Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Rum Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
30-RUM:
1- Allah daha iyi bilir: Kur'ân'ın mânâsındaki
mucize olan âyetlerden önce, sözlerindeki mucizeliği ifade eden ilâhi sırra
işârettir. Bakara sûresinde de geçtiği üzere "elif" boğazın en
içinden: bâtından; "Lâm" dilden: berzahtan; "mim" dudağın
en kenarından, dıştan çıktığı için bu üç harf, mahreclerin aslını teşkil eden
üç çıkış yerinden çıkan bütün harflerin güzel bir diziliş ahengini ifade eder.
2- Rumlar yenildi. Peygamberimizin
gönderildiği sıralarda doğu Roma ile İran, dünyanın en büyük iki devletiydiler.
Hindli Süleyman Nedevî efendinin Asr-ı Saadet tarihinde ifade ettiği üzere
peygamberliğin beşinci, yani Milâdın 613. yıllarında bu iki komşu ve rakib
devlet, birbirleriyle kanlı bir savaşa girişmişlerdi. İran, İkinci Hüsrev'in,
Rum Hirakl'in hükmü altındaydı, sınırları Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde
birbiriyle birleşiyordu. Filistin, Suriye, Mısır ile Irak'ın bir bölümü ve
küçük Asya (Anadolu) Rumlara tabi idi. İranlı'lar, Rumlara iki taraftan saldırdılar.
Dicle ve Fırat üzerinde (ezreât ve Busrâ) mevkilerinden Suriye'ye, Azerbeycan
ve Ermenistan tarafından küçük Asya'ya saldırdılar. İran orduları, Rum
kuvvetlerini her iki cepheden geri atarak denize dökünceye kadar takip etmiş,
Suriye'deki bütün mukaddes şehirleri zabtetmiş, Milâdın 614. yılında bütün
Filistin'i ve Kudüs'ü ele geçirmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler
yıkılmış, bütün dini binalar tahrib edilip kirletilmişti. İranlılara katılan
yirmi altı bin yahudi, altmış binden fazla hıristiyanı kılıçtan geçirmişlerdi.
İran kisrasının sarayı, öldürülen otuz bin kişinin kafatası ile donatılmıştı.
Bu istilâ tufanı, burada durmayarak Mısır'ı da
basmış, Milâdın 616. yılında İranlı'lar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek
İskenderiye'ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu'yu ele geçirerek
İstanbl'un boğaziçi sahillerine kadar gelmişler, doğu Roma İmparotorluğu'nun
başkenti olan Kostantıniye (İstanbul) şehrinin karşısında görünmüşler,
saltanatlarını Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu'ya yaymışlardı.
İranlılar, girdikleri her yerde ateşgedeler (Ateşe tapanların, ateş yaktıkları
tapınaklar) meydana getiriyorlar ve böylece Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde
ateşperestliği yayıyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun bu yenilgisi
karşısında kendisine tabi bulunan birçok vilâyetler isyan etmiş, Afrika'daki
ülkeler, Avrupa tarafındaki vilâyetler, hatta İstanbul'a komşu şehirler, bu
devletin egemenliğinden çıkmak istemişler ve çıkmışlardı. Kısaca doğu Roma
İmparatorluğu darmadağın olmuş, helâk olup yerlere serilmişti.
Romalıların bu yengilgi haberi Mekke'ye
ulaştığı zaman müşrikler sevinmiş ve müslümanlara karşı onların yenilgisinden
duydukları sevinci açığa vurmuşlar: "Siz ve hıristiyanlar kitap ehlisiniz,
biz ve Fâris (İranlılar) ümmiyiz; bizim kardeşlerimiz, sizin kardeşlerinizi
tepelediler. Biz de sizi tepeleriz" demişlerdi. Bunun üzerine Hz.
Muhammed'in bir mucizesi olmak üzere bu âyet inip buyuruldu ki: Gerçi Rumlar
yenildi yerin en yakınında, Mekke toprağının, yani Arabistan'ın en yakınında; Şam'da
yahut Rum başkentinin pek yakınında, yani Anadolu'da İstanbul civarında demek
olabilir ki, ikisi de doğrudur. O sırada Rum İmparatorluğu öyle perişan olmuştu
ki, iç isyanlarla devlet ihtilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış,
imparator Hirakl, İstanbul'u terkederek Kartaca'ya kaçmayı bile kurmuştu.
İranlıların galip kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şu barışı teklif
etmişler: İmparator, İranlılar tarafından istenecek her şeyi verecektir. Bu
cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın
teslim edecektir. Rum İmparatorluğu, bütün bu aşağılayıcı şartları kabul etmiş,
bu esaslar üzerinde barışı imzalayacak delegeler göndermişlerdi.
Bu delegeler, İranlıların yanına vardıkları
zaman Husrev, şu sözleri de söylemiş: "Bu yeterli değildir. Bizzat
imparator Hirakl, karşıma zincirler içinde gelerek asılıp çarmıha gerilmiş olan
ilâhına karşılık ateşe ve güneşe tapmalıdır." İşte o yenilgi, böyle bir
yenilgiydi. Böyle bir çöküş içinde Romalıların birkaç yıl zarfında canlanıp
yeniden galip geleceklerine kesinlikle hüküm vermek şöyle dursun, ihtimal vemek
bile normal olarak akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.
3- Fakat böyle bir zamanda Allah Teâlâ,
Resulüne gayptan şu haberi bildiriyordu: Bununla birlikte onlar, bu
yenilgilerinin ardından kesinlikle galip gelecekler. Hem uzak değil. Birkaç yıl
içinde ki, "bıd" kelimesi üçten dokuza kadar olan bir sayıyı ifade
eder, nitekim bu âyet inince Hz. Ebu Bekir (r.a.), o sevinen müşriklere şöyle
demişti: "Allah, sizin gözlerinizi aydınlatmayacak, peygamberimiz haber
verdi. Yemin ederim ki, Rumlar birkaç yıl içinde İranlılara mutlaka galip
geleceklerdir." Buna karşı Übeyy b. Halef: "Yalan söylüyorsun, haydi
aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim." dedi ve her iki
taraf ta on deve üzerine bahse girişip, üç yıl müddet tayin ettiler. Ebu Bekir,
durumu Resulullah'a haber verdi. Resullullah (s.a.v.) "Bıd', üçten dokuza
kadardır, miktarı artır, müddeti uzat." buyurdu. Bunun üzerine Ebu Bekir
çıktı, Übeyy'e rast gelince o: "galiba pişman oldun" dedi. Ebu Bekir
de: "Hayır" dedi, gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım,
haydi dokuz seneye kadar yüz deve yap. O da: "Haydi yaptım" dedi.
Tirmizî'nin Sahih'inde rivayet ettiği üzere "Bedir" günü Rumlar,
İranlılara galip geldiler, Ebu Bekir de sonra onu Übeyy'in vârislerinden aldı,
peygambere götürdü. Peygamber (s.a.v.) de ona: "Bunu tasadduk et"
buyurdu.
4- Önünden de sonundan da emir Allah'ın, yani
Rumlar galip gelecekler diye ondan sonra emir ve irade, hüküm ve kumanda
Rumların olacak zannedilmesin; onlar galip gelmezden önce emir, ne onların, ne
İranlıların olmayıp Allah'ın olduğu gibi, onların galip gelmesinden sonra, yine
Allah'ındır. O, önce onları mağlub ettiği gibi, sonra da eder. Hem de o gün,
yani Rumların, İ ranlılara galip geleceği gün müminler sevinecek Allah'ın
yardımıyla, yani ötede Rumlar, İranlılara galip gelirken aynı zamanda beriden
müslümanlar da Allah'ın yardımıyla müşriklere karşı zafer elde edecekler,
yalnız Rumların galip gelmesiyle değil, Allah'ın özellikle kendilerini galip
kılan yardımıyla sevinecekler. Müminlere bu şekilde vaad edilen bu yardım, bu
sevinç, "Bedir" zaferidir. Nitekim Teberî Tefsiri'nde "O
Bedir'de müminlerin , müşriklere galip gelmesidir." demiştir.
Gerçekten Tirmizî'nin rivayetine göre
Rumların, İranlılara galip gelmesi "Bedir" günü olmuştur. Fakat
galibiyetin geniş bir şekilde açıklanması, Hudeybiye sıralarında bilinebildiği
ve Hz. Ebu Bekir de develeri Übeyy'in kendisinden değil, sonra vârislerinden
aldığı için bazıları bu ferah gününü, Hudeybiye günü sanmışlardır. Hindli
Süleyman Nedevî efendi, Asrı Saadet tarihinde bunu şöyle tesbit etmiştir:
"Resul-i Ekrem'in işareti gereğince dokuz yıl sonra peygamberin bu haberi
gerçekleşmiş ve onun gerçekleşmesi "Bedir" zaferinin elde edilmesine
rastlamıştır." Bazılarına göre bu haber, hicretin altıncı yılında
Hudeybiye antlaşması esnasında gerçekleşmiştir. Fakat bu doğru değildir. Bu
anlayış hatasının sebebi şudur: Sahihi Buhari'nin açıkladığına göre Hz.
Peygamber'in Hirakl'e gönderdiği mektubu taşıyan elçi, Suriye'ye ulaştığı zaman
Hirakl, zaferini kutluyordu. Bu elçi, Hudeybiye andlaşması sıralarında
gönderildiği için birçokları Hirakl'in o sıralarda zafer kazandığını
zannetmişlerdir. Habuki, Hirakl, zaferi çoktan kazanmış ve onu kutlamak için
Suriye'ye gelmiş bulunuyordu. Roma takvimine göre Hz. Muhammed'in
peygamberliği, 609 yılında meydana gelmiş, doğu Roma ile İran arasındaki
düşmanlık, 610'da başlamış, 13-14 yılları savaş içinde geçmiş, 616'da,
Romalılar yenilmişler, 622'de karşı harekete geçmişler, 623'de galibiyete
başlayarak 625'te kesin zaferi elde etmişlerdir. Yenilginin başlangıcıyla
galibiyetin başlangıcı arasında dokuz yıl geçmiş olduğu gibi, kesin yenilgi ile
kesin galibiyet arasındaki müddet de dokuz yıldan ibaret bulunuyor.
Peygamberimizin hicreti, peygamberliğin on
üçüncü yılı olduğu için (623) hicretin ikinci yılına rastlamış olur ki,
"Bedir" de o yıldır. Demek ki, Rumlar, yenilgilerinin yedinci,
savaşın ikinci yılı galib gelmeye başlamışlar ve onlar galib gelmeye başladığı
sıralarda müslümanlar da "Bedir" günü müşriklere galib gelerek
sevinmişlerdir. Bununla beraber savaş iki yıl daha devam etmiş, bu müddetle
Rumlar, İranlıların işgal ettikleri bütün vilayetleri kurtararak düşmanlarını
Dicle ve Fırat'ın gerilerine atmışlardır. Böylece tam dokuz yıl ve üç yıl
sonunda kesin üstünlük tamam olarak "Birkaç yıl içinde galib
gelecekler." haberi her yönüyle gerçekleşmiştir. Şu halde bundan dokuz yıl
önce, yani hicretten yedi yıl önce, peygamberliğin yedinci yılı Kur'ân, bu
haberi verirken açıkça dokuz yıl da demeyip "Birkaç yıl" diye bir
çeşit kapalılıkla ifade etmesinde de olaya uygunluk bakımından derin ve
kapsamlı bir belağat ve geniş bir anlam varmış. Çünkü "bıd-ı sinin"
(birkaç yıl) demekle hem galibiyet süresi olan üç yıla, hem yenilgi sonundan
"Bedir"e rastlayan ilk galibiyete kadar olan yedi yıla, hem de kesin
galibiyet süresi olan dokuz yıla uygun düşebilecek bir işaret vermiş bulunuyor
ki, bunlardan birisi açıkça ifade edilseydi olayın bütün safhaları gösterilmiş
olmaz ve dolayısıyla bu kapsamlı icaz tarzı bulunmazdı. Bir de bu açıklamadan
asıl maksat, Rumların galibiyetinden çok, müminlerin ilâhî yardım ile sevinecekleri
günün tarihini tesbit etmek olduğuna işaret edilmiş oluyor. Çünkü "birkaç
yıl" kapalı olmakla beraber galibiyetin gerçekleşmesine bağlı olan "o
gün" belirlidir. Bu bakımdan âyetin bu sevinç gününü gösteren mucizesi,
Rumların galibiyetini haber veren mucizesinden daha şanlıdır.
5-Böyle iken birçoklarının bundan habersiz
olmaları ne kadar üzücüdür! Evet buyuruluyor ki: "Rumlar, yenilgilerinin
arkasından birkaç yıl içinde galib gelecekler, önünde de sonunda da emir
Allah'ındır. Onlar galib geldikleri sırada müminler de Allah'ın yardımıyla
sevinecekler." Bu nasıl olur demeyin. O kimi dilerse yardım eder,
dilediğini muzaffer kılar. Yani O'nun yardımı sebeplere bağlı değil, sebepler
O'nun iradesine bağlıdır. Dün İranlıları galib kılmış iken, yarın Rumları galib
kılar. Bir de bakarsın hiç ümit edilmedik bir zamanda, tutar hiçbir kuvvetleri
yok zannedilen müminleri hepsine karşı galib ve muzaffer kılar. Ve aziz O'dur.
Rahîm O'dur. Hiç mağlup olma ihtimali bulunmayan izzet (güç, kuvvet) sahibi
ancak O'dur. Tek rahmet edici olan da O'dur. Onun için de bir zaman olur,
mağlubları galib kılar, müminleri sonunda zafere erdirir.
6- Allah'ın vaadi. Bu anlatılan galibiyet ve
yardım, öyle bir vaaddir ki, onu Allah Teâlâ vaad buyurdu. Allah, vaadinden
caymaz. Dolayısıyla bunlar mutlaka gerçekleşecektir. Burada açık olarak iki
vaad var. Birisi Rumların, mağlubiyetlerinden sonra galib gelecekleri; birisi
de müminlerin, Allah'ın yardımı ile sevinecekleridir. Bu iki vaad, çok geçmeden
gerçekleşti. Ebu Bekir (r.a.) bahsi kazandı. Bu şekilde bunun Hz. Muhammed'in
peygamberliğini ispat eden ilâhî bir âyet, bir mucize olduğu ortaya çıktı. Bu
yüzden birçoklarına hidayet yetişti, müslüman oldular. İnişi daha önce iken
böylece mucizeliğinin gerçekleşip ortaya çıkışı daha sonra olması dolayısıyla,
tertipte öbür sûreden sonraya konuldu. Orada "O'na Rabbi tarafından
âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?" (Ankebût, 29/50) diye mucize
isteyenlere karşı "Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmiş olmamız
onlara yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir
öğüt vardır." (Ankebût, 29/51) buyurulmakla buna işaret de olunmuştur. Şu
halde bu iki açık vaad arasında "Önünde de sonunda da emir
Allah'ındır." ifadesiyle anlatılan diğer bir vaad daha vardır ki,
Rumların, İranlılara galib geldikten sonra ilerde müslümanlara yenileceklerine
işaret eder. Nitekim baştaki malum, mechul sigasıyla okunduğu takdirde Ebu Said
el-Hudrî ve diğerlerinde rivayet edilen şâz kırâete göre: "Rumlar galib
geldi, fakat onlar, bu galibiyetlerinden sonra ilerde mağlub olacaklar."
diye doğrudan doğruya bu mânâ açıkça ifade edilmiş olur. Bu ise öncekilerden
daha uzak ve geleceğe ait olması bakımından daha önemli olan bir mucizedir.
Fakat öbürleri gibi Hz. Peygamberin zamanında ortaya çıkmayıp, sonra
gerçekleşeceğinden âyette işaretle gösterilip, peygamber tarafından
açıklanmıştır. Gerçekten İranlılara galib gelen Hirakl'in kendi hayatında Rum
orduları, Hz. Ebu Bekir'in halifeliği zamanındaki Yermük savaşından itibaren
İslâm mücahitleri karşısında yenilmeye başlayarak, Hz. Ömer zamanındaki Şam
fetihlerinden tâ İstanbul'un fethine kadar devam etmiş ve böylece bu mucize de
tam olarak gerçekleşip ortaya çıkmıştır.
Bir de Ebu Hayyan, el-Bahru'l-Muhit isimli
tefsirinde şunu kaydetmiştir: Şeyh üstaz Ebu Cafer b. Zübeyr anlatırdı ki,
Ebu'l-Hakem b. Berrecan, müslümanların Beyt-i Makdis'i (Kudüs'ü)
fethedeceklerini ilâhî sözünden zaman ve günü belli olarak çıkarmıştı. Ve İbnü
Berrecan kendisi fetih için tayin ettiği zamandan önce vefat etti. Vefatından
bir zaman sonra da müslümanlar onun tayin ettiği zamanda Kudüs'ü fethettiler.
Anılan Ebu Cafer, bu Ebu'l-Hakem b. Berrecan'ın, Allah'ın kitabından çıkararak
gayb olaylarına dair birtakım şeylere vâkıf olduğuna inanırdı." Muhyiddin
Arabî de bu Kudüs fethi hakkındaki istihracdan (âyetlerden hüküm çıkarma
işinden) bahsetmiştir. Demek olur ki, âyette ancak Allah'ın dostlarına
açıklanan daha başka işaretler de vardır.
Alûsî, tefsirinde de der ki: "Muhyiddin
Arabî, Irakî ve diğerleri gibi irfan sahiplerinin, Kur'ân'ı Kerim'den gayba ait
bilgiler çıkardıkları meşhurdur". Bu, birtakım hesap kaideleri ve
harflerin amelleri üzerine kurulmuştur ki, onlara dair seleften bir şey
gelmemiştir. Hz. Ali (k.v.)'ye: "Resulullah size başkalarından gizlediği
bir sır söyledi mi?" diye sorulmuştu. Dedi ki: "Hayır, ancak Allah
Teâlâ'nın bir kuluna kitabında bir anlayış vermiş olması müstesna." Fakat
insanların çoğu bilmezler. Yani bunların Allah vaadi olduğunu ve Allah'ın
vaadinin mutlaka yerine geleceğini bilmezler.
7- Sadece dünya hayatından bir dış görünüş
bilirler. Bugün kim galib gelir, ne yüze çıkarsa; ona bakar, onu bilirler.
Onlar, ahiretten ise hep gafildirler. Bu dünyanın sonunun nereye varacağını
düşünmez, ilerisinin ne olacağının farkında olmazlar.
8- Ve kendi nefislerinde (içlerinde) hiç
düşünmediler de mi? Yani niye ilerisini düşünmüyorlar? Bu dünya hayatının gelip
geçici olduğuna ve bunun bir sonu, gerçek ve değişmez bir ahireti bulunduğuna
bütün gökler ve yer delâlet edip dururken kendi kendilerine vicdanlarında,
yahut kendi nefisleri hakkında niye bir düşünüp de bilmiyorlar ki, Allah, o
gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri başka türlü değil. Ancak hak ile ve
müsemmâ bir ecel, -yani belirli bir süre ile- yaratmıştır. Yani aşağıda ve
yukarıda ve bütün bunların aralarında bulunan kâinattan hepsinin bir ömrü,
belirli bir süre ile bir eceli, bir sonu vardır. Bununla beraber hiçbiri boşuna
yaratılmamış, herbiri sabit ve bâki bir Hakk'a delâlet etmek üzere gerçek bir
yön, gerçek bir hikmetle yaratılmıştır.
Onun için hepsi "Allah'tan başka her şey
helâk olacaktır." (Kasas, 28/88) âyetinin ifadesince bu dünyanın fani
(geçici) olup, sonunda Allah'ın huzuruna gidilen bir ahiret bulunduğunu
anlatmaktadır.
Bununla beraber insanlardan birçoğu herhalde
Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. Yani birçokları yalnız ahiretten,
düşünceden gafil olmakla kalmazlar da kendilerini yaratıp yetiştiren Hakk'ın
buyruğuna gidilip, mükafat ve cezaya erileceğini kesinlikle inkâr bile ederler.
Ya dünyayı ebedî imiş gibi kabul ederler, yahut ta bütün yaratılış, hikmetsiz,
gayesiz, batılmış gibi her şeyin fani olup, sonunda boşa gittiğini ve
dolayısıyla insanın sonunun da bir ölümle hiç olup bittiğini iddia ederler.
Rablerinin cemal ve celâline (sevab ve cezasına) ermeyi tanımaz, küfrederler.
9- Ve o yeryüzünde bir gezmediler mi? O
kâfirler bir gezip de baksalar nasıl olmuş kendilerinden öncekilerin sonu?
Kendilerinden önce inkâr eden Âd, Semûd gibi yıkılıp gitmiş kavimlerin sonu.
Onlar kuvvetçe kendilerinden daha şiddetliydiler ve toprağı aktarmışlar; ekin
ekmek veya su, maden çıkarmak için toprağın altını üstüne çevirmişler. Ve onu
kendilerinin imarından dah çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de kenilerine
delillerle, açık bürhanlar, mucizelerle gelmişlerdi, yani onlara inanmadılar da
helâk olup yıkıldılar. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu. Suçsuz helâk
etmiyordu. Buna zulüm denilmesi, Allah Teâlâ'nın son derece nezih olduğunu
ortaya koyup açıklamak içindir. Yoksa Allah suçsuz da helâk etse gerçekte yine
zulüm olmazdı. Çünkü Allah (c.c.) gerçek mâliktir. Mâlikin mülkünde dilediğini
yapması zulüm olmaz. Zulüm, başkasının haklarına saldırmayı ifade eder. Ve
fakat onlar, kendilerine zulmediyorlardı.
10-Çünkü Allah'ın hikmetine göre,
toplumlarının ve kendilerinin helâkini gerektiren günahları kendi istekleriyle
işliyorlardı. Sonra o kötülük yapanların sonu ne fena oldu! Sonların en kötüsü,
en kötü ceza olan cehennem azâbıdır. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini yalan
saydılar. Ve onlarla eğleniyorlardı.
Meâl-i Şerifi
11- Allah yaratmayı ilkin yapar, sonra da
çevirir, onu yeniden yapar. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.
12- Kıyamet saatinin gelip çattığı gün
suçlular, her ümidi keserler.
13- Allah'a ortak koştuklarından, kendilerine
şefaat edecekler de bulunmaz. Onlar, o zaman Allah'a koştukları ortakları inkâr
ederler.
14- Kıyamet saatinin gelip çattığı gün varya,
o gün (inananlarla inanmayanlar) ayrılırlar.
15- Şimdi iman edip salih ameller yapmış
olanlara gelince, onlar bir bahçe içinde neşelenirler.
16- Âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalan
sayıp da küfredenlere gelince, işte onlar o zaman azab içinde hazır
bulundurulurlar.
17- O halde akşama girdiğiniz zaman da, sabaha
girdiğiniz zaman da tesbih Allah'ındır. (daima O, tesbih edilir).
18- Göklerde ve yerde, ikindileyin de, öğleye
erdiğiniz zaman da hamd O'na mahsustur.
19- O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü
çıkarır ve toprağa ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle
çıkarılacaksınız.
11-17 Allah'a karşı uydurup ortak koştukları
mabudlar. Ravza, aslında sulu, yeşillikli güzel bostan demek olup, burada
maksat, cennet bahçelerinden bir bahçedir. Hazır bulundurulacaklar
İHZAR: Suçluyu yakalayıp zorla mahkeme
huzuruna getirmektir.
O halde tesbih Allah'ındır. (onu tesbih
etmelidir). Madem ki ilerisi öyledir, o saat gelip çatacaktır. O gün o
ümitsizlik ve azab içinde hazır bulundurulmaktan kurtulup, bir bahçede
neşelenebilmek için şimdi Allah'a tesbih ediniz. Her şey değiştiği halde
kendisi yokluk ve eksiklikten uzak, değişip bozulmaktan münezzeh, tek zatı ile
ebedî Sübhan olan Allah Teâlâ'yı şirk ve eksiklik şüphelerinden tenzih ediniz.
TENZİH: Ya yalnız kalb ile olur; kesin itikat
veya onunla beraber dil ile olur; duyulacak şekilde söylemek; yahut bunlarla
beraber bir de özel fiil ve davranışlarla olur ki, bu da salih ameldir.
Birincisi asıl, ikincisi onun meyvesi, üçüncüsü de ikincinin meyvesidir. Çünkü
insan, kalbinden bir şeye itikad edince o dilinden meydana çıkar, söylediği
zaman da doğruluğu, durum ve davranışlarından belli olur. Dil, kalbin
tercümanı, amel de dilin delilidir. Rükünlerin fiilleri ise hem dil ile zikri,
hem kalb ile niyeti içine alan namazdır. Onun için namaz hem zikirdir, hem bir
tenzih ve tesbihtir. Şu halde tesbih denince, her çeşidini içerirse de mutlak
(kayıtsız) ifade, mükemmele yorumlanacağına göre ilk önce namaza yorumlanır.
Onun için burada beş vakit namaz saatleri
özetlenmiştir ki, zamanın âhirete doğru akışını gösteren en önemli değişme
anlamlarını takib eden bereketli saatlerdi. Önce makam, korkutma ve uyarma makamı
olması itibariyla geceye doğru o zaman ki akşamlarsınız. Bu iki vakti içine
alır. Birisi, güneşin batışını takib eden mağrib (yani birinci ışâ denilen)
akşam namazı vakti ki, şafak denilen kızıllık veya beyazlık kaybolana kadar.
İkincisi, şafakın kaybolmasını takib eden son ışâ, yani yatsı namazı vakti
fecre (imsak vaktine) kadar. Üçüncüsü ve o zaman ki sabahlarsınız. Fecr-i
sadıktan, yani tan yerinin ağarmasından güneş doğana kadar. O ne güzel zaman ve
ne güzel nimet!
18- Göklerde ve yerde ve ikindileyin hamdde
O'nundur.
AŞİY: Akşam üstü demek olduğuna göre ikindi
vaktini asr-ı sâni olması gerekir. Hem de o zaman ki, öğlen edersiniz. Bu ikisi
ile tam beş vakit olmuş olur. Burada öğlenin sonraya bırakılması, fâsılaya (âyet
sonlarındaki uyuma) riayet için denilmiş ise de inzar (uyarma) nüktesiyle
akşamın önce zikredilmesindeki tekabüle (karşılık olmaya) riayet için ikindinin
"aşiy" terimiyle öne alınmış olması makama daha uygundur. 1
9- Ölüden diri çıkarır. Gıdadan hayvan,
yumurtadan civciv, nutfeden (spermadan) insan, câhilden âlim, kâfirden mümin
gibi ki, uyuyandan uyanık da öyledir. Ve bu münasebetle anlatılmıştır ve aksine
ve diriden ölü çıkarır. Bunun örneği çoktur ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat
verir. Güzden sonra bahara bak işte siz de öyle çıkarılacaksınız. Bu noktada
tabiatçılık hatasına düşülmemesi için, tabiatlar üzerinde hakim olan Allah
Teâlâ'nın kudretinin delillerinden bazıları hatırlatılarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
20- O'nun âyetlerinden (kudretinin
delillerinden)dir ki, sizi bir topraktan yarattı. Sonra da siz şimdi yeryüzünde
dağılıp yayılan insanlar oluverdiniz.
21- Yine O'nun âyetlerindendir ki, sizin için
nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi
ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler
vardır.
22- Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile
dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz
ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.
23- Yine gecede ve gündüzde uyumanız ve
lütfundan nasib aramanız da O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda dinleyecek
bir kavim için nice ibretler vardır.
24- Yine O'nun âyetlerindendir ki, size hem
korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor
da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını
kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.
25- Yine göğün ve yerin, emriyle durması da
O'nun âyetlerindendir. Sonra sizi bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de
bakarsınız ki (yerden diriltilip çıkarılıyorsunuz).
26- Göklerde ve yerde kim varsa hepsi
O'nundur. Hepsi de O'na itaat etmektedirler.
27- Hem yaratmayı ilkin yapan O'dur. Sonra onu
çevirip yeniden yapacak olan da O'dur ki, bu O'na çok kolaydır. Göklerde ve
yerde en yüksek şan ve şeref O'nundur. O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet
sahibidir.
20- Ve O'nun âyetlerindendir. Yukarki haberler
gibi şu da Allah'ın ulûhiyetinin delillerinden, eşyanın tabiata mahkum olmayıp,
tabiatlar üzerinde hâkim ve onun için ölümden sonra diriltmeye de kâdir
bulunduğuna işaret eden alâmetlerdendir. Ki, sizleri bir topraktan yaratmış,
yeryüzünde hiç insan yok iken, onu bulunduğu durumda bırakmayıp kuru toprağa
hayat vererek ifadesince çamurdan, bir sülâleden (süzülmüş bir çamurdan) siz
insan cinsini yaratması ki, eğer o tabiata mahkum olsaydı, cansız toprağa o
değişikliği vermesi mümkün olmazdı. Önce bir insan hücresi yaratılamayacağı
gibi, bugün de bir insan gıdası yapılamazdı. Halbuki yaratılmış. Sonra da şimdi
siz bir insansınız, yeryüzüne dağılıp duruyorsunuz, derisi çıplak, zarif bir
yaratık olarak üreyip, çoğalıp yayılıyorsunuz. Bir kara toprağın bu derece
gelişip olgunluğu erdirtirilmesi, işte yüce yaratıcının Rabliğini ve ölüleri
diriltmeye kudretini gösteren delillerindendir. Yine O'nun âyetlerinden,
ilâhlığının lütuflarını gösteren delillerinden ki sizin için nefislerinizden,
yani maymun veya diğer bir hayvandan değil, kendi özlerinizden, aynı insan,
beşer cinsinden eşler yaratmış kendilerine ısınasınız, meyledip yakınlık
kurasınız diye. Çünkü cinsiyet koklaşmaya, farklılık ürküntüye sebep olur.
İnsan eşini başka hayvandan aramak zorunda kalsaydı, ne kötü olurdu! Hem
aranıza bir sevgi ve merhamet koymuş; evlenme vasıtasıyla öyle insanî bir seviş
ve esirgeyiş ki, hayvanlar gibi kızışma zamanlarına mahsus değil, hatta yalnız
karı-koca arasında değil, genel olarak siz insanlar arasında bir sevgi ve
merhamet duygusu yapmıştır. Şüphesiz ki onda, nefislerinizden eşler yaratıp
aranıza sevgi ve merhamet bırakmakta, âyetler vardır. Sadece bir âyet değil,
birçok âyetler, Allah Teâlâ'nın tabiatları yaratıp, değiştirip, kemale erdiren
kudretiyle beraber, rahmetine ve özellikle insanlar hakkındaki Rahman olan
Allah'ın yardımına ve Rabbanî hükümlerine de delâlet eden deliller vardır. Düşünecek
bir kavim için, yani bu âyet, çok düşünülecek bir âyettir. Hem sadece ferdin
düşünmesi yeterli değil, bütün kavim düşünmelidir. Düşünecek bir kavim için
insan yaratılışının bu âyetinde öyle hikmetler, delâletler vardır ki,
insanlığın nasıl yüksek bir ahlâk ve sevimli bir medeniyete hazır ve ne kadar
mutlu bir hayat ve nimete aday olarak yaratıldığını ve bu hayatın bir rüknü
olan kadının düşüş ve zilletten korunması için, sevgi ve esirgeme hisleriyle
nasıl bir sosyal düzen takib etmek gerektiğini gösterir.
21- Ve O'nun âyetlerindendir. Yukarki haberler
gibi şu da Allah'ın ulûhiyetinin delillerinden, eşyanın tabiata mahkum olmayıp,
tabiatlar üzerinde hâkim ve onun için ölümden sonra diriltmeye de kâdir
bulunduğuna işaret eden alâmetlerdendir. Ki, sizleri bir topraktan yaratmış,
yeryüzünde hiç insan yok iken, onu bulunduğu durumda bırakmayıp kuru toprağa
hayat vererek ifadesince çamurdan, bir sülâleden (süzülmüş bir çamurdan) siz
insan cinsini yaratması ki, eğer o tabiata mahkum olsaydı, cansız toprağa o
değişikliği vermesi mümkün olmazdı. Önce bir insan hücresi yaratılamayacağı
gibi, bugün de bir insan gıdası yapılamazdı. Halbuki yaratılmış. Sonra da şimdi
siz bir insansınız, yeryüzüne dağılıp duruyorsunuz, derisi çıplak, zarif bir
yaratık olarak üreyip, çoğalıp yayılıyorsunuz. Bir kara toprağın bu derece
gelişip olgunluğu erdirtirilmesi, işte yüce yaratıcının Rabliğini ve ölüleri
diriltmeye kudretini gösteren delillerindendir. Yine O'nun âyetlerinden,
ilâhlığının lütuflarını gösteren delillerinden ki sizin için nefislerinizden,
yani maymun veya diğer bir hayvandan değil, kendi özlerinizden, aynı insan,
beşer cinsinden eşler yaratmış kendilerine ısınasınız, meyledip yakınlık
kurasınız diye. Çünkü cinsiyet koklaşmaya, farklılık ürküntüye sebep olur. İnsan
eşini başka hayvandan aramak zorunda kalsaydı, ne kötü olurdu! Hem aranıza bir
sevgi ve merhamet koymuş; evlenme vasıtasıyla öyle insanî bir seviş ve
esirgeyiş ki, hayvanlar gibi kızışma zamanlarına mahsus değil, hatta yalnız
karı-koca arasında değil, genel olarak siz insanlar arasında bir sevgi ve
merhamet duygusu yapmıştır. Şüphesiz ki onda, nefislerinizden eşler yaratıp
aranıza sevgi ve merhamet bırakmakta, âyetler vardır. Sadece bir âyet değil,
birçok âyetler, Allah Teâlâ'nın tabiatları yaratıp, değiştirip, kemale erdiren
kudretiyle beraber, rahmetine ve özellikle insanlar hakkındaki Rahman olan
Allah'ın yardımına ve Rabbanî hükümlerine de delâlet eden deliller vardır.
Düşünecek bir kavim için, yani bu âyet, çok düşünülecek bir âyettir. Hem sadece
ferdin düşünmesi yeterli değil, bütün kavim düşünmelidir. Düşünecek bir kavim
için insan yaratılışının bu âyetinde öyle hikmetler, delâletler vardır ki,
insanlığın nasıl yüksek bir ahlâk ve sevimli bir medeniyete hazır ve ne kadar
mutlu bir hayat ve nimete aday olarak yaratıldığını ve bu hayatın bir rüknü
olan kadının düşüş ve zilletten korunması için, sevgi ve esirgeme hisleriyle
nasıl bir sosyal düzen takib etmek gerektiğini gösterir.
22-Yine O'nun âyetlerindendir, göklerin ve
yerin yaratılışı ki, iki bakımdan Allah'ın varlık ve sıfatının
delillerindendir.
Birincisi: Maddenin böyle çeşitli cisimlerle
yükseklere ve alçaklara ayrılarak tabiatın aslında çeşitlilik meydana
getirilmesi, kendi kendine birbirini takibeden kanundan başka birşey olmaması
gereken tabiatın üstünde hâkim olan yüce yaratıcının kudretini gösterir.
İkincisi: Göklerin ve yerin yaratılışında öyle
yüksek bir sanat vardır ki, her noktası onu yaratan Allah'ın ilim ve iradesiyle
sıfatının mükemmelliğini gösterir.
Ve dillerinizin, benizlerinizin
(renklerinizin) değişmesi "dillerin değişmesi" deyimi, genellikle
lügatların çokluğundan, lehçe ve şive gibi özel söyleyiş biçimlerinin
farklılığına kadar hepsi için doğru olabilir. Arab'ın dili başka, Acem'in dili
başka, Türk'ün dili başka, Rum'un dili başka, Freng'in dili başka... Her
milletin dili başka başka olduğu gibi, aynı millette çeşitli kabilelerin,
grupların da dillerinde başkalık vardır. Mesela Yemenlininki ile
Necidlininkinin farkı olur. Hatta her şahsın bile dili diğerlerinden ayırt
edilir. Renk, beniz de böyledir. Kiminin beyaz, kiminin siyah, kiminin sarı,
kiminin kırmızı olduğu gibi, her şahsın benzinde bile diğerlerine göre bir
özellik hissedilebilir. Sonra söylenen söze göre de renklerin bir değişmesi
vardır. Şüphesiz ki bunda, bu yaratma ve farklılıkta, bilgisi olanlar için
âyetler (deliller) vardır. İlim temyiz ifade eder. Temyiz ve temayüz de ayrılma
ve farklıkla olur. Buna işaret için burada "âlimîn" bilgisi olanlar
için buyurulmuştur. Böylece ilim ehli olan âlimler bilirler ki; ilk olarak,
bütün bu çeşitlilik ve farklılık, tabiatın akışını değiştirerek farklı
tabiatlar yaratan Allah Teâlâ'nın kudretini gösterir. Ve bütün bu değişiklik
içinde hepsinin düzenini koruyup idare etmesi de ilim ve sanatındaki kemal
(olgunluk) ve hikmetini gösterir. İkinci olarak, demek ki, dillerin ve renklerin
değişmesinde hikmet vardır. Ve bu hikmetlerden birisi de "Biz sizi
birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.."
(Hucurat, 49/13) buyurulduğu üzere gelişip yayılma içinde tanışmadır. Böyle
çeşitli dilleri ve ırkları içine alan bir toplum meydana getirebilmek de ancak
ilimle mümkün olabilir. Demek ki bir insan ne kadar çok dil bilirse Allah
Teâlâ'nın âyetleri hakkında o kadar çok bilgi edinmiş olacaktır. Ve demek ki,
insanların simalarını bilmek de dilleri bilmek gibi önemli ilimlerdendir.
23-24- Yine gecede ve gündüzde uyumanız da
O'nun âyetlerindendir. Uyuyup dinlenmeniz ve lütfundan nasib aramanız; sanat ve
ticaret gibi sebeplerden birine teşebbüsle Allah'ın lütuf ve fazlından rızık
istemeniz; gerek uyku, gerek kazanma ikisi de Allah'ın nimetidir. Uykunun nasıl
büyük bir nimet olduğunu, uykusuz kalanlardan dinlemeli, çalışabilmenin ne
büyük bir nimet olduğunu da işsiz güçsüz kalanlardan bir sormalı, görülüyor ki,
burada uyku, rızık aramadan önce söylenmiştir. Çünkü çalışmak için dinlenmeye
ihtiyaç vardır. Bir de istirahat, kendisi için doğrudan arzu edilen bir şeydir,
isteyip aramak ise ihtiyaç dolayısıyladır. Sonra "O'nun lütfundan"
buyurulmuş ve bununla şu nükteler açıklanmıştır:
1- Çalışmalı, fakat kısmet olan nasibi
kendinden bilmemeli, Allah'ın lütfundan bilmelidir.
2- İnsan her gün bir kâr ve gelişme
aramalıdır. Çünkü "fadl" (Allah'ın lütfu) fazla, çok demektir.
Ticaret de kâr kazanmaktır. Nitekim "iki günü eşit olan ziyanda"
demektir.
3- Aramak, Allah Teâlâ'nın lütfunu sezmek,
ummaktır. Ve hatta çalışıp arayabilmenin kendisi bile Allah'ın lütfundandır.
Şüphesiz ki bunda, bu uyumda ve aramada kulağı
olan bir kavim çok âyetler vardır. Uykuda olsa uyanır, tekrar dirilmeye inanır.
Uyuyan kimse en çok kulaktan uyanacağı gibi, talep ve araştırmada bulunan
kimselerin de ilk işleri etrafı dinlemek, istihbarattan yararlanmak olacağı
için burada buyurulmuştur. Diller bilindikten sonra, kulak verip dinlemek de
gerçekten uygun olur.
25- Yine O'nun âyetlerindendir ki size hem
korku ve hem umut için şimşek gösterir. Hem celâl sıfatı vardır, hem cemal;
bazen bir olayda iki zıt tesiri birden yaratarak ikisini birden tecelli
ettirir. Hem korkutur, hem ümitlendirir. Meselâ size şimşek gösterir. Göstermek
aslında O'nun âyetlerinden (kudretinin delillerinden) biridir. Bununla beraber
şimşek gösterir ki, onunla korku ve ümit, iki zıt duyguyu birden telkin eder.
Korku yıldırım, ümit rahmet ümididir. O ümit gerçekleşir mi?
Ve gökten bir su indirir de onunla yeryüzünü
ölümünden sonra diriltir. Şüphesiz ki bunda aklı olan bir kavim için âyetler
(ibretler) vardır. Aklı ola, çok düşünmeye ihtiyaç kalmadan bir sezgi ile anlar
ki, bunu yapan, ölüleri diriltmeye de k âdirdir. Ölmüş bir kavim de bir şimşek
parıltısı arasında gökten inen su gibi, bir hayat neşesiyle diriliverir. Ve
dolayısıyla hem O'nun azabından, yıldırımından korkmalı, gururlu olmamalı, hem
de rahmetine özlem ve ümit ile sarılmalı, ümitsiz olmamalıdır.
Yine O'nun âyetlerindendir. Göğün ve yerin
O'nun emriyle durması. Yani varlık âleminde bulunması, hep O'nun
"kün" (ol) emriyledir. Çekim ve denge kanunları hep O'nun emrinden
ibarettir. Sonra sizi bir çağırışla çağırdığı zaman yerden derhal siz
çıkarsınız. Kabirlerden çıkar, mahşere koşarsınız. Burada İslâm mücahidlerinin
çıkışına da bir işaret vardır.
26- Hem göklerde ve yerde kim varsa, hep
O'nundur; O'nun mülküdür. Hep O'na boyun eğmişlerdir. Yani gönlüyle itaat etmek
istemeyen kâfirler bile istemeyerek de olsa sonunda O'na boyun eğmek zorunda
kalırlar. Kesin hükmüne karşı gelemezler.
27- Ve işte O'dur o yaratmayı ilkin yapan,
sonra onu döndürüp tekrar yapacak olan ki o, O'na daha kolaydır. Yani yeniden
yapmak, ilkin yapmaktan daha kolaydır. Çünkü normal olarak bakıldığı zaman,
önceki tabiatın aksine iken, ikincisi tabii olmuş olur. Göklerde ve yerde en
yüksek şeref ve şan da O'nundur. Tam kudret, sonsuz hikmet, yaratıcılık,
ilâhlık gibi en yüksek nitelikler ancak O'nundur. "Kendisinden başka
hiçbir ilâh olmayandır."
Ve O öyle aziz, öyle hakimdir. Öyle yüksek,
şanına yetişmek ihtimali olmayan güçlü ve yaptığını hikmet ve menfaat ile
sağlam yapan hakimdir.
Meâl-i Şerifi
28- Allah, size kendinizden bir misâl verdi:
Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde elleriniz altındaki kölelerinizden
ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur, aranızda birbirinizi saydığınız
gibi, onları da sayar mısınız? İşte biz, düşünecek bir kavim için âyetleri
böyle açıklıyoruz.
29- Fakat zulmedenler, bilgisizce hevalarına
uydular. Artık Allah'ın şaşırttığını kim yola getirebilir? Onların yardımcıları
da yoktur.
30- O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak
dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın
yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler.
31- Başkasından geçerek hep O'na gönül verin
ve O'ndan sakının. Namaza devam edin ve müşrilerden olmayın.
32- O müşriklerden (olmayın ki) onlar,
dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine
güvenmektedir.
33- Bununla beraber insanlara bir keder
dokunduğu zaman her şeyden geçerek Rablerine yalvarır, dua ederler; sonra
tarafından bir rahmet tattırıverdiği zaman da bakarsın onlardan bir kısmı
tutar, O Rablerine ortak koşarlar.
34- Bunu da kendilerine verdiğimiz nimetlere
nankörlük etmek için yaparlar. Haydi geçinedurun bakalım, yakında bileceksiniz.
35- Yoksa biz onlara bir delil indirmişiz de
O'na ortak koşmalarını o mu söylüyor?
36- Bir de biz insanlara bir rahmet
tattırdığımız zaman ona güveniyorlar da; ellerinin önceden yaptığı şeyler
sebebiyle başlarına bir fenalık gelirse, hemen her ümidi kesiveriyorlar.
37- Onlar görmediler mi ki, Allah dilediği
kimseye rızkı serer ve daraltır. Şüphesiz ki bunda iman edecek bir kavim için
ibretler vardır.
38- O halde akrabaya da hakkını ver, yoksula
da, yolcuya da... Bu, Allah'ın rızasını dileyenler için daha hayırlıdır.
Kurtuluşa erecek olanlar da işte onlardır.
39- İnsanların malları içinde artsın diye
verdiğiniz faiz, Allah yanında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz
zekata gelince, işte onlar, malları kat kat artmış olanlardır.
40- Allah, O'dur ki, sizi yarattı, sonra da
size rızık verdi, sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir. Hiç sizin ortak
koştuklarınızdan, bunlardan birini yapacak olan var mı? Allah, onların ortak
koştuklarından münezzeh ve yücedir.
28- O size kendi nefislerinizden bir misal
vermiştir. Bu misal, şirkin batıl oluşunu açıkça göstermek içindir. Yani bir
malike, mülkünden ortak varsaymak bir çelişkidir, batıldır. Bunu kendinizden
bir pay biçerek zorunlu bir şekilde anlayabilirsiniz. Hiç sizin köleniz,
uşağınız, hayvanınız, haşeratınız (zararlı hayvanlar) gibi elleriniz altında
sahibi bulunduğunuz şeyler, Allah'ın size bahşettiği mülkünüzde (mal
varlığınızda) sizin ortağınız, denginiz olur da mal olan şeyler, sahibine eşit
olabilir mi? olamaz değil mi? Halbuki sizin mal varlığınız Allah'ın vergisi,
onlara sahip oluşunuz da sonradan olma ve gelip geçicidir. Bütün varlıklara,
var etme yoluyla sahip bulunan Allah Teâlâ'nın ise, malik oluşu sonsuz ve O'nun
mülkünden çıkmak imkansızdır. Allah Teâlâ bu gerçekleri böyle ayırt edip
anlatmıştır. Şimdi sizin mal varlığınızdan biri size ortak olamazken Allah
Teâlâ'nın mülkünden, yaratıklarından, kullarından kendisine ortak nasıl
olabilir?
29- Fakat o zulmedenler, yani o haksızlığı
yapıp Allah'a ortak koşanlar, bilgisizce hevalarına tabi oldular.
HEVA: Nefsin şehvetlere meyli demektir ki,
keyif de denir. Burada "bilgisizce" kaydından anlaşılıyor ki, heva
iki kısımdır: Birisi ilme uygun olan, birisi de olmayandır. İlme uygun olan
heva, Hakk'ın nazarında yaratılış gayesine uygun düşen meyillerdir. Çünkü
şehvetlerin yaratılışı da boşuna değil, onlar insanları yaratılışlarının
gayesine erdirmek için Allah tarafından birer yönlendirici ve sebebtir. Ancak
şeytanî olan insan zekası, onu gayesinden çevirerek ilmin zıddına olarak sırf
zevk için boşuna da israf eder. Mesela iffetli olmak ve çoğalmak niyetiyle
evlenme arzusu, yaratılış gayesine uygun ve dolayısıyla ilme mutabık bir
meyildir. Zina ve gayrı meşru münasebet meyli ise ilme aykırı sadece bir
hevadır. Çoğunlukla da heva böyle şeylere denir. Ve işte müşrikler bir şey
bildiklerinden dolayı değil, ilme uymayan hevaları ardında koştuklarından
dolayı, kendilerini heveslere esir ederek haksızlıkla, zalimlikle şirke
saptılar. Maliki milkine ortak etmek, eşit tutmak haksızlığıyla Allah'a
milkinden, yaratıklarından ortaklar uydurarak onlara taptılar. Onları,
kendilerinin malikiymiş gibi tuttular da hürriyetlerini onlara verdiler. Artık
Allah'ın şaşırdığını kim yola getirir? Önce hevalarına uyma, kendi fiilleri
olarak gösterilmiş, kendilerine nispet edilmiş iken burada şaşırmak, saptırmak
Allah'a isnad edilmiştir. Çünkü onlarda o hevaları yaratan Allah Teâlâ olduğu
gibi, arzularına göre sapıklığı, şaşkınlığı yaratan da O'dur. Bu sapıklığa
düşürme de kalplerin mühürlenip kapanma derecesine gelmiş bulunursa hiçbir şekilde
hidayet ihtimali kalmaz.
Şu halde burada şaşırıp saptırmaktan maksat,
kalbleri mühürleyecek derecede kesin dalalet (sapıklık) demek olur. Bakara
Sûresi'nde "Allah onların kalblerini mühürledi." (Bakara, 2/7 âyetine
bkz.) Onlara yardımcılardan eser de yoktur. Yola gelmesi ihtimali kalmamış olan
o zalimleri ne dünyada o şaşkınlığından, ne de âhirette onun gereği olan
azabdan kurtaracak hiçbir yardımcı da yoktur. Yani o taptıkları şeylerin
kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
30- O halde, yani şirk, öyle batıl, malike
milkinde yine milkinden ortak varsaymak gibi nefislerinizde caiz
göremeyeceğiniz bir çelişki, büyük bir haksızlık, Allah'ın genişçe açıkladığı
âyetlere, ilim fıtratına, aykırı hevese bağlı bir sapıklık ve sonunda kurtuluş
da imkânsız olunca Sen yüzünü hanif olarak (tek Allah'a yönelerek) dine
çevirir.
HANİF: "Hanef" masdarından bir
sıfattır. Lûgatta hanef ise sapıklıktan istikamete, çarpıklıktan doğruluğa
meyildir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye
"cim" ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl anlamı, eğriliği bırakıp
doğrusuna giden demektir. Bu mânâ ile örfte İbrahim milletine isim olmuştur ki,
başka dinlerden, batıl mabudlardan çekinip, yalnız bir Allah'a eğilen, Allah'ı
bir bilen demektir. "Şirk koşmaksızın tek Allah'a inananlardır."
(Hac, 22/31)
Demek ki buradaki "hanîfen"; ötedeki
şirkin, ilimsiz olarak hevaya tabi olmanın tam zıddı olan hakka meyli,
doğruluğu, tevhidi ifade etmektedir. Ve mânâ şu olur: Sen yüzünü dine öyle tut,
öyle tam yönel ki, o eğriliklerden, o bozuk hevalardan, batıl meyillerden
sakınıp yalnız hakka meylederek dosdoğru Allah fıtratına, -dine veya hanifliği
açıklamadır yani fıtrat olan (yaratılışa uygun düşen) Allah'ın dinine, Allah'ın
o fıtratına, o yaratışına sarıl ki insanları onun üzerine yaratmıştır. Hepsi
yaratılış sözleşmesinde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (A'raf,
7/172) hitabına "bela" (evet Rabbimizsin) demiştir. İnsan olarak
yaratılmayı kabul etmekle yaratanın Rabliğine şahit olmaya söz vermiştir. Yaratılışın
yaratanına delaleti tabiî (doğal) olduğu için her insanın yaratılışında,
kendisine dair bilincinin aslında, vicdanının derinliğinde bir hak duygusu,
Allah'ı tanıma gizlidir. Onun içindir ki, başlarının son derece sıkıldığı
zaruret zamanlarında inatçı kâfirler bile, derinden derine yaratana bir sığınma
hissi duyarlar. Nitekim "İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine dua
ederler." (Rûm, 30/33) âyetiyle bu hatırlatılacaktır.
FITRAT kelimesi hakkında yukarılarda bazı
açıklamalar geçmişti. Burada da şunu hatırlatalım ki, fıtrat, ilk yaratmak
demek olan den "masdar bina-i nevi" olarak yaratılışın ilk tarz ve
şeklini ifade eder. Burada "insanları onun üzerine..." kaydından da
anlaşıldığına göre, maksat her ferdin kendine mahsus olan cüz'î yaratılışı
değil, bütün insanların insan olmaları bakımından yaratılışlarında esas olan ve
hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır. Dış etken, kazanma ve âdet gibi
ikinci derecede bulunan sebeplerinden sarfı nazarla düşünülmesi gereken ilk
yaratılış ve aslî yaratılış da denilen asıl fıtrattır. İnsanın "İnsan
oluşu yönünden tabiatı" budur. Mesela insanın yaratılışında iki gözü
bulunması asıldır. Bununla beraber anadan âmâ doğanlar da bulunabilir. Fakat bu
genellikle insanların üzerine yaratıldığı asıl fıtrat ve tabiat çeşidi değil,
ikinci dercede görünür sebep olarak düşünülecek cüz'î ve şahsî bir yaratılıştır
ki, insan gerçeği onsuz da meydana çıkabilir. Ferdin cüz'î yaratılışında
herhangi bir sebeple eksiklik bulunabilirse de asıl fıtrat, sağlıklı ve
sağlamdır. Mesela gözün fıtratı, Hakk'ın âyetlerini görmektir. İyi görmeyen bir
göz, sonradan meydana gelen bir sebeple hasta demektir.
Bunun gibi bütün organların yaratılışında asıl
olan bir fıtrat (yaratılış amacı) vardır ki, ona o organların menfaati,
vazifesi, fonksiyonu, fizyolojisi yahut tabiatı denir. İnsan nefsinin bütün
meyillerinde böyle yaratılış hikmetine doğru esaslı bir içgüdü, bir tabiat
vardır ki, ona da fıtrat denir. Ve fıtrat, hep hak ve hayra yönelik bir
istikamet takip eder. Mesela insanın acıkması ve yemeye, içmeye meyletmesi,
yaşamak için kendisine lazım veya faydalı yahut daha uygun olanı alma hikmeti
içindir. Yoksa zehir yutmak veya kuru bir zevk uğruna israf ile midesini bozmak
için değildir. O zaman fıtrat bozulmuş, sapıklığa düşülmüş olur. İnsanın, insan
ruh ve zekasının, fıtratının aslı da Hakk'ı tanımak v e gerçek yaratanından
başkasına kul olmamak içindir. İnsana ruh, yanlış duysun, şeytana uysun diye
değil, gerçeği ve iyiliği duysun, aslını ve sonunda döneceği yeri ve ona karşı
vazifesini bilsin diye verilmiştir. Nitekim fıtrat üzere giden veya fıtrata
yakın olan temiz ruhlar yalanı, eğriliği, bilmez. Eğrilik meyli sonradan gelip
geçici olarak kazanılan bir azmanlıktır.
Kısaca Hadis-i şerifi ile anlatıldığı üzere,
"İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi maden maden çeşitli yaratılış ve
karakterlerde" bulunabilirlerse de asıl insanlık fıtratı, insan tabiatı
bakımından hep birdir. Âdemoğludur. İnsanın, insan olma yönüyle asıl fıtratı
(yaratılışı), yaratıcısına boyun eğmek, "Ben insanları ve cinleri ancak
bana kulluk yapsınlar diye yarattım.." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere
yaratan Allah'a kulluktur. Dinsizlik fıtrata (yaratılışa) aykırı bir sapıklık
olduğu gibi, Allah'tan başkasına tapmak da öyledir. Fıtrat dini, Allah dini,
haniflik (tek Allah inancına bağlılık), İslâm'dır. "Allah katında gerçek
din, İslâmdır." (Al-i İmran, 3/19), "Göklerde ve yerde kim varsa,
hepsi ister istemez O'na boyun eğmiştir. Sonunda da ancak O'na döndürülüp
götürüleceklerdir." (Âl-i İmran, 3/83).
Şu halde din hususu, arzulara göre değil,
Allah'ın birliği ile insanlığın birleşmesi üzerine yürümelidir. Tefsircilerin
çoğu fıtratı, gerçeği kabul ve anlama kâbiliyeti diye, fıtrata sarılmayı da
gereğince amel ile tefsir etmişlerdir.
Hz. Enes (r.a.)den rivayet edilen bir hadiste
"Allah'ın, insanları üzerinde yarattığı fıtratı, Allah Teâlâ'nın
dinidir." buyurulmuştur. Ebu Hüreyre'den rivayet olunan bir Hadis-i
Şerifte de buyurulmuştur ki; "Her doğan fıtrat üzere doğar. Öyle iken ana
babasıdır ki onu yahudileştirir veya hıristiyanlaştırır veya mecusileştirir.
Nitekim hayvan, derli toplu bir hayvan yavrular, içlerinde bir inenmiş (burnu
veya diğer organları kesilmiş) görür müsünüz?" Demek ki fıtratın aslı tam
ve sağlamdır. Burnu, kulağı sonradan kesilir. Maddî bakımdan böyle olduğu gibi
manevî ve ahlakî bakımdan da böyledir. Fıtratın bu sağlamlığı, düşünce alanında
ve sosyal şartlarla terbiye çevresinde, âdetlerin akışı içinde ya bozulur veya
güzel bir gelişme ile kemalini bulur. Ahiret de bu iki sonucun birine göre
olur.
Bu durumda dinin iki kayağı vardır: Biri
fıtrat, biri kazanç. Fıtrat sadece ilâhidir. Gerçek bir yöneliştir. Allah'ın
emrini yerine getirerek Allah'a ermek için, hep Hakk'a doğru bir gidişi ifade
eder. Kazanç, süpjektif ve objektif çeşitli şartlar içinde duygunun
hareketleri, zihnin düşünceleriyle ilgili olduğundan fıtratın istikametine
aykırı heveslere, zararlara, haksızlıklara, isyan ve şirke sürükleyebilir.
Bundan koruyacak olan ise dindir. Bunun için buyuruluyor ki, dine hanif
(Allah'ı bir kabul edici) olarak yüz tut, Allah'ın fıtratına sarıl. Allah'ın
yaratmasını değiştiren yok, yahut Allah'ın yaratışına bedel bulunmaz. Bu
cümlenin, inşa veya ihbar olarak birkaç mânâya ihtimali vardır: Yani Allah'ın
asıl yaratışı olan fıtratı, gereğinin aksine giderek bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın.
Çünkü Allah'ın yaratışına bedel bulunmaz. Zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiçbir
sanatla yerine koyamazsınız. Yahut Allah'ın yarattığı fıtratın aksine din
uydurmaya, hüküm koymaya kalkışmayın. Siz mesela erkeği dişi, dişiyi erkek
yapamazsınız. Yahut Allah'ın yaratışını başkalarına isnad etmeye, başkalarını
yaratıcı yerine koyup da ortak koşmaya, Allah'ın hükmünden çıkmaya çalışmayın.
Çünkü Allah'ın yarattığı milki, sizin milkleriniz gibi değiştirilmez. Din
fıtratı değiştirmek için değil, fıtrattaki genel güvenceyi geliştirmek içindir.
İşte doğru ve sağlam din odur. Yani eğrilikten
sakınıp, bütün insanların üzerinde yaratılmış olduğu fıtratı, doğrulukla takip
etmektir. Fakat insanların çoğu bilmezler de çarpık giderler, dini fıtratta
değil, âdette ararlar veya heveslerine uyarlar, Allah'ın hakkını değiştirmeye
kalkarlar.
31- "O'na yönelerek"
"Hanifen" kelimesi gibi hal olarak oraya bağlıdır. "Tut,
yönel" emrinin genel olarak herkese hitap olduğuna ve cemaatin
gerekliliğine işaret olmak üzere burada çoğul sigası (kipi) getirilmiştir. Yani
her biriniz Allah fıtratına o tevhide öyle sarılın ki, hepiniz tevbe ve ihlâs
ile Allah'a dönüp yönelerek hem O'ndan korkun, namazı güzel kılın, ve
müşriklerden olmayın. Amellerinizi yalnız Allah için yapın, açık veya gizli bir
şirk karıştırmayın.
32-Burada Allah'ı bir bilmenin tam zıddı olan
müşriklik, yalnız meşhur anlamıyla açık şirkten ibaret zannedilmeyip açık ve
gizli şirkin her türlüsünden kaçınılması için, bedel yoluyla açıklanarak şöyle
buyuruluyor: Onlardan ki, dinlerini ayırdılar da grup grup, öbek öbek oldular.
Yani genel fıtratı kavrayacak açık bir ruh ve geniş bir hak vicdanı ile hareket
etmeyip herbiri kendi özelliğine, kendi çıkarına, dar kafasıyla kendi
kuruntusuna göre bir heva ile dinini ayırıp, ayrı bir başbuğ arkasına düşerek grup
grup, bölük bölük olmuşlar, her bölük kendilerindekine güvenmektedirler.
Fıtrattan ayrılıp tutuculukla hakkı gözetmemektedirler. Halbuki "Sizin
yanınızdaki tükenir, Allah'ın yanındaki ise tükenmez." (Nahl, 16/96) dir.
33-Bu noktada insanların, üzerine yaratılmış
olduğu fıtratın başka değil, yalnız, Allah'a yalvarmak olduğunu göstermek için
buyuruluyor ki: Bununla beraber insanlara bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün o
güvendiklerinden ve her şeyden geçip, yalnız yaratan Rablerine gönül vererek
hep O'na yalvarırlar. Nitekim Çanakkale, Sakarya, Afyon savaşları sırasında biz
Türkler hep böyle olmuştuk. Demek ki fıtrat dini (yaratılışa uygun din) sadece
Allah dinidir. Her zaman, baki sağlam din yalnız odur. Böyle iken sonra O,
onlara tarafından bir rahmet tattırıverince; o sıkıntıyı açıp bir nimet ihsan
ediverince de ne bakarsın içlerinden bir kısmı, o Rablerine ortak
koşuyorlardır. Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu, bundan oldu,
benden oldu, senden oldu diyerek Allah'ın lütfunu başkalarına isnad etmeye
kalkarlar.
34- Ki kendilerine verdiğimiz nimeti küfran
ile, nankörlükle karşılamak için haydin yaşayın, zevk edin bakalım yarın
bileceksiniz.
35- Yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de
O'na ortak koşmalarının caiz olduğunu o mu söylüyor? Hayır öyle bir kitap ve
delil indirilmemiştir. Fakat onlar yukarıda söylendiği şekilde bilgisizce
hevaları ardında gitmişler, keyiflerine hoş gelene veya gözlerinin korktuğuna
tapmışlardır. Dünyada sebepler yok değildir. Fakat egemenlik, sebeplerin değil,
Allah'ındır. Allah izin vermeyince hiçbir sebeple yaprak bile oynamaz. Böyle
olduğunu fıtrat bilir, onun için sıkıştığı zaman Allah'a yalvarır.
36- Bir de biz, insanlara bir rahmet tattırdık
mı ona güvenirler, şımarırlar. Gerçi "De ki, Allah'ın lütfuyla, rahmetiyle,
ancak onunla sevinsinler." (Yunus, 10/58) buyurulduğu üzere, Allah'ın
lütuf ve rahmetiyle sevinmek yasak değil, aksine emredilmiştir. Fakat o
sevinçten maksat, nimet vereni tanıyarak hamd ve şükrünü bilmek mânâsına
sevinçtir. Burada ise nimet vereni hesaba almayıp, sadece nimete güvenerek,
şımarıp hevalarına uyan kimselerin hali açıklanıyor ki, bunlar ibadet ederlerse
bile, dünya menfaati için ederler ve sırf nimete güvendikleri için ellerin
önceden yaptığı şeylerden birisi sebebiyle de başkalarına bir fenalık gelirse
derhal ümitsizliğe düşerler. Allah'ın rahmetinden büsbütün ümidi kesiverirler.
Çünkü bakışları, bâkî olan Allah'a değil, fânî şeyleredir.
37-Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki,
"Mümin taze ekine benzer. Rüzgar estikçe yatar, yine kalkar. Kâfir çam
ağacına benzer. Rüzgar ettikçe gürler, fakat bir kere yıkılınca artık
kalkamaz." Bunlar, niye öyle nimete güveniyorlar? Ya görmüyorlar mı ki,
Allah rızkı dileğine açıyor, da sıkıyor da. Bazı kimselere bol, bazılarına dar
verir. Ve hatta bir kimseye de bazen genişlik ve bazen darlık verir. Şüphe yok
ki bunda iman edecek bir kavim için çok âyetler (ibretler) vardır. Bunu
görenler ne nimete güvenirler, ne de ümidi keserler. Bollukta da darlıkta da
Allah'a imanlarını tam tutarlar.
38-Bunun üzerine dinin amelî belirtisi
özetlenerek buyuruluyor ki o halde, yani dine Allah'ı bir bilerek yüz tutup,
Allah fıtratına sarıl da, yakınlığı olana da hakkını ver yoksula da, yolcuya da
ver. Hak, dininin, doğruluğunun gereği böyle uzak yakın demeyip, hakkı yerine koymaktır.
Kimsenin hakkını yemedikten başka, kim olursa olsun muhtaç olanlara mümkün olan
yardımı yapmak, zekat, sadaka ve diğer hayır ve iyilik çeşitlerinden biriyle
bakmaktır. Muhtaç olan yakınların insanlarda bir hakkı olacağı gibi, geçimsiz
kalmış bir çaresizin, yolda kalmış bir yolcunun bütün toplumda bir hakkı
vardır. Öyle ise bunları gözetecek müesseseler yapılmalıdır. Bu, bunlara
hakkını vermek, Allah yüzünü murad edenler için, yani Allah'ın rızasını
arayanlar için hayırlıdır. Ve kurtuluşa erecek olanlar, işte onlardır. Allah
rızasını gözeterek, genel olsun, özel olsun hakkını yerine koyanlardır.
39- Halkın mallarında çoğalsın diye verdiğiniz
faiz, burada iki mânâ açıklamışlardır: Bazıları bundan maksadın, bilinen riba,
yani faiz olduğunu söylemişlerdir ki, zahir olan (açıkça anlaşılan) da budur.
Nitekim Süddî bu âyetin, Sekif'in faizi hakkında indiğini rivayet etmiştir.
Çünkü Sekif ve Kureyş kabileleri faizcilik ederlerdi. Buna göre demek olur ki,
faiz, henüz yasaklanmadan önce de kötülenmiştir. Fakat diğer bir çok
tefsirciler burada riba (faiz) deyiminin mecaz olup maksadın, fazlasıyla
karşılığı gözetilerek verilen fazla hediyeler, bağışlar olduğunu söylemişlerdir
ki, bu mânâ İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Buna göre fazlasıyla karşılığı
gözetilerek verilen hediyeler bir çeşit faizciliğe benzetilerek yerilmiş
olacağından dolayı faizin yasaklanmasında daha beliğ olmuş olur. Nitekim
bilinen faiz deyimi hakkında "yemek" ifadesi kullanılmıştır. Şu halde
mânâ şöyle olur: Halkın mallarında faiz gibi nemalanarak (artış göstererek)
fazlasıyla karşılığını almak için verdiğimiz bağışlar, hediyeler Allah yanında
nemalanmaz, artmaz. Faizin Allah yanında hiçbir sevabı olmadığı gibi, halktan
karşılığı fazlasıyla alınmak niyetiyle verilen hediyeler de öyledir. Gerçi bu
günah değildir, fakat sevabı da yoktur. Allah yüzünü, Allah rızasını dileyerek
verdiğiniz zekat ise işte kat kat katlayanlar onlardır. "Bir tohuma benzer
ki yedi başak bitirmiştir, her başakta yüzer tane vardır. Allah dilediğine
böyle veya daha fazla kat kat verir." (Bakara, 2/261).
40-Tevhid dini hakkındaki bu emirlerden ve bu
açıklamalardan sonra Allah'ın zat ve sıfatları hakkında türlü felsefelerle
ihtilafa düşülmeksizin, Allah'ı tanıtmak için şöyle buyuruluyor: Allah O'dur ki
sizi yaratmıştır. Yani Allah'ı tanımak için O'nun zatı hakkında düşünceye
dalmamalı, gayet açık olan fiil veeserlerini, nimet ve lütuflarını
düşünmelidir. Şüphesiz ki sizi yaratan var, işte O sizi yaratandır. Sonra size
rızık vermekte, beslemektedir. Sonra sizi öldürür, sonra sizi yine diriltir.
Hiç sizin koştuğunuz ortaklarınızdan, bunlardan bir şey yapan var mı? Yok
olduğu şüphesiz. O sübhan olan Allah, onların şirk koştuğu şeylerden münezzeh
ve çok yüksektir.
Meâl-i Şerifi
41- Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye
insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat
ortaya çıktı. Umulur ki onlar hakka dönerler.
42- De ki, yeryüzünde bir gezin de bakın,
bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş! Onların pek çoğu müşrik idiler.
43- Allah'tan geri çevrilmesine hiçbir çare
olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru, sabit dine çevir. O gün
(gelince) insanlar birbirlerinden ayrılırlar.
44- Her kim inkâr ederse, inkârı kendi
aleyhinedir. Kim de salih amel işlerse, onlar kendileri için rahat bir yer hazırlamış
olurlar.
45- Çünkü O, iman edip salih amel işleyenlere
lütfundan mükafat verecektir. Çünkü O, kâfirleri sevmez.
46- Rüzgarları müjdeciler olarak göndermesi,
size rahmetinden tattırması, emriyle gemilerin akıp gitmesi ve lütfundan rızık
isteyip kazanmanız O'nun âyetlerindendir. Hem gerek ki şükredesiniz.
47- Andolsun ki biz, senden önce birçok
peygamberleri kavimlerine gönderdik de, onlara apaçık delillerle vardılar. Onun
üzerine günah işleyenlerden intikam aldık. Müminlere yardım ise, bizim
nezdimizde bir hak oldu.
48- Allah O'dur ki, rüzgarları gönderir de bir
bulut savururlar. Derken onu gökyüzünde nasıl dilerse öyle serer, parça parça
da eder. Derken yağmuru görürsün, aralarından çıkar. Derken onu kullarından
kimlere diliyorsa döküverdi mi derhal yüzleri güler.
49- Halbuki onlar, daha önce üzerlerine yağmur
indirilmeden evvel ümidi kesmişlerdi.
50- Şimdi bak Allah'ın rahmetinin eserlerine!
yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri
diriltir. O her şeye kâdirdir.
51- Andolsun ki biz, bir rüzgâr göndersek de
onu (rahmetin eseri olan ekini) sararmış görseler, mutlaka onun arkasından
nankörlüğe başlarlar.
52- Çünkü sen ölülere işittiremezsin. O
daveti, arkalarını dönmüş giderlerken sağırlara da duyuramazsın.
53- Körleri de sapıklıklarından hidayete
getiremezsin. Sen ancak âyetlerimizi iman edeceklere duyurursun da onlar
müslüman olur, selâmeti bulurlar.
41- Karada ve denizde fesat ortaya çıktı.
Fıtrata ait düzen bozuldu, gerek tabiat gerek sosyal şartlarda uygunsuzluk
belirdi. İnsanların ellerinin kazancı yüzünden. Fıtratın aksine takip edilen
şirk, ahlaksızlık, haksızlık, çeşitli hevalar, türlü mezheplerle beşerî
hırsların çarpışması sebebiyle ki, yaptıklarının bazısını Allah kendilerine (bu
dünyada) tattırmak için böyle yaptı. Tamamını ise ahirette tadacaklar, asıl
cezalarını orada çekecekler. Fakat bu dünyada da biraz tattırılırlar. Gerek ki
dönerler diye. Yani amellerinin cezasını biraz tatsınlar da tevbe edip şirkten
vazgeçerek fıtrat dinine, Hakk'ın birliğine, sağlam ve düzgün yola dönsünler
diye
42-53-Ve işte Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesi, insanları tevbe ve iyiliğe davet ile kurtuluşa, selâmete çıkarmak
içindir. Bunun için buyuruluyor ki: Resulüm! De ki: Yeryüzünde bir gezin de
bakın bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş! Onların pek çoğu müşrikti. Şirk
koşmakla Allah'ın hikmetine karşı hüküm koymaya kalkışmakla Allah'tan
kurtulmanın çaresini bulamadılar. Sonunda ister istemez Allah'ın hükmüne boyun
eğerek kahrolup gittiler. Onun için "Yüzünü o doğru ve sabit dine
tut." "Rüzgarları müjdeciler olarak göndermesi de O'nun
âyetlerindendir." Bu âyetler, ibaresiyle kainattaki hallerin
değişikliklerini ifade ederken, işaretiyle de sosyal durumlardaki
değişiklikleri temsil etmektedir. Rüzgarların, değişikliklerin uyarıcısı olduğu
gibi müjdecileri de vardır. Tabiatta meydana gelen fesat onlarla düzelir.
Meâl-i Şerifi
54- Allah O'dur ki, sizi güçsüz olarak
yaratır, sonra güçsüzlüğün arkasından kuvvet verir. Sonra kuvvetin arkasından
yine güçsüzlüğe ve ihtiyarlığa getirir. O dilediğini yaratır. Ve O, her şeyi
bilir, her şeye gücü yeter.
55- Kıyamet kopacağı gün günahkarlar dünyada
bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar önceden de böyle haktan
çevriliyorlardı.
56- Kendilerine ilim ve iman verilenler de
şöyle diyecekler: "Andolsun ki, Allah'ın kitabında takdir edilmiş olan
tekrar dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, dirilme günüdür. Fakat siz bunu
bilmiyordunuz.
57- Artık o gün zulmedenlere mazeretleri fayda
vermeyecektir. Onların dertlerinin çaresine de bakılmayacaktır.
58- Andolsun ki, biz insanlar için bu
Kur'ân'da her türlü meselden örnekler getirdik. Yemin ederim ki, sen onlara
başka bir âyet de getirsen o kâfirler yine: "Siz yalancılardan
(uydurduğunuz sözü Allah'a nispet edenlerden) başkası değilsiniz." diyeceklerdir.
59- İşte bilmeyenlerin kalblerini Allah böyle
mühürler.
60- Şimdi sen sabret. Çünkü Allah'ın vaadi
mutlaka haktır. Sakın imanı sağlam olmayanlar seni hafifliğe sevketmesinler.
54-60-Sûrenin son bölümündeki bu öğüdü
kuvvetlendirip desteklemekle müjde verme hususunda birçok hikmetleri içeren
Lokman Sûresi geliyor.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
rum - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.