilmiştir. Sûrenin
iniş sebebi de buna diğer bir karinedir. Yani, "Rabbin seni
bırakmadı", ve darılmadı Bırakmaması dargınlıktan, öfkeden bırakmamak
değil, rahmet ve yardımından dolayı bırakmamaktır. Çünkü bırakmamak iki şekilde
olur: Birisi lütuf, birisi helak etme, kahretme ifade eder. Yoksa "İnsan
başıboş bırakılacağını mı zannediyor." (Kıyamet, 75/36) mânâsınca hiçbir
insan mutlak mânâda başıboş bırakılmaz. Rab'lığın gerektirdiği bir netice
olarak yükümlü olma sırrıyla ya rahmet eserinin, ya da gazap eserinin hükmü
altında bulunur. Duha ve leyl'in birbirlerine karşılık olarak söylenmesinde
buna da işaret vardır. Bundan dolayı bırakılmamaktan bir gazap ve öfke eseri
hatıra gelmemek için "darılmadı" diye buğz ve öfkenin bulunmadığı
belirtilerek rahmeti devam ettirme mânâsı vurgulanmıştır.
4. Bu daha çok açıklanarak da buyruluyor ki:
Ve her halde son, bulunduğun her halin sonu, mesela hayatının başlangıcına
nazaran peygamberlik hayatı, peygamberliğin başlangıcında vahyin gelişine
nazaran kesilişi hali, vahyin kesilişine nazaran tekrar böyle başlayışı hali,
böyle bu sûrenin inişinden sonra zamanla ulaşacağın her halin ard arda sonu,
nihayet ölümden sonra ahiret nimeti, kısacası, peygamberliğinin başlangıcına
nazaran sonrası, hayat ve ölümünde bulunduğun ve bulunacağın her halin önüne
nazaran sonu ve bütün dünyaya nazaran ahiret senin için önceden, evvelden daima
hayırlıdır. Yani sen böyle halden hale, hayırdan daha hayırlısına durmadan yükselip
gideceksin.
"Evvel" ve "ahir"
kelimelerinin müennesi olan "ûlâ" ve "ahiret", dünya ve
ahiret demek gibi olmakla berber evvelki ve sonraki, önü ve sonu mânâlarıyla
ondan farklı olarak da kullanılır. Dünya karşılığı olan Ahiret, ahiret yurdu ve
ahiret hayatı demek olarak ölümden sonrasını ifade etmede meşhur olmuştur. Oysa
"evvel" karşılığı olan "ahire", herhangi bir ön karşılığı
olarak sonu ve içinde bulunulan halin geçmişine karşılık olan geleceğini de
ifade eder. Mesela, bu sûrenin inmesi anında ön ve son denince, ölümden öncesi
ve sonrası mânâsından daha çok, o andan önceki geçmiş ile o andan sonraki bütün
geleceği kapsıyan, "gelecek" mânâsına ilerisi anlaşılmak yaraşır. Bu
mânâ ile "ahiret senin için ûladan daha hayırlıdır" demek, senin
bulunduğun her halin sonu senin için önünden daima daha hayırlıdır. Yani sen
günden güne, halden hale ileri doğru daima hayırdan hayıra yükseleceksin,
neticede vefatından sonra da ahiret hayatın dünya hayatından daha hayırlı
olacak demek olur. Yoksa bu andan itibaren, ölümün senin hakkında dünya
hayatından daha hayırlıdır demek değildir. Eğer böyle olsa idi, şu anda ölmek
senin için daha hayırlıdır demek olur ve bununla Peygamber ölmeye davet edilmiş
bulunur ve bundan sonra dünyada yaşaması, hakkında daha hayırlı olmamış olurdu.
Oysa bu sûre Mekke'de inmiş olduğu için Peygamber bundan sonra da dünyada
"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim."(Mâide, 5/3) âyetinin ve
"Allah'ın yardımı gelince"(Nasr, 110/1) sûresinin iniş senesine kadar
yaşamış, İslâm'ın asıl ortaya çıkış ve üstün gelişi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
hayatının bu safhasında tecelli etmiş ve dolayısıyla günden güne hayırda
yükselen bu yaşayışın da evvelkinden hayırlı olduğu ve vefatından sonrasının da
onun hakkında daha hayırlı olacağı ortaya çıkmıştır.
Kısacası, burada ahiret sade dünya yurdu
karşıtı olan ahiret yurdu demek olmayıp ondan daha geneldir. "Ûlâ" da
yalnız dünya yurdu mânâsına "ilk yurt" demek değil, daima peygamberin
bulunduğu hale nazaran ilk hal ve son hal mânâsına olmak daha uygundur. Bu mânâda
ahiretin dünyadan daha hayırlı olması da dahildir. İbnü Atıyye ve daha bir
kısım tefsirciler bunu "başlangıç" ve "son" mânâsıyla şöyle
tefsir etmişlerdir: "Kuşkusuz senin işinin sonu başlangıcından daha
hayırlıdır. Daima kuvvetin artacak ve rütben yükselip gidecek." Belli ki
bundan maksat, sadece dünyada demek değil, dünyada ve ahirette demektir.
Burada böyle "ahiret" kelimesini
ahiretten daha genel mânâ ile sonu önünden daha hayırlı diye anlamak, bu
âyetin, kendisinden önce geçenlere bağlanması itibarıyla daha açık ve
kapalılıktan uzak olduğu gibi, dünya karşılığı olan ahireti, yani ölümden
sonrasını da kapsadığı için Taberani'nin "Evsat"ta ve Beyhakî'nin
"Delail"de İbnü Abbas'tan rivayet edildiğini tesbit ettikleri şu
hadisle de çelişkili olmaz. İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Benden sonra ümmetime açılacak olan şeyler bana arz edildi de bu
beni sevindirdi." Bunun hemen ardından da yüce Allah "Son senin için
ilkten daha hayırlıdır." âyetini indirdi. Bundan bu âyetin ayrıca bir iniş
sebebi bulunduğu, ahiretin de ölümden sonraya ait olarak dünya karşılığı olduğu
açık görünüyorsa da bunu evvelki iniş sebebine dahil olarak veya âyetin,
kendinden önceki kısma bağlanması itibarıyla genelleştirerek anlamak mânâ
bakımından daha kuvvetli olacaktır. Demek olur ki bu sûre inerken vahiy, yalnız
nazım ve mânânın indirilmesiyle vaad ve haber verme halinde kalmamış, bu
mânânın gelecekte gerçekleşme şekli de keşif halinde açıkça gösterilmiştir ki,
bu da mucizelerden bir mucize demektir. Nitekim Kisra ve Kayser mülklerinin ve
İstanbul'un fethi hakkındaki haberler de bu cümledendir. Şu halde diğer bir
kısım tefsircilerin dedikleri gibi burada da ahiret, bildiğimiz dünya karşılığı
olarak, "ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır" diye tefsir
edilecek olursa, bunu önceki âyetlere bağlamak için şu mânâda anlamak gerekir:
"Sakın üzülme. Rabbin sana veda etmedi ve darılmadı. Onun için bu dünyanın
gündüzü de gecesi de senin için hayırlıdır. Vahyin gelmesinde de kesilmesinde
de senin hakkında hayır vardır. Sen, ölümüne kadar çok hayırlara ereceksin.
Bununla beraber dünyadan gidince o hayırlar kesilecek de sanma. Senin için
ahiret her halde bu dünyadan daha hayırlı olacak." Bu mânâ
"hayır" kelimesinin üstünlük sıfatı olmasından anlaşılır. Zira
ahiretin daha hayırlı olmasından dünyanın da hayırlı olması gerekir. Ancak
bundan, dünyadaki hayrın derece derece yükselerek arttığı anlaşılmaz. Diğer
yorum şeklinde ise her halde sonu önünden daha hayırlı olarak bu mânâ da
anlaşılır. "senin için" diye tahsis edilmesinde, lamın sağladığı bu
tahsis mânâsı, "senin dışında herkese göre değil, sana eziyet eden kâfirlere
göre senin için daha hayırlıdır" demektir. Bu, ona iman eden ümmetin
hakkında da ahiretin dünyadan daha hayırlı olmasına engel olmaz. Zira
Peygamber'in peşinden giden ondandır: "Bana tabi olan
bendendir."(İbrahim, 14/36) Ayrıca Peygamber için hayırlı olan bütün
ümmeti için hayırlıdır. Onun dünyadaki hayrından kâfirler bile istifade eder.
Ancak ahiret hayrı yalnız müminlerindir.
5. Bu hayırlı olma durumu daha çok açıklığa
kavuşturulmak ve desteklenmek üzere de şöyle buyruluyor: "Rabbin sana
verecek."
Bu lâm, 'deki lâm gibi başlangıç lâmı olarak
takdirinde olması da, her ikisinin yemin olması da caiz görülmüştür. İki
durumda da cümlenin mânâsını vurgulayarak desteklemek içindir. Yemin ile tekit
(vurgu), daha kuvvetlidir.
SEVFE, gelecekte bir şeyin vuku bulup
gerçekleşeceğini ifade eden tenfis edatıdır. "senin Rabb'in" isminin,
"o" şeklinde zamir olarak söylenmeyip de böyle açık isim olarak
söylenmesiyle "senin Rabb'in" ve "sana" denilerek hitabın
tekrarlanması, Rab'lık tecellilerinin ard arda gelmesiyle lütuf üzerine
lütuftur. Yani, muhakkak sana böyle hayırdan hayıra kendisine ait Rab'lık
lütufları ard arda gelen ve seni böyle terbiye edip seçerek yetiştiren Rabbin,
ilerde sana öyle lütuflarda bulunacak, ihsan ve ikramından sana öyle verecek,
öyle verecek ki sen tamamen razı olacak, rızaya ereceksin, bütün dileklerin
gerçekleşecek, hiçbir üzüntü ve keder, hiçbir sıkıntı ve "acaba ne
olacak" diye meraklı bekleyiş durumu kalmayacak derecede huzur ve
sonsuzluk âleminde hoşnut olacaksın. Bu razı ve hoşnut olma makamı, kendisinden
razı olunma (merdiyye) makamından önce gelen makamından daha yüksek olarak
makamıdır. "Radiye-merdiyye" makamı, nefsin meyil ve arzularından
soyutlanarak mutlak şekilde Hakkın leh ve aleyhindeki kaza ve kaderi, cemal ve
azameti hükümlerine razı olup her işinde kendinin değil, yalnız Hakk'ın
rızasını arayıp yüce Allah katında razı olunan bir kul olmaya çalışma
makamıdır. Bu "merdiyye-radiye" makamı ise, kendisinin yüce Allah
katında razı olunan bir kul olduğunu gerçek bir şekilde gösterip tanıtan cemal
tecellisinde nefsin bütün meyillerinin dahi lehinde olarak, gelişerek arzu
ettiği gayeye ermek suretiyle hoşnutluk makamı; "Rabb'inin seni bir
makam-ı Mahmud'a göndermesi yakındır." (İsrâ, 17/79) buyurulan, övülen
Muhammed aleyhisselâtü vesselama ait olan makamdır.
Bu lütuf ve ihsanın muzari (gelecek zaman)
kipiyle ifade edilmesine göre kemal ve ahiretle ilgili değerli bir vaad
olduğunda şüphe yoksa da, başlangıcı itibariyle dünyadaki nefsi feyizler,
öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini bilme, emrin zuhuru, fetihler ile dini
yüceltmek ve hak ve hayrı yaymak için yapılan mücadelelerde başarılı olma gibi
gerek Peygamber (s.a.v) devrinde (asr-ı saadette) ve gerek daha sonraları
meydana gelen ve gelecek olan lütufları dahi kapsar. Nitekim hicretle başlayan
ilâhî yardım ve zaferler, Mekke'nin fethi ve diğer başarılar ile İslâm'ın
yayılması bundan sonra olmuştur. Bununla beraber "Ahiret yurdu işte gerçek
hayat odur."(Ankebut, 29/64), "Ahiret yurdu, Allah'tan korkanlar için
daha hayırlıdır."(A'râf, 7/169), "Kıyamet günü, yaptıklarınızın
karşılığı ödenecek." (Âl-i İmran, 3/185) olduğu için asıl hoşnutluk ahiret
hayatında olacağından, vaad ve lütfun asıl önemi de oradadır. İbnü Ebu Hatim
Hasen'in "o şefaattir" dediğini rivayet etmiştir. İbnü Merduye ve Ebu
Nuaym "Hilye"de Harb b. Şüreyh'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Ebu Cafer Muhammed b. Ali Hüseyin Hazretlerine, "Ne dersin, dedim,
Iraklı'ların bahsettikleri şefaat hakları mıdır?" "Evet" dedi ve
şöyle devam etti: Muhammed b. Hanefiyye'nin Hz. Ali kanalıyla bana naklettiğine
göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Ben, Rabb'im bana "Razı oldun
mu Ey Muhammed?" deyinceye kadar ümmetime şefaat edeceğim. O vakit,
"Evet, ey Rabbim! Razı oldum." diyeceğim. Sonra bana yönelip şöyle
dedi: Ey Iraklılar! Siz Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "De ki: Ey
günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı cinayet işlemiş kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları
bağışlayıcıdır." (Zümer, 39/53) âyeti dersiniz. "Evet, biz öyle
deriz" dedim. "Fakat, dedi, biz Ehl-i beyt de hep deriz ki, Allah'ın
kitabında en ümit verici âyet, "Rabb'in sana, sen razı oluncaya kadar
verecek." âyetidir ve o şefaattir" dedi.
İbnü Cerir İbnü Abbas'ın bu âyet hakkında
şöyle dediğini tesbit etmiştir: Muhammed (s.a.v.)'in rızasından birisi de Ehl-i
Beyt'inden birinin ateşe girmemesidir. Hatib el-Bağdadî'nin
"Telhisu'l-Müteşabih" adlı eserinde, İbnü Abbas'tan gelen diğer bir
rivayette, "Onun rızası, ümmetinin hepsinin cennete girmesidir." denilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu
gerektirmektedir. Çünkü o ümmetinin üzerine titremekte olup müminlere karşı son
derece merhametli ve şefkatlidir.
Alûsî'de "Dürr-i mensur"dan naklen
zikredildiği üzere Müslim İbnü Ömer Hazretlerinin şöyle rivayet ettiğini tesbit
etmiştir: Resulullah (s.a.v.) İbrahim (a.s) hakkındaki "Kim benim peşimden
gelirse o bendendir." (İbrahim, 14/36) âyetini, İsa (a.s) hakkındaki
"Onlara azap edersen, kuşku yok ki onlar senin kullarındır..."(Mâide,
5/118) âyetini okudu. İki elini kaldırdı da "Allah'ım! Ümmetim,
Ümmetim!" dedi ve ağladı. Yüce Allah da şöyle buyurdu: "Ey Cebrail!
Git Muhammed'e söyle: Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni
utandırmayacağız." Bu güzel vaad ve müjdeyi dinlerken şunu da unutmamak
gerekir ki peygamberin rızası Allah'ın rızasındadır. Allah'ın rızası olmayan
bir şeye peygamberin razı olması düşünülemez. Yoksa peygamber, Allah'ın
kendisinden razı olduğu kul olmamış olur. Allah'ın izni olmayınca da kimsenin
şefaat etmesine ihtimal yoktur. "Allah'ın izni olmadan onun huzurunda kim
şefaat edebilir?.."(Bakara, 2/255)
Allah ise küfre razı olmaz. "Kulları
hesabına küfre razı olmaz."(Zümer, 39/7), "Lakin Allah size imanı
sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. İnkârı, fasıklığı ve isyanı size kötü
gösterdi. İşte onlar hak yolda dosdoğru gidenlerdir."(Hucurat, 49/7)
Peygamberin ümmeti hakkındaki rızası ve şefaatı da iman ve onun peşinden
gitmekle uygundur. "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir."
hadisi de, büyük günahlara teşvik için değil, "Ümmetî" yani
"benim ümmetim" denilmekle iman eden ve onun peşinden gidenlerden
olmanın kıymetini tesbit içindir. Bu büyük günahlara Allah'ı inkâr dahil
değildir. Gerçi Hz. Muhammed (s.a.v)'e verilen lütfun faydalarından dünyada
kâfirlerin dahi istifade ettiğinde kuşku yoksa da, bu istifade iman
bulunmadıkça dünyada kalır. Ahiret için büyük zarar ve korkunç azap olur.
Buna karşı, "Madem ki Allah, razı
oluncaya kadar Peygamber'e lütufta bulunacağını vaad etmiştir. Bu vaadi alan
peygamber, mümin ve kâfir bir bütün olarak herkes hakkında bir "genel
af" ilanını istemeli ve cehennemi tamamiyle kapattırmadan razı
olmamalıydı. Muhammed (s.a.v)'in yaratılmışlara gösterdiği hoşgörü ve şefkat
bunu gerektirirdi." demeye kadar gitmemeli, bu şekilde küfrü, zulmü, şirk
ve kötülükleri, fasıklık ve isyanı desteklemek; ilâhî adaleti çalıştırmamak ve
hürriyet, merhamet ve şefkati kötüye kullanmakla iyi şeyleri kötü şeylere feda
etmeyi insanlık ve halk namına hayır sanmamalı, Allah'ın rızasını kötülere
yöneltmekle ahiret mutluluk ve safasını dünya gibi bulandırmamalıdır. Bunlara
ne Allah razı olur, ne de kul. Allah, kulları hesabına fasıklık, küfür ve
isyana razı olmadığı halde peygamberde bunun aksine bir izin ve rıza
bulunduğunu varsaymak onu "rıza makamı"ndan düşürmeye kalkışmak olur.
"O gün ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar. Rahmân olan Allah'ın
izin verdiklerinden başkası bir kelime söyleyemez. O da doğruyu
söyler."(Nebe', 78/38) âyeti gereğince hak ve doğru söylemeyenlerin Rahmân'ın
huzurunda konuşmaya hak ve selahiyetleri yoktur. Bununla beraber "De ki:
Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı suç işlemiş kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları
bağışlayıcıdır. O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Zümer, 39/53)
âyet-i kerimesi, mümkün olan genel affın en genişini ilan etmiştir. Kuşku yok
ki "bütün günahlar" sözü, küfür ve şirki de içine alır. Fakat gafil
olmamak gerekir ki bu genel af âyeti, arkasındaki onun için ümit kesmeyin de
"Rabb'inizin merhametine sığının ve ona teslim olun."(Zümer, 39/51)
hitabıyla Allah'a sığınma ve teslim olmaya yani Allah'a dönmek ve onun merhamet
ve himayesine sığınmak suretiyle imana ve boyun eğmeye davet içindir.
Geçmişteki günahlar büyüklüğünden dolayı asla affedilip bağışlanamaz zanniyle
ümitsizliğe düşenlerin Allah'a sığınıp teslim olarak bağışlanmaya
erebileceklerini, yani "İslâm daha önce olanları keser atar." yeni
doğmuş gibi tertemiz eder olduğunu ilan ederek iman ve İslâm'a ve günahlardan tevbeye
teşviktir. Yoksa günahlara ve kötülüklere teşvik için değildir. Allah ve
peygamber tanımayan, ilâhî rahmet ve mağfiretle ilgisi olmayan, azabı görünceye
kadar bunları arayıp bulma yolunda bir tevbe ve sığınma adımı atmayan, küfürde
israr eden inatçı azgınların o genel aftan ne hisseleri olabilir ki Peygamber
onu istesin, Allah'ın onlar için hazırladığı ve onların kendi elleriyle,
kazançlarıyla körükledikleri cehennem ateşinin söndürülmesine Allah ve
Peygamber razı olsun! Bunlar hakkında bir önceki sûrede "Her kim cimrilik
eder ve kendini ihtiyacı yok sayarsa ve en güzeli yalanlarsa onu da en zor
olana hazırlayacağız." (Leyl, 92/8-10) ve "Ben size bir ateş haber
verdim ki, alevlendikçe alevlenir. Ona ancak en azgın olan girer. O ki, yalanlamış
ve yüz çevirmiştir." (Leyl, 92/14-16) buyurulmuştur. Bu sûrede de
"Senin için daha hayırlıdır" denilerek hayrın Peygamber'e tahsis
edilmesiyle onların bu hayrın dışında bırakıldığına işaret edilmiştir.
"Benim ardımdan gelen bendendir." (İbrahim, 14/36) mânâsınca Peygamber'in
ardından giden de ondandır.
Özetle, bu hayırlı olmada, bu Muhammed
(s.a.v.)'e verilen lütufta ümmete şefaat meselesi pek önemli bir asıldır.
Bundan ümmetin hissesi de peygambere uymasıyla uygunluk arzetmektedir. Bununla
beraber lafzın genelliğine nazaran, lütfun sadece şefaatten ibaret olması da
gerekmez. Onun için Ebu Hayyan'ın açıkladığı gibi demişlerdir ki: En uygun
olanı, bunun dünyadaki lütufları da, her türü ile ahiretteki lütufları da içine
alacak şekilde genel olmasıdır. Elbette ahiretteki lütuflar dünyadakilerden çok
büyüktür.
Resulullah (s.a.v.) için daima sonrası
öncesinden daha hayırlı olduğu meselesine gönül rahatlığı ile inanmayı anlatmak
için daha önceden görülen büyük nimetler örnek gösterilerek konu ispatlanmak
üzere bu sûrenin inmesinden önce de sonunun önünden hayırlı olageldiği bir
istikra (tümevarım) tarzında hatırlatılarak buyuruluyor ki:
6. "Seni bir yetim bulup da barındırmadı
mı?" Yüce Allah'ın güzel isimleriden biri de "Vâcid" ism-i
şerifidir ki vücud, vicdan vecid (vâv'ın üç harekesiyle) mastarlarının ism-i
fâilidir. Bunun asıl meşhur mânâsı varlık, buluş ve zenginliktir. Yüce Allah
vücudun da, vicdanın da, ilmin de, vücdün yani zenginliğin, kudretin sahibi ve
faili mânâsına "Vâcid"dir.
Yüce Allah'a "Mevcud" denilmesinin
caiz olduğunda müteahhirin (son devir âlimleri) ittifak etmişler ise de
"mevcud" kelimesi bir ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup yok iken
vücut verilmiş şeylerde yani sonradan olma şeylerde kullanıldığı için
mütekadimin (önceki âlimler) içinde Allah'a "mevcud" denilmesinden
çekinenler olmuştur. Bize nakledilen Allah'ın güzel isimleri arasında da
"mevcud" ismi bulunmayıp "Vacid" ve "Hak"
isimleri vardır.
Vâcid ile Mevcud karşılaştırıldığında en açık
olan mânâ; vacid, mevcudun faili, varlığın sahibi, veya var olmanın faili yani
mucid (var eden, vücuda getiren) mânâsına olmaktır. Fakat fiili ona vücut
verdi, onu var etti mânâsına meşhur olmadığından üç harfli fiilden türetilen
"mevcud" ism-i mef'ulü (edilgen ortacı)nü kural dışı olarak "icad"ın
ism-i mef'ulü (edilgen ortacı) yerinde düşünmüşler, buna göre
"vacid"in de kural dışı da olsa "mucid" mânâsına
düşünülmesi gerekirken bunu söylememişler ve burada Allah'ın yaptığı söylenen
fiillerini de "bildi" mânâsına tefsir ederek "bildi, bilir"
mânâsı vermişlerdir. Kulların yaptığı söylenen bulma işi, tesadüf etme ve
"ef'âl-i kulub"tan ilim yani bilmek mânâlarına gelir. Fakat
insanların buluşundan önce de, bilişinden önce de yokluk veya bilmeme durumları
vardır. Yüce Allah hakkında ise bu düşünülemeyeceğinden mutlak mânâda bilmek
şeklinde tefsir olunmak gerekeceğini söylemişlerdir. Buna göre mânâ, "seni
bir yetim bilip yahut yetim iken bilip de barındırmadı mı?" demek olur.
Lugat itibarıyla nin öznesine vacid, mef'ulü (tümleci)ne "mevcud"
denilmek doğru olur. Bu itibar ile, ve fiilerinin faili olan yüce Allah
"vacid", mef'ulü ve muhatabı olan Hz. Peygamber "Mevcud"
olmak gerekeceğine göre mânâ; "Rabb'in seni yetim olarak mevcut edip de
barındırmadı mı?" yani, yetim edip de barındırmadı mı? meâlinde olması
yakışmaz değil ise de, dilde fiilinin böyle icad, yani mevcut etme mânâsına
kullanılması kurala uygun olmadığından dolayı tefsirciler, bu yönü nazar-ı
itibara almamış, "bulmak" mânâsından istiare olarak bir mef'ul
(tümleç) alan, doğrudan doğruya iki mef'ul (tümleç) alan "efal-i
kulub"tan "bilmek" mânâsına olmasını uygun bulmuşlardır. İstiare
olması, "bulmak" dediğimiz tesadüf etme mânâsıyla vicdan, kendisinden
önce bir yokluk olmasını veya araştırmayı gerektireceğinden dolayı yüce Allah
hakkında imkansız olmasından, fakat Allah'a nisbet olunan buluş, varlık ve
zenginlik, ilk olarak vücuda getirmek ve yaratmak mânâsına olabileceği gibi
seçmek mânâsına da olabilir. Burada fikrimizce bunun en uygunu bu fiillerin
seçmek mânâsına olmasıdır. Zira birçok mevcutlar arasından birini alıp seçmek,
kıymetli bir şey arayıp bulmak mânâsına benzetme ve temsil suretiyle ifade
edilmekte önemi gösteren bir belağat nüktesi vardır. Bu üç âyetten her birinde
de böyle gittikçe yükselen bir seçip alma mânâsı vardır. Nitekim bu seçme
mânâsına "yetim" lafzında son derece güzel bir işaret bulunduğunu
hatırlatmışlardır. Zira asıl yetim, küçükken babadan öksüz kalan demek olup
bunda tek başına yalnız kalmış olmak mânâsı vardır. Onun için tek ve benzersiz
veya pek az bulunur kıymetli şeye de yetim denilir. Benzeri yok gayet kıymetli
inciye "dürr-i yetim" denilmesi de bundandır. Siyer'de bilindiği
üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) babası Abbdullah b. Abdülmuttalib'ten yetim olarak
dünyaya gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dedesi Abdülmuttalib, oğlu Abdullah'ı
hurma almak için Medine'ye göndermiş, Abdullah orada vefat etmişti. O sırada
Resulullah (s.a.v.) henüz ana karnında altı aylık bir yavruydu. Dolayısıyla
doğarken yetim olarak doğmuştu. Anası Hz. Amine ile beraber dedesi
Abdülmuttalib'in yanında idi. Sonra altı yaşında iken annesi de vefat etti.
Daha sonra da sekiz yaşında iken dedesi Abdülmuttalib vefat etti. O vakit de
onun vasiyeti ile amcası Ebu Talib vasisi olarak onun sorumluluğunu yüklenip
yanına aldı. Güzel baktı ve çocukluğunda da kendisinde diğer çocuklarda
görülmeyen olağanüstü durumlar görüldüğü için ona çok özen gösterdi.
Rivayet edildiğine göre Ebu Talib bir gün
kardeşi Abbas'a
- Kardeşim, dedi, sana Muhammed'den gördüğümü
haber vereyim mi? dedi. Abbas: "Evet" deyince:
- Ben, dedi, onu himayeme aldım. Gece ve
gündüz bir an ondan ayrılmaz oldum. Onu kimseye güvenip bırakamıyordum. Hatta
kendi döşeğimde uyutuyordum. Bir gece soyunup benimle beraber uyumasını
söyledim. Baktım, yüzünde bir hoşnutsuzluk var. Benim isteğime karşı çıkmak da
hoşuna gitmedi.
"Amcacığım, yüzünü benden çevir de
soyunayım. Çünkü ben vücuduma bakmandan hoşlanmam." dedi. Sözüne şaştım.
Gözümü çevirdim, döşeğe girdi, ben de girdim. Baktım ki aramızda bir örtü var.
Vallahi ben onu döşeğime koymamıştım. O gayet yumuşak, miske batırılmış gibi
hoş kokulu idi. Vücuduna bakayım diye gayret sarfettim, bir şey göremedim. Çok
vakit de ben onu döşeğimden kaybederdim. Aramaya kalkardım, kalktım mı "ha
amca, ben buradayım" derdi. Dönerdim ve çok zaman ondan hayret ettiğim bir
söz işitirdim. Bu da geceden biraz geçince olurdu. Bizler yemekte içmekte
besmele çekmez, elhamdülillah demezdik. O ise yemeğe başlarken "Tek olan
Allah'ın adıyla" derdi. Yemeği bitirince de "el-Hamdülillâh"
derdi. Ben ona şaşardım. Kendisinde ne bir yalan, ne bir gülmek, ne de bir
cahillik gördüm. Çocuklar oynarlarken de onlarla beraber durmazdı. Ömrüme yemin
olsun ki bu, büyük bir feyzden bir alâmettir.
"Daha beşikte iken parlak deliller
halindeki şeref işaretleri, dedesinin saadetini artırıyordu."
ÎVÂ, bir şeyi diğerine katmak, geri çevirmek
mânâsından bir yurda, bir barınağa kondurup barındırmak demektir. Yüce Allah
Hz. Peygamber (s.a.v.)'i önce babadan yetim olarak vücuda getirmiş iken güzel
bir şekilde barındırmış, sonra anadan, sonra dededen yetim etmiş yine
barındırmış, böylece gittikçe sonunu önünden daha hayırlı yapmak üzere terbiye
edip seçmiş, hiçbir zaman terk edip de bırakmamıştır.
Demişlerdir ki: Burada edebi tefsirlerden
olmak üzere sözünde "dürr-i yetim" (eşsiz inci) mânâsına da işaret
vardır. Şöyle demek olur: Seni halk içinde benzersiz, imkân sedefinde eşsiz
olarak seçip de kalbini kendisine çevirmek suretiyle koruma ve himayesinde
barındırmadı mı? Şüphesiz ki barındırdı, değil mi?
7. "Seni yol bilmez bulup da." Bu,
önceki cümlenin özet olarak ifade ettiği mânâ üzerine bağlanmıştır. Zira
olumsuz cümlede bulunan istifham-ı inkârî, olumsuzu inkâr ve olumluyu anlatmak
demek olduğundan bunlar da onun özeti üzerine "vav" atıfası
(bağlacı)yla bağlanmak suretiyle istifham-ı takrirî şeklinde ifade olunmuştur.
ile olumsuz yapılan muzari fiiline bağlanarak onun hükmüne dahil olması da
caizdir ki "Seni yetim olarak bulup barındırmadı mı ve seni yolunu
şaşırmış bulup yol göstermedi mi?" demek olur.
DÂLL, bilindiği gibi yitik, hangi yola gireceği
hususunda şaşkın, yahut yanlış yola giden sapık mânâlarına gelir. "Sizin
arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da."(Necm, 53/2) buyurulmuş olan
Resulullah (s.a.v.) hiçbir zaman akıl ve dinde sapık mânâsına "dâll"
olmamıştır. Allah'ın birliğine inanarak yetişmiş, hiçbir puta secde etmemiş,
Allah'tan başka ilâh tanımamış, ahlâkı temizdi, hiç bir kötü fiil işlememişti.
Her hususta güvenilir kişi olarak tanınmıştı. Dolayısıyla şirk sapıklığı, heva
ve hevese göre amel etme sapıklığı onun yüce zatından uzak idi. Yüce Allah onu
ta baştan itibaren o gibi sapıklıklardan uzak kılmış, ona sağlam bir bakış ve
görüş bahşetmişti. Bununla beraber peygamber olmadan önceki akıl ve dirayeti
ile peygamberlikten sonraki ilim ve hidayeti arasında büyük bir fark vardı ki
bu fark çocukluk ile ergenlik arasındaki farktan daha büyüktür. Hz. Peygamber
(s.a.v.) peygamber olmadan önce de kavminin, Arap müşriklerinin dinlerindeki
bozukluğu görmüştü. Karşısında bulunan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi iki
dinin çığırından çıkmış olduğunu da sezmişti. Fakat girilmesi gerekli olan ve
mücerret (soyut) akıl ile idrak edilip kavranması mümkün olmayan Hak din ve
şeriatının ne olması lazım geleceğini ve dünyayı sarmış olan bunalım içinden
nasıl çıkılıp da Hakk'a erileceğini belirlemede şaşırmış idi. Kitap okumasını
bilmez, cihana ruh yayacak olan iman ve İslâm'ın ayrıntılı temel esaslarından
"Kuşkusuz sen ondan önce ğafillerden idin."(Yusuf, 12/3), "Sen
bundan önce hiç kitap okur değildin, hala da elinle yazı yazmazsın."(Ankebut,
29/48), "Oysa sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin."(Şura, 42/52)
buyrulduğu üzere ğafil idi. İşte burada "Seni yol bilmez buldu."
buyurulması, bu şekilde peygamberlikten önce ve çocukluk çağlarındaki gafillik
ve şaşkınlık hallerine işarettir.
Yani sen, peygamberlikten önce akılların yol
bulamadığı hakikatler ve şeriatlerden gafil ve yol arayan bir yitik halinde
şaşkın iken Rabb'ın seni bulup seçerek hidayet buyurmadı mı? Verdiği vahiy,
indirdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek doğru yolu göstermedi mi?
8. Ve seni yoksul iken bulup seçip de zengin
yapmadı mı?
AİL, "ayle" yani fakir ve ihtiyaç
sahibi yoksul, bir de çok çoluk-çocuk sahibi, yani kendisine muhtaç olan
ailesi, yoksulları çok, çok yoksullu mânâlarına gelir. Burada iki mânâ ile de
tefsir yapılmıştır.
BİRİNCİSİ, sen serveti yok bir yoksul iken
yine seni seçip zengin kılmadı mı? demektir. Resulullah (s.a.v.)'a babasından
bir dişi deve ile bir cariyeden başka miras kalmamıştır. Sonra yüce Allah onu
önce Şam'a yaptığı ticaret seferinden elde edilen bereketli kâr ile, Hz. Hatice
ile evlendikten sonra da onun bütün servetini hibe etmesiyle zengin etmiş, daha
sonra Hz. Ebubekir de malının hepsini Allah için Resulullah (s.a.v)'a getirmiş,
"çoluk-çocuğuna ne bıraktın?" buyurduğunda "Allah ve Resulünü"
demişti. Daha sonra da yüce Allah'ın ihsan buyurduğu fetihler ve ganimetler ile
zenginlik elde edilmiştir. Fakat bu fetihler Medine'ye hicretten sonra olduğu
için bu sûrenin inişi sırasında değil "Rabbin sana verecek ve sen razı
olacaksın." mânâsınca ilerde olacağı vaad edilmiş olan lütuflar
arasındadır.
İKİNCİSİ, sen yoksullu idin, birçok
çoluk-çocuğun, muhtaç arkadaşların vardı. Senin yüzünden, senin ilim ve
irşadından feyiz bekliyorlardı. Allah seninle onları zengin etti, hidayete
erdirdi demek olur. Fakat açık olan evvelki mânâdır. Bunlarla daha önce
geçenler arasında bir irtibat kurunca mânâ şu olmuş oluyor: Görülüyor ki
bunların hepsinde sonu evvelinden hayırlı olmuştur. İşte böyle senin için
bundan sonra da her halin sonu başından daha hayırlıdır. Şimdi bunun neticesi
olarak şu üç şeyin yapılması gerekir:
9. O halde, yani hal böyle olunca, sen de
Rabb'ının bu var olan ve olması vaad edilen ihsan ve nimetlerinin bir şükür
alâmeti olmak üzere yetime, herhangi bir yetime sakın kahretme, zayıf sayıp da
hor bakma ki, hakkını kaybetmeyesin. Çünkü yetimliği tattın ve hakkındaki ilâhî
lütfu gördün.
Rağıb'ın "Müfredat"ında KAHR, hem
üstün gelme, hem zelil kılmadır. Ayrı ayrı her iki mânâda da kullanılır. Şu
halde her ikisi de yasaklanmıştır. Yetimi zayıf saymamalı ve zelil etmemeli,
hakkını, hukukunu gözetmeli ve buna özen göstermelidir. Râzî'de yazıldığına
göre bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Hatice'nin çocuğuna bağırdığı zaman
inmiştir. Bir bağırma veya yüz ekşitmeden dolayı "sakın kahretme"
diye sitem edilince zelil kılınır, malı veya hakkı yenilirse nasıl olur?
İbnü Mesud (r.a.) bir merfu hadiste Resulullah
(s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her kim bir yetimin
başını silerse elinin geçtiği her kıla karşılık ona kıyamet günü bir nur
olur." Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a.) de bir merfu hadiste Hz. Peygamber
(s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Yetim ağladığı zaman onun ağlamasından
Rahmân'ın Arş'ı titrer. Yüce Allah meleklerine buyurur ki: Ey meleklerim! Şu
babası toprakta kaybedilmiş olan yetimi ağlatan kimdir? Melekler: "Sen en
iyi bilensin ey Rabbimiz! derler. Yüce Allah buyurur ki: "Şahit olunuz,
her kim bunu susturur, hoşnut ederse ben de onu kıyamet günü hoşnut etmeye
garanti veriyorum." Bundan dolayı Hz. Ömer (r.a.) bir yetim gördüğü zaman
başını okşar ve ona bir şey verirdi, diye rivayet edilmiştir. Fakat başına
nasıl dokunduğu, nasıl okşadığı hakkında sahih bir şey gelmemiştir.
Bir hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.v.):
"Ben ve yüce olan Allah'tan korktuğu takdirde, yetime kefil olan şu ikisi
gibiyiz" buyurmuş ve şehadet parmağıyla orta parmağını göstermiştir. Daha
bunun gibi birçok haber vardır.
10. İsteyene gelince, sakın onu koğma.
İsteyeni yahut soranı azarlama, yani azarlayarak koğma da lutfet: İhtiyacını
gider, yahut yumuşak dille reddet.
Tefsircilerden bazıları, "sail'den
maksat, dünyaya dair bir şey isteyen dilencidir" demişlerdir.
"Mallarında dilenci ve mahrum için bir hak vardır."(Zâriyat, 51/19)
âyetinde de buna işaret vardır. "Dilenci, at üzerinde gelse bile hakkı
vardır." diye bir hadis de yaygındır. Alûsî'nin yazdığına göre, İmam
Ahmed, "bunun aslı yoktur" demiş; fakat Ebu Davud bunu Hz. Hüseyin b.
Ali'den mevkuf olarak rivayet edip susmuş; Irakî "senedi sağlamdır"
demiş, onun bu fikrini kabul edenler de olmuş; İbnü Abdi'l-Berr, "sağlam
değildir" demiş, çokları İmam Ahmed'in görüşüne itimat etmişlerdir. Hz.
Aişe'den ve daha başkalarından, "Dilenci doğru söylemiş olsa onu reddeden
felah bulmazdı." diye rivayet edilmiş, İbnü Medînî, "bunun da aslı
yoktur" demiştir. Bununla beraber Taberani "Kebir"de Ebu
Ümâme'den merfu olarak ona yakın olan şu hadisi rivayet etmiştir. "Eğer
düşkün ve yoksullar yalan söylemeselerdi onları reddeden felah bulmazdı."
Buna ilişene rastlamadım.
Bununla beraber demişlerdir ki, dilenciyi
azarlamanın yasaklanmış olması, istemede ısrar etmediği durumdadır. Eğer
istemede ısrar eder de yumuşak bir şekilde reddetmek fayda vermezse o vakit
azarlamada bir sakınca yoktur. Zira "İnsanlardan yüzsüzlük edip de ısrarla
istemezler."(Bakara, 2/273) övgüsü, ısrarın yerildiğini ifade eder.
Yerilen bir şey de azarlanmaya değer.
Ebu'd-Derdâ, Hasen, Süfyan ve daha bazıları da
burada "sail"den maksadın, mal isteyen değil, ilim ve din ile ilgili
soru soran demek olduğu görüşüne varmışlardır. Denilmiştir ki: Önceki görüşe
göre de bu, delalet yoluyla öncelikle sabit olur. Çünkü mal dilencisine istediğini
vermeye gücü yeten kimse yumuşak bir şekilde reddedip de bir şey vermediği
zaman tehdit edilmemiştir. Oysa ilim soran kimseye ilmi olan kimsenin cevap
vermemesi öyle değildir. Bir hadis-i şerifte: "Kendisine bir ilim sorulup
da onu gizleyen kimse, ateşten bir gem ile gemlenir." buyrulmuştur. Bu
görüşü daha açık görenler olmuştur. Fakat mutlak mânâda "sâil" lafzı,
dilenci mânâsında asıl olmakla beraber dileyen veya dilenen veya hangi suretle
olursa olsun isteyen veya soran, mutlak olarak "talep eden" mânâsını
da taşır. Bunlar fiilin mef'ul(tümlec)lerine, sözün söylendiği makama göre
ayırt edilir. "Kâmus'un açıklamasına göre sual ve mesele kelimesi, asıl
olarak dilenmek mânâsına konulmuştur. Mutlak bir şekilde talep, istemek ve
sormak mânâsına da kullanılır olmuştur. "Beşair"in verdiği ayrıntılı
bilgiye göre "sual" maddesi, bir şeyi talep ve yalvararak istemektir
ki, bir kimseden bilmeyi veya bilmeyi sağlayacak olan bir şeyi yahut mal veya
malı sağlayacak olan bir şeyi isteyip dilemek, yani sormak veya dilenmek suretiyle
istemektir. Birinci mânânın cevabı dil ile olur. Sorulan şey ne ise dil ile
cevap verilir. El bunda dilin yerine geçen halefidir. Söylenecek olanı yazı
veya işaret ile eda eder. İkinci Mânânın cevabı ise el ile olur, istenileni
verir. Bunda dil elin halefi olup onun yerine geçer. Söz verir, yahut
"hayır" diye reddeder. Sormak mânâsına geldiği zaman bu fiil ikinci
mef'ul (tümlec)ünü bazan doğrudan doğruya, bazan da harf-i cerle alır.
"Onu ona sordu" mânâsına ve derler. İkinci mef'ulünü daha çok harf-i
cerri ile alır. Dilenmek mânâsında da doğrudan doğruya veya harf-i cerri ile
mef'ul alır. "Allah'ın lütuf ve ihsanını isteyin."(Nisâ, 4/32) ve
"Onlardan lüzumlu bir şey istediğimiz zaman..."(Ahzab, 33/53)
âyetlerinde olduğu gibi. Sözün kısası, bu kelime, aslı dilenmek mânâsında
hakikat, sormak mânâsında da "doğru haber istemek münasebetiyle istiare
denilmiştir.
Şu halde sualde asıl olan bir ihtiyaç halinde
istemek veya sormaktır. "Sail"de dilenci mânâsı esas ve dilencide
zaruri olarak ihtiyaç duyulan miktarda bir şey isteme mânâsı açık olduğu için
mutlak olarak "sail" denilince iki mânâyı da taşıyarak gerek mal,
gerek ilim isteyen dilenci demek olur. İhtiyaç halinde olmıyarak hakkını
istemek veya emretmek yahut imtihan etmek yahut can sıkma ve bunaltma yoluyla
bir şey istemek veya sormak gerçekte sual değildir. Mal suali, zelil bir
şekilde ihtiyacını istemek mânâsına bir dilenmek olduğu gibi, ilim suali olan
sormak da, öğrenerek bilgisizliğini gidermek kastıyla alçak gönüllü bir şekilde
açıklık isteme suali olmalıdır. Burada ise mef'ul (tümleç) zikredilmemekle
beraber, daha önce hem mal, hem ilim ihtiyaçları zikredilmiş olduğu için bu
karine (ipucu) ile "sail", gerek mal ve gerekse ilimle ilgili bir şey
isteyen ihtiyaç sahibi istekli mânâsına anlaşılması gerekir. Bu izah şekline
göre, iki görüşün ikisi de bir araya getirilmiş olur.
İkinci görüşün asıl faydası; yüzsüz, asıldı mı
bırakmayan, ısrarlı mal dilencilerini konu dışı bırakmaktır. Çünkü öğrenmek
maksadı olmayarak soranın buraya dahil olmaması gerekir. Fakat ihtiyaç ve
maksat, gizli işlerdendir. Görünüşte her hangi bir soru ve istek, bir ihtiyaç
mânâsı ifade ettiğinden, bir şey soran veya isteyene ilk anda kötü zan
beslemeye hak yoktur. Sualinde ısrarına göre doğru veya yalan söylediği
neticesine varılabilir. O halde hangi "sail" olursa olsun işin
başında hemen azarlanmamalı, istediği verilmezse bile koğulmamalı,
incitilmemelidir. Yüzsüzlük ve ısrar etmesi halinde de anlaşılan durumuna göre,
layık olan ne ise o şekilde karşılanmalıdır. Zorda kalan ve muhtaç olana, güç
yettiği kadar mümkün olan yardım farz derecesine kadar varabilir.
Eğer sual yerilen bir sual ise, derecesine
göre kötülükten nehyi gerektirir. O zaman azarlamak yaraşır. Çünkü mümine
eziyet vermek de haramdır. Eğer sual övülen bir sual ise, azarlamak ve incitmek
mutlak şekilde haram ve yasak olur. Gücü yetenin buna uygun cevap vermesi,
nimeti anmış olmak üzere vacip veya mendub olur.
İlim dilenmek genellikle övülmüştür. Bunda,
eziyet ve saygısızlık derecesine varmamak şartıyla, ısrarla yalvarmak da güzel
görülmüştür. Mal dilenmek ise genellikle yerilmiştir. Ancak başka bir kazanç
yolu bulamayan muhtaç için bir izindir. Böylelerine yardımı düşünmek ise gücü
yetenler için bir borçtur. Şu halde ihtiyacı olmadan dilenen yerilmiş
dilenciler azara layık olduklarından dolayı ikinci görüşte olduğu gibi bu
yasaklamaya dahil olmamak gerekirse de, bizzat istemenin kendisi bir ihtiyaç
delili olduğu için, herhangi bir dilenciyi aksi sabit olmadıkça azarlamak,
yetimi ezmek gibi yasaklanmıştır.
11. Ama Rabbinin nimetini, gerek mevcut,
gerekse olacağı vaad edilen nimetini hemen söyle, anlat da anlat. Sade lafını
ederek ve gösteriş yaparak gururlanmak için değil, hakkını takdir, şükrünü
yerine getirmek için eserini gösterecek, başkalarını da istifade ettirecek
şekilde sözlü veya fiilî olarak anlat.
Bu üç âyet 'deki "fâ" ile, önce
anlatılanların neticesini göstermesi itibariyle şunu ifade eder: Rabb'inin sana
lütfettiği gibi yetime şefkat, isteyene merhamet, Allah'ın muhtaç kullarına
maldan mal, ilimden ilim, vaadden vaad ile lütuf ve ihsan ederek sonunun
önünden, ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu duyur. Böyle nimeti anlatmak
suretiyle Rabbinin büyüklüğünü herkese tanıt.
BİR HATIRLATMA: Bu Duha Sûresi'nin sonunda ve
ondan sonra Kur'ân'ın sonuna kadar her sûre bittiğinde tekbir getirmek
sünnettir. Bu Resulullah (s.a.v.)'dan rivayet edilmiş olup öteden beri
yapılagelmiştir. Yedi kırâet imamından biri olan İbnü Kesir yoluyla rivayet
edilmiştir. Bunu rivayet eden Ebu Hasen Bezzi şöyle demiştir: İkrime b.
Süleyman'a okudum. Dedi ki: İsmail b. Abdulla b. Kostantin'e okudu.
Ve'd-Duha'ya geldiğimde şöyle dedi: Hatim edinceye kadar her sûrenin sonuda
tekbir al. Çünkü ben Abdullah b. Kesir'e okudum. Ve'd-Duhâ'ya geldiğimde
"hatmedinceye kadar tekbir al." dedi ve Abdullah b. Kesir bana haber
verdi ki Mücahid'den okumuş. O bunu emretmiş ve haber vermiş ki İbnü Abbas ona
bunu emretmiş ve haber vermiş ki Übeyy b. Ka'b ona bunu emretmiş ve haber
vermiş ki Resulullah (s.a.v) ona bunu emretmiş. Bunu sahih kaydını koyarak
Hakim ve İbnü Merduye, "Şuab"da Beyhaki ve kırâet kitapları tesbit ve
nakil etmişlerdir. Nisaburî "Ğaraibu'l-Kur'ân" adlı tefsirinde bu
rivayeti kaydettikten sonra da demiştir ki: İmam Şafiî'den rivayet edildiğine
göre O da ve'd-Duha'nın sonundan Kur'ân'ın sonuna kadar her sûrenin bitiminde
tekbirin sünnet olduğu görüşündedir. Kunbül'den de böyle rivayet edilmiştir.
Bunun sebebi, zikredildiği üzere vahiy, biraz gecikip de bu sûre indiği zaman
Resulullah (s.a.v.) bunu tasdik ederek "Allahu Ekber" demiş
olmasıdır.
Kırâetle ilgili bir kitap olan
"Zübdetü'l-İrfan"da şu uyarı vardır: Biliniz ki Ve'd-Duhâ'nın sonunda
ve ondan sonra Kur'ân'ın sonuna kadar her sûrenin sonuda tekbir getirmek
sünnettir. Bu, Resulullah (s.a.v.)'ın fiili ile sabittir. Dolasıyıla her
sûrenin sonunda "Allahü Ekber" deyiniz Sûresini bitirdiğinizde de
tekbir alınız. Sonra Fatihatu'l-Kitab'ı ve Bakara'nın ilk âyetlerini a kadar
okuyunuz. Sonra hatim duası ediniz. Buna "halli mürtehil" denilir.
Bunların hepsinde hadisler vardır. Meşhurdur. Bununla beraber not olarak şu
uyarıyı yapar: Şu da bilinmelidir ki tekbir kırâet âlimlerinden hiç birisince
vacib değildir. Çünkü Kur'ân'dan değildir. Ebu'l-Feth Farisi demiştir ki: Her
hatim eden için bunu yapmak mutlaka gereklidir demeyiz. Fakat her kim yaparsa
iyidir, güzeldir. Her kim de yapmazsa ona bir vebal yoktur. Bunu yapmak
sünnettir. Çünkü Bezzi İmam Şafiî'den şöyle nakletmiştir: Bana dedi ki: Tekbiri
terk edersen Resulullah (s.a.v)'ın sünnetlerinden birini terketmiş olursun.
İbnü Abbas da Übey'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.) sûresini
okuduğunda, Fatiha'yı da a kadar okudu. "Siracü'l-Kâri"de de böyle
yazılıdır. Nisaburi'nin de açıkladığı gibi tekbirin lafzında bazıları yalnız
"Allahü Ekber" ile yetinir. Diğerleri kelime-i tevhid ile beraber
der. "Elhamdülillah" diyerek hamd getirmeyi ilave edenler de vardır.
Vahyin kesilmesi tehlikesi gibi bir keder
sırasında bir kuşluk vakti güneşi parıltısıyla gelen ve hüzün gecesini
sessizliğe kavuşturarak Rabb'inin yardımının devamı ile sonun önden daha
hayırlı olduğunu ve ilerdeki lütfun büyüklüğü ile hoşnutluk gayesine
erileceğini müjdeleyen ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatının evveliyle sonunu
karşılaştırarak, netice itibarıyla yetime şefkat, maddî ve manevî muhtaçlara
merhamet hislerini uyandırarak sahip olunan nimeti anlatma emriyle son bulan bu
mübarek sûrenin sonunda tam bir iman ve iç rahatlığı ile sahip olduğu nimeti
söylemeye acele ederek "Allahu Ekber" diye bir tekbir almanın ne
güzel bir emre uyuş, ne hoş bir gönül huzuru ilanı, ne büyük bir şükran duygusu
ifade ettiğini ve bu şükran duygusunun sona kadar yenilene yenilene devam
etmesi de nasıl arzuya şayan bulunduğunu hissetmemek mümkün değildir. Fakat bu tekbirin
bu sûreler sonunda Kur'ân'dan bir parça olduğu zannı verilmemek ve farz olarak
değil de o zevk ve mânâyı duyanların duygularına bırakılmış bulunduğu
anlatılmak için kırâetlerde tevatür ile nakledilmemiş ve terkedilmesi caiz
olmak üzere Resulullah (s.a.v.)'ın fiili ve bir yoldan da emri olmak üzere
hususi olarak rivayet edilmiştir. Neticede bu mendub ve müstehab olarak âdet
halinde uygulanır olmuştur. Bugünkü uygulama da böyledir. Çoğunlukla
"Allahü Ekber" denilir. Çok vakit de "Allahü Ekber. Lâilâhe
illallahu vallahu ekber ve lillahi'l hamd" denilir. Konuyla ilgili geniş
bilgi için Cezeri'nin "Neşr-i Kebir"ine bakılmalıdır.
Şimdi hüzünleri dağıtan bu ferah ve gönül
rahatlığı üzerine artık dünyada hiçbir zorluk ve zahmet kalmadı zanniyle
tembelliğe düşülmemek, ancak her zorluğun yanında kolaylıklar bulunduğunu
bilerek sahip olduğu nimeti anlatmak için daha çok çalışmak, hem yalnız nimeti
görmekle kalmayıp o nimeti verenin zatına bakmak ve bütün rağbetini ona
yönelterek ona doğru gitmek için çalışmanın gereği anlatılmak üzere de bu
sûreyi aşağıdaki gibi İnşirah Sûresi izlemiştir.
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
tefsir - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.