Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Rad Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
13-RA'D:
Bununla neyi murad ettiğini Allah bilir.
(Bakara ve Yunus Sûreleri'nin baş tarafına bkz.). Bu sûre hakkında da Abdullah
b. Abbas'dan şöyle bir tevil nakledilmiştir: yani, "Ben Allah'ım, bilirim
ve görürüm". Sûrenin ismine ve bu başlangıcın böylece hece harflerine
işaret ettiği kavline göre, biz burada şu mânâyı izleyelim: Elif, Lâm, Mîm, Ra.
İşte bunlar, (yani bu hece harfleri veya bu sûre) kitabın âyetleridir. Tek
başına ve yalnız olarak ele alındıkları zaman hiçbir anlamı yok gibi sanılan o
harfler, o sesler Allah tarafından kendilerine verilen şekil, düzen, tertip ve
terkip ile anlamlı anlamlı birtakım kelimeler meydana getirerek hakkın
kitabının mânâ ve mazmununa delalet eden ve gizliyi açığa çıkaran açık
deliller, aşikar alâmetler, kesin belgeler olur ve işte bu harflerden meydana
gelmiş olan bu sûre de en mükemmel bir kitap olan Kur'ân-ı Kerîm'in göklerdeki
ve yerdeki ilâhî âyetleri, gafillerin üzerinden geçip de görmedikleri hak
âyetleri gösteren bir kısım âyetlerdir. Ve Rabbinden sana indirilen bütünüyle
haktır. Haktır ve gerçektir, aslına uygundur, ey Muhammed. Ve lâkin insanların
çoğu iman etmezler. Bunun Allah tarafından indirilmiş hak bir kitap olduğuna
inanmazlar.
Meâl-i Şerifi
2. Allah O'dur ki, gökleri direksiz yükseltti,
onu görüyorsunuz, sonra arş üzerine istiva etti, güneşi ve ayı emrine boyun
eğdirdi. Her biri belli bir vakte kadar akar gider. Bütün işleri O yönetiyor.
Âyetleri O açıklıyor ki, Rabbinizin huzuruna çıkacağınızı iyi bilesiniz.
3. Yeryüzünü enine boyuna yayıp döşeyen, onda
oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin hepsinden
iki çift yapan O'dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır.
Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki, ibretler vardır.
4. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır.
Üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir tek
su ile sulanır. Halbuki meyvelerinde birini öbürüne üstün kılıyoruz. Aklı eren
bir kavim için bunda muhakkak ibretler vardır.
5. Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların
şu sözleridir: "Biz toprak olup gittikten sonra mı, yani biz gerçekten
yeniden mi yaratılacağız?" İşte bunlar Rablerini inkâr etmişlerdir. Bunlar
boyunlarında demir halkalar bulunanlardır. Ve işte bunlar cehennemliktirler,
orada ebedî kalacaklardır.
6. Ayrıca senden iyilikten önce hemen kötülüğü
getirmeni isterler. Oysa daha önce onlara misal olacak cezalar gelip geçmiştir.
Ve gerçekten Rabbin, zulümlerine karşılık insanlara mağfiret sahibidir. Bununla
beraber Rabbinin azabı da cidden çok çetindir.
7. O kâfirler: "Rabbinden ona bir mucize
indirilmeli değil miydi?" derler. Sen bir uyarıcıdan başka bir şey
değilsin ve her kavim için bir hidayetçi vardır.
8. Her dişinin neye gebe olduğunu Allah bilir.
Ve rahimler ne eksiltir, ne arttırır, onu da bilir. O'nun katında her şeyin bir
ölçüsü vardır.
9. Allah görünmeyeni de bilir, görüneni de.
Büyüktür ve yücelerden yücedir.
10. Sizden sözü gizleyenle açığa vuran, gece
gizlenenle gündüz açığa çıkan, O'nun açısından eşittir (hepsini görür ve
bilir).
11. Her insan için önünden ve arkasından takip
edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme
verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme
de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar
için Allah'dan başka bir veli de bulunmaz.
2- Allah O'dur ki, gökleri direksiz, dayaksız
yüceltti. Ne yapmak ve yükseltmek için iskeleye, ne de manivelaya, ne de
dayamak için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle yaptı, yükseltti,
kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi. Onları görüyorsunuz. Yani üzerinizde
olan gökleri görüp duruyorsunuz: O büyük gök cisimleri öylece direksiz olarak
duruyorlar, orada dönüp durduklarını da siz görüyorsunuz.
İşte Allah, onlara böyle direksiz ve dayaksız
olarak kendi yörüngelerinde ve o kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip,
size de gösteren kadiri mutlaktır. Bu mânâda daki zamir "direksiz
göklere" racidir. Ve cümle bir yan cümleciktir. Bazı tefsir âlimleri bunun
"amed"e raci ve onun sıfatı olması ihtimalini de dikkate almışlardır
ki, o zaman şöyle demek olur: Gökleri sizin görebileceğiniz hiçbir direk
olmaksızın yükseltti. Bu mânâya göre göklerin gözle görünmez birtakım
direklerle dayanıp tutulmakta olduğu ihtimaline işaret olunmuş olur. Zira
görünen direklerin bulunmaması, gözle görünmez birtakım direklerin bulunmasına
engel değildir. Fakat görünmez direklerden ne anlaşılabilir? Eğer bundan
Batlamyus Astronomisi'nde ele alındığı gibi, yıldızların dayandığı görünmeyen
bazı cisimler kastolunuyorsa, o zaman asıl o cisimlerin nereye dayandığı sorusu
sorulacak, bu da yine direksiz anlamına dönüşecektir. Ve eğer bundan itme ve
çekme kuvvetleri, sırf akılla anlaşılabilecek bazı kuvvetler kastolunuyorsa,
bunlara amed (direk) denilebilmesi sırf mecazî anlamda geçerli olabilecek,
sonuçta bu da gerçekte önceki mânâ gibi "direksiz" demek olacak ve
yalnızca kâinatın dengesinde Allah Teâlâ'nın melekutunu ve kudretini anlatmış
olacaktır ki, o zaman "Gökleri yükseltti ve dengeledi..." (Rahmân,
55/7-8 âyetlere bkz).
Bundan dolayı, asıl mânâ birinci mânâdır.
Yani, daki zamir "amede" raci olarak, cümle sıfat cümlesi değildir;
zamir "semavat"a raci olarak bir yan cümleciktir. Onun için üzerinde
vakıf evladır. Burada bir cim secavendi vardır. Göklerin yükseltilmesi görünmez
direklerle değil, gerçekte ve gözlemde görüldüğü gibi direksiz olarak doğrudan
doğruya Allah'ın kudretine dayalı bulunmaktadır ve kudretin sonsuzluğunu ispat
etmektedir. Bilindiği gibi her cisim, bir hacim ve ağırlık ile boşlukta bir yer
işgal eder. Bir zamanlar fizikçiler, yani cisimlerin hareketlerinden bahseden
ve tabiat felsefesi adı verilen fen ile meşgul olanlar, cisimlerde biri tabiî
(doğal), biri de gayri tabiî olmak üzere iki ayrı özellikte mekan (hayyiz)
düşünürlerdi ki: "Her cismin bizatihi istediği tabiî bir yeri (hayyizi)
vardır ki, kendi haline bırakılan cisim, oraya gider, durur ve oradan bir başka
yere hareketi, ancak gayri tabiî olan, yani kendi dışından gelen bir kuvvetin
etkisi ile ve ona bağımlı olarak mümkün olur. Ve bir cismin böyle gayri tabiî
bir hayyizde durabilmesi de ancak kendi dışında bir vasıtaya, bir kuvvete
dayanması ile mümkün olabilir. Mesela ağırlığı fazla olan bir cismin tabiî
hayyizi aşağıda, hafif olan bir cismin tabiî hayyizi de yukarıdadır. Onun için
taş suyun dibine iner, hava da suyun üstüne çıkar. İşte bundan dolayı bir taşın
havaya doğru hareketi kasrî, yani zorlama ile ve güç kullanarak olur; onun
havada durması da bir direğe, bir desteğe dayanmasına ihtiyaç gösterir".
İşte Batlamyus astronomisini izleyen
gökbilimcileri de bu görüşten hareket ederek gök cisimlerinin çeşitli
hareketlerinin birisi kendi tabiî hareketi olsa bile, diğer hareketlerin kasrî,
yani bir dış etkenin zorlaması ile meydana geldiğini düşünmüşler. Bundan dolayı
çeşitli hareketlerin her biri için ayrı ayrı birer felek tasavvur etmişler ve
hareket eden gök cismini görünmeyen bir felek küresine dayamışlardı. Bu feleğin
âlemdeki ekseni üzere tabiî harekete, etki ettiği gökcisminin tabiî görünen
hareketini meydana getirdiğini, onun bağlı bulunduğu daha üst bir feleğin,
mesela hepsini kuşatmış bulunduğuna inanılan Atlas Feleği'nin ters yöndeki
etkileri de o gökcisminin normal olmayan hareketini meydana getirdiğini kabul
ediyorlardı. Böylece bu nazariyeye göre, bir tabiî hareket fikri temel alınmış
olmakla birlikte, tepemizdeki gök cisimlerinin yükseklikleri görülmeyen
birtakım kürelere dayandırılmış oluyordu ve bu feleklerin kendi tabiî
hayyizlerinde dönüp durdukları ve bundan dolayı da direğe ihtiyaç duymayacakları
savunuluyordu ve bu durumda hareketlerine de sebep kalmamış olacağından,
harekete sebep olmak üzere de her birinde bir nefis (canlı kişilik) bulunduğu
farz olunuyordu. Ve ancak yer kürenin, hepsinin ortasında bir ana merkez
noktası olduğu, bunun da kendi tabii hayyizinde sabit bulunduğu kabul
olunuyordu.
Ne gariptir ki, bu görüşe göre, sabit
farzedilen yer küre, çeşitli unsurlardan meydana gelmiş bir "kevn ü
fesat" âlemi olduğu halde hareket halinde olan gök ve gök cisimleri,
basit, bozulmaz, yıkılmaz ve yok olmaz sanılıyordu. Oysa bütün düşüncelerin
temelini teşkil eden "tabiî hayyiz" nazariyesi, çeşitli gök cisimleri
ile uzayın bölümleri arasında başka başka birer çekim merkezi bulunduğunu kabul
etmeyi gerekli kılıyordu. Bu ise aklın yapısına aykırı olan bir çelişki
oluyordu. Çünkü içindeki gök cisimlerinden sarfı nazarla başlı başına bir
varlığı bulunduğu kabul edilmeyen ve nihayet basit ve monoton ve her noktası
birbirinin aynı olduğu düşünülen uzayın her noktası herhangi bir gök cismi için
eşit değerde olması gerekmez miydi? Elbette mutlak mekanın, yaratılıştan filan
tarafı filan cisme, filan tarafı da felanca cisme mahsustur, o cisim ancak o
tarafa meyleder. Veya o taraf kendi özelliğine uygun düşen cismi kendine çeker
demek, basiti bileşikle veya yoğu varla bir saymak gibi bir çelişki meydana
getiriyor. Cisim kavramında yalnızca genişlik ve boy yeterli görülüp, hayyiz
(yer) dahi soyut bir cismi içine alarak düşünülse yine böyle bir sonuç çıkardı.
Velhasıl herhangi bir cismin mutlak hayyizden bir noktaya yerleştirilmesine ne
o cismin, ne de hayyizin kendi özelliği kâfi gelmezdi. Bu durum da buna bir
tercih edici aramakta akıl açısından zaruret vardır.
Onun için hareket ve düşme olayını ne cismin,
ne de o cismin bulunduğu yerin (hayyizin) özelliğinde ve yapısında değil,
çeşitli cisimler arasında izafî olarak bir çekim ilişkisine bağlı mülahaza
etmek ve bu izafiyeti, bu ilişkiyi elinde tutan bir büyük kudretin varlığını
düşünmek akla daha uygun olacaktı. Bundan dolayı son devir fizikçileri,
"hayyiz-i tabiî ve "hareket-i tabiîyye" iddialarını reddederek
bütün maddede ve cisimlerde ataleti (durgunluğu) dahi bir tabiat kanunu olarak
kabul ettiler: Her cismin, kendine mahsus yerdeki konumu, hareketi ve
durgunluğu, kendi dışındaki bir etkenin basınç ve etkisine bağlı olduğuna
kanaat getirdiler; cisimlerin ağırlıklarına göre aralarında bir karşılıklı
çekim orantısı bulunduğunu ortaya koydular. Ve bunu mekanik bilimine temel
kabul edip genellikle madde kütleleri arasında mesafeleri atlatarak etkili olan
bir itme ve çekme kuvvetinin varlığını savundular. Gök cisimlerinin yalnızca bu
kuvvet ile birbirlerine tutunduğuna hükmettiler. Astronomiyi de bu nazariye
üzerine ele almaya başladılar ki, gökyüzü mekaniğinin bu şekilde açıklanması
"Gökleri direksiz olarak yükseltti..." âyetinin anlamına her iki mânâ
açısından da uygun düşmektedir: Buna, hem gördüğünüz gibi direksiz, demek doğru
olur; hem de bu ağırlıkları karşılıklı olarak dengeleyen direklerin hizmetini
görmesi bakımından "görünmez direkler" demek doğru olur. Ancak bu
konuda birkaç önemli noktayı dikkatten kaçırmamak da gereklidir:
Birincisi; çekim kuvveti, madde ile olan
ilişkisi açısından maddî bir kuvvet gibi ele alınırsa da bağlı olduğu madde
kütlesinin bulunduğu yerden çok uzak mesafelere kadar ilgili olması bakımından,
haddi zatında kuvvetin maddeden soyutlanıp ayrıcalık kazanmasına pek güzel bir
misal olacak makul bir olay demektir. Biz bunu ancak ağırlıklar arasındaki
müvazene nisbetiyle ele alabiliriz. Nitekim Rahmân Sûresi'nde "ve mizan
koydu" buyurulması bunu açıklar. Büyük bir ağırlığın küçük bir ağırlığı
genel olarak çekimi demek olan bu mizana bağlı olmakla beraber, şunda da şüphe
yoktur ki, mesela yerkürenin ayı çekim alanı içinde tutması, güneşin de yer
küreyi çekip yörüngesinde tutması, bir direk üzerindeki lüks lambasının direğe
dayanması gibi yalnızca maddî açıdan görülen bir kuvvet değildir. İki kütle
arasında uzaktan uzağa aklen ele alınan bir denge orantısıdır ki, biz bunu bir
kanuna bağlamadan tasavvur edemediğimiz için konuyu taraf durumunda olan
kütlelere izafe ederek ele alırız. Yoksa bir çekim kuvveti tasavvuru gerekçe
bir melek tasavvurundan bambaşka bir şey değildir.
İkincisi, atalet ve çekim kanunları ile ele
alınan gök cisimlerinin mekanik ilişkiler içinde oluşu, her şeyden önce bize
şunu anlatır ki; uzaydaki düzende gök cisimlerinden her birinin konumu ve
hareketi kendi dışından gelen bir basınca ve etkiye bağlıdır. Hiç birinin
hareket kaynağı kendisinde değildir. Yani tabiî değildir. Hiç şüphe yok ki, her
biri kendi dışından etkilenen zerrelerin ve kürelerin hepsi de böyledir.
Bütünün hareketi de zaruri olarak hepsinin üstünde bir etkileyiciye bağlıdır.
Binaenaleyh kâinat makinasının yaratıcısı, yapıcısı ve harekete geçiricisi
tabiat âlemi denilen bu makinanın kendisinde değildir, onun üstündedir. Ve
genel çekim kanunu denilen söz konusu denge kanunu da ancak o yaratıcının bir
kudretidir. Göklere direksiz yükseklik veren O'dur.
Bunu daha açık olarak anlamak için:
Üçüncüsü, şüphe yok ki, güneş gibi bir madde
kütlesinden bir çekme ve itme kuvveti şeklinde herhangi bir kuvvetin yayılması
ve uzaktaki bir başka kütleye etki etmesi bir faaliyettir. Maddenin tabiatında
mevcut olan "atalet" ise bunun tam zıddıdır. Demek ki, maddeye böyle
bir faaliyetle etki gücü verilmesi, kendi özünden değil, kendi dışından verilen
bir özelliktir. Ve işte ona bunu veren Allah'dır. "O Allah ki, gökleri
direksiz yükseltmiştir."
Dördüncüsü, ne kadar dikkat çekicidir ki,
âyette göklerin direksiz yükseltildiği mekanik olgudan ilâhî kudrete bir delil
gösterildikten sonra, bir de "görüyorsunuz, gördüğünüz gibi"
buyurulmuştur. Gerek halkın sıradan temaşa ve gözlemlerinde, gerek fen ehlinin
ve uzmanların rasathanelerden ve dev aletlerle yaptıkları gözlemlerin hepsini
içine alan bu "rüyet" fiilinin, bu "görüyorsunuz veya görüp
duruyorsunuz" cümlesinin burada belağatlı bir tembihi ifade ettiği açıkça
ortadadır. Bununla uzayı gözleyip, araştırmak için vahiy gözetmiyerek rasat ve
rüyetin esas alınması hususuna da ayrıca tenbih olunmuştur. Kâinatın mekanik
özelliği karşılığında bir de ruh ve şuur olayları bulunduğuna dikkat çekilerek
afak ile enfüs arasındaki ilişkiler hatırlatılmış ve binaenaleyh Hakk'ın varlığına
şahitlik eden delillerin yalnızca mekanik ilişkilerdeki sırlarla değil, asıl bu
ruhsal ilişkiler ile tecelli edeceği anlatılmış ve "sonra arş üzerine
hakim oldu " kavramına bir giriş olmak üzere, kudret-i ilâhiyyenin afak
(dışta) ve enfüsteki (içteki) etki alanı üzerinde düşündürmek için bir hazırlık
yapılmıştır.
Beşincisi, burada gökleri gözlemlememiz
konusuyla ilgili olarak bazı açıklamalarda bulunmamız gerekirse de, ilerdeki
sûrelerde daha buna benzer birçok âyetler geleceği için, burada sözü daha fazla
uzatmamak için inşallah o bilgileri de oralarda sunmaya çalışacağız. Şimdilik
şu kadar söyleyelim ki, gözlem açısından kâinatın merkezi daima kendimiz, kendi
nefsimizdir. Üzerimizde görüşümüzü çepçevre kuşatan bir gökyüzü vardır. Bunun
her noktasından baktığımızda gözlerimize birer yarım küre şeklinde görülür de
mekanik merkez neresi olursa olsun gözlem merkezi kendimiz oluruz. Kubbe
şeklinde gördüğümüz gökyüzü de "dünya seması"nı oluşturur. Göklerin
mekanik çekim ilişkileri ne kadar akılları hayrete düşürecek boyutlarda ise,
"optique" denilen ışık ve ışın dalgaları arasındaki ilişkiler de o
kadar, belki daha ziyade hayret verecek bir hadisedir.
Velhasıl Allah bunları öyle direksiz yükseltti
ve gördüğünüz şekli verdi. Sonra da arş üzerine istiva eyledi, taht üzerine
kuruldu, yarattıktan sonra da hepsinin üzerine hükümran oldu, onları hakimiyeti
altına aldı ve onlar üzerine hükmünü icraya başladı. (Araf Sûresi âyet 54 ve
Yunus Sûresi âyet 3'e bkz). Güneşi ve ayı teshir etti, kuvvet ve kudreti altına
aldı ve emrine müsahhar kıldı, emrine boyun eğdirdi. Diğer âyetlerde
"Yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir" (Araf, 7/54 ve Nahl,
16/12) buyurulduğu için bütün yıldızlar, yani bütün gökcisimleri de O'nun
emrine inkiyad etmiş haldeler. Binaenaleyh burada güneşle aydan söz edilmesi,
tahsis için değil, yeryüzünden bakanlar için görünüşte ilk göze çarpan önemli
iki gök cismi olmalarından dolayıdır. En çok göze batan ve en büyük gibi
görünen bu ikisini emri altına alınca öbürlerinin de ilâhî emre boyun eğmiş
oldukları kendiliğinden anlaşılır. Nitekim hepsini içine alacak şekilde
buyuruluyor ki, her biri, yani o göklerin her bir bölümü, gerek güneşle ay,
gerek yıldızlardan her biri ve sonuç olarak hepsi belli bir ecel için akıp
gitmektedir. Allah katında belli olan bir süre için akıp gidiyor. Gökyüzündeki
cisimlerden hiçbiri kendi görevinden ve ilâhî emrin gereği olan hareketten bir
saniye bile boş durmuyor. Hepsi kendine mahsus bir program ve düzen içinde
kendi yörüngesinde yüzüyor ve akıyor. Yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru
zaman içinde yol alıp gidiyor ve birbirine çarpmadan hareket ediyor. Fakat bu
zaman sonsuza dek değildir, belli bir süreye kadardır. Her birinin belli bir
eceli vardır ki, o ecel gelince o hareket duracaktır. Zaman gelecek ki, "güneş
(bir sis bulutu gibi) tekvir olunacak" (Tekvîr, 81/1), "Yıldızlar
bulanacak, kararıp solacak". (Tekvir, 81/2) "Gök parça parça
yarılacak" (İnşikak, 83/ 1) ve "Bir kağıt tomarı gibi dürülecek"
(Enbiya 21/104), "ay ve güneş bir araya getirilip toplanacak"
(Kıyamet 75/9). İşte gökcisimlerinden her biri böyle birer belli ecele doğru
akıp gitmektedir. Allah bunları işte böyle emrine boyun eğdirmiş ve arş üzerine
kurulmuştur. Hepsinin üzerinde mutlak hükümran olarak emri tedbir ediyor, işi
bizzat kendisi yönetiyor. Yaratmış olduğu varlıkların her biriyle ilgili
fonksiyonu ve görevi bizzat kendisi tayin ediyor ve hepsinin bir bütün olarak
ahenk ve uyum içinde hareket etmesini sağlıyor. Varlıkların meydana çıkmasına,
onların zuhura gelmesine karar verdiği gibi, onların görevleri ve ömürleri
üzerinde de kendisi hükümran oluyor, Ve âyetleri ayrıntılı olarak açıklıyor.
Sonsuz kudretine ve yüce hikmetine şahitlik eden delilleri, alâmetleri,
işaretleri, kâinatı ilk yarattığı şeklinde olduğu gibi toplu halde ve tek düze
oluşlar ve basit atomlar halinde bırakmıyor, onları çeşitli bileşikler ve
değişik maddeler halinde çok çeşitli ve farklı özelliklere sahip varlıklar ve
canlılar haline getiriyor. Tıpkı Elif-Lâm-Ra gibi tek tek harflerden mânâlı
kelimeler, onlardan da hikmetli cümleler, ibretli âyetler ve muhkem kitaplar
meydana getirdiği gibi ilk yaratılışta hece harfleri durumunda olan atomlardan,
moleküller, onlardan da çeşitli özellikte değişik maddeler ve zengin bir kâinat
yaratıyor. Allah kitabını âyet âyet indirdiği gibi, çeşitli hadiseleri, değişik
tabiat olaylarını ve sosyal gelişmeleri de bir düzen içinde aşama aşama meydana
getiriyor, onları nevilendirip çoğaltıyor ki, siz Rabbinizin huzurundaki
kavuşmaya yakîn hasıl edesiniz, şüpheden uzak olarak inanasınız. Yakînen
bilesiniz ki, bir gün olup o yıldızlar gibi, sizin de eceliniz gelecek, bu
günkü hareketiniz sona erecek, yaptıklarınızın cezasını çekmek üzere, ister
istemez Rabbinizin huzuruna varacaksınız.
Allah'ın, kendi âyetlerini tafsil edişine ve
tabiatler üzerindeki tasarrufuna bir örnek olmak üzere yeryüzünde en belli olan
şu âyetlere bakınız.
3- Ve O, yani Allah O'dur ki, yeri meddetti,
kudretiyle çekti, uzattı, ona kendine mahsus bir uzaklık verdi.
"Göklerle yer bitişik idiler de biz
onları birbirinden ayırdık" (Enbiya, 21/30) âyeti uyarınca göklerden yeri
ayırıp onu onların içinden çekip alması, özellikle ona bir en ve boy ihsan
ederek onu enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim ve yüzey verip onu
genişletmesi, bilhasa yeryüzünde yaşayanlar açısından son derece büyük bir
nimettir. İşte Allah, yeryüzünü bir ucundan bir ucu görünmeyecek şekilde
genişletti, yaydı ve döşedi. Yerin meddi, çekilip uzatılması kavramı, hem
göklerden çekilip ayrı bir özelliğe kavuşturulmasını, hem de yerin yapısındaki
esnekliği ve çekilip genişlemeye müsait olan özelliğini ifade eder. Ve bir
yüzeyin basit ve pürüssüz, yani yumurta gibi girintisiz çıkıntısız olması, onun
yuvarlak ve kürevî olmasına engel değildir. Buradaki "çekip uzattı"
ifadesinden onun dümdüz ve düzlem şeklinde bir yüzey olması gerektiği anlamı
çıkarılmayacağı da unutulmamalıdır.
Her madde değilse bile her cisim kendine mahus
bir uzamaya sahiptir ki, cisim oluşu o genleşme ile anlaşılır. Nitekim
cisimlerin ölçülmesi ilmi demek olan hendese (geometri) ilminde her cisim üç
boyut içinde ele alınır. Basit cisimler ya da tabiî (doğal) cisimler adı
verilen maddî cisimler de onun belli bir boyutu bulunması ile ancak varlık
kazanabilir. Mesela ışık dalga boyu ile benzerlerinden ayırt edilir. Ve o
maddeye o boyutu veren kim ise onu meddeden ve yaratan O'dur. Yeryüzü de
insanların boyut ve uzaklık kavramını elde etmelerinde, bunu hissedip
tanımalarında önemli rol oynayan maddî bir cisimdir ki, kendine mahsus bir
uzaması ile temayüz etmiş bulunmaktadır. İşte yer küreye bu uzama miktarını
tayin ve tahsis eden ve onu güneş sistemi içinde güneşe ve öbür gezegenlere
belli uzaklıkta bir yere yerleştiren ve bu sayede ona öbürlerinden farklı
birtakım özellikler kazandıran Allah'dır. Zira akılla ve tecrübeyle
bilinmektedir ki, yer kürenin maddesi çeşitli şekil ve uzaklığı almaya müsait
iken, ona bulunduğu bu şekli ve bu mesafeyi ihsan eden olsa olsa Allah'dır.
Genel olarak madde mutlaka bir boyut kazanmaya mecbur olsa bile içinde
bulunduğu bu şekli alması ve bu mesafeye yerleştirilmesi için buna kendi gücü,
yani, maddenin tabiatındaki özellikler yetmez.
Çünkü yok, kendini var edemez. Yeryüzünün
hiçbir sebep ve müsebbip yokken kendi kendini var etmesi ve en mükemmel bir
konumu elde etmesi mümkün olmadığı gibi, diğer gök cisimlerinin, böyle bir
madde üretip ona bu özellikleri kazandırmaya da gücü yetmez. Çünkü herhangi bir
tabiatın kendini nakzetmesi çelişki olur. Ve onun içindir ki, tevellüd bizatihi
batıldır. Gökyüzü genel dengede kendisine bağlı olan yeryüzünü tabiatiyle kendisinden
ayırıp fırlatamaz. Yeryüzünün teşekkülü için ne kadar çok ve çeşitli sebep
düşünülürse düşünülsün, yer kürenin belli bir ölçü ile öbürlerinden ayrılıp
çekilmesi, her şeyden önce tabiatın kanunu olan tekdüzenliği ve konumunu
korumayı altüst eden bir olaydır. Bu da bu değişikliği meydana getiren bir
faili muhtarın yaratıcı kudretine bağlıdır. Ayrıca âyetteki ifadenin siyakına
göre, yerkürenin durumu ayrılış konumunda zikrolunmuştur. Demek ki, yerkürenin
yaratılışı bu ayrışma aşamasında meydana gelmiştir. Yani yer kürenin ana
maddesi, ilk yaratılış olayında topluca yaratılmış olan o ilk maddeden veya
ilkel cisimlerden veyahut gök cisimlerinin yapısından ayrılıp ayrıcalık
kazandırılarak meddedilmiş (uzatılmış)tir. Bundan dolayı kâinata yepyeni ve
değişik bir cisim olarak ilave edilmiş olan yerküre, üzerinde yaşayanlara göre
bir başlangıç olmakla beraber, kendisinden önce yaratılmış olan gökcisimlerine
göre bir ayrıntı durumundadır. Fakat iş yalnızca tabiata bağlı kalsa idi, tali
derecede ve bir uzantı durumunda bulunan yerküre kendisinden önce yaratılmış
olan o öncekilerden farklılaşarak yeni bir yaratılış özelliğine sahip olarak
teşekkül edemezdi. Mesela Laplas nazariyesinde söylenildiği gibi, yerkürenin
güneşten koptuğunu düşünelim: Gerek ilk maddeye verilen çekme ve itme kuvveti
açısından, gerek güneşin merkezkaç kuvveti açısından, gerekse bütün gök
cisimlerinin karşılıklı çekme ve itme kuvvetleri açısından ele alınsın, zaman
ve mekanda belli bir ölçüde yerkürenin kendine mahsus özelliklerle teşekkülünü
gerektirmek (determine) için bunların, o an için elbirliği edip yerküreyi
meydana getirebilmeleri konusunda tabiatüstü bir kudretin özel bir emrinin
bulunması zarureti vardır. Yoksa ilk yaratılıştan beri sürüp gelen şartların
hiç değişmemesi gerekirdi. Buna tekamül, gelişme veya değişme adı vermekle
mesele çözülmüş olmaz. Zira gelişme veya değişme dahi durup dururken
kendiliğinden meydana gelmez, o değişikliği gerekli kılacak bir sebep bulunması
gerekir. Herhangi bir şeyin bir andan bir ana veya milyarlarca seneden sonra
uğradığı değişme ve gelişmeyi tabiata mal etmek, "tabiat kendi kendini
değiştirdi" demektir. Bu da tabiat farzedilen şeyin tabiat olmadığını
itiraf etmektir. Çünkü tabiat, tabiat olması bakımından ancak değişmezlik
özelliğiyle tasavvur olunabilir. Ve bundan dolayıdır ki, "tabiatın
kanunları değişmez" denilir. Oysa tabiatte değişme ve gelişme, çoğalma ve
nevilere ayrılma hep birer oldu bitti ile meydana gelir. O halde ilk yaratılış
olayında olduğu gibi, tabiatta meydana gelen değişme ve gelişmelerin her
aşamasında o değişmeyi gerektiren sebep, tabiatın kendisi değil, tabiat
üzerinde etkili olan ilâhî bir etki ve iradedir ki, tabiatleri hem icad ediyor,
hem de ayrıştırıyor. Böylece daha önce ortada olmayan tabiatler, onun sayesinde
var oluyor. Kendi halinde kalsa, ataletten ve yeknesaklıktan kopamayacak olan o
tabiatler, değişme ve gelişme kanununa bağlı olarak değişiyor ve tekamül ederek
başkalaşıyor, başka bir tabiat da olabiliyor.
Göklerde sayısız özelliklerle birbirinden
ayrılan ve direksiz olarak yörüngelerinde akıp giden o gökcisimleri
karşılığında bir kısım madde de bir özel çekim ile meddolunmuş, yerküre olarak
başka yörünge ve başka bir akım alanı kazanmış bulunuyor. Allah'ın emri ve
ayrıştırması olmasaydı, ilâhî irade böyle olmasını istememiş olsaydı,
yerkürenin maddesi atalet kanununun dışına nasıl çıkabilirdi? Güneşin merkezkaç
kuvvetinin karşıtı olan çekim kuvvetine sırf kendi gücü ile nasıl başa
çıkabilirdi. Veya çevredeki hangi kuvvet önceki mevcut dengeyi bozar da yerin
maddesini güneşten koparıp da fırlatır atardı ve böylece yeni bir dengenin
meydana gelmesini sağlardı? Ya da bilgisi ve iradesi bulunmayan hangi kimyager,
o kaynayan güneş potasından bir parça alır, diğer bir kalıba döker, soğutur da
canlılara beşik vazifesi görecek olan yer kabuğunu imal edebilirdi? Güneşte
veya diğer bir gökcisminde yerin hammaddesi bu kadardan mı ibarettir. Daha
fazla veya daha az olmayıp şimdiki özel ölçüsü kadarını ayıran ve onu
saflaştıran yetkili kim veya ne idi?
Ayrıca çeken ve iten kuvvete göre, yerküreyi
doğuya doğru dönmesi ile batıya doğru dönmesi arasında hiç fark olmaması
gerekirken, onu doğuya doğru döndüren ve böyle dönmesini tercih eden sebep veya
amil ne idi? İlh...
Yeni yeni tabiatler yaratan ve onlara başka
başka özellikler ve yönler kazandıran bütün değişmeler ve gelişmeler, hatta
baştan sona bütün varoluşlar ve olaylar hep Allah Teâlâ'nın ilim, irade, kudret
ve kuvvetini gösteren âyetler, açık seçik belgeler ve kanıtlardır. İşte
kâfirler bunların üzerine uğrarlar, bunlarla göz göze gelirler de yine de yüz
çevirir geçerler.
Tabiatın her değişikliği bir değiştiriciye
bağlı olduğu için, her olayın meydana gelişi, Allah'ın varlığına bir delil
teşkil ederse de ilâhî iradenin arş üzerine istivası söz konusu olduğunda, yani
tabiatı bir tekdüzelik ve değişmezlik şekline soktuktan sonra, benzer şart ve
sebeplerde benzer olayların meydana gelmesi, sonradan olanın, öncekinin
tabiatını ve izlerini taşıması şeklinde tabiat olayları, sebep sonuç
ilkişkisine bağlı ve zincirleme oluşlar olarak akıp gitmektedir. Bu akış,
içinde kesintisiz gizli sebepler bulunduğu ihtimalini düşündürür. Fakat tekdüze
ve alışılmış olmayan harikulade olayların tabiate nisbet edilmesi söz konusu
olmadığından ender görülen olağanüstü bir olayın doğrudan doğruya bir ilâhî
âyet, bir mucize olduğu açıkça belli olur. Bundan dolayıdır ki, insanların çoğu
Allah'ı ancak böyle olağanüstü olaylar karşısında hatırlar. Bu hikmete dayalı
olarak burada da avam veya havas herkesin, normal, alışılmış ve tekdüzelik
anlamı ifade eden tabiat kanununa aykırı olduğunda açıktan açığa görüp
anlıyabileceği benzersiz bir yaratılış olayı misal gösterilmiştir ki, bu da
yerkürenin meddidir. Zira yerküreyi yayıp döşeyen sanat gerçekten başlı başına
ve benzersiz bir sanat olayıdır. Ve işte Allah bunu yapandır. O Allah ki, yeri
yaydı, döşedi. Ayrıca Ve onda sabit ve ağır dağlar ve ırmaklar da yaptı. Yani
yeryüzüne değişik özellikler kazandırdı. Onda farklı yeryüzü şekilleri yarattı.
Dağlar ve nehirler birbirine zıt özellikte iki tabiat olayıdır. Böylece
yerkürenin yüzeyi, denizlerde olduğu gibi, ilk yaratılış şeklindeki sadeliğini
korumadı: Dağlar ve dereler, vadiler ve ovalar, irili ufaklı tepeleriyle inişli
yokuşlu, girintili çıkıntılı, kıraç, münbit, katı ve yumuşak yapısıyla değişik
şekiller kazandı. Halbuki yerküre ilk yaratılış şekliyle kendi haline bırakılsa
idi, ilk meddindeki gibi, tekdüzelik yapısını koruyacak idi ve öyle olması
gerekirdi. Nitekim bütün gökcisimleri milyarca senedir o ilk şekillerini
korumaktadırlar. Bunlar arasında yerküre hayat olayına elverişli olan biricik
ve müstesna yerini korumaktadır. Nehirler ve dağlar işte bu iki zıt karakter
bir tek tabiatten nasıl doğabilirdi? Doğdu, çünkü Allah bunları ayırdı
meyvelerin hepsinden onda (yeryüzünde) iki çift eş de yaptı.
Zevceyn: Yani iki zevc, erkek ve dişi gibi iki
ayrı cinsten meydana gelmiş çift demektir. Bunun bir de ayrıca
"isneyn" diye "iki" sayısıyla sıfatlanması tekid veya
ikişer ikişer anlamına tevzi için olduğu söyleniyorsa da bunun bir bölünme
olması daha açıktır. Şöyle ki:
Her meyvenin çiçeğinde hayvanların erkek ve
dişisi durumunda bir çift eş vardır ki, o meyve işte bunların çiftleşmesinden
ve döllenmesinden meydana gelir. Nitekim "Bir de ilkah edici rüzgarlar
gönderdik" (Hicr, 15/22) buyurulmuştur. Sonra bu zevceyn de ayrıca iki
kısımdır: Bir kısmı erkeği başka kaynakta, dişisi başka kaynakta olmak üzere
ayrı ayrı iki ağaçta bulunur. Mesela incirin erkeği başka ağaçta, dişisi başka
ağaçta olur. Bir kısmı da hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek
erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi içinde
yapar, çoğunlukla çiçekler böyledir. İşte zevceyn tabiri ile her meyvede
çiftleşen genel olarak erkekli dişili çiçekler kastedilmiş, isneyn tabiri ile
de bunların iki çeşit olduğu ifade buyurulmuştur. Hurma ve incir gibi bazı
meyvelerin erkeği, dişisi bulunduğu ve meyve hasıl olması için bunların
telkihi, yani döllenmesi gerektiği ötedenberi bilinen bir olay, olduğu halde
öteki çiçeklerin de erkekli ve dişili olarak bu döllenmeyi kendi bünyesi içinde
yaptığı gerçeği yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Son zamanlarda
mikroskopların icadı ile bitkilerin fizyolojisi tetkik edildikten sonra ortaya
çıkan ve anlaşılan bir meseledir. Onun için eski devirlerdeki tefsir
âlimlerinin bu âyetle ilgili olarak ortaya koydukları görüş ve açıklamalar ibham
(müphemlik)dan uzak değildir: Bunu iki sınıf veya iki zıt anlama irca ederek
has ve âmm gibi tefsire çalışmışlar; incir ve hurma gibi, öteki bütün
meyvelerde de baba ve ana durumunda bir erkek ve dişi bulunduğunu genellikle
hesaba katamamışlar. Bununla beraber Keşşaf ve Fahruddin Razi'nin ifadelerinde
bu anlama yakın bir incelik vardır. Özellikle Razi, bunu insanın yaratılış
olayındaki Âdem ile Havva'nın durumuna benzeterek bütün ağaçlara ve bitkilere
şamil olacak şekilde genelleştirmiştir ki, bu doğrudan doğruya âyetin kendi
anlamından çıkarılan bir sonuçtur. Şu halde biz bugünkü nebatat (botanik)
ilminin şahitliği ile anlıyoruz ki, bu âyetin bu cümlesinde başlıbaşına bir
ilmî mucize vardır. Bu gerçeğin bin bu kadar sene önce Kur'ân'da haber verilmiş
olması, Kur'ân'ın Allah kitabı, bunu getirenin de hak peygamber olduğuna
doğrudan ve apaçık bir delil teşkil eder. "İşte bunlar sana kitabın
âyetleridir ve sana Rabbinden indirilen haktır..." (Ra'd 13/1). Şimdi
düşünmeli ki, yeryüzünde ne kadar farklı ve çeşitli meyveler vardır. Hepsi aynı
gökkubbe altında ve aynı yerde oldukları halde her türü başka bir yaratılışta
olan ve birbirine zıt birtakım özellikleri bulunan bu meyvelerin tamamının
ortaya koymuş olduğu bu farklılık ve çeşitlilik, elbette yalnızca toprağın
tabiatına bağlanamaz. Bununla beraber bu meyvelerden her biri kendi türüne ve
kendi tohumunun tabiatına bağlanamayacaktır. Zira her meyve, her şeyden önce
iki ayrı yaratılışta olan erkekli ve dişili bir döllenmeye muhtaçtır. Bu
birleşme meydana geldikten ve ilkah (döllenme) sağlandıktan sonraki aşamalar
tekdüze bir tabiat kanunu gibi ele alınsa bile yine de görülecektir ki, her
meyvenin ilk iki eşi ile toprağın tabiatı arasında hiçbir ilişki yoktur.
Yerkürenin diğer gökcisimleri arasından çekilip alınması (meddolunması)
zamanındaki durumu şöyle dursun, dağlar ve nehirler yaratıldıktan sonra bile
toprağın katı tabiatı, bu çeşitli meyvelerin özel hayatlarından ne kadar
uzaktır. Yerin maddesi ilk aldığı tabiatından kendi kendine veya herhangi bir
tabiatın icabı olarak bu kadar çeşitli değişimleri göstererek, bu varyeteleri
yapacak, bu meyveleri verecek derecede ayrışımlar gösterebilir mi? Şu haliyle
bütün meyvelere bu değişik tatları toprak veriyor demek çelişki olmaz mı?
Doğrusu tabiat açısından düşünüldüğü zaman, Pastör'ün de dediği gibi, her
canlının ancak kendi tohumundan üremiş olması gerekir. Yeryüzünde ilk erkekli
dişili hücre tohumunun meydana gelmesi ve bunların çeşitli özellikler ve
farklılaşmalar kazanması meselesi ise tabiatüstü bir sanat harikasıdır.
Tabiatın ıstıfa (seleksiyon) ve tekamülü, bir gerçek ise de bir tabiat eseri
değildir. Ancak ve ancak fâil-i muhtar olan bir yüce yaratıcının irade ve
sanatının eseridir. Herhangi bir şeyde tabiî, yani kendi kendine bir ıstıfa
veya tekamül bulunduğunu farzetmek, yok olanın var olana illet ve sebep
olduğunu farzetmektir ki, katıksız bir çelişkidir. İşte Allah, o hikmetli
yaratıcıdır ki, yeri meddetmiş ve onun üzerinde dağları, nehirleri ve bütün
meyvelerin temeli olan çiftleri, tabiat üstü bir yaratışla ikişer ikişer
yaratmış, böylece kudretine delil olacak âyetleri ayrıntılarıyla ortaya koymuş
ve koymaktadır. Öyle ki, şimdi bile hiçbir şeyi kendi tabiatına bırakmıyor.
Geceyi gündüze bürüyüp duruyor. (Araf, Sûresi, 7/54 âyetine bakınız). Hiç şüphe
yok ki düşünecek olan bir kavim için bunda, (bu meddetme, döllenme ve bürüme
olaylarının her birinde) birçok âyetler vardır. Düşünen kişi ve toplumlar
bunlarda Allah Teâlâ'nın eşsiz kudretine ve tabiat üzerindeki hakimiyetine ve
binaenaleyh mebde ve meâda dair çok, pek çok deliller bulabilirler. Lâkin
insanların çoğu bu gibi konular üzerinde düşünmezler, böyle şeylere kafa
yormazlar. Bununla beraber o kadar uzağa gitmeye ve ince düşünmeye de lüzum
yoktur.
4- Yeryüzünde birbirine komşu olan kıtalar da
vardır, birbirine yakın veya bitişik oldukları halde durumları ve özellikleri
birbirine benzemez. İklimleri ve yeryüzü şekilleri ne kadar farklı farklıdır.
Şurası çorak, burası münbit ve verimli; şurası düz, orası engebeli ilh...
Tabiat kendi üzerinde hükümran olsa bütün bunlar olabilir mi? Ve türlü türlü
üzüm bahçeleri ve ekinler ve hurmalıklar vardır ki, çatallı ve çatalsız
bunların hepsi bir tek sudan sulanır. Yani tabiat şartları ve sebepleri
hepsinde eşittir. Böyle iken Biz onların yemişlerinde bazısını diğerine üstün
kılarız. Üzüm üzüme, hurma hurmaya benzemez. Bir ağaçta, aynı dalda yanyana
biten iki yemişin biri öbüründen daha lezzetli olur. Demek ki, tabiat ilâhî
kudretin etkisi ile şimdi de değişip durmaktadır. Ve bu herkesin yakından görüp
anlayabileceği bir delildir.
Hiç şüphesiz bunda, yani yaratılışın tek
kaynaktan doğmuş ve tek tabiat maddesi olmuş olmakla birlikte, bugünkü
ayrıntılı hale gelmiş ve çeşitlilik kazanmış olmasında aklı olan bir kavim için
elbette birçok âyetler vardır. Aklı olan ve aklını iyi kullanan, aklın
gereklerini yerine getiren kişiler veya toplumlar herhalde aslı tek tip,
tekdüze olan bu tabiat üzerinde bu kadar yenilikleri ve değişiklikleri yapıp
duran yaratıcı kudretin ilk baştan olduğu gibi, yeni baştan yaratmaya da kadir
olduğunu anlar ve Allah huzurunda toplanmanın bir gerçek olduğuna yakîn hasıl
ederler. (En'âm Sûresi'nde "Şüphesiz ki Allah, taneleri ve çekirdekleri
yarandır." âyet 95 ve devamı olan âyetlere bakınız). İşte bunları
anlamayanların ya akılları yoktur, ya da akıllarını kullanmayıp kendi heva ve
hevesleri peşinde koşarlar.
5- Ve ey okuyucu, ey muhatap, şayet sen
teaccüp edersen, bir şeye şaşıp kalacak olursan işte asıl şaşılacak şey, asıl
acaip bulunacak şey onların, (yani o inkârcıların) şu sözleridir: Biz çürüyüp
toprak haline geldiğimiz vakitte mi gerçekten yeni bir yaratılış içinde
bulunacağız? Yani bunca âyetler karşısında onların işte böyle diyerek ahireti
inkâr etmeleri, asıl şaşılacak şeydir. Yeniden yaratılış şaşılacak acaip bir
şey değildir, asıl şaşılacak olan şey, onu inkâr etmektir. Âlemdeki bu kadar
değişme ve yenilenmeyi ve bu değişikliklerdeki akışı görüp dururken Allah'ın
kudretinden yeni bir yaratmayı, diriltmeyi ve meâdı akıl dışıymış, olamazmış,
gibi görmek cidden çok tuhaf bir düşünce tarzıdır. İşte bunun kadar tuhaf ve
anlamsız bir şey yoktur. İşte bunlar öyle kimselerdir ki, Rablerini inkâr etmiş
ve kâfir olmuş kimselerdir. Yani ahireti inkâr etmek Allah'a küfretmektir.
Çünkü Allah'ın kudretini, ilmini, rablığını ve vahyinin doğruluğunu inkâr etmenin
sonucudur. Bunlar bu dünyada kendilerine hayat ve irade veren Allah Teâlâ'yı ne
yaptığını bilmeyen veya yaptığını zorunlu olarak yapan bir tabiatten ibaret
sanarak, O'nun rablığına karşı inkârda bulunup nankörlük yaptıkları için öyle
derler ve onlar, o kâfirler öyle bedbaht kimselerdir ki, tomruklar
boyunlarındadır. İsyankarlık ve günah tomrukları şimdiden boyunlarına geçmiş
sürüklenip durmaktadırlar. Veya kıyamet gününde öyle boyunlarında tomruklar
olarak sürükleneceklerdir. Ve yine onlar, o gidişte, o durumda olanlar ateş
sahibidirler, cehennem ateşine layık ve ondan ayrılmayacak sürekli olarak
ateşle arkadaş olacak olan kimselerdirler hep onda, (o cehennem ateşinde) ebedî
olarak kalacaklardır.
6- Bir de sana iyilikten önce kötülüğü
isti'cal ederler, kötülüğü öne alırlar. İyiliği, güzelliği bir yana bırakırlar
da kötülüğe ve azaba ivedilik isterler. Yani, ey hak peygamber! Sen müjdeci ve
uyarıcı olduğundan dolayı, birçok güzel şeyler müjdeler ve fenalıklardan
sakındırmaya çalışırsın, fenalıkların sonucu hakkında uyarırsın. Onlarsa iman
ile amel, afiyet, hidayet, nusret, sevap, rahmet ve ihsan gibi güzel şeyleri
bırakırlar da kendileri hakkında kötü olan şeyleri isterler. Ve "bizi
korkutmak istediğin o azabı ne diye erteliyorsun? Onun hemen şimdi başımıza
indirsene..." diye iverler. Ki, bu onların boyunlarına geçmiş olan
tomruklardan birisidir. Halbuki onlardan önce birçok misaller geçmiştir. Geçmiş
zamanda, eski ümmetlerde böylelerine ne çetin azaplar inmiştir. Onları düşünüp
ibret almazlar da kötülükte acele ederler. Rabbin ise şüphesiz insanlar için
büyük mağfiret sahibidir onlar zulüm üzerine iken. Yani, onlar zulüm ile
kendilerine yazık ederlerken Allah onları hemen hesaba çekmez de günahlarını
örtbas eder, tevbe etmeleri, kendilerini çekip çevirmeleri için onlara imkan ve
zaman tanır. O her zaman rahmetini gazabına üstün tutar: "Eğer Allah
insanları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekecek olsaydı, yeryüzünde
debelenen bir tek canlı bırakmazdı" (Fatır 35/45).
Bununla beraber yine de şüphe yok ki, Rabbin,
cezası çok çetin olandır.
7- Üstelik o küfredenler derler ki: onun
üzerine Rabbinden bir âyet indirilse idi ya! Yani, ey Muhammed!
Sana indirilen bunca âyetlere, mucizelere
inanmazlar, onları inkâr ederler de, tomruk gibi boyunlarına geçmiş olan o küfür
yüzünden şimdiye kadar sana gönderilmiş olan âyetleri senin hak peygamberliğine
delil saymazlar da "bir âyet indirilse idi" diye dillerini tutacak
bir cebir mucizesi ister dururlar. Bunlara karşı sen ancak bir uyarıcısın, yani
olsa olsa bunları bu tutumlarının yanlışlığı konusunda uyarır, inzar edersin.
Çünkü bunların müjde ile hiçbir ilişkileri yoktur. Bu durumda sen onlara müjde
verecek veya bu halkı zorla hidayete erdirecek, yola getirecek değilsin. Bunlar
hakkında görevin sadece uyarıda bulunmaktan ibarettir. Her kavim için bir
hidayetçi vardır.
8- Allah ki, hidayeti yaratan O'dur, o Allah,
bilir her dişinin neye gebe olduğunu. Gerek insandan, gerek öbür canlılardan,
yani hayvanlardan ve bitkilerden herhangi bir dişinin hangi şeye gebe olduğunu,
hangi tohumdan döllenip gebe kaldığını, helaldan mı yoksa haramdan mı olduğunu,
erkek midir, dişi midir, yaşıyacak mı, yaşamıyacak mı, said mi, şakî mi ilh...
Mümin mi, kâfir mi olacaktır hepsini bilir. Ve rahimler neler eksiltir, neler
üretir ve artırır onu da bilir. Rahimler gebe kalınca nasıl çalışır, hangi
maddeleri üretir, hangi toksinleri atar, hangilerini salgılayıp ceninin
gelişmesine katkı yapar, kendi bünyesinden gizliden verdiği, eksilttiği nedir,
arttırdığı, kazandığı nedir, beslediği, büyüttüğü nedir? Hamileliğinde neyi
sakatlar, neyi tamamlar? Ayrıca bütün bu çalışmaların sonucunda doğacak olan
erken mi, geç mi, yoksa tam zamanında mı doğacaktır? Bir tane mi, yoksa ikiz
veya daha fazla mı olacaktır?
İşte Allah, bütün canlı türlerinde bu bilinmez
sanılan şeylerin hepsini bütün ayrıntılarıyla bilir. Normalden farklı olan
erken doğumlar veya sakat doğanlar bile körükörüne ve kendiliğinden olmuş
şeyler değildir, sırlar âleminde Allah'ın ilmi ve iradesi sayesinde meydana
gelen olaylardır. İşte bütün bunlar tabiatçı ve maddeci felsefe aleyhine birer
ilâhî irade delilidir. Bilimsel yönü olduğu da kesindir. Hayatın ilimle
bilinecek bir dış yüzü, olayların maddî sebeplere ve şartlara bağlı olarak
meydana geliş şekli vardır ki, işin bu kadarı ilimle bilinebilir. Ancak ilâhî
bilgi böyle gözleme dayalı bir bilgi değildir: O hayatı yönlendiren ve
bildiğini bildiği ve dilediği gibi yapan, yaratan bir kudret sahibinin
bilgisidir. O bütün incelikleri, bütün tedbirleri ve sonuçları içeren bir
bilgidir. O, bilir ve dilediğini yapabilir. Bir rahmin döktüğü kan, yaptığı
salgı, yetiştirdiği yumurta, elde ettiği döllenme (telkıh), beslediği yavru,
eksik veya fazla sahip olduğu bütün faydalar veya özellikler, hayat için
gerekli olan her şey bir bilgi ve hesap iledir. Ayrıca sadece bunlar değil, her
şey Allah'ın katında bir miktar iledir. Bir ölçü iledir. Başından sonuna kadar
belli sınırlar içinde bir takdir iledir. Her şey kendi özünde ve haddi zatında
ölçülmüş, biçilmiştir. Her şeyin haddi ve hududu vardır, varlıklar ve canlılar
arasında kendine mahsus bir yeri vardır. Yaratılış kademelerinde aşamıyacağı
belli bir sınırı, bir ömrü ve kendine mahsus bir durumu bulunmaktadır. Ve
zincirleme olarak bütün sebepler silsilesi bütünüyle Allah'a dayanır: O'nun
ilmi ile çerçevelenmiş olmayan hiçbir şey yoktur. Her şeyin kendi özünde
herhangi bir varlık mertebesinde meydana gelişi veya meydana gelmeye
kabiliyetli oluşu, Allah Teâlâ'ya göre hazır bir ilimdir, olacağı da olmuş gibi
bilir, O'nun bilgisi dışında zaten bir şey olamaz.
9- O gizliyi, gaybı da bilir, açık ve aleni
olan şeyleri de bilir. Allah, duyularla algılanamayan şeyleri de bilir, hazır
olanı da bilir. Veyahut yok alanı da bilir, mevcut olanı da bilir. Şu halde
peygamberden başka türlü bir âyet, değişik bir mucize isteyenlerin, bunu
hidayet için mi, inat için mi istediklerini de bilir. Kebirdir, yani her şey
kendisinden daha küçük olan ve hiçbir şekilde, hiçbir çerçeveye sığdırılamayan
tek ve biricik büyüktür. Mütealdir. Yani, her şeyden üstün, miktar ve
sınırlılık gibi yaratılmışlara mahsus olan sıfat ve özelliklerden münezzeh,
eşsiz ve yücedir. Yüceler yücesidir. Bundan dolayı hidayet O'na aittir. O'nun
ilim ve kudreti dışında kalacak ve huzuruna çıkıp hesap vermeyecek hiç bir şey
yoktur.
10-O'nun açısından eşittir aranızdan sözünü
gizleyen, inkârı gönlünden geçiren açıklayan, onu başkasına söyleyen, geceleyin
saklanan ve gündüzleyin açıkta gezip dolaşan arasında fark yoktur. Yani hepsini
eşit olarak ve aynı seviyede işitir, görür ve bilir.
11-12- Her biri için önünden ve arkasından
birtakım muakkipler, takip edici, izleyici kuvvetler vardır ki, onu
hıfzederler, her birinin sözünü ve işini kaydederler veya sürekli olarak
izleyip korurlar, muhafaza ederler. Ki, onlar Allah'ın emrindendirler. Yani bu
takip edici güçler veya bu koruyucu kuvvetler "De ki, ruh Rabbimin
emrindendir" (İsra, 17/85) âyeti gereğince Allah'ın emrinden ibaret olan
birtakım ruhlar veya meleklerdir. Bundan dolayı her birinizin bütün
söyledikleri ve yaptıkları, Allah Teâlâ'nın kontrolü, gözetimi, gözlemi ve
izlemesi altındadır. Bütün oluşları ve olayları ile hayat her bakımdan O'nun
yönetimindedir. O halde hepsi bilinen, her yönüyle kontrol edilen ve inceden
inceye izlenen bir şeyin gizlisi, açığı olur mu? Sizce gizli veya açık diye
adlandırılan bütün sözleriniz ve bütün davranışlarınız karşılıksız kalır mı?
Muhakkak ki, Allah, herhangi bir kavimdeki hali değiştirmez, onlara bahşettiği
nimet ve ikbali ya da iyi, kötü herhangi bir hali ve hasleti değiştirmez ta
onlar kendi özbenliklerindekini değiştirinceye kadar. Yani, kavimler bir süre
için iradelerinde serbesttirler ve sorumlulukları iradelerine göredir. Şimdiye
kadar hep böyle olagelmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır. (Enfal
Sûresi'nde "Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerindekini
değiştirmedikçe değiştirmeyeceğinden böyledir" meâlindeki (âyetin
tefsirine bkz: 8/53). Bununla beraber Allah bir kavme bir fenalık murad ettiği
vakit artık onu geri çevirecek hiçbir kuvvet yoktur, onun önlenmesine imkan
yoktur. İsteseler de istemeseler de Allah'ın murad ettiği o kötülük, geçici ise
geçici olarak, ebedî ise ebedî olarak mutlaka meydana gelir ve hiçbir şekilde
önlenemez. Ve onların Allah'dan başka bir velileri de yoktur. Ki, ona bir çare
bulsun.
Meâl-i Şerifi
12. Size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren
ve o yağmur yüklü bulutları meydana getiren O'dur.
13. Gök gürültüsü O'na hamd ile, melekler de
O'nun korkusundan dolayı O'nu tesbih ederler. O yıldırımlar gönderir, onunla
dilediğini çarpar. Onlar Allah hakkında mücadele edip duruyorlar. Oysa Allah'ın
çarpması pek çetindir.
14. Gerçek dua O'nadır. O'nun dışında yalvarıp
durdukları ise onlara hiçbir şeyle cevap veremezler. Onlar olsa olsa ağzına su
gelsin diye iki avucunu açana benzer ki, o, ona gelmez. Kâfirlerin duası hep
bir sapıklık içindedir.
15. Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister
istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde ederler.
O (Allah), odur ki, size şimseği gösterir
korku ve tama' içinde, şimşeği çaktırır ve onu size gösterir. Siz de onu
görünce hem korkarsınız, hem de ümide kapılırsınız. Yani yıldırım düşmesinden
korkarsınız, hem de o karanlıkları yaran yaldırayışından neşelenir, arkasından
rahmet beklersiniz, ekinlerinizden bereket ümit edersiniz. Kur'ân ve özellikle
bu sûre de işte böyledir. Ve O (Allah) ağır bulutlar inşa eder. Yani hafif
hafif buhar zerreciklerinden havaya uzanıp çekilmiş, yağmurla dolu olan ağır
bulutlar meydana getirir. Ki, geleceğin iman feyzi ile gönülleri dopdolu olan
mümin toplumlarını da Allah böyle inşa edecektir.
13- Ve ra'd, O'nu hamd ile tesbih eder. Gök
gürlemesi de O'nun yüceliğini dile getirir ve O'na hamd eder. (Ra'd ile Berk
anlamı için Bakara Sûresi âyet 19'a bakınız). Şimşek ile birlikte olan ve daha
sonra işitilen o gök gürlemesi, o yürekleri yerinden oynatacak gibi tepede
patlayıp, yerleri ve gökleri sarsarcasına ufuktan ufuğa yayılan o çatlayış ve
gürleyiş, Allah Teâlâ'nın nimet ve rahmetini, azemet ve kibriyasını ilan ederek
O'nun uluhiyetinin şanını tesbih ve tenzih eden bir sestir ki, tesbihinin
altında yatan mânâyı bütün âleme haykırır. Ya da işitenlere bu mânâyı
hatırlatıp telkin eder .
Melekler de O'nun heybetinden, yani Allah'dan
korktuklarından dolayı böyle tesbih ederler. O'nun için gök gürlemesinin
ardarda yankılanan sesi duyulur. Ve Allah şimşekler gönderir de her kimi
dilerse onunla onu vurur, o kimseye isabet ettirir, çarptırır, yakar. Böyle
olduğu halde, onlar (yani, o kâfirler) hadlerini bilmezler de Allah'la mücadele
ederler. Oysa Allah'ın havli ve kuvveti (ya da her türlü hileye karşı tedbiri
ve takdiri) pek şiddetlidir, çok çetindir.
Burada Erbed b. Rabîa ile Amir b. Tufeyl
olayına işaret olunduğu naklediliyor. Şöyle ki, meşhur şair Lebîd b. Rabîa'nın
kardeşi olan Erbed b. Rabîa ile Amir b. Tufeyl, ikisi birlikte Hz. Peygamber'e
gaile çıkarmak için gelmişler, mescide girmişlerdi. Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz de ashaptan bazı kişilerle birlikte orada oturuyordu. Amir çok
yakışıklı idi, güzelliği ve şıklığı oradakilerin dikkatini çekti, ona
bakıyorlardı. Amir arkadaşı Erbed'e daha önce şöyle tenbih etmişti: "Ben
Muhammed'le konuşmaya başlayınca, yavaşça arkasına geç ve boynunu kılıçla
vur" demişti. Hz. Peygamber Amir ile konuşmaya başlamış, Erbed de arkasına
dolaşıp geçmişti, kılıcını bir karış kadar çekmiş, fakat Allah Teâlâ izin
vermediğinden tamamiyle sıyıramamıştı. Amir, ne duruyorsun, haydi dercesine
gözüyle kaşıyla işaret etmeye başladı. Peygamber Efendimiz de bu durumu gördü
ve hemen "Ey Allah'ım, bu ikisine dilediğini yaparak bana yardım
eyle!" diye dua etti.
Defolup gittiler. Allah Teâlâ, açık bir yaz
günü Erbed'in tepesine bir yıldırım indirdi ve onu yaktı. Amir de kaçarak
gitti, Beni Selul'den bir kadının evine indi. Sabah olunca, büsbütün rengi
atmış ve benzi solmuştu. Sonra atına bindi, silahını çekti, çölde bir yandan
sağa sola at koşturuyor; bir yandan da "Çık karşıma ey ölüm meleği, haydi
çık!" diyerek şiir sayıklıyordu ve "Yemin ederim ki, şu sahrada
Muhammed ve onun koruyucusu olan ölüm meleği karşıma çıksa ikisini de
mızrağımla deler geçerim." diyordu. Derken Allah Teâlâ ona bir melek
gönderdi, melek onu bir kanadıyla çarptı, yere yuvarladı; o vakit dizinde büyük
bir gudde, yani hıyarcık çıkmıştı, açıkçası vebaya yakalanmıştı. Bunun üzerine
o kadının evine geri döndü. "Deve guddesi gibi gudde ve Beni Selul'den
zavallı bir kadının evinde ölüm! Hayır olmaz bu işte!" diyordu. Sonra yine
atını istedi, bindi ve sürdü bir daha geri dönmedi, at sırtında öld
14- Hak daveti ancak O'nundur. Bu ifadede
birkaç mânâ vardır ki, hepsi de sahihtir:
1. Hakk'a davet, insanları hak tanrıya, hak
dine davet ancak O'na olan davettir. Allah'dan başkası namına yapılan davetler,
propagandalar hep batıldır.
2. Hak davet, yani hak dua, hak yalvarış veya
gerçek dua, yani tam yerine yapılmış olan, kabul edilip karşılık görecek olan
dua ve yakarış, ancak Allah'a yapılan dua ve ibadettir.
3. Hakk yola davet, her şeyden önce ve bizzat
hakkı tanıtıp ona hidayet edecek olan O'dur. Yani "De ki: Allah, hakka
hidayet eder, ancak O, doğru yola iletir" (Yunus 10/35 âyetine bkz).
Allah'ın bildirmesine ve irşadına dayanmayan davet, hakka yapılmış davet olmaz.
Ve onların, yani, o kâfirlerin Allah'da başka
davet ettikleri veya dua edip durdukları, yani namlarına propaganda yaptıkları
kimseler, adak yapıp ihtiyaç arzettikleri putlar, uğur saydıkları, adak
adadıkları, yardım diledikleri ve imdada çağırdıkları kişiler onlara hiçbir
şeyle icabet edemez, karşılık veremezler, hiçbir dilediklerini yerine
getiremezler. Ancak ağzına erişsin diye iki elini, iki avucunu birden suya
doğru uzatan susuz gibi, boşuna avuç açmış olurlar. Ki uzaktan avuç açmakla su
gelip de insanın ağzına girmez. Bunun gibi kâfirlerin duası dalaletten başka
birşey değildir. Tamamiyle sapıklıktan ve batılla oyalanıp durmaktan ibarettir.
Genellikle taştan, ağaçtan yapılmış olan putların hiçbirinin duaya cevap
veremiyecekleri zaten aşikardır. Fakat âyette kullanılan edatı, daha çok akıllı
varlıklar için söz konusu olmakla bu âyetteki mânâyı yalnızca putlara ait
kılmak ve öyle tefsir etmek ifadenin dış görünüşüne aykırı düştüğü gibi, siyaka
da uygun düşmemektedir. Şu halde burada yalnızca şuursuz putların değil,
Allah'ın dışında tanrılaştırılan birtakım liderler veya şahısların da o cansız
putlar gibi, hiçbir duaya icabet edemiyecekleri, Allah'ın iradesi olmadan
hiçbir isteği yerine getiremiyecekleri söz konusu ediliyor demektir. Gizli olan
dua ve münacatlarda bu açıkça belli ise de açıktan olan dua ve feryatlar
hakkında "Onlar hiçbir şekilde onların dilediklerini yerine
getiremezler" buyurulması ilk bakışta tuhaf görünür. Çünkü insanların
açıktan yapılan yardım isteklerinin çevreden karşılandığı ve kısmen de olsa
dileklerinin yerine geldiği herkesçe bilinir. Şu halde gizli ve kalbten yapılan
dua anlamına alınacak olursa buna itiraz etmeye gerek kalmaz. Ancak âyetteki
ifadede böyle bir gizliliğe ipucu bulunmadığı gibi, âyetin Allah'ın birliğine
olan ilişkisi ve siyakı da böyle bir gizliliğe ters düşmektedir. Doğrusu burada
pek büyük ve gayet derin bir hakikat beyan olunmuştur: Ve hakikatte Allah'dan
ilişkiyi keserek hiç kimsenin duayı kabul etmesine imkan olmadığı anlatılmıştır
ki bunu burada biraz açıklamak gerekecektir:
Bilinmektedir ki, birbirinden farklı yönlerle
belirgin olan varlıklardan her biri diğerinden tamamiyle ayrıdır. Ayrı olduğu
içindir ki, her biri başka bir şeydir. Şu taş başka, bu taş başka bir
varlıktır. Ve hiçbirinin öz benliği diğerinde hazır değildir. Bundan dolayıdır
ki, biz bunları biribirinden seçer, ayrı ayrı tanırız ve birbirine
karıştırmayız. Biz birbirimizin öz benliğine malik de olamayız, iç dünyasına
giremeyiz. Birbirinden ayrı ve bizzat her biri başlı başına birer varlık olan şeylerin,
birbirine velev bir açıdan olsun kendiliklerinden bağlı ve bitişik olduklarını
farzetmek ise çelişkidir. Yine bundan dolayıdır ki, iki cevherin birinden
diğerine tesiri geçebilecek, bilgi alışverişi yapabilecek şekilde ilişki
kurabilmeleri, "Cominications des substances" meselesi filozofları
hayrette bırakan çetin bir felsefî mesele olmuştur.
Bir madde kendinden ayrı olan bir maddeye
nasıl etki yapabiliyor? Ruh cisme, cisim ruha etkisini nasıl geçirebiliyor? Bu
öyle bir olaydır ki, ancak tevhide sığınmakla çözülebilir. Eğer âlemde
birbirinden farklı özellikteki varlıkların hepsinin üzerinde hakim olan o yüce
birden, o büyük kudretten sarfı nazar edilecek olursa bütün varlıklar, ikisi
bir yere gelmek ihtimali olmayan darmadağınık, ayrı ayrı parçalardan ibaret
kalır. Aralarında birbirleriyle ilişkide bulunabilmek için hiçbir sebep kalmaz.
Şimşekler çakmaz, bulutlar olunmaz, yağmurlar yağmaz, yıldırımlar düşmezdi.
Ahmed'in feryadını Mehmed'in duyması ve vicdanında iz bırakması şöyle dursun,
sesi bile çıkmazdı, hatta kendisi bile meydana gelmezdi. Şimdi bütün bunlar
olabiliyorsa, hiç şüphesiz Rabbülaleminin emriyle ve tedbiriyle oluyor. Bundan
dolayı duanın hakkı da ancak O'nundur. İmdi her hangi bir ihtiyacı için dua
edecek ve yardım isteyecek olan şahıs, Allah'dan başka her neye ve her kime
müracaat etse o, kendisinden uzak ve ayrıdır. Kendindeki bir duyguyu başkasına
aktarabilmesine imkan yoktur. Susuz biri elini uzaktan suya açmakla suya
kavuşmuş olamayacağı gibi, bir insanın karşısında bütün varlıklar da aynı
durumdadır: Allah'ın izni olmayınca insan hava içinde nefes bile alamaz.
Nitekim ecel gelince nefes alamaz olacaktır. O durumda dünyanın bütün tabipleri
toplansa ölüye bir nefes aldıramaz. Bir insanın feryadını diğer insanların veya
meleklerin işitebilmesi, bütün görme ve işitmelere hükümran olan Allah
Teâlâ'nın emri ve izniyle olduğu gibi, mümkün olan karşılığı verebilmeleri ve
ona yardım edebilmeleri de yine Allah'ın izniyledir.
Yoksa Allah müsaade etmedikçe duyan kulaklar
duymaz, gören gözler görmez, isteyen gönüller istemez oluverir. İşte Allah'dan
başkaları, özbenliklerinde birbirlerinden uzak oldukları, hiç yoktan bizzat
yaratmaktan da aciz oldukları için, bir muhtacın duasına kendiliklerinden
hiçbir şekilde icabet edemezler. Fakat gizliyi ve açığı bilen yüce kudret
sahibi olan Allah Teâlâ, her varlığa kendi özünden bile daha yakındır. (Bakara
Sûresi'nde "Muhakkak ki ben yakınım, dua edenin duasını kabul ederim"
186. âyete bkz.). Bundan dolayı en gizli duaları da feryad ve çığlıklar gibi
işitir, ona cevap verir, ona vereceği şey mevcut değilse yaratır. Çünkü her
şeyi yoktan var eden, ilk baştan ve yeni baştan yaratan O'dur. Birbirinden ayrı
olan şeyleri kudretiyle ve melekutiyle birbirine ulaştırır, birleştirir ve
bütünleştirir. Dilerse suyu onun ağzına götürür, dilerse susuzluğu unutturur.
Bütün varlıklar arasındaki irtibat ve ilişki, hep O'nun yaratması ve emri
iledir. Nitekim bu mânâ şöyle açıklanıp ayrıntılı olarak anlatılıyor:
15- Oysa yalnızca Allah'adır ki, secde eder,
teslimiyet içinde boyun eğer bütün göklerdeki kimseler, (yani melekler veya üst
makamlarda bulunan akıl sahibi ruhlar ve yüce kuvvetler) ve yerdeki kimseler,
yani genellikle insanlar ve cinler (sekaleyn) veya aşağıda bulunan süflî
varlıklar gerek tav'an, gerek kerhen, yani ister istemez ve bunların sabah
akşam yere düşen gölgeleri secde ederler. Sadece kendileri değil, gölgesi
bulunan bütün varlıkların gölgeleri de isteyerek olmasa bile istemiyerek ve
zorunlu olarak secde ederler. Gölgelerin yerlere kapanışı bile sahiplerinin
isteği ve iradesiyle değil, Allah'ın emriyle olmaktadır, o emre bağımlı
olmaktan ileri gelmektedir. Burada akıl ve ruhlara göre, bedenlerle cesetlerin
birer gölge durumunda olduklarına işaret vardır denilebilir. Zira ruhlar
nuranî, cisimler zulmanîdir.
Meâl-i Şerifi
16. De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi
kimdir?" De ki: "Allah'dır". De ki: "Allah'dan başkalarını,
o kendi kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar verebilenleri dostlar mı
ediniyorsunuz?" De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Hiç karanlıklarla
aydınlık bir olur mu?" Yoksa Allah'a, O'nun gibi yaratan birtakım ortaklar
buldular da, bu yaratış kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki:
"Allah, her şeyi yaratandır. O, birdir. Her şeye üstün ve
kahredicidir."
17. Gökten bir su indirdi de vadiler, kendi
miktarlarınca sel olup aktılar. Sel de suyun yüzüne çıkan bir köpük yüklendi.
Bir zinet eşyası veya bir değerli mal yapmak için, ateşte üzerini
körükledikleri madenlerden de onun gibi bir köpük meydana gelir. İşte Allah hak
ile batılı böyle çarpıştırır. Fakat köpük atılır gider, insanlara faydası olan
ise yerde kalır. İşte Allah böyle misaller verir.
18. Rablerinin emirlerine uyanlar için daha
güzeli vardır. O'na itaat etmeyenler ise, yeryüzünde bulunan ne varsa hepsi
kendilerinin olsa da onu ve bir o kadarını bütünüyle kurtuluş fidyesi olarak
verirlerdi. İşte onlar, hesabın kötüsü kendileri için olanlardır. Varacakları
yer de cehennemdir. Orası da ne fena yataktır.
16- Ey Muhammed! De ki: Göklerin ve yerin
Rabbi kimdir? Onlara işte bunu sor ve onların cevabını beklemeden de ki,
Allah'dır. De ki: Siz O'nu bırakıp da başkalarından birtakım dostlar mı
edindiniz? Sizin ümit beklediğiniz, işinizi görür sanıp himayelerine
sığındığınız o veliler, o putlar öyle aciz, öyle zavallılardır ki kendi kendilerine
ne bir faydaya, ne de bir zarara malik değiller. Size fayda vermek şöyle
dursun, onlar kendi kendilerine de fayda veya zarar veremezler. Böyle şeylere
onların güçleri yetmez. bir fayda yaratamaz, kendilerine gelecek bir zararı
bile önleyemezler. Ancak Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve
zarar önlenir. Cansız cisim ve katı madde olan putlar kendi kendilerine yapmak
ve etki etmek gücünden nasıl yoksun iseler, Allah'a karşı bütün varlıklar da
aynı durumdadır. De ki: Hiç kör görenle eşit olur mu? İbadetin hakkını ve
layıkını bilmeyen cahil, müşrik, kalb gözü kör olan bir âma, onu bilen,
Allah'ın birliğini tasdik eden bir muvahhidle, hakkı ve hakikatı görüp kabul
eden bir basiret sahibi ile bir olur mu? Burada âma, Hak'dan gafil olan; basir
de Hakk'ı bilen hakikatı kabul edendir. Yahut âma, gafil mabud, yani put; basir
de her şeyi gören ve bilen gerçek mabud, yani Allah'dır. Kudreti ve kudretinin
belgeleri bu kadar açık ve belli olan Allah'a karşı nedir bu körlük? Ve
karanlıklar nurla eşit olur mu? Küfür ve şirk kat kat karanlıklardır: Delili
yoktur, önü karanlık, sonu karanlık, katmerli bilgisizliktir. Marifetullah,
yani Allah bilgisi ve Allah'ın birliği inancı olan tevhid ise bir nurdur. Önü,
sonu belli, her bakımdan açık ve parlaktır. Aklı olan nasıl olur da tevhid
nurunu bırakır, şirk karanlığına saplanır? Bu ne körlük, ne budalalıktır? O
müşrikler yoksa Allah'a ortaklar mı uydurdular ki, bu uydurdukları O'nun
yaratması gibi, gökleri ve yeri ve bütün bunlardaki varlıkları yaratması gibi birtakım
mahluklar yarattılar da bu yüzden yaratılış onların kafalarını mı karıştırdı?
Allah'ın yarattıkları ile onların yarattıkları ayırt edilemiyecek derecede
birbirine benzedi de bu yüzden şüpheye mi düştüler? Böyle bir şey imkan ve
ihtimal dahilinde midir ki, hatalarının mazereti budur denilebilsin? Sen onlara
de ki Allah, her şeyin halikıdır. Şey denebilen ne varsa hepsini yaratan O'dur.
Hatta "Allah sizi de, sizin yaptıklarınızı da yaratandır" (Saffat,
37/96) gereğince, sizin yaptığınız şeylerin de gerçekte yaratıcısı O'dur. Ve O,
birdir, O kahhardır.Yaratıcılıkta, tanrılıkta ve rablıkta eşi ve benzeri
olmayan ve bütün yaratılmışları hükmü altına alan ve onların mukadderatını
kudretiyle elinde tutan bir Rabdır.
17- Gökten bir su indirdi de vadiler alabildiğince
sel oldu, kuru ve katı maddeler hayat feyziyle harekete geçti ve can buldu. Sel
de yüze gelen bir kef (köpük) yüklendi, bir zinet eşyası veya bir kap kacak
yapmak maksadıyla ocak üzerine koyup ateş yaktıkları şeylerden de onun gibi bir
kef oluşur. Yani Allah Teâlâ, yeryüzüne, toprağa sudan başka altın, gümüş,
bakır, kalay ve daha başka madenler de indirmiştir. İnsanlar bunları taki için
veya kullanacak kap kacak, araç gereç yapmak için eritmek ve süzmek maksadıyla
üzerlerine ocak yakarlar, onlar da Allah'ın her birine ihsan ettiği bir ısı
derecesine gelince erirler, su gibi bir sıvı haline gelirler. Sel sularında
olduğu gibi, bu eriyikler üzerinde de bir küf, bir köpük oluşur. Binaenaleyh
birbirine benzeyen iki köpük bulunur ki, birincisinde insanın hiçbir rolü
olmadığı halde, ikincisinde insanların emek ve çabaları da bulunur. Allah hak
ile batıla böyle misaller getirir. Böyle temsiller ve tasvirler yapar. İmdi o
köpük, yani her iki misalde söz konusu edilen o kef, o köpük, atılır gider. Ki
batıl işte böyledir: Hak ve hakikat kaynayıp coşarken, batıl her ne kadar bazan
üste çıkmış görünse de nihayet köpük ve kef gibi atılır ve kaybolur gider. Amma
insanlara faydası olan yerde mekseder, yani köpük gibi kaybolup gitmez, yerinde
kalır. Su kısmen göllere nehirlere katılır, kısmen de toprak altına sızarak yer
altı su kaynaklarını oluşturur ve besler, pınarlar, kuyular halinde insanlara
fayda sağlar. İzabe edilmiş, süzülmüş madenler de takı veya eşya yapılır. Elden
ele dolaşır, bir süre insanlar onlardan faydalanır. İşte hak da böyledir.
Gökten indirilen ve hayat kaynağı olan halis su, hak vahyinin, yani Kur'ân-ı
Kerim'in temsilidir. Ki bunda insan emeğinin hiçbir payı yoktur. Ocaklarda
eritilip izabe edilen madenler de insan eli ve emeği ile, insanların araştırma
ve tecrübeleri ile elde ettikleri beşerî bilgilerin temsilidir. Bunların her
ikisi de hakikatte ve aslı itibariyle yine Allah vergisidir. Allah, işte böyle
meseller verir. Böylece birçok hakikatleri açıklayan ve dile getiren güzel
temsillerle hakka davet eder.
18- Rablerine icabet edenler için, davet hakkı
yalnızca kendisine mahsus olan Allah Teâlâ'nın davetini dinleyip kabul eden
kullar için en güzeli vardır. Onlar için karşılığında en güzel sonuç vardır ki,
o cennettir. O'na icabet etmeyenler, hak davetini dinlemeyenler ise
yeryezündeki şeylerin hepsi ve bir o kadarı daha kendilerinin olsa, elbette
hepsini feda edip (yani fidye olarak ödeyip) kurtulmak isterlerdi. Bunlar yok
mu bunlar? Hesabın kötüsü işte bunlar içindir. Ve varacakları yer cehennemdir.
Ve o ne fena yataktır.
Gelelim hak davetinin ne olduğuna ve ona
icabet etmeyenlerin durumu ile, güzel akıbetin ve kötü hesabın ayrıntılı olarak
açıklamasına:
Meâl-i Şerifi
19. Şimdi Rabbinden sana indirilenin gerçekten
hak olduğunu bilen bir kimse, kör olan bir kimse gibi olur mu? Fakat bunu ancak
üstün akıllı ve temiz vicdanlı kimseler idrak ederler.
20. Onlar ki, Allah'ın ahdini yerine
getirirler ve antlaşmayı bozmazlar.
21. Ve onlar ki, Allah'ın riayet edilmesini
emrettiği şeye riayet ederler ve Rablerine saygı gösterirler ve hesabın
kötülüğünden korkarlar.
22. Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla
sabrederler ve namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan
gizli ve açıkça Allah yolunda harcarlar ve çirkinlikleri güzelliklerle yok
ederler. İşte bunlar, bu hayatın akibeti kendilerinin olacak olanlardır.
19- İmdi ey Muhammed! Sana Rabbinden
indirilmiş olanın gerçekten hak olduğunu bilen (ve bu suretle Rabbinin hak
davetine icabet eden) bir kimse kör olan biri gibi olur mu? Yani o hakkı
görmeyen, tanımıyan köre hiç benzer mi? Elbette benzemez. Ama bunu ancak üstün
akıllı olanlar düşünürler. Yani üstün zekalı, temiz akıllı kimseler
anlayabilirler.
Bu âyetin Hz. Hamza ile Ebu Cehil veya Hz.
Ömer ile Ebu Cehil veya Hz. Ammar b. Yasir ile Ebu Cehil hakında nazil olduğuna
ilişkin üç ayrı rivayet naklolunmuştur. Bununla beraber anlamının genel
olduğunda hiç şüphe yoktur. Nitekim arkasından şu şekilde açıklanıp genellik
kazanıyor:
20-O "ülu'l-elbab" denilen üstün
akıllılar kimlerdir bilir misiniz? Onlar ki, aşağıda bildirilen şu özelliklere
sahip olan kimselerdir:
1. Allah ahdini ifa ederler. Araf Sûresi'nde
"Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve
onları kendilerine şahit tutarak: 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?'
(demiştir). 'Evet, (buna) şahidiz' dediler"(âyet 172) ilâhî ifadesinde
açıklandığı üzere Allah Teâlâ'nın rablığını itiraf edip hükümranlığını kabul
etmek şeklinde kendi öz benliklerinde teahhüt ettikleri tevhid ahdine vefa
ederler. Ve o misakı bozmazlar. Vefasızlık edip sözlerinden dönmezler. Şu halde
Allah'a karşı verdikleri hiçbir sözden caymazlar, sözlerinden dönmezler,
yeminlerini bozmazlar.
21- 2. Ve Allah'ın yerine getirilmesini
emrettiği şeyleri yerine getirirler. Hakka hukuka riayet ederler. Ki
peygamberlerin ve onların mirasçıları olan âlimlerin, hısım akrabanın, komşunun
ve bütün müminlerin ve hatta zimmet ehli olan gayri müslimlerin ve bütün
insanların, kedi, tavuk, keçi ve koyun gibi evcil hayvanlardan, böceklere ve
karıncalara kadar bütün canlıların, bitkilerin ve cansızların hukukuna riayet
ederler. Bütün yaratılmışların haklarına saygı göstermek ve riayet etmek hep bu
ifadenin içindedir. Aslında yaratılmışların hakkına riayet etmek yaratanın
hakkına riayet etmek demektir.
3. Ve Rablerinden haşyet ederler. Allah'ın
kudretinin sonsuzluğu karşısında ürperir, O'nun büyüklüğünden ve gazabından
çekinirler. O'na karşı günah işlemekten sakınırlar.
4. Ve kötü hesaptan korkarlar. Yani, ahirette
bütün yaptıklarının hesabını vereceklerinden, o hesap veriş sırasında kötü
duruma düşmekten korkarlar. O gün gelip çatmadan önce kendi kendilerini
murakabe eder, vicdanlarında hesaba çekerler. Sürekli oto-kontrol ve oto-kritik
yapar dururlar.
22- Ve yine onlar ki:
5. Rablerinin rızasını kazanmak ve teveccühüne
nail olmak için sabrederler. Yani, ne halka karşı gösteriş, ne de gönüllerinde
bir gurur ve iftihar duygusu beslemiyerek, sırf Allah rızası için zahmetlere
katlanıp hak yolunda sabır ve sebat gösterirler.
6. Ve namazı hakkıyle kılarlar.
7. Ve kendilerine ihsan ettiğimiz rızıklardan
gizlice ve açıkça infak ederler.
8. Ve kötülüğü iyilikle defederler. Zira Ha,
Mîm Sûresi'nde de geleceği üzere "Kötülüğün cezası misliyle kötülük"
(Şura 42/40) ise de "Böyle iken kim affeder ve arayı düzeltirse, işte onun
sevabını vermek Allah'a ait olur" (Şura 42/40). Ancak "Her kim haddi
aşarak size saldırırsa, o zaman siz de aynı şekilde ona saldırın" (Bakara,
2/178) âyetince saldırgana karşı misliyle mukabelede bulunmak, mutlak bir
azimet değil, ruhsattır. Ve kötülüğe karşı kötülükle mukabele etmek için
değildir, zulüm ve saldırganlığın kötülüğünü engellemek ve durdurmak içindir.
Bu bakımdan sonucu ve gözettiği gayesi bakımından bir iyiliği sağlamaktır.
Ancak bu anlamda meşru bir hareket olmuş olur. Çünkü "Eğer Allah,
insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak
bozulurdu" (Bakara 2/251). Yoksa zarara zarar, şerre şerr ile karşılık
vermek caiz değildir. Şeriatın hükmü "Tek taraflı veya karşılıklı olarak
zarar vermek yoktur." Sahih hadislerde varid olduğu üzere, "Şerden
hayır gelir mi ya Resulallah?" diye sorulduğunda, Aleyhissalatü vesselâm
efendimiz: "Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır
ancak hayırdan gelir" buyurmuştur. Bizim dilimizde de şöyle bir atasözü
vardır: "İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kemliğe iyilik er kişinin kârıdır".
Demişler ki, bu âyetlerde sıralanan sekiz
hayırlı amel, sekiz cennetin kapısına işarettir.
Bunlar, yani bu sekiz haslete sahip olan
akıllı müminler yok mu bu yurdun akıbeti onlar içindir. Dünya yurdunun mutlu
sonucu, en sonunda varacağı ahiret saadeti onlara mahsustur.
Bu darın ukbası, dünya yurdunun mutlu sonu
nedir bilir misiniz?
Meâl-i Şerifi
23. Adn cennetlerine girecekler, atalarından,
eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte olacaklar. Melekler de
her kapıdan yanlarına girip şöyle diyecekler:
24. "Sabrettiğiniz için size selam olsun.
Ahiret yurdu ne güzeldir!"
23-24-Buna karşılık:
Meâl-i Şerifi
25. Allah'ın ahdini misak ile belgeledikten
sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği bağlantıları koparanlar
ve yeryüzünü bozguna verenler varya, işte lanet olsun onlara! Ve yurdun kötüsü
de onlaradır.
25- "Allah'ın ahdini bozanlar..."
Mukatil'den nakledilmiş olduğuna göre, bu âyet ehl-i kitap hakkında nazil
olmuştur. Çünkü Hz. Musa'ya verdikleri misaktan sonra ahdi bozanlar onlardır.
Bununla beraber nüzul sebebinin özel olması, âyetin hükmünün genel olmasına
engel değildir.
Meâl-i Şerifi
26. Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir
de, daraltır da. Onlar ise dünya hayatı ile ferahlanmaktalar. Oysa düna hayatı
ahiret hayatının yanında bir yol azığından ibarettir.
26- "Allah rızkı genişletir..."
Abdullah b. Abbas'dan naklolunduğuna göre, bu âyet Mekke müşrikleri dolayısıyla
nazil olmuştur. Bu kadar âyetlerle hakka davet karşısında hâlâ:
Meâl-i Şerifi
27. Yine o iman etmeyenler diyorlar ki:
"Ona Rabbinden bir âyet indirilseydi ya." De ki: "Hakikaten
Allah, dilediğini şaşırtır ve kendisine gönül vereni de hidayete erdirir."
28. Onlar, iman etmiş ve kalbleri Allah
zikriyle yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalbler Allah'ın zikri ile
yatışır.
29. Onlar ki, iman etmişler ve salih ameller
işlemişlerdir, ne mutlu onlara, varacakları yer de ne güzeldir!
27- Kâfir olanlar, ona Rabb'inden bir âyet
indirilseydi, deyip duruyorlar. Akıllı insanların üzerinde derinden derine
düşüneceği bunca âyet, evet Allah tarafından Hz. Muhammed'in hak
peygamberliğine delil olarak bunca âyet varken, bunları delil saymıyorlar da
kimsenin karşı koyamıyacağı zorunlu bir olayı, bir musibeti ve belayı isteyip
duruyorlar. Oysa bu cebir ve zorlama, ilâhî hikmete aykırıdır. Bunların bu
sözlerinin burada bir defa daha tekrarlanması gösterir ki, bu sûrenin başlıca
nüzul sebeplerinden birisi de kâfirlerin bu isteklerini inatla sürdürmeleridir.
Bunlara cevap olarak:
De ki: Muhakkak ki, Allah dilediğini şaşırtır,
dalalete düşürür. O kimsede hidayet değil de dalalet yaratır. Yani, ey
kâfirler, sizin böyle demeniz bu sözünüzde ısrar etmeniz, dalaletten başka
birşey değildir. Sizi Allah şaşırtmıştır. O, kimi dilerse onu böyle şaşırtır. Bununla
beraber bunda sizin geçerli bir mazeretiniz yoktur. Bu saptırmanın sebebi sizin
O'na inabe etmemeniz, gönül vermemenizdir. Oysa O, kendisine inabe eden herkesi
hidayete erdirir.
İnabe: Hakk'a teslimiyetle yönelmek ve Hakk'ın
âyetlerini derinden derine düşünerek O'na dönmek ve tevbe etmektir ki, asıl
anlamı "hayır nöbetine girmek" demektir. Binaenaleyh hidayetin şartı
nefsin istek ve iradesinden çıkıp, Hak Teâlâ'nın iradesine yönelmek, O'na
teslim olmak ve bağlanmak demek olan cüz'î iradedir. Yukarıdan beri birkaç
yerde açıklandığı üzere her kişinin ömründe, ömürler birbirine eşit olmasa
bile, kendisine verilmiş olan bir süre söz konusudur. O süre içinde hidayeti
seçmek için kendisine bir imkan tanınmış demektir. İşte ömür denilen süre
içinde hidayeti veya dalaleti seçmek kulun tercihine bırakılmıştır. Bu süre
içinde tercihini iyi kullanıp Hakk'a boyun eğmeyenler için dalalet, artık cebrî
ve vazgeçilemez bir huy halini alır ki, daha sonra hidayeti arzu etse de kolay
kolay muvaffak olamaz. Ve işte idlalin ilâhî meşiyyetle ilgisi, mümkün olan
vaktinde boyun eğip kabullenmekle bağlantılı olduğuna dikkat çekmek için de ek
bir cümle ilave edilerek, cebir itirazlarına yer bırakılmamıştır. O, Allah'a
gönül verip inabe edenler ve hidayete erenler kimlerdir bilir misiniz?
28- Ki bunlar, Allah'ın zikri ile kalbleri
tatmin bulmuş olarak iman edenlerdir. Burada "zikrullah"dan murad
"Bu (Kur'ân) da bizim indirdiğimiz mübarek bir zikirdir" (Enbiya
21/50) "Hiç şüphe yok ki Kur'ân'ı biz indirdik biz. Ve muhakkak onu biz
koruyacağız" (Hicr 15/9) ve "Kur'an kendilerine geldiği zaman, onu
inkâr ettiler. Hiç şüphe yok ki o pek yüce bir kitaptır Ona ne önünden, ne de
arkasından bir batıl gelmez. O, hikmet sahibi ve övülen (Allah) tarafından
indirilmiştir." (Fussilet, 41/ 42) âyetleri gereğince Kur'ân-ı Kerim'dir.
Yani bunlar iman etmek için Allah'ın bir hatırlatması, özel bir bildirisi, en
açık seçik tebliği olan Kur'ân'dan daha büyük, daha faydalı bir âyet, bir
mucize olamıyacağını bilirler ve kalpleri bununla tatmin bulur, doyuma ulaşır
da artık tezkir değil ilzam ve zaruret ifade edecek, binaenaleyh imanın
vereceği faideyi veremiyecek olan zorlama âyetlerini gözetmezler.
Evet, bilin ki, başkasıyla değil, ancak
Allah'ın zikri ile veya Allah'ı anmak ve hatırlamakla kalbler mutmain olur.
Gönüller huzura erer, içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükuna kavuşur,
yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah'a bağlıdır. Bütünüyle
sebepler zinciri Allah'dan başlar ve yine dönüp dolaşır O'nda son bulur. Mümkün
ve muhtemel olan her şeyin akışı Allah'da kesilir. Allah, daha üstü ve daha
ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir
(kebiru'l-müteal) olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda
O'ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalb hareketine imkân ve ihtimal bulunsun.
Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar
durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış
bulunur. Gönüller O'nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe
ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi
bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez,
heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak
ister. Fakat kalb ilâhî marifetten, Allah'ı zikirden zevk almaya başlayınca,
bütün maksatların ve bütün işlerin Allah'a yönelmiş olduğunu anlar ve artık
O'ndan yüksek bir makam ve merciye, O'nun dışında bir maksuda geçmek mümkün
olmaz. Bundan dolayıdır ki, mari-fetullah'a yükselemeyen ve Allah'ı zikretmeyen
kâfir ve gafil kalbler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru, gönül
huzuru veya "cemiyyet-i dil" denilen mutluluğu tadamaz. Huzur
bulamaz, çırpınır da çıpınır durur. Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin
uyandırdığı vuslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin
sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, "Allah"
demedikçe sürekli olarak devam eder gider. Allah'ı zikretse, Allah Teâlâ'nın
tezkiriyle olur ki, iki mertebe üzere tecelli eder:
Birincisi, doğrudan doğruya zikir işini
kalblerde yaratmasıdır ki, bu fiilî bir hidayettir.
İkincisi de Allah'ı hatırlatacak âyetlerle
delilleri yaratması veya göndermesidir. Bu âyet ve deliller de iki kısımdır:
Birincisi asayı ejderha yapmak, ateşte yaktırmamak, dağları yerinden oynatmak,
ölüyü diriltme, gökten sofra indirmek, ayı ikiye bölmek gibi duyularla idrak
olunabilecek âyetlerdir ki bunların etki gücü, olayın meydana geldiği ana ve
orada bulunanların gözlemlerine bağlı kalacağından, geçici ve sınırlıdır.
Binaenaleyh bunlar bütün insanların kalblerinin yatışmasına sebep bakımından
değil, akılların Allah'ı zikretmeye sebep olması bakımından faydalı
olabilirler. Diğer kısmı da her zaman ve herkes için düşündürücü olan aklî
âyetler ve itikadî delillerdir ki, işte Kur'ân böyle bir Allah zikridir.
Kur'ân'ın düşünceye yaptığı telkinlerle Allah'ı zikretmiyen ve bununla tatmin
bulamıyan kalblerin, hiçbir âyet ve delille tatmin bulmasına imkan yoktur.
Bunlar ebediyete kadar doyum ve tatminden yoksun kalacak ve acı içinde çırpınıp
duracak: "Ah nolurdu bir âyet, bir mucize indirilseydi" deyip
gideceklerdir. Allah Teâlâ bunların kalblerinde zikir ve itminanını yaratmaz.
Artık bunların kalbi, selim kalb değildir; kalb olmaktan çıkmıştır. Vicdan da vicdan
olma özelliğini yitirmiştir, çürümüş ve bozulmuştur. Onun için Kur'ân'ın
düşündürücü âyetlerinden istifade edemezler de cebir ve azab âyetlerini
gözetirler. Baskı, şiddet ve zorbalıktan anlarlar. Allah zikri ile tatmin
olmayan bu kâfirler "Yürekleri bomboş" (İbrahim 14/43) âyeti
gereğince gönülleri boş heva ve heveslere kapılmış kalmış, kalbsiz ve
vicdansızdırlar.
29-O kalbler o kimselerdir ki, iman ettiler ve
salih ameller işlediler. Kalblerin böyle canlı kişiler ile açıklanmasında
dikkat çeken iki incelik vardır: Bu ifade bir bakıma şunu ima eder ki, insan
asıl kalb demektir. Nitekim Ebu'l-Fethi'l-Bustî bu mânâyı şu beytiyle dile
getirmiştir:
Yani, "Nefse dikkat et ve faziletlerini
geliştirip mükemmelleştir. Çünkü sen ruh ile insansın, cism ile değil".
Bir bakıma da şunu ima eder ki, özellikleri
iman ve salih ameller olan temiz kalbliler, bütün insan toplumlarının, hatta
bütün kâinatın kalbi sayılırlar, âlemlerin kalbi durumundalar. Ne mutlu onlara
ve güzel yurt onlara.
Denilmiştir ki:
Tuba: Habeş veya Hind lisanında cennetin
adıdır. Ebu Hureyre, bir rivayette Abdullah b. Abbas, Muattib b. Senim, Übey b.
Umeyr, Vehb b. Münebbih "cennette bir ağaçtır" demişlerdir. Bu
rivayet ayrıca Utbe b. Ubeydi Sülemî'den nakledilen bir hadisi şerifte, merfu
olarak Hz. Peygamber'e varmaktadır: O hadiste denilmiştir ki, bir A'rabî
"Ey Allah'ın Resulü cennette meyve var mıdır?" diye sormuştu,
Resulullah da buyurdu ki: "Evet onda bir ağaç vardır ki, ona Tuba
denilir."
Kurtubî der ki, doğrusu şecere (ağaç)dır.
Çünkü bu konuda merfu olan Utbe hadisi vardır. Ayrıca Süheylî'nin zikrettiği
üzere bu hadis, sahih hadislerdendir. Bunu Ebu Amir de Temhid'de, aynı şekilde
Sa'lebi de zikretmişlerdir.
Kelimenin lügat açısından iştikak ve anlamına
gelince, bütün dil bilginleri demişlerdir ki, Tuba kelimesi "ukba"
veznindedir. "Tîb" kökünden mastardır ki, misk gibi tayyip olmak, hoş
olmak demektir. "Ya" harfi sakin, ma kabli de mazmum olduğu için
"Musa" kelimesindeki gibi, "vav" a dönüşmüştür. Tîb,
bilindiği gibi, temiz ve güzel kokular veya bu kokulardaki hoşluktur. Ve
"Tuba lehum" deyimi, tıpkı "selamün aleyküm" gibi bir dua
cümlesidir. Ve bu maksatla kullanılır. Buna göre anlamı, "hoş olasınız,
hoş olunuz" demektir. Mutayyeb olmak, hoşluk, güzellik, kutluluk, iyilik
ve mutluluk, hasılı tatlı hayat onların olacak demektir. Ki imrenmek onlara,
nimetler onlara, güzellikler onlara, sürekli iyilik, tükenmez hayır onlara,
keramet, ferah, gözaydınlığı onlara diye çeşitli deyimlerle tefsir ve ifade
edilmiştir. Bununla beraber "Tuba" kelimesinin "atyeb"
kelimesinin müennesi olarak "hüsna" gibi ismi tafdil olması da
ihtimal dahilindedir. Hasılı ne mutlu o tatmin bulmuş kalblere ki, en tatlı
hayat, en güzel zevk ve lezzetler onlarındır, istikbal güzelliği onlarındır.
Meâl-i Şerifi
30. İşte seni böyle, kendilerinden önce nice
ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmet içinde gönderdik ki, onlar Rahmân'a
küfredip dururlarken, sen onlara sana vahyettiğimiz kitabı okuyasın. De ki:
"O Rahmân benim Rabbimdir, O'ndan başka tanrı yoktur. Ben O'na dayandım,
tevbem de O'nadır.
31. Bir Kur'ân ki, onunla dağlar yürütülse
veya onunla yer parçalansa veya onunla ölüler konuşturulsa (o yine bu Kur'an
olurdu). Fakat emir bütünüyle Allah'ındır. İman edenler, kâfirlerden ümit kesip
daha anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, elbette insanların hepsine toptan
hidayet buyururdu. O küfürde direnenlerin kendi sanatlarıyla başlarına musibet
inip duracak, ya da yurtlarının yakınına konacak. Nihayet Allah'ın vaadi
gelecek. Muhakkak ki, Allah vaad ettiği zamanı şaşırmaz.
30- İşte böyle Allah'ın zikri ile kalblere
güven ve tatmin verecek en yüksek âyetleri yüklenen şanlı bir peygamberlikle ey
Muhammed! Biz seni resul yaptık, peygamber olarak gönderdik. Bir ümmet içinde
ki, onlardan önce birçok ümmetler geçti, sana vahyettiğimiz Kur'ân'ı
kendilerine tilavet edesin, tane tane okuyup anlatasın diye. Sürekli okuyasın
da önceki ümmetler gibi helak olup gitmesinler, güzel hayata ve mutlu sona nail
olabilmek için gerekli yolu ve sarılınacak sebepleri anlatasın, halbuki onlar Rahmân'a
küfrediyorlar. Rahmeti her şeyi kaplamış, nimeti her tarafı kuşatmış olan ve
âlemlere bir rahmet olmak üzere seni ve bu Kur'ân'ı gönderen Allah Teâlâ'nın
açık seçik rahmetini tanımıyor, hatta O'nun Rahmân ismini inkâr ediyorlar:
"Rahmân ne imiş?" (Furkan 25/60) demeye kadar ileri gidiyorlar.
Öylesine ümitsiz ve nankörce bir tutum içinde, o kadar fena huylar ve şartlar
içinde bocalıyorlar ki, yaratılış hakkında bedbin (pesimist) olmuşlar, şiddet
ve zorbalıktan başka bir şey tanımıyorlar. İyilikler boşa gidecek sanıyorlar:
Yeniden yaratılmaya, tubaya ve mutlu sona inanmıyorlar. Hak Teâlâ, rahmetiyle
tecelli edip sevgili bir kuluna risalet ihsan edip gönderemez zannediyorlar da
âlemlere rahmet olan senin risaletini (peygamberliğini) ve kendileri için pek
büyük bir nimet olmak üzere okuduğun Kur'ân'ı, ilâhî vahiy eseri açık bir
mucize olan bu kitabı hiç hesaba katmayarak Rahmân Teâlâ'ya küfür ve küfranda
bulunuyorlar.
De ki, O Rahmân benim Rabb'imdir. Beni yaratan
ve besleyip büyüten, terbiye edip eğiten Mevlamdır. O'ndan başka ilâh yoktur.
Ben ancak O'na güvenir, O'na dayanırım. Tevbemi O'na sunarım, bağışlanmayı
yalnızca O'ndan dilerim, tevbem de yönelişim ve dönüşüm de hep O'nadır.
31-Bu Kur'ân öyle büyük bir mucizedir ki, eğer
bir Kur'ân, okunacak bir kitap onunla, (yani onun indirilmesi, yada okunması
ile) dağlar yürütülmüş, veya yer parçalanmış veya ölüler konuşturulmuş olsa
idi. Bunlar bu Kur'ân ile olurdu. Çünkü bu Kur'ân, şimdiye kadar indirilmiş
ilâhî kitapların en mükemmeli ve okunacak kitapların en üstünüdür. Bunda ilâhî
kudretin öyle acaip eserleri, öyle gizli ve celaletinin heybeti öyle açıkça
bellidir ki; "Biz bu Kur'ân'ı bir dağın tepesine indirseydik, muhakkak ki,
sen onu, Allah korkusundan boyun eğmiş ve çatlayıp paramparça olmuş görürdün..."
(Haşr, 59/21) gereğince bu Kur'ân, misal olarak bir dağın tepesine indirilmiş
olsa idi o dağı, Allah korkusundan başını eğmiş, çatlamış, hurdahaş olmuş
görürdün. İşte bu Kur'ân, böylesine büyük bir ilâhî âyettir. Fakat onun
indirilişinin hikmeti bunlar değildir, okunması, anlaşılması ve üzerinde
derinden derine düşünülüp iman edilmesi, gereğince amel edilmesidir; ona
inananların salih ameller işleyip Tuba'ya ve mutlu sona ermeleridir. Bundan
dolayı Kur'ân'ın yalnızca indirilmesi ve okunması ile ne dağlar yürütülür, ne
yer parçalanır, ne ölüler konuşturulur. Zaten geçmiş ümmetlere indirilmiş olan
kitapların yalnızca okunması ile bunların hiçbiri olmamıştır. Böyle bir şey
olsa idi, hiç şüphesiz bu Kur'ân ile olurdu.
Rivayet olunuyor ki, Mekke müşrikleri, bir gün
bir kenara çekilmiş oturuyorlardı. Hz. Peygamber yanlarına vardı, onlara
İslâm'ı sundu. İçlerinden Abdullah b. Ümeyyeti'l-Mahzumî dedi ki:
"Mekke'nin şu iki dağı bizi çok sıkıyor, bunları buradan yürüt de yerimiz
genişlesin; aralarında bize çaylar, dereler, geniş geniş otlaklar, mezralar aç!
Atalarımızdan filan ve felanları da dirilt ki, söylesinler bakalım bu
söylediklerin gerçekten doğru mu, değil mi?" Bunun üzerine bu âyet nazil
olmuştur.
Binaenaleyh böylece anlatılmıştır ki, vahiy
indirilmesinin ve peygamber gönderilmesinin hikmeti ve gayesi böyle şeyler
değildir. Gerçi Kur'ân'ın yüceliğindeki fevkaladelik bu gibi hadiselere dahi
sebep olabilmekten uzak değilse de sırf Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması, tek
başına hiçbir zaman bunları sağlamanın sebebi değildir. Kur'ân'ın feyiz ve
manevî bereketini böyle maddî şeylerden önce kalblerde gözetmek gerekir. O
kitap her şeyden önce kalbleri Allah zikri ile tatmin etmek ve aydınlatmak için
okunacak bir kitap ve rahmet âyetidir. Dağlar yürütülse, yer parçalansa, ölüler
de konuşturulsa, bütün bunların sağlayacağı fayda Kur'ân'ın gönüllere yaptığı
telkin ve uyarı kadar açık bir rahmet olmazdı. Kur'ân'dan alınacak ders ve
duyulacak gönül huzuru bunların hiç birinden elde edilemezdi. Bununla beraber
bu açıdan bakılınca da yalnızca Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması yeterli bir
etken değildir. Dağlar gibi katı ve dikbaş, yer gibi ayaklar altında ezilen ve
ölüler gibi duygusuz, muhatap alınmaya liyakatsız öyle kalpsizler vardır ki,
bunlar yalnızca üzerlerine Kur'ân okunmakla hakkın zikrini yüreklerinde
duymazlar ve imana gelmezler. Bu da Kur'ân'ın gücünün eksikliğinden değildir.
Belki emrin bütünü Allah'ındır. Maddî ve
manevi bütün kudret ve etki O'nundur. O dilerse kalplerde zikrini yaratır,
itminan ve iman ihsan eder, dilerse etmez. Dilerse dağları yürütür, yeri
parçalatır, ölüleri konuşturur, dilerse yapmaz. Şu halde "İyi bilin ki
kalpler Allah zikri ile tatmin bulur" ifadesinde zikir failine muzaftır.
Ve murad yalnızca dil ile yapılan zikir değil, fiil ve hâl olarak yapılan
zikirdir. Demek ki, yukarıda açıklandığı üzere, Allah Teâlâ, rahmetine
küfreden, nimetine nankörlük eden o kâfirlerin kalplerinde kendi zikrini
yaratmamış, onlara hidayet ve tevfikini nasip eylememiştir.
Artık iman edenler bilmediler mi? Tefsir
âlimlerinin açıklamalarına göre, burada kelimesi "bilmek"
anlamındadır ki, Havazin ve Neha lehçeleridir. Veyahut bir şeyi bilmek,
karşıtından ümit kesmeyi gerektirdiği için bilginin gereğidir. Yani Allah zikri
ile tatmin bulup, Kur'ân'ın öğretisi gereğince Allah'ı ve Resulü'nü tasdik
edenlerin başka ihtimalleri gözardı ederek, şu hakikate tam bir ilmî kanaat ile
kesin bilgileri olmadı mı? Ki, Allah dileyecek olsaydı elbette insanların
hepsine hidayet verirdi. Madem ki, vermedi, demek ki dilemedi. Bundan dolayı
rahmâniyetine küfredenleri, imandan, kalp itminanından, salih amelden, tubadan,
mutlu son (hüsnü meâb) dan mahrum bıraktı. Ve o küfredenlerin kendi saniaları,
kendi sanatları sebebiyle başlarına kaari'a isabet edip duracaktır. Ki
"kaari'a" gülle ve tokmak gibi başa çarpan şiddetli musibet demektir.
Veya o kaari'a yurtlarının yakınına hulul edecektir, düşecektir. Nihayet
Allah'ın vaadi gelinceye kadar.Yani, isabet için tayin ettiği vakit gelip
çatıncaya kadar tepelerinin üstünde veya yurtlarının yakınında hazır bir
tehlike olarak bekleyip duracak, bugün olmazsa, yarın başlarında patlayacaktır.
Muhakkak ki, Allah, vaadinden caymaz. verdiği sözü tam vaktinde yerine getirir.
Meâl-i Şerifi
32. Andolsun ki, senden önceki peygamberlerle
de alay edildi. Ben de o kâfirlere bir süre için meydan verdim. Sonra da tuttum
onları cezalandırdım. O vakit azabım nasıl imiş (gördüler).
33. Bütün kazandıklarıyla her bir nefsin
üzerinde böylesine hükümran olan başka kim vardır? Böyle iken tuttular da
Allah'a ortaklar uydurdular. De ki: "Onlara isimler verip durun bakalım.
Siz O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Yoksa anlamı
olmayan kuru bir laf mı? Doğrusu küfre sapanlara kendi oyunları güzel
gösterildi de yoldan saptırıldılar. Allah her kimi saptırırsa, artık onu yola
getirecek kimse yoktur.
34. Onlara dünya hayatında bir azap vardır.
Ahiret azabı ise elbette daha çetindir. Onları Allah'dan koruyacak da yoktur.
32- Emin ol ki, senden önce de bir çok
peygamberle alay edildi. Ey Muhammed! Yani, hani bir âyet inse, dağ yürüse, şu
olsa, bu olsa deyip duran kâfirlerin asıl maksatları iman etmek için ciddî bir
delil istemek değil sadece istihzadır, alay etmektir. Onun için bunlara her ne
türlü bir âyet indirilse indirilsin yine de iman etmezler, azap beklerler.
Böyle bu gibi istihza ve alay etmeler yalnızca sana karşı olmuş bir şey de
değildir. Geçmişte nice peygamberlerle de alay edildi. "Ben onlara bir
süre meydan verdim, sonra da tuttum onları cezalandırdım. İşte o vakit azabımın
nasıl olduğunu anladılar, yakından gördüler."
33-34- İmdi her bir nefsin bütün müktesebatı
üzerine kaim olan, hükümran olan zatı mı alaya alıyorlar? O'nu mu inkâr
ediyorlar? Yani, her nefis üzerine ve o nefsin bütün yaptıkları ve kazandıkları
üzerine gözcü, gözetici, yönetici ve hakim olan, her nefse istemiş ve yapmış
olduklarına karşılık hayır veya şer, sevap veya günah veren ve o nefsi yaptıklarından
sorumlu tutan, hasılı Rahmân olmakla beraber adının da sahibi bulunan yüceler
yücesine mi karşı geliyorlar? Hiç O'na şirk koşulur mu? O, hiç başka bir
varlıkla kıyas olunur mu?
Hasılı "Kaimun ala külli nefsin bima
kesebet (Bütün yapıp ettikleriyle birlikte nefisler üzerinde hükümran) olan
başka biri var mıdır? Bu isme hakkıyle sahip bulunan kimdir? Allah değil mi?
Halbuki onlar tuttular Allah'a ortaklar uydurdular. De ki, Ey Muhammed! Onların
isimlerini söyleyin bakalım! O uydurduğunuz ortaklar içinde böyle ismine sahip
olabilecek bir tane bile bulabilecek misiniz? Acaba yeryüzünde O'na, (yani
Allah'a), bilemiyeceği bir şey mi haber vereceksiniz? Yani, gökleri ve yeri,
bütünüyle enfüsü ve afakı yaratan Allah Teâlâ biliyor ki, kendisinden başka
yoktur. Siz yeryüzünde O'nun bilmediği bir şeyi bileceksiniz de "işte
filan vardır" diye haber mi vereceksiniz? Hiç şüphe yok ki, bu imkansızdır
ve mümtenidir. Yoksa sırf zahiri, (yani lafzı var), anlamı yok boş bir laf mı
söyleyeceksiniz? Zenciye "kâfur" demek gibi, sırf lafzî bir isim mi
uyduracaksınız? Hiç şüphe yok ki, o uydurduğunuz ortakların isimlerini
söyleyecek olursanız, içlerinde Allah'a eşdeğer olacak bir isim
bulamayacaksınız. Olsa olsa bir misal olarak muhtevasız (içeriksiz) ve
müsemmasız bir isim, gerçekte anlamı olmayan soyut bir lafız, yalan bir kelime
ortaya atacaksınız ve saçmalayacaksınız. Fakat kâfirlere mekirleri, kendi
düzenledikleri oyunları güzel gösterilmiştir. Ve yoldan engellendiler.
"Onlara dünyada bir azap vardır. Ahiret azabı ise daha zorludur..."
Meâl-i Şerifi
35. Müttakilere vaad olunan cennetin misali
şöyledir: Altından ırmaklar akar durur, yemişleri süreklidir, gölgeleri de.
İşte bu, takva yolunu tutanların akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti de ateştir.
35- Muttakilere vaad olunan cennetin temsili
(meseli), (yani size acaip bir misal gibi gelecek özellikleri,) temsilî olarak
şöyledir. O cennet bir misal olarak şöyle tasvir olunabilir: Altından ırmaklar
akar durur. Öyle ırmaklar ki, Muhammed Sûresi'nde (âyet 15) geleceği üzere
berrak sudan, halis sütten, lezzetli şaraptan ve süzülmüş baldan olanları
vardır. Yemişleri daimidir, kesintisiz ve süreklidir. Dünya yemişleri gibi
belli bir mevsime mahsus değildir, geçici de değildir ve gölgesi de öyledir.
Çekilip uzamaz, zeval bulmaz, güneşi yakıcı değildir, karanlık da basmaz. Hep
serin bir gölgelik ve aydınlık şeklindedir, ebedî bir dilenme yeridir. İşte o,
yani cennet kötülükten sakınanların, (küfür ve günahtan sakınıp, kurallara
titizlik gösterenlerin) akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti ise ateştir.
Acaba ehli kitap olanlar bu iki sınıftan
hangisindendir, diye merak edilecek olursa:
Meâl-i Şerifi
36. Bir de kendilerine kitap verdiklerimiz,
sana indirilen (vahiy) le sevinç duyuyorlar. Bununla beraber hizipleşenlerden,
âyetlerin bir kısmını inkâr edenler de vardır. De ki: "Ben ancak Allah'a
kulluk etmekle ve O'na şirk koşmamakla emrolundum. Ben O'na davet ediyorum,
dönüşüm de O'nadır."
37. Ve işte biz o Kur'ân'ı Arapça bir hüküm
olarak indirdik. Yemin olsun ki, eğer sen, sana vahiyle gelen bu bilgiden sonra
onların keyiflerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost vardır, ne de
bir koruyucu.
36- Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz
de, yani yahudi ve hıristiyanlar da sana indirilen (vahiy, yani Kur'ân) ile
ferahlanırlar, sevinç duyarlar. Gerek yahudilerden, gerek hıristiyanlardan
olsun ehli kitap, Kur'ân'a vakıf olunca mutlaka bir ferahlık duyarlar. Fakat
bunlar iki kısımdır: Bir kısmı, Abdullah b. Selam ve benzerleri gibi, tam
anlamıyla ehli kitaptırlar; Tevrat ve İncil'in gerçek anlamını kalblerinde
hissedip, yüreklerinde duyanlardır. Bunlar bütün içtenlikleriyle Allah'ın
emirlerini yerine getirmeye çalışanlardır ki, Kur'ân'ın bütününden, baştan sona
bütün âyetlerinden ferah ve sevinç duyarlar ve onun ilâhî vahiy olduğunu anlar,
derhal Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in hak peygamberliğini tasdik ederek
müslüman olurlar. Diğer bir kısmı da vardır ki, Kur'ân-ı Kerîm'in "Biz
Tevrat'ı muhakkak ki, hidayet ve nur olarak indirdik" (Maide 5/44) gibi
önceki kitapları ve peygamberleri medh ve tasdik eden, onların hükümlerinden
bazı misaller veren belli âyetlerinden ferahlanırlar ve yalnızca bu noktalara
kalsa Hz. Muhammed'in peygamberliğini de kabul ve tasdik etmek isterler, ancak
kendilerinin teslis, teşbih vs. gibi yoldan sapmalarını, Allah'ın âyetleri
üzerindeki tahrifatlarını ve ilâhî hükümler üzerinde yaptıkları değişiklikleri
konu eden âyetlere gelince, onlar hiç hoşlarına gitmez. Hemen inkâra saparlar.
Bundan dolayı buyuruluyor ki:
Ahzaptan da, (yani, ehli kitabın Hz.
Peygamber'e karşı kin ve düşmanlıkta birleşip, birbirlerine muhalif hizipler
meydana getiren çeşitli gruplarından da) öyle kimseler vardır ki, Kur'ân'ın
hepsini inkâr edememekle beraber basızını inkâr eder. Yani, hoşlanmadığı
âyetlerini inkâr eder. Çünkü heva ve heveslerine uygun düşmez. Mesela yahudi
hizbi "Meryemoğlu İsa Mesih, Allah'ın Resulüdür ve Meryem'e ilka ettiği
kelimesidir ve Allah'dan bir ruhtur" (Nisa 4/171) âyetini inkâr eder. Oysa
hıristiyanlar bununla sevinirler. Onlar da "Allah'a üçtür demeyin! Buna
son verin, sizin için hayır olur." (Nisa 4/171) ve "Şüphesiz ki,
'Allah, Meryem oğlu İsa Mesih'tir' diyenler elbette kâfir olmuşlardır"
(Maide 5/71) gibi âyetleri inkâr ederler.
Sen de ki, ben ancak Allah'a ibadet etmeye,
ancak Allah'ı mabud tanıyıp, ona kulluk etmeye ve O'na şirk koşmamaya memurum,
bununla emrolundum. Yalnızca O'na davet ediyorum" "De ki: Ey ehl-i
kitap! Bizimle sizin aranızda eşit olan kelimeye geliniz ki, o kelime,
Allah'dan başkasına ibadet etmemek, hiçbir şeyle O'na şirk koşmamak ve Allah'ı
bırakıp da birbirimizi tanrılar edinmemektir" (Al-i İmran 3/64) diyorum.
Ve dönüş yerim ancak O'dur.
37- Ve işte böyle, esas itibariyle bütün ehli
kitaba ferah verecek ve üzerinde ittifak edilecek temel ilkeleri, aslına uygun
olan ve aykırı düşen bütün ayrıntıları tek tek ortaya koyan ve bütün hedefi
tevhid inancıyla Allah'a yönlendirmek olan bir indirişle Arapça bir hüküm, yani
Arap diliyle ifade edilmiş ve bütün anlaşmazlıklar üzerinde hakim bir kanun,
incelikleri çözmede bir hikmet olarak indirdik onu. İşte bu özelliklerle
indirildi sana indirilen bu kitap ya Muhammed!
Kur'ân işte böyle her kitabın üstünde ve bütün
milletler üzerinde hakim bir hak kitaptır. Bununla beraber Arapça'dır. Arap
diliyle indirilmiştir. Dile getirdiği ilâhî hükümler Arapça olarak ifade
edilmiştir. Hükmünün geçerliliği Arapça olan aslına uygunluk şartına
bağlanmıştır. Bundan dolayı daha önce indirilmiş olan semavi kitapların,
Kur'ân'a uymayan, Kur'ân'ın onayından geçmeyen hükümleri ile amel etmek caiz
olmayacağı gibi, Kur'ân'ın tercemelerine de bu hakimiyet isnad edilemez ve
tercemelerden doğrudan doğruya hüküm çıkarmaya kalkışmak da doğru olmaz. Hüküm
ancak Arapça indirilmiş olan aslına aittir. Demek ki, Kur'ân, yalnızca tilavet
edilmekle kalmamalı, mücebince amel edilip, bütün hükümleri insanlar arasında
icra edilmelidir. (Maide Sûresi'nde (âyet 48) ve Nisa Sûresi'nde
"Gerçekten de Biz sana bu kitabı indirdik ki, insanlar arasında, Allah'ın
sana gösterdiği gibi hükmedesin diye..." (âyet 105. Bu âyetlerin tefsirine
bkz).
Ve sana gelen bu bilgiden sonra onların
keyiflerine uyacak olursan, yani, Kur'ân'ın bazı hükümlerini inkâr eden
hiziplerin inkârları heva ve hevestir, bir keyfiliktir. Onlar Hakk'ın hükmünden
hoşlanmazlar da hevalarına, gönüllerinin arzularına uyarlar, kendi keyfi
arzuları hakim olsun isterler. Sana gelen ise heva ve heves değil, gerçek
ilimdir. Binaenaleyh bu ilim sana geldikten, bu kitabın âyetleri ile Hakk'ın
hükmü sence bilindikten sonra da bilfarz onların heveslerine uyacak olursan,
Allah bilir ya Allah'dan sana ne bir velî, bir dost bulunur, ne de bir vikaye
edici, yani koruyucu. Ki o takdirde Allah'dan sana gelebilecek musibetlere ve
belalara karşı seni koruyacak bir dostun, bir vikaye edicin, yani koruyucun
olabilsin.
Kur'ân'ın bazı kısımlarını inkâr ile Hz.
Muhammed'in hak peygamberliğine itiraz etmek isteyen çeşitli hiziplerin inkâr
ve iddiaları ne kadar havaî ve ne kadar boş, ne kadar sarkak ve çarpıktır:
Meâl-i Şerifi
38. Andolsun ki, biz senden önce de
peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni
olmadan herhangi bir âyet getirmek ise hiçbir peygamberin haddi değildir. Her
ecel için bir yazı vardır.
39. Allah dilediğini imha eder, dilediğini de
yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır.
40. Onlara vaad ettiğimiz azabın bir kısmını
sana göstersek, yahut seni, onu görmeden vefat ettirsek, yine de sana düşen
sadece tebliğ etmek, bize düşen de hesaba çekmektir.
41. Görmüyorlar mı ki, biz yeri etrafından
eksiltip duruyoruz. Allah öyle hükmeder ki, O'nun hükmünü engelleyecek kimse
yoktur. O çok hızlı hesap görür.
42. Onlardan öncekiler de hileler yapmışlardı.
Fakat sonuçta bütün hileler(in cezası) Allah'a aittir. Her nefsin ne
kazandığını O bilir. Bu dünyanın akıbetinin kime ait olduğunu kâfirler de
yakında bilecekler.
43. O kâfirler: "Sen Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber değilsin" diyorlar. De ki: "Benimle sizin
aranızda şahit olarak Allah yeter, bir de yanında kitap ilmi bulunan (yeter)."
38- Andolsun ki, biz gerçekten senden önce de
peygamberler gönderdik onlara da zevce (eş)ler ve zürriyetler verdik. Buna göre
senin de birtakım meşru zevcelerinin, nikahlı eşlerinin ve evlatlarının
bulunması ne diye senin peygamberliğine engel teşkil etsin? Ehli kitaptan
çeşitli hizipler, kendi heva ve heveslerince Hz. Muhammed'in peygamberliğini
inkâr için bazı şüpheler ileri sürmek istemişlerdir ki, başlıcaları şunlardır:
1. Müşriklerle ağız birliği içinde olan
bazıları "Allah resulü, insanüstü özelliklere sahip olmalı, melek
cinsinden olmalı" diye tutturuyorlardı. Böylece beşer olarak yaratılmayı
peygamberliğe aykırı farzederek, "Biz nasıl olur da kendimiz gibi bir
beşerin ardından gideriz?", "Bu ne biçim peygamber yemek yiyor,
sokaklarda gezip dolaşıyor?" diyerek akılları sıra Hz. Peygamber'i
ayıplamaya ve inkâra kalkışmışlardı ki, bu noktalara diğer sûrelerde gerekli
cevaplar verilmiştir. Yine bu kuruntuyu değişik açılardan dillerine dolayan
birtakım hıristiyanlar da Hz. Peygamber'i özellikle birden fazla kadınla
evlenmiş olmasından dolayı ayıplamaya çalışıyorlar. Ve "Eğer Muhammed
peygamber olsaydı böyle kadınlarla meşgul olup, evlad ve iyalle uğraşır mıydı?
Yahya ve İsa gibi,onun da tek başına münzevî bir hayat yaşaması gerekmez miydi?"
diyorlardı ki, bu gün de hıristiyanlar bu gibi propagandalara hız vermek
istiyorlar. Halbuki böyle bir iddia Yahya ve İsa peygamberlerden önce gelmiş ve
onlar tarafından tasdik ve teyid edilmiş olan birçok peygambere, yani Davud ve
Süleyman'dan Musa, Yakup ve İbrahim'e hatta Nuh ve Âdem'e varıncaya kadar Eski
Ahid'de ve İncil'de haber verilen birçok peygamberin hepsini inkâr etmek gibi
bir çelişkidir ki, bu da iddia edilen hıristiyanlığı kökünden inkâr etmektir.
Zira bu peygamberlerin çoğu bir tane değil, müteaddit ve hatta Davud
aleyhisselâm gibi bazıları yüz kadar kadınla evlenmiştir. Peygamberler güzide
zürriyetler yetiştirmişler ve böylece beşer soyunun manen olduğu gibi maddeten
de tertemiz babaları, ataları olmuşlardır. Ve işte bu âyette, her şeyden önce bu
tarihî hakikat açıklanarak, o bir kısım ehli kitap hiziplerinin Hz. Peygamber'e
arşı zevceler ve evlatlar gerekçesiyle inkâr ve itirazlar, yalnızca Hz.
Muhammed'in peygamberliğini değil, geçmiş peygamberlerin hemen hepsini, hatta
İsa ve Yahya da onları peygamber olarak tanımış ve tanıtmış olduğu için, bu
ikisinin peygamberliğini inkâr sonucuna götürür. Nereden bakılırsa bakılsın bu
gerekçe bir çelişkiden başka bir şey değildir. Böylece bir peygamberin
insanüstü özellikler taşıması, yani melek cinsinden olması iddiası da batıl bir
iddia durumuna düşmüş olur.
2. Bir kısmı da peygamberi, haşa bir ilâh gibi
farzederek ve mucizeleri sanki peygamberler kendileri yapıyormuş gibi sanarak:
"Muhammed eğer peygamber olsaydı, diğer peygamberler gibi kendisinden her
ne âyet istenirse, her ne mucize talep edilirse derhal yapıvermesi gerekmez
miydi?" demişler. Buna cevap olmak üzere buyuruluyor ki: Ve hiçbir
peygamber için Allah'ın izniyle olandan başka bir mucize getirmek söz konusu
değildir.
3. Hz. Peygamber, gaybden haber olmak üzere
kâfirleri azab ile uyarıp müminleri nusret ve rahmet ile müjdeledikçe yukarıda
da geçtiği üzere, kâfirler "hani nerde o azap?" diyerek acele
ediyorlardı. Başlarına gelecek belanın gecikmesini şüpheye vesile edinerek
"Hani ya o vaad ve vaîtler nerde kaldı? Demek ki yalanmış, aslı
yokmuş" diyorlardı. Buna cevap olmak üzere de buyuruluyor ki: Her ecelin
bir kitabı vardır. Yani haber verilen o vaad ve vaîdlerden her birinin
yazılmış, kararlaştırılmış bir vakti, bir saati vardır. Belli bir vakitle
müecceldir. Her vaktin, tanınmış olan her sürenin Allah katında ayrı bir
yazısı, özel bir hükmü vardır ki, ahvalin ihtilafı ile ilgili olarak, hikmet
gereğince yazılmıştır. Ve bu müddet içinde kendini düzeltmek, kurtuluş
yollarını araştırmak veya heva ve hevesine kapılıp azabı gerektiren işler
işlemek için insanlara bir mühlet tanınmış, birtakım imkanlar sunulmuştur.
Binaenaleyh Allah, her birinin yazılı vaktini gözetir. Ve bundan dolayı çeşitli
zamanlar için başka başka kitaplar nazil olmuştur. Mesela, Musa zamanının
kitabı başka, İsa devrinin kitabı başkadır. Velhasıl her zaman için bir kitap
vardır. Ve son zamanın kitabı da Kur'ân'dır. Onun için Arapça bir hüküm olan bu
kitap önceki kitapların esasını, temel ilkelerini yeniden hükme bağlayıp tahkim
eder, onlardaki bazı hükümleri de neshedip değiştirir.
4. Ehli kitaptan yahudi hizbi gibi, bir kısmı,
neshi inkâr ediyor ve öyle zannediyorlardı ki, "nesih bir bir bedayı,
yani, önce bilinmeyen bir ilmin, sonradan elde edilmesiyle önceki hükümden
caymayı gerektirir. Allah Teâlâ bilgisizlikten münezzeh olduğu için ilâhî
hükümlerde nesih olmaz" diyorlardı ve "madem ki, Kur'ân'da daha
önceki kitapların hükümlerini nesheden âyetler vardır, o halde bu kitap Allah
kelâmı olamaz, bunu getiren kimsenin de peygamber olmaması gerekir" diye
iddia ediyorlardı. Ve böylece yahudiler, Kur'ân'ın, Musa'yı peygamber, Tevrat'ı
da vahiy mahsulü bir kitap olarak tasdik etmesinden yararlanarak, Tevrat'ı
hiçbir şekilde nesih kabul etmez hakim bir ana kitap ve Musa şeriatını da
değişmez bir din farzederek İncil'i de, Kur'ân'ı da inkâr ediyorlar. Hz.
İsa'nın nübüvvetini olduğu gibi Hz. Muhammed'in risaletini de tanımak
istemiyorlardı. Sanki Musa şeriatında, Yakup, İshak ve İbrahim'den Nuh ve
Âdem'e kadar gelmiş geçmiş olan peygamberlerin şeriatlarından hiçbir hüküm
değiştirilmemiş gibi batıl bir iddia peşinde koşuyorlardı. Fakat
Hıristiyanlıkta Yahudiliğe ait belli bazı hükümler değiştirilmiş olduğu ve
ezcümle Cumartesi'nin Pazar'a dönüştürüldüğü inkâr olunamıyacak bir vakıa
bulunduğu cihetle yakın zamanlara kadar hıristiyanlar neshi inkâr etmiyorlardı.
Çünkü neshi inkâr ettikleri takdirde Musevilere karşı İseviliğin hiçbir anlamı
kalmazdı. Fakat son zamanlarda Protestanlar bunu düşünmeyerek müslümanlara
karşı yahudiler gibi neshi inkâra kalkıştılar. (Bu konuda Hindli Rahmetullah
Efendi'nin "İzharulhak" adlı eserine bkz.).
39- İşte herhangi hizipten olursa olsun nesih
meselesini inkâr edenlere karşı buyuruluyor ki; Allah dilediğini mahveder,
dilediğini yerinde sabit tutar. Gerek yaratmada, gerek hüküm koymada dilediğini
mahveder. Varlık âleminden siler, hükümden düşürür, yürürlükten kaldırır, izini
yok eder, dilediğini de onun yerine geçirir veya doğrudan doğruya yenisini
yaratır. Evvela yaratılışta görülüyor ki, Allah Teâlâ, âlemde birtakım şeyleri
yok edip, ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri durduruyor ve yeniden
vücuda getiriyor. Mesela bir milleti mahvediyor, diğer bir milleti yaşatıyor.
Aynı şekilde bir kavim içinde Zeyd ölürken bir Amir doğuyor veya Ahmed yaşamaya
devam ediyor. Aynı şahısta ve aynı varlıkta hastalık, yaşlanma vs. gibi
sebeplerle durmadan durum değişikliği oluyor. Bedende hücreler bir yandan
ölürken, bir yandan da yenileri onların yerine geçiyor. Mesela ticaret
hayatında aynı kişi bazı işlerinde kâr ediyor, bazılarında zarar ediyorlar.
Allah, bazan onun rızkını arttırır, bazan azaltır, ecelini ve ömrünü uzatır,
kısaltır seadetini şekavete, şekavetini seadete dönüştürür. Tevbe edenin
günahlarını, amel defterinden siler, yok eder, onun yerine, sevap yazar, ilh...
Öyle ki, bütünüyle kâinat, bir taraftan harfleri ve satırları silinip, diğer
taraftan yazılan bir kitap gibidir. Böyle iken kâinatın sayfa düzeninde,
hikmetli akışında ne bir silinti, ne de bir kazıntıdan eser bulunmaz, kusursuz
olarak işler. İşte ilâhî yaratılışta böyle olduğu gibi, teşri hususunda da durum
böyledir: Allah Teâlâ, bir süre için yürürlükte tuttuğu bir şer'î hükmü, diğer
bir zaman için yürürlükten kaldırır, yerine başka bir hüküm getirir: Hükümlerin
bir kısmını başka hükümlerle nesheder. "Eğer biz bir âyetin hükmünün
kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya dengini
getiririz" (Bakara 2/106) âyetinin gereğince o hükmün yerine ondan daha
hayırlısını ya da en azından onun gibisini ikâme eder. Çeşitli devirlerin ve
farklı toplumların durumlarına uygun düşen çeşitli şeriatler bulunur. Böylece
"her ecelin bir kitabı var" olmuş olur. Çünkü kitaplar, şeriatlar
dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için, insanların uyması gereken
kurallardır. İlahî irade ve meşiyyetin gereğince devirden devire insanların ve
toplumların ihtiyaçları değişik olduğundan, ona göre, hükümlerin değişmesi de
ilâhî hikmetin gereğidir. Bununla beraber Allah Teâlâ, dilediği bazı hükümleri
de neshi mümkün olmayacak şekilde muhkem ve sabit kılar ki, bu gibi hükümler,
her devir için şeriatin temel ilkeleri "usûlu-i şeriat", diğerleri de
ayrıntı sayılan dallar "furu-i şeriat"dır. (Maide Sûresi'nde 48.
âyete bkz). Bundan dolayı Kur'ân, Tevrat ve İncil'in ve diğer ilâhî kitapların
önemle üzerinde durdukları temel ilkelerden bir kısmını destekliyerek, ehli
kitabın hepsini sevindirip ferahlandırırken, o kitaplarda ahir zamanın
şartlarına uygun olmayan birtakım hükümleri de neshedip ortadan kaldırır. Ve
hatta, Kur'ân'ın kendi bünyesi içinde de nasih ve mensuh vardır. Ve bundan
dolayıdır ki, Kur'ân bütün kitaplar üzerinde, müheymin (gözetici) ve bütün
zamanların değişikliğine hakim Arapça bir hüküm kitabıdır.
Allah, böyle "dilediğini imha ve
dilediğini ibka ve isbat eyler", ve ana kitap ancak O'nun katındadır.
Bütün kitapların ilk kaynağı, aslı, esası olan, hiçbir şekilde değişmeyecek,
mahvi mümkün olmayan ana kitap, daha doğrusu kitabın anası, "düstur-i
âlâ" denilen kütük ancak O'nun katındadır ki, o "Levh-i Mahfuz"
veya "ilm-i ezelî-i ilâhî"dir. Değişecek ve değişmeyecek olan, giden
ve kalan işte her şey o kitapta yazılıdır. Hepsi bilinmektedir. Onun için dinin
temel ilkelerinden olmayan konularda şeriatler arasında veya aynı kitapta
meydana gelen nesihlerden dolayı, Allah Teâlâ'ya hiçbir şekilde beda lazım
gelmez. Ve yine onun içindir ki, tekvin ve teşride mahiv ve isbat cereyan
ettiği halde Ana kitaba (Ümmü'l-kitaba) göre , her şey "yazılmış,
bitmiştir, kalem kurumuştur." Kâinatta yeniden yazılacak, yeniden
programlanacak hiçbir şey yoktur. Her şey yerli yerinde ve yazılıp
programlandığı şekilde akıp gitmektedir. Binaenaleyh Tevrat veya İncil'i
"Ümmü'l-kitap" olarak farzedip de nesih kabul etmez diye iddia eden o
inkârcı ehli kitap hiziplerinin inatları ve inkârları ne kadar boş, ne kadar
batıl hevestir. Halbuki Kur'ân'dan önceki kitaplar, yalnızca nesihten değil,
tahriften de uzak kalamamışlardır.
40- Onlara yaptığımız vaidlerin bir kısmını
sana göstersek de veya seni vefat ettirsek de, yani, o inkârcılara vaad
ettiğimiz ceza ve azabın hepsi gerçekleşecek ve sen bazısını dünyada gözlerinle
görecek olsan da, hiçbirini sana göstermeden seni bu dünyadan alacak olsak da,
sen bununla bağlı değilsin. Sen onların başlarına geleceği görüp görmeyeceğini
düşünmeden vazifeni yapmaya devam et. Hiç birini görmeden vefat edecek olsan
bile yine de görevini sürdür. İster gör, ister görmeden ölmüş ol, her iki
durumda da sana düşen, boynuna borç olan şey tebliğdir. Yani sen bir peygamber
olarak, üzerine vacip olan görev, peygamberliğin gereği olan hükümleri
tebliğden ibaretttir. O tebliğin gereğini ifa ve icra etmek ve sonuçta onun
hesabını görmek ve yine bu arada onlara haber verdiğin azapların gerçekleşip
gerçekleşmediğini görmek senin görevlerin arasında değildir. Senin işin
yalnızca tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. O kâfirlerin hesabını
görmek, amellerinin cezasını vermek bize aittir. O işi yapacak olan biziz.
Binaenaleyh sen, emek ve gayretlerinin semeresini görüp görmeyeceğini hesaba
katmadan çalış, bu uğurda can vermek gerekse bile vazifen olan tebliği yap,
gerisini bize bırak.
41-O inkârcılar görmüyorlar mı ki, biz kudretimizle
yere geliyor onu etrafından eksiltip duruyoruz. Yani, bizim mahvimizi ve
isbatımızı kabul etmek istemiyen o inkârcılar, baksalar ya, yukarıda
açıklandığı üzere, önce rahmet ve kudretimizle meddetmiş ve ayaklarının altına
sermiş olduğumuz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? O serili yeri, üzerinde
yaşadıkları o geniş toprakları, etrafından kudretimizle sarıp sıkıştırmıyor,
onu eksiltmiyor muyuz? Daraltmıyor muyuz? O ilk medde karşılık onda cezirler
yapmıyor muyuz? Veya çeşitli yeryüzü olayları ile onu aşındırıp parçalamıyor
muyuz? Veya o kâfirlerin vatanlarını peyderpey çevresinden eksiltip durmuyor
muyuz? Nüfuslarını, topluluklarını kırarak, dağıtarak, feyiz ve bereketlerini
azaltarak, arazilerini, yurtlarını daraltarak, güçlerini ezikliğe, kemallerini noksana
dönüştürmüyor muyuz? Yerdeki bu değişikliği veya vatanlarındaki bu daralmayı,
bu sıkışmayı görmüyorlar mı? Allah, öyle bir hüküm ve hükumet yapar ki, O'nun
hükmüne muakkıp yoktur. Onun verdiği hükmü, arkasından takip edecek, ona
yetişip de onu değiştirecek, nakzedecek ve engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir
kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve merci yoktur. Ve O, hızlı hesap
görendir. Şu halde o hesap ve azap demleri çok uzaktır, belki bize hiç sıra
gelmez şeklinde boş hayallere hiç kimse kapılmasın. O'nun hesabı da, azabı da
bir anlık meseledir. Allah murad edince göz açıp yummadan geliverir.
42- Onlardan öncekiler de mekirler yaptılar.
Allah'a, peygamberlere, kitaplara ve müminlere karşı birtakım hilelere baş
vurdular, tuzaklar, oyunlar düzenlediler, entrikalar çevirdiler fakat sonuç
itibariyle mekir, bütünüyle mekir ancak Allah'ındır.
Allah'ın mekrine göre, diğerlerinin yaptığı
mekirler hiçtir; mekir bile sayılmaz. Çünkü mekrin hakikatı, başkasına gizli,
sezilmesi, anlaşılması mümkün olmayan bir kötülüğü ona iletmektir. Onu bilmeden
oyuna getirmek, kötü duruma düşürmektir. Oysa Allah'dan gizli olan bir şey
yoktur: Kulların bütün yaptıkları ve yapacakları Allah tarafından
bilinmektedir. Her şey O'nun bilgisi ve kudreti altında cereyan etmektedir.
Bundan dolayı, mekir yapanların yaptıkları mekir de bir amelden, bir kesipten
başka bir şey değildir. Yaratma ve etki Allah'dandır. Bu suretle onlar oyun
yapmaya çalışırken, sadece kendi kendilerini aldatmış ve kendi düşecekleri
kuyuyu kazmış olurlar. Allah'ı oyuna getirmek mümkün olmadığına göre,
yaptıkları işle başlarına gelecek oyuna kendileri sebep olmuş olurlar. Allah
bir yere kadar kesiplerini yaratır, onlar da başardık, başarıyoruz
zannederlerken, o oyunlarının cezası olarak Allah tarafından öyle gizli bir
belaya uğratılırlar ki, bütün zan ve tahminlerinin aksine mahvolur giderler.
O halde hilekarlık yapmaya çalışanlar,
bilmelidirler ki, yaptıkları hileler, sonuçta Allah'ın kendilerine bir
oyunudur. Allah, hiç haberleri olmadığı, hiç ummadıkları bir şekilde
mekirlerini başlarına geçiriverir. Aldatıyoruz, oyuna getiriyoruz zannettikleri
doğruları da mükafatlandırır. Çünkü Allah aldanmaz ve aldatanları sevmez. Her
nefis ne kazanırsa bilir. O kâfirler de ilerde bileceklerdir ki, bu yurdun
akıbeti kimindir
43- O kâfirler bir de derler ki, sen mürsel
değilsin, yani Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber değilsin. Böylece
senin hak peygamber olduğunu inkâr ederler. Ey Muhammed! De ki, benim aramla
sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Yani Allah Teâlâ, bana indirdiği,
bende açığa çıkardığı kesin deliller, açık âyetler ve beyyinelerle benim
peygamberliğime şahitlik etmektedir. Her şahitlikten yüksek olan bu Allah
şahitliği, diğer şahitlerin şahitliğine artık ihtiyaç bırakmaz. Benim
doğruluğumu isbat için başka hiçbir şahitliğe ihtiyaç kalmadan benim için kâfi
gelir. Ve o âlim ki, yanında kitap bilgisi vardır. Kur'ân ilmine veya genel
olarak kitap bilgisine sahiptir. Yani Arapça bir hüküm olan bu kitap, bu
Kur'ân, benim peygamberliğime başlı başına bir şahittir, yeterli bir belgedir.
Ancak bunun böyle olduğunu bilmek, bunu anlayabilmek için kitap ilmine sahip
olmak, bu kitabın anlatımındaki fesahat ve belağati, bildirdiği gayb
haberlerini anlamak, dile getirdiği bunca ilimleri bilmek, hasılı dilinden ve içeriğinden
anlamak gerekir ki, bunun hak kitap olduğunu takdir edebilsin. Bunu bilen
"ilim sahipleri sırf doğruyu ayakta tutma" aşkıyla onun hak olduğunu
itiraf eder ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlik eyler. Ve hatta bundan
önceki kitaplarda, bu arada Tevrat ve İncil de dahil Hz. Muhammed'in
peygamberliğini haber veren ve müjdeleyen âyetler, belge niteliğinde ifadeler
vardır. Bunları hakkıyla bilen ve bu gibi kitapların bilgisine sahip olup da
taassup göstermeyen, heva ve hevesine uymayan insaflı ehli kitap âlimleri de
buna şahitlik ettiler.
Bakınız bundan sonraki İbrahim Sûresi'nin ilk
âyetinde Allah Teâlâ, nasıl şahitlik ediyor:
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
rad - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.