Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Nisa Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
4-NİSA:
Bu sûre de birçok şer'î hükümleri ve
teklifleri kapsamaktadır. Baş tarafında Allah'ın hakları, bütün insanlığın
kardeşliği, çocuklara, kadınlara, yetimlere acıma, şefkat gösterme ve
haklarının verilmesi, mallarının korunması, evlenme ve miras gibi hususlarla
ilgili emirler ve hükümler ile başlamış, sûrenin sonu da bu konularla
bitmiştir. Orta kısmında da aile terbiyesinden başlaması lazım gelen temizlik,
namaz, cihad, amirlere itaat gibi emirleri ve yükümlülükleri kapsamıştır. Bütün
bunlar, insanın yaratılışı ile ilgili ve terbiye esasına dayalı bulunduğundan
dolayı sûre: "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının..."
hitabı ile başlamış ve bu konularda kadının ve kadınlığın pek önemli bir yeri
bulunmasından dolayı da ilk âyetinden itibaren kadının yaratılışına ve şerefine
dikkat çekilmiş, ismine de "Kadınlar Sûresi" denilmiştir.
İnsanlık unvanıyla başlayan bu genel hitap,
Bakara sûresinin başındaki ilk genel hitabı hatırlatıyor. O genel hitap
günahlardan sakınmak gayesiyle "Rabbinize ibadet ediniz" (Bakara,
2/21) emrini vermiş ve bunu insanların yaratılış delilleri ile aydınlatarak
şimdiki zamandan başlangıca doğru götürmüş ve özellikle Hz. Ademin yaratılış
bahsini hatırlatmıştı. Burada ise bu hitabı doğrudan doğruya günahlardan
sakınma emri takip ediyor. Bunu da özellikle kadınların yaratılışı ile beraber
yaratılış delili takip ediyor ki; bunda "Ey insanlar! Artık büsbütün
sakınma dönemine girmeniz ve aşağıda gelecek tarzda tekliflerin
(yükümlülüklerin) zevk ve hikmetinin manevi hazzını anlamanızın sırası geldi ve
sakınma konularının en önemlilerinden birisi de kadınlar konusudur." gibi
düzgün ve edebî bir anlatım vardır. Dikkat etmeye değerdir ki, Kur'ân'da ey
insanlar! hitabıyla başlayan iki sûre vardır; birisi bu sûre, diğeri Hacc
sûresidir. Bu sûre, Kur'ân'ın ilk yarısından dördüncü sûre olduğu gibi, Hacc
sûresi de Kur'ân'ın ikinci yarısından dördüncü sûredir. Bu sûrenin başında
sakınmanın sebebi, yaratılışın başlangıcına dikkat çekmekle belirtilmiş olduğu
gibi, o sûrede de yaratılışın sonu ve dönülecek yerin tanıtılmasıyla
belirtilmiş, "Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir." (Hacc,
22/1) buyurulmuştur. Bu şekilde iki sûrenin başları tertipli olarak başlangıç
ve dönülüp gidilecek yeri (ahireti) tanıtmış ve bununla her bir sûrede hakim
olan şer'î hükümlerin kayıt yönlerini de göstermiştir. Fahreddin er-Razî der
ki: "Bu konunun altında bir çok sırlar vardır..." Rabbinizin terbiye
ile ilgili emri ve koruması altına giriniz, emrine karşı çıkmaktan sakınıp
genellikle asayişe uyunuz, O'nun şiddetli cezasından korununuz. O Rabbiniz ki
sizi tek bir candan, bir şahıstan yarattı. Bundan dolayı, aslında hepiniz bir
babadan gelme kardeşlersiniz ve hepiniz insansınız ve bir yaratıcının
yaratıklarısınız. Bu prensipler üzerinde, hukukla ilgili esasları insanlık gerçeğine
ve terbiye esasına dayandırarak kardeşlik haklarına riayet etmeli ve Rabbinizin
emrine aykırı hareket etmekten sakınmalısınız. Evet Rabbiniz bir can yarattı ve
"O bir candan eşini de yarattı" (Nisâ, 4/1). Böyle bir nimet ihsân
etti. Biri diğerinin canından kopmuş bir çift meydana getirdi. "Bütün
çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir". (Yâsin, 36/36)
Ondan dolayı bu nimet ve gücün değerini ve büyüklüğünü takdir etmeli ve
yaratılışın, eşyanın tabiatının eseri değil, eşyanın yaratıcısı olan Allah'ın
kuvvetinin eseri olduğunu bilmeli, ona itâat etmeli ve azabından korkmalıdır.
Gözlem ve deneyle biliniyor ki, bir babadan
erkek çocuk olabildiği gibi dişi de olabilir. Halbuki yaratıcı kuvvet, eşyanın
tabiatında olsaydı; ne topraktan insan meydana çıkabilirdi, ne de bir erkekten
bir kız çocuk olabilirdi. Çünkü tabiat, düzenli ve uyumlu demek değil ise
hiçbir şey değildir. Halbuki ne erkek dişinin bir uyumu, ne de dişi erkeğin bir
uyumudur. Hiç kimse erkeğe dişi, dişiye erkek diyemez. Bunlar, iki çenekliler
gibi bir kökten yarılmış, özellikleri ayrı, vazifeleri birbirini tamamlayıcı
değişik tabiatlı bir çifttirler. Ve aynı zamanda bir kökün değişik
çeşitleridirler. Bundan dolayı, diğer arızalardan soyutlanarak, yalnız fen ve
ilim tabiatı adına düşünen ve konuşan tabiat ilimleri bilginleri de tam olarak
itiraf ediyorlar ki; her şeyi sırf tabiata isnad etmek iddiası ile eşyanın
çeşitliliğinin sebebini açıklamak mümkün değildir. Ve yaratıcı kuvvet, tabiatın
üstünde terbiye ile ilgili bir etki yapan ve eserlerini yaratmak ve seçmekle
meydana getiren yüce bir Rabb'dir. O halde tam manasıyla tabiat yoktur. Ve
tabiat fikri, ilmî bir prensip olamaz. Çünkü bugün kabul edilen bir tabiat,
yarın değişik şekillere girebilir. Ve onun içindir ki, sırf ilmî bir mukayese
her zaman için ilmin ölçüsü olamıyor. Olayların meydana gelişi akılları
durduruyor. Çünkü İblis de "Ben ondan (Hz. Adem'den) daha hayırlıyım. Beni
ateşten yarattın. Onu ise balçıktan yarattın." (Sâd, 38/76) diye ateşin
tabiatına göre yaptığı mukayese ile aldanmıştır. Gerçekten iş tabiatta olsaydı,
akla göre tabiat hiçbir zaman erkekten dişi, dişiden erkek çıkma sonucuna
varmazdı. Gerçek durum ise böyle değildir. Bütün insanlığın yaratılışının
başlangıcına çıkıldığı zaman ise mesele daha fazla açığa çıkmaktadır. Akıllar,
etkinin başlangıç noktasını ne kendilerinde ne de eşyanın tabiatında
görmemelidir. Hepsinin üstünde yaratıcı Allah Teâlâ'da görmelidir. O Yüce
yaratıcı ki bir kişiden eşini de yaratmak şeklinde ilâhî kuvvetini gösterdi ve
bu ikisinden bir çok erkekler ve kadınları yeryüzüne yaydı. Ve bugün var olan
insanlar böyle meydana geldi. Bundan dolayı hiç yokken topraktan seçmek
suretiyle insan yaratan ve o insandan eşini yaratan ve iki insandan,
birbirlerinden doğmaları suretiyle erkek dişi birçok çocuklar ve torunlar
yaratıp dünyaya yayan yüce yaratıcının ilâhlığının, bir şahıstan ordular,
milletler yetiştirebildiğini bilmeli ve ona göre tam bir iman ile vazifesini
yerine getirmeli, Allah yolunda hiç bir fedakarlıktan çekinmemeli ve evlenme
kuralına uymakla nüfusun çoğalmasına önem vermeli ve bunların ilâhî bir terbiye
ile yetişmesine çok dikkat etmeli ve evlenmeye sevk eden, yaratılıştan gelen
meyilleri, kötüye kullanmaktan sakınmalıdır. İşte bu şekilde bu günkü bir kaç
insan yarın dünyaları fetheden ve İslâmiyeti yükselten büyük bir ümmet
olabilir. Ve ahirette en büyük mutluluğu elde eder. Bu gerçekten dolayıdır ki,
Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Evleniniz ki üreyip çoğalasınız. Çünkü
ben kıyamet günü düşük çocuk bile olsa diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar
ederim."
Bu bir kişiden maksat, Hz. Âdem, eşinden
maksat da Hz. Havva olduğunda fikir ve görüş birliği vardır. Hz. Âdem
"Şüphesiz Allah Âdem'i seçerek üstün kıldı" (Âli İmran, 3/33). Ve
"Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona 'ol' dedi ve o da oluverdi"
(Âli imran, 3/59) ayetlerinden anlaşıldığı üzere, topraktan seçilerek
yaratılmıştır. Hz. Havva da, Âdem'in kendisinden ayrılarak yaratılmıştır. Bu
mânâ hadislerde "Havva, Âdem'in bir kaburga kemiğinden yaratıldı".
diye nakledilmiştir ki, bir yarılma mânâsına gelir. Ve bu mânâ eşlik
ilişkisinin temeli demektir. Bir sahih hadiste, "Kadın bir kaburga kemiği
gibidir. Kadın bir kaburga kemiğinden, bir eğri kaburga kemiğinden yaratıldı,
onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kırılması da boşanmasıdır."
buyurulmuştur.
Burada eğri kaburga kemiği, bu yarılmaya
işaret etmekle beraber erkekle kadın arasındaki tabiat uyumsuzluğuna ve
kadınların erkekleştirilmeye kalkışılması, onları kırıp atmak demek olduğuna
dair uyarıyı içeren bir misaldir. Bundan başka bu kısımlara ayrılmanın,
cennetteki yaratılış başlangıcında meydana geldiği de hadislerde yer almıştır.
"Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın." (Bakara, 2/35; A'raf, 7/19)
âyeti de buna delalet etmekte bulunmuş olduğundan cennetten yeryüzüne atılmaları,
yani dünyaya gelişleri, bu dallanmadan sonra demek olur. Bununla birlikte şunu
da hatırlatalım ki bir can Âdem, eşi de Havva olduğunda şüphe olmamakla âyet
bunu genel bir mânâ ile anlatmıştır. Çünkü âyet, bu anlamı, sırf haber olarak
değil, Allah'ın kuvvetinin delili olmak üzere şimdiki zamanda bilinen ve
görünen yaratılışın meydana gelişini delil göstererek anlattığına göre işin
başında şöyle ilmî bir tanıtımı kapsamaktadır: Görülüyor ki bugün var olan
insanların hepsinin yaratılışı önce birer babadan başlıyor. Anneler, aşılamayı
babalardan alıyor. Fakat hayret edilecek şey odur ki erkek olan babadan gelen
çocuklar hep erkek olmuyor. Bunda tabiatın uyum kuralı vuku bulmuyor. Bilakis
erkek cinsinin eşi olan dişi cinsi de tabiata aykırı olarak erkekten
yaratılıyor. Ve erkekle dişinin evlenmesinden bu sayede erkek ve kadın bir çok
çocuklar meydana geliyor. Ve bu şekilde dünkü bir Âdem, bir müddet sonra büyük
bir ailenin, bir kabilenin, bir ırkın babası oluyor, babalar kadınsız çocuk
yapamıyorlar. Fakat bu hususta aşılamayı yapan erkek ve alan kadın olmasından
dolayı erkek önce, kadın sonra geliyor. Bundan dolayı erkeklerin kadınlardan
dallanması (ayrılması)da beklenilmeyen bir iş olmakla beraber daha önce hepsi
erkekten dallanıyor, türemenin başlangıcı erkek oluyor. Şu halde genel olarak
erkek cinsi ile, genel olarak kadın cinsi karşılaştırılarak üzerinde
düşünüldüğü zaman; insanlığın yaratılışının her kuşağındaki başlangıcına göre
erkek birinci, kadın ikinci temel bulunduğundan dolayı, herşeyden önce kadının
her zaman erkekten ayrılmış olduğu bir analiz şeklinde meydana çıkıyor. Bundan
dolayı şimdiki zamandan başlangıca göz atıldığı zaman, türemenin ikiden dört ve
dörtten sekiz gibi bir matematiksel oran takip etmesinden dolayı bugünkü
milyarlarca insanların kökü ele alınınca matematiksel bir şekilde sabit olur
ki, insanlığın başlangıcı, Âdem ve Havva diye anılan bir çifte, yani bir
erkekle bir kadına döner. Ve bunlar arasında kök birliğini ifade eden bir nefis
ilişkisi vardır. Ve bu ilişkide erkek öncedir, kadın ondan sonradır. Ve bundan
dolayı o kadın, erkeğin canından ayrılmıştır, onun ruhundan kopmuştur. Ancak bu
dallanmada hayret uyandıran durum, daha fazladır. Çünkü artık zaruri olarak
onlardan önce anne ve babaları yoktur ve o kadının o erkekten ayrılması da bir
evlad ayrılması gibi değildir. İki cinsi taşıyan bir kök dalından çatallanan ve
ileride birbirleriyle karşılaşmak üzere karşılıklı bir çekim besleyen ve tek
bir gayeye hizmet eden değişik özellikli etkileyici ve bu etkiyi kabul edici
bir çift küçük yaprakçığın ayrılması gibidir. Bu ise topraktan insanı seçmek
gibi bizzat Allah'ın yaratması ile açıklanır. Gösterilen bu delilin tamam
olması için, dünyanın sonradan yaratılmış olduğu düşüncesini unutmamak gerekir
ki, bu konu daha önce açıklanmıştı. İşte âyet-i kerime, Adem ve Havva'nın
yaratılışını haber verirken şimdiki zamandan geçmişe giden böyle bir delil ile
sonuca varmayı da kapsayan bir beyan uslubu ile anlatmıştır. Bundan dolayı
âyetin mânâsı hem nakle, hem akle dayanır.
" Minhâ" (o nefisten) kaydı ile
erkeğin kadından önde bulunduğunu anlatırken aynı zamanda " eşini"
ifadesiyle de kadının yaratılışının, erkeği yalnızlıktan ve kısırlıktan
kurtaran büyük bir nimet olduğunu ve bu nimetin kötüye kullanılmamasının ve
şükrünün yerine getirilmesinin gerekli olduğunu da bildirir. Nitekim bir
hadiste Resulullah (s.a.v.), "Dünya bir eşyadır. Ve dünya eşyasının en
hayırlısı saliha kadındır." buyurmuştur. İnsanlar, bu nimeti kötüye
kullanmaya hazır bulunduklarından dolayı ilk önce sakınmaları emredilmiş ve bu
sakınma şu şekilde pekiştirilmiştir: "" Asım ve Hamza ve Kisâî
kırâetlerinde şeddesiz, diğer kırâetlerde şeddeli okunur. Mânâ birdir. Hamza
kırâetinde esre, diğerlerinde üstün okunur. Bundan dolayı, bunda iki ayrı
tefsir şekli vardır. Birine göre, "Birbirinizden bir şey rica ederken
Allah aşkına, Allah için senden şunu rica ederim, diye adına yemin verdiğimiz
Allah'a isyan etmekten ve o akrabaların haklarını ve itibarlarını gözetmemekten
korkunuz" demektir. Diğeri de, "O Allah'a isyan etmekten korkunuz.
Öyle ilâhî ve rahmânî bir ahlâk ile hareket ediniz, ki siz o Allah'a ve
akrabalara and vererek birbirinizden karşılıklı dilekleşmede
bulunursunuz." demek olur. Araplar, akrabalıktan dolayı önemli bir
yalvarmada bulunacakları zaman derlermiş ki, "Allah ve akrabalık hakkı
için rica ederim" mânâsınadır. Bu ikinci mânâ her iki kırâete göre de
mümkündür. Fakat birinci mânâ, Hamza kırâeti dışındaki diğer kırâetlerdedir.
Birincisinde hukuk yönü açıkça, ahlâk yönü kapalı olarak bildirilmiştir.
İkincisi de bunun tam aksinedir.
ERHÂM: Rahimin çoğulu, rahim nın kesresi ile
bilindiği gibi kadında çocuk yatağı olan özel organıdır. Fakat yakınlık ve
akrabalık sebeplerine de denilir. Nitekim sıla-i rahim, arkabaya iyilik; kat'-i
rahim, yakınlık ilişkisini kesmek demektir. Burada da yakınlık sebepleri
mânâsınadır. Her zaman rahim kelimesinin sevgi, merhamet, şefkat ve acıma
mânâsını anlattığı ve bunlar, kadınlığın yaratılışının gereği bulunduğundan
dolayı kadınlara acımak ve şefkat ile muamele etmek, şeref ve haysiyetlerini
yaratılışları gereğince korumak, tecavüzden ve kötüye kullanmaktan ve evlenme
gayesini bozacak yakışıksız şeylerden korumak ve aile fertleri, çoluk
çocukları, genel olarak akraba ve hısımlar hakkında da akrabalık inceliğine
yaraşan nazik ve çekici bir sevgi beslemek ve bütün bunlarda Allah sevgisi ile
Allah korkusunun özü demek olan Allah korkusu esas kabul edilip iyi ve kötüyü
bu açıdan düşünmek ve bundan dolayı bu ilişkilerde ne erkeğin ne kadının
yaratılış hikmetine ve türeme gayesine aykırı olan hırs ve nefse ait kibri, ne
de akrabaların Allahın emrine aykırı arzu ve meyilleri gözönüne alınmayıp, her
hususta Allah'ın hükmünün yerine getirilmesi lüzumu gösterilmiştir. Bu konuda
birçok hadis-i şerifler de vardır. Bazıları şunlardır:
1- "Rahim (akrabalarla ilişkiyi
sürdürmek) Arşa asılıp şöyle der: Beni gözeteni Allah gözetsin, beni terkedeni
Allah terketsin. "
2- "Allah Teâlâ şöyle buyurur: 'Ben,
Rahmanım, o rahimdir. Ben, ona ismimden bir isim türettim. Bundan dolayı onunla
ilgilenen, akrabalarla ilişki sürdüren ve iyilik yapana ihsanda bulunurum,
akrabalarla ilişkisini keseni de mahrum ederim."
3- "Allah'a itaat edilen şeylerde
akrabalık ilişkilerini sürdürmekten daha çabuk sevabı verilen hiç bir şey
yoktur. Allah'a isyan edilen amellerde de cezası, zinadan ve yalan yere
yeminden daha çabuk verilen hiçbir amel yoktur."
4- "Sadaka ve akrabalık ilişkilerini
sürdürmek, Allah bunlarla ömrü uzatır. Ve kötü ölümü defeder. Sakıncalı ve
tiksindirici şeyleri de defeder."
5- "Sadakanın en faziletlisi, düşman olan
akrabalara verilendir."
Özetle "Rabbinizden korkan" ifadesi,
genel olarak insanlar arasındaki umumi kardeşliğin bozulmasından ve erkekle
kadın arasındaki cinsel meyillerin kötüye kullanılmasından, "Allah'tan
korkun" ifadesi de aile ve akraba haklarının ve ilişkilerinin
bozulmasından sakınmayı kapsamaktadır.
Yani gerek genel ilişkilerde ve gerekse özel
ilişkilerinizde Allah'a isyan etmekten korkunuz. Çünkü her zaman Allah
üzerinizde gözcüdür. Bütün hareketleriniz Allah'ın kontrolü altındadır. Fiillerinizden,
sözlerinizden, niyetlerinizden hiç biri O'ndan gizli kalamaz. Görülüyor ki, bu
âyet-i kerime, derin bir belagatla sûrenin esas muhtevasına işaret etmiş ve
Âl-i İmran sûresinden sonra gelmesinden dolayı da savaş kayıplarını telafi etme
vasıtalarına dikkati çekmiştir.
2-Şimdi emr olunan sakınmanın tatbik
yerlerinin açıklanmasına başlanıyor. Ve ilk önce akrabalara acıma ile en çok
ilgisi bulunmak üzere yetimlerin haklarından başlanıyor. Şöyle ki: Akrabaları
gözetiniz ve yetimlere mallarını veriniz. Rivâyet ediliyor ki, Gatafan
oğullarından bir adamın yanında yetim bir kardeş oğlunun (yeğeninin) çokça bir
malı varmış, buluğ çağına erince malını istemiş, amcası engel olmuş. Bunun
üzerine bu âyet inmiş. O da Allah ve Resulüne itaat eder ve büyük günahtan
Allah'a sığınırız demiş ve malı teslim etmiştir. Hz. Peygamber de, "Böyle
nefsin cimriliğinden sakınıp Rabbine itaat eden, onun cennetine girer."
buyurmuştur. Çocuk da malını alınca Allah yolunda harcamış. Resulullah da,
"Sevab sabit oldu, fakat günah ebedî kaldı." buyurmuş. "Ey
Allah'ın Resulü! Sevabın sabit olduğunu anladık, günah nasıl ebedî kaldı? Allah
yolunda harcıyor." dediklerinde, "Çocuğun sevabı sabit, fakat
babasının günahı ebedî (kaldı)." buyurdu. Bilindiği gibi âyetin iniş
sebebinin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir. Ve birkaç âyet
sonra da bunun ne zaman verileceği açıklanacaktır. Bundan dolayı burada
"veriniz" demek "onlara göz dikmeyiniz ve sırası gelince hiç
zorluk çıkarmadan tam olarak veriniz ve vermek için iyi koruyunuz" demek
olur. Bunun için buyuruluyor ki "Hem de pisi temiz ile değiştirmeye
kalkmayınız". Bundan şu mânâlar anlaşılır:
1- Ey veliler veya vasiler! Elinizde bulunan
yetimin temiz, hoş bir malını kendinizin aşağılık kötü bir malınızla değişmeye
kalkışmayınız.
2- Yetim malı size haram ve pistir. Kendi
malınız ise helal ve hoştur. Bundan dolayı kendi helal olan malınızla, yetimin
haram olan malından bir değiştirme, bir alışveriş yapmaya kalkmayınız. Yetimin
mallarını olduğu gibi koruyunuz. Korunması için satılması gerekli olanları bile
değerlerine satınız ki töhmet (suç) altında kalmayasınız, bu noktada yetimin
taşınmaz malları ile taşınır malları ve taşınır mallarından çabuk bozulan ve
çabuk bozulmayan malları hakkındaki hükümler içinde bulunmaktadır.
3- Kendi mallarınıza güzel güzel bakıp da
yetimin malını kötü bir durumda bırakmayın, ona kendi malınıza bakar gibi ve
hatta ondan daha fazla bir özenle bakın.
4- Yetimin malına saldırarak almayınız ki,
elinizde güzel mallarınızın ona karşılık yok olmasına sebep olup da felakete
düşmeyin.
5- Nihâyet kendi helal rızkınızı beklemeyerek
sabırsızlanıp yetimin malını haram haram yemek için pis boğazlığa
kalkışmayınız.
Gerçekten bu mânâlardan her birini müfessirler
anlatmışlardır.
Kısacası her şekilde yetimlerin mallarını
koruyunuz.
Ve onların mallarını kendi mallarınıza katıp
ekleyerek yemeyiniz, yani boş yere harcamayınız ve ondan faydalanmayınız. Çünkü
bunların her biri büyük bir günah olmuştur.
YETÂMÂ: "Nedîm ve nedâmâ" gibi
yetîmin çoğuludur. Veya çoğulunun çoğuludur. "Yetîm" yalnız kalma
mânâsına "yetem" den alınmıştır. Nitekim eşsiz inciye "dürr-i
yetim" (sedefinde tek olan inci) denilir. İşte bu yalnız kalma mânâsı
düşüncesi ile babası vefat etmiş olana yetim denilmiştir ki böyle yetim kalmağa
da nın ötresi ile "yütm" denilir. Bundan dolayı, lugat bakımından bu
ismin hakkı gerek küçüğe ve gerek büyüğe denilebilmesidir. Çünkü babadan yalnız
kalma mânâsı kalıcıdır. Fakat örfe göre henüz kendini kurtaracak çağa ermemiş
bulunanlara aittir. Bu yönden "yetim" kelimesi bir zayıflık ve
özellikle akıl zayıflığı ve fikir noksanlığı mânâsı ile de ilgilidir. Ve bundan
dolayı erginlikten sonra bile rüşdünü bulamayanlar üzerinde yetim ismi, lügat
ve örf açısından kalıcı olabileceği gibi, kocasından yalnız kalan kadınlara da
yetim denilir. Nitekim Resulullah bu mânâda "Yetim kadın (dul kadın)dan
kendi nefsi için izin istenir." buyurmuştur ki, bu izin istemenin küçük
çocuğa ait olamıyacağı bellidir. Diğer bir hadis-i şerifte de "Yetim ve
kadın, bu iki zayıf hakkında Allah'dan korkunuz." buyurulmakla yetimin
zayıflık mânâsı gösterilmiştir. Bununla beraber yaşlılık ve olgunluk devrinde
bulunan erkek, aklı zayıf ve noksan fikirli dahi olsa ona yetim denilmediği de
bilindiğinden dolayı erkeğe yetim denilmesi, ancak çocukluk durumunda veya
henüz ona yakın bir çağda bulunması itibarıyla olduğu halde, kadına babasından
ayrılması itibarıyla aynı mânâda ve kocasından ayrılması itibarıyla büyük iken
bile kendisine yetim denilmiştir. "İhtilamdan (ergenlikten) sonra yetimlik
yoktur." hadis-i şerifiyle de yetimin sözlük ve örfteki mânâsının değil,
şer'î hükmün, yani ergenlikten itibaren yetimlik hükmünün kalkabildiğinin
açıklandığı anlaşılıyor ki, bununla da yetimin şer'î mânâsı yerleşmiş olur. Şu
halde sözlük örfü bakımından ve yetimler denilince babaları vefat etmiş oğlan
veya kız, küçükler ve çocuklar anlaşılabileceği gibi, kocasız kalmış kadınlar
da anlaşılabilecektir. Ve bunların hepsi acımaya değer ve haklarında Allah'tan
korkulmalıdır.
Genellikle yetimlerin mallarından başka,
nefisleri ve ırzları ve özellikle her iki mânâdan biri ile yetim olan
kadınların nefisleri ve ırzları da en fazla korunması lazım gelen sakınma
yerlerindendir.
3-Bunun için ve eğer yetimler hakkında onların
haklarını gözetmeyeceğinizden korkarsanız, yani gerek canları, gerek ırzları ve
gerek malları itibarıyla her yönden adalete ve doğruluğa riâyet
edemiyeceğinizden korkarsanız -ki böyle büyük günahtan elbette korkarsınız ve
korkmanız gerekir o halde durumunuza göre kadınlardan ikişer, üçer, dörder size
helal ve hoşunuza gidenler ile evleniniz. Hem onları zarar ve tehlikeden
korumada, hem de kendinizi zulüm ve tecavüzden korumaya vesile olur. Genellikle
kadınlar kimsesizlikten ve ortaya düşmekten kurtulur. Siz de zina ve diğer
günahlara, haksızlıklara düşmezsiniz. Ancak bunda da birden fazla kadınlar
arasında adaleti korumak, birine diğerinden fazla muamele etmemek gerekir.
Bunun için ve eğer birden fazla kadınlar arasında da adalet yapamayacağınızdan
korkarsanız -ki bundan da korkmalısınız o halde ancak bir kadınla evleniniz.-
Ca'fer kırâetinde ötre ile okunduğuna göre - bir kadın yeter. Yahut da sahip
olacağınız cariyeler alırsınız. O, yani bir kadınla evlenme adaletsizlik
yapmamanız ve haksızlık etmemenize daha elverişlidir. Yalnız bir kadının
hakkını gözetmek elbette daha kolaydır. Bunda sıkıntıya düşmemek ihtimali daha
yakındır. Bu cümleden fakirlik ve çaresizliğe düşmemenize, yani iktisadınıza
daha elverişlidir mânâsı da anlaşılmıştır ki, bunda gibi düşünülmüş veya bu
mânâ, konunun bir gereği olmak üzere gösterilmiştir. İlk önce görülüyor ki
burada "Yetimler hakkında adalet yapamayacağınızdan korkarsanız" diye
bir şart vardır. hitabı ile nikah (evlenme) emri buna bağlanmıştır. Bundan
dolayı, bu şartın mânâsını ve bu emrin meydana geliş şeklini iyi anlamak için
bu konuda rivâyet yoluyla gelen tefsir şekillerini bilmek gerekir. Şöyle ki:
1- Buhari ve Müslimde de rivâyet olunduğu üzere
Urve b. Zübeyr (r.a.) demiştir ki: "Ben, Hz. Âişe (r.a.)den ilâhî
kelâmının mânâsını sordum. Hz. Âişe dedi ki: "Kızkardeşimin oğlu! Bu o
yetimdir ki velisinin gözetimi altında bulunur ve mal hususunda ortak da
bulunurlar. Malı ve güzelliği velisinin hoşuna gider, mehrinde adalet
yapmıyarak onunla evlenmek ister. Başkalarının vereceği mehir kadar mehir
vermez. İşte bu âyette bu gibi velilerin hakk ve adalete riâyet edip,
mehirlerini özellikle en yüksek miktarına eriştirmedikçe gözetimleri altında
bulunan yetim kızlarla evlenmeleri yasaklanmış ve hoşlarına giden diğer
kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir. "Hz. Âişe devamla şöyle demiştir: Bu
âyetten sonra insanlar bunlar hakkında Resulullah'tan fetva sordular, Aziz ve
Celil olan Allah Teâlâ da: "Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De
ki: O kadınlar hakkında size fetvayı Allah veriyor. Yazılan haklarını
vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim kadınların, zayıf
düşürülen çocukların hakkındaki ve yetimlere adaletli davranmanız hususundaki
hükümleri, Kur'ân'da size okunan âyetler açıklar. Ne hayır işlerseniz, şüphesiz
ki Allah onu bilir". (Nisâ, 4/127) âyeti indirildi. Bu "Kur'ân'da
size okunan" önceki âyetidir. âyeti de herhangi birinizin, himayesi
altında bulunan yetim kıza, mal ve güzelliği az olduğu zaman rağbet
göstermemesidir. Bundan dolayı, bunlara rağbet edilmediğinden dolayı mal ve
güzelliğine rağbet ettikleri yetim kızları hak ve adaleti gözetmedikçe onlarla
evlenmekten men edildiler."
Yine Sahih-i Müslim'de Hz. Âişe'den Urve, Urve'den
oğlu Hişam yoluyla rivâyet edilmiştir. Hazreti Âişe demiştir ki: " âyeti
şunun hakkında indi ki, bir erkeğin yanında yetim bir kız olur ve bu erkek onun
velisi ve mirasçısı bulunur. Yetim kızın malı var, fakat o erkekten başka onu
koruyacak ve evlenmesi için yol gösterecek bir velisi de yoktur. İşte biricik
velisi olan bu erkek, malına tamah ederek, malına ortak olmak için onu kimse
ile evlendirmez, evlenmesine engel olur, zarar verir ve birlikte yaşayıp hoş
geçinmez. Bundan dolayı Allah Teâlâ buyurdu ki: "Size neler helal kıldım
bak ve kendisine zarar vereceğin şu yetim kızı bırak" diyor.
"Yetimlerin mallarını veriniz ve malları
dolayısıyla onlara zarar da vermeyiniz" mânâsıyla bu tefsirin bir önceki
âyetle bağlantısı pek açıktır. Zuhrî ve Rebi de bu şekilde tefsir etmişlerdir.
Ebu Bekir er-Razî de Ahkamu'l-Kur'ân'da bunu tercih etmiş ve bunun İbnü
Abbas'tan da rivâyet edildiğini zikretmiştir. Böylece evlenmesi düşünülebilen
velilerde amca çocukları gibi nikah düşen akrabalar olabilir.
2- İbnü Abbas hazretlerinden şu iki cümle
rivâyet edilmiştir: "Erkekler, yetimlerin mallarından dolayı dört kadınla
sınırlandırıldılar. Çünkü bir adam, yetimlerin malları ile dilediği kadar
kadınla evlenebiliyordu, Allah Teâlâ bunu yasakladı." Buna yakın olmak
üzere tabiîn müfessirlerinden Hasan b. el-Hasan hazretleri de demiştir ki:
Veliler, velâyetleri altında bulunan yetim kızlardan nikahı halil olanlarla
evlenirlerdi. Fakat kendilerine rağbetlerinden değil, mallarına rağbet
ettiklerinden dolayı evlenirlerdi. Ve bundan dolayı onlarla iyi
geçinmiyorlardı, miraslarını yemek için ölümlerini gözlerlerdi, bundan men
edildiler.
3- Bundan önceki âyeti inince veliler,
yetimlerin haklarında adalet yapamayıp günaha gireceklerinden korkarak onlara
vasilikten çekinmeye başlamışlar. Ve halbuki o zaman nikahları altında on veya
daha fazla veya daha az kadın bulunabiliyor ve bunların haklarını
gözetemiyorlardı, adalet yapamıyorlardı. Bundan dolayı bu âyetle onlara şöyle
denilmiş oluyor: "Eğer yetimlerin haklarında adalet yapamamaktan korkuyor
ve bundan dolayı onlara velilikten çekiniyorsanız, genel olarak kadınlar
hakkında da adaletsizlikten korkunuz da haklarını yerine getirebileceğiniz
miktarda kadınlar alınız ki bu da en son dört tane olabilir." İbnü
Abbas'tan naklen Katâde ve Sûddi böyle söylemişlerdir. Fakat bu rivâyet şöyle
şarta bağlanıyor: Buna göre önceki âyetin bundan önce inmiş ve yaygın olması
gerekiyor. Halbuki onun hükmünün ortaya çıkması bundan sonraki (Nisâ, 4/5-6)
âyetlerine bağlı bulunuyor. Bu ise beraber inmelerini gerektirir. Onun için bu
mânâ açısından sebeb, zikredilen âyet değildir; cahiliyye devrinde bile
Arapların yetimlerin işlerini günah sayıp da kadın işini günah saymamaları
olduğu zikrolunuyor ki, İbnü Cerir Taberi de Süddi'den ve Katede'den bu şekilde
rivâyet etmiştir. Sa'id b. Cübeyr hazretleri de demiştir ki: "İnsanlar o
zaman bir emir veya yasak söylenmedikçe cahiliyle dönemi gelenekleri üzere
bulunuyorlardı. Resulullah'a yetimler hakkında soru sordular. Allah Teâlâ'da
bunu indirdi ki yetimler hakkında adaletsizlikten korktuğunuz gibi kadınlar
hakkında da korkunuz da adalet yapabilecek kadar evleniniz." demektir.
4- İkrime'den de şöyle rivâyet edilmiştir:
"Kureyşten bir adamın bir çok kadınları bulunur, yanında yetimler de
bulunurdu. Derken kendi malı tükenir, yetimlerin malına meylederdi. Bundan
dolayı bu âyet indi: Bir adam dört, beş, altı ve on kadınla evlenirdi, diğer
biri de ben de falan gibi niçin evlenmiyeyim der, yetimin malını alır, bu mal
ile evlenirdi. Bundan dolayı dörtten fazla kadınla evlenmekten men
edildi." Fahreddin Razi de: Bu görüş, gerçeğe en yakın görüştür. Çok
sayıda kadınla evlenilince o oranda çok harcama ve masrafa ihtiyaç ortaya
çıkacağından bu ihtiyacın sevkiyle (iticiliğiyle) yetim velilerinin, yetim
malına tecavüz etmesinin gerçekleşmesi ihtimali üzerine Yüce Allah, fazla
kadınla evlenmekten insanları korkutmuş gibidir." diyerek bunu tercih
etmiştir. Fakat bu tercih, tenkide değer. Çünkü yasak sebebinin yalnız yetimin
malına tecavüz endişesine bağlanması ve gerek yetimlerin nefsinin ve gerek
diğer taraftan kadınlara adaletli davranma meselesinin asıl sebepte
düşünülmemesi ve bunların nihâyet bir delalet (yol gösterme) mevkiinde
tutulmaları âyetin derin ve çeşitli olan iniş hikmetinin hakkını vermemektir.
Sonra cariye meselesinde aynı sakıncanın söz konusu olmayacağı da kabul
edilemez. Bundan başka âyetin burada bulunması doğrudan doğruya kadın sayısını
azaltmayı hedef edindiği, ilk önce ve bizzat dörtten fazlasını yasaklamaya
yönelik bulunduğu da herkes tarafından kabul edilmiş değildir. Gerçi bu âyet
ile birden fazla kadınla evlenmenin en fazla dört kadınla sınırlandırılması
vaki bir emir ve bundan dolayı fazlasının yasaklanması da ister istemez sabit
ve bu şekilde cahiliye geleneğine göre sayının aşağı indirilmesi de kesin
olmakla beraber Kur'ân âyetinin, dörde indirmesi tarzında bir azaltma mânâsı
ile değil, birden dörde kadar müsaade ile yine bir çeşit çoğaltma üslubunda
bulunduğu ve Hz. Aişe'nin dediği gibi, "Bakınız ben size neler helal
ettim" mânâsını bildirdiği de apaçıkça anlaşılır. Bundan dolayı azaltma ve
çoğaltmayı yasaklama, ibare ile değil, işaret iledir. Yukarda nakledilen İbnü
Abbas'ın sözü de olsa olsa bu sayıyı azaltmanın ve fazlasını yasak etmenin
ancak sabit olduğunu ifade eder.
5- Bazı müfessirler de demişlerdir ki, bir
adam, mal sahibi ve güzel bir yetim kız buldu mu başkasından esirgeyip
kıskanarak onunla hemen evleniyordu ve bu şekilde bazen yanında haklarını
gözetemeyeceği kadar birçok yetim kızlar toplanırdı, âyeti bunlar hakkındadır
ve şöyle demektir: "Ve eğer o yetim kızlar ve kadınlarla evlendiğiniz
zaman haklarında adalet yapamamaktan korkarsanız, diğer kadınlardan hoşunuza
gidenlerle evleniniz". Kadı Beydâvî de bunu tercih etmiştir. Fakat
Ebu's-Suud'un haklı olarak tenkid ettiği şekilde buna nazım (Kur'ân'ın ibaresi)
müsaid değildir.
Çünkü bu şekilde; "diğer kadınlarla
evleniniz" diye emir ve teşvik anlamsız olur. yerine denilmesi gerekirdi.
6- Mücahid demiştir ki, bunun mânâsı:
"Yetimler hakkında adalet yapamamaktan korkuyorsanız zinadan korkunuz da
size helal ve hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder alınız ki harama
düşmek tehlikesine maruz olmayınız."
Bu tefsir, büyük bir hakikatı kapsamaktadır
ki, yetimlerin hakları ve kadınlara adaletle davranma mânâsı içinde zinadan
sakınma mânâsının önemli bir esas teşkil ettiğini ve birden fazla kadınla
evlenme müsaadesinin bu hikmet ile ilgili olduğunu ve bunda fuhuş ve zina
sefaletlerine (aşağılıklarına) karşı köklü bir mücadele bulunduğunu gösterir.
Bu şekilde görülüyor ki, bu rivâyetlerin bazıları âyetin iniş sebebini,
bazıları da iniş hikmet ve faydalarını göstermektedir.
Buna göre her biri bir görüş açısından önem
arzetmektedir. Ve bu rivâyetlerin toplamı, âyetin muhtemel olan veya içine
aldığı mânâları da göstermektedir. İniş sebebini en açık olarak gösteren, Hz.
Âişe rivâyetidir. Yetimlerin veliler tarafından mal veya güzelliğine tamah
edilerek başkaları ile evlenmelerine engel olunup, uygun olmayan bir mehir ile
kendilerine zorla nikah ve can ve mal açısından zarara uğratılmaları ve bu
şekilde mal ve güzelliği az olan yetimlere hiç rağbet edilmeyerek tamamen
sefilliğe düşürülmeleri âyetin inmesinin esas sebebi olmuş ve bunun için âyet,
emirden önce yasağı kapsamış ve bütün kadınlara adaletle davranma gayesi de
inmesinin hikmeti olmuştur. Ve işte birden fazla kadınla evlenmeyi
sınırlandırma, bu hikmetlerin ve faydaların bazıları olduğu gibi, birden fazla
kadınla evlenmeye müsaade etmek de kadınların sefaletine meydan vermemek ve
tarlayı (çocuk verecek anaları) artırma hikmet ve faydasını kapsamıştır.
Yukarıda dul kadınlara bile yetim denildiğini
açıklamıştık. Âyetin inme sebebi gerek yalnızca küçük yetimler olsun ve gerekse
kayıtsız olarak kendileri ile evlenilmiş kadınlarla da ilgili bulunsun, her
şekilde âyetin mutlak surette kadınlara adaletli davranma hikmet ve gayesi ile
ilgili bulunduğu da açıkça bellidir. Bundan dolayı âyetin iniş sebebinin özel
oluşu, mânâ ve hükmünün de özel olmasını gerektirmeyeceğinden, da yetimler,
delalet yolu ile olsa bile, dul kadınları da kapsayan genel bir mânâ ile ele
alınırsa, âyetin hükmü ve hikmeti daha fazla bir açıklık ile
düşünülebilecektir. Demek ki, âyetin iniş sebebi bakımından velilerle ve
kocalarla ve bir dereceye kadar özel menfaatlerle ilgili olan bu âyet, hüküm ve
hikmet ve iniş gayesi açısından onlarla beraber kamuyu ve kamu yararını
ilgilendiriyor. Ve bunun için evlenme ile ilgili meseleler, kul haklarından
başka bir de Allah hakkını ve kamu hakkını kapsamaktadır. Bundan dolayıdır ki,
evlenme, bir bakımdan hak ve bir bakımdan vazifedir. Hem muamele, hem de
ibadettir. Allah Teâlâ, en açık şekilde acıma ve şefkata müstahak olan
yakınlara ve yetimlere dikkati çektikten sonra, her iki ince duygunun
heyecanının etkisi altında adalet duygusunu tahrik ederek hayat ve insanlığın
mutluluğunun gelişme kanunu olan ve malî meseleler ile de ilgisi bulunan
evlenme işinin, hem hak ve hem vazife yönlerine sahip, bir bakımdan genişlemeyi
ve bir bakımdan sınırlamayı kapsayan ve kadınla erkek arasındaki yaratılışta
var olan ilişkinin bütün inceliklerini içerecek bir şekilde tesbit etmiş ve
genel olarak erkekleri teşvik ile kadınları korumaya sevketmiş ve cefa ve
haksızlıktan, ahlâksızlıktan, fuhuştan men etmiş ve iğrendirmiştir. Yetimlerin
ve kadınların haklarının ve bu hakları korumanın genel vazifeler arasında
bulunduğunu ve bu konuda evlenmenin önemli bir esas meydana getirdiğini ve akla
uygun olan birden fazla kadınla evlenmenin, kadınların hakları ve kadın
cinsinin şerefinin gereklerinden olduğunu ve fakat bunun kadınlara adaletle
davranma gayesini bozmayacak bir adalet ve nöbet taksimi ile tatbik edilmesinin
gerektiğini ve bu şekilde birden fazla kadınla evlenmenin erkeklere ağır yük ve
vazifeler yüklediğinden dolayı hakka riâyet edemeyip adaletsizlikten
korkanların bir kadınla veya cariyelerle yetinmeleri lazım geleceğini anlatmış
ve siz Allah'ın sakındırma emirlerine karşı yetimlerin ve kadınların haklarını
gözetmemekten korkan insanlarsınız, durumunuza göre bu etraflı açıklama
çerçevesinde hareket etmeniz gerekir, buyurmuştur ki, işte "Yetimler hakkında
adalet yapmamaktan korkarsanız." şartının mânâsı bu oluyor. Burada önce şu
soru akla gelebilir: Bu şart bulunmazsa ne olacak? Burada korkunun gerçek
mânâsına göre böyle bir soru mümkün değildir. Çünkü yetimler hakkında
adaletsizlikten korkmamak bir küfür demek olur. Bundan dolayı herhangi bir
mümin için bu, şartının bulunmamasını düşünmek bir çelişki meydana getirir. Bu
şart bulunmayınca cezasının küfür olacağı bellidir. Bu açıdan bu şart, emrini
kayıt ve şarta bağlamaz, onu destekleme mânâsındadır. Fakat "korkarsanız"
demek de olduğu gibi mecaz olarak "bilirseniz, bir haksızlık olacağını
zannederseniz," mânâsına olduğu takdirde durum böyle değildir. Bu şartın
bulunmadığını farzetmek mümkündür. Bu şekilde yetimler hakkında haksızlık
olmayacağı, onların ne mallarına, ne canlarına, ne ırzlarına bir tecavüz
edilmeyeceği bilinir. Haksızlık düşünülmezse ne olacağını belirlemek âyetin
mefhüm-ı muhalifine ait bir hüküm olacağından dolayı bunu belirtmek bir ictihad
meselesi olur. Hz. Âişe de iniş sebebine göre bunun bir çözüm şeklini
göstermiştir. Mantığa göre bir şart önermesinde önde bulunan cümlenin
gerçekleşmemesinden, sonra gelen cümlenin gerçekleşmemesi lazım gelmeyeceğinden
dolayı yukarıda zikredilen korku bulunmadığı takdirde de gerek bir ve gerek
birden fazla kadınla evlenme akdi yapılamayacağı anlaşılmaz. Bunun için
müctehid imamlardan ve tefsircilerden hiç biri, bu şartın Hz. Âişe'nin
söylediği küçük kızların mehrinden başka yargı açısından bir hükmü anlattığını
söylememiştir. Her iki mânâ ile korku şartı, kalble ilgili işlerden olduğu için
yargı açısından değil, ancak dindarlık açısından bir hüküm ifade eder. Çünkü
adalet yapamayacağını bilen bir adam, birden fazla kadınla evlenirse
haksızlıktan sakınmadığı için günahkar olur. Fakat evlenmede, dörtten fazla kadınla
evlenmiş gibi bu evlenme hükümsüz ve bozulmuş olmaz. Nafaka, soy gibi yargı ile
ilgili hükümler gerçekleşir. Ve evlenmeden sonra haksızlıktan sakınabilirse
yine sevab kazanmış olur.
Şu halde emrinin anlamı nedir? Emir zahiren
vacib mânâsına geldiği için, Zahiriyye (mezhebine mensup olanlar), bu emrin
vacib mânâsına geldiğini ve bundan dolayı birleşmeye ve harcama yapmaya gücü
yeten her kişi için evlenmenin farz-ı ayn olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i sünnet
âlimlerinin çoğu da nefsin coşması ve zina yapma korkusu durumunda, aile için
harcama yapmaya gücü yetenler için farz-ı ayn olduğunda görüş birliği halinde
iseler de genel olarak evlenmenin vacib olduğunu söylemiyorlar. Hanefîlere göre
kişisel açıdan cinsel arzunun coşması halinde vacib, normal durumda "Nikah
benim sünnetimdir. Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." hadisi
şerifi gereğince müekked bir sünnettir. Kadına haksızlık etme korkusu durumunda
ise mekruhtur. Bundan başka yine Hanefilere göre farz-ı kifaye olduğunu açıkça belirtenler
de vardır ki, her kişiye değil ise de ümmetin hepsine göre farzdır. Bütün
ümmet, evlenmeyi terkederse günahkar olurlar, demek olur. Biz de âyetten bunu
anlıyoruz. Gerçekten bütün ümmetin birden evlenmeyi terkettiği varsayımı
karşısında hepsinin ibadetle meşgul olduğu bile düşünülse bütün ümmetin yok
olacağı bir gerçektir. Ve hiç birinin İslâm'ın devam etmesine karşı kötü
niyette bulunma cezasından kurtulamıyacağı apaçıktır. Bundan dolayı evlenenlere
her yönden yardım etmek de bir vazifedir. Evlenme muameleleri de
güçleştirilmeyip daima kolaylaştırılmalıdır. Çünkü evlenmeyi güçleştirmek,
zinayı kolaylaştırmak demektir.
Sözün özü emri bağlı olduğu şartlara göre bazı
durumlarda vaciblik, bazı durumlarda mendubluk delillerine yakın olduğundan en
genel mânâsı mendub olmasıdır. Evlenme, nafile ibadet ile meşgul olmak için
bekar kalmaktan daha iyidir. İmam Şafiî hazretleri ise nikahın mübah olduğunu
söylemiş. İbadet için bekar kalmanın nikahtan daha faziletli ve hayırlı
olduğuna hükmetmiştir ki, bunların uzun uzadıya açıklaması fıkıh ilmine aittir.
Birden fazla kadınla evlenmeye gelince: Bu
esas itibariyle yalnız bir müsade ve mübah kılmak olduğunda ve haksızlık etme
endişesi bulunduğu takdirde mekruh olduğu hususunda söylenecek bir söz yoktur.
Bununla beraber âyet, birden fazla kadınla evlenmenin bazı durumlarda mendub
olduğunu ve hatta vacib olduğunu bildirmekten de uzak değildir ki, bunu da en
fazla gerek erkekler ve gerek kadınlar için fuhuş ve zina tehlikesinin yüz
göstereceği durumlarda aramak gerekir. ifadesi gereğince bu müsadenin en
fazlası dört (kadın) olmuştur. Çünkü dile göre, "Şu elmaları şu cemaate
ikişer ve üçer ve dörder paylaştır." denildiği zaman bir kısmına yalnız
iki, bir kısmına yalnız üç ve bir kısmına yalnız dört elma düşeceği anlaşılır.
Fakat Zahiriyye mezhebinden bazıları bu sayıların üleştirme sayıları olduğunu i
düşünmeyerek aradaki ye bakıp bundan bu sayıların bir şahısta toplanması
gerektiği hayaline kapılmış ve toplamını iki, artı üç, artı dört gibi dokuz
saymıştır. Bunlar (zahiriler), fikir yürütmeyi kabul etmedikleri gibi, icmaı da
kabul etmediklerinden Hz. Peygamberin asrından beri gelen İslâm geleneğine, din
imamlarına ve bütün müçtehid fakihlerin icmalarına (görüş birliğine) aykırı
hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber âyetin hitabına girmemekle beraber buradaki
dokuz (kadın) kuruntusunu Hz. Peygamberin kendine ait bir özelliğine
yorumlasalardı belki doğru bir görüş olurdu. Yoksa iki defa iki, iki defa üç,
iki defa dört demek olduğundan bu hesaba göre dokuza değil, on sekize çıkmaları
gerekirdi.
Diğer taraftan Râfızî şiîlerden bir kısmı bu
sayıların hiçbir sınırlandırma anlatmadığını ve ifadesinin genel mânâsı üzere
kaldığını, bu sayıların ikişer, üçer, dörder v.d. gibi bu genel mânâyı
pekiştirmiş olduğunu iddia etmeye kadar varmışlar. Ve sırf nefsanî arzu ve
heveslerine uymuşlardır. "Allah korusun."
4-Âyetin iniş sebebi hakkında Hz. Âişe
rivâyetinin doğruluğunu destekleyen bir nokta da şudur: Kadınlara mehirlerini
de bir dindarlık farizası olarak -başka bir ifade ile- Allah'ın bir bağışı
olarak veriniz, seve seve ve bütün gönül hoşluğu ile veriniz. Yani siz erkekler
kadının malına göz dikmek ve evlenmek için kadından mal gözetmek şöyle dursun,
mutlaka uygun bir mehir ile onlarla evleniniz ve mehirlerini kıskanarak değil,
cömertlik ve el açıklığı ile seve seve veriniz. Bu size bir kanun olsun da.
"Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür" (Bakara, 2/228)
âyetinin sırrı tecelli etsin. ın üstünlü olması ve in ötreli olması ile, ın
ötreli ve in harekesiz olması ile cümle vezninde nin çoğuludur ki mehir
mânâsınadır. Kelimesi, millet, şeriat ve dindarlık mânâsına, bir de bağış,
armağan ve iyilik mânâsına gelir. Dilimizde "gıybet" denilen peşin
ödenen mehir geleneğinin aslı da bu emirdir. Bu hitapta eşlerden başka
(kadınların) velilerine de bir pay vardır. Eğer kadınların mehirlerini
velileri, hepsini veya bir kısmını teslim almış olurlarsa, ondan faydalanma
hakları yoktur. Kadınların ellerine teslim etmeleri gerekir.
Ey kocalar veya veliler! Siz böyle veriniz de
o kadınlar gönül hoşluğu ile, kendi rızaları ile size o verilen mehirden bir
şey bağışlarlarsa onu da boğazınızda durmadan afiyetle yeyiniz.
5-Fakat aklı zayıf olanlara da mallarınızı
vermeyiniz.
SEFİH: Aklı veya dini noksan olan, akla aykırı
veya dine aykırı hareketlerde bulunan ahmak veya günah işleyen kimse demektir
ki, birinde Allah'a isyan etmek mânâsı var, birinde yoktur. Yani mallarınızı
böyle eksik akıllı veya günah işleyen kimselere teslim edip te yok etmeyiniz ve
günahkarlık ve sefahata geçerlilik vermeyiniz ki, bu da bir ahmaklık ve
akılsızlıktır. O mallar ki Allah size yaşayışınızın sebebi kılmış, hayatınızı
onunla devam ettirmiş, tedbir ve idaresine sizi görevli kılmıştır. Bundan dolayı
o malları çoluk çocuklarınızdan bile olsa sefihlere (aklı zayıf olanlara)
teslim etmeyiniz. Bunda iki mânâ vardır: Birisi kendi mülkünüz olan mallar
demektir. Birisi de gerek mülkünüz olsun ve gerek olmasın, genel olarak velâyet
ve idareniz altında bulunan mallar demektir ki, bunun en başlıcasını yetimlerin
malları meydana getirir. Bu şekilde mallarınız buyurulması, şahsî malların
korunmasının da kamu haklarını ilgilendirdiğini gösterir. Ve bundan dolayı âyet
gerek kamu malları ve gerekse özel malların idaresine aklı zayıf olan
kimselerin musallat edilmemesinin gerekli olduğunu bildirir. Bu mânâ
itibarıyladır ki, bu âyette, büluğ çağına ermiş aklı zayıf olan kimsenin
tasarruftan alıkonmasına da bir işaret olduğu anlaşılmıştır. Bununla beraber
İmam-ı Âzam bu tasarruf kısıtlamasına izin vermemiştir.
Evet açıklandığı şekilde aklı zayıf olanlara
mallarınızı vermeyiniz, fakat onları sefil (yoksul ve çok sıkıntı içinde) de
bırakmayınız. O malların içinden rızıklarını veriniz ve onları giydiriniz. Ve
onlara akla ve İslâm'a uygun güzel sözler söyleyiniz. Yukarda "Yetimlere
mallarını veriniz." buyurulmuştu. Şimdi de "Aklı zayıf olanlara
vermeyiniz." buyurulduğuna ve çocukların tam akıllı olmadıkları ve bundan
dolayı bu kavramın içine girdikleri de bilindiğine göre yetimler hakkında ne
yapacağız derseniz.
6- yetimleri de deneyiniz, tecrübe ile tâlim
ve terbiye ediniz, güzel idare etmeye alıştırınız nihâyet evlenme çağına
geldikleri, yani baliğ oldukları vakit kendilerinden rüşd hisseder, akıllarının
ve dini terbiyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini güzel şekilde idare
edebileceklerini yakından anlarsanız derhal mallarını kendilerine teslim
ediniz. Şu halde erginlik zamanında rüşdünü ortaya koymazsa biraz beklenecek
demek olur. Fakat bu durum devam ederse ne olacak? Bunda âlimler ihtilaf
etmişlerdir. İmam-ı Âzam, yirmi beş yaşına kadar beklenir. O zaman mutlaka malı
teslim edilir. Çünkü yirmi beş yaşı bir insanın dede olması mümkün olan bir
yaştır demiş ve ondan sonra tasarruftan alıkoymayı kabul etmemiştir. Ve bu malları
büyüyecekler de elimizden alacaklar diye bol bol harcayıp israf ederek
yemeyiniz. Zengin olan veli veya vasi tamamen sakınsın, kendi malıyla kanaat
etsin. Fakir olan veli veya vasi de meşru şekilde çalışma ve hizmetinin ücreti
ve zorunlu ihtiyacı kadar yesin. Bu meşru miktar "Birbirinizin mallarını
haksız yere yemeyin" (Bakara, 2/188), "Yetimlerin mallarını haksız
yere yiyenler..." (Nisâ, 4/10), "... ve yetimlere adaletli
davranmanız..." (Nisâ, 4/127) âyetleri ile belli olur. O yetimlerin
mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da onlara karşı şahid tutunuz,
şahid huzurunda veriniz. Allah da bütün hesaplarınızı görmeye yeter. Onun
emirlerine, yasaklarına dikkat ederseniz başka muhasibin (hesap görücünün)
sorumluluğundan korkmaya gerek kalmaz. Fakat Allah'ın emirlerine aykırı hareket
ederseniz, başka hiçbir muhasip de sizi kurtaramaz. Rifâa vefat etmiş ve oğlu
Sabit'i küçük olarak geride bırakmıştı. Velisi, "Gözetimim altında yeğenim
(kardeşimin oğlu) var. Bunun malından bana ne kadar helal olur ve malını ne
zaman teslim edeyim?" diye Resulullah'a (s.a.v.) sormuştu. Bu âyet de
bunun üzerine inmiştir. Şimdi de mirasla ilgili hükümlere geçiliyor.
7- Anne ve babanın ve yakın akrabalarına miras
olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır. Kadınların da ana, baba ve
akrabaların bıraktıklarında hisseleri vardır. Azında da vardır çoğunda da. Bu
hisseler mefruz yani Allah tarafından farz edilmiş ve belirlenmiş, kesinlikle
vacib bir pay ve hisse olarak sabittirler. Rivayet ediliyor ki, cahiliyye
devrinde Araplar, "Mızrakları ile çarpışmayan ve yurdunu savunmayan
mirasçı olamaz." derler ve bundan dolayı kadınları ve ister erkek, ister
kız çocukları mirasçı olarak tanımazlarmış. Ensar'dan Evs b. Sabit (r.a.) vefat
etmiş, hanımı Ümmü Kahle ile üç kızı kalmıştı. Vasileri olan amcazadeleri
Süveyd ve Urfuta yahut Katude ve Arfece adında iki adam gelmişler. Cahiliyye
âdeti üzere vefat eden şahsın mirasını kendilerine almışlar. Hanımına ve
kızlarına hiçbir şey vermemişler. Bunun üzerine kadın Ümmü Kahle Resulullah (s.a.v.)'a
şikâyet etmiş, Peygamberimiz (s.a.v.), "Haydi evine git! Bakayım Allah ne
ortaya koyacak." buyurmuş idi ki, işte bu âyet bunun üzerine indi. Bu
âyet, mirasın yalnız erkeklere ait olmayıp ana ve babanın ve bütün akrabaların
mirasından, bütün erkekler ve kadınların yakınlıklarına göre bir miras hakkının
sabit bulunduğuna genel bir şekilde işaret etmiş ve bundan dolayı bundan gerek
asabeler ve gerek zevi'l-erham hepsinin mirasçı olabileceği anlaşılmış olmakla
beraber bunda henüz farz olan payın miktarı açıklanmamış. Bu yönü kapalı
kalmıştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) vasilere haber gönderip:
"Evs'in malından hiç bir şeye yaklaşmayınız." buyurdu. Ondan sonra
âyeti indi. Koca ve karının farzları (payları) ile ilgili âyet de indi. O zaman
Hz. Peygamber (s.a.v.) vasilere hanımın sekizde bir payını vermelerini ve
kızların paylarını da ayırmalarını emretti. Sonradan kızların paylarını da
vermeleri için haber gönderdi, onlar da verdiler. Bu yönüyle bu olay, miras
hükümlerinin ilk olarak inmesinin sebebi olmuş. Ve bununla bu konudaki eski
hükümler ve gelenekler hükümsüz olup pek esaslı bir inkılab meydana gelmiş ve
fakat bu hükümler bir defada inmemiştir. İlk önce kısaca, ikinci olarak
etraflıca açıklanarak bir aşama takip etmiştir ki, bu gibi aşamaların
sağlamlaştırma ve sakındırma açısından ruhlar üzerinde terbiyeyle alâkalı çok
büyük etkileri vardır. Bu etkilerin bir kısmından olmak üzere mirasçı olmayan
akrabalar da bulunabileceğine işaret edilerek önce şöyle bir dinî edeb telkin
olunuyor.
8- Mal paylaşılırken miraşçı olmayan büyük
küçük akrabalar ve akrabalardan olmayan yetimler ve fakirler de orada hazır
bulundukları takdirde bunları da o paylaşılan maldan rızıklandırınız, biraz bir
şey veriniz ve kendilerine gönül alacak söz söyleyiniz. Bu âyette ki emirler
müstahaba yorumlanmıştır. Bazıları, bu emirlerin vaciblik ifade ettiğini
söylemişlerdir.
9- Bir de o kimseler ki arkalarında zayıf
zayıf, güçleri kuvvetleri yetmez, birtakım çocuklar bırakmış olsalardı
üzerlerine korkup titreyeceklerdi, bunların yürekleri sızlasın da Allah'tan
korksunlar ve doğru söz söylesinler. Bu gibi işlerde kendilerine söz düşenler,
kendilerini o vefat eden ölü ve onun yetim çocuklarını da kendi çocukları
yerine koyup düşünsünler de sözlerini ona göre dosdoğru söylesinler. Yetimler
hakkında kendi çocukları gibi hareket etsinler. Çünkü ölüm herkesin başına
gelecek, herkesi bu köprüden geçirecektir. Ve bir hadis-i şerifte rivâyet
edildiği üzere: "Kul kendisi için neyi seviyorsa kardeşi için de onu
sevmedikçe mümin olamaz."
10-Şurası muhakkak ki: Yetimlerin mallarını
haksız yere yiyenler, karınlarına sadece ateş tıkamışlardır. Ve onlar ilerde
alev alev yanan bir ateşe sokulacaklardır.
O ateş bilinen ateşlerden hiç birine benzemez
ve şiddetinin derecesini Allah'tan başka kimse bilmez. Rivayet olunuyor ki, bu
âyetin inmesi üzerine halk korkularından yetimler ile bir arada bulunmaktan
kaçınmaya başlamışlar. Bundan dolayı vazifenin yetimlerden böyle kaçınmak
olmadığını anlatmak için Bakara sûresindeki "De ki: Onların işlerini düzeltmek,
kendileri için daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza alırsanız onlar sizin din
kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220) âyeti inmiştir.
Kalblere, bu edeb ve terbiye, bu insaf, bu
adalet ve hak duygusu, bu sakınma ruhu telkin edildikten sonra, şimdi yukarıda
zikredilen farz hisselerin miktarını açıklama ve sahiplerini belirlemekle miras
hükümlerinin etraflıca açıklamasına gelelim:
Meâl-i Şerifi
11- Allah size evlatlarınızın miras taksimini
şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe iki kadın payı kadar, eğer hepsi kadın
olmak üzere ikiden de fazla iseler, bunlara mirasın üçte ikisi ve eğer bir tek
kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte
çocuklar da bırakmışsa ana babanın her birine ölenin terekesinden altıda bir;
şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı
üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu
paylar, ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak
sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan, hangisinin size fayda bakımından daha
yakın olduğunu, siz bilmezsiniz. Bütün bunlar Allah tarafından farz
kılınmıştır. Şüphesiz Allah alîmdir, hakîmdir.
12- Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa,
bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet bir çocukları varsa o zaman mirasın
dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve varsa,
borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye
bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şâyet çocuklarınız varsa o
zaman bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar,
yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra
verilir. Eğer ölen bir erkek veya kadının çocuğu ve babası bulunmadığı halde
kelâle olarak (yan koldan) mirasına konuluyor ve kendisinin bir erkek veya
kızkardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda
biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde
kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak
taksim ederler. Bu paylar ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu
ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi
bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır.
11-Bu iki âyetten birincisi doğum ilişkileri
üzerinde durup ölüden itibaren yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru
fürû ve usul denilen iki tarafı bulunan soy direği yakınlığına bağlıdır ki,
çocuklar ve ebeveyn (ana ve baba) bu direğin ölüye vasıtasız bağlı olan
başlangıçlarıdır. İkincisi, önce vasıtalı bağlantı ifade eden evlenme
ilişkisine, ikinci olarak soyda, soy direğinin dışında olup onun etrafında
bulunan ve ona göre zayıf olduğundan dolayı kelale (uzak akraba) denilen
yakınlık yönü ile ilgilidir ki, ancak vasıtalı bağlantı ifade eder.
Fahreddin Razî burada şöyle bir tarihî özet
yapmıştır. Cahiliyye halkı iki şey ile birbirinden miras alıyorlardı: Biri
neseb, diğeri anlaşma. Neseb yönünden ne çocukları ne de kadınları mirasçı
yapmazlardı. Ancak akrabalardan at üzerinde savaşmaya ve düşmana vurmaya ve
ganimet almaya gücü yeten erkekleri mirasçı kılarlardı. Antlaşmaya gelince: Bu
iki şekilde olurdu ki, birincisi hilf (sözleşme) idi. Bir adam, diğerine: kanım
senin kanın ve yıkılmam senin yıkılmandır. Sen bana mirasçı olursun, ben sana;
sen benimle aranırsın ben de seninle der. Bu şekilde anlaşma yaptılar mı
hangisi arkadaşından önce ölürse sağ kalanın, şart gereğince ölenin malında
hakkı olurdu. İkincisi de evlat edinme idi. Bir adam başkasının oğlunu oğul
edinir. Ondan sonra bu oğlanın nesebi babasına değil, bu adama nisbet edilir ve
mirasçısı olurdu ki, bu evlat edinme de antlaşma çeşitlerinden bir çeşittir.
Allah Teâlâ, Muhammed Mustafa (s.a.v.) hazretlerini peygamber olarak gönderdiği
zaman her şeyden önce bunları cahiliyyedeki durum üzere bıraktı. Hatta bazı
âlimler demişlerdir ki, hayır yalnız terk değil, onaylamıştır ki; "ana,
baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için bir mirasçı tayin ettik..."
âyeti neseb ile mirasçı olmayı; "Yemin akdiyle (antlaşma ile) mirasçı kıldıklarınızın
paylarını da verin." (Nisâ, 4/33) âyeti, antlaşma ile mirasçı olmayı
onaylamaktır. Cahiliyede mirasçı olmanın sebepleri böyle idi. İslâm'daki
mirasçı olma sebeplerine gelince, anlatıldığı üzere antlaşma ve evlat edinme
onaylanmış ve bunlara iki şey daha eklenmiş idi ki; biri hicret, diğeri
kardeşlik bağları idi. Hicret, bir Muhacirin diğer Muhacir'le fazla düşüp
kalkması ve birbirine içten dostluk bağlantısı bulunduğu zaman akrabalığı
olmasa bile mirasçılığı sabit oluyor. Ve Muhacir olmayan kimse, akrabasından
dahi olsa o Muhacir'e mirasçı olamıyordu. Kardeşlik edinme, Hz. Peygamber
(s.a.v.) bunlardan her iki kişi arasında bir kardeşlik akdi yaptırıyor, bu da
karşılıklı varis olma sebebi oluyordu. Sonra Yüce Allah, "Akraba olanlar,
Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar..." (Enfal, 8/75)
âyetinin hükmü ile bunların hepsini hükümsüz kıldı ve İslâm'da yerleşen miras
sebepleri şu üçü oldu: Neseb, evlenme, ve velâ (köle azadı veya anlaşma ile
meydana gelen varislik).
Bu açıklamayı, miras âyetinin iniş sebebinde
de Ata, şöyle rivâyet etmiştir: "Sâd b. Rabi' (r.a.) şehid olmuş, iki
kızı, bir hanımı, bir de kardeşi kalmıştı. Kardeşi, malın hepsini alıverdi.
Kadın da Hz. Peygambere gelip, "Ey Allah'ın Resulü! İşte Sâd'ın kızları,
Sâd öldürüldü, bunların amcası da mallarını aldı." diye durumu arz etti.
Peygamber (s.a.v.) de, "Haydi şimdilik git, umarım ki, Allah bu konuda
hükmünü yakında verecektir." buyurmuştu. Bir süre sonra kadın yine geldi
ve ağladı ve bunun üzerine bu âyet indi. Bundan dolayı Peygamberimiz kızın
amcasını çağırdı, "Sâd'ın iki kızına üçte iki ve bunların annesine sekizde
bir ver! Kalanı da senin." buyurdu. Ve işte bu âyet gereğince İslâm'da ilk
paylaşılan miras bu oldu. Demek ki bu öbüründen önce sonuçlanmıştır. Demek ki
âyetin iniş hikmetinin en önemli yönü, kadınların ve çocukların mirasçılığa
hakkıyla katılması ve evlenmenin ister koca ve ister hanım için miras sebepleri
içine konması büyük inkılabı ile nicelik ve niteliği mirasçılığın kesin bir
şekilde belirlenmesi ve bundan önceki geleneklerin ve hükümlerin hükümsüz
kılınması ve yürürlükten kaldırılmasıdır. "Haklı olmanız müstesna Allah'ın
öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Allah aklınızı kullanasınız diye
size bunları emretti." (En'am, 6/151) gibi âyetlerden anlaşıldığı üzere "Allah'ın
vasiyeti" deyimi, "emr" kelimesinden daha kuvvetli kesin bir
vaciblik ifade eder. Bu, öyle beliğ bir emirdir ki bunda, bir hakkın
bildirilmesi ile infazının gerekli olduğunu ve infaz edilmemesi durumunda
sorumluluğun ağırlığını ve bu ağır sorumluluğun büsbütün emredilen kimseye
yüklenmiş bulunduğuna dikkati çekmiş ve aynı zamanda kendisine emredilene sevgi
ve güveni bildirerek bir velilik ve vekilliğin verilişini kapsayan bir sözleşme
ve iyilikle gönül alma vardır. Çünkü vasiyyet, ölümden sonrası ile ilgili olup
değiştirilmesi caiz olmayan ve geri alınması ihtimali kalmayan, yapılması
gerekli olan bir emrin yerine getirilmesi için güven ve itimad ile başkası
yerine veli olmayı içeren bir açıklama ve antlaşmadır. Bundan dolayı şöyle
demek olur: Allah Teâlâ vefatınızdan sonra çocuklarınızın haklarını güven
altına almak için, hak sahiplerine ulaştırılması gerekli olan farz paylarını
açıklayarak size şöyle emrediyor ve söz veriyor: Erkeğin hakkı, iki kadının
payı kadar, bir erkeğin hakkı iki dişi hissesi kadardır. İşte önce erkek ve
kadının yaratılışının mahiyetinde bulunan bir esas kural vardır ki, mirasla
ilgili hükümlerin bir çoğu bu esas üzerine halledilir(çözümlenir). Belli
hisselerin değerlendirilmesinde de bu kuralın bir tatbiki hissedilir. Bu kuralın
anlatılmasında erkek ve kadın denilmeyip de zeker (erkek) ve ünsa (dişi)
denilmesi küçük ve büyüklerin hak etmede eşit olduğunu ve bu konuda erginlik ve
büyüklüğün hiç etkisi olmadığını şer'î delile dayandırmak ve cahiliyyede
yapıldığı gibi çocukların mirastan mahrum edilmesine meydan vermemek içindir
ki, yetimler âyetinden hemen sonra gelmesi de özellikle bu noktaya dikkat
çekmiştir. Bu şekilde başlangıçta miras, çocuklar ile, çocuklar içinde erkek
ile başlamış ve bununla velâyet ilişkisinin diğer ilişkilerden kuvvetli
bulunduğu anlatılmıştır. Demek ki, en fazla payı çocuklar, çocuklar içinde de
erkek çocuklar alacaktır.
Burada şöyle bir soru pek tabii olarak hatıra
gelebilir. Dişi, erkekten daha zayıf ve daha yufka yürekli daha muhtaç bir
yaratılışta olduğuna göre mirastan hissesi erkekten daha fazla olması, hiç
olmazsa eşit gözetilmesi gerekmez mi? Bundan dolayı erkeğin payının iki kat
olmasında hikmet nedir? Zamanımızdaki insanların kafalarını meşgul eden bu
soruyu müfesirler ve fakihler söz konusu ederek hikmetini açıklamışlardır.
Şöyleki:
İlk önce: Sûrenin başından beri de anlaşıldığı
üzere genel olarak erkek ile dişinin aile hayatına girmeleri istenmektedir.
Miras da buna göre düzenlenmiştir. Halbuki aile hayatında harcama sorumluluğu
erkeğe yüklenmiştir. Erkek bir kendisi, bir de eşi olmak üzere en az iki kişiyi
besleyecektir.Bundan dolayı erkeğin masrafı çok, kadının ki ondan az olacaktır,
masrafın ise gelir ile orantılı olması gerekir. Masraf, erkeğe yüklenirken
gelir dağıtımında kadına fazla veya eşit verilmesi hem iktisat kanununa, hem de
adalet ve hakka aykırı bir zulüm olur. Ve aslında o zaman, hukuki eşitlik esası
bozulmuş olur.
Bundan dolayı mirastaki bu fazlalık,
kadınların faydası ve ihtiyaçlarına eşit olarak nafakalardaki yükümlülük farkının
denkleştiricisi olmak üzere böyle bir hukuki ve iktisadi dengeyi temin ederek
adalet ve eşitlik kanunlarının ince bir tatbikatını kapsamaktadır. Ganimet,
herkesin yaptığı hizmete uygun verilir. "Erkeğe iki kadının payı kadar
miras düşer" kuralı emri ile bir hukuki denkliktir ki, bunu bozmak
"haddini tecavüz eden, zıddına dönüşür" kuralı gereğince devamlı
kadınların zararına sonuçlanarak mirastan tamamen mahrum edilmesine veya aile
hayatında masrafa katılmak ile beraber mallarında dilediği gibi tasarruf
(harcama) hakkının kısıtlanmasına ve elinden alınmasına sebeb olmuştur.
İkinci olarak: Kadın, erkekte bulunmayan veya
noksan olan bazı özelliklere sahip olduğu gibi, erkek de kadında bulunmayan
veya noksan olan bazı özelliklere sahiptir. Bunun içindir ki dişi, erkeğin aynı
veya benzeri değil, karşıtı, dengi ve eşidir. Öyle bir eş ki, yaratılış ve
doğuştan olan vazifelerini yapmasında erkekten sonra gelir. Erkeğin verdiği
sermaye (anapara) üzerinde çalışır, onu çoğaltır. İşte erkek ile dişi
arasındaki doğuştan var olan bu farkın sonuçlarından biri de aralarında ki mali
değer ve iktisadi güç farkı olmuştur. Özel şekilde kişiyi kişiye değil, genel
bir şekilde dişi dişi, erkek erkek fıtratı üzere düşünülerek dişi türü erkek
türü ile mukayese edildikleri zaman, dişinin kazanç ve malları idare etme
hususundaki kuvvetinin, başka bir ifade ile mali yönden kuvvetinin, erkekten
noksan olduğu kesin bir gerçek olarak görülür. Bu fark, İslâm hukukunda en
azından üçte iki veya ikide bir olmak üzere tesbit edilmiştir. Denebilir ki,
genel bir şekilde bir kadının gündeliği elli kuruş varsayılırsa erkeğin
gündeliği en az yetmiş beş veya yüz kuruş olarak belirlenmesi gerekir. Bir
erkeğin diyetinin (kan bedelinin) iki kadın diyetine eşit tutulması da bu
hikmete dayanır. Çünkü can ödenmez, yok olan mali değer ödenebilir. Ve ne zaman
mali bir itibar ve hak söz konusu olursa bu esas düşünülmelidir. Bundan ise
burada şu iki sonuç ortaya çıkar: Birincisi genel iktisat kuralları açısından
hayatın devam etmesinin dayanağı olan malların, iktisadi gücü fazla olan
erkeklerin eliyle idare edilmesi, hem kadın ve hem erkek olmak üzere genel
menfaat ve hakların gereğidir.
Şu kadar var ki kadını tamamen iktisadi güçten
mahrum sayarak hakkı olan mali itibardan tamamen düşürmek de umumun yararına
aykırıdır. Çünkü yarım kuvvetin inkar edilmesi ve itibardan düşürülmesi hukuk
ve iktisat açısından bir zarardır. Ve özellikle kadınlar için zarardır. Yarımın
bir tama eklenmesi ile birbiriyle birleşen ve yardımlaşan bir şeyin imal
edilmesi ise her iki taraf için faydanın ta kendisidir. Bundan dolayı esas
sermayeyi meydana getiren mirasta erkek ve dişiden her birine iktisadi
kuvvetlerine uygun mal taksim etmek, Allah'ın hakkı olan umumun (kamunun)
menfaatleri ve haklarının gereklerindendir ki yukarıda âyetinde bu esasa bir
işaret geçmişti. İkincisi de mali sorumluluğun kadınlardan daha fazla erkeğe
yöneltilmesi ve ailenin sosyal hayatında harcama vazifelerinin özellikle
erkeklere yüklenmesi gereğidir ki, hem bir insaflılık, hem de kadınların
menfaatleri ve hakları ile beraber kamu menfaatının gereğindendir. Çünkü
yükümlülüğün güç ve kuvvet ile orantılı olması gerekir. Kadın ise erkekten
fazla muhtaç olmakla beraber mali ehliyeti aynı seviyede ortaklık etmeye
dayanamaz. Bunun için kadının malı kendine kalmalı, erkek Allah'ın kendisine
bağışladığı kuvvet üstünlüğünden harcama vazifesini almalıdır. Çünkü vergi,
ganimet ile orantılıdır.
Üçüncü olarak: Rivâyet ediliyor ki Cafer-i
Sadık hazretlerinden bu konu sorulduğu zaman, "Havva yasaklanmış ağaçtan
bir avuç buğday aldı yedi, bir avuç daha aldı sakladı, sonra bir avuç daha aldı
Âdem'e verdi. O kendi payını erkeğin iki katı yapmaya kalkıştığı için Allah
Teâlâ bunu değiştirdi, kadının payını erkeğin yarısı kadar yaptı." diye
bir cevap vermiştir ki, anlayabilenler için işaret ve örnek şeklinde pek derin
gerçekleri içermektedir. Bu açıklama tefsirlerin ve bunlardan biri olan Fahr-i
Razî'nin açıklamasından alınmıştır. Ancak onların ilmî dilleri, bazı
tasarruflarla (değişikliklerle) tarafımızdan açıklanmıştır. Bundan özellikle şu
sonuca geliriz ki: "Erkeğe iki kadının payı kadar miras düşer."
gerçeği ileride erkekleri harcama zahmetinden kurtarmak için erkekle dişi
arasında miras eşitliğini hazırlamaya yönelik bir inkılabın başlangıcı olmak
üzere değil, ortada yaratılış hikmetine aykırı olarak bulunan bir hukuki ve
sosyal ihtilafı ortadan kaldırmakla adalet ve hak dengesini tesbit eden ve
anlatan ezelî bir hak kanununun ifadesi olmak üzere indirilmiştir. "Zaman,
Yüce Allah'ın yeri ve gökleri yarattığı gündeki şekliyle dönüp
dolaşmaktadır." Düsturu gereğince oğlan çocuk, yanında başka bir mirasçı
bulunmazsa mirasın hepsini alabilecektir. Bir derecede akrabalık yön ve
kuvvetleri aynı olan mirasçılarda da bu kural geçerli olacaktır. Fakat
çocuklar, yalnız kadın veya kadınlar olduğu takdirde eğer çocuklar ikiden fazla
dişiler iseler hepsinin hakkı mirasın üçte ikisidir. Ve eğer bir kız ise ona
mirasın yarısı düşer. Acaba iki kız olursa ne olacak? Bu açıkça anlatılmamış
görünüyorsa da bunun da üçte iki olduğu sözün mânâsından değişik yönlerle
anlaşılıyor. Kuralının bir ile iki mukayesesindeki anlatma şekli, aynı şekilde
bu iki şart cümlesinin tam karşılığı gibi anlatım ipuçları ile birinci şart
cümlesi iki ve daha fazla dişiler iseler, demek olduğunu değişik yönler ile
isbat etmişlerdir. Ancak burada İbnü Abbas hazretleri yalnız başına muhalif
olarak kalmış iki dişinin payı da mirasın yarısı olmalıdır demiştir. Çocuk
erkek olursa anne ve babasının herbirine altıda bir miras düşer. Geriye kalan
mirasın tamamını erkek çocuk alır. Geride kalanlar erkek ve dişi karışık olursa
"erkekler iki dişinin payı kadar alırlar." İki veya daha fazla kız
iseler kalan miras üçte ikiye denk olduğundan tamamını alırlar. Bir kız ise
mirasın yarısını alacağından altıda bir pay geri kalır ki o da yine babaya ait
alacaktır. Çünkü ileride göreceğiz ki baba hisselerden artan mirası alabilen
asabelerdendir. Çocuğu bulunmadığı ve anne ve babası kaldığı takdirde hem baba
ve hem annenin mirasçı oldukları zaman annenin hakkı üçte birdir. Bundan dolayı
kalan kısmın babaya ait olduğu zaruri olarak bellidir. Ayrıca açıklamaya gerek
yoktur. Şu halde baba yalnız kalacak olursa bütün malı alabilecektir. Ne zaman
hisselerden artan bulunursa onu da alacaktır. Görülüyor ki, babaya karşı anneye
üçte birinin belirlenmesi de kuralının bir uygulaması demektir. Çocuklar,
bulunmayınca anne ile baba çocuklardan bir oğlan ile bir kız karşılığında
bulunmuş oluyorlar. Buradan çocuklar bulunduğu zaman baba ile anne-babanın eşit
olarak neden birer altıda bir aldıklarını çıkarabiliriz. Bilindiği gibi iki
altıda bir üçte bire eşittir. Bir üçte bir ise babaya karşı bir annenin
payıdır. Demek oluyor ki çocukların yakınlık derecesine göre çocuklar
karşısında anne-baba, baba karşısında bir anne hükmünde tutulmuş ve ona göre
üçte bire eşit olmak üzere eşit olarak birer altıda bir verilmiş ve artık
babanın anneye karşı erkekliği nazar-ı itibara alınmıştır. Ve bu nokta kıyâs-ı
celiye (açık kıyasa) aykırı görünürse de kıyâs-ı hafiye (kapalı kıyasa)
uygundur ki, erkeklik hakkının çocuklar tarafından bulunmasının gerekli bir
sonucudur. Ve ikisine ortak olarak bir üçte bir takdir edilmeyip de birer
altıda bir diye tahsis edilmesi de bu hikmetle ilgili olsa gerektir. Bunun için
çocuk, bir kız olduğu taktirde çocuklar tarafındaki erkeklik hakkını tamamlayamadığından
bunu baba tamamlar da, iki altıda birle bir yarımdan kalan kısmı yine baba
doğrudan doğruya bir erkek olarak alır ki, buna asebelik ile birlikte hisse
alma denilir. Bu şekil üzere koca ve karı kelale (akrabalığı uzaktan olma)
miraslarında da kuralının uygulanması bellidir.
Ve eğer ölen kimsenin çocuğu bulunmadığı halde
iki veya daha fazla kardeşleri bulunursa, işter anne baba bir veya baba bir
veya anneleri bir nasıl kardeş olursa olsunlar bu durumda annenin hakkı altıda
birdir. Kardeşler, annenin payını üçte birden altıda bire düşürürler. Gerçi
kardeşlerin akrabalığı anneden uzaktır. Fakat iki veya daha fazla oldukları
zaman erkeklikleri dolayısıyla anneye karşı bir çocuk etkisini yaparlar. Üçte
bir, anne payının yarısını kendilerine çekmek için annenin payını altıda bire
indirirler. Gerçi baba varsa bunları mirastan düşürüp ellerinden alacaksa da
anneye de engel olmuş olurlar. Bir kardeş ise bunu yapamaz.
Bütün bu mirasla ilgili haklar, İslâm'a göre
yapabileceği, yani yapması geçerli ve uygun olan bir vasiyetten veya borçtan
sonra sabit olur. Terikeye miras hakkının etkisi derece itibarıyla vasiyetten
veya borçtan sonradır. Mirasın vasiyetten sonra olması, borcun da vasiyetten
sonra zikredilmesi, gösterir ki, öncelik sırasına göre başlayan tertip; önce
borç, ikinci olarak vasiyyet, üçüncü olarak mirastır. Sıralamada mirasçı
vasiyyeti, vasiyet de şâyet bulunursa borcu takip edecektir. Bunu hatırlatmak
için Hz. Ali, "Allah, vasiyyeti önce zikretti. Fakat Allah'ın elçisi ilk
önce borcun ödenmesine hükmetti." demiştir. Bazı tefsirler bu tertibin
Kur'ân'dan anlaşılmadığı zannında bulunarak bu konuda bir çok deliller ileri
sürmüşlerse de hiçbirine lüzum yoktur. Çünkü kelimesinin mânâsına göre
zikredilen şeyin tertibi sonuncudan başta bulunana doğru tabiî olarak cereyan
ettiği düşünüldüğü zaman, sözde sonda bulunan kelimenin mânâ açısından önde
geleceği apaçıktır. denilseydi o zaman vasiyyetin, borçtan önce olması lazım
gelirdi. Tereddüdü her terikede borç veya vasiyetin birleşmesi zaruri olmadığından
ileri gelir. Bir de görülüyor ki, vasiyet "vasiyyet ettiği" diye
kayıtlı, borç kayıtsızdır. Demek ki, her vasiyyet, mirastan önce değildir.
Vasiyet edebileceği geçerli bir vasiyyet veya
İbnü Kesir, İbnü Âmir, Ebu Bekr kırâetlerinde ın üstün harekesi ile okunduğuna
göre tavsiye olunur mendub bir vasiyyet önceliklidir. Bu ise kısa olduğundan
Hz. Peygamberin açıklaması ile üçte bir olmak ve varislerinden birine olmamak
üzere tefsir edilmiştir. Bundan başka kaydı, vasiyyetin mirastan önce
gerçekleştirilme gereğini bildirdiği gibi, kaydı meşru bir vasiyyet yapmaya
teşvik mânâsını da ifade eder. (Bakara sûresindeki, "Sizden birinize ölüm
alâmetleri belirdiği zaman, eğer geriye mal bırakacaksa, babasına, anasına ve
akrabasına malının üçte birinden çok olmayacak şekilde vasiyyet etmek farz
kılındı." (2/180 âyetine bkz.). Fakat borç, kayıtsız olduğundan ikrar
etmekle veya şahit ile sabit olan herhangi bir borç bütün terekeyi kapsasa
bile, yine miras ve vasiyetten önce verilmesi lazım gelir. Bununla beraber ikinci
âyetinde bunun da bir kaydını göreceğiz.
Babalarınız ve oğullarınız, bunların hangisi
fayda açısından size daha yakındır, bunu bilmezsiniz. Bu bölüm, bir taraftan
yapılan vasiyyetin yerine getirilmesinin gerekli olduğunu, bir taraftan da
varislerin bir kısmını üstün tutma ve tercih etme ve bir kısmını, kısmen veya
tamamen mahrum edecek bir vasiyyet yapılmamasını hatırlatır ve aynı zamanda
çocuklara göre anne ve babaya az pay verilmesinin, şanlarının noksanlığından
meydana gelmediği ve bundan dolayı onlara saygı göstermede kusur edilmemesini
tavsiye etmekle anne ve babayı taltiftir(ödüllendirmektir). İlk önce vasiyyetin
yerine getirilmesini hatırlatır. Yani vefat eden anne ve babanız olsun,
zürriyetiniz olsun, vasiyyet yapmayıp size fazla mal bırakanı mı, yoksa
vasiyyet yapıp malı azaltmakla beraber sevaba sebep olanı mı? Hangisi
hakkınızda size daha faydalıdır? Bunu siz belirleyemezsiniz, onu Allah bilir ve
bildiği için vasiyyet yapanın faydasının, daha yakın olduğunu anlatıyor ve
yerine getirilmesini tavsiye ediyor. İkinci olarak miras bırakanlara vasiyyet
yapmalarını hatırlatmaktır. Yani ölüme aday olup miras bırakacak olanlar! Size
varis olacak atalar ve çocuklarınızın hangisinin dünya ve ahirette size daha
faydalı olacağını bilemezsiniz. Onun için varislerinizin bazısını tercih ve
bazısını mahrum etmek için varise vasiyyet fikrinde bulunmayınız da Allah
Teâlâ'nın tavsiye ettiği şekil üzere bırakınız. Ne bilirsiniz mahrum etmek
istediğiniz kimse belki sonunda sizin için daha faydalı olacaktır. Bu mânâ "Varise
vasiyyet yoktur." hadis-i şerifi ile açıklanmıştır ki, ikinci âyette ile
gösterilecektir. Bütün bunlar Allah tarafından fariza olarak takdir ve tavsiye
olunmuştur. Bu kayıt da başta fiiline bağlı olarak aradaki açıklamaların
hepsini kapsar. Bununla farz oluşu bir defa daha pekiştirilmiştir. Miras
taksimi ilmi, işte bu farizaların ilmidir. Şüphe yok ki bu farizaları
belirleyen ve size tavsiye eden Allah, ta ezelden beri âlim ve hakimdir. Bundan
dolayı bunların hepsini, Allah Teâlâ'nın, ilim ve hikmeti ile farz ve takdir
buyurmuş olduğunda dünya ve ahiret fayda ve menfaatinize uygun bulunduğunda hiç
şüphe etmeyiniz. Bu paylaşmanın doğru olduğunu, noksan aklınız kavramaz da
"kadınlara hiç verilmeseydi veya eşit verilseydi, yahut şu yönü şöyle
olsaydı" gibi düşüncelere saplanacak olursa, onu Allah'ın ilmine havale
ediniz ve gereği ile amel ediniz.
12- "Sizin terekenizden o kadınlara
sekizde bir hisse vardır..." Kocası vefat eden kadınlara bu şekilde
terekeden miras ayırmakla Bakara sûresindeki "İçinizden ölüp de geride
eşler bırakan erkekler, kadınlarının, evlerinden çıkarılmayarak, bir yıla kadar
bakılmasını vasiyet etsinler... " (Bakara 2/240) âyetindeki iddet
nafakasının hükmü kaldırılmıştır. (Bu âyetin tefsirine bkz.)
Eğer ölen bir erkek veya kadının usul ve furuû
olmayıp, kendisine zayıf bir derece ile Kelale olarak varis olunuyor da
kendisinin bir erkek veya kızkardeşi bulunuyorsa, bunlardan her birinin miras
payı terekenin altıda biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok
iseler, bu durumda kardeşler mirasın üçte birini aralarında eşit olarak taksim
ederler "erkeğe iki kadın payı kadar" değil, çünkü buradaki erkek ve
kız kardeşten maksat, âlimlerin ittifakı ile anne bir kardeşlerdir. Bunun için
vasıflarında erkeklik hükmü yoktur. En yüksek paylarının üçte bir olması da
anne yerini tuttuklarını gösterir. Diğer kardeşlerle ilgili hükümler, sûrenin
sonunda gelecektir. (Oraya bakınız)
KELÂLE: Baba, anne ve çocuk yönlerinden başka
olan, yani ata ve çocuk zincirini oluşturan soy direğinin dışında bulunan
akrabalık demektir. Bu kelime, aslında yorulup kuvvetten düşmek veya etraftan
kuşatılmak mânâlarına bir masdar olup birincisinde kelal (zayıflık), ikincide
iklil (taç) ile aralarında ilişki vardır. Bu yakınlık baba ve çocuk yakınlığına
oranla zayıf veya onun başını yahut etrafını sarmış bulunduğundan bu isim ile
adlandırılmıştır. Karabet, yakınlık sahibi mânâsına geldiği gibi, kelale de
kelale sahibi mânâsına olarak ne çocuk ne de baba ve anne bırakmamış olan
mûrise (kendisine varis olunan kimseye); bir de ne çocuk, ne baba ve ne de anne
olmayarak kalan mirasçıya da (kelale) denilir. Mesela: Kardeşlik bir kelale,
usul ve fürûdan bir şey bırakmadan ölen kardeş bir kelale, onun arkasında kalan
kardeş, amca, hala ve diğerleri de hep kelaledir. Bu âyetteki de birinci mânâ
ile temyiz, kelâle sahibi mânâsına göre de hal veya nin haberi olur.
Birincisinde miras yönünü, ikincide ise varis veya miras bırakanın durumunu
gösterir ki, netice olarak hüküm birdir. Kelalenin tefsirinde sahabenin
söylediği sözler ve münakaşaları çoktur. Hz. Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)'ın
benimsediği görüşe göre kelale, anne ve baba ve çocuklardan başkasıdır. En
seçkin ve sahih söz de budur. Hz. Ömer (r.a.) "Kelale, çocuklardan
başkasıdır." dermiş. Ve sorulduğu zaman: "Ben kelale, çocukları
olmayandır görüşünde bulunuyorum, bu konuda Ebu Bekir'e karşı gelmekten
utanıyorum. Kelale baba ve çocuklardan başkasıdır." dediği de rivayet
edilmiştir. Kelale, mirası bir burada, bir de sûrenin sonunda vardır. Hz. Ömer,
oradaki "onun çocuğu yoktur" kaydını kelalenin tanımlamasına bir
işaret gibi düşünürmüş.
Hem vasiyyetin ve hem borcun kaydıdır. Yani
vasiyyet veya borç ki varislere zarar vermeye kalkışılmayarak yapılmış olsun.
Bu bakımdan önce varislerden hiçbirine vasiyyet geçerli olmaz, zararlı olur.
Bunun diğerlerine zarar olduğu ve hak ettikleri miras payını bozacağı açıktır.
Demek ki bu kayıt ile bu miras âyetleri âyetindeki vasiyet hükmünü,
kaldırmıştır. "Dikkat ediniz, hiçbir varise vasiyyet yoktur." hadis-i
şerifi de bu hükmün kaldırıldığını açıklamıştır. Aynı şekilde yabancıya veya
varis olmayan akrabalara da malın üçte birinden fazla vasiyyet geçerli olmaz,
varislerin müsadelerine bağlı olur. Çünkü peygamber tarafından yapılmış olan
vasiyyet, malın üçte biri olarak açıklanmıştır. Fazlası, varislere zarar
vermektir. Vasiyyet, ne kadar olmalıdır? Sorusuna karşı Hz. Peygamber (s.a.v.)
bir meşhur hadiste: "Üçte bir, üçte bir de çoktur. Varislerini zengin
olarak bırakman, onları fakirlik ve ihtiyaç içinde bırakmandan
hayırlıdır." Bundan dolayı malı az olanların üçte birini vasiyyet etmeleri
bile hoş karşılanmıyor. Vasiyyetin böyle malın üçte birinden geçerli olması da,
ölüm hastalığındaki bir kimsenin varislerine karşı hukuki durumunun, miras
açısından bir erkeğe karşı bir kadının durumuna benzediğini anlatır. kuralı
hüküm açısından bunda da geçerlidir. Terekenin üçte bire ölü için vasiyyet
hakkı, üçte ikisi varislere miras hakkı oluyor. Borcun varislere zarar verme
kasdı ile olmasına gelince, bu da ölüm hastalığında yalan yere borç ikrar
etmesi ile olur. Bunun için, ölüm yatağında yalnız ikrar ile sabit olan borç,
mirastan önce ödenmez, varisin iznine bağlı olur. İşte bu zarar verme kaydının
burada zikredilmesi, kelale varislerine zarar vermesi kasdı çoğunlukla mümkün
olmasından ileri gelir.
Allah Teâlâ bunları, kendi tarafından bir
vasiyyet olarak emir ve tavsiye ediyor. Bu da öbür âyetteki gibidir. Ve bununla
hem mânâ bakımından iki durumun farklı olmasına uygun birer pekiştirme
yapılmış, hem de bu âyetin sonundan, önceki âyetin başına bir "son tarafı
baş tarafa geri çevirmek" güzel edebî sanatı gösterilmiştir. Allah her
şeyi bilendir. Zarar verme kasdında bulunanları bilir, fakat hâlim (sabırlı)
olduğundan ceza vermede acele etmez. Bundan dolayı bu hilme (yumuşak muameleye)
aldanıp zarar vermeye kalkışmamalı, yapılacak olan vasiyyeti Allah rızası için
yapmalı, Allah'ın vasiyyetlerine uygun hareket etmelidir.
Meâl-i Şerifi
13- İşte bütün bu hükümler, Allah'ın koyduğu
hükümler ve çizdiği sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itâat ederse Allah
onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar, orada ebedî olarak
kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.
14- Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan eder
ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa Allah onu da ebedî kalacağı cehennem
ateşine koyar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.
15- Kadınlarınızdan zina edenlere karşı,
içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar, şahitlik yaparlarsa, bu kadınları,
ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir çıkış yolu açıncaya kadar
evlerde hapsedin.
16- Sizlerden zina edenlerin her ikisine de
eziyet edin. Eğer onlar tevbe edip kendilerini ıslah ederlerse onlardan
vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve çok merhamet edendir.
17- Ancak Allah'ın kabul etmesini vaad
buyurduğu tevbe, o kimseler içindir ki, bilmeyerek günah işleyip hemen tevbe
edenlerin tevbesidir. İşte Allah bunların tevbelerini kabul eder. Allah alîmdir
hakîmdir. (Her şeyi bilendir, hikmet sahibidir).
18- Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm
gelince: "İşte ben şimdi tevbe ettim." diyen kimselerin tevbesi kabul
edilmez. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri kabul edilmez. İşte bunlara
ahirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.
13-14-15-FAHİŞE: Haddini aşmış, pek çirkin,
aşırı edepsizlik demektir. "El-Fahişe" de zinanın bir ismidir.
Kadınlarınızdan yani müslüman kadınlarından
zina yapanlar, Allah'ın çizdiği nikah hududunu aşıp onun zıddı olan, o bilinen
çok kötü işi kendi isteği ile yapanlar oldu mu siz erkeklerden şahitlik etmeye
ehil dört şahidin o kadınlara karşı şahitlik etmeleriyle ispatlamayı isteyiniz
olaydan sonra zaman aşımı olmadan derhal şahitlik ederlerse -ki bunda zaman
aşımı şehirlerde bir ay, biraz uzak köylerde dört ve en fazla altı ay olmak
üzere belirlenmiştir.- Kadınların bu şekilde suçlulukları sabit olduktan sonra
o kadınları, ölüm canlarını alıncaya veya Allah kendilerine bir yol açıncaya
kadar evlerde hepsediniz. Bununla zina eden kadının cezası, Allah'ın diğer bir
hükmü ininceye kadar bir müddet için "ölünceye kadar ebedî hapis
cezası" olmak üzere belirlenmiştir. Bundan dolayı Nûr sûresindeki:
"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun."
(Nûr 24/2) âyetleri indirilince bu ebedî hapis cezası hükümsüz olmuştur ki
kaydının gereği de budur. Şahitlik hakkındaki hüküm ise, zinanın tesbit
edilmesi hususunda sağlam bir esas olarak kalmaktadır.
16- Erkeklerden zina edenlere gelince: Sizden
onu (zinayı) yapanların ikisine de eziyet ediniz. Yani miktarı size bırakılmış
olmak üzere sözlü veya fiili azarlama ile terbiye ediniz. Burada diye ikil kipi
ile ifade edilmesi karışıklığa sebep olmuştur. Müfessirlerin çoğu bundan
kasdedilenin, zina eden erkek ile zina eden kadın olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bu şekilde erkeğin cezasının, kadından hafif olması, kadının müebbet
hapsinden başka diğer bir azarlama ile de cezalandırılması ve eziyetin hapsi de
kapsadığı düşünüldüğü takdirde de anlatımda tekrar bulunması lazım geleceğinden
dolayı uygulamasında âlimler ihtilaf da etmişlerdir. Bazıları, bu âyetin
indirilmesi daha sonra olup önce kadın hakkında âyetinden anlaşılan mânâ üzere
müebbed hapsin hükmünü kaldırmış ve daha sonra Nûr sûresindeki âyet ile de
burada kapalı olarak anlatılan azarlama, açıklanarak şer'î cezaya çevrilmiş
olduğunu söylemişlerdir ki, en uygun olan da bu olsa gerektir. Diğer taraftan
Mücahid'den bu âyetin zina hakkında değil, erkekler arasındaki cinsel sapıklık
hakkında olduğu ve bundan dolayı iki erkekten ibaret bulunduğunu nakletmiş.
İsfahanlı Ebu Müslim de bunu tercih etmiştir.
17- Allah Teâlâ'nın kesin olarak kabul
edilmesini söz verdiği ve taahhüd ettiği tevbe, ancak bir cahillikle bilmeyerek
günah işleyip de
18- sonra çok geçmeden tevbe eden, günahında
ısrar etmeyen kimselere aittir. Yoksa günahları işleyip işleyip de nihâyet her
birine ölüm gelip çattığı zaman ben şimdi tevbe ettim, diyenlere bir de kâfir
olarak ölenlere tevbe yoktur. Şu halde bu ikisi arasında bulunan, yani bilerek
günah işleyen, çok geçmeden tevbe etmeyip günah işlemeyi alışkanlık haline
getiren ve böyle iken can çekişme haline gelip hayattan ümidini kesmeden önce
tevbe edenlerin tevbelerinin kabul edilmesi kesin değildir. Allah'ın iradesine
kalmıştır. Bu konudaki araştırmanın sonucu şudur: Can çekişme durumundan önce
henüz hayattan ümitsiz olmadığı halde küfürden tevbe ile iman etmek geçerlidir.
Fakat can çekişme halinde hayattan ümit kesme durumunda küfürden tevbe etmek ve
iman etmek geçerli değildir. İman ettikten sonra iyi amel yapabilecek bir zaman
bulunmalıdır. Fakat günah işlemiş müminin son nefesindeki tevbesi de geçerli
olabilir. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz..." (Zümer,
39/53) Şu kadar varki, tevbenin kabul edileceği de kesin olarak vaad edilmiş
değildir. Bu âyetler işte bunu anlatmıştır. Günahların akibeti, böyle acıklı
azab, tevbenin hükmü de öyle olduğu için, evlenmekle ilgili haramlara aşağıdaki
şekilde çok dikkat etmek gerekir:
Meâl-i Şerifi
19- Ey iman edenler! Kadınlara zorla varis
olmanız size helal değildir. Verdiğiniz mehrin bir kısmını kurtaracaksınız
diye, onları sıkıştırmanız da helal değildir. Ancak açık bir hayasızlık yapmış
olurlarsa başka. Onlarla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa,
olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah onda bir çok hayır takdir
etmiş bulunur.
20- Eğer bir eşi bırakıp da yerine diğer bir
eş almak isterseniz, öncekine yüklerle mehir vermiş de bulunsanız, ondan bir
şey geri almayın. O malı bir iftira ve açık bir günah isnadı yaparak geri alır
mısınız?
21- Birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken ve
onlar sizden kuvvetli bir teminat almışken verdiğinizi nasıl geri
alabilirsiniz?
22- Cahiliye devrinde geçenler müstesna,
babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyiniz. Şüphe yok ki o, pek
çirkindi, iğrenç idi, o ne fena bir âdetti.
23- Size şunları nikahlamak haram kılındı:
Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek ve
kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kızkardeşleriniz
ve karılarınızın anneleri, ve kendileri ile zifafa girdiğiniz kadınlarınızdan
olan ve evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer üvey kızlarınızın anneleri
ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur.
Sulbünüzden gelen (öz) oğullarınızın hanımları ile evlenmeniz ve iki kız
kardeşi birlikte nikahlamanız da haramdır. Ancak cahiliyyet devrinde geçen
geçmiştir. Şüphesiz ki Allah gafur (çok bağışlayıcı) ve çok merhamet edicidir.
19- "istemedikleri halde kadınlara zorla
varis olmanız size helal değildir." Cahiliyyede bir gelenek varmış: Bir
adam yakınlarından biri vefat ettiği zaman, kalan karısının veya çadırının
üstüne elbisesini atıp, "kendisine varis olduğum gibi karısına da varis
olacağım" dermiş ve böyle dedi mi, o kadına herkesten daha fazla hak
sahibi olurmuş; dilerse onu eski mehirden başka bir mehir olmaksızın
evlenirmiş, dilerse başkası ile evlendirir, mehrini alır ve kadına ondan bir
şey vermezmiş. Ve isterse ölen kocasından alacağı olan mehirden vazgeçirmek
için " = adıl" yapar, yani kendisi onunla evlenmez, başkası ile
evlenmesine de engel olurmuş. Eğer kimse onun üzerine abayı (elbiseyi) atmadan
kadın kendi akrabalarının yanına gidebilirse kendine sahip olabilirmiş.
Bazıları da hanımından hoşlanmaz ve bununla beraber kadının malı bulunduğundan
dolayı, mirasına konmak için zorla onu yanında tutar, ölümünü gözler, iyi
geçinmezlermiş. İşte bu âyet ya önceki sebep veya bu sebepten dolayı
indirilmiştir. Şu halde önceki sebebe göre helal olmayan mirastan maksat,
kadınların kendilerine mirasçı olmaktır. Kadın mirasçı olmaz. İkinciye göre de
mallarına mirasçı olmaktır. Yani zorla kadını tutup malına konmak da helal
olmaz. Diğer taraftan bazıları da kadına ihtiyacı bulunmadığı halde onunla
evlenir, iyi geçinemez, bırakmak da ister. Fakat mehrini, nafakasını vermemek
ve hulu' (belirli bir miktar para karşılığında kadını boşanmaya) mecbur etmek
için kadını sıkıştırırdı. Bunlara karşı da şöyle buyurulmuştur: Kadınlara
verdiğinizin bir kısmını bile almak için kendilerine baskı yapmayınız, evlilik
haklarından men etmeyiniz, ancak pek açık bir şekilde, karı-koca arasını
bozacak aşırı bir edepsizlik veya bir zina yapmış olurlarsa başka. Ancak o
zaman ayrılmaya onlar sebep olacaklarından hulu' (boşamaya karşılık bir mal)
isteğinde mazeretli olabilirsiniz, yoksa yapmayınız. Kadınlarınızla İslâm'ın
inkar etmeyeceği uygun şekilde iyi geçininiz. Burada maruftan maksat, yatak ve
harcama hususlarında insaflı, sözde, sohbette tatlı bulunmak gibi
özelliklerdir. Eğer kadınlar hoşunuza gitmez ve sohbetlerinden bıkarsanız
olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda bir çok hayırlar
yaratmış bulunur. Bundan dolayı onları yukarda olduğu gibi, kadınlar tarafından
bir gerek olmaksızın yalnız nefsinizin hoşlanmamasından dolayı onlardan
ayrılmaya kalkışmayınız, geçimlerine sabrediniz
20- ve eğer bir hanımı boşayıp yerine diğer
bir hanımla evlenmek isterseniz o hanımlardan birine yüklerle, yani çok
miktarda mal da vermiş olsanız o verdiğiniz maldan hiçbir şey almayınız. Siz o
malı kadına iftira ederek veya açık bir vebal yükleyerek mi alacaksınız? Ne
çirkindir, hiç bu yapılır mı?
21- Hem nasıl alabilirsiniz ki siz bundan önce
birbirinizle birleştiniz, başbaşa kaldınız. Bununla mehir kesinlik kazandı,
karşılığı alındı, size hizmet hakları sabit oldu ve daha birçok şey yapıldı ve
onlar sizden bundan önce pek kuvvetli bir söz ve anlaşma da aldılar. Bu
anlaşma, Allah'ın emri ve Peygamberin sünneti üzere yapılan nikah akdi ve
hükümleridir ki, bununla " Ondan sonra ya kadınları iyilikle tutmak, ya
güzellikle salmak vardır." (Bakara, 2/229) âyetinin mânâsına göre hayat
devam ettiği müddetçe güzel bir şekilde arkadaşlık ve iyi geçinme olamadığı
takdirde güzellikle memnun ederek boşama sözü verilmiştir. Halbuki Allah'ın
koyduğu sınırlara tecavüz edenler zâlimler, söz verdikten sonra anlaşmalarını
bozanlar ise zarar edenlerdir. "Kim sünnetimi terkederse o benim
ümmetimden değildir." buyuran Hz. Peygamber de "Siz onları Allah'ın
emanetiyle aldınız ve Allah'ın kelimesi ile helallandınız" yüksek
açıklaması ile bu anlaşmanın ağırlığına işaret etmiştir.
22-Bundan sonra nikahı helal olmayıp haram
olan kadınlarla helal olanların açıklanmasına başlanıyor, şöyle ki bir de
atalarınızın, yani baba ve dedelerinizin nikah etmiş olduğu kadınların ölmüş
gitmiş olanlardan başka hiç birini nikah etmeyiniz, atanızın el sürdüğü kadına
el sürmeyiniz.Cahiliyye devrinde yaşayanlar, kadınlara varis olma meselesinden
de anlaşıldığı üzere ölümünden sonra babalarının hanımları ile evlenirlermiş.
Bu âyet ile bu kötü gelenek kayıtsız ve şartsız yasaklanmıştır. Ve yaygın bir
cahiliye geleneği olduğundan dolayı haram kılınan diğer şeylerden önce özel bir
şekilde yasaklanmıştır. Bundan dolayı İslâm dininde baba ve dedelerin sahih
nikah ile yalnız evlenme akdini yaptıkları, el sürmedikleri veya fasit
(geçersiz) nikah ile nikah akdini yapıp el sürdükleri, yahut nikah akdi olmadan
sözleşme yaptıkları kadınlardan hiçbiri ile oğulları ve torunları evlenemezler.
Çünkü nikah kelimesi, lügatta birleşme mânâsına olmasından ötürü, kucağa çekmek
mânâsında kullanılabileceğinden nikahlı kadında bu da düşünülebilir.
İstisnası şu iki mânâyı gösteriyor: Birincisi,
ölmüş gitmiş olan kadınların nikah edilmelerine imkan olmadığından dolayı
"Deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar" (A'raf, 7/40) cinsinden
imkansız bir şeye bağlı tutmak ile mübah olma kapısını tamamen kapamaktadır.
İkincisi de her nasılsa geçmişte olan olmuş, geçen geçmiş, bundan sonra sakın
yapmayınız; bir kerre olmuş oldu, artık vaz geçilmez, tevbe edilmez sanıp da
ısrar etmeyiniz, hemen ayrılınız. Çünkü bu durum, yani oğulların, torunların
atalarının nikahlı karıları ile evlenmeleri pek çirkin bir şey, bir fuhuş
nefret edilen ve buğzedilen ve pek kötü bir yoldur. Geçmişte de böyle idi,
bugün ve yarın da böyledir. Cahiliyye devrinde bile şeref ve itibarını bilenler
bundan nefret ederlerdi.
23-Şimdi bundan başka diğer haram kılınmış
hanımları dinleyiniz: Ey müminler! Size şunların nikahı haram kılındı:
1- Anneleriniz, kendi anneleriniz, babanızın
ve annenizin anneleri ve onların anneleri, nineleriniz. Ataların hanımlarını
nikah etmek kayıtsız şartsız haram olunca, annelerin ve ninelerin haram olduğu
da öncelikle anlaşılmış ise de önemine binaen özellikle açıkça belirtilmiştir.
2- Kızlarınız ki ,gerek bizzat kendi çocuklarınız
olan kızlar, gerek oğullarınız veya kızlarınızın kızları olan torunlarınız,
gerekse torunların torunları kızlar...
3- Kız kardeşleriniz ki, gerek anne-baba bir,
gerek baba bir, gerek anne bir bütün kızkardeşleriniz.
4- Halalarınız yani babalarınızın,
dedelerinizin kızkardeşleri olan genel olarak bütün halalarınız, bibileriniz.
5- Teyzeleriniz, yani annelerinizin ve
ninelerinizin kızkardeşleri olan büyük küçük bütün teyzeleriniz.
6- Ve kardeşinizin kızları, gerek çocukları ve
gerek torunu olsun yeğenleriniz.
7- Ve kızkardeşlerinizin kızları, aynı şekilde
bütün yeğenleriniz.
Buraya kadar açıklanan yedi mahrem (nikah
düşmeyen yakın akraba) neseb yönünden yakın olan akrabalardır.
8- Sizi emzirmiş olan anneleriniz, yani süt
anneleriniz ve nineleriniz...
9- Sütten kız kardeşleriniz, yani süt
kızkardeşleriniz.
Çünkü süt emzirenlere anne, emenlere kardeş
denilmiş olması, bunlarda neseb vasıfları ve hükümlerinin geçerliliğini
gerektirir. Süt anneler, süt kızkardeşleri bulununca süt babalar, süt kızlar,
süt halalar, süt teyzeler, süt kardeş ve kızları hep var demektir. Bundan
dolayı süt emmeden dolayı haram olanların da bu kıyas üzere yukarda olduğu gibi
yediye ulaşacağı ve bu ikisinin söylenmesi ile yetinilmiş olup geri kalanların
zikredilmediği anlaşılır. Gerçi birşeyin bildirildiği yerde bazı şeyleri
zikretmemek hasr (daraltma) ifade ederse de delalet-i iltizamiyye (Bir lafzın
vaz olunduğu mânânın lazımına yani o mânâ ile beraber bulunması zaruri olan
diğer bir mânâya delaleti) ile işaret bulununca diğer mânâların düşmesi söz
konusu olamaz.
Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.)bu işareti
açıklamak veya bu kapalılığı açıklamak için "Nesebden haram olanların
hepsi, süt emmeden de haram olur." buyurmuştur.
10 - 14- Bundan dolayı burada "o ikisine
mukayese et" meâlinde bir işaret ve icaz (kısaltma) bulunduğu ve bu
şekilde buraya kadar neseb ile yedi,süt emmeden de yedi olmak üzere toplam
olarak on dört nikahı düşmeyen kadın sayılmış olduğu unutulmamalıdır. Bundan
sonra da evlenme ile meydana gelen akrabalıktan haram olanlara geliyoruz.
15- Kayıtsız şartsız kadınlarınızın, yani
ister kendisiyle zifafa girmiş olduğunuz ve ister zifafa girmediğiniz nikahlı
hanımlarınızın anneleri, kaynanalarınız.
16- Kendisiyle birleştiğiniz kadınlarınızdan
doğmuş karılarınızdan olma umumiyetle himayenizdeki üvey kızlarınız. Eğer
anneleri ile cinsi temasta bulunmamış iseniz üvey kızlarınızla evlenmenizde bir
mahzur yoktur. Demek ki anneleriyle birleşmek kızları haram kılar. Kızları
yalnız nikah etmek de annelerini haram kılar.
17- Sulbunüzden bizzat ve dolaylı olarak gelen
oğullarınızın eşleri olan gelinleriniz ki, bütün torunların eşlerini de kapsar.
"sülbünüzden" kaydı ile, üvey oğullar ve oğulluklar (evlatlıklar) bu
hükümden çıkarılmıştır.
18-19- İki kızkardeşle bir arada evlenmeniz,
aynı şekilde biri erkek sayıldığı takdirde diğeri ile evlenmesi caiz olmayan
iki kadının, mesela bir kızla halasının veya teyzesinin birlikte nikah edilmesi
de iki kızkardeşin bir arada nikah edilmesi gibi haramdır. Bunun için Hz.
Peygamber (s.a.v.) meşhur bir hadisinde buyurmuştur ki: "Bir kadın ne
halasının, ne teyzesinin ne kardeşin kızının ne kızkardeşinin kızının üzerine
nikah olunmaz", ancak eski devirlerde geçmiş olanlar başka. Onlardan
dolayı sorumluluk yoktur. Çünkü bu şekilde evlenme Yakub (a.s.) şeriatında
vardı. Şüphesiz ki Allah gafur (çok bağışlayan), rahim (çok merhamet eden)dir.
Fakat şimdi ve gelecekte bunlar yasak ve haramdırlar.
24- Evli hür kadınlar...
Meâl-i Şerifi
24- Bir de harb esiri olarak sahibi
bulunduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram
kılındı. Bütün bunlar Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunların
dışında kalanlar ise iffetli olarak zina etmeksizin mallarınızla mehir vermek
suretiyle evlenmek istemeniz size helal kılındı. O halde onlardan nikah ile
faydalanmanıza karşılık mehirlerini kendilerine verin ki, bu farzdır. O mehri
takdir edip kesinleştirdikten sonra birbirinizi razı etmenizde bir mahzur
yoktur. Şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Harp esiri olarak sahip olduğunuz cariyeler
müstesna olmak üzere bütün evli hür kadınların hepsi de size haram kılındı.
Bununla dan buraya kadar özet olarak on beş, uzun uzadıya açıklandığında, yirmi,
yirmi bir çeşit kadınla evlenmek haram edilmiş oldu. Demek ki gerek
müslümanların, gerek zımmilerin ve gerek kendileri ile savaş halinde bulunulan
kimselerin nikahı altında bulunan ve hür olan bütün kadınların da genel olarak
nikahları haramdır. Ancak savaşta esir olup hürriyetlerini kaybetmiş bulunan
cariyelerin nikahı genel olarak haram değildir.
Buradaki on kırâetin hepsinde dın fethasiyle,
bundan başka yerlerde ise gerek ve gerek Kisâî kırâetinde ın esresi ile, diğer
kırâetlerde yine fetha ile okunur. Biri dan ism-i meful (edilgen ortaç), biri
de ism-i fail (etken ortaç) kipidir. İhsan, lugatte sarplık ve sağlamlık demek
olan "hasenet"ten türemiş olup bir yeri kale gibi sağlam yapmak ve
kocanın karısını, nikahı düşen kimselerden korumak mânâlarına müteaddi
(geçişli), ırzını koruyup iffetli olmak veya evlenmek mânâlarına lazım
(geçişsiz) olur. Kur'ânda da evlenme, veya hürriyet veya İslâm veya iffet olmak
üzere dört mânâ ile ilgili olup yerine göre kendisine uygun düşen mânâya
yorumlanır. Bundan dolayı burada muhsanât evli yani kocası olan ve istisnası
ipucu ile de hür olan kadınlar demek olduğu apaçıktır. Yemin, aslında sağ el
mânâsına olduğundan milk-i yemininiz demek ellerinizle meşru bir şekilde
hakkıyla kazandığınız mülkleriniz demektir ki, en fazla köle ve cariyelerde
kullanılır. Burada söz konusu, kadınlar olduğu için bundan maksat hakkıyla
sahip olduğunuz köle kadınlar demek olduğu da apaçık bellidir. Bunlar,
kadınlardan istisna edilince geride yalnız hür olanlar kalır. Ve genel şekilde
nikahları haram kılınan muhsanatın da hür olan kocalı kadınlar, demek olduğu
anlaşılır. Demek olur ki, hür olmayan kadınlar evlenmiş olsalar da hür kadınlar
gibi genel şekilde haram değildirler. Bunlar, özel hükümlere tabidirler.
Bunların haram olanları bulunabileceği gibi helal olanları da bulunabilecektir.
Çünkü dârü'l-harbdeki (İslâmın elinde olmayan, her zaman savaş yeri olabilecek
yer) karılığın ilk tutsaklık sırasında hükmü kalkabilir de sahiplerine helal
olurlar. Yoksa bundan, evlendirilmiş köle kadınlarla, nikah altında iken
kayıtsız şartsız sahiplerine helal olacağı gibi bir mânâ anlaşılmamalıdır. Yani
istisna, kayıtsız şartsız haram olmaktan değil, genel olarak haram olmaktan
çıkarmaktır. Olumsuzluğun kapsamı yolu ile köle kadınların helal olduklarını genelleştirmek
için değil, kapsamı olumsuz kılmak yolu ile haramlığın, hepsini içine almasını
önlemek içindir. Diğer taraftan bu istisna bundan sonraki ikinci âyette
açıklanacak mânâya bir çeşit işareti de içerir.
Bu ibare yukarıda ki "size haram
kılındı..." hükmüne bağlıdır. Yani yukarıda olduğu gibi anlatılan
kadınların haram kılınması üzerinize kesin şekilde yazılmış bir Allah
yazısıdır. Bunların nikahının haram kılınması insana ait bir padişah buyruğu
değil, bir Allah buyruğu gereğidir. Nikah bağı ve muamelesinin şahsa ait olan
bir takım sosyal, hukuki ve ahlâki gerekleri vardır. Bu şekli ile soydan ileri
gelen evlenme yasağı, yakın akrabalıktan ileri gelen evlenme yasağı, sütten
ileri gelen evlenme yasağı ve nikahla meydana gelen akrabalıktan ileri gelen
evlenme yasağı ve evli olmaktan ileri gelen evlenme yasağı, evlenmenin ve aile
meydana getirmenin mahiyetinin gereği ve ilâhî kanun ile çizilmiş sınırlar ve
temel haklardır.
Bunlarla evlenmek haram kılındı ve bunların
dışında kalan kadınlar size helal kılındı ki siz erkekler muhsin kendisini
haramdan saklayıp zina yapmadan, yani iffetinizi koruyarak ve zinadan sakınarak
mehir veya para olacak mallarınızla nikahlarını veya mülkiyyetlerini
isteyesiniz. Muhsin olmak, iffetini korumaktır ki buna ihsan veya nefsi tahsin
etmek (kale gibi sağlamlaştırmak) da denilir. Müsafaha, "sefh"
kökünden türetilmiş müfaale babıdır. Sefh, aslında kan ve su kategorisi
sıvıları döküp akıtmak demek olduğundan müsafeha veya sifah, sırf suyunu
boşaltmak, yani her iki tarafın (kadın ve erkeğin) üreme ve türeme maksadında
bulunmayıp yalnız su akıtarak cinsel arzularını gidermek mânâsını ifade eder.
Ve bunun için zinaya sifah denilir. Demek olur ki, yukarıda olduğu gibi
kadınların helal kılınmasından esas maksat, yani nikahın ve odalık almanın
meşru olmasının hikmeti, nefsi tahsin (kale gibi sağlamlaştırmak) ve üremedir.
Nefsani arzuları gidermek de buna bağlıdır. Yoksa yalnız şehveti gidermek
maksadı ile nikah veya cariye edinmek caiz değildir. Bu maksat da ya gizli veya
açıkça olur. Gizli olur, yani yalnız kalbde kalırsa nikah akdi görünürde sahih
olsa da dini yönden helal olmaz. Fakat görünürde kapalı ve belirsiz olursa,
mesela evlenme akdinin yalnız faydalanma maksadı ile olduğu açıkça söylenir
veya geçici bir müddet ile sınırlandırılırsa, bu şekilde nikah hem dini açıdan,
hem de hukuki açıdan geçersiz olur. Bundan dolayı kaydından tamamen anlarız ki,
müt'a nikahı, başka bir ifade ile metres tutmak helal değildir, bir zinadır.
Erkekle kadın arasındaki doğuştan var olan ilişkinin yaratılış hikmeti, hayatın
akıcı suyunun, yalnız kısır bir zevk için yok edilmesi değil, "Ondan eşini
yaratan ve her ikisinden de birçok erkek ve kadın türetip yeryüzüne
yayan." (Nisâ, 4/1) hükmünün tecellisidir. Bakara sûresinde
"Kadınlarınız sizin tarlanızdır." (Bakara, 2/223) buyurulmuştur.
Burada, "Kadınlarınız sizin eğlenceniz." denilmemiştir.
"Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın." (Âli İmran 3/191), daha
esasında "Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur"
(Bakara, 2/29) âyetinden anlaşıldığı üzere insanların nefislerinde ve
ırzlarında aslolan mübah olmak değil, haram olmaktır. Ve bunun için burada da
önce haram kılınmış kadınlar sayılmış, daha sonra zina yapmaktan sakınmak ve
evlenme gayesi üzerine ve mallar karşılığında evlenmek istemeye müsaade
olunarak evlenmenin helal olduğu açıklanmıştır. Kısaca nikah, zinanın zıddıdır.
Zina batıl olup meşru değildir. Yaratılış gayesini değiştirmeye çalışmaktan
başka bir şey değildir. Nikahın, iyi niyetle ve geçici olmamak üzere
akdedilmesi lazımdır. Bir de kaydı şunu gösteriyor ki, mehir nikahın
gereklerindendir. Nikah denildi mi karşılığında bir mal söylenmemiş olsa bile
mutlaka bir mehirden uzak olmayacaktır. Bundan dolayı bu şartlar altında o
helâl kadınlardan herhangi birisinden faydalanmak isterseniz onların
ücretlerini, yani namuslarının karşılığı olan mehirlerini bir farz olarak
veriniz. Zifaf ile mehrin tamamı kocanın boynunun borcu olur. Bakara sûresinde
zifaftan önce boşanma gerçekleşmiş ise "Belirlediğiniz mehrin yarısını
kendilerine verin." (Bakara, 2/237) buyurulmuştu. Öyle olmakla beraber
mehir farz edilip belirlenip, adlandırıldıktan sonra her ikinizin karşılıklı
rızası ile yaptığınız indirim veya borçtan kurtulmada günah yoktur. Çünkü
yukarda "Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi
istekleriyle mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin."
(Nisâ, 4/4) buyurulmuştu. Şüphesiz ki, bunları böyle emreden Allah alîm (çok
iyi bilen) hakîm (hüküm ve hikmet sahibi)dir. Şimdi özellikle köle kadınların
nikahına gelelim:
Meâl-i Şerifi
25- Sizden her kim hür mümin kadınları nikah
edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da ellerinizin altındaki mümin
cariyelerinizden efendilerinin rızası ile nikahlamak var. Allah sizin imanınızı
daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz. O halde sahiplerinin izni ile ve
mehirlerini örfe göre vermek suretiyle cariyelerden iffetli olan, zina etmeyen,
dost da edinmeyenlerle evlenin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit
hür kadınlar hakkında gerekli bulunan cezanın yarısı kendilerine lazım gelir.
Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır. Sabretmeniz ise, sizin
için daha hayırlıdır. Allah Gafûrdur, Rahimdir (çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir).
25- Burada muhsenat, sahip olma karşılığı
olduğundan hür kadınlar mânâsınadır. Yani içinizden her kim hür kadın ve imanlı
olan kadınlarla evlenecek fazla bir mali güce sahip değil ise sahip olduğunuz
genç ve imanlı cariyelerinizden nikah etsin. Hür bir kadını yoksa veya hür
kadın almaya mali gücü yetmiyorsa mümin cariye ile evlensin. Çünkü cariyenin
masrafı azdır. Fakat her zaman mümin kadını tercih etmelidir. Mümin kadın ve
cariye nikahını mutlak surette bir alçaklık saymasın, çünkü Allah imanınızı en
iyi bilendir siz birbirinizdensiniz; müminlerin hür olanları ile olmayanlarınız
bir dinden, bir cinstensiniz. İyi niyetle onlarla evlenmek, gerektiğinde bir
erkek için alçaklık değildir. Zina tehlikesi, daha büyük bir alçaklıktır. Şu
kadar var ki, cariyeleri hür kadınlara tercih etmek de hür kadınların haklarına
tecavüz etmektir. Bunun için nikahı altında bir hür mümin kadın bulunan bir
adamın, onun üzerine cariye ile evlenmesi asla caiz olmayacağı gibi, bir mümin
hür kadınla evlenebilme gücüne sahip hür bir erkeğin de cariye ile evlenmesi
mekruh veya haramdır. Ve o zaman cariye nikahı bir aşağılıktır. İmam eş-Şafiî
hazretleri âyetin mefhum-i muhalifini göz önünde bulundurarak buna haram demiş
ise de İmam-ı Âzam mekruh olduğunu söylemiş, haram olanın yalnız hür kadın
üzerine köle kadınla evlenmeye kalkışmak olduğunu açıklamıştır.
Köle kadınla evlenmenin sahih olmasının
şartına, hükmüne ve gayesine gelince cariyeleri sahiplerinin izni ile nikah
ediniz ve mehirlerini veya nafakalarını kendilerine iyi şekilde güzelce veriniz
ve bunları "Fuhuşta bulunmayarak, gizli dost da edinmeyerek namuslu
yaşadıkları halde..." vasıfları ile vasıflanmış olmaları üzere, bu
durumları yaşamaları maksadı ile onlarla evleniniz.
"Haden"in çoğuludur. Yani gizli dost
tutmak demektir. Cahiliyye devrinde iki çeşit zina vardı. Birisi herkesin gözü
önünde açıktan genelev işletmek, diğeri de birini dost tutarak özel bir şekilde
gizlice zina etmekti. Ve bu şekildeki zinalar, çoğunlukla cariyelerle
yapılırdı. İslâmda bunların ikisi de yasaklanmıştır. Dikkate değerdir ki, hür
kadınlara aid olan âyette, erkeklerin zinası, burada da kadınların zinası açık
olarak yasaklanmıştır. Bu ise büyük bir edeb ve belagati içermektedir.
İlk önce hür olan kadınların zinaya tenezzül
etmeyecekleri ve onlar hakkında fuhuş ve zina ihtimalini düşünmek bile uygun
olmadığını ve böyle bir ihtimal olsa olsa erkekler yüzünden ve erkeklerin
iffetsizliği dolayısıyla tasarlanabileceği, cariyelere gelince bunların
zarurete binaen zina aşağılığına düşebilmeleri pek düşünülebilen ve hatta
cahiliyye devrinde âdet olduğu ve bununla beraber bunun da yine erkeklerin
ahlâksızlığından meydana geldiği ve bu sefaleti (alçaklığı) kaldırmak da
erkeklerin elinde bulunduğu, erkekler iyi niyetle hareket edip vazifelerini
yerine getirdikleri takdirde bunların da bu sefaletten kurtulacağı ve bundan
dolayı müslümanların hep bu iffet ve iyiliğinin gayesini takip etmelerinin
gereği anlatılmıştır.
Bundan dolayı, cariyeler evlenmekle iffetleri
güven altına alındıktan sonra fuhuş yoluna girerler ve zina yaparlarsa o vakit
bunlara da hür kadınlara uygulanması vacib olan cezanın yarısı vacib olur.
Çünkü bu şartlar altında mazeretleri kalmaz ve bununla beraber esir oldukları
müddetçe hür kadınlar seviyesinde de tutulamazlar. Bunun için cariye ile
evlenmek içinden şehvetin üstün gelmesi ile bozulmak, günaha girmek, zina tehlikesine
düşmek korkusu bulunanlar hakkındadır. Yoksa sabretmeniz hakkınızda daha
hayırlıdır. İmam eş-Şafiî hazretleri buradan ne hür kadın ne cariye, hiç
evlenmemeniz daha hayırlıdır, ibadet nikahtan daha faziletlidir, mânâsını
anlamış ise de Hanefî imamlarının dediği gibi bunun cariye hakkında olduğu
açıktır. Demek ki, mehir ve harcamaya gücü yetenler için şehvetin coşması
durumunda nikah vacibdir. Ve böyle bir durumda hür kadının mehir ve nafakasına
gücü yetmiyecek olanlara bir cariye ile olsun evlenmesi vacibdir ve mümin
cariyeyi tercih etmesi de en azından mendubdur. Çünkü cariyelerin de sefaletten
kurtulmaları istenen bir husustur. Buna ise mümin cariye hepsinden daha fazla
layıktır. Bundan dolayı evlenmenin vacib olması da ancak zina korkusu bulunanlar
hakkındadır. Bu korku olmadığı takdirde cariye ile evlenmek, vacib olmak şöyle
dursun mendub bile değildir. Çünkü bu evlilikte bir taraftan hür kadınların
(itibardan) düşmelerine sebebiyyet vermek, diğer taraftan neseb soyluluğunu ve
çocukların seçimini bozmak gibi sakıncaları da vardır. Bunun için Hz. Ömer
(r.a.) "Cariye ile evlenen her hangi bir hür, hürriyetinin yarısını
kaybetmiş olur." demiştir. Fakat bütün bu sakıncalar zina tehlikesine
karşı hiçtir. Çünkü zina doğrudan doğruya spermasını yoketmek ve genel bir
şekilde gerek erkek ve gerek kadınlar için pis bir alçaklık ve insan türü için
pek büyük aşağılıktır. Ve insandan başka hayvanlar içinde hiçbiri dişisini
yalnız suyunu telef etmek için takip etmez. İnsanlar, elinde hapsedilen erkek
hayvanlar istisna edilirse kediler, köpekler bile dahil olmak üzere, hiçbir
hayvan kösnümiyen dişisine zorla saldırmaz ve işini yalnız aşılama için yapar.
Hatta develerin dişi sidiğini koklaması aşılanmış olup olmadığını farketmek
için olduğu bilinmektedir. Özetle hayvanların bile hayvanca birleşmelerinde
zina mahiyeti yoktur. Yaratılış ve fıtratları, başka bir ifade ile iç güdüleri
buna fırsat vermez. Bu rezillik, bu kısırlık sevdası insanlığı hayvanlardan
daha alçak bir duruma düşüren bir beladır. Bu musibete düşmektense cariye ile
olsun evlenmelidir. Bununla birlikte bu korku yoksa sabır daha hayırlıdır. Her
ne kadar evlenmemede de üreme ve türemeden mahrum olmak varsa da "Allah
çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." Halbuki zina edenler için
acıklı azab vardır. Bu açıklamadan sonra Allah'ın rahmeti gereğince kanun koyma
hikmet ve maksadına bağlı olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
26- Allah, sizlere bilmediklerinizi bildirmek,
sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor.
Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
27- Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor.
Halbuki şehvetlerine uyanlar ise, sizin doğru yoldan büyük bir meyl ile
sapmanızı istiyorlar.
28- Allah, din hususundaki ağır teklifleri
sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan sabır ve tahammül bakımından zayıf
yaratılmıştır.
26- Allah'ın bu kanunu koymasından maksadı,
size helal ve haramı fark ettirip açıkça anlatmak, sizi sizden öncekilerin
sünnetlerine, yani tutup nimet ve mutluluğa erdikleri yollara hidâyetle yol
göstermek ve cahiliyye devrinde sizden şefkatle bakışını ve rahmetini çekmiş
iken sizi İslâm ile böyle doğru yola çevirip günahlarınızdan tevbe ettirerek
üzerinize rahmet ve nimetlerini ardarda vermektir. Yani burada, "Sen, bizi
doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba
uğrayanların ve sapanlarınkine değil." (Fatiha, 1/6-7) duasına özel bir
cevap vardır. Bu açıklanan helal ve haram hükümleri tamamen yeni teşri olunmuş
(kanun olarak vazedilmiş) ve hiç denenmemiş bir yol değil, aslında yaratılış ve
fıtratın gereği olup sizden öncekilerin nimet ve mutluluğa ermelerine sebep
olmuş denenmiş ve sağlam yollardır. Bundan önce nimetten faydalanan
peygamberler ve salihlerin mutlulukları özellikle bu yolda olmuştur. Bundan
dolayı burada önceki şeriatların pek güzel bir gelişme ile yerleştirilmesi
vardır. Bundan sapanların üzerinden Allah'ın gözetimi çekilir ve tekrar bu yola
girenlere de Allah'ın gözetimi yeniden döner. Çünkü "Şüphesiz ki, bir
millet, kendisini değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez." (R'ad, 13/11),
"Sizden öncekilerin yollarını size göstermek (istiyor)." yüce âyeti
önceki şeriatlardan bazı hükümlerin onaylanmasına delalet ettiği yönüyle usul
ilmindeki "Allah ve Resulü anlattığı takdirde bizden öncekilerin şeriatı,
bizim için de şeriattır." kuralını açıkça belirtmiş olduğunda şüphe
yoktur. Ve yine şüphe yoktur ki, burada bu onaylama yukarda olduğu gibi vahiy
ve Allah'ın açıklaması ile olmuştur. Bununla beraber biz şunda da şüphe
etmiyoruz ki, burada vahy ile onaylamadan başka; özellikle peygamberlik
devrinden sonrası için, hükümlerin illetlerini (sebeplerini) çıkarmada
tecrübenin de büyük bir önemi bulunduğuna özel bir işaret vardır. Mutlaka
teşriî (kanun koyma) içtihatlarında yalnız kelimelerin delalet ettikleri mânâ
ile yetinilmeyip tecrübe ile hayatın dış ve hikmete ait akışının da göz önünde
bulundurulması lazım gelecektir. "Ey akıl sahipleri ibret alınız."
(Haşr, 59/2) emrinde bu nokta pek önemli bir yer işgal etmiştir. Şu şartla ki,
her hususta olduğu gibi bunda da şehvetten ve hırsla istemeden iyice sakınmanın
ve olaylara şehvet maksadı ile bakmamanın da bir şart olduğu şimdi anlaşılacaktır.
"Allah, âlimdir, hakimdir." Kanun koyma, bir irade eseri olmakla
beraber Allah'ın kanun koyması ilim ve hikmet ile beraber bulunuyor. Allah'ın
Rahmân olması, sebeplerden önce ise de Allah'ın Rahim olması, sebeplerin düzeni
üzerinde olur.
27- O gafur (günahları bağışlayan) ve Rahim
(merhamet eden) ve herşeyi bilen hikmet sahibi olan Allah, sizin tevbe ve
durumunuzun düzelmesini görüp üzerinizden devamlı olarak rahmet gözüyle bakmak
ve mutlu etmek istiyor. O şehvetler (arzular) arkasında koşup zevklerine tabi
olanlar da büyük bir sapma ile doğru yoldan sapmanızı, kendilerine uyup haram,
helal tanımıyarak kötülük yollarında dolaşmanızı ve uçurumlara sürüklenmenizi
istiyorlar. Bundan dolayı siz böyle günah işleyenlerin isteklerine uymayınız.
28-İctihatlarınızda davranış ve
hareketlerinizde şehvete değil, hikmete ve Allah'ın açıklamalarına ve önünüzde
bulunan doğru yolda gidenlerin ahlâk ve davranışlarına uyunuz ve İslâmın teşrî
ilminde (kanun koyma ilminde) pek büyük bir esas olan şu âyete bakınız: Allah
Teâlâ sizden ağır yükümlülükleri kaldırıp sorumluluğunuzu hafifletmek ister.
Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı kanun koyma konusunda
nefsani arzulara uymak caiz olmadığı gibi şiddet ve baskı da caiz değildir.
Burada "Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük
yükleme!" (Bakara, 2/286) dualarının bir kabul olma işareti vardır ki,
"Onların üzerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları
kaldırır." (A'raf, 7/157), "Allah size kolaylık diler, size zorluk dilemez."
(Bakara, 2/185) "Dinde size bir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78)
âyetleri, aynı şekilde "Ben size kolay ,toleranslı hanif dinini
getirdim." nebevî hadisi de hep bu kolaylaştırma ve hafifletme düsturunu
ifade ediyor. İnsanlar, zannettikleri gibi kuvvetli bir yaratık değildirler.
Şiddete dayanamazlar, hafifletmeye muhtaçtırlar ve İslâm dini, onlara bu
hafifliği bağışlamak için gelmiştir. Bu esaslardan dolayı nikah hususunda da
sertlik ve zorluklar gösterilmemeli, zinaya ve suistimale (kötüye kullanmaya)
meydan vermemek için hükümler ve nikah muameleleri kolaylaştırılmalıdır. İbnü
Abbas hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, o şöyle demiştir:
Nisa sûresinde sekiz âyet bu ümmet için
güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden hayırlıdır.
1- (Nisa, 4/26)
2- (Nisa, 4/27)
3- (Nisa, 4/28)
4- (Nisa, 4/31)
5- (Nisa, 4/48-116)
6- (Nisa, 4/40)
7- (Nisa, 4/110)
8- (Nisa, 4/147)
Kanun koymakla ilgili bu esaslar,
anlaşıldıktan sonra, nikahın mali güç ile özel bir ilişkisi bulunmasından
dolayı malların kazanılması ve tasarruf edilmesi ile ilgili olmak üzere ayrıca
bir hitap ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
29- Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda
haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz
helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz Allah, size karşı çok
merhametlidir.
30- Kim, zulüm ve tecavüz yolu ile bu
yasakları işlerse, yakında onu cehennem ateşine atacağız. Onu ateşe atmak da
Allah'a pek kolaydır.
31- Eğer siz, yasaklandığınız büyük
günahlardan sakınırsanız, diğer kusurlarınızı örter, sizi güzel bir makama
koyarız.
32- Bir de Allah'ın bazınıza, diğerinden fazla
verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere hak ettiklerinden bir pay vardır.
Kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. İsteklerinizi Allah'ın
fazlından ve kereminden isteyin. Gerçekten Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
33- Anne, baba ve akrabaların bıraktıkları her
şey için bir mirasçı tayin ettik. Yemin akdiyle mirasçı kıldıklarınızın
paylarını da verin. Şüphesiz Allah, her şeye şahittir.
34- Erkekler, kadın üzerine idareci ve
hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihad, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden
üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine)
harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah'ın korunmasını
emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık
ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt
verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat
ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok
yücedir, çok büyüktür.
35- Eğer karı-koca arasının açılmasından
endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin tarafından, bir hakem de kadının
ailesinden kendilerine gönderin. Bu arabulucu hakemler gerçekten barıştırmak
isterlerse, Allah karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz
ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır.
36- Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi
ortak koşmayın. Sonra anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba
olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara,
sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen
kimseyi sevmez.
37- Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler,
hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine lütfundan
verdiği nimeti gizlerler. Biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık.
38- Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman
etmedikleri halde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcarlar. Şeytan
kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır!
39- Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman
etselerdi ve Allah'ın verdiği rızıktan gösterişsiz harcasalardı kendilerine ne
zarar gelirdi? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.
40- Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar
zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun sevabını kat kat
artırır. Ve kendi katından büyük bir mükafat verir.
41- Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve
seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne
olacak!..
42- Allah'ı, inkar edip peygambere isyan
edenler, o kıyamet günü yerle bir olmayı isterler. Allah'tan hiçbir sözü
gizleyemezler.
29- Mallarınızı kendi aranızda -yani ister
genel olarak ve ister karı-koca ve akraba arasında haksız, meşru olmayan bir
şekilde boşu boşuna yemeyiniz. Ayrıca birbirinizin malını haklı ve meşru bir
sebep olmaksızın almayınız. Hem de o malları boş yere harcamayınız. Bakara
sûresindeki "Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların bir
kısım mallarını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere
aktarmayın." (Bakara, 2/188) âyetine bakınız.
Batıl : Hırsızlık, hainlik, gasbetmek, kumar, faiz,
geçersiz (haksız) değiştirmeler ve sefihlik, israf ve bütün meşru olmayan
sebepler ve maksatların hepsini, yani hem kazanma sebebini ve hem harcama
şeklini kapsar.
Ancak o malların aranızdaki karşılıklı rızadan
elde edilen bir ticaret olması müstesna. Yahut Asım, Hamza, Kisâi, Halef-i Âşir
kırâetlerinden başka kırâetlerde ötreli okunduğuna göre, ancak aranızda
karşılıklı rızadan meydana gelen bir ticaretin bulunması başka, bundan ve bunu
yemekten nehyedilmiş değilsiniz. Bu istisnanın kendinden önceki hükümsüz
muamelelere mânâ açısından dahil olmadığından dolayı istisna-i munkati (önceki
cümle ile ilişisi olmayan istisna) olduğu ve bundan dolayı sınırlama mânâsına
gelmediği ve şu ticaretten başka, bağış, sadaka, temlik (birine mülk
kazandırma), mübah kılma ve miras gibi diğer meşru sebeplerin varlığına engel
olmayacağı açıklanıyor. Ticaretin özellikle zikredilmesine gelince: Bunun
hikmeti olarak deniliyor ki: Bununla ticaretin mülkiyet sebepleri içinde en
önemli ve en fazla vuku bulan bir esas ve şeref sahipleri için en uygun bir
kazanç yolu olduğu anlaşılmıştır. Biz buna şunu da ilave edeceğiz:
Birincisi, bunlar yalnız hukuki açıdan
anlaşılan hususlardır. Halbuki âyetin gelişi, evlenme ve harcama için mali
hazırlıklarla da ilgili olduğundan daha fazla iktisadi yönü de vardır. Yani
malların elde edilmesi, meşru vasıtalarla olsa dahi harcamalarında iktisatlı
davranmak ve hazır mal yemek sevdasında bulunulmayıp eldeki malların
çoğaltılması ve zaruri bir sebep olmadıkça sermayeye dokunmayıp gelirinden ve kârından
yenilmesi, ve bu arada özellikle ticarete özen gösterme, ticaret esnasında da
karşılıklı rıza esasına iyi riâyet etmek ve bu durumda başkalarının malları
şöyle dursun, kendi mallarının bile boşu boşuna yenip yedirilmemesinin gerekli
olduğu hatırlatılmıştır.
İkinci olarak, istisna-i münkati bu kuruntunun
ortadan kaldırılması için önceki cümlenin hükmünden ayırmak yerinde
bulunacağından burada hukuki ve şer'î açıdan önemli bir problemin halledilmesi
de vardır. Çünkü yalnız akıl yoluyla yapılan mukayese ile düşünüldüğü zaman,
ticaret kazanç maksadıyla mal değişimi demek olduğuna, mal değişiminin mânâsı
ise tam bir eşitlik mânâsını kapsadığına göre, herhangi bir mal değişiminde bir
tarafın bir kâr elde etmesi, bu mal değişimi ve eşitlik esasına aykırıdır.
Bundan dolayı faiz gibi bir haksız ve haram kazanca benzemesi ihtimali celî
kıyas (açık kıyas) ile devamlı söz konusu olur. Hatta mali muamelelerde mal
değişimi (trampa) ve mübadele pek önemli bir esas olmakla beraber bu muamele
bizzat açıkça uygun bile değildir.
Çünkü akla göre, bir malın diğer bir malın
karşılığı olması akla uygun ise mal değişimi anlamsız, değil ise bir yalan
demek olur. Zorunlu olan bazı ihtiyaçlardan dolayı "Allah alışverişi helal
kıldı." (Bakara, 2/275) diye karşılıklı mal değişimi esasına müsade
buyurulmuş ise de bunun zaruretten ileri gelen bir müsade olmasından dolayı,
buna ticaret kasdı eklendiği takdirde bu ticaretin bir çeşit haksızlığı
kapsamış olması ve bundan dolayı takva duygusu ile hareket edecek olanların
bunda bir haram şüphesi kuruntusuna düşebilmelerinin ihtimali gerçekten vardır.
Yalnız ihtimalle kalmaz aksine bir gerçektir. İşte bu kuruntuyu ortadan
kaldırmak için kıyasa aykırı görünen ticaretin, " Allah sizin sırtınızdaki
(ağır yükleri) hafifletmek istiyor; çünkü insan, zayıf ve güçsüz
yaratılmıştır" âyetinin mânâsı gereğince insanların ihtiyaçlarından dolayı
meşru kılınmış olduğu ve aslında karşılıklı mal değişimi mahiyetindeki adalet
ve eşitlik konusunda alış-veriş akdini yapan iki tarafın karşılıklı olana ihtiyaçlarına
ve onu değerlendirecek olan hoşnutluklarına göre düşünmenin lazım geldiği ve
karşılıklı rıza olmayınca yalnız ticaretin değil, genel olarak mal
değişmelerinden ve muamelelerinden hiçbirinin yapılamayacağını ve bu durumda
karşılıklı rızayı bozan ticaretlerin de meşru olmayacağını anlatmak için
buyurulmuş ve bu şekilde takva sahiplerinin ticaretten kaçınmaları şöyle
dursun, aksine boşu boşuna mal yememek için ticaret ile meşgul olmalarının, en
uygun bir iktisat yolu olduğu anlatılmış ve ondan sonra buyurulmuştur ki ve
kendi nefislerinizi veya kendinizden sayılan nefislerinizi hiç bir şekilde
öldürmeyiniz. Nefsi telef etmeye sebep olmayınız. Olumsuz edattan sonraki
öldürme (yani öldürmemek), kasıtlı veya hata ederek, bizzat kendisinin veya
sebep olacağı öldürmeyi kapsadığı gibi, kelimesi de kişisel nefsi ve milli
nefsi kapsadığından dolayı bu yasak birçok mânâlara gelir:
1- İlk önce, doğrudan doğruya insanın kendini
öldürmesini yani kasıtlı olarak intihar etmesini yasaklamıştır ki, bu mânâ
açıkça anlaşılmakla beraber âyetin gelişine uygun değildir. İkincisi, insanın
kendini öldürmesine sebep olmasını yasaklamaktır ki, bu husus başlıca üç yönden
açıklanmıştır:
Birincisi, bazı cahillerin yaptığı gibi zühd
ve ibadet adı altında devamlı sıkıntıya düşüp kendi nefsini son derece
sıkıştırmakla ezmektir ki, Kâdı Beydâvî buna, "Hind cahillerinin
yaptıkları gibi" diye misal vermiştir . Karşılıklı rıza ile yapılan
ticareti, hileli bozuk muameleler gibi zühd ve takvaya muhalif sayarak bu yolda
mal kazanmaktan sakınıp, kendi nefsini yok etmeye sebep olacak şekilde fakirlik
ve zuraretle karşı karşıya bırakmak da bu türden olacağı için bu mânâ özellikle
istisnanın gelişine uygundur. İkincisi, öldürmeye sebep olan cinâyetler
işleyerek kendini öldürmeye sebep olmaktır ki, şunun bunun malına haksız yere
musallat olmak da bu örneklerden biridir. Üçüncüsü, iyilik adına olsa dahi
herhangi bir şekilde kendini boşuna tehlikeye atmaktır ki, ticaret yapacağım
diye kendisini tehlikelere atmak da bu cinstendir. Rivâyet edildiğine göre, Amr
b. Âs bu âyetten delil getirerek soğuktan sakınmak için soğuk su ile
yıkanmaktan çekinip teyemmüm etmiş, Hz. Peygamber (s.a.v.) de bunu tenkid
etmemiştir.
2- Kendi nefislerinizi, diğer bir ifade ile
birbirinizi hiçbir şekilde öldürmeyiniz demek olur. Bunun da âyetin gelişine
uygun olan yönü, haksız ve boş bir şekilde birbirinizin malını yemenin; aynı
şekilde ticaret konusunda iyi şekilde karşılıklı rıza gözetilmeyip herkesi
sıkıntıya sevketmek için karaborsacılık yollarına sapmanın, insanları öldürmeye
ve yok etmeye sebep olmasıdır. Kısacası mallarınızı aranızda haksız ve boşu
boşuna yemeyin, karşılıklı rıza ile ticaret yapın, böyle yapmazsanız yok olur
ve birbirinizi yok edersiniz. Bundan dolayı hiçbir şekilde insanı öldürmeye ve
insanları yoketmeye sebep olmayınız. Şüphe yok ki, Allah size karşı çok
merhametlidir. Bunun için haramı yemeye ve canı yok etmeye müsaade etmez,
karşılıklı rıza ile ticaret yapmaya müsaade eder. Ve birbirinizden karşılıklı
razı olarak güzelce yaşamanızı ister.
30-Bunun için kim insanı öldürmeyi veya haram
yemeyi veya surenin başından beri yasaklanan günahları işleyip haddini aşar,
başkalarına zulmedip veya nefsine zulm ederek bunları kasıtlı olarak yaparsa
biz onu ilerde muhakkak bir ateşe sokacağız. Gerçi bu nasıl olur diye bunu
imkansız görenler bulunabilir. Fakat bunu yapmak da Allah'a göre çok kolaydır.
"Haksızlık ve zulüm ederek" kayıtları gösteriyor ki, cehennem ateşini
hak etmede en fazla göz önünde bulundurulacak yönler bunlardır.
31-Bununla beraber Allah'ın rahmetinin
tecellilerine bakınız ki eğer size yasaklanan günahlardan, büyük günah denilen
günahlardan sakınır, kasıtlı olarak haksızlık ve zulüm ile günah yapmaktan
sakınırsanız küçük günahlar denilen diğer kusurlarınızı, tarafınızdan örteriz,
bağışlarız. Ve sizi, saygı gösterilen yer olan hoş bir yere koyarız, Yahut
-Nâfi' ve Ebu Cafer kırâetlerinde mimin üstün harekesi ile okunduğuna
göre"sizi ikramla ağırlanacağınız hoş bir yere koyacağız."
Evlerinizin kapılarından ikram edilmiş olarak girer, mezarlarınıza ikram
edilmiş olarak gider ve en son cennette ağırlanmış olarak kalırsınız, Fakat bu
noktada ahlâkla ilgili pek önemli bir konu vardır ki, o da genel bir şekilde ve
özellikle erkeklerle kadınlar arasında birbirinizin makamına göz dikerek hased
ve kin taşımamak, yarışma ve rekabet davalarına girişmemektir. Çünkü haset ve
kin, bir çok büyük günahlara sevk eden huylardır.
32- Bunun için Allah'ın bazınıza diğer
bazınızdan fazla olarak bağışladığı şeyleri temenni etmeye de kalkışmayınız,
birbirinizin malına, makamına ve sahip olduğu Allah tarafından verilmiş veya
çalışmakla elde edilen nimetlerine göz dikmeyiniz. Çünkü bu gibi temenniler,
ilkönce hased, kin ve düşmanlık uyandırır. İkinci olarak Allah'ın takdir ve
taksimine razı olmamayı bildirir. Üçüncü olarak, kendi hakkında takdir
edilmeyen bir şeyi temenni etmek, kaderdeki hikmete karşı gelmek ve boş bir
ızdıraptır. Başkasının hakkında çalışmakta takdir edileni, kuru kuru temenni
etmek bir işsizlik ve avarelik ve zamanı boşa harcamaktır. Çalışmadan takdir
edileni, temenni etmek de gerçekleşmesi imkansız olan boş bir temennidir.
Erkekler için kendi kazandıkları şeylerden bir payları kadınlar için de
kazandıkları şeylerden bir payları vardır. Hiç birinin çalışması ve kazancı
boşa gitmez, mutlaka kendisine bir pay verilir. Fakat yaratılıştan birinin
kabiliyeti, kazancı fazla, diğerinin eksik olması, aynı şekilde birine
kazancına uygun olarak verildiği halde, diğer birine kazancından fazla
verilmesi gibi yalnız Allah'ın vergisi olan özellikler, başlıbaşına Allah'ın
iradesinin eseri olan bir ihsandır ki, bunda kimsenin etkisi ve müdahele hakkı
yoktur. Bunun için gerek erkek ve gerek dişiye yakışan başkalarının payını
temenni etmek değil, Allah'ın kendisine bağışladığı kabiliyet ve yeteneğe uygun
olarak çalışmak ve Allah'tan istemektir. Bundan dolayı çalışınız, ve Allah'tan,
Allah'ın lutuf ve ihsanından isteyiniz de herkesin elindeki şeyleri temenni
etmeyiniz. Allah her şeyi bilendir, herkesin hak ettiğini bilir ve üstün
kılmayı bilerek yapar. Demek ki yasağın esas hedefi hasedden, işsizlikten,
Allah'ın hükümlerine ve takdir ettiği şeylere itiraz etmekten menedip, üstünlük
ve ihsanın ve girilecek kıymetli yerin hased ve temenni ile değil, çalışma ile
istenmesinin lazım geldiğini hatırlatmaktır.
Bu âyetin inmesi, miras âyetlerinden dolayı
kadınlar tarafından ortaya konan bazı temenniler ile ilgilidir. Bu cümleden
olarak Hz. Peygamberin hanımlarından Hz. Ümmü Seleme'nin, "Ey Allah'ın
elçisi! Erkekler, din uğruna savaşıyorlar, biz savaşmıyoruz ve bizim mirastan
hakkımız erkeğin yarısı oluyor. Ne olurdu biz de erkek olsaydık." diye bir
temennide bulunduğu ve bunun üzerine bu âyetin indirildiği rivâyet edilmiştir.
Bunun için yukarıda "Erkeğe, iki kadının payı kadar miras verilir."
(Nisa, 4/11) kuralının hikmetlerine bağlı olmak üzere; yaratılıştan var olan,
hukuki ve iktisadi açılardan zikredilmiş olan açıklamaların kaynaklarını burada
ve bundan sonraki bir iki âyette bir ahlâki kuralı telkin etmek ve erkek, kadın
çekememezliğinin düzeltilmesi ve ortadan kaldırılması ve aile hayatının takviye
ve düzenlenmesi mahiyetinde tamamen göstermiş bulunuyoruz ki; üstün kılmak ve
fazilet ve keremde yarışma, yaratılıştan var olan kabiliyetlere; kazanma ve
kazanma payı, çalışma ve iktisatla ilgili değerlere; aşağıda gelecek olan
harcama eşitliğine işaret etmiştir.
33-Şimdi mirasın kazanma ile ilgili olmayıp
yalnız Allah'ın lutuf ve ihsanı olduğunu ve bundan da gerek erkek ve gerek dişi
her birine kazanma gibi derecelerine göre bir pay verilmiş bulunduğunu anlatmak
için, miras hükümlerini bazı ilavelerle özetleyerek buyuruluyor ki: Erkeklere
ve kadınlara kazançlarına göre birer pay verildikten başka bir de erkek ve
dişiden her biri için anne baba ve akrabaların ve yeminlerinizle akit yapıp
veyahut kırâetine göre yeminlerinizle karşılıklı anlaşma akdi yaptığınız
kimselerin, yani nikah akdi ile koca veya karının veya koruma akdi ile kölenin
efendisinin terekelerinden miras alır mirasçılar yaptık, herkesi yalnız kendi
kazancıyla bırakmayıp mirası da hak yaptık ve bunu yalnız erkeklere veya
kadınlara ait kılmayıp ikisine de verdik. Bir de yalnız anne, baba veya
çocukların terekesinden değil, genel olarak bütün akrabaların terekelerinden
derecelerine göre genelleştirdik. Akrabalıkla da kalmayıp akitlerle de miras
verdik ki bütün bunlar yalnız Allah'ın lutuf ve ihsanıdır. Çünkü Allah vermezse
kimsenin mirasa konması mümkün değildir. Bundan dolayı birbirinizin paylarına
göz dikmeyiniz de bütün o mirasçılara paylarını veriniz. Ve aranızda
mallarınızı bu şekilde de haksız olarak yemeyiniz. "Çünkü Allah, her şeye
şahittir."
34-Erkeklerin mirasta hak ettikleri paylarının
fazla olmasının hikmeti erkekler ve özellikle tam erkek olan erkekler, kadınlar
üzerinde hakimdirler, onların üstlerinde dururlar, işlerine bakarlar, dikkatle
gözetir, muhafaza ederler; kahyaları, müdürleri, koruyucuları, amirleridirler.
Küçükler de buna adaydırlar.
KAVVAM; "kâim"in mübalağası olup den
alınmıştır. Bir kadının işine bakan ve korunmasına önem veren ve işlerini idare
edene "Kayyimü'l-mer'eti" ve daha kuvvetli olarak
"Kavvâmü'l-mer'eti" denilir. Bu deyim, erkeğin kadına hakimiyyetini
ve fakat rastgele değil "Milletin efendisi, onlara hizmet edendir."
mânâsı üzere hizmetçilikle karışık bir hakimiyetini ifade eder. Bundan dolayı
bir taraftan erkeğin üstünlüğünü anlatırken diğer taraftan da kadının değer ve
üstünlüğünü bildirir. Ve bu ayırım içinde eşitlik iddiasını kaldırarak
karşılıklı olarak farklı bir eşitlik metoduyla öyle bir birlik sağlar ki, bu
durum sultan ile ümmet arasındaki karşılıklı haklara benzeyecek ve bu şekilde
aile terbiyesi, toplum terbiyesi ve siyasi terbiyenin bir başlangıcı olacaktır.
Bunun için Kadı Beydâvî un tefsirinde der ki, "Valiler, halkı idare
ettikleri gibi onlar da kadınları öyle idare ederler." Şimdi bu esas da biri
Allah tarafından verilen, diğeri çalışmakla kazanılan iki sebebe bağlanarak
buyuruluyor ki: Çünkü erkekler ve kadınların bir kısmını diğerine yaratılış
açısından üstün kılmıştır. zamirinin delalet ettiği mânâ ile bundan erkeklerin
kadınlara üstünlüğü ve tercihleri anlaşılmakla beraber âyetin öyle güzel bir
açıklaması vardır ki, bu üstünlük ve değeri, "Allah o erkekleri kadınlara
üstün kılmıştır." diye mutlak surette erkeklere tahsis etmemiş, kapalı
olarak bazısının diğer bazısına üstünlüğünü ifade etmiştir. Bu ise, erkeğin
kadında bulunmayan, yaratılıştan var olan bir takım üstünlüklere sahip olduğu
gibi, aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan yaratılıştan var olan bazı
üstün vasıflara sahip olduğunu ve bundan dolayı her ikisinin birbirine değişik
yönlerden muhtaç olduklarını ve bu şekilde erkekle kadının yaratılıştan farklı
ve karşılıklı olarak birbirlerinden üstünlükleri olduğu gibi, her erkeğin ve
aynı şekilde her kadının da seviyelerinin bir olmadığını ve bundan dolayı her
erkeğin, her kadın ile tek olarak mukayese edilemeyeceğini ve bununla birlikte
bütün bunlar toptan karşılaştırılınca kadınların erkeklere ihtiyacının,
erkeklerin kadınlara ihtiyacından daha fazla olduğunu ifade eder. Ve
açıklandığı üzere esas üstünlük ölçüsü olan kazanma ve mal edinme açısından
erkek, faaliyet gösterme yeteneğine sahip; kadın ise itaat duygusu ve kabiliyet
yönünden ince ruhlu ve çekici bir yaratılışa sahip olup bunun için erkeklerin
kuvveti ile korunmaya ve muhafaza edilmeye daha fazla muhtaçtır. Ve bundan
dolayı sonuç olarak genel bir şekilde üstünlük ve faziletin erkek tarafında
bulunduğunu, amirlik ve idarecilik yetkisinin, hakkıyla erkek olan erkeklere
verilmesi ve kadınların onlara itaat etmesi, hem bir hak ve hem de kadınların
menfaatlerinin gereği olduğunu pek beliğ özlü bir ifade ile anlatır. Ve işte
erkeklerin peygamberlik, imamet (imamlık, devlet başkanlığı, valilik, şeair-i
İslâm, yani İslâm'ın önemli prensiplerini gerçekleştirmek), kısas cezalarında
şahitlik etmek, cihadın kendilerine vacib olması, cumanın vacib olması, ezan,
hutbe, itikaf, asabelik (mirasın tamamını alan kimse), hata ile ve kasame
öldürmelerinde kan bedelini yüklenmesi, ricat boşanmasında bağımsız hareket
etmesi gibi bir takım özellikler, haklar ve vazifeler ile üstün olmaları da bu
örneklerden bazılarıdır. "kadınlar üzerine hakimler." olarak ailede
başkanlık hakkına sahip olmalarının bir sebebi, bu yaratılıştan olan üstünlük;
biri de erkeklerin mallarından bir kısmını mehir ve nafakaya harcamaları
meselesidir.
Çalışılarak elde edilen bu sebeb de öncekine
bağlıdır. Ve kadınların mirastan paylarının yarım olması özellikle bu sebeple
ilgilidir. Ve bunda kadınların faydası, mirasta erkeklere eşit olmalarından çok
fazladır. Şu halde hanımının hakkını vermeyen, kadının malına göz diken ve aile
için harcama vazifesini yapmayan ve ailesinin ırz ve namusunu korumayan
erkekler erkeklerden sayılmazlar. Şüphesiz ki, bu vazifelerini yapan erkeklerin
de kadınlar üzerinde hakimiyyet sahibi olmaları ve onlardan itaat ve bağlılık
beklemeleri meşru bir haklarıdır. Bundan dolayı saliha olan kadınlar da Allah'a
itaat ederler. Kocalarının huzurunda hazır olarak bekleyip haklarına riâyet
ederler. Kocalarının gıyabında can, mal, namus, itibar (onur) ve aile sırları
gibi korunması lazım gelen hususları Allah'ın korumasına dayanarak korurlar.
Çünkü Allah bunun korunmasını emretmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'den
rivâyet edilmiştir ki: "Kadınların hayırlısı o kadındır ki, baktığın zaman
seni sevindirir, emredersen itaat eder, gıyabında bulunduğun zaman da seni
malında ve nefsinde korur." buyurmuş ve bu âyeti okumuştur. Bu âyetin de
yukarda açıklanan Hz. Ümmü Seleme'nin sözü üzerine indirildiği söylenmiş ise de
bunun asıl iniş sebebi şu şekilde rivayet olunur: "Ensar'ın ileri
gelenlerinden Sâd b. Rebia'ya karşı hanımı Habibe binti Zeyd b. Züheyr ve bir
rivâyete göre Habibe binti Muhammed b. Seleme isyan etmiş, o da bir tokat
vurmuş, bunun üzerine babası kızını almış, Hz. Peygambere gidip şikayet etmiş.
Hz. Peygamber de "Mutlaka ondan kısasını (öcünü) alırız." buyurmuştu.
Bunun üzerine bu âyet indirildi. Peygamber (s.a.v.) de: "Biz bir şeyi
yapmak istedik, Allah'da diğer bir şeyi irade etti ve şüphe yok ki, iyilik
Allah'ın irade ettiği şeydedir." dedi. Bu sebeple salih kadınları
açıkladıktan sonra kocalarına karşı gelen kadınlar hakkında buyuruluyor ki: Ey
hakim olan ve hanımlarının haklarını veren kocalar! Kafa tutup, itaatsizlik
etmelerinden korktuğunuz, korkacak bir belirti hissettiğiniz karılara gelince:
NÜŞÛZ: Aslında lugatte yükseklik ve tümseklik
mânâsından alınarak kadının kocasına kafa tutup baş kaldıracak bir durum
almasıdır ki, sözde kendisini yüksek sayıp itaatını ortadan kaldırmış olur.
Bunu açıklamak için büyük müfessirlerden şu açıklamalar yapılmıştır: Kadının
nüşûzu kocasına isyan etmesi (İbnü Abbas), koku sürünmemesi, kocasını
birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına yaptığı muameleyi değiştirmesi
(Ata), kocasından hoşlanmaması (Ebu Mensur), kocasının şer'î mesken olarak
belirlediği konutta beraber oturmaktan kaçınıp onun istemediği bir yerde
oturmasıdır (denilir) ki, bu mânâlar az çok birbirlerine yakındırlar.
Böyle bir durum karşısında önce bunlara vaaz
ve nasihat ediniz. İkinci olarak onların yataklarından ayrılın. Üçüncü olarak
onları hafifçe ve kusur bırakmayacak bir şekilde biraz dövünüz.
Bunun üzerine size itaat ederlerse artık
onlara saldırmak için aleyhlerine başka bir yol aramayınız, ve meydana gelmiş
kusurlarını olmamış gibi sayınız. "Çünkü günahtan tevbe eden günahı
olmayan gibidir." Mutlaka şunu kesinlikle bilmeliyiz ki Allah Teâlâ pek yüksek
ve pek büyüktür. Bundan dolayı Allah'tan korkunuz da kadınlara karşı size
vermiş olduğu kuvveti kötüye kullanmayınız. Allah'ın size karşı gücü, sizin
kadınlara karşı gücünüzden çok fazladır. Ve sizin Allah'a karşı günahlarınız,
kadınların size karşı işledikleri suçlarından daha çok ve daha küstahçasına
olduğu halde, Allah sizin tevbelerinizi kabul ve günahlarınızı affederken size
itaat eden hanımlarınızın meydana gelen kusurlarını nasıl affetmezsiniz ve
nasıl olur da onlara saldırmak için bahane arar durursunuz? Diğer bir mânâsı
şöyledir: Allah zulümden ve haksızlıktan yüce bir ululuk sahibidir. Bundan
dolayı onun şanının yüceliği ve ululuğu karşısında zulümden, haksızlıktan,
sadakatsizlikten, terbiyesizlikten vazifelerinizi kötüye kullanmaktan son
derece sakınmalısınız.
35- Kadın itaat etmezse ne olacak? O zaman iş
yargılamaya (duruşmaya) düşer. Bundan dolayı ey müslümanlar topluluğu ve
özellikle ey hakimler! Koca ile karı arasında bir geçimsizlikten endişe
ederseniz. Şayet bunlar arasında bir geçimsizliğin meydana gelmesinden korkar,
yani evlilik devam ettiği halde aralarının açıldığını anlarsanız biri kocanın
akrabasından, biri de karının akrabasından olmak üzere iki hakem gönderiniz.
Çünkü akrabaları onların iç yüzlerini daha iyi bilirler ve faydalarını daha fazla
arzu ederler. Bununla beraber akrabalardan olmaları müstahabdır. Yoksa
yabancılardan da hakem tayin etmenin caiz olabileceği açıklanmıştır. Hakemi
seçme hakkı, ilk önce koca ve karıya aittir. Ve bunun her iki taraftan
akrabalarının istişaresiyle yapılmasının müstahab olacağı da ve kayıtlarının
işaretlerinden anlaşılıyor. O halde akrabaları bulunmadığı veya yabancılardan
olmaları kendilerince uygun bulunduğu takdirde şüphesiz caiz olması gerekir.
Bu hakemlerin yetki dereceleri ne olacaktır?
Barıştırma veya birbirinden ayırmanın her ikisini de yapabilirler mi? Bu konuda
müctehidler ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısmı eşleri birbirinden ayırabilirler
ve bu durumda bir talak-ı bain ile kadın boşanmış olur demişler ki, bu görüş
Hz. Ali'den rivâyet edilmiştir. Bir kısmı da bunlara eşleri barıştırmak
emredilmiştir, onları birbirinden ayıramazlar demiştir. Bu da Hasan'dan rivâyet
edilmiştir. Ve bu İmam-ı Âzam'ın görüşüdür. Gerçi eşleri birbirinden ayırma
yetkisi açıkça ifade edildiği, koca da bunu kabul edip ve onlara bıraktığı
takdirde bu konuda ihtilaf yoktur. Ancak koca, ayırma yetkisini vermediği
takdirde mahkeme kendiliğinden zorla iki hakemi mutlak yetki ile seçebilir mi
seçemez mi? Sözün kısası iki hakem karı-kocanın vekilleri yerinde midir? Yoksa
mahkemenin hükmetmeye izin verdiği vekilleri makamında mıdırlar? Ve mahkemenin
bizzat eşleri ayırma yetkisi var mıdır, yok mudur? İşte ihtilaf bu
hususlardadır. Şüphe yok ki, âyetin gelişi, eşleri barıştırma üzerindedir.
Onları birbirinden ayırmaktan bahsetmek uygun görülmeyip bu konuda açıklama
yapılmamıştır. Ve bunun için bir içtihad konusu olmuştur.
Bu iki hakem gerçekten iyi niyetle
arabuluculuk kasdederler, aralarını düzeltmek isterlerse Allah iki tarafın
arasını bulur ve onları barıştırır. Koca ve karının kalblerine sevgi ve dostluk
hislerini kor. Bunu nasıl yapar? Muhakkak Allah her şeyi hakkıyla bilendir, her
şeyden haberdardır. Nasıl yapacağını bilir ve şüphe yok ki, alîm (çok bilen) ve
habir (herşeyden haberdar olan) Allah'ın burada eşleri birbirinden ayırma
yönünden bahsetmemesi de gâyet anlamlıdır. Demek ki Allah'ın rızası
geçimsizlikte değil, arabuluculuktadır. Esas istenen iyi geçinmedir. Görülüyor
ki bu hükümler, kadınların itaatsizliği üzerinde yürümüştür. Acaba erkekler
tarafından itaatsizlik olmaz mı? Kadın ne olursa olsun itaat etmeye mecbur
mudur, gibi bir soru akla gelebilir. Evet erkekler tarafından da itaatsizlik
olabilir.
İleri de "Bir kadın eğer kocasının
geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, karı kocanın
aralarında anlaşarak sulh yapmalarında bir sakınca yoktur." (Nisâ, 4/128)
âyetinde bununla ilgili hükümler gelecek, ayrılmak konusu da orada
zikredilecektir. Fakat burada söz konusu olan, erkeklerin hakimiyeti ve onun
gereğince bütün vazifelerinin yapılması ve bundan dolayı erkek tarafından
hiçbir kusur ve suç bulunmadığı varsayımı üzerine olduğundan, bu şartlar
altında erkeğin geçimsizliğini düşünmek aslında geçmediği gibi, açıklama gayesi
de aile hayatının yalnız düzelme ve terbiyesine bağlı bulunduğundan dolayı, burada
kadınların itaatsizliğinden dolaylı olarak bahsedilmiş ve erkeklerin
geçimsizliği konusu daha sonra başlıbaşına açıklanması için sonraya
bırakılmıştır. Böylece aile hayatının iyiliği temin edildikten sonra, aile
terbiyesinde herkesin bilmesi, genel ve temel bilgiler olarak öğrenilmesi ve
uygulanması gerekli olan güzel ahlâklara geçilerek her şeyden önce şu on vazife
emrediliyor:
36- Birincisi, Allah'a ibadet ve kulluk ve
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek. İkincisi, anneye
babaya iyilikle muamele etmek. Üçüncüsü, akrabalara iyilik. Dördüncüsü,
yetimlere iyilik. Beşincisi, yoksullara iyilik. Altıncısı, yakın komşuya iyilik
ki evi yakın olan veya akrabadan olan komşu. Yedincisi, uzak komşuya iyilik ki
ya evi uzak olan veya akrabadan olmayan komşu veya müslüman olmayan komşu. Hz.
Peygamberin bir hadisinde buyurulmuştur ki: "Komşu üç kısma ayrılır.
Birisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı ve İslâmiyet hakkı.
İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı. Üçüncüsünün
bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu kitap ehlinden ve Allah'a şirk koşan
komşudur." Sekizincisi, yanındaki arkadaşa iyilik. Bu da öğrencilik,
sanatkarlık, yolculuk gibi herhangi bir faydalı işte beraber bulunan arkadaş ve
yoldaş demektir. Bu mânâ koca ve karıyı da kapsar. Dokuzuncusu, yolculuktan
gelen misafire veyahut herhangi bir misafire iyilik. Onuncusu, ve elinizin
altındaki köle ve cariyelere iyilik. "Allah böbürlenen ve öğünenleri
sevmez." "MUHTAL" kibirlenen "FEHUR" öğünen, böbürlenen
demektir ki, Allah bunları sevmez. Bilhassa o cimri kibirlenenler ki
37-41- hem kendileri cimrilik ederler, hem de
insanlara cimriliği emrederler. Bazı yahudilerin Ensar'a karşı mallarınızı
muhacirler için harcamayınız, fakir düşmenizden endişe ediyoruz, diye nasihat
etmeye kalkışmaları bu âyetin indirilmesine sebep olmuştur. Bir de Allah'ın
sırf lütuf ve kereminden kendilerine vermiş olduğu malı ve ilmi gizleyenler
hele o gösteriş için harcama yapan böbürlenenlerdir ki, Burada Hz. İsa
hakkındaki "Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit oldum." (Maide,
5/117) hitabı ile tanık olarak getirilen şahid mânâsına geldiği ve her ümmetten
şahid de o ümmetin peygamberi olduğu müfessirler tarafından açıklanmıştır. Yani
bilir misin her ümmetten bir şahid getirdiğimiz, Ey Muhammed! Seni de o
şahidler üzerine şahid getirdiğimiz vakit, o kıyamet günü o kâfirlerin hali ne
olacak?
42- İşte cevabı: O gün, inkar edip Peygambere
isyan eden kâfirler keşke yere geçmişler, üzerleri düzlenmiş kendilerinden
hiçbir iz kalmamış olsa idi, diye isteyecekler ve Allah'tan hiçbir sözü
gizleyemezler. Çünkü "Yâsîn" sûresinde geleceği üzere ağızları
mühürlenecek, elleri ve ayakları konuşacaktır. İbnü Mesud hazretlerinden şöyle
rivâyet olunmuştur ki: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) "Bana bir Kur'ân
oku" diye emretti. Ben de "Ey Allah'ın elçisi! Bana Kur'ân'ı öğreten
sensin" dedim. "Başkasından dinlemeyi severim" buyurdu. Bunun
üzerine Nisâ sûresinden başladım, âyetine geldiğimde, Resulullah ağladı, ben de
okumayı kestim demiştir.
Burada iç temizliği ile dış temizliği emrinin
manevî bir sırrını ortaya koymak ve imandan sonra ibadetin en önde geleni namaz
ve namazın ilk şartı da maddî ve manevî pislikten temizlenmek olduğu ve büyük
abdest olan guslün de nikah ve aile hükümleri ile ilgisinin pek fazla
bulunduğu, bunların yerine getirilmesinin ise her şeyden önce ve idraki
korumakla olacağı anlatılmak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi:
43- Ey iman edenler! Sarhoş iken ne
söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Cünüb iken de yolcu olanlar
müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, veya
yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest bozmaktan gelince veya cinsî
münasebette bulunup, su da bulamazsanız o zaman tertemiz bir toprak ile
teyemmüm edin. Niyetle yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah çok
affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
43-Bu âyetin indirilmesinin sebebi Abdurrahman
b. Avf hazretlerinin ziyafeti olayı olduğu rivâyet edilmiştir. Geniş bilgi
Bakara sûresinin, "Ey Muhammed, sana içki ve kumar hakkında
soruyorlar..." (Bakara, 2/219) âyetinde geçmiştir. (Oraya bakınız.)
Sarhoşluğun cünüplük ile ve ondan sakınmanın da abdest ve gusül ile beraber söz
konusu edilmesi ve bu durumda müminin namaza yaklaşmaktan men edilmesi, sarhoş
edici maddelerin haram olduğunu ve pisliğini anlatmak için ne kadar beliğ ve
edebîdir. Bu mânâ, Maide sûresinde "Pisliktir, ondan sakınınız."
(Maide, 5/90) diye açıkça anlatılacaktır.
"Sarhoş iken namaza yaklaşmayın."
Burada bazı müfessirler, salattan maksat cami ve namazgahtır. Bununla sarhoşlar
camilere girmekten men edilmişlerdir, demişler ise de bu mânâyı anlamak için
salatı, esas mânâsından çıkarmaya gerek yoktur. Bu yasak, söylediğini bilmeyen
sarhoşun namazının sahih olmadığına ve bundan dolayı sarhoşluğun haram olduğuna
delalet ettiği gibi, sarhoşun ve cünübün camiye girmesinin ve ona yaklaşmasının
yasak olduğuna da işaret yoluyla delalet edebilir. Bundan dolayı sarhoşun ve
cünubun camiye girmeleri ve hatta yakınında bulunmaları caiz değildir. Yolculuk
durumu müstesna cünüb iken de yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın ve
dolayısıyla camiye de girmeyin.
CÜNÜB: Cenabet olan, yani menisi gelen
kimsedir ki, masdar gibi hem bir kişiye hem çoğula denilir.
İĞTİSAL: Gusletmek, yani tepeden tırnağa
yıkanmaktır.
ÂBİRÎ SEBİL: Yolculuk edenler, sefer halinde
bulunanlar demektir. Bunların önceki hükümden ayrılmasının, teyemmüm
meselesinden dolayı olduğu şimdi anlaşılacaktır. Bununla beraber âyetin mânâsı,
genel olarak yoldan geçme durumuna da gelebilir. Bu itibarla da cünübün namaz
kılınan camiden değil, fakat yanındaki yoldan geçmesinin caiz olduğuna bir
işaret olur. Bu istisna kaydının, cünüb ile yıkanma arasında bulunduğu için
sarhoşlarla ilgili yönü yoktur. Demek ki söylediğini bilmeyen sarhoşların cami
yakınından geçmelerine de izin yoktur. Çünkü aslında sarhoşluğa izin yoktur.
GAİT: Engin, çukur yer demek olup helaya
işarettir. Heladan gelmek de kinaye yoluyla hades ve abdest bozmak demektir.
Kisâî ve Halef-i Âşir kırâetlerinde elifsiz olarak okunur. Bu den, önceki dendir.
İkisi de kadınlara dokunmak demektir. Bunun da özel şekilde bir dokunmak demek
olan iki tenasül uzvunun birbirine değmesi mânâsını ifade ettiğinde ittifak
vardır. Ve boy abdesti gerekir. Fakat bunda, el veya diğer şeylerle yalnız
vücudun vücuda dokunması mânâsına da gelmesi kasdedilmiş mi kasdedilmemiş
midir? Burada âlimler ihtilafa düşmüşler. Biz Hanefilere göre bu mânâ
kasdedilmemiştir. Bundan dolayı kadının bir tarafına yalnız dokunmakla abdest
bozulmaz. Fakat Zâhirî ve Şâfiî mezhebine göre bozulur, boy abdesti değil,
yalnız abdest almak gerekir. Ancak Zâhiriler, kelimesinin dış görünüşüne
bakarak dokunanın abdesti bozulur, dokunulanınki bozulmaz demişlerdir. İmam
eş-Şafiî ise, ikisinin de abdestinin bozulacağını söylemiştir. Hanefiler
hafifletmeye, Şafiîler de işi sağlama bağlamaya ve ihtiyata riâyet etmişlerdir.
Kısaca cünüb iken hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya ister
yolculukta, isterse evde abdest bozar veya kadınlara dokunur, boy abdesti veya
abdest gerekir de bir su bulamazsanız _ ki hastalıktan dolayı su bulamamak
gerçekten veya hükmen su bulamamaktan daha genel olmuş oluyor _ böyle su
bulamadığınız taktirde temiz toprakla teyemmüm ediniz de yüzlerinize ve
ellerinize meshediniz.
TEYEMMÜM: Lugatte, kasdetmek demektir. Bundan
dolayı niyetsiz teyemmüm olmaz, niyet teyemmümün aslına dahildir.
"Saîd" de yer yüzü demektir ki, taşı toprağı kapsar. Bundan dolayı
eline hiç toprak bulaşmasa bile bir taş ile teyemmüm etmek caiz olur. Fakat
İmam eş-Şâfiî birazcık olsun toprak bulaşmalı demiştir. "Tayyib" de
tertemiz demektir. Bundan dolayı pis veya şüpheli olmamalıdır. Demek olur ki,
İslâm'da maddi ve manevi temizlenme meselesinin o kadar önemi vardır ki, su
bulamadığı zaman hiç olmazsa boy abdesti veya abdest yerine temizlenmeye niyet
ve kalbini temizliğe bağlayıp maddi yönden de tertemiz bir toprağı abdest
uzuvlarının yarısı demek olan yüzüne ve dirseklerine kadar ellerine
dokundurmalıdır. Yani ellerini bir defa toprağa vurup mesh etmeli, bir defa da
vurup dirseklerine kadar ellerini mesh etmelidir. İmanı olmayanlar bundan ne
çıkar, diyebilirler. Fakat aklın bundan en az alacağı ders şudur ki, insan hem
dış ve hem de iç temizliğini bırakmamalıdır. Kalb temizliği esasdır. Kalbi pis
olan ne yapsa temizlenmez ve fakat yalnız kalb temizliği de yetmez. Maddi
olarak dışını da temizlemelidir. Su bulamayınca zaruret durumunda teyemmüm
etmek, aslında kalble ilgili bir temizlik işi olmakla beraber maddi şartın ve
zahiri şeklin de "tamamı elde edilemeyen şeyin hepsi terkedilmez"
düsturunun ifadesi üzere en güzel şekilde korunmasıdır. "Şüphesiz ki Allah
çok affedici, çok bağışlayıcıdır." Bunun için teyemmüme ruhsat verir.
Fakat sarhoşluğa ve cünüp durmaya müsaade etmez.
Burada konu, akıl ve şuuru korumaya ve maddi
manevi temizliğe ermekle özellikle akıl ve düşünce ile ilgili terbiyeye
parlaklık ve ahlâk ile dindarlığa kuvvet verilmek ve bu şekilde aile
terbiyesinden genel terbiyeye ve herkesin düzelmesine doğru gidilmek, savaşmak
ve din uğrunda savaşa girişmek için dost ve düşmanı, mümin ve kafiri, hak ve batılı,
düzen ve bozukluğu ayırt etmek ve karşılaştırmak üzere sarhoş durumunda bulunan
sapıkların ve düşmanların durumuna dikkat çekilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
44- Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş
olanları görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan
sapmanızı istiyorlar.
45- Allah sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir.
Gerçek bir dost olarak Allah yeter. Ve yardımcı olarak da Allah yeter.
46- Yahudilerden bir kısmı, (Allah'ın
kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından kaydırıp; dillerini eğerek ve dine
saldırarak, "Sözünü işittik, emirlerine isyan ettik, dinle, dinlemez olası
ve râinâ (bizi gözet)" diyorlar. Halbuki onlar, "İşittik ve itaat ettik;
dinle ve bize de bak" deselerdi bu, kendileri için daha hayırlı ve daha
doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Artık
onlar, pek azı müstesna, iman etmezler.
44-45-46- "Yahudi olanlardan"
ifadesi, kendilerine dikkat çekilen "Kendilerine kitaptan bir nasib
verilenler" âyetinin açıklamasıdır. Yani burada söz konusu olan
yahudilerdir. Bunlar kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirirler, dillerini
eğerler bükerler. Tahrif (bozma) şekli hakkında üç suret rivâyet edilmiştir:
1- Bir kelimeyi diğer kelime ile
değiştirirler. Mesela Tevrat'ta, Hz.Peygamberin vasıfları ile ilgili olan
"reb'a" kelimesini "uzun olmayan" terimine, aynı şekilde
"recm" kelimesini "had(şer'î ceza)" deyimi ile değiştirmeleri
gibi ki, yazıdaki değiştirmedir. Buna karşı her tarafta meşhur olan bir kitap
böyle nasıl değiştirilebilir, bu mümkün müdür, denemez. Çünkü bu gibi
değişiklikler en fazla bir dilden diğer dile nakletme ve tercüme sırasında
meydana gelir. Bunun için tercüme işi hem bir yetenek, hem bir doğruluk işidir.
Bundan başka yazanların pek az ve iyi hafızlar olmaması veya az olduğu
zamanlarda bunun kopya etmeler esnasında yapılması da mümkün olur. Daha sonra
bu gibi değiştirmeler aslını bilenleri aldatmamakla beraber diğerlerini
kolaylıkla aldatabilir.
2- Ortaya şüphe atma ve yanlış yorumlarla bir
kelimeyi öteye beriye çekerek mânâsını haktan batıla çevirmektir ki, bu da
tefsir ve açıklamada yapılan bir manevi tahrif (bozma)dir. Fahreddin Razi
"Nitekim zamanımızdaki bidat ehli de görüşlerine aykırı olan âyetlerde
böyle yapıyorlar." demiş ve tahrifin tefsirinde bu ikinci şeklin asıl
olduğunu da kaydetmiştir.
3- Yalnız kitap değil, bir söz söyledikleri
zaman duydukları ve kalblerinde bildikleri gibi dosdoğru söylemeyip
değiştirerek söylemeleridir. Çünkü yahudiler Hz. Peygamberin huzuruna gelirler,
bazı şeyler sorarlar, yanından çıktıkları zaman Peygamberin sözlerini
değiştirerek yaymaya çalışırlardı. İşte Kur'ân bunların değiştirme şekillerini
şu misallerle anlatıyor: Değiştirirler ve derler ki "işittik ve isyan
ettik" bu bir, "işit, işitmez olası" bu iki, "râinâ"
(bizi gözet) bu da üç. Yani Peygambere karşı ilk önce diyecek yerde derler, hep
tersini yaparlar. İkinci olarak "dinle" diyecek yerde diye bir de
cinas ilave ederler ki, bu kelime bir taraftan övgü ve saygıya, bir taraftan
ihanet ve sövmeye delalet eder. Çünkü işittirilmiş olmayarak demek olduğundan
bir yönden lütfen ve tenezzül ederek dinle, çünkü sana karşı söz söylemek ve
zorla dinletmek haddimiz değildir, mânâsına bir saygı ifadesi olabileceği gibi,
öte yandan bir kaç yönüyle de küçümseme ifade eder. İlk olarak; "dinle ha
söz dinlemez", ikinci olarak; "dinle ha dinlenmiyesice?" Üçüncü
olarak; "dinle ha iyi haber işitmiyesice." mânâlarına da gelebilir
ki, bunlar hep sövmek ve küçümsemektir. Dördüncü olarak; "dinle fakat
benden işitmiş olmayarak dinle" demek de olabilir ki, bu da bir sırrı
emanet bırakma gibi olmakla beraber yalancılık teklifini kapsayan bir
münafıklığı da içerir. Kelimesi de böyle iki yönlüdür. Bakara sûresinde
(Bakara, 2/104) âyetinde geçmişti. (Oraya bakınız.) İşte bunlar böyle derler ve
kelimeleri yerlerinden böyle tahrif ederler (bozarlar). Ve bunları söylerken
dillerini burarak, sarhoş gibi ağızlarını eğerek söylerler, hem de dini
kötülemek için söylerler. Halbuki bunlar Peygambere "işittik ve isyan
ettik" diyeceklerine "işittik ve itaat ettik" ve "dinle
işitmez olası" diyeceklerine yalnız "dinle"; ve "bizi
gözet" diyeceklerine "bize bak" demiş olsalardı kendileri için
elbette daha hayırlı olurdu. Fakat inkarlarından dolayı Allah onları lanetledi,
onun için bunlar iman etmezler, etseler de pek az ederler. Ya pek az bir şeye
iman ederler, veya faydası olmayacak az bir zamanda, mesela can çekişme
durumunda iman ederler veya içlerinde iman edenleri pek az bulunur. Fakat bulunur.
Bundan dolayı bunlara ve hatta bütün kitap
ehline bir nasihat ve davet olmak üzere şöyle değişik bir hitap yapılıyor:
Meâl-i Şerifi
47- Ey kendilerine kitap verilenler! Gelin
yanınızda bulunan (Tevrat)ı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman
edin. Biz birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut cumartesi
halkını (yahudileri) lanetlediğimiz gibi onları lanetlemeden önce iman edin.
Yoksa Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.
48- Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını
asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için
bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük
bir günah ile iftira etmiş olur.
47- Nice yüzleri veya yüze gelenleri silip
belirsiz yaparak arkalarına çevirmeden veya onları, sebt (cumartesi) ehlini
lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce iman ediniz.
TAMS: Aslında bir şeyin izlerini yoketmek ve
alâmetlerini gidermek mânâsına olmakla, burada yüzlerin kılığından çıkıp yüz
denecek durumları kalmamak mânâsını ifade eder. İbnü Abbas (r.a.) deve tabanı,
hayvan tırnağı gibi olması ile, Katade ve Dahhâk "Eğer dileseydik o
kâfirlerin gözlerini silme kör ederdik..." (Yâsin, 36/66.) mânâsı üzere
gözlerin görmez olması ile, bazı müfessirler de suratlarının maymun yüzü gibi
çirkin ve perişan olması ile misal vermişler ve açıklamışlardır.
Bu şiddetli bir uyarmadır ki, hem dünya ile
ilgili, hem ahiretle ilgili felaketleri hatırlatır. Bununla birlikte dünya ile
ilgili olması daha açıktır. Cumartesi ehli, Bakara suresinde geçmişti.
48- "Allah kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz." Burada şirk, kayıtsız olduğundan mutlak surette kâfirlik
demek olduğu unutulmamalıdır. Bunun kitap ehline iman teklif etme yerinde
gelmiş olması da bu konuda özel bir ipucu teşkil eder.
Bu âyetin inmesi üzerine yahudiler, biz müşrik
değiliz, Allah'ın özel ve ileri gelen kullarındanız, demişlerdi. Nasıl ki,
"Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." (Maide, 5/18.) dediler.
"Ateş bize sadece sayılı günler dokunacaktır." (Bakara, 2/80) da
diyorlardı. Bir de bazı yahudiler bir gün çocuklarını alıp Hz. Peygamberin
huzuruna gelmişler "Ey Muhammed! bunların günahı var mıdır?"
demişler. "Hayır" buyurulmuş. Bunun üzerine "İşte biz de tıpkı
bunlar gibiyiz, gece yaptığımız günahlar gündüz, gündüz yaptığımız günahlar
gece örtülür." diye kendi nefislerini tezkiye etmişlerdi. Bunun üzerine
bunlar hakkında şu âyetler nazil oldu:
Meâl-i Şerifi
49-50- 49 Kendi nefislerini temize çıkaranları
görmüyor musun? Hayır! Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar
zulmedilmez.
50- Bak nasıl da Allah'a yalan uyduruyorlar.
Apaçık bir günah olarak bu yeter.
51-55-Rivayet ediliyor ki, yahudilerin
reislerinden Huyeyy b. Ahtab ile Ka'b b. Eşref yanlarına yahudilerden yetmiş
süvari alarak Mekke'ye gitmişler ve Kureyş ile bir anlaşma ve sözleşme yaparak
Hz. Peygamber ile olan anlaşmalarını bozmak istemişlerdi. Onlar da, "Siz
kitap ehlindensiniz, Muhammed'e bizden daha yakınsınız. Bundan dolayı biz size
güvenmiyoruz. Bizim putlarımıza secde ediniz de gönlümüz rahat olsun."
diye bir teklifte bulunmuşlardı. Yahudiler de derhal kabul edip bunu yapmışlar
(putlara secde etmişler). Sonra Ebu Süfyan Ka'b'a hitap ederek, "Sen kitap
okuyan âlim bir adamsın, biz ise okuma yazma bilmiyoruz; bundan dolayı bizim mi
yoksa Muhammed'in mi, hangimizin tuttuğu yol doğrudur." diye sormuş, Ka'b
da "Muhammed ne diyor?" demiş. Ebu Süfyan, "Yalnız Allah'a
ibadet etmeyi emrediyor ve Allah'a şirk koşmaktan nehyediyor." cevabını
vermiş. "Sizin dininiz nedir?" deyince de, "Biz Beytullah'ın
görevlileriyiz, hacılara su veririz, misafirlere yemek yediririz, esirleri
kurtarırız, şunu yaparız, bunu yaparız." diye anlatmış. Bunun üzerine
Ka'b, "Sizin yolunuz daha doğrudur." demiş ve putprestleri iman
ehlinden üstün saymış ve tercih etmişti ki şu âyetler bunu hakkındadır:
56-Meâl-i Şerifi
51- "Şu kendilerine kitaptan (okuma
yazmadan) bir nasib verilmiş olanları görmüyor musun! Onlar puta ve şeytana
inanıyorlar. Ve Allah'ı tanımayanlara, "Bunlar, müminlerden daha doğru
yoldadır." diyorlar.
52- Onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir.
Allah kime lanet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın.
53- Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır.
Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdeğin zerresini bile vermezlerdi.
54- Yoksa onlar, Allah'ın lütuf ve kereminden
insanlara verdiği nimetleri kıskanıyorlar mı? Şüphesiz biz, İbrahim ailesine de
kitap ve hikmeti vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk ve saltanat ihsan
ettik.
55- İşte o yahudilerden bir kısmı ona iman
etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. O iman etmeyenlere cehennem alevi yeter.
"Tağut" kelimesinin mânâsı Bakara
sûresinde "Dinde zorlama yoktur..." (Bakara, 2/256) âyetinde geçmişti.
"Cibt" ise put demektir. Kâhine de "cibt" dendiği
nakledilmiştir. Bu şekilde bu iki kelime Allah'dan başka ilâh edinilen canlı ve
cansız mabudların (kendisine tapılan şeylerin) tam isimleridir. Birbiri yerine
de kullanılabilirler. Lügat âlimlerinin çoğu kelimesinin lugatte çekimi
olmadığı görüşünde bulunmuşlardır. Fakat bunun aslı olduğu naklediliyor ki
cibs, pis ve alçak demektir.
Hükmünün açıklanması için kitap ehlinin bir
kısmı hakkındaki tehditten sonra bütün kâfirlere ait olmak üzere de buyuruluyor
ki:
Meâl-i Şerifi
56- Şüphesiz ki âyetlerimizi inkâr eden
kâfirleri biz yarın bir ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye,
kendilerine başka deriler vereceğiz. Çünkü, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm
ve hikmet sahibidir.
Bunlar böyledir. Fakat:
Meâl-i Şerifi
57- İman edip salih ameller işliyenleri ise,
altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada ebedî olarak kalacaklar.
Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları, koyu gölgeler altında
bulunduracağız.
57- Gölgeli gölge, koyu gölge, yaygın gölge
ki, tam ve devamlı nimete işarettir. Çünkü refah içinde bulunanlar, genel bir
şekilde latif gölgelerde yaşarlar. Nasıl ki dilimizde de sayedar olmak, sayeban
olmak, sayesinde (gölgesinde) yaşamak, sayesinde (himayesinde) yaşatmak
terimleri nimet ve mutluluk anlamına gelen terimlerdir.
Bu hikmetten dolayıdır ki:
Meâl-i Şerifi
58- Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah,
bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten,
hakkıyla görendir.
58- Allah size şunları muhakkak emrediyor:
Biri, emanetleri ehline vermeniz biri de, insanlar arasında hüküm ve komuta
ettiğiniz zaman adaletle hükmetmeniz.
EMANET: Aslında insanın emin (güvenilir ve
itimad edilen kimse olması) yani kendisine maddi veya manevi her hangi bir
şeyin gönül rahatlığı ile korkusuz bir şekilde teslim edilebilir ve istendiği
zaman eksiksiz alınabilir bir şekilde bulunması anlamına masdar ve kısaca
masdar olduğu gibi insanın emin olma durumuna, gerek Allah ve gerek insanlar
tarafından herhangi bir şekilde bırakılmış olan şeye de ismi meful (edilgen
ortaç) mânâsına gelen masdarın ismi olmuştur ki, burada emanet bu mânâyadır. Ve
bunların sahiplerine verilmesi ile insanlığın, Allah'ın bir emaneti olan şeref
ve namus emanetinin korunması emredilmiştir. "Biz emaneti, göklere, yere
ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular;
onu insan yüklendi; (bununa beraber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o,
çok zâlim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72), yüce âyeti gereğince insan,
Allah Teâlâ'nın emanetini taşıyan bir emini, bir vekili olmayı üstüne alan
yegane yaratıkdır ki, bu sayede diğer yaratıklar üzerinde hüküm ve tasarruf
etmeye güç yetirebilir. Bu sayededir ki, insanlar da birbirinden emin olarak
birbirlerine karşılıklı olarak ve sıra ile birçok hakları ve emaneti
bırakırlar. İşte insanlar, gerek Allah'a ve gerek kullara karşı emanetle ilgili
bu şereflerini ne kadar güzel korurlar ve emaneti ne derece yerli yerine
koyabilirlerse o oranla değer ve iyiliklerini artırmış bulunurlar ve bu şekilde
Allah'ın devamlı gölgesine (himayesine) girerler ve halk arasında açıktan ve
gizli olarak etkili bir hakimiyet şerefini elde etmiş olurlar. "Ey Davud!
Biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar
arasında adaletle hükmet, keyfine uyma, sonra seni Allah'ın yolundan
saptırır..." (Sâd, 38/26) buyurulmuştur. Sırf emanet, aslında hiçbir şeyle
telafi edilebilecek değildir. Emanetlerin bir garantisi varsa, o da hainlik
veya hainlik şüphesi ile emanetin yüce onurunun kırılması veya kaybedilmesi ve
emniyet ile vekilliğin garantisinin düşmanlığa dönüşmesidir. Bunun için
eminliği kötüye kullananlar Allah'a ve kullarına karşı başkalarının hakkını
gasbedenler ve eşkiyalar gibi itibardan düşerler ve dış görünüşe göre olmasa
bile, içten kalblerde düşmanlıkla mahkum olurlar. Güvenilir olmakla hakimiyetin
bu önemli ilişkisine dayanan bu âyette, emaneti sahibine vermek ile adaletle
hükmetmek ayrı ayrı olarak emredilmiş ve güvenilir olma emri, hükmetme emrinden
önce zikredilmiştir. Bundan dolayı insanın Rabbine ve kendine ve halka karşı
olmak üzere üç çeşit güvenilirlik muamelesi vardır. İlk önce Rabbine karşı
emanete riayet etmesi Allah'ın hükümlerinin ve kanunlarının tatbikatı yani
vazife meselesi ile ilgilidir ki, bütün uzuvların vazifelerini içine alır. İbnü
Mesud hazretleri demiştir ki: "Emanet her şeyde lazımdır. Abdestte,
cünüplükte, namazda, zekatta, oruçta vs. de." İbnü Ömer hazretleri de
demiştir ki: "Allah insanın tenasül uzvunu yarattı ve buyurdu ki, 'Bu bir
emanettir, senin yanında sakladım, bundan dolayı bunu muhafaza et. Ancak
hakkıyla (helâl yerde) kullanılması hariç." İşte bütün organların da böyle
birer emanet olan vazifeleri vardır. Kendine karşı din ve dünya emanetinde,
kendine en faydalı ve en uygun olanı seçmesi, öfke ve şehvet veya cahillik ile
sonunda zararlı olan şeyleri yapmamasıdır. Halka karşı, hakların emanetini
gözetmek, alış verişte aldatmamak, zarar veren olmamaktır ki idarecilerin halka
adaleti, âlimlerin halkı batıl taassuba sevketmeyip dünya ve ahirette faydalı
olan amellere ve doğru inançlara sevketmesi, halkın da onlara karşı hainlik
yapmaktan sakınması, aynı şekilde kocanın karısına, karının kocasına karşı
sadakatla (doğrulukla) ırzlarını ve çocuklarının soylarını korumaları ve
çocukların terbiyesine dikkat etmeleri bunların içindedir.
Bu şekilde ister Allah'a ait haklarda ve ister
insan hakları, başka bir ifade ile ister genel haklar ve ister özel haklardan
insanların emanet zimmetleri ile ilgili fiilî veya sözlü veya inançla ilgili,
maddî veya manevî, malî ve malî olmayan hakların hepsini kapsadığı gibi
hitabının hükmü de bütün mükellefleri kapsar. Özel haklarla ilgili ve emniyetle
bırakılan emanet ve diğer şeyler, emanetlerden olduğu gibi, kamu işlerine ve
haklarına ait olan yönler, makamlar, velayet (valilik), imamlık ve hüküm
sürmek, nasihat ve fetva vermek de emanetlerdendir. Bir de kelimesi sahip ve
ehliyetli mânâlarını kapsadığı için bu emir, verilmiş olan emanetlerin sahibine
geri vermek ve ulaştırmaktan başka, emanet edilecek şeylerin de ehline ve hak
etmiş olanlara emanet ve havale edilmesi mânâsını da ifade eder. Ve bu mânâ
kamu hakkından olan emanetlerde önem arzeder ve ancak o itibarla emredilmiş bir
vazife olur. Öyle olmakla beraber bu da Allah'a ait haklardan olan emanetleri
sahibine vermek ve ona ulaştırmak demektir. Nitekim bu âyetin iş başında
bulunan kimseler hakkında indiği de rivâyet edilmiştir.
Âyetin indirilmesinin sebebi hakkında meşhur
olan rivâyet şudur: Mekke'nin fethi günü Resulullah Mekke'ye girdiği zaman
Kâbe'nin anahtar taşıyıcısı olan Osman b. Talha b. Abdüddar kapıyı kilitlemiş,
anahtarını Resulullah'a (s.a.v.) teslim etmekten kaçınmış, "Allah'ın
elçisi olduğunu bilseydim engel olmazdım." demiş. Derhal Hz. Ali de
Osman'ı tutmuş, kolunu bükmüş anahtarı alıp Kâbe'nin kapısını açmış ve
Resulullah (s.a.v.) Kâbe'ye girip iki rekat namaz kılmış idi. Çıktığı zaman,
amcası Hz. Abbas anahtarın kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda
bulunan Zemzem sakalığı (hacılara su dağıtma vazifesi) ile beraber sedanetin
(yani Kâbe kapıcılığının) birleştirilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet
indirildi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) anahtarları Osman'a geri
vermesini ve ona teslim etmesini ve kendisinden özür dilemesini Hz. Ali'ye
emretti. Hz. Ali de anahtarları götürüp özür dileyince Osman: "Beni
zorladın, bana eziyet verdin, sonra geldin (hatanı) düzeltmeye
çalışıyorsun." dedi. Hz. Ali de: "Senin hakkında Allah Teâlâ Kur'ân indirdi."
deyip âyeti okudu. Bunun üzerine Osman, diye şehadet getirerek hemen müslüman
oldu.
Kabe kapıcılığının (anahtarının taşınması
görevinin) ebedî olarak Osman'ın zürriyetinde kalması hakkında bir de vahiy
geldi. Sonra Osman Mekke'den hicret edip anahtarı biraderi Şeybe'ye verdi ki
bugün de Kâbe'nin anahtarı Şeybe'nin torunlarındadır. Şüphe yok ki sebebin özel
olması, hükmün genel olmasına engel değildir. Aksine bu sebep
"emanetlerin" pek genel kapsamlı olduğunu gösterir. Bakınız, Allah size
ne güzel öğüt veriyor! Emaneti sahibine vermek, adaletle hükmetmek, bunlar ne
güzel şeylerdir. Ve sizin için ne kadar faydalıdır. Her zaman (mutlaka) bu
emirleri tutmalı, hainlik ve zulümden sakınmalı. Çünkü "Allah her şeyi
işiten ve görendir." Bundan dolayı hükümlerinizi işitir, emanet hakkında
yaptıklarınızı görür.
Bu şekilde idarecilere ve hakimlere, işin
başında bulunan herkese genel olarak veya özel bir şekilde emanetleri
sahiplerine vermek ve adalet ile hükmetmek ve memleketi idare etmek
emredildikten sonra, şimdi de diğer iman ehline bunları yapan idarecilere itaat
etmeyi ve fakat kayıtsız bir şekilde değil, Allah ve Peygambere itaat etme
içinde şu genel hitabı ile emrediyor.
Meâl-i Şerifi
59- Ey iman edenler! Allah'a itaat edin,
Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer
herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten
inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç
bakımından da daha güzeldir.
59- Ey iman edenler! Allah'a itaat ediniz ve
Allah'ın elçisine (Hz. Muhammede) itaat ediniz. Sizden olan emir sahibine
(idarecilere) de itaat ediniz. Dikkat etmek gerekir ki Allah ve Resulü hakkında
diye mutlak itaat açıkça söylendiği halde, emir sahipleri (idareciler) hakkında
buyurulmayıp bunlara itaat etmek Peygambere itaata atfedilmiş ve yalnız
Peygambere itaat etmeye tabi olarak emredilmiş ve bu şekilde tabi olma altında
itaat etmenin hem aynı kuvvetle kayıtsız olarak gerektiği gösterilmiş, hem de
isyan edilen şeyler de bu hükmün dışında bırakılmıştır. "Allah'a isyan
hususunda hiç bir mahlukata itaat edilmez". Aynı şekilde "İyi ve
faydalı şeylerde itaat edilir." hadis-i şerifleri de bunu açıklıyor. Şu
halde amirin her emri, memuru sorumluluktan kurtarmaya yetmez. Diyelim ki, bir memur
amirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa sorumluluktan kurtulamaz. Bu
mefhum, amirin kanuna aykırı olan emri memuru sorumluluktan kurtarmaz, diye de
ifade olunur.
Dikkate değer kayıtlardan birisi de müminlere
hitap edilerek "sizden" kaydıdır ki, mânâsı apaçıktır. Müminlerden
olmayan idarecilere itaat etmek dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat
değil, varsa bir anlaşmaya riâyet etmek söz konusu olacaktır. Fakat itaat
etmenin vacib olmamasından mutlaka isyan etmenin gerekli olduğunu anlamaya
kalkışmamalıdır. İtaatin vacib olmaması, isyan etmenin vacib olmasını
gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde
bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi yine
başkadır.
Bundan dolayı buradan mümin olmayan bir
çevrede (ortamda) bulunan müminlerin şuna buna karşı isyancı ve ihtilalci bir
durumda kabul edilmemeleri ve belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar
Allah'a ve Resulüne karşı itaatsizlikten sakınmak ve aynı zamanda kendilerinden
olan idarecilere itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemelerinin gerekli
olduğunu anlamak gerekir. Bu bakımdan Taberî tefsirinde de zikredildiği gibi şu
hadisler ne kadar önemlidir: İbnü Zeydin babasından rivâyet ettiği üzere
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki: "İtaat, itaat, itaatte
imtihan da vardır. Fakat Allah dilemiş olsaydı emretmeyi hep peygamberlere
verirdi." Yani peygamberler mevcut iken bile hükümdarlara emretmeyi nasib
etmiştir. Ve nitekim Yahya aleyhisselâmın öldürülmesine bile hükmetmişlerdir.
Aynı şekilde Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur: "Benden sonra size bir takım valiler valilik edecek iyi
iyiliği ile velâyet edecek, günahkar da günah işlemekle velâyet edecek; hakka
uygun olan her konuda bunları dinleyin ve itaat edin ve arkalarında namaz
kılın, iyilik yaparlarsa hem sizin, hem onların lehinedir. Kötülük yaparlarsa
sizin lehinize (menfaatinize), onların zararınadır." Aynı şekilde Abdullah
b. Ömer hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber buyurmuştur ki:
"Müslüman olan kişinin itaat etmesi onun vecibesidir, hoşlandığında da
hoşlanmadığında da. Ancak günah işlemesi emredilmiş olursa başka. Günah işlemeyi
emredene itaat yok." Şuara sûresinde: "O aşırıların emrine uymayın.
Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezler." (Şuarâ,
26/151-152) âyeti de bu hususu apaçık ifade ediyor. Ebu's-Suûd, tefsirinde
bütün bunları şu şekilde özetlemiştir. Bunlar raşid halifeler ve onlara uyan ve
doğru hareket eden hakkı emreden idareciler ve adil davranan valilerdir. Zâlim
idarecilere gelince, bunlar Allah'a ve Hz. Peygambere atf ile kendilerine itaat
etmenin vacib olmasını hak etmekten uzaktırlar .
Âyette buyurulmayıp buyurulması dikkate değer
bir husustur. Bu mânâ, amirleri ve hakimleri kapsamaktan başka gerçek anlamıyla
(emir vermeye) sahip olmak ve işlerde başvurulacak kimse olmak mânâsını da
içine alır. Buna göre sahabe ve tabiinden ilk müfessirler bu konuda bir kaç
mânâ nakletmişlerdir:
1- Raşid halifeler,
2- Âyetin iniş sebebine göre küçük müfreze
komutanları.
3- "Halbuki onu peygambere ve aralarında
yetkili kişilere gösterselerdi, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar,
onun ne olduğunu (haberin neye delalet ettiğini) bilirlerdi." (Nisâ, 4/83)
âyetinin işaretiyle âyetlerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan âlim ve fakihler
olduğu zikredilmiş ve bununla emrin yalnız askerî ve sivil idarecilere ait
olmayıp daha fazla kazaî (hüküm verme) ve teşriî (kanun yapma ile ilgili) yöne
ait bulunduğu da gösterilmiştir. Bundan dolayı Ebû Bekr er-Râzî'nin de
hatırlattığı şekilde gerek âyetin beyan uslubuna ve gerekse rivâyetlerin
tamamına göre meseleyi daha geniş bir şekilde düşünmek gerekir. Bunun için
Fahreddin er-Râzî bu gerçeği inceleyerek Allah ve Hz. Muhammed'den sonra
toplumsal bir kural halinde kendilerine kesin olarak itaat etmek vacib kılınan
emir sahiplerinden maksat, "erbab-ı hal ü akd" (işleri görüp sonuca
bağlayana kimseler) denilen ve ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kur'ân ve
Sünnetten sonra başlı başına bir şerî delil meydana getiren icma ehli olması
lazım geldiğini, Allah ve Peygambere itaat etmekten sonra en mutlak itaatın
ancak bu olabileceğini ve amirlere, hakimlere ve âlimlere itaatin de bunlardan
biriyle ilgili olduğunu delil getirerek tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır.
Said b. Cübeyr'den rivâyet edildiğine göre bu
âyet, Abdullah b. Huzafe b. Kays dolayısıyla indirilmiştir. O sırada Hz.
Peygamber onu bir müfrezeye komutan olarak göndermişti. Süddi'nin rivâyetine
göre de Resulullah, Halid b. Velid kumandasında bir müfreze göndermişti ki,
içlerinde Ammar b. Yasir de vardı. Gittiler, geceleyin hareket hedefleri olan
kavime yakın bir yere kondular. Onlar da casuslarından aldıkları bir haber üzerine
sabaha kadar kaçtılar. Yalnız içlerinden bir adam çoluk çocuğuna eşyalarının
toplanmasını emretmiş ve kendisi gece karanlığında yürüyüp Halid'in askerine
gelmiş ve Ammar b. Yasir'i sorup yanına varmış, "Ey Ebu Yakzan! demiş, Ben
müslüman oldum diye şehadet ettim, kavmim ise sizin geldiğinizi işitince
kaçtılar, ben kaldım; benim müslüman olmam yarın bir fayda verir mi, yoksa ben
de kaçayım mı?" diye sormuş, Ammar da, "Hayır kaçma! Sana fayda
verir." demiş. O da kaçmamıştı. Sabahleyin Halid akın etmiş, o adamdan
başka kimseyi bulamamışlar. Onu malı ile beraber tutmuşlar. Ammar, haber alınca
Halid'e gelmiş, "O adamı bırak, çünkü o müslüman oldu ve ben ona eman
verdim." demiş. Halid de, "Sen kim oluyorsun da adam
kurtarıyorsun." diye çıkışmış ve bundan dolayı birbirlerine söz atmışlar.
Nihayet Resulullah'a mahkeme için başvurmuşlar. Hz. Peygamber, Ammar'ın eman
vermesine izin vermiş ve bir daha amire karşı böyle kendi kendine söz
vermemesini de hatırlatmış, bunun üzerine peygamberin yanında da atışmışlar. Halid,
"Ey Allah'ın elçisi! Bu burnu kesik kölenin bana sövmesine müsaade eder
misin?" demiş. Resulullah da: "Ey Halid! Ammar'ı kötüleme, çünkü
Ammar'ı kötüleyeni Allah kötüler Ammar'a karşı kin besleyenden Allah nefret
eder, Ammar'a lanet edene Allah lanet eder." buyurmuş. Ammar da öfke ile
kalkmış. Bunun üzerine Halid, arkasından koşup elbisesinden tutmuş, özür
dilemiş, o da razı olmuştu. İşte âyeti bunun üzerine indi, diye nakledilmiştir.
Bu iki rivâyetin çözümüne göre âyet, müfreze komutanları ve askerî işler
sebebiyle inmiş ve fakat itaat meselesini genel olarak esaslı bir nizama
bağlamıştır.
Bundan dolayı Ey müminler! gerek genel bir
şekilde birbirinizle ve gerek yetkililer ile sizin aranızda ve gerekse yetkili
olanlar arasında herhangi bir şey hakkında tartışırsanız onu Allah'a ve
Resulüne götürünüz. Yani yalnız kendi arzu ve isteğinizle halletmeye
kalkışmayınız. Çarpışmalara düşmeyiniz. Başkalarına da gitmeyiniz de önce
Allah'ı, ikinci olarak Hz. Muhammed'i kendinize başvurulacak yer biliniz, bu hükme
ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda biricik hakem ve hakim Allah ve
Peygamberini tanıyınız. Değişik hükümlerinizi, fikirlerinizi Allah'ın
âyetlerine ve Hz. Muhammed'in açıklamalarına tatbik ederek ve uydurarak
birleştiriniz ki, Allah'a müracaat, Allah'ın birliğine inanmada samimiyetle
Allah'ın âyetlerini araştırmak ve incelemekle, Resûlüne müracaat da zamanında
kendisine ve ondan sonra sünnetine ve halifelerine durumu arzetmekle olur.
Zâhiriyye (mezhebi âlimleri) bu âyetten hareketle ihtilafa düşülen meselelerde
mutlaka Kur'ân ve Sünnete başvurmanın vacib olduğunu ve bundan dolayı kıyas ile
amel etmenin caiz olamayacağını zannetmişlerse de besbellidir ki, Kur'ân ve
Sünnetle açıkça anlatılmamış hususların, çekişme halinde Kur'ân ve Sünnete
başvurmak için sebeplerini ve illetlerini düşünmekle benzerleriyle mukayese
etmekten başka bir yol yoktur. Kıyastan maksat da zaten budur. Fıkıh ve hikmet
de budur. Demek ki, İslâm da dört çeşit hüküm vardır.
Kur'ân'da açıkça belirtilen, sünnette açıkça
belirtilen, yetkililerin ittifakıyla üzerinde ittifak edilen ve sahih kıyas ile
nasslardan çıkarılan hükümler. Bununla beraber bu dördüncüsü ile ihtilaf
azaltılabilirse de tamamen birleştirilemez. Bunda anlaşmazlık çıktığı zamanda
yetkililerin şûrasına ve nihâyet sultanın emrine müracaat olunur ki, bu da
"Allah'a itaat ediniz, Resul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat
ediniz." emri gereğince Allah'ın emrine müracaat etmektir. Ve
"Emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisâ, 4/58) bunun da kaynağıdır.
Ve mutlaka müslümanlar bir olayda ihtilafa düştükleri zaman ilk önce Allah'ın
birliğine inanmak, emaneti ehline vermek ve adaletle hükmetmek vazifelerini göz
önünde bulundurup, kendilerini Allah'ın ve Peygamberin huzurunda toplanmış
görerek ona göre düşünmeleri ve fikirlerini ve arzularını Allah Teâlâ'nın
himayesi altına vermeleri ve daima hakkın birliği yolunda gitmeleri lazım
gelir. Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız böyle
yaparsınız, Allah'a ve Resulüne ve yetkililere itaat eder ve şâyet bir şeyde
aranızda çekişme olursa onda da Allah'ın ve Resulünün hükümlerine baş
vurursanız. Bu başvurmak sizin için halen sırf iyiliktir, çekişmeyi keser. Ve
sonuç açısından da daha güzeldir.
Bu emirleri tesbit ettikten sonra işin başında
adlî ve teşriî (kanun koymaya ait) esaslar üzerinde itaat etmeyi temin etmek ve
müminlere adaletle hükmetmek emredilmiş iken, adalet ve hakka aykırı hükmetmeye
istekli olmamaları ve muhakeme meselelerinde adalete aykırı harekette bulunma
vaziyeti almamaları ve tağutlar mahkemesine müracaat etmemeleri gerektiğini
telkin ve mümin ismi altında Peygambere itaat etmekten hoşlanmayan ve onun
hükmüne razı olmayıp başka mahkemelere müracaat edenlerin münafık olduğunu
anlatmak ve sonuçta Resulullah'a itaati sağlamlaştırmak için dikkat çekilerek
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
60- Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana
indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta
inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek
istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa
düşürmek istiyor.
61- Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve
Peygambere gelin!" denince, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını
görürsün.
62- Ya nasıl, elleriyle yaptıkları yüzünden
başlarına bir felaket gelince, hemen sana geldiler de: "Biz sadece iyilik
etmek ve arayı bulmak istedik." diye Allah'a yemin ediyorlar.
63- Onlar, Allah'ın kalblerindekini bildiği
kimselerdir; Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine tesir edecek
güzel söz söyle!
64- Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf
Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri
zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve
Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli
bulurlardı.
65- Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri
gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da
senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir
teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.
66- Eğer biz onlara: "Kendinizi öldürün,
veya yurtlarınızdan çıkın." diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı
hariç, bunu yapamazlardı. Fakat kendilerine verilen öğütleri tutsalardı,
elbette haklarında hem daha hayırlı, hem de daha sağlam olurdu.
67- Ve o zaman elbette kendilerine katımızdan
büyük mükafat verirdik.
68- Ve onları elbette doğru yola iletirdik.
69- Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse
işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla,
şehidlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!
70- Bu lütuf Allah'tandır. Bilen olarak Allah
yeter.
60- Sana indirilene ve senden önce indirilene
iman ettiklerini iddia edenlere, dış görünüşe göre müslüman görünüp münafık
olanlara baksana! Muhakeme olunmak üzere tağuta, yani Allah'tan korkmaz azgın
şeytana başvurmak istiyorlar. Halbuki "Kim tağutu inkar edip Allah'a
inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah
işitendir, bilendir." (Bakara, 2/256) âyeti gereğince tağutu inkâr etmek
kendilerine emredilmiş bulunuyordu. Böyle iken tağutun mahkemesine gitmek
istiyorlar. "Şeytan, onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor."Bu
âyetin indirilmesinin sebebi olmak üzere birkaç olay rivâyet edilmiştir. Birçok
tefsircilerin İbnü Abbas'tan rivâyet ettikleri açıklamalarına göre bir münafık
ile bir yahudi kavga etmişler. Yahudi yargılanmak için Hz. Peygambere
başvurmayı, münafık da yahudilerin başkanı olan Ka'b b. Eşref'e gitmeyi teklif
etmiş. Çünkü yahudi haklı, münafık haksızmış. Halbuki Hz. Peygamberin ancak hak
ve adaletle hükmettiği Ka'b b. Eşref'in rüşvete düşkün bulunduğu her iki tarafça
bilindiğinden yahudi, Peygambere başvurmayı, münafık da Ka'b'a başvurmayı
istiyormuş. Nihâyet yahudi ısrar etmiş, Resulullah'a başvurmuşlar. Yahudinin
lehine, münafıkın aleyhine (zararına) hüküm çıkınca münafık razı olmamış,
"Haydi Ömer'e gidelim aramızda o hakem olsun." diye teklif etmiş. Hz.
Ömer'in yanına varmışlar. Yahudi, "Resulullah benim lehime hükmetti, bu
onun hükmüne razı olmadı." diye anlatmış. Bunun üzerine Hz. Ömer münafığa
"öyle mi?" diye sormuş. O da "evet" demiş. Bunun üzerine,
"yerinizde durunuz, azıcık dışarı çıkayım, gelir hükmümü veririm."
diyerek çıkmış, varıp kılıcını kuşanmış gelmiş ve derhal münafıkın boynunu
vurmuş, işini bitirmiş, sonra, "Madem ki beni hakem yaptınız, işte
Allah'ın hükmüne ve Resulünün hükmüne razı olmayan hakkında benim hükmüm
budur." demiş. Yahudi kaçmış. Bundan dolayı münafığın akrabaları Hz.
Peygambere şikâyet etmişler. Hz. Peygamber Ömer'i getirtmiş, olayı sormuş, o
da, "Hükmünü reddetti ey Allah'ın elçisi!" diye cevap vermiş. O zaman
hemen Cebrail (a.s.) gelip, "Ömer, faruktur, hak ile batılı birbirinden
ayırdı." demiş. Hz. Peygamber (s.a.) de Hz. Ömer'e "sen
faruksun" buyurmuştur. Bu durumda demek ki, tağut, Ka'b b. Eşref'e
işarettir. Şa'bî'den nakledilen bir rivâyete göre de bu münafık, hasmını
Cüheyne kabilesinden bir kahine de davet etmiş, orada muhakeme olmuşlardı.
Süddî'nin açıklamasına göre de olay Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları
arasında öldürülmüş olarak bulunan biri hakkında meydana gelmiş. Her iki
taraftan müslüman olanlar Hz. Peygamber'e gidip yargılanmak istemişler.
Münafıklar da bundan çekinip kahin Ebu Berdetü'l-Eslemi'ye başvurmakla
yargılanma isteğinde ısrar etmişler ve ona gitmişlerdi. Çünkü (bu konuda) şöyle
buyuruluyor:
61-66- Onlara "Allah'ın indirdiği şeriata
ve Peygambere geliniz!" denildiği vakit de Ey Muhammed! Münafıkları gördün
ki, senden yüz çevirmeye ve çekinmeye kalkışıyorlar, kalkışıyorlar amma
elleriyle yaptıkları bu cinâyetten dolayı başlarına bir musibet gelince nasıl
oluyor? Sonra sana gelmişler, "Allah'a yemin ederiz ki, bizim kötü
niyetimiz yoktu, maksadımız iyilik yapmak ve Allah'ın yardımına
kavuşmaktı." diye Allah'a yemin ediyorlar. Bunlar öyle kimselerdir ki,
kalblerindeki kötülüğün derecesini Allah bilir. Bundan dolayı bunlara yüz
verme, acı ve etkili vaaz ile ders ver. Ve kendileri hakkında öyle beliğ ve
etkili bir söz söyle ki canlarına işlesin. Bunlar, Peygamberin ne demek
olduğunu anlamıyorlar. Halbuki biz herhangi bir Peygamberi gönderdik ise, ancak
Allah'ın izni ile itaat olunmak için göndermişizdir. Bundan dolayı Peygambere
itaat, Allah'ın emrine itaat, ona isyan ise Allah'a isyandır. Hayır. Ey
Muhammed! Rabbine yemin olsun ki, mümin olduklarını iddia edenler, mümin
olamazlar, aralarında çatallanmış, çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sana
müracaat edinceye kadar. Sonra verdiğin hükümden gönüllerinde hiçbir sıkıntı
hissetmesinler ve tam bir teslimiyetle açık ve gizli olarak sana boyun
eğsinler. İşte o zaman gerçek mümin olurlar. Eğer biz onlara kendinizi
öldürünüz veya yurtlarınızdan çıkınız diye yazmış olsaydık İsrailoğullarında
olduğu gibi günahtan tevbe etmek ve kurtulmak için, kendi elleri ile intihar
etmeyi veya vatanlarından çıkıp gitmeyi farz kılıp teklif etseydik pek azı
hariç olmak üzere onlar bunu yapmazlardı. Fakat Hz. Muhammed'in şeriatında
böyle ağır bir yükümlülük yoktur. Bilakis "Ve nefislerinizi
öldürmeyiniz." (Nisâ, 4/29) hükmü vardır. Kendilerini ve vatanlarını ve
dinlerini savunmak ve tehlikeden, musibetten korumak emirleri vardır. Bundan
dolayı bunu candan kabul etmemek, samimiyetle mümin olmamak, nefsine ve
vatanına zulmetmektir. Eğer onlar, verilen ve verilecek olan vaaz ve öğütlerin
gereğini yapmış olsalardı mutlaka kendileri için bir hayır ve pek fazla hayırda
kalmalarına sebep olurdu. Biz burada önceki âyetlerden hareket etmekle şu mânâyı
daha uygun buluyoruz: Yurtlarından, vatanlarından çıkmak şöyle dursun, onda
kuvvetle yerleşme ve kalmalarına sebep olurdu
67-70- ve bu takdirde tarafımızdan kendilerine
gerçekten büyük bir mükafat da verirdik. Hem onları şüphesiz doğru bir yola
iletirdik. Çünkü "Her kim Allah'a ve Resule itaat ederse, işte onlar,
Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih
kimselerle birliktedirler." şu halde:
Meâl-i Şerifi
71- Ey iman edenler! Düşmana karşı her türlü
savunma tedbirinizi alınız. Onlara karşı ya küçük birlikler halinde hareket
ediniz veya topyekün seferber olunuz.
72- Şüphesiz içinizden bir kısmı vardır ki,
pek ağır davranır. Eğer başınıza bir musibet gelirse: "Allah bana lutfetti
de onlarla beraber bulunmadım." der.
73- Ve eğer Allah'tan size bir lütuf ve zafer
erişecek olsa, sizinle kendisi arasında hiç sevgi yokmuş gibi, bu sefer de hiç
şüphesiz şöyle diyecek: "Ah ne olurdu, onlarla beraber olaydım da büyük
murada ereydim."
74- O halde geçici dünya hayatını, ebedî
ahiret hayatı karşılığında satacak olanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim
Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, her iki durumda da biz
ona yarın pek büyük bir mükafat vereceğiz.
75- Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda:
"Ey Rabbimiz! bizleri bu halkı zâlim olan memleketten çıkar, tarafından
bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder"
diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması
uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?
76- İman edenler, Allah yolunda savaşırlar.
İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına
karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.
77- Kendilerine, "Ellerinizi savaştan
çekin, namazı kılın, zekatı verin" denilenleri görmedin mi? Üzerlerine
savaş yazılınca hemen içlerinden bir kısmı insanlardan, Allah'tan korkar gibi,
hatta daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın? Ne olurdu
bize azıcık bir müddet daha tanımış olsaydın da biraz daha yaşasaydık?"
derler. Onlara de ki: "Dünya zevki ne de olsa azdır, ahiret, Allah'a karşı
gelmekten sakınan için daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık
edilmez."
78- Her nerede olursanız olun ölüm size
yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine kurtulamazsınız.
Onlara bir iyilik erişirse "Bu, Allahtandır" derler, bir kötülüğe
uğrarlarsa, "Bu, senin yüzündendir." derler. Ey Muhammed! De ki:
"Hepsi Allah'tandır." Bu topluma ne oluyor ki, hiç söz anlamaya
yanaşmıyorlar?
79- (Ey insanoğlu!) sana gelen her iyilik
Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Ey Muhammed! Biz seni
bütün insanlara bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit olarak da Allah yeter.
80- Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat
etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.
81- Sana "Peki" derler, fakat senin
yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin (gündüz) söylemiş
olduklarının tersini kurarlar. Allah onların geceleyin tasarladıklarını
yazıyor. Sen onlara aldırma. Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter.
82- Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünüp
anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı
mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.
83- Kendilerine güven veya korku hususunda bir
haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki onu peygambere ve aralarında
yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu
anlarlardı. Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç,
şeytana uyardınız.
84- (Ey Muhammed) Allah yolunda savaş! Sen
ancak kendi yaptığından sorumlusun. Müminleri de savaşa teşvik et. Umulur ki,
Allah kâfirlerin gücünü kırar. Hiç şüphesiz ki Allah kuvvet ve kudretçe çok
daha güçlü, ve cezası daha çetindir.
85- Kim güzel bir işte aracılık ederse, ona o
işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona da
o kötülükten bir pay vardır. Allah her şeyi gözetip karşılığını verir.
86- Siz bir selam ile selamlandığınız zaman,
siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selamı aynen iade edin.
Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.
71-72- Uyanık ve ihtiyatlı bulununuz;
düşmandan sakınmak için maddî ve manevî bütün sebepleri ve vasıtalarınızı
edininiz, silâhınızı alınız da onlara karşı takım takım, bölük bölük hareket
ediniz.
Sübat: Sübe'nin çoğuludur. Sübe, ondan fazla
erkekten oluşan cemaat demektir. Veya hepiniz birlikte seferber olunuz ve
şüphesiz içinizden öyle kimseler vardır ki mutlaka ağır davranır, geri kalır
durur da şayet başınıza bir musibet gelirse, yani başarılı olamadığınız,
sıkıntılar çektiğiniz veya şehid olduğunuz takdirde ne iyi Allah bana lutfetti,
nimetler verdi. Çünkü ben onlarla beraber bulunmadım, der. Üzülecek yerde
sevinir, ve fakat Allah tarafından bir lütuf ve ihsan size ulaşırsa, fetihler
yaparak ganimeti elde ederseniz sanki onunla sizin aranızda hiç bir sevgi
olmamış, yabancılar gibi mutlaka diyecektir ki: Ah ne olurdu, keşke ben de
onlarla beraber olaydım da büyük maksatlara ereydim. Yani sizin başarılı ve
muzaffer olmanızdan bir dost memnuniyeti kadar memnun olmayacak, memnuniyet
yerine üzülecek, sizinle beraber bulunmadığına ahiret düşüncesiyle değil,
yalnız dünya sevgisiyle pişman olacaklardır. Bundan dolayı bunlar böyle yapmaya
devam etsinler,
73- 75- dünya hayatını ahirete satan, bu güne
aldanmayıp sonunu gözeten ihlas sahibi daima hazır bulunup savaşsın... Her kim
Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, her iki durumda da biz
ona büyük bir mükâfat vereceğiz Burada savunma şeklindeki savaştan başka, hücum
şeklindeki savaşa da işaret etmek ve bunun gibi bir maksat ve hikmetle savaşın
meşru olabileceğini anlatmak gayesiyle buyuruluyor ki: ne menfaatiniz, ne
hakkınız ve ne mazeretiniz var ki, Allah yolunda ve zulüm ile baskı altında
kalmış, "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zâlim olan, zâlimler elinde bulunan şu
memleketten çıkar ve bize kendi tarafından bizi sever ve gözetir bir sahip ve
idareci gönder. Yine tarafından bize bu zâlimlere karşı yardım edecek bir
yardımcı gönder." deyip duran zayıf ve çaresiz erkekler ve kadınlar ve
çocukların kurtarılması uğrunda savaşmayacaksınız?" İşte bu Ümmü'l-Kurâ
olan Mekke'ye işarettir ki, müşrik olan Mekke halkı, zayıflara ve özellikle
içlerinde bulunan müminlere son derece zulüm ve eziyet ediyorlardı ve zaten;
"Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) âyetinin
mânâsı gereğince Allah'a şirk koşmak zulümlerin başı olan büyük bir zulümdür.
Allah Teâlâ zulme uğrayanların dualarını kabul ve Peygamberinin eli ile
Mekke'nin fethini nasib edip Hz. Muhammed'in veliliği ve yardımı ile maksadına
eriştirmiş ve onu aziz kılmıştır. Demek ki savaş, ile bir yeri işgal etmek
ancak böyle Allah rızası için zulme uğrayanları, zalimlerin pençesinden
kurtarmak ve halk üzerinde Allah Teâlâ'nın adil hükümlerini ve rahmetini tatbik
etmek için meşru olabilir, yoksa zulüm ve baskıyı yaygınlaştırmak ve
memleketleri istila etmek gibi sırf tecavüz ve saldırı için savaşmak asla meşru
değildir. Tam bir açıklama için bu önemli nokta yani savaşın gayesi meselesi,
bir de şu şekilde âyetlerle tesbit edilmiştir:
76- İman edenler Allah yolunda savaşırlar
kâfirler de tağutun yolunda, yani Allah'tan başka kendilerine tapılan azgınlar
yolunda, azgınlık ve şeytanlık uğrunda savaşırlar. Bundan dolayı siz (savaşa)
hazırlanınız da şeytan dostlarına, şeytan taraftarlarına karşı savaşınız ve
korkmayınız, çünkü Hakk'a karşı şeytanın hile ve tuzağı zayıftır.
Tefsirciler diyorlar ki, bunun için hak ve
iyilik taraftarları hayatlarında yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunsalar bile
sonsuza kadar aziz olarak güzel hatıraları baki kalır. Bu gün olmazsa yarın
mutlaka mutlu olurlar. Kötülük, şeytanlık, azgınlık ve yalancılıkla hükmeden
zorbaların zorbalıkları da nasıl olsa söner, yerlerinde yeller eser, şâyet
anılırlarsa lanetle anılırlar. "Muhakkak ki yeryüzüne salih kullarım varis
olacaklardır." (Enbiya, 21/105), "İşte o ahiret yurdu, biz onu
yeryüzünde kibir ve fesat arzusu bulunmayanlara veririz. Akibet
muttakilerindir." (Kasas, 28/83).
Bir şairin dediği gibi:
Zulmün topu var, dehşeti var, savleti varsa
Hakkın da bükülmez kolu var, kuvveti vardır.
"Yani zulmün topu, dehşeti ve
saldırganlığı varsa, buna karşılık Hakk'ın da bükülmez kolu ve kuvveti
vardır."
77-Böyle iken, Baksana o bir zamanlar
kendilerine, ellerinizi (savaştan) çekiniz, sakın savaşa sebep olmayınız ve siz
hemen namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz, denilenleri görmedin mi? Yani
savaş ve çarpışmanın zamanı değil iken, "Bize bir hükümdar gönder. (Onun
önderliğinde) Allah yolunda savaşalım." (Bakara, 2/246) diyenler gibi
savaşa taraftar olup da sakın savaşmayınız diye men edilenler üzerlerine
savaşmak yazılıp farz kılınınca, savaş kesin bir vazife halini alınca bunlardan
bir kısmı Allah'tan korkar gibi veya daha şiddetli bir şekilde insanlardan
korkmaya başladılar. Sözlü olarak veya davranışlarıyla dediler ki: Ey Rabbimiz!
Bize savaşmayı niçin yazdın, niçin takdir ettin, veya niçin farz kıldın? Bizi
çok uzak değil yakın bir zamana kadar geciktirseydin. Az bir müddet daha bize
mühlet verseydin de biraz daha yaşasak ne olurdu? Ey Muhammed! Sen bunlara de
ki: Dünya malı ne olursa olsun azdır, mutlaka geçicidir. Ahiret ise muttaki
olan, fenalıktan korunabilenler için daha hayırlıdır. Size kıl kadar zulüm
edilmez veya onlar zulme uğramazlar.
FETİL: Hurma çekirdeğinin ortasındaki
yarıktaki ince iplik gibi çizgi demek olup azlık ve önemsizlikte mesel olarak
kullanılır ki, Türkçemizde 'kıl kadar" diye ifade edilir.
78- Her nerede olursanız olunuz ölüm size
yetişir. Yüksek kalelerde veya sağlam saraylarda, hatta gökteki yıldızlarda
dahi bulunsanız yine ölüm gelir sizi bulur. Bundan dolayı ölüm korkusu ile
vazifeden kaçınmanın hiçbir anlamı yoktur. Madem ki mutlaka bir ölüm vardır.
Ona her zaman hazır olmalı, dünya hayatına bağlanmamalı, vazifeyi seve seve
yapmalıdır. Bir de Ey Muhammed! Bir takım kimseler -ve özellikle münafıklar-
kendilerine bir iyilik, bir nimet veya herhangi bir güzellik nasib olursa
"bu Allah tarafındandır" diyorlar. Allah'tan biliyorlar. Ve eğer
başlarınıza bir bela veya herhangi bir kötülük gelirse "bu senin
tarafındandır" diyorlar.
Bu hususta şöyle rivayet edilmiştir ki:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiği zaman Medine'de bolluk ve
ucuzluk olmuştu. Hz. Muhammed'in insanları İslâm'a davet etmesi üzerine
yahudilerin inadı ve münafıkların münafıklığı ortaya çıktığı sıralarda kıtlık
ve pahalılık görülmeye başladı. Bunda belki Medine'nin kalabalık olmaya
başlamasının da bir rolü düşünülse bile, yağmurların alışılmışın aksine az
yağması, meyve ve ürünlerin olmaması gibi tabii durumlar da vardır ki,
"Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını (Peygamberlere
baş kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk
ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf, 7/94) âyetinde her peygamberin
gönderildiği memlekette başlangıçta böyle bir darlık ve sıkıntının yüz
göstermesi de Allah'ın âdeti olduğu açıkça belirtilmiştir. İşte o zaman
yahudiler ve münafıklar; "Biz böyle uğursuz bir adam görmedik. Bu geleli
meyvalarımız az biter oldu ve fiyatlar arttı, pahalılık çoğaldı."
diyorlar. Bolluğu ve ucuzluğu Allah'a, darlığı ve pahalılığı Peygambere isnad
ediyorlardı. Çünkü "Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, (Bu bizim
hakkımızdır.) derler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla
beraber olanları uğursuz sayarlardı " (A'raf, 7/131) âyetinin mânâsından
anlaşıldığı gibi vaktiyle Hz. Musa'yı da böyle uğursuz saymışlardı. Bu âyetin
iniş sebebi bu olmuş. Fakat âyet, beyanın gelişi itibariyle savaş durumlarını
da ilgilendirdiğinden iyilikler ve kötülükler, bolluk veya darlık, sıhhat veya
hastalık, hayat veya ölümden başka, zafer veya yenilgi gibi savaş sonuçlarını
da kapsayacak bir şekilde ifade edilmiştir.
Ey Muhammed! De ki, başınıza gelen iyi ve kötü
şeylerin hepsi Allah tarafındandır. Onun yaratması ve takdiri iledir.
İyilikler, Allah'ın bir ihsanı, kötülükler de Allah'ın yardımı kesmesidir. Bu
böyle iken bu adamların ne çıkarı var ki bir sözü veya olayı fıkhı ile, yani
sırrı ve hikmeti ile anlamaya yaklaşmazlar da Allah tarafından başlarına gelen
felaketi peygambere isnad etmeğe kalkışırlar.
Şimdi de öyle bizi niye dine davet edip
duruyorsun? Kâfirlik de Allah'tandır demeye kalkışırlar. Çünkü söz anlamamak
yüzünden denilince bir taraftan bundan insanın çalışmasını ve iradesini inkar
etmeye, kulların işlerinde cebr (zorlama) mânâsını çıkarmaya kalkışırlar. Diğer
taraftan öyle ise sorumluluk nerede kalır? Allah'a inanma ve iman etmenin
tabiat tasavvurundan ne farkı olur? Allah'a kötülük nasıl isnat edilir?
Allah'ın zararlı olan bir şeyi yaratması nasıl caiz olur, gibi şüphelere
saplanırlar.
79-Bu konuda Ey Muhammed, hitaba layık ve
Allah'ın sözünü anlayacak olan sensin, dinle: Sana gelen her iyilik, her
menfaat, itaat ve mükafat Allah'tandır, çalışıp kazanman olsa da olmasa da
Allah'tandır. Çünkü Allah dilemeyince hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ Rahman ve
Rahim olduğu için de iyilikler O'nun irade ve takdirine, yaratma ve var
etmesine dayanmakla beraber, O'nun rızasına da tamamen uygundur. Bunun için
insanın çalışıp kazanmasıyla ilgili olmayan iyilikler yalnız Allah'ın ihsanı
olduğu gibi, insan iradesiyle ilgili iyilikler de Allah'ın takdir ve
yaratmasına, hükmünü yürütmesine ve başarılı kılmasına, irade ve rızasına uygun
olması hasebiyle yine O'nun bir ihsanıdır. Bunun için sübjektif, objektif,
maddî, manevî, çalışılarak kazanılan ve çalışmadan elde edilen mutlak şekilde
bütün iyilikler Allah'tan bilinmelidir. Başına gelen her kötülük ise kendi
nefsindendir, kendi günah veya kusurundandır. Gerçi "Hepsi
Allah'tandır." âyeti gereğince bu da Allah katındandır. Allah takdir ve
irade etmemiş olsaydı bu da olamazdı. Fakat bunda yapma veya terk etme yönünden
mutlaka senin sebep olman vardır. Bunun esası senin kendin, senin arzun veya
senin kusurun, senin hatan veya senin acizliğin ve senin özündür. Çünkü sen
başlangıçta kendi nefsinde ve aslında her şeye gücü yeten ve varlığın
başlangıcı olsaydın elbette kendine hiçbir günahı yaptırmazdın ve hiçbir
taraftan sana bir zararın gelmesi ihtimali olmazdı. Bundan dolayı birinci
derecede günahların kaynağı, yokluğun aslı ve yalnız mümkün olan yaratıkların
mahiyyetinin kendi acizliğidir. Allah, ona herhangi bir var oluş anında bol bol
iyilik ihsan etmese o derhal yok olur gider. İkincisi, başa gelen kötülüklerin
bir kısmı insanın arzu ve iradesine bağlıdır. İnsan onu nefsinde tecelli eden
bir irade ve istek ile bilerek veya bilmeyerek bizzat veya dolayısıyla ister.
Hatta ısrar da eder, irade ve istek kuvveti nefsinde bir iyilik olduğu halde
istenen maksat, iyilik de kötülük de olabilir. Allah Teâlâ da cimri
olmadığından kulunun iradesine izin verip hükmünü yürüterek maksadını yaratır
ve istenen kötülük yine Allah katından gelmekle beraber, sebep ve çıkış yeri
kulların nefsi ve onların kazancı sayılır ve sorumluluk da yapana ait olur.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder." (Şûra, 42/30).
Üçüncüsü, genel anlamıyla "seyyie" sadece günah değil, meşakkat ve
sıkıntıları da kapsadığına göre bazı sıkıntılar, acılar vardır ki nefsi
temizlemeye sebep ve günahlara keffaret ve bundan dolayı iyiliğin başlangıcı
olur.
Bu gibi kötülüklerin de başa gelmesi yalnız
nefsin ıslahı veya kurtuluşu hikmetine dayandığından bu da Allah katından
gelmekle beraber buna "nefsin için" mânâsına "nefsinden"
demek doğru olursa da bunu iyilikten saymak daha uygundur. Bundan dolayı, her
ne şekilde olursa olsun kötülük önce kula nisbet edilmeli, insan onu
kendisinden bilmeli ve bununla birlikte "Allah katından" olduğunu da
unutmamalıdır. Bu âyetten, Mutezilîlerin istenerek yapılan işlerde kulun kendi
yaptıklarının yaratıcısı olduğunu, çıkarmaya kalkışmaları doğru değildir. Çünkü
âyeti böyle bir iddiaya aykırıdır. Hülasa, "Her şey Allah'tandır."
Fakat bundan cebir (zorlama) anlaşılmamalıdır. Âyetinin açıklamasına uygun
olarak ne zorlama, ne serbestlik "ikisi arasında bir durum," bir
adalet ve sorumluluk anlaşılmalıdır ki, burada de ki, "İyi ve kötü herşey
Allah'tandır." iman esasının güzel bir açıklaması vardır. Ve bu açıklama
kendisini iyi, başkasını kötü, iyiliği kendinden, kötülüğü başkasından bilen
cahil ve gururlu insanlığın gururuna karşı bir ders olduğu gibi; kendisini ne
iyilik, ne de kötülük hiçbir şeyle ilgili saymayan tembel insanlığın
tembelliğine ve ilişiksizliğine karşı da bir derstir. Mutlaka şunu iyi düşünmek
gerekir ki, hem hem de olması, Allah ile insan arasında önemli bir ilginin
varlığına delalet eder ki, bu da, "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." (Bakara, 2/30) âyetinde anlatılan vekillik; "Biz
emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok
cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetinin yüce açıklamasında arzedilen emanet
meseleleridir. Nefis, ne zaman kendini ileri sürer, hareketlerini ve
iradelerini kendi hesabına yapmaya kalkışırsa, vekilliği ve emaneti kötüye
kullanmış olur ve kötülüğün kaynağı olmuş olur. Ve her ne vakit iradesini,
emanetin yerine getirilmesi ve vekillik vazifesinin yürütülmesi açısından
harcar, kendini Allah'ın iradesine teslim ederse, o zaman da Allah'ın
iyiliklerine mazhar olur. Ve işte insanlık mertebeleri bu iki itibarın ortaya
çıkmasına bağlıdır. Ve bunun en başında peygamberlik mertebesi, onun başında da
genel elçilik (Peygamberlik) mertebesi vardır. Bunun için burada Hz.
Peygamber'in bütün insanlığa peygamberliği âyetle ifade edilerek, bütün
iyiliklere nail olduğu işaretle buyuruluyor ki: Ve biz seni bütün insanlara
elçi olarak gönderdik, sen onlara nefsini değil, Rabbinin iradelerini, besbelli
gücünü göstereceksin. Bundan dolayı senin nefsin, kendi hesabına ortaya
çıkmaktan berî kılınmıştır. Sen hiç bir zaman kötülük kaynağı olmazsın ve buna
şahid olarak Allah yeter. Allah'ın emrine bizzat Allah'ın şahitliğinden daha
açık hiçbir şey yoktur. Sen, sözlerinde, işlerinde ve iradelerinde senin değil
Allah Teâlâ'nın kudret, irade ve rızasını göstereceksin, hakkın iyiliklerini
ortaya çıkaracaksın. "Allah'ın, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik
etmiş." (Âl-i İmran, 3/18) olduğu gibi, "Allah'ın, Muhammed'in kendi
elçisi olduğuna şahitlik etmiş" olduğu da anlaşılacaktır.
80-81-Bilindiği gibi elçiye itaat, elçiyi
gönderene itaattir. Bunun için her kim Allah'ın elçisine itaat ederse Allah'a
itaat etmiş olur. Her kim de nefsine uyar, itaatten yüz çevirirse onu
kötülüklerden koruyacağım diye uğraşma. Çünkü biz seni onların başına bir
koruyucu olarak göndermedik, elçi olarak gönderdik. Artık onlar, kötülük
kaynağı olan nefislerdir, elbette kötülükleri yapacaklardır. Sen onları
kötülüklerden, kötülüklerin cezasından koruyamazsın. Onlar yani
"başüstüne" de, derler. Sonra yanından çıktılar mı bir kısmı
geceleyin sana söyleyeceğinin veya senin söyleyeceğinin tersini söyler, başka
bir ifade ile, sana verdiği sözün veya senden aldığı emrin tersini yapmak için
beyit yapmaya çalışır gibi yalan dolan uydurmakla uğraşır, dediği halde
gönlünde isyanı kurar, sıkıntı çıkarmaya uğraşır, kalbinde daima bunu gizler.
"Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." hükmüne karşı
münafıkların bir kısmı artık Muhammed, Allahlık iddiasında bulunmaya kalkışıyor
demek istemiş, bunun üzerine bu âyet inmiştir. (Âl-i İmran, sûresindeki
"De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz." (3/31) âyetinin
tefsirine bkz.) Onlar gönüllerinde ne gizlerlerse Allah onu yazar, vahy ile
sana bildirir. Kur'ân'a geçirir veya sırası gelince cezalarını vermek üzere
defterlerine geçirir. Bundan dolayı sen onlara bakma, her hususta Allah'a
dayan, bunları da ona havale et Allah Teâlâ vekil olarak yeter.
82- Bunlar hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi
düşünmüyorlar mı? Eğer bu Kur'ân, yahut senin söylediklerin Allah'tan başkası
tarafından gelmiş olsaydı bunda bir çok tutarsızlık bulacaklardı. Böylece
gaipten verilen haberin ve özellikle gizli gizli kalblerinde gizledikleri
şeylerden haber veren bu kadar haberlerin şaşan, doğru olmayan, gerçeğe uygun
olmayan yalanlarını yanlışlarını bulabilirlerdi. Halbuki bulamıyorlar ve
bulamazlar. Kendilerinden başka kimsenin haberdar olmadığı durumları,
fikirlerini ve sırlarını Kur'ân'ın ve Peygamberin, olduğu gibi ve ihtilafsız
haber verdiğini görüyorlar. Bunun sonunu düşünmeleri ve Allah tarafından
olduğunu doğrulamaları gerekir. Kur'ân'ın ne verdiği haberlerinde, ne de vaad
ve tehdidinde aksine gelişen hiçbir şey bulunamamıştır ve bulunamaz. Bundan
başka Kur'ân bir Allah vergisi olmasaydı, bunu baştan başa icazkar (herkesin
yapamayacağı şekilde fasih), benzeri olmayan bir belağat ve fesahat içinde
cereyan etmiş, gitmiş bulmazlardı. Bir kısmını fasih, bir kısmını kusurlu, bir
kısmını kolay ve bir kısmını zor, karşı çıkılabilir ve mutlaka çıkılabilir,
değişik, çok değişik bir şekilde bulurlardı. Bu kadar beyan çeşitlerinin ve
makamların farklı olması ile beraber hepsini birbirine benzeyen ve birbirine
uygun bir fıtrat düzeni, sağlam ve kusursuz bir metin içinde bulamazlardı.
Beyan üslubunda tabiatın zorlamasından, düşünce ile ilgili zorlanmalardan, hak
ve iyiliği, doğru düşünmeyi hedef edinmeyen, nefse ait maksatlar, nefis ve
şehvetle ilgili meyillerden bir çok nişaneler bulurlardı. Daha sonra kırâet ve
hükümlerinde, sûre ve âyetlerinde, maksat ve mânâların, hikmet ve yararların,
durumların gereğinin çeşitli ve değişik olmasıyla uyumlu ve hepsinde Allah'ın
hükmünün hissedilen akışını gösteren ahenkli bir çeşitlilik ve değişiklik
bulmazlar. Değişik ve tahrif edilmiş (bozulmuş) Tevrat ve İncil nüshalarında
açıkça görüldüğü üzere, nesih ve değiştirme konusu olmayan aynı olayda, aynı
zamanda bir çok uyuşmazlıkla değişik ve çelişkili nice haberler, hükümler
bulurlardı. Evet Kur'ânda zamanların, yerlerin ve durumların değişmesine göre
değişik hükümleri ve çeşitli mânâları ifade eden kırâet ve lafızlar vardır. Ve
bu açıdan birbiriyle çelişkili olduğu görünen âyetler vardır. Fakat bunların
hiçbiri Allah'ın birliğine ters düşen aynı olayda, aynı zamanda, aynı şartlar
altında çelişkili ve dağınık bir gidişat üzerinde değil, yavaş yavaş birbirini
iyice açıklamak, tefsir etmek ve çeşitli durumların gereğine göre hükmü
değiştirmek, yerine başkasını koymak suretiyle açıklamak ve zaman zaman
değiştirmek ve kaldırmakla beyan ederek giden ve sonsuz bir hayatın akışını ve
hizmetini devam ettiren özel ve düzenli bir gelişme üzerinde yürür gider ve
hakikat gülistanında açılan bütün yaratılış tecellileri ve güzellikleri gibi
çokluk içinde birliği ve birlik içinde çeşitlenmeyi ifade eden mükemmel bir
ahenk ve uyumlu bir değişiklik ve çeşitlilik arzeder. Ve Kur'ân ilminin en
büyük önemi ve zevki de içinde fazla karışıklık bulunmayan bu çeşitli ahenk
içinde sonunu tam düşünmekle müteşabih âyetleri muhkem âyetlere havale ederek
Kur'ân âyetlerinden Allah'ın hükümlerini ve kâinatın olaylarından Allah'ın
varlığını okuyup bulmaktır.
Mesela "Hepsi Allah tarafındandır." ifadesiyle
"Sana her ne kötülük isabet ederse kendi nefsindendir." düsturları
arasında açık bir çelişki ve zıtlığın bulunduğu zannedilebilir. Halbuki bunlar,
birbirini tamamlayan bir açıklama olarak beraberce düşünülmek ve aradaki
çelişme noktaları atılıp beraberlik yönleri düşünülmek üzere söylenmiş ve,
"Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!" (Nisâ, 78)
âyeti ile de bu nokta özellikle hatırlatılmış. Burada da ifade edilen değişik
hükümlerin, bu gibi çeşitli açıklamaların hükümde çelişkiden değil, hikmet ve
faydalar ve durumların gereğine uygun ve ahenkli bir hikmetten ileri geldiği
özel bir şekilde anlatılmak ve münafıkların yalan dolanlarına tamamen engel
olmak için fazla değişiklik olmadığı ifade edilerek buyurulmuş ve iyice
düşünmeye sevk olunmuştur.
83-Yukarda diye Allah'a itaat ile, Hz.
Peygamber'e itaat etmek birbirinden ayrıldığı halde burada diye ikisi
birleştirilerek Peygambere itaat Allah'a itaate çevrildiği sırada hem
idarecilere itaatın hükmünün Peygambere itaat etmeye bağlı ve ona eklenmiş
olduğunun anlatılması, hem de müslümanların siyasi yönden eğitimlerinin
yükseltilmesi için buyuruluyor ki: Bir de kendilerine emniyet veya korkuya dair
tatlı veya acı bir emir, bir haber, bir şey gelince hemen onu yayarlar; doğru
mu, değil mi, yahut yayılmasında bir zarar var mı yok mu, kamu yararı açısından
neşredilmesi caiz mi, yoksa gizlenmesi gerekir mi, düşünmeden danışmadan
yayarlar Burada gazetecilerin durumuna da temas eden bir uyarı vardır. Bunlar
işittikleri bu haberi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere, yani o işte
yetkisi ve ihtisası bulunan zatlara veya amirlere götürüp onlara başvursalar,
danışsalar veya havale etseler onu içlerinden bilgi ve tecrübeleri ve iyi niyet
ve basiretleri sayesinde istinbat edebilecek ve hüküm çıkarabilecek olanlar
mutlaka bilirler, ne yapılacağını anlar, anlatırlardı.
İSTİNBAT: Çıkarmaktır. "Nebıt" de
bir kuyu kazılırken ilk çıkan su demektir. İşte çözümü istenen bir olay, bir
konu karşısında elde bulunan prensipler ve bilgileri inceleme ve etraflı bilgi
edinme, araştırma ve düzeltme ve karşılaştırarak yeni bir bilgi ortaya
çıkarmaya da istinbat ve istihrac denilir ki, bu bir meleke ve özel bir
kudrettir. Herhangi bir işte böyle bir liyakat ve yeterlik sahibi olanlar, o
işin müctehidi ve gerçek sahibi ve Allah katında yetkilileridir. Bunun için
yukarıda diye Allah'a ve Peygamberine müracaat edildiği gibi, burada da
Allah'ın Peygamberine ve böyle yetkili kimselere müracaat tavsiye edilerek
bunlara da itaat etmenin Peygambere itaat etmeye bağlı olduğu bir daha
anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki icmada geçerli olan görüş bu gibi yetkili
zevatın görüşüdür.
Bu âyet bize özellikle şu hükümleri anlatıyor:
1- Olaylarla ilgili hükümler içinde doğrudan
doğruya âyet ile bilinmeyip istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.
2- İstinbat da bir delildir.
3- İstinbata ehil olmayan bilgisiz kimselerin
olaylarda ve bilmedikleri konularda âlimlere başvurmaları ve onlara uymaları
gerekir.
4- Hz. Peygamber bile istinbat ile
mükelleftir. Çünkü den sonra âyeti Peygamberi de kapsadığında şüphe yoktur.
İniş sebebine gelelim: Münafıklar fırsat
buldukça düzmece şeyleri ve uydurdukları kötü yalanları yayarlar. Müslümanların
zayıflarından bir takım halk da müfrezelerin durumlarıyla ilgili tatlı veya acı
herhangi bir haber işittikleri zaman doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan, ne
öncesini, ne de neticesini hesaba katmadan doğrudan doğruya yaymaya
kalkışırlardı. Ve bu gibi saygısızlıklardan bazı fitneler meydana gelirdi.
Tefsircilerin çoğu, bu âyetin bundan dolayı indiğini açıklamışlardır ki, bu
şekilde âyetin iniş sebebi, savaş ve askerî durumlarla ilgili olmuş oluyor.
Diğer taraftan Sahih-i Müslim'de Hz. Ömer'den, İbnü Abbas kanalıyla rivayet
edildiğine göre, Resulullah'ın, kadınlarından bir süre için uzak durduğu
esnada, bir gün Hz. Ömer camide insanların, Resulullah bütün hanımlarını
boşamış diye üzülerek konuştuklarını görmüş ve bu haberi aklı almadığından
derhal koşup izin isteyerek peygamberin huzuruna girmiş, biraz derdini
anlattıktan sonra bir fırsat bulup "kadınlarını boşadın mı?" diye
sormuş, "hayır (boşamadım)" cevabını alınca çıkıp "bilesiniz ki,
Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınlarını boşamadı" diye bir tellal gibi
seslenmiştir. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir ki, Hz. Ömer'in gerçeği istinbatına
(ortaya çıkarmasına) işaret etmekle, onu övmeyi de kapsamaktadır. Bu rivâyete
göre âyetin iniş sebebi, Nisâ sûresinin esas itibarıyla içine aldığı aile
hükümleri ile bir ilgisi de vardır. Fakat terbiye ile ilgili hükmü genel
olduğundan âyet daha fazla savaşla ilgili durumları ve siyasi eğitimi hedef
alan bir nazım uslubuyla ifade buyurulmuştur. Çünkü bunlarda boş boğazlık daha
çok yapılır ve daha fazla zararlıdır.
Ey Müslümanlar! Eğer Allah'ın bu fazileti ve
rahmeti sizin üzerinizde olmasaydı, yani böyle peygamber ve istinbata gücü
yeten ilim ehli yetki sahipleri ile doğru yola irşad ve hidâyeti olmasa
muhakkak ki siz çoğunlukla şeytana, şeytan gibi münafıklara uyardınız,
sürüklenirdiniz, uymadığınız konular veya uymayan adamlar pek az olurdu. Çünkü
az çok aklı olan herhangi bir kimse her konuda şeytana aldanmaz. Kitabın
sırlarını bilen ve hüküm çıkarmaya gücü yeten yetkililer, çok geniş bilgi
sahibi olan âlimlerden olan zatlar da hak ve hayırlı işleri Allah'ın kuvvetiyle
birbirinden ayırmaya güçleri yettiğinden bunların da şeytana aldanması pek az
olur. Halbuki halk, çoğunlukla aldanır. Bununla birlikte ilim ehlinin
aldanmaması da yine Allah'ın fazilet ve rahmeti sayesindedir. Bunun için diğer
bir âyette: "Eğer üzerinizde Allah'ın lutfu ve merhameti olmasaydı,
içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkmazd" (Nur, 24/21) buyurulmuştur.
Bundan dolayı bu iki âyet arasındaki lutuf ve merhametin farkı unutulmamalıdır.
Birisi mutlak, birisi kayıtlıdır.
84-Durum böyle olunca yani savaş yazılmış,
mazlumlar (zulme uğrayanlar) inler, acı büyük, dünya malı az, ölüm nasıl olsa
takdir edilmiş, hazırlıklı olmak ve itaat etmek lazım olduğu halde münafıklar
itaat etmez, hile ve dolandırmaya çalışır, birtakımları da ağır davranır
savaştan kaçınırsa Ey Muhammed! Bizzat sen Allah yolunda savaş. Sen ancak kendi
nefsinle mükellefsin, kendi yaptıklarından sorumlusun. O halde yalnız da kalsan
bu vazifeni yap. Müminleri de savaşa teşvik et ve istekli kıl ki Allah'ın
kâfirlerin zarar ve kuvvetini önlemesi kuvvetle umulmaktadır. Yani vaad
edilmiştir. Bu âyet, Küçük Bedir savaşı hakkında inmiştir. Âl-i İmran sûresinde
. "Onlara bazı kimseler, insanlar, size karşı bir araya geldiler,
demişlerdi" (Âl-i İmran, 3/173) âyetinde açıklandığı üzere Hz. Peygamber
(s.a.v.) Uhud savaşından sonra Ebu Süfyan'a karşı bir sene sonra zilkade ayında
Küçük Bedir pazarına katılacağına dair sözleşmiş ve söz vermişti. Zamanı
gelince insanları davet etti, fakat onlardan bir takımı çekindi. Bunun üzerine
bu âyet indi ve Hz. Peygamber: "Ben yalnız kalsam yine giderim"
buyurdu Ve yetmiş atlı arasında hareket etti. Allah Teâlâ da kâfirlerin kalbine
bir korku koydu ve onları (Bedir'e gelmekten) caydırdı. Onlar, Merri Zahran'dan
döndüler. Hz. Peygamber de beraberindeki (ashabı) ile birlikte Bedir'de sekiz
gün kaldılar ve ticaret yaptılar. Bu şekilde Allah'ın, "Kafirlerin şiddet
ve kuvvetini önleme" vaadi de Kureyş kâfirlerinin aleyhine gerçekleşti.
Bunun genel bir şekilde gerçekleşmesi de Hz. İsa'nın gökten inmesi meselesi
olacağı söylenmiştir. Hz. Peygamber bu "Küçük Bedir" olayında bu emre
uygun olarak tek başına gitmeye kalkıştığı gibi, buna uyarak Hz. Ebu Bekir
Sıddık da Peygamberin vefatı üzerine zekatı vermekten kaçınan mürtedlere karşı
böyle yapmış ve Hz. Peygamberin halifesi olmayı hak ettiğini bununla da ispat
etmiş ve başarılı olmuştu.
Evet, kâfirlerde şiddet ve kuvvet bulunabilir
ve fakat Allah kuvvet ve kudretçe onlardan hem pek çok yüksek, hem de cezası ve
azabı onlarınkinden çok şiddetlidir. Bundan dolayı kâfirlerin kuvvetinden
korkup da Allah'a isyan etmemeli, Allah'ın kudret ve azabından korkup da
Allah'a itaat etmeli ve kâfirlere karşı gelmelidir. Bunun için ey Muhammed! Sen
kendin Allah yolunda savaş ve müminleri teşvik et. Çünkü bu bir şefaat
demektir.
85-Halbuki kim güzel bir şefaat yaparsa, yani
Allah rızası için bir yararlı işe aracılık ederse ve yol gösterirse onun o
şefaatten (aracılıktan) bir payı, güzel bir sevabı olur. Yararlı ve güzel bir
işte yol gösteren onu yapan gibidir. Ve kim de İslâm'a aykırı kötü bir şefaat
(aracılık) yaparsa onun da ondan aynı oranda kötü bir payı vardır. Allah'ın da
her şeye gücü yeter. Ve her şeyi layıkıyle gözetir, İyiyi iyiliğinden, kötüyü
kötülüğünden derecesine göre hisse sahibi kılar.
Savaş ve teşvik emirlerinden sonra ve ceza
bölümünden sonra bu şefaat âyetinin gelmesi ne kadar beliğdir (fasih ve
edebidir). Bundan dolayı kötülüğe aracılık etmekten sakınmak gerektiği gibi her
çeşit güzel aracılıklar da yapılmalı ve kabul edilmelidir.
86-Bu örneklerden biri olmak üzere kimin
tarafından olursa olsun bir selam ile selamlandığınız zaman, bir selam ile size
saygı gösterildiği vakit de siz ondan daha güzeli ile karşılık veriniz,
selamlayınız veya onu geri veriniz, yani aynı ile karşılık veriniz.
TAHİYYE : Lugatte mülk ve bulunduğu durumda
kalma mânâsına gelir. Nasıl ki şair; "Onunla Numân'ın yanına gidiyorum.
Ordu ile onun mülkü üzerinde yerleşinceye kadar." demiştir ki, "onun
mülkü üzerine" demektir.
Bir kimseye diye dua etmeye de tahiyye denilir
ki "Allah ömürler versin" veyahut "Allah seni mülk sahibi
yapsın" veya "Mülkünde daim kılsın" mânâlarına gelir Cahiliyye
devrinde Araplar selam yerinde derlerdi. Sonraları bizde yaygın olan
"Allah ömürler versin" ifadesi bu selamın bir canlandırılması
olmuştur. Fakat bunlar bir dua olmakla beraber mutlak surette hayırlı bir dua
değildir. Çünkü ömür, hayat, mülk mutlaka selamet ve mutluluğu gerektirmez,
felaket içinde de geçebilir. Bundan dolayı bu şekilde selam, aslında noksan bir
selamdır, hepsinin başı baş sağlığıdır. "Allah ömürler versin"
denildiği zaman, muhatap bu mânânın kastedildiğini farz ederek hoşlanabilirse
de bu bir gaflettir. Çünkü söyleyenin niyeti belli değildir. Veyahut hiç
düşünmemiştir. Bunun için İslâm dini, bu noksan tahiyyeleri selama çevirmiş ve
yerine dünya ve ahiret selameti ve barışı yayan dua ve iltifatını yerleştirmiş
olduğundan İslâm'da selam olmuştur.
Bunun için "Size bir selam verildiği
vakit." demek olur. Selam bir tahiyye ve iltifattır. Fakat her tahiyye ve
iltifat selam değildir.
İşte Yüce Allah, Peygamberini ve müminleri
cihada teşvik ederken İslâm'da savaşın gayesinin, barışı temin etmek olduğunu
özellikle hatırlatmak için güzel şefaatı (aracılığı) teşvik ettikten sonra,
düşmanlar barış yapmaya istekli oldukları vakit siz de daha güzel veya onlar
kadar barış yapmaya razı olunuz diye emretmiş oluyor. Bundan dolayı burada
Allah'ın sözü "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş."
(Enfal, 8/61) âyetinin meâlini içerir veya gerektirir.
Demişlerdir ki; hıristiyanların selamı, elini
ağzına koymak; yahudilerin birbirine selamı, parmaklarla işaret etmek veya baş
eğip kıç kırmak; mecusilerin selamı, eğilme; Arapların birbirine selamı
"Allah ömürler versin" demek, padişahlara selamları da
"Sabahleyin nimet bul!" demek; müslümanların biribirine selamı da ve
daha güzeli demektir. buna işarettir. Rivâyet edildiğine göre bir adam Hz.
Peygambere demiş, cevap olarak Peygamberimiz buyurmuş, diğer biri demiş,
peygamber buyurmuş, diğer biri de demiş, buna de peygamberimiz buyurmuş. Bunun
üzerine bu adam, "Bana noksan selam verdin, Allah Teâlâ'nın dediği nerde
kaldı." demiş ve bu âyeti okumuş, Resulullah da "Sen bana fazla bir
şey bırakmadın, ben de sana aynısı ile karşılık verdim." buyurmuştur.
Çünkü istenen şeylerin hepsi bunun içinde bulunur, zararlı şeylerden emin olma,
çıkarların meydana gelmesi ve devamı gibi. Kısacası, selam pek büyük bir
şeydir. Hatta Allah Teâlâ'nın güzel isimlerindendir. Ve Kur'ân'da on iki yerde
Allah Teâlâ mümine selam vermiştir. Selam almak farz-ı kifayedir. Nehaî'den,
"Selam sünnet, selam almak farzdır." diye rivâyet edilmiştir. Hutbe,
sesli olarak Kur'ân okuma, hadis rivâyeti, ilim okutma, ezan, ikamet esnasında
selama cevap verilmez. Oyun oynayanlara, şarkı söyleyenlere, abdest bozan
kimseye, hamamda veya diğer bir yerde çıplak bulunana selam verilmez. Sünnet
olan yürüyenin oturana, binek üzerinde bulunanın yürüyene, atlının merkebe
binene, küçüğün büyüğe, azın çoğa selam vermesidir. İki kişi karşılaşınca ikisi
de hemen selam vermeye girişirler. İmam-ı Âzam dan rivâyet edilmiştir ki, selam
alan sesini pek yükseltmez. Özetle kim tarafından olursa olsun verilen
tahiyyeyi, selamı en azından benzeri ile olsun almalı, selam verene hiçbir
zarar verilmemelidir. Barış barışla, ikram ikramla karşılanmalı ve herhangi bir
iyilik mümkün olduğu kadar karşılıksız bırakılmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın
herşeyin hesabını hakkıyla gördüğünde şüphe yoktur. Bütün bu işlerde de ancak
onun hesabını düşünmelidir. İyi bilinmelidir ki:
Meâl-i Şerifi
87- 87- Kendinden başka ilâh olmayan Allah,
sizi kıyamet gününde mutlaka biraraya toplayacaktır. Bunda asla şüphe yoktur.
Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? Şu halde:
Meâl-i Şerifi
88- O halde, siz niçin münafıklar hakkında iki
gruba ayrılıyorsunuz? Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine
döndürdüğü halde Allah'ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi
saptırırsa, sen onun için bir çıkış yolu bulamazsın.
89- Onlar, küfür işledikleri gibi, sizin de
küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah
yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse
onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; Onlardan ne bir dost, ne de bir
yardımcı edinmeyin.
90- Ancak o kimselere dokunmayın ki, sizinle
aralarında anlaşma olan bir kavme sığınmış bulunurlar. Yahut ne sizinle, ne de
kendi kavimleriyle savaşmayı gönüllerine sığdıramayıp tarafsız olarak size
gelmişlerdir. Eğer Allah dileseydi, onları size musallat kılardı, onlar da
sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak dururlar, sizinle savaşmayıp size
barış teklif ederlerse, Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol vermemiştir.
91- Diğer birtakım kimseleri de bulacaksınız
ki; hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak isterler. Fitne için
her davet olunuşlarında onun içine başaşağı dalarlar. Eğer bunlar sizden
çekinmezlerse, kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. İşte bunlar
aleyhinde size açık bir ferman verdik.
88-89-Hasan ve Mücahid'den rivâyet olunduğuna
göre bir kavim, Medine'ye gelip müslüman olduklarını açıkladıktan bir süre
sonra Medine'den sıkıldıklarını bahane ederek çöle çıkmak için Hz. Peygamberden
izin istemişler ve çıkınca aşama aşama göçerek gitmişler, sonunda müşriklere
katılmışlar, Müslümanlar da bunların müslüman olup olmadığında ve savaş
açısından haklarında nasıl bir muamele yapılmasının lazım geleceğinde ihtilafa
düşmüşlerdi. Bu sebeple bunların aslında münafık oldukları açıklanarak genel
bir şekilde savaş hukuku ile ilgili bazı hükümler tebliğ edilmek üzere şu
âyetler inmiştir:
Her kim güzel bir işte aracılık yaparsa sevap,
kim de kötü bir işte aracılık yaparsa günah kazanır. Allah'a hesap vermek bir
gerçektir, Allah birdir, kıyamet gününde şüphe yok iken, siz o münafıklar
hakkında neden iki gruba ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah onları kazandıkları
küfür ve günahlar sebebiyle tersine çevirip reddetmiştir. Siz Allah'ın
sapıklığa düşürdüğü kimselere hidayet vermek mi istiyorsunuz? Halbuki Allah,
her kimi sapıklığa düşürürse, yani kimde sapıklığı yaratırsa Ey Muhammed! Sen
bile artık ona bir yol bulamazsın. Onlar, kendileri nasıl kâfirler ise siz de
öyle kâfir olasınız da hepiniz kâfirlikte eşit olasınız diye arzu
etmektedirler. Bundan dolayı, Onlar Allah yolunda hicret edinceye, bu şekilde
imanlarını isbatlayıncaya kadar içlerinden dostlar edinmeyiniz. Eğer onlar,
Allah yolunda doğru dürüst hicret etmekle imanlarını açıklamaktan çekinirlerse onları
tutunuz ve bulduğunuz yerde, yani Harem-i Şerif içinde de olsa kendilerini
öldürünüz ve onlardan ne bir dost, ne bir yardımcı tutmayınız, tamamen onlardan
sakınınız.
90- Ancak şu iki durumun birinde bulunanlar
yakalanıp öldürülmekten müstesnadır.
1- Sizinle aralarında bir anlaşma ve sözleşme
bulunan herhangi bir kavme varıp onlara sığınanlar... Böyle sizinle savaş
durumunda olanları terkedip savaş durumunda olmayan bir kavmin anlaşma ve
güvencesine katılanlar, o kavm ile olan anlaşmanın hükmüne tabi olurlar.
2- Yahut, sizinle savaşa girişmekten veya
sizinle savaş halinde olan kendi kavimlerine karşı savaşmaktan göğüsleri
sıkışarak; yani ne sizinle, ne kendi kavimleriyle savaşmayı akıllarına
sığdıramayıp ne lehinizde, ne aleyhinizde savaşmaya karışmamak, tarafsız kalmak
arzusunda bulunarak soluk soluğa size gelmiş olanlar. Bunlar da aşağıda
açıklanacağı gibi taarruzdan korunmuşlardır.
Çünkü düşünmek ve takdir etmek gerekir ki,
Allah dilemiş olsaydı elbette bunları; yani ne size, ne de düşmanınız olan
kendi kavimlerine karşı savaşmak istemeyenleri üzerinize saldırırdı da bunlar
da öbürleri gibi sizinle muhakkak savaşırlardı. Madem ki böyle olmadı, bunun
Allah tarafından size bir lutuf olduğunu anlamalı ve şükrünü yerine
getirmelidir. Bundan dolayı bunlar, sizden çekinirler ve sizinle savaşmaya
girişmezler ve sizinle barışarak size boyun eğerlerse artık bunlar aleyhinde
Allah size hiç bir yol vermemiştir. Onları bir anlaşma yapmadı diye ne
öldürmeye, ne esir etmeye, ne de herhangi bir saldırıya uğratmaya hak ve
yetkiniz yoktur. Savaştan sakınmakla boyun eğmeyi (barışmayı) arzetmeleri,
saldırıdan korunmalarına yeterli bir sebeptir. Nasıl ki, Müdlic oğulları, Hz.
Peygambere bu şekilde savaşmaktan sakınarak gelmişlerdir.
91- Diğer birtakımlarını bulacaksınız hem
sizden emin olmak, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ya iki
tarafca da hoş görünmek, göze girmek, el tutmak, zarar etmemek, sırasını
bulunca külah kapmak için mümin ile mümin, kâfir ile kâfir olurlar veya yalnız
zarar etmemek maksadıyla tarafsız olmak ve savaşan her iki tarafın kavgasından
güven içinde kalmak, siyaset yapmak isterler. Rivayet edildiğine göre Esed ve
Gatafan kabilelerinden birtakım insanlar Medine'ye gelirler, müslümanların
güven ve itimadını celbetmek, bir savaşın meydana gelmesi durumunda canlarını,
mallarını güven altına almak için müslüman görünürler, söz verirler, yurtlarına
gidince de kâfir olurlardı. Deniliyor ki bu durum, Abdüddâr oğullarının bir
geleneği haline gelmişti. Bir de Nuaym b. Mesud Eşcaî müslümanlarla müşrikler
arasında güvenli bir durumda bulunur, Peygamber ile müşrikler arasında söz
götürür getirirdi. Âyetin iniş sebebi bunlardan birisi olmuştur.
Böyleleri her fitneye itildikçe, küfür ve
şirke veya savaş ve ihtilâle doğru davet veya sevk edildikçe ona tepe taklak
atılır, fena halde dalarlardı. Her türlü edepsizliği yaparlardı. Şu halde
bunlar hakkında ilk önce iyi bir siyaset takip etmek, onları küfür ve şirke
doğru itmemek gerektir. Bundan dolayı bunlar sizden çekinirler, barış ve güven
isterler ve ellerini çekip usulca otururlarsa yapılacak bir şey yoktur.
"Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile
selamlayın..." (Nisâ, 4/86). Fakat savaşta sizden çekinmezler ve size
barış ve andlaşma teklif etmezler ve ellerini çekmezlerse bunları tutunuz ve
yakaladığınız yerde öldürünüz ve işte bunlara saldırmak için size açık bir emir
ve yetki verdik.
Bu âyetleri, Mümtehine sûresindeki:
"Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah
adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi
yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost
edinmenizi yasaklar." (Mümtehıne, 60/8-9) âyetleriyle ve "Berâe = Tevbe"
sûresindeki bazı âyetlerle beraber gözönünde bulundurmak gerekir ki, uzun
açıklaması ve teferruatlı hükümleri İmam Muhammed'in Siyer-i Kebir'indedir.
Orada geniş bir şekilde açıklanmıştır.
Savaş esnasında olabilir ki bir adam diğer bir
adamı görür, seçemez, savaş halindeki bir kâfir zanneder öldürür, sonra da bir
mümin veya bir muahid (zimmi) olduğu ortaya çıkar, işte burada bu olayın hükmü
genel bir şekilde açıklanmak ve ondan sonra savaşla ilgili diğer bazı hükümlere
geçilmek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
92- Hata dışında bir mümin, diğer bir mümini
öldüremez. Ve kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köle azad etmesi
ve ölenin ailesine (varislerine) teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir.
Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır. Eğer öldürülen, mümin olmakla
beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin bir köle azad etmesi
gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise,
öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mümin bir köle azad etmesi gerekir.
Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya
iki ay oruç tutması gerekir. Allah, Alimdir (her şeyi bilendir), Hakimdir
(hüküm ve hikmet sahibidir).
93- Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası,
içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve
onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
92- Bir müminin, diğer bir mümini öldürmesi
olacak şey değildir. İman buna engel olur. Ancak hata ile olursa; kasdetmede
veya yapmada bir yanlışlıkla kaza ile meydana gelirse başka. Mesela bir düşmana
veya bir ava atarken kaza olarak bir mümine rast gelirse bu eylem de bir
hatadır. Yahut karşısındakinin yerine veya elbisesine bakıp bir düşman
zanneder, ona ateş eder vurur. Bu da amaç ve niyete bir hatadır. Bunların da
hiçbiri mübah değilse de hatadan tamamen sakınmak insanın gücü dahilinde
olmadığından böyle bir hata, müminin de başına gelebilir. Nasıl ki, Ayyaş b.
Rebiat'el-Mahzumî ki -o Ebu Cehl'in ana bir kardeşi idi- müslüman olmuş ve
akrabasının kötülüğünden kaçarak peygamberimizin hicretinden önce, ilk
mühacirler arasında Medine'ye hicret etmişti. Bunun üzerine annesi, o (oğlu)
dönüp gelmedikçe yiyip içmemeye ve tavan altına (eve) girmemeye and içmiş, Ebu
Cehil de yanına Haris b. Zeyd b. Ebi Üneyse'yi almış beraber gitmişler, onu
Medine'de bir dam başında "Utum" denilen kale gibi sağlam bir odada
bulmuşlar. Ebu Cehil aşağıdan bunu kandırmak için dereden tepeden dolanarak,
"Muhammed seni akrabalarla ilişki sürmeye teşvik etmiyor mu? Bundan dolayı
git annene iyilik et ve yine dininde kal." demiş, sonunda o da inmiş,
onlarla beraber gitmiş, Medine'den çıktıkları zaman tutmuşlar, onu bağlamışlar
ve dövmüşler, herbiri yüz değnekten iki yüz değnek vurmuşlar. O da Haris'e
"Bu benim kardeşim, fakat sen kim oluyorsun, ey Haris! Eğer seni yalnız
başına bulursam seni öldürmek Allah için boynuma borç olsun." demiş. Kısacası
kolları bağlı olarak anasına gitmişler, bu defa da annesi önceki dinine
dönmedikçe bağının çözülmemesine yemin etmiş, o da dili ile eski dinine dönmüş,
sonra yine hicret etmiş. Ayyaş da o adama "Kuba"nın arka tarafında
yalnız başına rastlamış ve müslüman olduğunu bilmeyerek vurmuş öldürmüş. Daha
sonra müslüman olmaya geldiğini haber alınca yaptığına pişman olmuş. Hz.
Peygamber'in huzuruna gelip "Onu öldürdüm, fakat müslüman olduğunu
bilmiyordum." demiş. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir, diye rivayet
olunuyor.
Aynı şekilde "Uhud" savaşı günü de
Huzeyfe b. el-Yeman'ın babası Yeman da İslâm askeri tarafından bilinmeyerek
hata ile öldürülmüştü ki âyetin iniş sebebinin bu olduğu da rivayet edilir.
Bundan dolayı bir müminin bir mümini doğrudan doğruya öldürmesi din ve iman
açısından yapılamazsa da hata ile öldürmek müstesnadır. Bu olabilir. Ve
özellikle savaş sırasında pek muhtemeldir. Ve her nerede olursa olsun hükmü de
aşağıda gelen şekildedir:
Kim bir mümini hata ile öldürürse bir mümin
köle veya cariye azad etmesi gerekir. Ve öldürülenin varislerine teslim
edilecek bir diyet vermesi gerekir. (Bu diyetin ödeme şekli ve miktarı için
fıkıh kitaplarına bakınız.) Ancak ölünün varisleri o diyeti affederler ve
bağışlarlarsa o başka.
Köle azad etmek Allah'ın hakkı olarak bir
keffaret, diyet de kul hakkı olarak bir zarar ödemesidir. Bir müminin
öldürülmesinde bu şekilde biri Allah hakkı, biri de kul hakkı olmak üzere iki
hak bulunur. Hayat, herşeyden önce Allah'ın hakkıdır, hürriyyet de bir çeşit
hayattır. Bu da Allah'ın hakkıdır. Allah'ın kullarından bir müminin Allah'ın
hakkı olan yaşamasının yok edilmesine karşılık, diğer bir mümin kula hürriyet
bağışlayarak yeni bir hayat kazandırmak, hata ile öldüren müminin günahını
örtmeye vesile olacak en güzel ve en uygun bir keffarettir ki, bunda bir yönden
bir ceza, bir yönden de bir ibadet mânâsı vardır. Öldürme kasıtla olsaydı bu
günah keffaret ile örtülemezdi. Fakat hata, az çok bir dikkatsizliği kapsamakla
beraber büsbütün kendisinden sakınma imkanı olmadığından öldüren kimse bir
taraftan terbiyeye, bir taraftan da teselli etmeye ve kendisine yardımda
bulunmaya layıktır. Bunun için, keffareti affetmesi söz konusu olamaz. Sonra
Allah'ın hakkı olan hayattan öldürülen kimsenin bir faydalanma hakkı vardı,
hayat hakkına sahipti. Öldüren hata ile de olsa bu hayat hakkını ondan almış
olduğundan ve hiçbir hak boşa gitmeyeceğinden buna karşı yalnız bir tazminat
olmak üzere öldürülen kimsenin yerinde kalıp malından faydalanacak olan
varislerine bir diyet verilmesi de bir kul hakkıdır. Ve hata ederek öldüren
kimse de burada yardıma layıktır. Bunun için baba tarafından akrabası varsa
diyete katılması gerekir. Varislerin bunu affetmeleri de bir yardımlaşmadır.
Bundan dolayıdır ki, affedip temize çıkarma yerine "tasadduk" (sadaka
verme) deyimi ile bu yardımlaşmaya teşvik edilmiştir. İşte İslâm ülkesinde bir
mümini yanlışlıkla öldürmenin hükmü iki şeydir; keffaret ve diyet.
Ancak yanlışlıkla öldüren kimse müslüman
değilse yalnız diyet gerekir. Kâfirlerin memleketine gelince; eğer hata ile
öldürülen size düşman bir milletten, savaş durumu devam eden kâfirlere ait bir
ülkenin halkından olur. Halbuki kendisi mümin ve böyle olduğu halde bir mümin
tarafından orada yanlışlıkla öldürülmüşse öldürenin mümin bir köle azad etmesi
gerekir. Burada diyetten bahsedilmemiştir. Demek ki, diyet gerekli değildir. Ve
bununla birlikte bu husus ictihad konusudur. Bazı tefsirciler, bunun sebebi
hakkında, "Çünkü öldürülen bu şahıs ile ailesi ve akrabası arasında miras
yoktur." demişler ise de öldürülen kimsenin o küfür memleketinde kendisi
gibi mümin bir varisinin bulunabilmesi de mümkün olduğu, sonra bu durumda İslâm
ülkesinde öldürülüp, küfür ülkesinde müslüman olmayan akrabası bulunan bir
müminin de diyetinin alınmaması ve kanının boşa gitmesi gerekeceğinden dolayı
bu sebep tam değildir. Diyetin gerekli olmamasının esas sebebi şudur: Çünkü
küfür ülkesi, korunma yurdu olmadığından bu mümin düşman bir toplumun arasından
çıkmamış ve orada oturmayı seçmiş olmakla kendi kanını boş yere harcamıştır.
Ve eğer yanlışlıkla öldürülen kimse, sizinle
aralarında devamlı veya geçici herhangi bir anlaşma bulunan bir kavimden ise;
bu durumda o kavim müslüman olmayan bir toplum ise de öldürülenin müslüman veya
kâfir olduğuna bakılmayarak mutlaka diyet de keffaret de gerekir. Anlaşmayı
bozma kuruntusundan sakınmak için diyetin ödenmesinde acele davranılacağını
hatırlatma bakımından burada diyet, (kan pahası) birinci bölümün aksine olarak
öne alınarak anlatılmıştır. Şu halde İslâm ülkesi halkından bulunan, müslüman
olmayan bir zimmî veya yabancı halklardan bulunan müslüman olmayan bir
sığınmacı veya bir müslüman, İslâm ülkesinde bir mümin tarafından yanlışlıkla
öldürülürse, aynı şekilde İslâm ülkesi ile özel anlaşması bulunup savaş
durumunda olmayan yabancı bir devlet halkında bir müslüman ve belki müslüman
olmayan İslâm ülkesi dışında mensub olduğu memlekette bir mümin tarafından
yanlışlıkla öldürülürse, bunların hepsinde İslâm ülkesinde yanlışlıkla
öldürülen herhangi bir müminde olduğu gibi; öldürene hem diyet, hem keffaret gerekecektir.
Yani birinci bölümü kayıtsız olmakla beraber, karşılaştırma ipucu ile İslâm
ülkesinde öldürülen herhangi bir mümin; ikinci düşman olup anlaşması olmayan
bir devlet halkından küfür ülkesinde öldürülen bir mümin hakkında; üçüncü
bölümü de İslâm ülkesinde zimmî ve sığınmacı ile anlaşma yapan bir yabancı ülke
halkından bulunan ve orada öldürülen mümin hakkında demek olur. Çünkü bu
müminin İslâm ülkesinde öldürülmesinin, birinci bölümün içine girdiğinde şüphe
yoksa da İslâm ülkesi dışında öldürülmesinin oraya dahil olması, ikinci
bölümden dolayı "Genel mânâ ifade eden kelime, tahsis edildikten sonra
geri kalan kısımda zan ifade eder." kuralı gereğince şüpheli kalacağından
burada bu şüpheyi ortadan kaldırmak için, zimmî ve sığınmacı ile beraber mânâsı
altında bir daha tekrarlanmıştır.
Bu üç cümlede yanlışlıkla öldürülen şahsın
mümin veya mümin olmayan kimse, İslâm ülkesinde veya bu ülke dışında olmasına
göre bütün ihtimaller gösterilmiş ve fakat bütün bunlarda ancak mümin olup
yanlışlıkla öldürenin vazifesi açıklanmıştır. Bununla beraber bundan müslüman
olmayan ve fakat anlaşması bulunan, yanlışlıkla öldüren kimsenin vazifesinin de
kan bedeli olacağı ve bunlara keffaret teklif olunmayacağı anlaşılmış olur.
Çünkü keffarette ibadet mânâsı bulunduğundan mümin olmayan kimseler, imandan
önce bununla yükümlü değildirler.
Demek ki yanlışlıkla öldüren bir mümine diyet
ister gerekli olsun, ister gerekli olmasın mutlaka keffaret olmak üzere bir
mümin köleyi azad etmesi farzdır. Bundan dolayı kim, yani yanlışlıkla katil
olan herhangi bir mümin, azad edecek bir mümin köle bulamazsa; ne bir mümin
köleye, ne de ona sahip olabilecek bir vasıtaya sahip bulunmuyorsa birbiri
ardına aralıksız iki ay oruç tutması gerekir ki bu oruç, Allah tarafından tevbe
için, tevbenin kabul edilmesi içindir. Diğer bir mânâsı, bu oruç tutma teklifi,
esas ve azimet (takva ile amel etmek) olan köle azad etmeye güç yetmemeye karşı
Allah tarafından verilen bir ruhsat ve kolaylığa dönüştür, ikinci derecede bir
keffarettir. Buna göre ikisi de Allah tarafından istenir. Kullar tarafından
istenemez. Kul hakkı olana diyet yerine de geçemez. Bir mümin veya anlaşmalının
Allah'ın hakkı olan hayatının yok edilmesi yanlışlıkla olsa da yine bir
günahtır. Demek oluyor ki, mümin bir köleyi azad etmek, yok edilen hayat yerine
geçebilecek bir çeşit diriltme olduğu gibi, oruç da bir köle azad etme
hükmündedir. Gerçekten köle azad etmek, diğer bir canı kölelik ve esirlik
bağından kurtarmak olduğu gibi oruç da kendi nefsini şehvetlerin esirliğinden
kurtarmak ve temizlemektir. Bundan dolayı yanlışlıkla öldüren mümin kimse,
diğer bir mümin köleye hürriyet vermekten aciz kalınca hiç olmazsa arka arkaya
iki ay oruç tutarak nefsini kuvvetli arzuların bağından azad etmeli ve kendine
manevî bir hürriyet vererek nefsini günahtan kurtarmalıdır. Çünkü o da bir
mümin köledir. Allah Teâlâ her şeyi çok iyi bilendir. O öldürenin durumunu da
bilir; Hakimdir, kanun olarak koyduğu bütün bu hükümleri de hikmeti ile
koymuştur. Orucun iki ay olmasının hikmetini de O bilir.
93-Yanlışlıkla öldürmenin hükümleri bunlardır,
kasten öldürmeye gelince bunun dünya ile ilgili hükmü Bakara sûresinde,
"Ey iman edenler! öldürülenler hakkında kısas, size farz kılındı."
(Bakara, 2/178) âyetinde açıklanmıştı. Ahiretle ilgili hükmü de şudur: Mümin
veya kâfir kim bir mümini kasten, bile bile, hayatına kasdederek öldürürse onun
cezası cehennemdir. Orada pek uzun müddet ve belki sonsuza kadar
cezalandırılır. Çünkü Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş, merhamete layık
görmeyip onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
Bu âyetin indirilme sebebi Mıkyes b. Dababe
adındaki bir mürted olmuştur. Şöyleki bu Mıkyes b. Dababe el-Kinanî ve kardeşi
Hişam, müslüman olmuşlardı. Mıkyes, bir gün kardeşi Hişam'ı Neccar oğulları
içinde öldürülmüş olarak buldu, gelip Resulullah'a bu durumu anlattı. Hz.
Peygamber (s.a.v.) de onunla beraber Bedir savaşına katılan sahabeden Zübeyr b.
İyaz Fihri'yi Neccar oğullarına gönderdi, katili biliyorlarsa kısas etmesi için
Mıkyes'e teslim etmelerini ve eğer bilmiyorlarsa kan bedelini ödemelerini
emrediyordu. "Allah'ın Resulünün emri başüstüne, katili bilmiyoruz, fakat
diyeti veririz." dediler ve yüz deve getirdiler, onlar da aldılar,
Medine'ye döndüler. Yolda gelirken Şeytan Mıkyes'e şöyle bir vesvese verdi:
"Kardeşinin kan bedelini kabul edeceksin de kendine baş kakıncağı
yapacaksın, öyle mi? Yanındakini öldür, cana can olsun, kan bedeli de sana kâr
kalsın." dedi. Bunun üzerine Fihrî'nin bir gafletini gözetip bir kaya ile
onun başını parçaladı, sonra develerin birine binip geriye kalanları sürerek ve
kâfir olarak Mekke'ye döndü gitti, şöyle diyordu:
Âyet bu olay üzerine indi. Hz. Peygamberin
Mekke fethi günü güvence verdiği şahıslardan ayırdığı bu idi. Bu mürted katil,
O gün Kâbe'nin örtüsüne yapıştığı halde kendisine eman (güvence) verilmeyip
öldürüldü.
İşte mümin öldürmek büyük bir cinayet ve
yukarıda açıklandığı üzere anlaşmalı veya anlaşma yapılanlara katılan veya
cemaatten ayrılıp bir yana çekilen ve mülteci ve andlaşma ve barış yanlısı
kâfirlerin öldürülmesi de yasak ve haram ve hatta yanlışlıkla öldürme de bile
hükmü mümin gibi olduğundan:
Meâl-i Şerifi
94- Ey İman edenler! Allah yolunda cihada
çıktığınız zaman, mümini kâfirden ayırmak için iyice araştırın. Size selam
veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, "Sen mümin değilsin"
demeyin. Allah katında çok ganimetler var. İslâm'a ilk önce girdiğiniz zaman
siz de öyle idiniz. Sonra Allah size lutufta bulundu. Onun için iyice
araştırın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
94-Ey iman edenler Allah yolunda adım attığınız,
savaş için hareket ettiğiniz vakit iyice araştırınız, acele olarak şüphe ve
kuruntu üzerine ve zayıf yorumlarla değil, dikkatle ve kesin bilgiye göre kılıç
vurunuz. Hamza, Kisaî ve Halef-i Âşir kırâetlerinde sebattan okunduğuna göre
iyi tutunuz, ayağınızı denk atınız, sağlam basınız, acele ederek çürük tahtaya
basmayınız, ayağınız kaymasın ve size İslâm selamı veren, kendini müslüman
gösteren kimseye, -veyahut Nâfi, İbnü Âmir, Hamza, Ebu Cafer ve Halef-i Âşir
kıraetlerinde elifsiz okunduğuna göre - size teslim olma ve boyun eğme
vasıtalarını sunan kimseye sen mümin değilsin demeyiniz. Beyan edilmiş olan,
açık olandır. Gizli şeyler hakkında verilecek hükmün de açık olması için açık
bir delile dayanması gerekir. Gizli olana, açık olandan hükmedilir. Ve gizli
olan şeylerde bir şeyin delili onun yerine geçer.
Selam veya teslim olmak görünen ve apaçık bir
durumdur. Kalb ve vicdan ise gizli ve görünmeyen bir nesne olduğundan o görünen
ve apaçık nesneyi bırakıp da kalb ve vicdana bunun maksadı şu veya budur diye
görünene aykırı olarak doğrudan doğruya hükmetmeğe kalkışmak, araştırma
yapmadan hareket etmektir. Bunun için bir kimsenin açıkça verdiği selamı,
gösterdiği boyun eğmeyi hiçe sayıp da ona aykırı kuruntularla doğrudan doğruya
kalbine hükmetmeye kalkışmayınız, dış görünüşüne göre muamele ediniz. Açıkça
belli olan bir şeyi diğer belli bir şey, meydanda olan bir şeyi, meydanda olan
başka bir şey bozarsa o zaman da en kuvvetli ve en açık olanı tercih etmek için
sebat ve ihtiyat ile iyice düşünerek karar veriniz. İsa b. Verdan kırâetinde
ikinci mimin üstün ile okunmasıyla, okunduğuna göre, "Sana güven
verilmez" demeyiniz. Böyle deyip de hemen vurmayınız, bununla birlikte
hiçbir şey demeyiniz değildir. O alçak hayatın geçici nimeti olan, devam ve
sürekliliği olmayan, geçici malına gönül vererek; zavallının malına göz dikerek
veya gelip geçici bir maksat takip ederek öyle demeyiniz. Yasak mutlak surette
değil, dünya malı gayesinden boş olmayarak söylemeye yöneliktir. Bu da iyice
araştırmayı terk ettiren ve aceleye sevkeden duruma işarettir. Demek esas
yasağın gelişi, iyice araştırmadan zahirin aksine hüküm vermeyi yasaklamıştır.
Dolayısıyla "güvenceli değilsin" denileceği zaman, dünya ile ilgili
ve nefisle ilgili maksatlardan soyutlanarak ve hak gözü ile bakarak söylemeli
ve kılıcı da ona göre vurmalıdır. Böyle olursa, yani selam verene geçici dünya
menfaati maksadı ile sen güven altında değilsin denilmez, durumu iyi
anlaşılmadan hareket olunmazsa Allah katında pek çok ganimetler vardır ki
bunlara, o gibi katillere (adam öldürmeye) tenezzül etmeyenler ve durumu iyice anlayıp
tesbit etmekle hareket edenler kavuşur. Bu âyetin inişine bir kaç olay sebep
olmuştur:
1- Feked halkından Mirdas b. Nehik yalnız
başına müslüman olmuştu. Onun toplumu içinde ondan başka müslüman yoktu.
Peygamberin Galip b. Fudale komutasında bir müfrezesi bunların üzerine
gitmişti. Toplumun hepsi kaçtılar. Yalnız Mirdas müslümanlığına güvenerek
kaldı. Atları görünce davarını dağın bir dolambacına sığındırdı. Ona
ulaştıklarında tekbir aldılar. O da tekbir alıp indi ve dedi. Fakat Üsame b.
Zeyd, Mirdas'ı öldürüp hayvanlarını sürdü. Geldiler Hz. Peygambere haber
verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) çok fazla darıldı ve onu şiddetle
azarladı. "Siz onu beraberindeki mala göz dikerek öldürdünüz."
buyurdu. Sonra bu âyeti Üsame'ye okudu, Üsame, "Ey Allah'ın elçisi! Benim
için mağfiret dile." diye rica etti. "O, lâilâhe illallah demişken
nasıl olur da onu öldürürsünüz?" buyurdu. Üsame kendisi demiştir ki,
"Bunu sürekli tekrar etti. Hatta o dereceye geldi ki daha önce müslüman
olmamış bulunsaydım da bu gün olsaydım diye temenni ettim. Sonra hakkımda
mağfiret diledi ve bir köle azad et, diye emretti."
2- Abdullah b. Ebi Hadret ve Ebu Katade Haris
b. Rıb'î ve Muhallem b. Cüsâme b. Kays Leysî ve daha birkaç kişiyi Resulullah
İdam tarafına göndermişti. İdam deresinde Âmir b. Azbatı Eşceî rastlamış, İslâm
selamı ile selam vermiş, Muhallem b. Cüsüme ile bunun arasında Cahiliyye
devrinden kalma bir kin varmış, Muhallem, bir ok atmış Amir'i öldürmüş, Hz.
Peygambere haber gelince öfkelenmiş, Muhallem'in mağfiret dilemesine karşı
"Allah seni mağfiret eylemesin" buyurmuş. Muhallem, ağlayarak kalkmış
aradan yedi gün geçmemiş vefat etmiştir.
3- Mikdad b. Esved'de de Üsame olayı gibi bir
olay olmuş. Mıkdad demiştir ki, "Ey Allah'ın elçisi, dedim, ne buyurursun
kâfirlerden birine rast gelsem, çarpışsam, o benim elimin birini kılıçla vursa,
sonra bir ağaca siper alıp 'Yüce Allah'a teslim oldum' dese, bundan sonra onu
öldüreyim mi?" Hz. Peygamber, "öldürme" buyurdu. Ben de "Ey
Allah'ın elçisi o benim kolumu kesti." dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.)
"Öldürme! Çünkü öldürürsen o senin onu öldürmeden sonraki yerinde, sen de
onun söylediği kelimeyi söylemeden önceki yerinde olursun".
4- Birtakım sahabe müşriklerle çarpışmışlar ve
onları bozguna uğratmışlar. Birisi birine mızrakla saldırmış. O da süngü
yetişince ben müslümanım demiş, fakat dinlememiş onu öldürmüştür. Ondan sonra
durum Hz. Peygambere arz edilince, "Müslüman olduğunu iddia ettiği halde
sen onu öldürdün ha" buyurmuş.
O da "Ey Allah'ın elçisi! O, bu kelimeye
sığınarak bunu söyledi." demiş. Bunun üzerine "Kalbini yarmalı değil
miydin?" buyurmuştur. Bu kınaması daha birkaç olayda söylenmiştir.
5- Buhari ve Müslim'de rivâyet olunduğu üzere
Selim oğullarından bir adam sahabeden bir kaç zata rastlamış, yanında davar da
varmış, selam vermiş, onlar da bu selamı korunmak için verdi demişler ve onu
öldürmüşler, davarını almışlar. Hz. Peygambere gitmişler, bu âyet indirilmiş.
İşte bu olayların her biri âyetin iniş sebebi olmak üzere rivayet edilmiş ve
aralarında bir çelişki bulunmamış olduğuna göre deniliyor ki, âyetin
indirilmesinin esas sebebi bu olayların birbirine yakın bir zaman içinde birden
fazlası olmuş ve herkes kendi olayını sebep bilmiştir.
Ey cihad edenler! Siz de çoğunluk itibariyle
bundan önce başlangıçta müslüman olduğunuz zaman tıpkı böyle idiniz: Size selam
veren veya teslim olduğunu gösteren bu adam gibi ağzınızdan çıkan bir kelime
ile, bir şehadet kelimesi ile İslâm dinine girdiniz, girdiniz de Allah size
lutfetti, canınızı, malınızı taarruzdan korudu, sonra yükselttikçe yükseltti,
doğruluk ve dürüstlükle seçkin, tam imanla seçkin kıldı. Mahkumiyyetten
hakimiyyete yüceltti ve ilâhî hazinesinden sizi nice ganimetlere aday kıldı.
Şimdi iş başına geçip harekete geldiğiniz vakit dünya menfaatlerine dalarak bu
durumlarınızı unutmayınız da iyi anlayıp dinleyiniz veyahut ihtiyatlı
bulununuz. İsterse zorlama durumunda olsun, İslâm'a gelenleri Allah'ın size
yaptığı gibi başlangıçta sözleriyle kabul ediniz, teslim alınız da sonra ortaya
çıkacak durumlarına göre muamele ediniz. Bunun selam vermesi veya şehadet
getirmesi veya müslüman görünmesi, korkusundan kellesini kurtarmak veya
hainliğinden kendini gizlemek için bir siper, bir kalkandır diyerek ilk anda
onu öldürmeye kalkışmayınız, ihtiyatlı davranınız, sonunu gözetiniz. Çünkü
Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır. İyilik ve kötülük hiçbir amel
karşılıksız kalmaz.
Müminleri donatarak savaşa hazır hale
getirirken böyle araştırmaya ve ihtiyatlı davranmaya sevk eden bu emirler ve
tâlimatlara karşı "o halde cihada gitmemek ve ona katılmamak daha büyük
bir ihtiyat ve yerinden ayrılmamak daha hayırlı olacak" deyip de özürsüz
oturup kalmamak için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
95- Müminlerden özür sahibi olmaksızın
oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar.
Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlardan
üstün kıldı. Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir. Bununla beraber
Allah mücahitlere, oturanların üzerinde büyük bir ecir vermiştir.
96- Kendi katından derece derece rütbeler, bir
mağfiret ve rahmet vermiştir. Öyle ya, O çok bağışlayıcı, çok merhamet
edicidir.
97- Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin
canlarını aldıklarında, onlara, "Ne işte idiniz?" derler. Onlar da:
"Biz yer yüzünde zayıf kimselerdik." derler. Melekler: "Allah'ın
yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?" derler.
İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir.
98- Ancak gerçekten aciz ve zayıf olan,
çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar
hariç...
99- Umulur ki, Allah bu kimseleri affeder.
Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
100- Her kim Allah yolunda hicret ederse,
yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allah'a ve
Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm
yetişirse, kuşkusuz onun mükafatı Allah'a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir.
95-96 Bir şeyi yapmaya üşenip oturana
"kâıd" denilir. savaşa gitmeyip geri kalanlara da "kâidün",
yahut "ku'ad" denilir. Bu kelimeler, "kâidûne ani'l-harb"
yani savaştan geri kalanlar demektir.
DARAR, bir şeye gelen eksikliktir ki, hastalık
veya körlük ve topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma köre ve
çok zayıf hastaya "darir" denilir. Askerin yiyecek, içecek ve yakacak
gibi ihtiyaçlarını ve savaş alet ve gereçlerini tedarik etmekten aciz olmak da
bu mânâdadır. Bundan dolayı zararlılar, dertliler, sakatlar, acizler ve
özürlüler, bunların dışında kalan ise, sıhhatli, sağlam ve gücü yetenler demek
olur.
Bu âyetin başlangıçta mutlak olup bu
"özür sahibi olmaksızın" kısmının sonradan indiği rivayet
edilmektedir. Bera b. Azib'den rivayet edildiğine göre, bu âyet indiği zaman
Resulullah (s.a.v.) "Üzerine yazı yazılabilecek bir şey ve kalem
getiriniz, diye emredip "Müminlerden oturanlarla cihad edenler eşit
olmaz." yazdırmıştı. Bu sırada İbnü Ümmi Mektum gelmiş orada bulunuyordu.
Bu sahabi anadan doğma kör idi. "Allah'ım! Ben özürlüyüm, bana ruhsat var
mı?" dedi. Bunun üzerine, âyetin kısmı indi.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in katibi Zeyd b.
Sabit'ten de şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) âyeti indiğinde, bunu
bana yazdırıyordu. İbnü Ümmi Mektum geldi: "Ey Allah'ın Resulü! Cihada
gücüm yetseydi cihad ederdim, fakat körüm" dedi. O sırada Resulullah
(s.a.v.)'a vahiy baygınlığı geldi, ağırlaşıp bayıldı. Dizi dizimin üstüne
geldi. Öyle ağır geldi ki ezip ufalayacak zannettim. Çok korkmuştum. Sonra
ayıldı, dedi. Daha sonra, "yaz" dedi: İbnü Abbas'tan da şöyle rivâyet
edilmiştir: Bedir savaşı olduğu zaman Bedir'e katılıp katılmayanlar hakkında
âyeti inmişti. Abdullah b. Ümmi Mektûm bunu işitti ve Ebu Ahmed b. Cahş b.
Kaysi'l-Esedî ile beraber, "Ey Allah'ın Resulü! Biz körüz, bize ruhsat var
mı?" dediler. Bunun üzerine, den, kısmına kadar bu âyet indi. Bunlar
gösteriyor ki, sakat olanlar ve gücü yetmiyenler, güçsüzler demektir ki,
bunların dışında kalanlar da sıhhatli, sağlıklı ve güçlü olanlar demek olur.
Ayrıca İbnü Abbas'ın, ın mânâsı dır, dediği rivayet edilmiştir. Bu kavram,
"ziyan" anlamına gelen "zarar"dan alınmış olarak
düşünülürse daha genel bir anlam ifade eder. Zira "zarar sahibi"
sözü, hem zarar görenleri, hem de zarar verenleri kapsar. Zararlı, aciz
bulunanlar kendilerinde eksiklik olduğu gibi ister istemez cihada
gidemediklerinden dolayı sevap bakımından zarar görmüş; güçleri varken savaşa
gitmeyenler de ya kendilerine ihtiyaç duyulduğu halde gitmedikleri veya isyan
etmekten çekinmedikleri takdirde hem savaş ve güvenliğe zarar vermiş, hem de
günahları sebebiyle zarar görmüş olurlar. Özürlüler zararda ve zararlı
oldukları gibi bunlar da zararlı ve zarardadır. Şu halde ikisi de kapsamı içine
girerler. Dolayısıyla bunların dışında olup da oturup kalanlar, güçleri olduğu
halde savaşa gitmeyen ve gitmemekle beraber zararı da olmayan hayırlı ve emin
kişiler demek olur. Onun içindir ki, "Allah onların hepsine de cenneti
vaad etmiştir" buyruluyor.
İşte bunlar aslında en güzel şeyle
müjdelendikleri halde cihad edenlerle karşılaştırıldıklarında onlara denk
olamayacakları ve cihad edenlerin derecelerinin dünya ve ahirette bunlardan
üstün olduğu ve ayrıca ilâhî rahmet ve bağışlama hususunda gerek bu
oturanlardan gerekse cihad edenlerden her birinin kendi sınıflarında da birçok
derece ve rütbelere ayrıldıkları anlatılmış ve bu suretle cihadın her zaman
herkesin yapması gereken bir farz olmayıp öncelikle farz-ı kifaye olduğu
bildirilmiştir. Çünkü cihad herkesin yapması gereken bir farz olsaydı, gücü
kuvveti yerinde olduğu halde oturanlara en güzel şey değil, azap vaad edilirdi.
Görülüyor ki, oturanlarla cihad edenlerin
genel bir karşılaştırılmasının yapılması uygun görülmemiş, bu karşılaştırma
sadece özürlü olmadıkları halde oturanlarla mücahidler arasında yapılmış,
özürlü olanlar bu karşılaştırmanın dışında tutulmuştur. Çünkü az önce
anlaşıldığı üzere zarar sahibi olarak savaşa gitmeyip oturanlar iki kısımdır.
Bir kısmı özürlü, bir kısmı da güçlü, isyankar ve zarar verici olanlardır.
Özürlü olanlar bu âyetle genel olarak yükümlülükten hariç tutuldukları gibi,
bunlar arasında bir taraftan özür ve ızdırabının şiddetine sabredip dayanmak,
öte yandan cihadın erdemini takdir ederek, cihad edenlerle beraber
bulunamadığından dolayı kederinden kanlı yaşlar döküp onların kurtuluş ve
zaferleri için dua ve "Allah ve Resulüne sadık kaldıkları
takdirde..." (Tevbe, 9/91) irşadına uyarak Allah ve Resulü için hayır
dilemek suretiyle manevî cihad içinde bulunanların ahirette mücahidler derecesinde
mükafat ve sevap elde edebilmeleri ihtimali anlatılmak için bunlar mücahidlere
eşit olmama özelliğinden hariç tutulmuşlardır.
Güçlü, isyankar ve zarar verici olanlar ise
derece hak edecek değil, azap hak edeceklerinden, Allah yolunda cihad edenlerle
eşit olmaları şöyle dursun, savaşa gitmeyip oturan salih kişilerle bile eşit
olamayacakları için onlarla karşılaştırılma faziletinden hariç tutulmuşlardır.
Özetle, istisnada asıl, olumluyu olumsuz, olumsuzu olumlu yapmak olmayıp,
sadece bir kısmını hükümden dışarda tutmak ve "istisna ettikten sonra geri
kalanla hüküm vermek" olmasına dayanılarak, burada "eşit olmaz"
hükmünden istisna edilen "özürlüler" hakkında aynı seviyede bir
eşitlik hükmü lazım gelemeyeceğinden, "özürlülerin dışında kalıp da savaşa
katılmayanlar mücahidlerle eşit olamazlar, ama özürlüler genellikle eşit
olurlar" gibi bir anlam çıkarmamalıdır. Aslında burada özürlülerin eşit
olup olamayacağı hakkında bir hüküm verilmemiştir. "Onlar ya hiç eşit
olamazlar veya içlerinde eşit olanların bulunması düşünülebilir" diye
anlamalıdır. Ayrıca, şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, bu
karşılaştırmada mücahidler de mutlak bırakılmamış, öncelikle iki şeyle
kayıtlanmıştır. Birisi, bu cihadın Allah yolunda olması, diğeri ise mal ve
canla yapılmasıdır. Esasen şeriat örfünde "mücahidîn", Allah yolunda
savaşanlar demek olduğu halde Allah yolunda, kaydının bir kez daha açıkca
söylenmesi, bu erdeme ulaşmak için niyetin son derece samimi olması gerektiğini
ve her savaşanın değil, her cihad edenin bile bu karşılaştırmaya dahil
olamayacağını hissettirir.
"Mallarıyla ve canlarıyla" kaydı da,
bu samimi niyetten sonra, savaşa katılmayıp oturanlardan daha üstün olabilmek
için, cihad edenlerde bu iki özelliğin birlikte bulunmasının da şart olduğuna
işarettir. Mücahidlerin yaptıkları harcamalara savaşa katılmayanların malî
yardımları karıştığı takdirde, bunların dahi cihatta hisseleri bulunacağından o
zaman iki taraf arasında eşitsizlik ve üstünlük hükmü kesin ve genel bir
şekilde söz konusu olamayacaktır. Savaşa katılmayanlar arasında, mücahidlerden
daha üstün olmasa bile onlara eşit olanlar bulunabilecektir. Fakat bu da savaşa
katılmamasından dolayı değil, malıyla cihada katılmasından dolayı olduğu için,
fazilet katılmayanlar tarafından değil, mücahidler tarafındadır. Ancak şu var
ki, bazan bu mücahidlerin sahip oldukları faziletin kaynağı fiilen savaş
saflarında bulunmada değil, arkalarında cihada katılmayanların içinde duran
büyük cihad mücahidleri arasında olabilir. Nitekim Halid b. Velid ve benzeri
mücahidler Müseylimetu'l-kezzab ile çarpışırlarken hiçbiri Medine'de duran ve
bütün bu cihadı sevk ve idare eden Hz. Ebubekir (r.a.)'den daha mücahid ve daha
faziletli olmadılar. Aynı şekilde Kisra ve Kayser ordularıyla çarpıştıkları
zaman mücahidler ne Hz. Ömer, ne de Hz. Osman ve Hz. Ali'den daha mücahid ve
daha faziletli değil idiler.
Burada "kaidin" (savaşa
katılmayanlar) ve "mücahidin" (cihad edenler) kelimeleri örfte
kullanılan anlamları gereğince, kendi ibareleri ile Allah yolunda savaşmaya ait
bulundukları kesin olmakla beraber, asıl mânâlarında kuud, yani oturma,
tembelliği akla getirdiği ve mücahede ise, bütün gayretini harcayarak ve
zahmetler çekerek uğraşmak ve çalışmak demek olduğu ve örfte o mânâları ifade
etmeleri, bu mânâdaki özelliklerinden kaynaklandığı için, bu mukayese ve
karşılaştırma genel olarak çalışanlarla çalışmayanların da eşit
olamayacaklarını ve herhangi bir hususta Allah yolunda iyi niyetle çalışanların
oturanlardan daha üstün olduğunu ve şu kadar ki, kötülük ve zarar için
çalışanların, bu karşılaştırmanın dışında tutulduklarını da işaret yoluyla
ifade etmektedir. Bu işaret göz önüne alındığında, Allah yolunda mal ve can ile
cihad etme kavramının "Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette biz
onları yollarımıza hidâyet ederiz", (Ankebut, 29/69) âyetinde olduğu gibi
o kadar geniş kapsamı vardır ki, savaş meselesi bunun bölümlerinden biri
demektir. Bundan dolayıdır ki, Resulullah (s.a.v.) savaştan geri döndükleri
zaman, "Küçük cihattan büyük cihada döndük" hadis-i şerifleri ile ruh
terbiyesi ve nefsi düzeltme ile uğraşmanın büyük cihad olduğunu duyurmuşlardır.
Özetle, müminlerden özürsüz ve zararsız olarak
savaştan geri kalanlar, malları ve canlarıyla, Allah yolunda cihad edenlerle
bir olamazlar. Açıkçası, Allah cihad edenleri oturanlardan derece itibariyle
üstün kıldı, çalışanlara çalışmayanların, Allah yolunda savaş edenlere
etmeyenlerin üstünde fazla bir derece verdi. Bununla beraber Allah hüsnayı,
yani en güzel sevap olan cenneti ikisine de vaad etti ve vaad ettiği halde
böyle yaptı. Bu böyle olunca kendilerine cennet vaad edilmeyen ve savaştan geri
kalmaları izne bağlı olmayıp zarar ve günah teşkil ettiğinden dolayı
kendilerine azap vaad edilen, o savaşa katılmamış olanların mücahidlerle bir
olamayacakları öncelikle anlaşılır. İkisinin de güzel inançları ve iyi
niyetleri olduğu ve cennet ikisine de vaad edildiği halde bile eşit olmazlar.
Allah cihad edenleri pek büyük bir ecirle savaşa katılmayanlara üstün kılmıştır
ki, bu ecir de mücahidler arasında aynı derecede değil, Allah'tan birçok
derece, mağfiret ve rahmet olacak şekildedir. Bunların bir kısmı, savaşa
katılmayanlardan bir derece fazla ise, diğer bir kısmı derecelerle fazladır.
Mücahidlerin dereceleri çok ve birbirinden farklıdır. Bu ecirlerin içinde
Allah'ın büyük bir mağfiret ve rahmeti de vardır. Bu mağfiret ve rahmet
sayesinde geçmiş günahlar da bu ecir ve dereceleri eksiltmeyecektir. Kuşkusuz,
" Allah çok mağfiret ve merhamet edicidir."
97--Zararlı olan geri kalanlardan önemli bir
kısmın durumuna bakalım O kimseler ki, kendilerine zulmederlerken melekler
dünyada canlarını alacak veya ahirette kendilerini yakalayıp mahşere
süreceklerdir, kuşkusuz melekler onlara siz ne durumda idiniz, dininizle ilgili
ne iş yapıyordunuz? diye azarlayıp soracaklar. Onlar da, "biz bu yeryüzünde,
şu bulunduğumuz yerde zayıf sayılmış kimseler idik" diyecekler, yani
başkalarının ezici gücü ve mağlubiyet altında acizlik ve güçsüzlüğümüzden
dolayı bir şey yapamıyorduk, zayıf sayılıyorduk diye özür beyan edecekler.
Melekler de bunlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi. -Mesela,
Medine'ye Habeşistan'a göç edip kendilerini kurtaranlar gibi- yeryüzünde başka
bir tarafa göç etseydiniz ya!" diyecekler ve mazeretlerini kabul
etmeyeceklerdir. İşte böyle bulundukları yerde görevlerini yerine getirmelerine
engel olan bir zulüm ve hakimiyet altından çıkmak ve az çok uygun bir tarafa
gidebilmek gücünü olsun taşıdıkları ve dolayısıyla tam anlamıyla aciz ve
zayıflardan olmadıkları halde, kendilerini tamamen aciz sayıp yerlerinden
kımıldamayanlar, bu şekilde yapabilecekleri görevlerini terketmiş, küfür ve
zulme yardımcı olmuş olacaklarından bunların varacakları yer cehennemdir. Ve bu
gidiş ne fena bir gidiştir veya o cehennem ne fena yerdir.
Bu âyet Mekke'de müslüman olmuş ve hicret farz
kılındığı sırada hicret etmemiş olan bazı kişiler hakkında inmiştir. Demek ki,
hicret vacip iken kafirlerin suyunca gidip oturmak doğrudan doğruya küfür değil
ise de her halde bir günah ve nefse bir zulümdür. Tefsircilerin açıklamasına
göre bu âyet bir yerde dinini yaşama imkanı bulamayan bir adamın oradan göç
etmesi gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir hadisinde
sahih olarak şöyle gelmiştir: "Her kim dini uğruna bir yerden kaçarsa,
gittiği bir karış yer de olsa cennete girmeye hak kazanır. Babası İbrahim'in ve
peygamberi Muhammed'in yoldaşı olur." Rivayet olunduğuna göre, bu âyet
inince Resulullah (s.a.v.) bunu Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb b. Damre
(r.a.) de oğullarına: "Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne
güçsüzlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah'a yemin olsun, bu gece
Mekke'de yatmam." demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine'ye
gitmek üzere taşıdılar. Çok yaşlı bir zat idi, yolda vefat etti.
Demek oluyor ki, gerektiğinde hicret de bir
tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına
hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok
gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
98-99- Ancak bir çare bulamayacak, hicretin
gerektirdiği sebeblere güç yetiremeyecek ve kendi kendine veya bir vasıta ile
yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar
ve çocuklar hariç. Zira bu gibi çaresizleri Allah'ın affetmesi kuvvetle umulur.
Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi düşünülebileceğinden mutlak olarak
affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından, büyükler
de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme hususunda mazeretli olduklarından
dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya layıktırlar. "Allah çok affedici, çok
bağışlayıcıdır."
100- Ve her kim, yolunu bilip de Allah yolunda
hicret ederse yeryüzünde birçok gidecek, sığınacak veya düşmanların zıddına
hareket edecek yer ve genişlik bulur. Dolayısıyla yaşadıkları yerde bir tür
rahat ve bolluk bulunanlar, oradan ayrılınca mutlaka sıkıntılara ve darlıklara
düşeceğini zannedip de korkmamalıdırlar. Bir de, her kim Allah'a ve Resulüne
hicret etmek üzere evinden çıkar da sonra amacına ulaşamadan ölüm kendisine
yetişirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Yani amelini tamamlamış gibi,
ulaşacağına ulaşmış olarak ecir elde eder. Dolayısıyla bu konuda,
"yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi elimdekini
de kaybetmeyeceğim; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da
olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah için hareket eden, kaderde öyle
yazıldığı için yarıyolda da kalsa yine tam sevap alacağını bilmelidir. "
Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Az önce nakledildiği gibi Cündüb b. Damre
Medine'ye gelirken yolda "Ten'im" denilen yerde öleceğini hissederek
sağ elini sol eline koymuş, "Allah'ım, şu senin, şu da Resulünün. Resulün
sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum." demiş ve ruhunu
teslim etmişti. Bu haber Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabına ulaştığı zaman,
"Medine'de vefat etseydi sevabı eksiksiz olurdu." demişler, bu âyet
de bunun üzerine inmiştir. İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi
herhangi bir dini amaçla Allah rızası için yapılan her hicretin Allah ve
Resulüne yapılmış bir hicret olduğunu da açıklamışlardır.
Mücahidler ile savaşa katılmayanların bir
karşılaştırmasını yaptıktan sonra mücahidlere sağlanan ilâhî kolaylıklar
cümlesinden olmak üzere seferde, korku halinde ve düşman karşısında ve belki
hastalık ve yağmur gibi genellikle zaruret hallerinde namazın nasıl
kılınacağını açıklamak ve bu suretle hem cihadın, hem namazın dindeki büyük
önemini belirtmek için buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
101- Yeryüzünde sefere çıktığınızda kâfirlerin
size bir kötülük yapacağından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir vebal
yoktur. Kuşkusuz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.
102- Sen onların aralarında bulunup da onlara
namaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun.
Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğer bir kısmı
arkanızda beklesin. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin seninle
beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar.
Kâfirler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız da
size ani bir baskın yapsalar. Eğer size yağmur gibi bir eziyet erişir veya
hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda bir vebal yoktur. Bununla beraber
ihtiyatı elden bırakmayın. Kuşkusuz Allah kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamıştır.
103- O korkulu zamanda namazı kıldınız mı
gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep Allah'ı
zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile kılın. Çünkü namaz
müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.
104- Düşman topluluğunu takip etmede gevşeklik
göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız, kuşkusuz onlar da sizin acı duyduğunuz
gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri
umuyorsunuz. Kuşkusuz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
101- Yeryüzünde sefer ettiğiniz vakit.
Görülüyor ki burada "Allah yolunda" kaydı açıkça konmamıştır.
Dolayısıyla dış görünüşüne göre bu âyet gerek cihad, gerek hicret, gerek
ticaret ve gerek başka herhangi bir neden ve amaçla yapılmış olan seferlerin
hepsini kapsar. Bunun için âyetin mutlak olarak "yolculuk namazı"
hakkında olduğu söylenmiştir. Bununla beraber âyetin yine cihad seferi ile
ilgili olduğu sözün akışından açıkca anlaşılıyor. Bunun için burada mutlak
olarak yolcu namazlarına bir işaret bulunsa bile asıl olarak daha sonra
anlatılanların düşman korkusu ile ilgili olan savaş veya hicret yolculuğu
olmasından âyetin hükmü, yolculuk halinde kılınan namazdan daha çok zaruret
hallerindeki korku namazına dairdir. Yani savaş için yola çıkıp, yürüdüğünüz
vakit kâfirlerin sizi fitne ve sıkıntıya düşüreceğinden korkarsanız namazı
biraz kısa kesmenizde günah yoktur.
Bilinmektedir ki "kasr", çekip
uzatmanın zıddı olarak kısıp kısaltmak demektir. âyetinde anlatılan namazı
kısaltma işi iki şekilde düşünülebilir. Birisi rekatların sayısını kısaltıp
dört yerine iki kılmak yani nicelikten kısaltmaktır ki, bir kısım tefsirciler
bu mânâyı vermişlerdir. Fakat bu mânâ her namazda olmaz. Akşam ve sabah
namazları bunun dışında kalır. Biri de namazda ayakta durma yerine oturma veya
hayvan sırtında durma; rüku ve secde yerine de ima ile yetinmek gibi namazın
sınırlarını, vasıflarını ve niteliklerini kısaltmak, yani nitelikten
kısaltmaktır. Öte yandan kasr, durdurma ve alıkoyma anlamına da gelir. Bu
durumda bu âyetin mânâsı, namazın bir kısmını kazaya bırakmak demek olur.
Zâhiriyye bunun sadece ilk mânâda, yani rekatları kısaltmak mânâsında olduğunu
söylemiş ve bu âyet gereğince seferde namazı kısaltmanın korku haline mahsus
olduğu ve dolayısıyla seferde olan bir adamın kendisini güven içinde hissettiği
durumlarda namazını tam kılması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Şafiiler de
âyeti bu şekilde yorumlamış ve fakat "korku" kaydını koymaksızın
seferde olan bir adamın dört rekatlı namazları iki rekat kılması caiz, fakat
tam kılmasının daha iyi olduğu görüşüne varmışlardır.
Hanefilere gelince, onlar burada üç mânâ
ihtimal dahilinde olmakla beraber, âyetteki "kısaltma"dan maksadın
ikinci mânâ, yani nitelikte kısaltma olması gerekeceğini ve esasen sefer
halinde dört rekatlı namazların iki rekat kılınması bir kısaltma değil, tam
kılma olduğunu ve dolayısıyla daha fazla kılmanın caiz olmadığını
söylemişlerdir. Zira Sahih-i Buhari'de de rivayet edildiği üzere namaz ilk farz
kılındığı zaman evde oturma ve yolculuk hallerinde ikişer rekat olmak üzere
farz kılınmış ve daha sonra evde oturma ve barış hallerinde öğle, ikindi ve
yatsı namazları dört rekata çıkarılarak artırılmış ve yolculuk halindeki namaz
asıl hali üzerine bırakılmıştır. Bu hüküm Kitapla değil, Sünnetle sabittir. Bu
âyet ise özellikle korku hali şart kılınmış olduğundan işin bu yönünden
bahsetmemiştir.
Onun için mutlak olarak seferle ilgili
hükümleri buradan çıkarmaya kalkışmak doğru değildir. Âyette korku hali
dışındaki durumlardan bahsedilmediği Şafiilerce de kabul edilmektedir.
Dolayısıyla sefer halinde namazda "nicelikten kısaltma" ikinci
derecede meşru bir ruhsat gibi görünse de gerçekte birinci derecede meşru bir
azimet anlamında olduğundan burada ruhsat verilen kısaltmanın "nitelik kısaltması"
olması gerekir. Bu yorum, Tâvus ve İbnü Abbas'tan da rivâyet edilmiştir. Hz
Peygamber (s.a.v.)'in, yapmış olduğu bütün seferlerde gerek korku, gerekse
emniyet hallerinde rekatların sayısını kısaltmış olduğunda hiç ihtilaf
edilmemiştir. Demek ki, herhangi bir yolcunun namazı esasen iki rekattır. Hz.
Ömer'den rivâyet edildiği üzere, yolculukta emniyet ve güven hali var iken
kısaltmak, "Bu, Allah'ın size vermiş olduğu bir sadakadır. Öyleyse siz de
onun sadakasını kabul edin." hadisi gereğince, kabul edilmesi gereken
ilâhî bir sadakadır. Korku halindeki kısaltma ise buna eklenen bir nitelik
kısaltmasıdır ki, "Eğer korkuya düşerseniz yaya veya binekli olduğunuz
halde kılınız." (Bakara, 2/239) âyetinde olduğu gibi korkunun derecesine
göre yürüyerek eda etmeye veya îmâ ile kılmaya, bunlar da olamadığı takdirde
kazaya bırakmaya uygundur. (o âyetin tefsirine bkz.)
Şimdi düşman karşısında durumun uygunluğuna
göre, namazı kısaltmanın cemaatle yapılabilecek özel şekline gelelim:
102- Ey Muhammed! Sen bu korku halinde bulunan
ve namazı kısaltmalarına izin verilen mücahidlerin içinde bulunup da onlara
namaz kıldırdığın vakit içlerinden bir kısmı seninle beraber dursunlar, yani
askeri önce iki kısma ayır; bir kısmı düşman karşısında beklesin, bir kısmı da
seninle beraber namaza dursunlar. Ve namaza duranlar da silahlarını bırakmayıp
yanlarına alsınlar. Bunlar secde edip rekatı bitirdiler mi arkanızdan düşman
karşısına çekilsinler, ve kılmamış olan diğer kısım gelsin, ikinci rekatı da seninle
beraber bunlar kılsınlar. Demek ki, kılınan namaz iki rekattir ve her rekata
nöbetleşe bir kısım katılmıştır. Şu halde herbirinin ikinci rekatleri ne
olacak? Savaşın başlaması gibi, korkunun şiddetlenmesini gerektirecek yeni bir
durum ortaya çıkmadıkça ikinci rekatın da herbiri tarafından yine nöbetleşe
tamamlanması gerekecektir. Durumun böyle olduğu Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
sünneti ile de açıklanmıştır. İbnü Ömer ve İbnü Mesud'dan rivayet olunduğu
üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) korku namazını kıldırdığı zaman âyette olduğu gibi
ilk grup ile bir rekat ve diğer grup ile de bir rekat kılmış; sonra bu grup
düşman karşısına gitmiş, yine önceki grup gelip ikinci rekatı kırâetsız kaza
etmiş ve selam vermiş, sonra bunlar gidip yine ikinci grup gelmiş birinci
rekatı kırâet ile kaza etmişler ve selam vermişler, bu şekilde her grup iki
rekat kılmışlardır. Bununla beraber bu konuda başka görüş ve rivayetler de
vardır.
Bu ikinci grup namaza gelirken uyanık ve
dikkatli olsunlar ve silahlarını üstlerine alsınlar Öncekinde yalnız
"silahlarını alsınlar" demekle yetinildiği halde burada "uyanık,
temkinli ve dikkatli olmak," demek olan "hızr" in de ilave
edilmiş olması, düşman karşısında yerlerini öbürlerine bırakırlarken son derece
ihtiyatlı hareket etmek gereğini duyurup hissettirmek içindir. Çünkü, kâfirler
öyle arzu etmektedirler ki, Siz silahlarınızdan ve eşyanızdan, savaş araç ve
gereçlerinizden gafil olsanız, boş bulunsanız da üzerinize birdenbire bir
saldırıverseler. İbnü Abbas ve Cabir'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber
(s.a.v.) ashabı ile öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştür. Sonradan
"biz ne fena yaptık, niye o sırada saldırıvermedik" dediler ve diğer
bir namaz sırasında baskın yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu âyetle peygamberine
onların sırlarını bildirdi. Böyle iken eğer size yağmur gibi bir eziyet gelir
veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Yağmur
ve hastalık gibi bir nedenden dolayı silahları üstünüze almanız çok zahmet
verir veya silahı bozmak ihtimali bulunursa, o zaman namaz kılarken üstünüze
almayabilirsiniz ve bunu yapmak günah olmaz. Demek ki böyle bir eziyet ve zarar
bulunmadıkça silahı üzerinde bulundurmak gerekli ve elden bırakmak günahtır.
Bırakmak caiz olduğu zaman da her halde ihtiyatı bırakmayınız, kuşkulu durunuz.
Namaz kılarken de düşmana karşı dikkatli ve temkinli bulununuz, uyanık ve
ihtiyatlı olunuz. Gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapınız. Düşmanın ani
saldırısıyla karşı karşıya kalmayasınız. Burada Fahreddin er-Razî şöyle der: Bu
âyet düşmana karşı dikkatli olup sakınılması gerektiğini anlattığından, olacağı
zan ve tahmin edilen zararların hepsinden sakınılması gerektiğini gösterir. Bu
suretle ilaçla tedaviye girişmek, bir kötülük ve zararı savmak için kendi
eliyle çalışıp çabalamak, vebadan kaçınmak ve yıkılmak üzere olan bir duvarın
altında oturmaktan sakınmak gerekir. Bunun "Hastalık bulaşması
yoktur." hadisi ile çelişkili olduğu zannedilmesin. Dinî inanç açısından,
bulaşmanın, hastalık ve ölümde gerçek ve zaruri bir etken olduğuna inanmak
başka, onu yüce yaratıcının dilemesiyle tesir icra eden herhangi bir adi sebep
gibi görmek ve bu nedenle sakınmak yine başkadır. Nitekim düşmandan sakınmak
emredilmekle beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlatmamak ve
bu suretle kuruntu ve heyecana düşürmemek ve kalbleri ancak Allah'a bağlatmak
ve bununla beraber sebeplere önem verme emrini vurgulamak için, "Kuşkusuz
Allah kâfirler için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." buyrulmuştur ki,
Allah'ın kanunlarını inkâr edip ihmal etmek de bu tehdide dahildir.
Kelbî'nin Ebu Salih'ten rivayetine göre,
Resulullah (s.a.v.) Enmaroğulları ile savaşmak için gazaya çıkmıştı. Vardılar
bir yere konakladılar. Hiçbir düşman görmüyorlardı. İnsanlar silahlarını
bıraktılar. Hz. Peygamber (s.a.v.) de silahını bırakıp büyük abdeste gitti.
Dereyi geçti, hava çiliyor, yağmur serpiştiriyordu. Yağmur sonunda dere
Rasulullah (s.a.v.) ile ashabı arasında bir engel oluşturdu. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.v.) oturup beklemeye başladı. Gavres b. Haris el-Muharibî onu
gördü. "Seni öldürmezsem Allah beni öldürsün" deyip kılıcı yanında
dağdan indi. Resulullah (s.a.v.) bir de ne görsün, adam gelmiş, kılıcını
çekerek baş ucuna dikilmiş: "Şimdi ey Muhammed! Seni benden kim
kurtaracak?" diyordu. Resulullah (s.a.v.) derhal, "Allah" dedi
ve "Allah'ım, dilediğin yolla beni Gavres b. el-Haris'ten kurtar."
diye dua etti. Gavres de Peygambere vurmak üzere kılıcıyla saldırdı, fakat iki
küreğinin arasına bir sancı saplanıp yüzü koyun sürçtü ve kılıcı elinden
fırladı. Hemen Resulullah (s.a.v.) kalkıp kılıcı aldı ve: "Ey Gavres!
Şimdi seni benden kim kurtarır?" buyurdu. O da, "hiç kimse"
dedi. O zaman Hz. Peygamber (s.a.v.): "Şehadet ederim ki Allah'tan başka
ilâh yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür.' diye şehadet edersen ben de
kılıcını sana veririm." buyurdu. Gavres: "Hayır, fakat hiçbir zaman
seninle savaşmayacağıma ve sana karşı hiçbir düşmana yardım etmeyeceğime
şehadet ederim." dedi. Resulullah (s.a.v.) da kılıcı verdi. Bunun üzerine
Gavres:
"Vallahi, sen benden çok hayırlısın"
dedi. Hz. Peygamber de, "Ben ona senden daha layığım" buyurdu. Bunun
üzerine Gavres dönüp arkadaşlarına gitti, olayı anlattı. Bazıları imana
geldiler. O sırada derenin suyu durmuştu. Resulullah (s.a.v.) da geçip ashabına
olayı haber verdi. İşte, "uyanık olunuz" emri böyle ani bir baskına
uğramaktan korunmak içindir.
Bu âyette açıklanan korku namazı Resulullah
(s.a.v.)'a hitaben gelmiş olduğu ve Resulullah (s.a.v.)'ın imametiyle namaza
bedel bulunamayıp başka bir imam da bulunabileceği için, bir rivayette İmam Ebu
Yusuf bunun sadece Resulullah (s.a.v.)'a ait olduğunu ve ondan sonra korku
namazının böyle bir imam ile kılınmayıp en az iki imam ile diğer namazlar gibi
kılınacağını söylemiştir ki Malikîlerden İbnü Uleyye'nin görüşü de bu imiş.
Fakat âlimlerin çoğu, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra imamların o makama geçen
bir peygamber vekili olmaları nedeniyle, "Onların mallarından bir sadaka
al ki, bu sadaka ile onları temizleyip arıtasın." (Tevbe, 9/103) emrinde
olduğu gibi, hitabın peygamberden sonra devlet reislerini de kapsadığını
açıklamışlardır. Nitekim Said b. As Taberistan'da korku namazı kılmak istediği
zaman, "İçinizde Resulullah ile bir korku namazında bulunan ve şahit olan
kim var?" diye sormuş; Huzeyfe b. el-Yeman kalkıp tarif etmiş o da o
şekilde kıldırmıştı ki, içlerinde birçok sahabi de vardı. Ayrıca yine Abdullah
b. Semüre başkanlığında Babil'e gaza ettikleri zaman o da korku namazı
kıldırmıştı.
103- Şimdi bu namazı eda ettiğiniz, yani korku
namazı kıldığınız; kılıp bitirdiğiniz zaman, arkasından ayakta ve otururken ve
yatarken bütün durumlarda Allah'ı zikredin, onu anın. Hatta savaşa
giriştiğinizde bile ayakta kılıç çalarken, dizleyip ok atarken, yaralanıp yere
düştüğünüzde Allah'ı kalbinizden çıkarmayınız, dilinizden bırakmayınız. Başka
bir mânâ ile, daha sonra işler kızıştığı, durumlar şiddetlendiği zaman namaz
kılmak istediğinizde herbiriniz bulunduğunuz duruma göre, mesela, ayaktakiler
ayakta, oturanlar oturduğu, yatanlar yattığı yerde olarak nasıl rast gelirse
öylece ima ile kılınız ve bu hal içinde Allah'ı anınız. Bazı müctehitler burada
bizzat savaş yapılırken bile, böyle ima ve zikirle namazın kılınacağını
anlamışlarsa da, Hanefi imamların tercihine göre, fiilen savaşla meşgul olmak
namaza engeldir. O zaman namaz kazaya bırakılır. Nitekim Ahzab savaşında
Resulullah (s.a.v.) dört vakit namazı kazaya bırakmıştı.
Daha sonra savaş bitip gönül rahatlığına
kavuştuğunuz, kalb leriniz huzur bulup durumlardan emin olduğunuzda vakti gelen
namazı bütün rükun ve şartlarıyla güzelce kılınız, yahut savaş sırasında
kılamadığınız namazları kaza ediniz. İmam Şafii hazretleri, "O karışık
zamanlarda kılınan namazların hepsini tamamıyla kaza ediniz" demiş ise de,
bu mânâ biraz uzak görünüyor. Açık olan, vakti gelenlerin edası veya kılınamayanların
kazasıdır.
Zira namaz müminler üzerine vakitleri belli
bir farzdır. Yani düzenli ve belirli vakitlerde yazılı kesin bir farzdır. Ki bu
vakitler Kur'ân'da, "Güneşin öğle vakti zevalinden, gecenin karanlığına
kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl" (İsrâ, 17/78), "Hem de
gündüzün taraflarından ikisinde ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz
kıl" (Hûd, 11/114), "Güneş doğmadan önce ve batmadan önce hamd ile
rabbini tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzün etrafında da onu tesbih et."
(Tâhâ, 20/130), "O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih
edin. Göklerde ve yerde hamd O'nun içindir. Günün sonunda ve öğle vaktine
girince Allah'ı tesbih ediniz." (Rûm, 30/17-18) gibi âyetlerle öğle,
ikindi, akşam, yatsı ve sabah beş vakit olmak üzere tayin edilmiş, özel
sınırlarıyla sınırlanması ve nasıl kılınacakları da Hz. Peygamber (s.a.v.)
tarafından açıklanıp izah edilmiş ve o zamandan beri yapılagelerek de
müslümanlar arasında yapılması zorunlu görevlerden biri olarak korunmuştur.
Namazın böyle beş vakit ile takdiri, akıl ile
bilinebilen şeyler açısından şu şekilde de izah edilmiştir:
Âlemin hayat akışında her şey beş mertebe
geçirir:Birincisi, ortaya çıkma ve varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim
insan da doğar, bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete
"büyüme çağı" denir. İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre
artıp eksilmeyerek olgunluk sıfatı üzere kalır ve bu müddete "gençlik
çağı" denir. Üçüncü mertebe "olgunluk çağıdır". Bu devrede
insanda gizli bir noksanlık yüz göstermeye başlar. Dördüncü mertebe
"yaşlılık çağıdır" ki, insanda açıktan açığa bir takım noksanlıklar
ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık
denir. Beşinci mertebe, insan öldükten sonra bir müddet daha izleri devam eder
ve daha sonra bu izler de yok olur ve ortada adı ve izi kalmaz. İşte âlemde bu
beş mertebe, gerek insanda ve gerekse diğer canlı ve bitki olaylarının hepsinde
geçerlidir. Doğuşuna ve batışına göre güneş de bu beş hal ile ilgilidir.
Doğudan doğduğu sıradaki hali insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş
yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir, ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına
gelir, bir duraklama anı geçirir. Sonra inmeğe başlar ve gizli eksilmelerle
yavaş yavaş ikindiye kadar gider. Sonra eksiklikleri ortaya çıkar, ışığı ve
ısısı zayıflar, çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı
ufkunda şafak denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki
âlemde yokmuş gibi bir hale gelir. Herkesin görebileceği bütün bu durumlar
Allah'tan başka hiçbir gücün hakim olamayacağı garip işlerden olduğu için, yüce
Allah bu beş halden herbirini bir ilâhî emre alamet kılarak herbirinde bir
namaz farz kılmış ve bu beş vakit namazı her günkü değişmeleri belirtip
gösteren bir takvim gibi, görevleri nizama koyan, vakti ve zamanı belli bir
farz yapmıştır. Bunun içindir ki, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa,
durumları da o oranda düzenli olur. Namaz hem bir intizam sağlama yolu, hem de
rahatlama amacıyla yapılan bir şükran borcudur. Korku halinde kılınırsa ümidi,
emniyet halinde kılınırsa neşe ve isteği artırır. Fakat o zaman da görev sadece
bundan ibaret zannedilip de kalmamalıdır. Namazı güzelce kılınız.
104-Bununla beraber o kâfir topluluğunu takip
edip peşinden gitmede gevşeklik de göstermeyin. Zayıf kalpli olmayın. Eğer siz
bundan acı ve elem duyarsanız bilmelisiniz ki, onlar da sizin acı duyduğunuz
kadar acı duyarlar. Fazla olarak siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri
şeyler umarsınız. Onlar az bir sermaye olan dünya hayatını ararken siz sonsuz
sevap ve ahireti istersiniz. Sizin ümit sahanız onlardan çok geniştir. Onun
için siz onlardan çok yüksek bir azim ve istekle cihad etmelisiniz. Allah her
şeyi bilen ve her şeyi bir hikmete göre yapandır. Dolayısıyla Allah'ın emirlerine
sarılıp ilim ve hikmet dairesinde hareket ediniz ki, umduklarınıza kavuşasınız.
Burada İslâm dininin ruhu ve Kur'ân'ın iniş
hikmeti olan pek önemli bir mesele vardır ki, o da hak ve haklıya hakkını verme
meselesidir. Kâfirlere karşı böyle cihad etme ve onları takip etme buyruklarını
görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı, yapmadıkları şeyi
"yaptılar" diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. Hak,
kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Bir dinin mükemmeliği hukuk anlayışının
kapsamlı ve ciddi olmasında ve İslâm'ın en büyük gelişiminin de adalete dayanan
kuvvetinin ortaya çıkışında aranması gerekir. Kâfirin inkârı, onun haklarına
tecavüzü helal kılmaz. Hak dinin gereği, kâfirin dahi lehinde ve aleyhinde
ancak Allah'ın indirdiği hak kanun, adalete dayanan hükümler ve ilmin
gösterdiği yollarla hüküm vermektir.
Meâl-i Şerifi
105- Biz sana Kitab (Kur'ân)ı hak olarak
indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin.
Sakın hainlerin savunucusu olma!
106- Allah'tan bağışlanmanı dile. Şüphesiz,
Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.
107- Kendilerine hainlik edenleri savunma.
Muhakkak Allah hain günahkârları sevmez.
108- Bunlar, insanlardan (hainliklerini)
gizlerler de, Allah'tan gizlemezler. Oysa O, geceleyin istemediği şeyi
kurarlarken onların yanı başlarındadır. Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle)
kuşatmıştır.
109- Haydi siz dünya hayatında onları
savunuverdiniz (diyelim). Peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onları kim
savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır?
110- Kim bir kötülük işler, yahut nefsine
zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve
esirgeyici bulur.
111- Kim bir kötülük işlerse, kendi nefsine
kötülük etmiş olur. Allah her şeyi hakkıyle bilendir, hikmet sahibidir.
112- Kim bir hata veya bir günah işler de
sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak iftira etmiş ve apaçık bir
günah yüklenmiş olur.
113- Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti
olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar, ancak
kendi nefislerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab
(Kur'an)ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın
sana olan lütfu büyüktür.
114- Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı
veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden(ler)inki hariç, onların
aralarındaki gizli gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim
bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, yakında ona büyük bir
mükafat vereceğiz.
115- Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan
sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu
döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.
116- Şüphesiz Allah kendisine ortak
koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar. Allah'a ortak koşan,
muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür.
117- Onlar, Allah'ı bırakırlar da, yalnız
dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar.
118-119- Allah o şeytana lanet etti. Ve o da:
"Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka
saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de
hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını
değiştirecekler" dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse,
şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.
120- Şeytan onlara vaad eder ve onları boş
umutlarla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaadi, aldatmadan başka bir şey
değildir.
121- Bunların varacakları yer cehennemdir.
Ondan kurtulmak için çare bulamazlar.
122- İman edip iyi işler yapanları da
altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız, orada ebedî olarak
kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'dan daha doğru sözlü kim
olabilir?
123- (İş), ne sizin kuruntunuza, ne de kitap
ehlinin kuruntusuna göredir. Kötülük yapan, o yüzden cezalandırılır. O,
kendisine Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir.
124- Erkek veya kadın, kim mümin olur da güzel
amellerden işlerse, işte onlar cennete girerler. Zerre kadar da haksızlığa
uğratılmazlar.
125- İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim
eden ve İbrahim'in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından
daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti.
126- Göklerde ve yerde olanların hepsi
Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır.
105- Biz sana kendisinde şek ve şüphe olmayan
bu en mükemmel kitabı, bu Kur'an-ı azimüşşan (şanı büyük Kur'an)ı hakk ile, Hak
Teâlâ'nın insanlar üzerinde, insanların ferdî veya toplum olarak birbirleri
arasındaki hukukun temelini içeren, özetle hakkı açıklayan, batıldan ve
eğrilikten uzak ve sırf hak yolu, adaleti ve doğruyu gösteren bir hidayet
düstüru olarak indirdik ki, bütün insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği
hak ilim ve mutlak vahiy ile hükmedesin: İnsanlar arasında itikadî veya amelî
her çeşit anlaşmazlıkların halledilmesinde Allah'ın kitabını, düstür ve
vahyini, hüküm dayanağı edinip, hak ve hakikatle, hakkıyla hükmedesin ve ayırım
yapmadan herkese kazandığı hakkını veresin. Yani kitabın asıl iniş hikmeti,
insanlar arasında hükmetmek ve hakim olmak için, hakkı gösteren bir esas olması
ve bunun Peygamber'e indirilmiş olmasının hikmeti de Peygamber'in Allah
tarafından gelen vahyi ve vahiyden elde edilen ilmi başlı başına hüküm merkezi
edinmesi ve vahyin geldiği hususlar da buna aykırı diğer sebepleri ve delilleri
dikkat nazarına almamasıdır. Çünkü diğer deliller sırf zahirî (görünür) olduğu
halde, vahiy temel hakka uygun, zorunlu bir ilimdir.
Demek ki hakimin görevi ne kendinin, ne de
şunun bunun rey ve arzusunu değil, ancak hakkı (doğruyu) takip etmesi ve kesin
olarak bildiği bir hakkın zıddına asla hükmetmemesidir. Burada hakimin
bilgisinin muteber olduğuna bir delil vardır. Fakat bunun bir rey ve ictihad
değil, bir ilm-i şuhudî (görmeye mahsus ilim) olması şarttır. Bunun için Hz. Ömer
(r.a.) demiştir ki, "Allah'ın bana verdiği rey ile hükmettim"
demeyiniz, çünkü "Allah'ın sana gösterdiğiyle" demek vahiydir ve
Peygamber'e mahsustur. Sizin kanaatınız ise ilim değil, nihayet bir zandır. Şu
halde hakimler, sırf rey ve kanaatleriyle hükmedemezler, sebep (neden)lere ve
sabit olan vasıtaların araştırılmasına ve onların delaletine uymaya
mecburdurlar. Bununla beraber asıl maksat doğruya isabet olduğundan hakimin
ilm-i şühûdî (görmeye dayanan ilim) ile bildiği bir hususta bilgisinin dışında
hükmetmesi asla caiz olmaz.
İşte ey Muhammed (s.a.v.), sen Allah'ın
gösterdiği vahy ile hükmet, hainlerin iyiliğine, yararına savunucu olma, yani
kim olursa olsun, isterse ümmetinden olsun, isterse başka dinden olsun,
hainleri savunmak için temiz olanlara düşmanlık etme; daha açıkçası hainler
adına müdafaa vekili olma, avukatlık etme. Bu âyetlerin Beni Übeyrik (Übeyrik
Oğulları) olayı hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifak ettikleri
naklediliyor. Ebu Hayyan'ın nakline göre, "Kirmânî demiştir ki: 'Bu âyetlerin,
Beni Zafer b. Haris'ten Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin
ittifakı vardır.' Ancak İbnü Bahr demiştir ki: 'Münafıklar hakkında indi ve bu
"size ne oldu ki münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?" (Nisâ,
4/88) ilâhî sözüne bağlıdır". Übeyrik'in Beşir, Bişr, Mübeşşir adlarında
üç oğlu bulunduğu ve bunlardan Beşir'in, başkalarına isnat ederek sahabe
hakkında hicviyye söyleyen bir münafık olduğu rivayet edildiğine ve Tu'me
denilen de bu Beşir olduğuna göre İbnü Bahr'in sözü de bu ittifaka aykırı
değildir. Bunun için Razî, mutlak oluşu üzere der ki: "Bu ayetlerin çoğu
Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsirciler ittifak
etmiştirler." Fakat olayın durumunda birkaç rivayet vardır: Birisi: Tu'me
zırhlı bir gömlek çalmış, istenince hırsızlığı bir yahudiye atfetmiş. İkincisi:
Zırh kendisine emanet olarak bırakılmış, şahit de yokmuş, istenince inkâr
etmiş. Üçüncüsü: İstendiği zaman yahudinin çaldığını iddia etmiş...
Tefsircilerin çoğunluğunun tercih ettiklerine göre rivayetlerin özeti şudur:
Ensar'ın yanında Zafer Oğulları'ndan Tu'me b. Übeyrik adında birisi, komşusu
Katade b. Nu'man'dan bir gece bir un dağarcığı içinde bir zırh çalmış.
Dağarcığın yırtığından un dökülerek götürmüş. Zeyd b. Semin adında bir
yahudinin yanına bırakmış. Tu'me aranmış, zırh bulunmamış; almadığına ve
bilmediğine yemin etmiş, bırakmışlar. Un izini takip etmişler, yahudinin evine
varmışlar ve bulmuşlar. Yahudi bunu kendisine Tu'me'nin getirip bıraktığını
söylemiş ve yahudilerden şahitlik edenler de olmuş. Zafer Oğulları Peygamber'e
gitmişler. Tu'me'nin temiz olduğuna ve yahudinin hırsızlığına şahitlik etmişler
ve Tu'me'yi müdafaa edip müslümanlık adına yahudilerle mücadele etmesini rica
etmişler, Resulullah da görünüşte müslüman olan Tu'me'nin yeminine ve bunların
şahitliklerine dayanarak öyle yapmak istemiş, bunun üzerine Allah tarafından bu
âyetler inmiş ve hain ile temizi doğrudan doğruya bildirerek Resulullah'ı irşad
ve hata etmekten korumuştur. Buna karşı Tu'me Hakk'a teslim olup tevbekar
olacak yerde Mekke'ye kaçmış ve dinden dönmüş. Önce Sülafe binti Sa'd (Sa'd
kızı Sülafe) adında bir kadının yanına inmiş, Hz. Hassan'ın bir şiirinden
dolayı kadın bunu kovmuş, sonra Selim Oğulları'ndan Haccac b. Allat adında
birinin yanına gitmiş, orada da bir hırsızlık yapmış kovulmuş. Daha sonra yine
hırsızlık için bir evin duvarını delerken duvar yıkılmış, altında kalmış, bir
rivayette bununla da ölmemiş, Mekke'den çıkarılmış. Araplardan bir tüccar
kafilesine karışmış, bunlardan da bir mal çalmış, kaçmış ve fakat tutmuşlar,
feci bir şekilde öldürmüşler. Bundan dolayı da İslâm dininde dinden dönenlerin
halini ve sonucunu gösteren "Her kim, hidayet kendisine belli olduktan
sonra peygambere muhalefette bulunursa..." (Nisâ, 4/115) âyeti inmiştir.
Şu halde iniş sebebine göre "hainin" (hainler)den maksad, bu Tu'me ve
buna yardım edenler, genel olarak da bu gibi haksızlar ve ahlâksızlardır.
106-108- Şimdi hakimiyet hakkı meselesinin
önemini, hakimlerin, şahitlerin, avukatların sorumluluklarındaki dehşeti
anlamalı ki, Allah Teâlâ, görünürde İslâm'a ve kavminin istek ve şehadetine
dayanarak Tu'me'yi savunmaya meyletmiş olmasından dolayı Peygamber'i hata
etmekten korurken, daha doğrusu kendisine gaybı haber veren bir mucize
bahşederken bir hakimin, bilmeyerek de olsa, açık sebeplere aldanarak da olsa,
bir hain yararına meyledip zimmeti temiz olan (aklanmış) bir kimseye düşmanlık
etmesinin, aslında bir kusur olduğuna işaret için o hainleri savunucu olma, ve
Allah'a istiğfar et. Çünkü Allah affını isteyenlere gafûr, rahîmdir diye istiğfara
davet etmeden diğer hatırlatmalara geçmemiştir. Allah'ın lütuf ve rahmetiyle
hikmet ve peygamberlik sayesinde böyle bir kusur ve hatadan koruduğu, sonra
iyilikle anılacaksa da, ilk önce istiğfara davet edilmesi her halde bir
belağatlı azarlamaya işaret eder. Şu halde bu belâğatlı azarlamayı hainlerin
hainliklerini, haksızların haksızlıklarını bile bile zulüm ve hainliğe yardım
edenlere ve bir menfaat hissi veya taassup ve yağcılık sebebiyle haksızlığa
imrendirip ve teşvik edenlere ve aynı şekilde hükmünde, Hakk'ın hükümlerini
esas almayıp kendi rey ve arzusuna tabi olanlara karşı şiddetini tasvir etmek
mümkün olmayan gayet dehşetli bir tehdit ve korkutmayı ve tevbeye teşviki içine
alır. Bunun için bu şiddet ve akıcılıkla hatırlatmaya devam olunarak buyuruluyor
ki: Kendilerine hainlik edenler tarafından veya onlardan dolayı mücadele etme.
Böylelerinin ne himaye eden vekili ol, ne şahitlikleriyle hükmet.
Nefsine hainlik, kendini aldatmak, bir gelir
sağlıyor zannıyla bir zarar getirmektir. Bunun için bir insanın günah işlemeye
gayret ederek kendini azaba maruz kılması, kendini aldatmak ve Allah'ın emaneti
olan nefse hainlik etmektir. Haine taraftar olmak da nefsine bir hiyanettir.
"Allah, günahkâr ve hain olan kimseyi sevmez." "Havvan",
pek hain, "esîm", pek günahkâr, yani hainlikten sakınmayan ve
günahtan çekinmeyen demektir. Bu ifade de, ısrar ve alışkanlıktan çekindirme ve
tevbeye bir teşvik vardır. Burada nefse hainliğin bir şeklini izah ve
kendilerine hainlik edenlerden belli bir kısmın tasviri vardır ki, bunlar
Allah'ın razı olmayacağı sözler söylerler ve bunu yaptıkları zaman, Allah
yanlarında iken, O'ndan gizlemezler, Allah'a karşı bunu yapmaktan çekinmezler
de insanlardan gizlerler. Yukarda da açıklandığı üzere "tebyit"
kelimesi, "beytûtet"ten veya "beyt"ten alınmıştır.
"Beytûtet"ten olduğuna göre, bir işi geceleyin düşünmek, geceletmek,
gece karanlığında yapmaktır. "Beyt"ten olduğuna göre de, bir sözü
manzum bir beyit, bir şiir yapar gibi uğraşıp uydurmak, tanzim etmeye
çalışmaktır. Bu gibi kimseler de zihinlerinde veya aralarında kötü fikirler
tertip ederler. Bunları herkesten gizli tutmak için geceleri kendilerine mahsus
gizli yerlerde toplanarak veya veznine, konusuna uydurup beyit tanzim eder gibi
çalışarak ve süsleyerek Allah'ın razı olmayacağı bir takım kararlar verirler,
yalan-yanlış şeyler uydururlar ve bunları yaparken Allah'tan korkmazlar, onu
hiçe sayarlar da insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya
çalışırlar. Halbuki onlar ne yapıyorlarsa Allah hepsini kuşatıcıdır. Hiçbirini
kaçırmaz, erinde, gecinde cezalarını verir, böyle yapanlar sonunda kendilerini
aldatmış, nefislerine hainlik etmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.
Yaptıkları fenalık, bulundukları muhitin içindedir. Tu'me gibi hainleri müdafaa
ve himaye etmek isteyenler de bu gibiler arasında bulunduğu için bu tasvir
üzerine çeşitli uslubda hitap ile ve onlara sözü çevirerek buyuruluyor ki:
109-Ey hainleri savunanlar! İşte siz,
onlarsınız, o kendilerini aldatan, nefislerine hainlik eden kimselersiniz ki,
bu dünya hayatında o hainler tarafından mücadele ettiniz. Haydi dünyada bunu
yapabilirsiniz.
Fakat böyle yapmakla onları gerçekten
kurtardınız mı? sonra "Kimsenin, kimse yerine hiçbir şey ödeyemeyeceği bir
gün" (Bakara, 2/123) olan kıyamet gününde o hainler tarafından kim
mücadele edecek? Veya onlar üzerine kim himayeci vekil olacak? Bütün o amelleri
kuşatan Allah Teâlâ'nın azabına karşı onların himayesini, avukatlığını kim
üzerine alacak düşünmüyor musunuz? Şu halde siz dünyadaki bu mücadelenizle o
hainleri kurtarmış olmadığınız gibi, tersine onların sorumluluklarına iştirak
ederek nefsinize hainlik etmiş ve kendinizi aldatmış oluyorsunuz. Ve Allah
Teâlâ Peygamberine buyurduğu için, kendinizi onun şefaatinden de mahrum etmiş
bulunuyorsunuz. Bununla beraber bu böyledir diye ümidinizi kesip de kendinizi
büsbütün hainliğe kaptırmayınız, hemen tevbe ve istiğfar ediniz.
110-111- Çünkü her kim başkasına bir kötülük
yaparsa, veyahut kendisine zulmeder de sonra Allah'a istiğfar ederse Allah'ı
bağışlayıcı ve merhamet edici bulur. Fakat, "adam sen de, Allah
gafüru'r-Rahîmdir." diye, kibire kapılıp da günahı hafif görmemelidir.
Zira her kim bir günah kazanırsa, onu ancak nefsine kazanmış olur. O günahı ile
bozulan kendi nefsidir. Ve onun zarar ve vebalini çekecek olan ancak kendisi
olur. Ve bunun için her günah, nefse bir hainliktir. Günahtan kaçınmak gerekir.
Çünkü Allah affedici ve esirgeyici olmakla beraber "Allah her şeyi bilir,
hüküm ve hikmet sahibidir" de, ilmi ile her şeyi, herkesin her maksadını,
gizli, açık her günahını bilir, hikmetinden dolayı da her günahı işleyene isnad
eder, cezasını ona çektirir.
112-O halde her kim bir hata veya günah
kazanır da sonra bu kazandığını hiç ilgisi olmayan temiz bir kimseye atarsa,
muhakkak ki bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur. "Hatie"
(hata) ile "ism" in ayırımında üç şekil vardır: Birincisi,
"hatie", küçük günah; "ism", büyük günahtır. İkincisi,
"hatie", yapanda kalan küçük günah; "ism" ise zulüm ve
öldürme gibi başkasına tecavüz eden geçici günahtır. Üçüncüsü,
"hatie", gerek isteyerek olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması layık
olmayan; "ism" ise, isteyerek meydana gelendir. Demek ki, başkasına
iftira edilen günah, gerek büyük, gerek küçük olsun, her iki takdirde iftiranın
kendisi pek büyük bir günahtır. İftiranın mahiyeti birdir. Başkasına, yapmadığı
bir kötülüğü iftira etmek, aslında ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi
günahını başkasına yüklemek, o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave etmektir.
Bundan dolayı bütün bunlardan kaçınmak ve şayet böyle bir şey olmuşsa, derhal
tevbe ve istiğfar edip helallaşmak lazım gelir.
Bu hatırlatmalardan sonra, böyle nefislerine
hainlik edip geceleri fitne kurmakla meşgul hainlerden bir kısmının Allah'ın
Resulü'nü bile gaflete düşürmek ve sapıtmak istediklerini haber vermek ve buna
karşılık Resulullah'ın Allah Teâlâ'nın lutfuyla masum olduğunu ilân ve yüksek
mevkiini açıklamakla şükür ve mücahedeye sevketmek için geçmiş azarlamanın sırf
nimet olduğunu gösteren özel bir lütuf ve iltifat ile buyuruluyor ki:
113-Ey Muhammed! Üzerinde Allah'ın lütfu, yani
her nimetten fazla bir nimet olan nübüvvet (peygamberliğ)i ve rahmeti, yani
hıfzetmesi ve koruması olmasaydı o hainlerden bir güruh seni muhakkak şaşırtmak
istemişlerdi. Zira Tu'me'nin kavmi, onun hırsız olduğunu bildikleri halde
Peygamber'e gelmişler, onu müdafaa ve mücadele ile beraet ettirmesini (temize
çıkarmasını) ve hırsızlığı yahudiye isnat etmesini istemişler ve bu şekilde
batıl ve yanlış bir hüküm verdirmek istemişlerdi. Halbuki onlar bununla başkasını
değil, ancak kendilerini sapıtıyorlardı. Günah ve düşmanlığa yardım ve yalan
yere şahitlik ve iftira ile kendilerini sapıklığa düşürüyorlar, şu anda ve
gelecekte sana bir zarar yapmış olmuyorlardı. Çünkü sen hükmünü, zahir-i hal
(durumun görünüşün)e dayandıracaktın ve aksi bilinmedikçe ve sabit olmadıkça
bir hakimin vazifesi de zahir (görünüş) ile hükmetmek olacağından, o hükmün
sorumluluğu sana ait olmayacaktı. Halbuki sen bu kadarla kalmış değilsin Allah
sana kitap ve hikmet indirdi, ve bilmediğin sırları ve gerçekleri sana
bildirdi. Kitap, her delilin üstünde bir delil; hikmet, ilim ve amelde hak
(doğru) ve sevaba isabet için en büyük bir haslet ve bu, ilm-i ledün (Hak
katından gelen bilgi) görünenin ötesini gösteren ve zahir ve batında hatadan ve
zarardan koruyan bir ilâhî rahmet, bir ayn-i yakin (gözle görerek kazanılan
kesin bilgi), ve bu şekilde Allah'ın sana lütfu büyük oldu. Şu halde sen, umumi
peygamberlik ve tam riyaset (başkanlık)le zahir (dış) ve batın (iç)da hatadan
korunmuş olarak hükmedersin ve sana hiçbir şekilde bir zarar gelme ihtimali
yoktur.
114-O hainlere bakma onların fısıltılarının,
gece fesatçılık etmek için toplanıp gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur.
Ancak bu arada sadaka veya bir iyilik veya insanlar arasında bir ıslah emredenler,
bu üç maksaddan biri için toplanıp gizlice konuşanlar hariç. Ve her kim bunları
Allah rızası için yaparsa yarın ona büyük bir ecir veririz. Demek ki başka bir
maksatla değil, Allah rızası için olmak şartıyla bu üç maksaddan birisi için
toplanma aktedip gizlice konuşmak, istişare ve müzakere etmek caiz ve hatta
mendubtur. Bunların dışındaki toplanmalarda ve gizli müzakerelerde ise hiçbir
hayır yoktur. Müminlerin bunlardan sakınmaları ve bu gibi toplantılara iştirak
etmemeleri ve hatta yasaklamaları gerekir.
Sadaka, Ma'ruf (iyilik), Islah-ı beyn (arayı
düzeltmek) : Bu üç kelime hayırlı işlerin hepsini içerir. Zira insanlara geçen
hayırlı amel, ya menfaatin ulaşması veya zararın defedilmesi içindir. Menfaat
ise, ya mal vermek gibi cismanidir ki "sadaka" ile bu çeşide işaret
olunmuştur. Veya ruhanidir ki emr-i bi'l-maruf (iyiliği emretmek) ile de bu
çeşide işaret edilmiştir. İnsanlar arasını ıslah etmek de, zararı defetme
kısmına işarettir. Görülüyor ki bütün bunlarda sevab vaadi emre değil, "her
kim yaparsa" diye fiile bağlanmış ve Allah rızası için olmakla da
kayıtlanmıştır.
115- Her kim bu şekilde kendisine hak ortaya
çıktıktan (yani yukarda geçtiği üzere kitap, hikmet ve Hak'dan gelen ilim ile
gerçeği açıklayarak peygamberlik ve Muhammedî hakimiyeti isbat ve açıklayan
gayba ait mucize ve ilâhî hidayet anlaşıldıktan) sonra Peygamber'e karşı çıkar,
ve müminlerin yolundan başkasına uyarsa, biz onu döndüğü tarafa çevirir, ve
cehenneme basarız, ve fakat bilir misiniz o cehennem ne kötü bir yerdir? ".
Bu âyet yukarda nakledildiği üzere Tu'me'nin hainliği ilâhî açıklama ile ortaya
çıkınca Hakk'a kendini teslim etmeyip Mekke'ye kaçması ve dinden dönmesi
üzerine inmiştir.
"Şikak" ve "müşakka"
kelimeleri, "şakk" dan türemiştir, "ayrılıp muhalefete
geçmek" mânâlarına gelir.
Müminlerin yolu, itikad (inanç) ve amelde
müminlerin tuttuğu tevhid yolu ve sağlam dindir ki, Allah'a, Allah'ın Resulü'ne
ve ulu'l-emre itaat yoludur. Bundan başkasına tabi olmak da tevhid yolundan
çıkmaktır, müminler yolu olmayacağı bellidir. Şu halde Allah'ın Peygamberi'ne
karşı çıkmak, müminler yolundan başkasına gitmek demek olacağı açık olduğu
halde, bunun diye ayrıca açıklanması, elbette dikkate şayandır. Demek ki,
Allah'ın Resulü'ne ittiba (uymak) gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça
istenmektedir. Resulullah'dan kesin delil (nass-ı kat'i) gelen hususlarda
Resulullah'a karşı çıkmakla müminlerin yoluna gitmemek mütelazim (birbirinden
ayrılmayan) ve aynı şey ise de nass (dini delil) gelmeyen hususlarda bu telazüm
(beraberlik) açık değildir. Müminler (Nisâ, 4/83) nassına uygun olarak ittifak
ve icma ile bir yol tuttukları zaman bazı kimseler müminlerin tuttuğu bu yola
karşı çıktıkları halde Resulullah'a doğrudan doğruya karşı çıkma ve muhalefet
etme mevkiinde bulunmamış olduklarını iddia edebilirler. İşte dan sonra
kaydının açıklanması bu ikisinin bizzat matlub ve gerekli bulunduğunu, yani
Resulullah'a karşı çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi, müminler
yoluna gitmemek de Resûlullah'a karşı çıkmak demek olduğunu açıkça anlatmış ve
buna binaen icma-ı ümmet (İslâm bilginlerinin ittifakı) ile dahi doğrunun
ortaya çıkacağını ve ona da uymanın farz olduğunu göstermiştir. Bunun için
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bilginleri, bu fıkrayı icma-ı ümmete uymanın farz
olduğunu ifade için sevkolunmuş bir delil olarak anlamışlar ve delalet yönünü
çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. "İttiba" kelimesi de asıl
meselenin uyma esası üzerinde cereyan ettiğini gösterir.
"İslâ" kelimesi, bir şeyi yakmak
için ateşe atmak ve ateşe atıp durdurmaktır. İşte doğru yol ortaya çıktıktan
sonra Peygamber'e karşı çıkan ve müminler yolundan başkasına uyan mürted
(dinden dönen)in sonu budur. Bunu geçici sanmamalı ve yalnız Tu'me gibi
dönmelere de mahsus zannetmemelidir.
116-Çünkü "Allah, kendisine ortak
koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar."
Yukarda ve yine bu sûrede bu âyetin benzeri kitap ehli hakkında geçmiş ve
açıklanmıştı. Burada da Tu'me gibi dönmelerle beraber kitap ehlinden başka olan
küfür ve şirk ehli açısından sevkolunmuştur. Bunun için orada "Mesih
Allah'ın oğludur", "Uzeyr Allah'ın oğludur" gibi, oğul isnat ve
iftirasına işaretle "Kim Allah'a şirk koşarsa mutlaka büyük bir günah ile
iftira etmiş olur." (Nisâ, 4/48) buyurulduğu halde, burada şöyle
buyuruluyor: Her kim Allah'a ortak koşarsa artık derin bir sapıklık ile
sapıklığa düşer gider. Yani öyle sapıtır öyle sapıtır ki, doğru yoldan pek
uzaklara düşer, ilâhî mağfiret ve rahmetten uzaklaştıkça uzaklaşır. Şu halde
şirk (Allah'a ortak koşmak), hem Hakk'a bir iftira ve büyük günah, hem de derin
bir sapıklıktır. Ve her iki şekil de büyük zulümdür. Bununla beraber bazı
müşrik (Allah'a ortak koşan)lerde iftira durumu açık, bazılarında da sapıklık
durumu açıktır. Bunun için her birinde affedilmemek, yerine göre bir sebebe bağlanmıştır.
Kitap ehlinin şirki, sapıklıktan çok, bir iftira eseri; diğerlerinin şirki
iftiradan çok bir sapıklık eseridir. Şu halde biri ahlâksızlığa, biri de
cehalete dönüyor demektir. Ve bunların her ikisinin de tevbesiz affedilmesi
mümkün değildir. Fakat bilgisizlikten doğan şirk sahiplerinin ilmî ve aklî
gelişmeler ile şirkten vazgeçmeleri düşünülebildiği halde, sırf ahlâksızlıktan
doğan şirk erbabı, ilimde ilerledikçe azgınlık ve sapıklığını artırır,
iftirasına devam etmek için daha çok vasıta bulmuş olur. Bundan dolayıdır ki,
kitap ehli hakkında "O kitap verilenlerin ihtilaf etmeleri ancak
kendilerine ilim geldikten sonra olmuştur." (Âl-i İmran, 3/19)
buyurulmuştur. Gerçi ilmin, ahlâkı düzeltmek hususunda büyük önemi vardır.
Fakat ahlâk işi, ilimden çok bir irade ve ihtisas işi olduğundan, iman için
sadece bilgi yetmediği gibi, ahlâka ait teminatlar için de sadece ilim yeterli
değildir. Eğer yeterli olsaydı, hiç bir kimse hakkı bilirken yalan söyleyemez,
tersine hareket edemezdi. Bir gaflet, bir şehvet, bir öfke, bir haset, bir
alışkanlık, bir ümit, bir ümitsizlik, bir gurur, bazan bir kimseye pek iyi
bildiği bir gerçeğin ve hatta bütün bildiklerinin tersini yaptırmaya yeterli
olur. "İnsan bir hakkı anlar da kabul etmez olur mu?" diyenler, herhangi
bir yalancının, doğrusunu bilip dururken yalancılık ettiğini ve herhangi bir
dolandırıcının bilerek dolandırdığını düşünemeyenlerdir. Bunlara, "Öyle
ise kesenizi önünüze gelen adama teslim eder misiniz?" denirse,
"hayır" diyeceklerinde şüphe yoktur. Aynı şekilde, "bütün
kötülüğün başı bilgisizlikte ve eğitimsizliktedir" diyenler, zeki veya
tahsil görmüş şerlilerin şerrinden daha çok korktuklarını hesap etmeyenlerdir.
İblis bunun en büyük örneği, şeytanlık da bu mânânın menba ve kaynağıdır.
Cahillerin şirki de esasında böyle şeytanlık yapan hainlerin hakkı bozmakla
tezvir (yalan-dolan) ve iftiralarına aldanıp kapılmalarının eseridir. Aldatma
araçlarının en tesirlisi şehvet ve şehvete çağıranın en heyecan vericisi ise
kadındır. "İnsanlara, kadınlardan gelen şehvet sevgisi süslü
gösterildi" (Âl-i İmran, 3/14).
117-İşte Nisâ sûresinde şirk ehlinin iki
çeşidi, birbirine benzeyen iki âyette, iftira ve sapıtma durumlarıyla tesbit
edilerek affolunmamakta, birleştirildikten ve bu şekilde buradan yukarıya
dikkat çekildikten sonra bunların derin sapıklıkları Nisâ sûresinin konusu ile
uygun olmak üzere şu şekilde açıklanıyor:
Allah'a ortak koşanlar Allah'ı bırakarak ancak
inâs (dişiler)a dua ederler, kancıklara çağırır ve kancıklara taparlar, onların
en çok taptıkları, gönül verip yalvardıkları veya adına davet ettikleri
tanrıları kancıklar olur. Bunların nazarında ilâh düşüncesi, mabud tasavvuru,
her şeyden önce bir kadın hayalidir. Ve bunun içindir ki, putların çoğunluğu
dişi şeklinde, dişi ismindedir. Bunlar nefislerinden başka bir fail (yapıcı)
görmek istemediklerinden, tanrılarını etkin, hakim, faal olmak üzere değil,
kendilerine itaat etmek mevkiinde bulunacak, isteklerine boyun eğecek dişi
unsurlarda alıngan durumlarda ararlar ve bu ruh halinden dolayıdır ki, bir işte
kendilerine bir başkan seçecek olsalar, böyle yumuşakları ve acizleri seçerler.
Tefsirciler burada "inas" kelimesini, hakiki olmayan müennes (dişi)
mânâsıyla "asnam" (putlar) diye yorumlamışlar ve bununla inas (dişi)
şeklinde süslenir, dişi isimleriyle anılır bir takım putlara tapıldığını
göstermişlerdir. Arap müşriklerinin "el-Lat", "el-Uzzâ",
"menât" gibi kadın isimleriyle isimlenmiş bir çok putları vardı ki,
"el-Lât", "el-Lâh"ın dişisi; "el-Uzzâ",
"el-Aziz"in dişisidir. Ve denilmiştir ki, Arabın her kabilesinin bir
putu vardı. Ve "filan oğullarının unsâsı, filan oğullarının unsâsı"
diye anarlardı. Yani puta unsa (dişi) derlerdi. Yunanlılar ve diğerleri gibi
putperest toplumların putlarının çoğunun da dişi olduğu bilinmektedir. Şu halde
bu mânâ aslında doğrudur. Fakat bunu anlamak için "inas" kelimesini
hakiki mânâsından çıkarmaya gerek yoktur. Her hayal, bir gerçeğin yansıması
olduğundan, bu hal "inas"a çekilmenin bir neticesi olarak düşünmek ve
"inas"ı hakiki mânâsıyla mütalaa etmek hem asıldır, hem de âyetin
ifade ettiği mânânın ruhuna daha uygundur. Yani müşrik ruhunun, tanrıdan gayesi
kadındır. Onun kanaatince tapınmanın en büyük misali kadına tapmadır (culte de
femme), o bütün zevkini, bütün ilhamını kadından almak ister, kadın zevki onun
için en büyük lezzet olur. Onun bütün hayallerinin başında bir kadın hayali
vardır. Ve bundan dolayı, her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel
bir kadın resmi arar. Putların ve hele pek çok putların kadın ismiyle
isimlendirilmiş olması da kadına tapmanın rûha hakim olmasından doğmuştur.
Putların yerleri buna bir remiz, bir timsal olmaktan ibarettir. Bu şekilde
fevkalade veya hayal edilen güzellerin resimleri genelleştirilerek, onların
hayalleri karşısında, diğer kadınlar hakir görülür. Ve en çirkin bir kadının,
en güzel bir puttan daha kıymetli olması gerekirken, tanrısını kadın kabul eden
müşriklerin elinde gerçek kadınlar öyle bir aşağı düşerler ki, hürmet şöyle
dursun, en basit insani haklardan bile mahrum edilirler. Davaya bakarsınız
kadın herşeydir, tatbikata bakarsınız kadın oyuncakların en düşüğü olmuştur. Bu
hal müşriklerin öyle bir sapıklığı ve şeytanların öyle bir aldatmacasıdır ki,
herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir kadın tasavvuru
karıştırırlar. Güneşe taparlar, dişi tasavvur ederler. Yıldıza taparlar, dişi
tasavvur ederler. Meleklere taparlar, dişi tasavvur ederler ve bu şekilde bütün
tapmanın zevkini şehvetlerde toplayıp, hakları, gerçekleri hayallere feda
ederek, kadın hayalleri karşısında gerçek kadınları ayak altında süründürürler.
Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki,
tapmanın bir sevgi ve ümid, bir de korku ve saygı yönü vardır. Dua, her şeyden
önce, sevgi ve ümid ifade eden bir ibadettir. Halbuki müşriklerin, korku ve
saygı tanrıları da yok değildir. Ve böyle korku ve dehşet tanrıları da
çoğunlukla erkeklerden seçilmiştir. Nitekim Arapların da Hübel ve Zü'l-Huleysa
gibi erkek isimli putları da vardı. Bunlardan kaçılır ve şerlerinden kurtulmak
için tapılır. Bu, gerçek bir tapma değil, bir çeşit yağcılıktır. Bunlar, bir
velî olmaktan çok, bir nasîr (yardımcı) gibi tutulur ve birinin şerrinden,
diğerinin kuvvetine sığınılır. Müşriklerin karşısında birer kadın kesilirler ve
bir kahramana boy gösterisi yapan veya sığınan kancık bir kadın halinde
döşenir, yalvarır, yaltaklanırlar. Şu halde tahsisi, nasıl doğru olur
denilmemelidir. Önce akla böyle bir soru gelmemesi için mutlak mânâda
"İbadet ediyorsunuz." buyurulmamış, "Dua ediyorlar."
buyurulmuş ve bununla müşriklerin derin sapıklıkları asıl sevgi ve ümid
yolundan başlamış olduğu anlaşılmıştır. İkinci olarak istisnâ-i müferrağı,
duanın mef'ûlü olduğu gibi, failinden hal olması da caiz olacağından,
müşriklerin Allah'ı bırakmakla O'nun gücünden çok aşağı olan kuvvetler
karşısında inâs (dişi) durumuna düştüklerine de işaret olunmuş olur.
Evet, müşrikler Allah'ı bırakırlar da ancak
"inas" (dişi)a dua ve ibadet ederler. Veya Allah'ın kudreti
altındakilere kadın gibi yalvarırlar, ve böyle yapmakla inatçı şeytana dua ve
ibadet etmiş olmaktan başka bir şey de yapmış olmazlar. Bunu onlara yaptıran,
teşvik eden şeytandır. Onların dişiye tapmaları ya şeytana tapmanın aynı veya
başlangıcı veya sonucudur. En yüksek sevgilerini bir Allah'a tahsis etmeyip de
kadınlara tahsis etmiş olanlar, şeytana aldanmaktan, şeytana kul olmaktan
kurtulamazlar. Nitekim "Kadınlar şeytanın ağlarıdır" denilmiştir.
Şeytanlar başka yol ile aldatamadıklarını en çok kadınla aldatırlar. Bu şekilde
müşriklerin putlara tapışları da şeytanın emridir. Aynı şekilde bütün hareket
ve kuvvetin kaynağı olan Allah'ı bırakıp da O'nun dışındakilere kadın gibi
yalvaranlar, kendilerini inatçı bir şeytana teslim etmiş olmaktan başka bir şey
yapmış olmazlar.
"Merîd" ve "mârid", hayır
ile ilgisi yok demektir. Türkçede buna bozulmuş olarak "meret"
denilir. Bu maddenin aslî terkibi, kaypaklık mânâsıyla ilgilidir. Nitekim
emred, yalabık; " Sırçadan yapılmış yalçın sırça saray" (Neml, 27/44)
; mürada', ot bitmez kumsal yer veya kasığında kıl bitmez kadın; şecere-i
müradâ', yaprağı dökülmüş çıplak ağaç demektir.
118-120-Öyle bir inatçı şeytan ki Allah onu
lanetlemiş, hayır ile ilgisini kesip kendinden uzaklaştırmıştır. O da Allah'a
yemin ederek demiştir ki elbette ben senin kullarından muayyen, mukadder bir
nasib alacağım ve elbette onları haktan şaşırtıp saptıracağım, ve elbette
onları kuruntulara düşüreceğim, yani dipsiz emeller, boş ümitler, yalan
sevdalar, batıl düşünceler, idealler, umumcamalarla imrendireceğim, ve elbet
onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını doğrayacaklar, bu şekilde
Allah'ın helal kıldığını haram kılacaklar. Araplar bir dişi deve beş defa
doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını dilerler ve artık ondan faydalanmayı
haram sayarlardı. Bazı tefsirciler de demişlerdir ki, putlara ibadet için
kurbanlık nişanesi olmak üzere hayvanların kulaklarını keserler ve bu, bir
küfür iken ibadet zannederlerdi. ve muhakkak emredeceğim de Allah'ın hilkatini
değiştirecekler. Yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka
şekle sokacaklar, fıtratının kemaline götürecek yerde bozacaklar, çığırından
çıkaracaklar. Tefsirlerde gelen misallere bakarak kadını erkek, erkeği kadın
yapmaya çalışacaklar; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar;
bıyıklarını sakallarını yolacaklar, yüzlerini boyayacaklar, kılıklarını
değiştirecekler; kulak; burun kesip göz çıkaracaklar, erkekleri iğdiş edip
hadım ağası yapacaklar, uzuvlarını yaratılış görevlerinin dışında
kullanacaklar; nikâh yerine zina edecekler, temizi bırakıp pisliklere
koşacaklar, menfaati bırakıp zararı seçecekler, ciddilikleri atıp eğlenceye
heves edecekler, vazifeden kaçıp oyuna gidecekler; doğruluğu budalalık,
eğriliği hüner sayacaklar; helâla haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi
diyecekler; hayır yerine şer işleyecekler, imar edilmesi gerekeni yıkıp,
yıkılması gerekeni imar edecekler; kanun-ı ıstıfa (seçme kanunu)yı kötüye
kullanmak sûretiyle yaratılışın zıddına alışkanlıklar edinecekler, yaratılış
kanunu zıddına işler yapacaklar, ruhlarının yaratılışındaki selamet ve
saflıklarını bozacaklar, hak kanunu "Allah'ın, insanları, kendisine göre
yarattığı fıtratı" (Rûm, 30/30) olan kuvvetli dini, doğru yolu, Hakk'a
tapmayı bırakacaklar; yaratılanı yaratıcı yerine koyacaklar, tevhidden
çıkacaklar, batıl dinler ve fikirler arkasında koşacaklar, şuna buna
tapınacaklar, şeytanlık peşinde dolaşacaklar, "Allah'ın yaratmasının
değiştirilemez" (Rûm, 30/30) olduğunu bilmeyecekler, bilseler bile
tanımayacaklar.
O inatçı melun şeytan lanetlenince Allah'a
karşı bu beş sözü haliyle veya sözlü olarak yemin ile söyledi! Bu şekilde
Allah'ın kullarına musallat olarak onlardan belli bir hisse almaya karar verdi
ki, işte şirkin başı ve sapıklığın kaynağı budur. Kâinat içinde insanlara
düşman olan ve insanların kalbine nüfuz ederek onları hak ve hayırdan şaşırtan
melun bir geçici kuvvet vardır ki, Allah'ın emrine ilk isyan eden ve insanların
aklını şaşırtan odur. Ve o inatçı şeytan Allah'ın lanetini ve bu sözleri
söylemek kötülüğünü üzerinde toplayan böyle bir melundur. Ve müşrikler dişiye
tapmakla veya dişi durumuna düşmekle böyle bir şeytana tapmış olmaktan başka
bir şey yapmazlar. Halbuki, Allah'ı bırakıp da şeytanı veliyyü'l-emr (amir)
edinenler, Allah'ın emrini dinlemeyip şeytana itaat edenler, artık çok açık bir
şekilde zarar ederler. Zira şeytan onlara devamlı vaadlerde bulunur, arzular
verir, ağızlarının suyunu akıtır, fakat o melun şeytan onlara gururdan başka
bir şey vaad etmez.
"Gurur", insanın pek hoş bir şey buldum
sanarak keyiflenip, sonra onun çok fena bir şey olduğunu anlayarak acı duyması,
önceden yalan yere sevinip sonradan ciddi olarak yerinmesi, yani aldanmasıdır
ki, şeytanın bütün vaadleri ve aldatmacaları hep böyle bir gururdan başka bir
şey ifade etmez.
121- İşte bunların, o şeytanı dost edinen
gururluların şeytanla beraber varacak yerleri, sonra varıp girecekleri yer
cehennemdir. Ve ondan kurtulup kaçacak hiçbir yer bulamayacaklardır. Şeytan
melun olduğu için ebedî olarak affolunmaktan hissesi yoktur. Şeytanın hissesine
düşmüş, tuzağına geçmiş olan o müşrikler de, o melunun arkasında derin
sapıklıklarla sapık ve affedilmekten mahrumdurlar. Meğer ki fırsat elde iken
tevbe ve istiğfar edip, şirkten ve şeytanı dost edinmekten vazgeçmiş olsunlar.
O zaman "Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." (4/116)
hükmüne girerler.
122-Bunlara karşı iman edip iyi işler, salih
ameller yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, orada
ebedî olarak kalacaklar, bu da Allah'ın verdiği vaaddir. Ve doğru olduğunda hiç
şüphe yoktur. Çünkü Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123-124-Ey müslümanlar! Allah'ın hakkıyla vaad
ettiği bu cennete girme gayesi; ne sizin kuruntularınızla olur, ne de kitap
ehlinin kuruntularıyla. Naklonuyor ki, müslümanlarla kitap ehli birbirlerine
karşı öğünmüşler, her biri Allah katında kendilerinin daha hayırlı olduğunu
iddia etmiş, kitap ehli: "Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden önce,
kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz İbrahim'in dini üzereyiz" demişler.
Yahudiler, "cennete ancak yahudi olanlar girecek"; Hıristiyanlar da,
"Ancak Hıristiyan olan girecek" diye iddia etmişler. Müslümanlar da:
"Bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden sonradır ve peygamberlerin
sonuncusudur, kitabımız da sizin kitabınızdan sonra ve onlara hakimdir. Ve biz
İbrahim, İsmail ve İshak dini üzereyiz, cennete ancak bizim dinimizde olanlar
girecek" demişler. Bunun üzerine bu âyet ve devamı inmiş ve böyle kuru
kuru öğünmelerle soyut arzular, kuruntular, ümitler, temennilerle cennete girilemiyeceği
anlatılmış ve onun yolu gösterilmiştir. Allah'ın bu vaadine ermek için sadece
kuruntu ve temenni kâfi gelmez, zira:
Gerek müslüman ve gerek kitap ehli, gerekse
diğerlerinden her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır, ya dünyada veya
ahirette veya her ikisinde onun bir cezasını görür ve kendisine Allah'tan başka
ne sığınacak bir dost, ne de kurtaracak bir yardımcı bulamaz. Erkekten olsun,
dişiden olsun, her kim de mümin olarak güzel güzel ameller işler, yarayışlı
işler yaparsa, işte bunlar cennete girerler ve bir nıkır (çekirdekteki küçük
oyuk) kadarcık bile zulmedilmezler. Yani en küçük, çok önemsiz bir ölçüde bile
hakları kesilmez. İşte cehennem görmeden cennete girme hususunda Allah'ın hak
olan kesin vaadi bunlar hakkındadır.
"Nakir", aslında hurma çekirdeğinin
üstündeki beyaz çukurcuğa denilir ki, fidan bundan biter. Nitekim yarığındaki
ibliğe "fetil", çekirdeğe yapışık ince kabuğa da "kıtmir"
denilir ve bunlar, ölçüler ve düşük miktarlardan kinaye olur. Dilimizde de, "çok
ufak tefek" yerinde "nıkır", "kıtmir" tabir (deyim)i
bilinmektedir. "İman ve güzel amel yapmak için en güzel din
hangisidir?" diye münakaşaya, tartışmaya da gerek yoktur.
125- Dince o kimseden daha güzel kim olabilir
ki, özünü, yüzünü tertemiz Allah'a tutmuş, teslim etmiş ve bu halde her ne
yaptıysa güzel yapmış, hasenat (güzellikler) işlemiş, kötülük yapmamış,
işlediği iyilikleri de Allah huzurunda yaptığını bilerek gücü yetebildiği kadar
en güzel şekilde yapmış, ve hanif, yani diğer dinlerden yüz çevirmiş bir
muvahhid (Allah'ı birleyen) olarak İbrahim milletine, İbrahim'in izince giden
topluma uymuştur. Çünkü Allah İbrahim'i halil (dost) edinmiştir. Bundan dolayı
ona uyan toplum, "Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler,
sıddikler, şehitler ve salih kimselerdir." (Nisâ, 4/69).
"Halil", bir kimsenin işleri ve
sırları arasına giren ve sevgisi, kalbinin her yerine nüfuz eden dostu demektir
ki, hiçbir eksikliği olmayan sevgi mânâsına "hullet"den alınmıştır.
Ve Allah'ın İbrahim'i halil (dost) edinmesi, onu bir dost gibi özel seçim ile
lutfetmiş ve Rabbânî sırlara mazhar kılmış olmasından mecazdır. Allah Teâlâ,
İbrahim Aleyhisselamı bir takım kelimeler ile imtihan etmiş, o da onları
tamamlamış olmakla "Ben seni insanlara önder yapacağım." (Bakara,
2/124) ikramıyla en güzel önder yapmış, hayat verme sırrını, yüksek ve alçak
gayb âlemini göstermiş, o da toplumunu peşi peşine ilâhî tevhide davet etmiş,
putlara, yıldızlara, Güneş ve Ay'a tapmayı yasaklamış, Tağut'a karşı gelmiş,
Allah uğurunda ateşlere atılmaktan, oğlunu kurban etmekten, malını misafirlere
feda etmekten çekinmemiş, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmakta selef (kendinden
öncekiler)in hepsini geçmiş, insanî seçeneğin en yükseği onda ve onun ailesinde
tecelli etmiş, zürriyeti -zalimleri hariç olmak üzere- mülk ve peygamberlikle
müjdelenmiş ve muradına ulaşmıştır. Böyle bir Allah dostunun milletine tabi
olan zat da o dostluktan elbette hissedar olacaktır. İşte o zat "Ben de
kendimi Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da" (Âl-i İmran, 3/20) diyen
Muhammed Aleyhisselam ve gerçek tabileri ve bu din de İslâm dinidir. Ve bundan
güzel hiç bir din yoktur. Peygamberimiz demiştir ki: "Allah İbrahim'i
halil (dost); Musa'yı neciyy, yani kelîm ve beni habib (sevgili) edindi. Sonra
buyurdu ki, 'İzzet ve celalim hakkı için habibimi halilime ve kelimime muhakkak
kolaylaştıracağım ve tercih edeceğim." Gerçi meşhur Mirac hadislerinde
sabit olduğu üzere Mirac gecesi Peygamberimiz Musa'yı altıncı, İbrahim'i
yedinci semada görmüş ve kendisi bunları geçip Cibril'in makamı olan Sidre-i
müntehaya ve sonra onun da ötesine geçmiştir. Dinlerin mukayesesi bakımından
hıristiyanlar, Hıristiyanlığa ait prensiplerin daha güzel ve daha ulvi bir ruh
telkin ettiğini ve bundan dolayı İslâm dininden daha ince ve daha güzel
olduğunu iddia ederek: "Bir efendinin oğlu kulundan kıymetli ve
şereflidir. Bunun için İsa hakkında 'Allah'ın oğlu' denmesi büyük bir şeref
verme ve izzetlendirmeden mecazdır. İsa, Allah katında kıymetli bir kul
payesiyle değil, bir evlat nisbet ve payesiyle izzetlendirilmiş olduğundan, bir
hıristiyanın teslis (üçleme) ile bakışı da Allah'ın makbul kulları değil, evlat
gibi bu izzet mertebesinden hissedar olmaktır. Şu halde bir efendinin makbul
bir kul (küles)u ile oğlu arasındaki fark ne ise, Müslümanlık ile Hıristiyanlık
arasındaki fark odur. Nitekim Yuhanna İncili'nin onbeşinci babında, 'Eğer size
emrettiğim şeylerin hepsini yerine getirirseniz dostlarım olursunuz, artık size
kul ismi vermem, çünkü kul efendisinin ne ettiğini bilmez, fakat size dost ismi
verdim, zira pederimden işittiğim şeylerin hepsini size bildirdim' diye
yazılıdır." diyorlar. Ve işte fıkrası, bilhassa bu noktayı da mukayese
edip, meselenin ruhunun sevgide olduğunu göstererek hıristiyanların
prensiplerindeki şirk şüphelerini kötülemiş ve İslâm'ın şeref ve izzetçe de
yüksek ve her dinden güzel olduğunu anlatmıştır. Önce "Allah'ın oğlu"
deyiminin mecaz olarak öğretildiği düşünülse bile, Allah'a karşı böyle bir
mecazda güzellik yok, küfür vardır. Çünkü "oğul" tabiri, Allah'a
benzeme ve ilâhî hakikate ortak olmayı anlatır. Ve İsa'da da uluhiyet vardır
demek olur. Ve nitekim tanrıyı üçlemede bu inanç açıkça da söyleniyor. Bu ise
Allah'a büyük bir iftira olan Allah'a ortak koşmadır. İkincisi: Bir efendinin
nazarında oğlu, muhakkak makbul bir kulundan daha kıymetli ve daha yüksek olması
iddiası doğru değildir. Ne oğullar vardır ki köleye köle olmaya değmez, Hz.
Nuh'un oğlu bunun en açık misalidir. Üçüncü olarak Yuhanna İncili'nin bu
onbeşinci babının özelilkle son âyetleri İsa'dan sonra "Farıklıt'in ve hak
ruhun ve şahidinin" geleceğini açıklayarak İslâm dinini ve Muhammed
Aleyhisselam'ın geleceğini müjdelemiş ve meselenin ruhunun oğullukta değil,
dostlukta olduğunu göstermiştir. Ve hem de Allah'a kulluğu değil, İsa'ya
kulluğu yasaklamıştır. Bütün bunlar, aslındaki bozulmayı bir yana bırakarak,
Türkçe tercümelerinde görülmekte olan fazla bozmalar içinden anlaşılmaktadır.
Allah katında sevgi ve yakınlığa erişmenin en şüphesiz ve en yüksek derecesini
gösteren peygamber, veli, halil (dost), habib (sevgili) gibi yüksek vasıfları
bırakıp da şirk mânâları üzerinde dolaşmak ve Allah'a kulluktan kaçınmak dindar
olma mânâsına aykırı bir sapıklık ve iftiradır. Kulluğu inkâr, Allah'ı
inkârdır.
Şimdi bu açıklama üzerine, acaba Allah'ın
İbrahim'i dost edinmesi dışardan kendisine bir dost tedarikine ihtiyacından
mıdır? Şâyet öyle ise gerçekte şirk tasavvurundan kurtulmak ve hanif olarak
tevhid üzerinde yürümek nasıl mümkün olur? Ve bu şekilde bütün bütün Allah'a
kendisini teslim etmek onun dışındaki kuvetleri ihmal ile onlara karşı
kendisini tehlikeye koymak demek olmaz mı? Ve sonra ortada belli bir hisse
olmaya karar vermiş ve Allah'ın kullarını bedbaht etmeye azmetmiş ve
lanetlenmiş bir şeytan bulunduğuna göre, şerrinden kurtulmak için biraz da ona
dost gibi görünmek gerekmez mi, gibi bir takım kuruntulara meydan bırakmamak
üzere bu âyet ve bütün geçmiş bahisleri şu âyetle tamam ediliyor:
126- Göklerde her ne var ve yerde her ne varsa
hepsi Allah'ındır. Allah'ın yaratığı, Allah'ın mülküdür. Ulviyyat
(yüksektekiler) ta Allah'ın, süfliyyat (alçaktakiler) ta Allah'ındır. Şu halde
İbrahim'in dostluğu ne ilâhî mülkün dışından bir seçim, ne de ilâhî mülkten bir
çıkarmadır. O bir kulluğun gayesidir. Buna karşılık şeytanın lanetlenmişliği de
ne ilâhî mülkten bir çıkarma, ne de ilâhî mülkten dışarı bir muameledir.
Mukadder olan azab hissesini almak için ilâhî mülk içinde hayır ve rahmetten
mahrum olmak ve bir bahtsızlık gayesidir. Aynı şekilde Allah'a kendisini teslim
etmeyenler, ilâhî mülkten çıkacak değil, ilâhî mülk içinde huysuzluk etmiş ve
lanetlenmişe iştirak etmiş olacaktır. Zira ilâhî mülkün dışında bir şey yoktur.
Ve Allah her şeyi kuşatıcıdır. Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların
ötesinde gerek zihin âleminde ve gerek dış âlemde "şey" denilebilen
hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden
Allah Teâlâ'nın ilim ve kudreti ve ilâhî hükmüyle kuşatılmış olmasın. Şu halde
içler ve dışlarda, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve
ahirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek bir tenakuz (çelişki),
batıl bir hayaldir. Varlık ve hak ilmin karşısında yer almaya çalışan
çelişkiler, hayaller bile, o kuşatıcı kudretin dışında değil, O'nun hükmünün
etkisi altında cereyan eder. Bütün mümkün kâinatta kaza ve kader silsilesi
O'nun icadı, O'nun yaratması, O'nun var etmesi, O'nun mahkumudur. Mülk O'nun,
bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur. Bütün varlığın cereyan etmesi, O'nun
ilim ve kudreti, ilâhî hükümleri altındadır. Bütün varlıkların silsilesi, böyle
bir kuşatıcı hakim ve mülk sahibinin sanatının tecellileridir. Ve bunda, ancak
O'nun nizamı, O'nun kanunları, O'nun hükümleri ve teklifleri, O'nun rahmet ve
öfkesi, O'nun sevab ve cezası hüküm icra eder. "Allah" deyince başka
türlü düşünmek cahillik ve sapıklıktan başka bir şey değildir. Artık her akıllı,
kendisine tahsis edilen irade sahasında onun tekliflerine, O'nun emir ve
yasaklarına uymalı, özünü, yüzünü tertemiz O'na tutmalı ve O'nun sevgi ve
rızasına ulaşmak ve bu yaratılış devletinde güzel bir mertebe kazanmak için her
yaptığını güzel yapmalı ve O'nu sevenlerin yoluna gitmelidir. Ve bunun için
adalet hükümlerine ve hakka çok iyi riayet etmeli; adaletli hükmün, bu en güzel
dinin, en güzel ameli olduğunu bilmeli; müminin, kâfirin hukukunu gözetmeli;
hırslı arzularla, istek ve heveslerle, temenniler, kuruntular ile değil, her
şeyde hak kanunlar ile amel edici olmalı ve onunla hükmetmelidir. Müşriklere,
kâfirlere, münafıklara karşı savaşlardan, mücadelelerden maksad da bu adalet
hükmünün teminidir. Dünyaya gönderilmenin sırrı budur ve kitap bunun için
gönderilmiştir. Ve bunun için her işte, her hükümde Hakk'ın yolunu (şeriati)
aramalı ve onu gözetmelidir. Ve bu din, millî, insânî ve âilevî terbiyenin
esası olmalı ve yalnız kalblerde kalmayıp yüzlerde de okunmalıdır.
Bu aydınlatmalar üzerine yine gözleri sûrenin
başına çevirerek ve bazı ashab-ı kiramın miras ve başka şeylerle ilgili soru ve
fetva istemelerine cevap olarak buyuruluyor ki:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
127- Kadınlar hakkında senden fetva isterler.
De ki: Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor: Yazılmış hakları olan
mirası kendilerine vermediğiniz ve nikahlanmayı istemediğiniz öksüz kızlar ve
zavallı çocuklara ve bir de yetimlere adaletle davranmanız hakkında Kitap'ta
size okunan âyetler vardır. Sizin her yaptığınız iyiliği, muhakkak Allah bilir.
128- Eğer bir kadın kocasının
geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında
bir sulh yapmalarında, onlara bir günah yoktur. Sulh hep hayırlıdır. Zaten
nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi geçinir ve geçimsizlikten sakınırsanız,
şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
129- Kadınlarınız arasında her yönden adaletli
davranmaya ne kadar uğraşsanız buna güç yetiremezsiniz. Bari birisine tamamen
kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve haksızlıktan
korunursanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
130- Eğer karı-koca birbirlerinden ayrılacak
olurlarsa, Allah, onların her birini geniş lutfuyla muhtaç bırakmaz. Allah'ın
lutfu geniştir, hikmeti büyüktür.
131- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size Allah'tan
korkmanızı emrettik. Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki, göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah'ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, hamd ve senâ O'na
yakışır.
132- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.
133- Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi
giderir de başkalarını getirir. Ve Allah, buna kadirdir.
134- Kim dünya nimetini isterse, bilsin ki
dünya ve ahiret nimeti Allah katındadır. Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok
iyi görendir.
127-İstiftâ, fetva istemektir. "Meselede
filana istifta ettim, şöyle ifta etti," denilir ki, fetva verdi demektir.
"Dava" vezninde "fetva", "rüya" vezninde
"fütya", ifta mânâsına konulmuş isimlerdir. İfta ise sorulan bir
müşkülü halletmek ve açıklamaktır ki, kuvvetli ve mükemmel, genç ve dinç olan
"fetâ"dan alınmıştır. Ve gençleştirip kuvvetlendirmek demek gibidir.
Sanki bir kimsenin müşkil (problem)ini halleden, onu dinç bir genç gibi kuvvetlendirmiş
olur. Şu halde fetva, zor bir olayda doğru hükmü açıklamakla, amel edecek
kimsenin kalbine bir kuvvet vermektir. "Müfti" (müftü)de bu kuvveti
verebilmek için ehliyetine ve selahiyetine, ahlâk ve gücüne hakkıyla güvenilir
bir zat olması gerekir ki, bu da (Bakara, 2/112) mânâsı üzere İslâm ve ihsan
sahibi olmak ve (Nisâ, 4/83) âyetinin delaleti üzere istinbat (dini delillerden
sonuç çıkarmay)a gücü yeten âlimlerden olmakla mümkün olur. Fakat müşrikler,
kâfirler gibi kuvvetini haktan değil batıldan almak ve yalnız kendi arzularına
kuvvet vermek emelinde bulunanlar, yapacakları işlerde ya hiç kimseden fetva
almaya tenezül etmezler veya müftiler (fetva vericiler)ini acizlerden,
dalkavuklardan ve hile öğretenlerden seçerler. Bunlar da ya doğru hükmü
bilmezler veya bilseler bile fetva isteyenin nefsinin arzusuna hizmet için
asılsız veya zayıf zayıf fetvalar verirler ve neticede bundan iyilik yerine
fesad, kuvvet yerine zayıflık hasıl olur. Bunun için burada asıl fetva vermenin
Allah'a ait olduğu ve Peygamber'in bile ilâhî fetva ile fetva vermesi gerektiği
ve asıl hüküm ve kuvvet Allah'ın bulunduğu ardından açıklamasıyla
anlatılmıştır.
Yani ey Muhammed! Kadınlar hakkında senden
fetva da isterler sen onlara de ki: Onlar hakkında Allah size -geleceği üzere-
fetva verir ve kitapta size tilavet olunan (okunan) âyetlerde sorularınızın bir
kısmı bundan böyle halledilecek ve bir kısmı şimdiye kadar okunmakta olan
Kitab'ın âyetleri ile halledilmiştir. Bu mânâya göre, fiilinin failine
atfedilmiş veyahut takdirinde, haberi hazfedilmiş mübteda olarak atf
cümlesidir. Fakat tefsircilerin açıklamasına göre mübteda Levh-i mahfuz
mânâsına haber olmak üzere bir muteriza cümlesi veya kasem olması caizdir. Ve
bu şekilde mânâ: "Allah size yukarda geçtiği ve aşağıda olduğu üzere fetva
verir ve bu size okunan şeyler kitapta, yani Levh-i mahfuzdadır". Şu halde
bu açıklanan ve açıklanacak olan hukuk (haklar)da adalete ve insafa riayet ve
muhafazası farz olan büyük işlerdendir. Yahut bu kitapta okunan âyetlere kasem
ederim ki, Allah size bunlar hakkında -geçtiği ve geleceği üzere- fetva verir.
Yukardaki fetva verme şunlar hakkındadır: Kadın yetimleri, yahut yetim kızlar
ve kadınlar hakkında, ki siz onlara yazılmış, farz olan miras, mehir ve
diğerleri gibi haklarını vermezsiniz bir de onları kendinize nikâh etmeyi arzu
edersiniz veya kimseye nikah etmek istemezsiniz ve her iki şekilde sefalet
(düşkünlüğ)e düşürürsünüz. Bunun nüzul sebebi yukarda (Nisâ', 4/3) âyetinde Hz.
Âişe'den rivayet olarak nakledilmişti. Yukardaki fetva vermenin bir de baliğ olmayan
(ergenlik çağına ermeyen) küçük çocuklar hakkındadır ki, bunlara miras
vermiyorlardı, (Nisâ, 4/11) buyuruldu. Bir de bütün yetimler hakkında adaletli
olmanız, işlerine adalet ile bakmanız hakkındadır. Ki (Nisâ, 4/2) gibi
âyetlerdir. Gerek bunlar ve gerek diğerleri hakkında her ne hayır yaparsanız,
Allah her halde onu bilir ve mükafatını verir.
128-Gelelim bundan böyle açıklanacak olanlara:
Ve eğer bir kadın efendi (koca)sinin
huysuzluğundan, yani kocasının kendisinden hoşlanmayıp surat ve geçimsizlik
ederek yanına yaklaşmamasından ve hakkını menetme (yasaklama)sinden yahut
i'râzından -yani herhangi bir sebeple konuşma, görüşme ve iltifatını azaltıp
yüz çevirmesinden- korkarsa (Nisâ, 4/34 âyetine bak) o zaman aralarını bir sulh
(anlaşma) ile düzeltmelerinde veya kırâetine göre karşılıklı anlaşmalarında,
mesela Peygamberimizin eşlerinden Sevde binti Zem'an'ın talak (boşanmak)tan
endişe ederek nöbetini Hz. Âişe'ye bırakması gibi kadının erkeği kendine çekmek
için hakkı olan mehrinde, kasm (derece) ve nöbetinde indirim ve fedakarlık
yaparak veya bir şey bağışlıyarak aralarını düzeltmeye çalışmasında ve erkeğin
bunu kabul etmesinde bir günah yoktur. Yani böyle bir şey rüşvet gibi bir günah
olmaz. Sulh her halde ayrılmaktan ve geçimsizlikten hayırlıdır. Nefisler ise
cimrilik ve pintiliğe hazırlanmıştır; yaratılıştan cimrilik ve hırsa meyledici
ve hazırdırlar. Kadın nöbetine düşkün olur, hakkını vermek istemez, erkek de
onun çirkinliğine veya herhangi bir eksikliğine karşı kendini çeker, iyi
davranışta cimri davranır. Şu halde buna karşı diğer taraftan az bir anlayış
gösteriliverirse sevinmeye sebep olur ve arayı düzeltir. Fakat ey erkekler siz
iyilik eder, iyi geçinmede bulunur, geçimsizlik ve yüz çevirmekten sakınırsanız
Allah Teâlâ muhakkak sizin yaptıklarınızı bilir ve ücretini eksik etmez.
129- Bir de kadınların arasını denk tutmaya
yani sevgide de eşitlik üzere adalet yapmaya çok istekli de olsanız, herhalde
gücünüz yetmez. Hepsini aynı seviyede sevemezsiniz, buna gücünüz yetmez.
Yetemeyince de "Allah hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği bir şey
yüklemez." (Bakara, 2/286) âyeti delaletince Allah bunu teklif de etmez.
Şu halde bütün meylinizi diğerine verip de eşlerinizin bazısını muallaka, yani
muallak (askı)da kalmış ne kocalı, ne kocasız bir kadın gibi ihmal edilmiş bir
halde bırakmayınız. Ki işte "Eğer adalet edemeyeceğinizden korkarsanız bir
tane (nikahlayın)." (Nisa, 4/3) emri gereğince korkulması gereken cevr
(eza, cefa), adaletsizlik budur. Yani kadınlar hakkında iki çeşit adalet
vardır. Birisi infak ve kasm denilen geceleme nöbeti gibi hukukta adalet ve
eşitliktir ki, bu güç ve iktidar dahilindedir isteğe bağlı olan işlerdendir. Ve
teklif olunan adalet budur. Diğeri ise sevgide adalet ve eşitliktir ki, bu
beşerî güç ve iktidarın dışındadır. Çünkü muhabbet, zorunlu işlerdendir.
karinesiyle burada adaletten maksat da budur. Ve bundan yasaklamak, mâ-lâ-yutâk
(güç yetmezlik)tır. Şu halde teklif olunan adalet, mümkün olan hukukda
adalettir ve korkulması gereken adaletsizlik diğerini karılık muamelesinden tamamen
mahrum edip, büsbütün terkedilmiş ve ihmal edilmiş gibi bırakmak sûretiyle eza
etmektir. Yani yiyeceği, giyeceği ve oturacağı yeriyle nafakasını vermek ve
geceleme nöbetini eşit tutup konuşup görüşme ve arkadaşlık etmek yeterli
değildir. Kadının ara sıra nefsânî payını da vermek, iyilik etmek lazımdır.
Ancak bu noktada eşitlik teklifi güç yetmez olduğundan bahis konusu değildir.
Hatta böyle bir teklif erkeğe ezadır. Adalet denince, her halde eşitlik
düşünmemelidir. "Elyak" (en uygun)ı, "layık" (uygun)a
tercih etmek de bir hak, bir adalettir.
Görülüyor ki, burada isteğe bağlı işler ile
zorunlu işlerin hükmü ayırt edilerek (Nisâ, 4/3) emrinin bir açıklaması
yapılmıştır. Ve işte sevginin böyle zorunlu işlerden olması kazıyye
(önerme)sidir ki, zinadan korunmak için birden fazla eşe sahip olmayı caiz
gören zorunlu sebeplerden biri olmuştur. Buna karşı, "sevsin ve her
fenalığı yapsın da nikah etmesin" demenin büyük bir zalimlik olacağı
açıktır. Bunun için burada tek eşe teşvik eden nass (dini delil)ın açıklamasıyla
beraber, birden fazla eş almanın şartlarından ve zorunlu sebeplerinden en
önemlisi de anlatılmıştır. Hadis-i şerifte de varid olmuştur ki: "İki
karısı olup da birine büsbütün meyleden kimse kıyamet gününde bir yanı eğik
olarak gelir."
Ve eğer zorunlu bir sebeple böyle bir hal
olunca aralarını düzeltir, bozulan yönlerini iyileştirir. Bundan sonra
meyletmeden sakınırsanız Allah affedici ve merhamet edici olduğundan, geçmişi
affeder ve sizi rahmetiyle maksad ve muradına eren bir kimse eyler.
130- Ve eğer sulh ve arayı düzeltme, hakem ve
aracılık ve diğer herhangi bir şekilde karı koca arası onarılamaz da, her ikisi
istekleriyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah Teâlâ kendi vüsat (genişliğ)ı,
zenginliği ve kudretiyle her birini diğerine muhtaç etmez, onu ona muhtaç
etmez, onu da ona. Çünkü Allah her şeyi kaplayıcı ve hikmet sahibidir.
131-132- Çünkü "göklerde ve yerde ne
varsa Allah'ındır." Demek olur ki ayrılık, iki tarafın rızasıyla olmaz.
Birinin diğerinde gözü bulunursa bu iğna (muhtaç etmeme) vaad edilmiş değildir.
Kadın ayrılmak istemez, geçinmek arzu ederse, erkeğin onu boşaması günahtır.
Aynı şekilde erkek bırakmak istemez, geçinmek arzu ederse, ayrılmaya zorlamak
veya zor kullanmakla ayırmak da günahtır. O zaman bir taraf zalim durumunda
kalır ki, bundan son derece sakınmak gerekir.
Ey müslümanlar, yemin olsun ki, hem sizden
önce kendilerine kitap verilmiş olanlara ve hem size Allah'tan gereğince
sakınınız, azabından korkunuz diye tavsiye ettik ve eğer inkâr edecek olursanız
biliniz ki, göklerde ve yerde her ne varsa hepsi Allah'ındır. Ve Allah her
şeyden zengin ve sizin ibadetinize muhtaç değildir, o kendi zatında hamîd
(övgüye layık)dir. Siz gerek hamdediniz, gerek etmeyiniz, o hadd-i zatında
mahmud (hamdedilen) ve hamde layık olandır. Ne yaratılmışların küfür ve
günahlarıyla zarar eden, ne de şükür ve itaatleriyle menfaat görendir. Ve hamîd
(övgüye layık) olduğundan dolayı sırf rahmetiyle menfaatlerinizi temin ve sizi
zarardan korumak için Allah'tan gereğince korkmayı ve inkâr ve küfürden
sakınmayı emreder diye tavsiye ettik.
Hakikatte göklerde her ne var ve yerde her ne
varsa bütün bunlar yaratılış ve mülk, öncelik ve sonralık bakımından
Allah'ındır. Bütün bunlarda Allah'ın hükmüyle var etmek ve yok etmek, diriltmek
ve yok etmek, sevindirmek ve azarlamak, sevab ve ceza ve diğerleri ile istediği
gibi tasarruf eden ancak O'dur. Ve bu tasarruf ancak O'nun hakkıdır. Allah
bunların hepsine bizzat sahip olduğu gibi, hepsinin işlerini ve işlerin hepsini
tedbir ve idare etmekte ve her birini kendi hesabına görüp gözetmekte vekil
olarak da Allah yeterlidir. Şu halde herkes O'na tevekkül ve itimat etmeli ve
kendi işlerinde başarılı olmak için O'na müracaat edip teslim olmalıdır.
133-Çünkü ey insanlar, bilmiş olunuz ki Allah
dilerse sizi ortadan kaldırır, def eder ve yerinize diğerlerini getirir. Allah
buna da kadirdir, hem pek kadirdir. "Eğer haktan yüz çevirirseniz, Allah
yerinize başka bir kavim getirir de sonra onlar sizin gibi olmazlar."
(Muhammed, 47/38) Rivayet olunuyor ki bu âyet indiği zaman Resulullah (s.a.v.)
mübarek elini Selman-ı Farisi'nin arkasına vurmuş, "onlar bunun
kavmi" buyurmuştur.
134- Her kim dünya sevabı isterse, bilmeli ki
dünyanın da ahiretin de sevabı ancak Allah'ın katındadır. Dünya sevabını da
verecek olan başkası değil, yine Allah'dır. Bunun için de Allah'a ve Allah'ın
kanunlarına müracaat etmek gereklidir. Fakat bunun karşısında bir de ahiret
sevabı vardır. Şu halde Allah'a müracaat edip de yalnız dünya sevabına göz
dikmek ne kadar himmet (gayret) sizlik, ne kadar budalalıktır. Akıllı olan -hiç
olmazsa- "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de" diye
ikisini de istemeli veya en şerefli ve en yükseğine göz dikip dünyayı kâle
almayarak ahireti istemelidir. "Kim ahiret menfaatini isterse, onun mükafatını
artırırız" (Şûra, 42/20) âyetinin delaletince, ahireti isteyen, fazla
olarak, dünyadan da hissedar olur. Nitekim Allah için mücahede eden dünya
ganimetinden mahrum kalmaz, onunla beraber ahiret sevabına da erer. Fakat
ganimet için harbe gidenler gibi sırf dünya peşinde koşanlar bunu bulurlarsa
diğerlerinden mahrum kalırlar. Çünkü Allah semî (işitici) ve basîr (görücü)dir.
Söylenenleri işitir, yapılanları görür, herkesin niyyet ve maksadını bilir ve
ona göre muamele eder. Bunun için şu ilâhî emir ve tavsiyeleri iyi dinleyiniz:
Meâl-i Şerifi
135- Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve
kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için
şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah
ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten
uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya
çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
136- Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine,
Peygamberine indirdiği Kitab'a, ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim
Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr
ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.
137- İman edip sonra inkâr eden, sonra iman
edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne
bağışlayacak, ne de doğru yola eriştirecektir.
138- Münafıklara da haber ver ki, kendileri
için çok acı bir azab vardır.
139- Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost
ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet
ve şeref Allah'a aittir.
140- Allah size Kitab (Kur'an)da:
"Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini
işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, o kâfirlerle
oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz" diye hüküm indirdi.
Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.
141- Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer
Allah tarafından size bir zafer nasip olursa: "Biz sizinle beraber değil
miydik?" derler. Şayet kâfirlerin zaferden bir payı olursa: (Bu defa da
onlara): "Size üstünlük sağlayarak sizi müminlerden korumadık mı?"
derler. Allah, kıyamet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, müminlerin
aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.
142- Münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar.
Halbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza
kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı
pek az anarlar.
143- Münafıklar, küfür ile iman arasında
bocalamaktadırlar. Ne bu müminlere bağlanırlar, ne de şu kâfirlere. Allah kimi
doğru yoldan saptırırsa, sen artık ona kurtuluş yolu bulamazsın.
144- Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da
kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir delil mi vermek
istiyorsunuz?
145- Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin
en aşağı tabakasındadırlar. Onlara bir yardım edici de bulamazsın.
146- Ancak tevbe edenler, durumlarını
düzeltenler, Allah'a sarılanlar ve Allah için dinlerine samimi olarak
bağlananlar müstesna. İşte bunlar müminlerle beraberdirler. Allah, müminlere
büyük bir mükafat verecektir.
147- Eğer şükreder ve iman ederseniz Allah
size azabı ne yapar? Allah, şükredenlerin mükafatını veren ve her şeyi bilendir.
135- Ey iman edenler! Yalnız kadınlar üzerinde
adaleti yerine getiren kimseler olmakla kalmayınız, her hususta adaletle hüküm
verici olunuz, adaletle kaim (ayakta duran) ve müstakim (doğru) hakimler olup,
adalet ve haklılığı ayakta tutunuz, Allah için örnek olacak şahitler olunuz,
hakka dosdoğru şahitlik ediniz. İsterse kendinizin veya ana-baba ve
yakınlarınızın aleyhinde de olsa böyle olunuz. Ki bunda iki mânâ vardır: Birisi
başkasının sizde bir hakkı varsa, kendiniz ikrar ve itiraf ediniz; ananız,
babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa hükümden, şahitlikten kaçınmayınız
demektir. Diğeri de üçüncü, şahıs aleyhine şahitlik, kendinizin ve
yakınlarınızın bir zararıyla sonuçlanacak da olsa, yine dosdoğru şahitlik
ediniz demektir. Aleyhine ve lehine şahitlik ettiğiniz kimseler zengin olsa da
böyle yapınız, fakir olsa da; ne zengine dalkavukluk etmek, ne de fakiri
gözetmek için şahitlikten kaçınmayınız, doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü zengine
de, fakire de Allah daha yakındır. O, onları daha iyi gözetir. Şu halde
doğruluktan sapmakla isteklerinize uymayınız, keyf ve arzuya tabi olmayınız.
Yahut adalet ediyoruz zannıyla arzulara uyup fakiri zengine, akrabayı yabancıya
tercih ederek hakkı gizlemeyiniz veya bozmayınız. Ve eğer hakkı tutmakta veya
şahitlikte dillerinizi eğer büğerseniz veya büsbütün yüz çevirirseniz Allah
muhakkak hepinizin yaptıklarınızdan haberdardır. Hiç biriniz yakanızı
kurtaramazsınız. Hamze ve İbnü Amir kıraetlerinde (lâm)ın zammı ve (vâv)ın
sükunuyla okunur ki, birincisi den, bu da dendir. Bu şekilde mânâ: "Ve
eğer şahitlikte görevlendirilir de hakkiyle yerine getirmez veya yerine
getirmekten yüz çevirir ve çekinirseniz, her iki halde Allah yaptıklarınızdan
haberdardır. Birinde mükafatını, birinde de cezasını verir" demek olur.
İşte müslümanlar böyle keyf ve arzuya uymaz, adaletli ve doğru, doğru söyleyen,
hakkı taparcasına seven, Allah için şahitler olmalıdır.
136-O halde:
Ey imana gelenler Allah ve Resulüne, yani
Muhammed Aleyhisselama ve Allah'ın bu Peygamberine tenzil buyurduğu (zaman
zaman, kısım kısım indirmekte olduğu) bu kitaba, yani Kur'an'a ve bundan önce
indirdiği kitap cinsine iman ediniz. Bunların bir kısmına iman ettiğiniz gibi,
hepsine de iman ediniz. İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir kırâetlerinde meçhul
sigasiyle ve okunur. Bunlara ciddi olarak iman ediniz. Zira her kim, Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe küfreder (inanmaz),
bunlardan birini inkâr ederse, son derece derin bir sapıklığa düşmüş, doğrudan
uzaklaşmış, artık yolunu bulamayacak derecede şaşırmış, gayeyi kaybetmiş olur.
Bununla küfrün bizzat (Nisâ, 4/116) hükmüne katılmış bulunduğu, yani her küfrün
şirk demek olduğu açıkça gösterilmiştir.
Rivayet edildiğine göre yahudi hahamlarından
bir topluluk, Resulullah'a gelmişler: "Ey Allah'ın Resûlü biz, sana,
kitabına, Musa'ya, Tevrat'a ve Üzeyr'e iman ediyoruz ve bunlardan başka
kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz" demişlerdi. Peygamberimiz de:
"Hayır, Allah'a, bütün peygamberlerine, Muhammed'e ve kitabı Kur'an'a ve
ondan önceki her kitaba iman ediniz" buyurdu. "Yapmayız"
dediler. Bu âyet nazil oldu ve hepsi iman ettiler. Dikkate şayandır ki, iman
fıkrasında "Allah'a, Resulüne, Resulüne indirilen kitaba, ondan önce
indirilmiş olan kitaba" diye dört şeye iman belirtilmiştir. Bu da
"Allah'a iman, Peygambere iman, kitaplara iman" diye üç mertebede
özetlenebilir. Halbuki küfür fıkrasında, "Allah'ı inkâr, meleklerini
inkâr, kitaplarını inkâr, peygamberlerini inkâr, ahiret gününü inkâr" diye
melekler ve ahiret günü de eklenerek beş şey açıklanmış, hem de Resul'e diğer
Resuller de eklenerek cem' (çoğul siyasiyle) buyurulmuştur. Bununla Allah ve
Peygamber'e, bütün kitaplara imanın, her halde bütün peygamberlere, meleklere
ve ahiret gününe imanı içine aldığı gösterilmiş ve bir insanın Allah'a, Peygamber'e
ve kitaplara iman iddia edip de peygamberlerden birini, melekleri veya ahireti
inkâra kalkışması ve bu hususta gelmiş olan âyetleri tevile çalışması ihtimali
bulunduğundan, bunları inkâr edenlerin Allah'ı da inkâr etmiş oldukları
bilhassa açıklanmıştır.
137-Bütün bunlar müşrikler gibi son derece
derin bir sapıklık ile sapmış olanlardır. Şu da muhakkak ki, önce iman etmiş,
sonra inkâr etmiş, sonra iman etmiş, sonra yine küfretmiş ve tamamen küfre
dalmış olanlar, böyle imandan küfre, küfürden imana dönerek sonunda küfürde
karar kılmış ve bu şekilde küfürü çoğaltmış olanlar yok mu, hiçbir şekilde
Allah'ın bunları affetmesine ve doğru yola sevketmesine ihtimal yoktur. Yani
iman ederlerse kabul etmez değil, fakat çoğunlukla bunlar kalpleri mühürlü olduklarından
can çekişme zamanına gelmedikçe iman etmezler ve belki o zaman bile etmezler.
Ve iman etmeyince de âyeti delaletince asla af yüzü görmezler. Tevbenin kabul
edilebileceği bir zamanda tevbe edip ihlas ile iman etseler, gelecek olan
istisnası gereğince kabul edilir ve affedilebilirlerdi ama etmezler ki...
138-Bunun için, münafıklara müjde et ki,
onlara acıklı bir azab muhakkaktır. Bu bölüm, bu âyetin doğrudan doğruya veya
dolayısıyla münafıklarla ilgisini ifade eder. Gerçekte münafıklar, görünüşte iman
ederler, sonra gizli gizli küfürler yaparlar, sonra müminleri görünce yine
"amenna" (inandık) derler. Ara bozuculuk ve fesatta ısrar ederler.
Bununla beraber âyetin zahiri, açıktan açığa imandan küfre, küfürden imana
defalarca değişiklik gösteren ve sonunda küfürde karar kılan fertler ve
toplumlar hakkındadır ki, münafıklar da bunlara dahildir. Ve rivayet olunduğuna
göre bunun asıl iniş sebebi yahudilerdir. Çünkü yahudiler, önce Hz. Musa'ya
iman ettiler, sonra buzağıya taptıkları zaman küfrettiler, sonra Hz. Musa
dönünce yine iman ettiler, sonra Hz. İsa'yı inkâr ettiler, sonra da Hz.
Muhammed (s.a.v.)'a küfretmekle inkârlarını artırdılar ki, âyet bunların bu
hallerini tasvir edip böyle olanları da bunlara katmış. Münafıklar da bunlara
benzediği ve bunlara dost oldukları için "münafıklara müjde et" diye
inzar (korkutma) yerinde tebşir (müjdeleme) ile tehekküm (alaya almay)e tabi
tutulmuşlardır. Demek oluyor ki, bu gibi döneklik ve kararsızlıklar sadece
fertler hakkında değil, toplumlar hakkında da felaket sebebidir. Çünkü
yahudilerin âyette tasvir olunan bu durumları fertlerinin değil, toplum ve
milletlerinin durumudur. Çünkü Hz. İsa'ya ve Hz. Muhammed'e küfreden fertler
ile buzağıya tapan ve ondan önce iman eden fertlerin aynı olmadığı malumdur.
Fakat bu değişim ve kararsızlık, o milletin genel bir karakteri olmuştur. Şu
halde burada bir zamanlar İslâm dinine hizmet etmiş olup da, sonra kâh küfür ve
kâh iman, şuraya buraya bocalıyarak sonunda kâfirlere dönmüş olanların kurtuluş
ve selamet bulmalarına asla ihtimal olmadığı da anlatılmış oluyor. Nitekim
Endülüs'te dinden dönenlerin hiçbiri dünyalarını kurtaramamışlar, hepsi yok
olmuşlardır.
139-Yani: Onlar ki müminleri bırakıp,
kâfirleri dost edinirler ve onların arkalarından giderler. Münafıklar,
müminlere karşı yahudilerle dostluk ediyorlardı. Bunlar o kâfirlerin yanında
izzet (şeref) ve kuvvet mi arıyorlar? Onlara dost olmakla izzet ve şeref
bulacaklarını, üstün geleceklerini mi sanıyorlar? Ne kadar yanılıyorlar. Çünkü
bütün izzet Allah'ındır. Ve ancak ondan alınır, Allah'ın izzet vermediği
kimseler hiçbir şekilde aziz (şerefli) olamazlar. Allah ise müminleri şerefli
kılmıştır. "Şeref, Allah'a, Resulüne ve müminlere aittir".
(Münafikûn, 63/8) Şu halde kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne kadar
terstir.
140- : Âsım ve Yakub kırâetlerinin dışında
meçhul siğasiyle okunur. Halbuki daha önce size kitapta Allah şöyle indirmiş,
şöyle indirilmiş idi: Ki Allah'ın âyetlerine küfredilirken ve alaya alınırken
işittiğiniz zaman o kâfirler ve alaycılarla beraber oturmayınız, ta ki başka
söze dalsınlar. O halde onlarla beraber oturmaktan bile sakınmak ve imanın
şerefini korumak gerekirken onlarla dost olmak ve onlardan şeref beklemek nasıl
olur?
Mekke'de müşriklerin durumlarına karşı
Peygamber'e hitap edilerek, "Âyetlerimiz üzerine lüzumsuz münakaşaya dalan
kimseleri gördüğün zaman onlardan uzaklaş ki, ondan başka bir söze
dalsınlar" (En'am, 6/68) âyeti inmişti. Medine'de de yahudi hahamları
bulundukları meclislerde Kur'an'dan küfür ve alay ile bahsederler ve münafıklar
da onlarla beraber bulunur, dinlerlerdi. Bundan dolayı o âyet meâl olarak
anılmış ve bu şekilde Peygamber'e hitabın, bütün ümmetine hitap etmek demek
olduğu anlatılmış ve buyurulmuştur ki: Bu takdirde, yani Allah'ın âyetleriyle
küfür ve alay edilirken yanlarında oturduğunuz takdirde siz onların, o kâfir
alaycıların aynısınız. O zaman siz de onlar gibi kâfir olursunuz. Bu âyetin
zahirine bakarak Allah'ın âyetleri ile alay etmek küfür olduğu gibi, o esnada
yalnız onların yanında oturmak da küfür olacağı anlaşılıyor. Bununla beraber
Akaid âlimleri bunu rıza (hoşgörme) ile kayıtlandırmışlar ki, buna karine de
nüzul sebebinin münafıklar hakkında olmasıdır. Fakat rıza itirazı terketmek
demek olduğuna göre açık veya gizli itiraz edilmedikçe kişi küfürden kurtulmuş
olamaz. Kalkıp gitmek de bir itiraz demektir. Meğer ki "Kalbi iman ile
dopdolu olduğu halde küfre zorlanan kimse hariç" (Nahl, 16/106) olsun.
Oturur onlar gibi olursa ne mi olur? Şüphesiz ki Allah münafıklarla kâfirlerin
hepsini cehennemde toplayacaktır. Dünyada Allah'ın âyetleriyle alay etmek için
toplandıkları gibi, ahirette de cehennem azabında öylece toplanırlar.
141- O münafıklar ki sizi gözetir beklerler
derken Allah tarafından size birtakım fetihler oluverirse "Biz, sizinle
beraber değil miydik?" derler, hemen ganimete konmak isterler. Ve şayet
nasib kâfirlerin olur, zafer kâfirlere nasib oluverirse o zaman da onlara
"biz size üstün gelmedik mi? Ve sizi müminlerden muhafaza etmedik
mi?" derler. Onlara minnet edip bir hisse kapmak isterler. Bu söz başlıca
iki mânâya müsaittir. Birisi: "Fırsat elimizde değil miydi? Biz de
müminlerle beraber olup sizinle harbetseydik, sizi mağlub ve perişan etmez
miydik? Halbuki siz dışardan uğraşırken biz kaleyi içinden fethettik, müminlere
yardım etmedik. Sizin hesabınıza onlara propaganda yaptık, aldattık, kalblerine
korku düşürdük ve sonunda bu sayede siz muzaffer oldunuz. Şu halde bu bizim
mevkiimiz sizden yüksektir" demek olur ki, tefsircilerin çoğunluğu bunu
tercih etmişlerdir. Diğeri de: "Siz müslümanları kuvvetli zannedip
müslüman olacakken biz size yasaklamadık mı? Muhammed'in işi zayıflayacak siz
kuvvetleneceksiniz diye sizi imandan vazgeçirmedik mi? Bakınız işte dediğimiz
oldu, bizim kanaatimiz size galip geldi, şu halde üstünlük asıl bizimdir. Bu
zaferin ganimetine sizden çok biz layıkız" demektir ki, bazı tefsirciler
de bu mânâyı seçmişlerdir.
Şu halde bu böyle kalmayacak, kıyamet gününde
Allah aranızda hükmedecek, o zaman mümin ile münafık tamamen seçilecektir.
Dünyada zahir ile hükmolunur, zahirde kelime-i şehadet söyleyip müslüman
görünene müslüman muamelesi yapılır. Fakat ahiret için ise böyle değildir. Şunu
bilmelidir ki, Allah kâfirler için müminler üzerine kesin olarak yol vermez.
Dünyada bazan kâfirler zafer kazansalar, müminlere hakim görünseler bile, bu
bir yol, bir kanun, bir şeriat değil, geçici ve devamsız bir imtihan ve
istidrac (şerre bağlı başarı)dır. Kalblere işleyecek delil ve burhandan mahrum,
gelip geçici şeylerdir. "Adaleti yerine getirici ve Allah için
şahitler" olan hak ve adalet ehli muhakkak onlara üstünlük sağlarlar.
Dünyada olmazsa, ahirette üstün gelir. Allah'ın şeriatinde, hak kanunda mümin
kâfirden daima şereflidir. Onun altında kalmaz, onun ayağının altına düşmez.
Şerefiyle ölür, hakkın şerefini çiğnetmez. Ve işte bu hikmetten dolayıdır ki,
bir mümin kadının kâfirle evlendirilmesi caiz olmaz, küfür olur. Çünkü onu
onunla evlendirmek, mümin üzerine kâfire yol vermek, o mümin kadını kâfirin
istilasına terketmektir. Allah ise buyurmuştur.
142-143- Şüphe yok ki münafıklar Allah'a hile
yapmaya kalkışıyorlar. Kalblerinde küfür saklayıp, zahirde mümin görünüyorlar
ve sanki bununla Allah'ı aldatmak istiyorlar. Halbuki Allah onların hilelerini
kendi başlarına geçirmiştir. (Bakara sûresinin başındaki münafıklarla ilgili
âyetlere bkz. 2/8-20) Bunlar namaza kalktıkları zaman tembel tembel, istemeye
istemeye çok tembellik ile kalkarlar. Çünkü bunlar insanlara gösteriş yaparlar,
ve Allah'ı hatırlarına getirmezler, yadetmezler, anarlarsa pek az anarlar ki, o
da ağızlarındadır. Bunlar bunu yaparken iman ile küfür arasında kararsız,
tereddüt içinde, şaşkın bir haldedirler. Ne onlara, ne de onlara, yani ne müminlere
mal olurlar, ne de kâfirlere. İkisi arasında bocalar dururlar, çünkü bunları
Allah şaşırtmıştır. Allah'ın şaşırdığına da artık bir yol bulamazsın. Nerede
kaldı ki ona hidayet edebilesin.
144-Şu halde, Ey inananlar! Siz inananları
bırakıp da kâfirleri dost edinmeyiniz. Münafık olduğunuza dair Allah için
aleyhinize açık ve savunulması mümkün olmayan bir delil ve burhan vermenizi
ister misiniz? Elbette istemezsiniz değil mi? Halbuki müminleri bırakıp
kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın açık bir delilidir.
145- Münafıklar hiç şüphe yok ateşin en alt
tabakasındadırlar. Bunlar, kâfirlerin en çirkini, en düşkünü olduklarından,
yerleri de cehennemin dibidir. Ve artık onları buradan kurtaracak bir yardımcı,
bir kurtarıcı bulamazsın.
146- Ancak iki yüzlülükten tevbe edenler tevbe
edip halini düzeltenler, halini düzeltip Allah'a tutunanlar, Allah'a tutunup,
Allah için dinlerini halis kılanlar hariçtirler. Çünkü bunlar kendilerinden hiç
iki yüzlülük sadır olmayan müminlerle beraberdirler. Allah da müminlere muhakkak
büyük bir mükafat verecektir. Şu halde o tevbe edenler de bundan hisseli
olacaklardır.
147-Ey insanlar, siz şükreder ve iman
ederseniz, Allah size azabı ne yapacak? Çünkü azabın Allah tarafından
konulmasının hikmeti, inkâr ve küfürden çekindirmek, şükür ve imana sevk
içindir. Şu halde şükür ve iman hasıl olduktan sonra Allah kullarına azab edip
de ne yapacak? Halbuki Allah şâkir ve alîmdir: Şâkirdir, yani azıcık bir taate
büyük sevab ile karşılık verir. Alimdir, yani pek büyük bir kadir (değer) bilendir,
şükür ve imanınızın kadrini bilir, takdir eder. O halde ihlas ile tevbekar olup
halini düzelten ve Allah'ın dinine sarılıp şükür ve iman yolunu tutanların
mükafat ve sevabdan mahrum kalmaları nasıl tasavvur olunur? Demek azab, inkâr
ve küfürde ısrar etmenin ve Allah'ın koyduğu hükümlere karşı gelmenin bir
sonucu ve ilâhî bir hikmet meselesidir. Varlığın konuluşu, ilâhî rahmet
içindir, şükür ve iman da bunun yoludur. İnkâr ve küfür ile Allah'dan kaçanlar
bu yoldan sapmaya, bu Hakk'ın koyduğunu bozmaya ve Allah ile mücadele etmeye
savaşmış olduklarından dolayı, Allah'dan ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış
olurlar. Allah'ın mülkünden dışarı çıkmak mümkün olmadığı için, azab da işte bu
meydana getirme işinin ve bu uzaklaşmanın gerekli bir sonucu olur. Bu sonuç
esasen doğru ile yanlış, hayır ile şer, güzel ile çirkin arasındaki fark ve
üstünlüğe göre sıralanmıştır. Bu da Allah Teâlâ'nın vacib olan vücuduyla,
ortağının mümkün olmayışı arasındaki karşılıklı ilginin bir dalıdır. Şu halde
inkâr ve küfürden sonra da olsa şükür ve iman ile Allah'a yaklaşma yolu
tutulunca artık azab için hiçbir sebep kalmaz. Şâkir ve alîm olan Allah,
muhakkak o şükür ve imanın mükafatını ihsan eder. Şükür ve imandan sonra inkâr
ve küfüre sapıp Allah'dan ve Allah yolundan kaçanlar azaba varacakları gibi
inkâr ve küfürden sonra da olsa şükür ve iman yolunu tutup Allah'a doğru
gidenler de muhakkak Hakk'ın rahmetine vasıl olurlar. Şu halde hayat cereyanı
yürüyüp dururken, "Artık ben vazifemi yaptım" deyip de Allah'a karşı
gururlanarak şükür ve imandan sonra saygısızlığa, inkâr ve küfüre sapmak caiz
olamayacağı gibi, "Ben şimdiye kadar inkâr ve küfür yolunda dolaştım,
günahlara daldım, bundan sonra kurtuluş imkânı kalmamıştır" diye ümitsiz
olup da henüz fırsat eldeyken tevbe ve düzelmeden yüz çevirmek de caiz
değildir. Derhal kötülüklerden tevbe edip şükür ve iman yolunu tutmalıdır. Zira
Allah şükredenleri takdir eden ve her şeyi bilendir.
Şükür ve iman ile inkâr ve küfrün hükümlerini
takdir sırasında geçmiş açıklamaların tamamlayıcısı ve yeni beyanların
başlangıcı olmak üzere şu ilâhî ahlâkı bilmek ve tevbekar olanlara geçmişten
dolayı kınama ve kötülemede bulunmamak gerekir:
Meâl-i Şerifi
148- Allah, zulme uğrayanların dışında, çirkin
sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz. Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla
bilendir.
149- Bir hayrı açıklar yahut gizlerseniz,
yahut da bir kötülüğü bağışlarsanız, biliniz ki, Allah da çok bağışlayıcıdır,
her şeye hakkıyla kadirdir.
148-- Allah, kötü sözün açıklanmasını sevmez.
Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana
konulmasını istemez, buğzeder. Gerçi Allah, ne fiil olarak, ne söz olarak, ne
gizli, ne aşikar kötülüğün hiç birini sevmez. Fakat ister sözle olsun ilan
edildiği ve açıklandığı zamandır ki, bilhassa gazab ve azab eder. Ve işte ilâhî
azabın sır ve hikmeti bu noktada, yani Allah'ın kötülüğü sevmemesindedir. Ancak
mazlum (zulme uğrayan) hariç. Zulmedilmiş, hakkına tecavüz olunmuş olan kimse
feryad edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir veyahut ondan yakınarak
kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine aynen karşılıkda bulunabilir.
Ve Allah zulme uğrayanın feryadını dinler, halini bilir.
Bu âyetin sebebi nüzulünde deniliyor ki, bir
gün Peygamberin huzurunda bir adam Hz. Ebu Bekir'in yüzüne karşı küfretmiş, o
da birkaç kere sustuktan sonra sonuçta karşılık vermişti. Karşılık verince
Peygamberimiz meclisten kalkıverdi. Hz. Ebu Bekir: "O bana söverken
oturuyordunuz, ben karşılık verince kalktınız" dedi. Resulullah da:
"Bir melek senin tarafından cevap veriyordu, sen karşılık verince o melek
gitti, şeytan geldi, şeytan gelince ben de oturmadım" buyurdu ve bunun
üzerine bu âyet nazil oldu. Bir rivayete göre de, bir topluluğa bir misafir
gelmiş, yemek vermemişler, şikayet etmiş, şikayetinden dolayı da azarlanmış,
bunun üzerine bu âyet inmiş. Hakkına riayet edilmeyen misafirin mazlumlar
arasında bulunduğu ve şikayete hakkı olduğu açıklanmıştır.
149- Siz sözlü veya fiili olarak herhangi bir
hayrı açık veya gizli yapar veya kendinize karşı yapılan bir kötülüğü
affederseniz, yani bilhassa affetmek hayrını yaparsanız şüphe etmeyiniz ki,
Allah çok affedici ve her şeye gücü yetendir. Affı çok, kudreti pek büyüktür.
Şu halde ilâhî ahlâk ile ahlâklanınız da, gücünüz yeterken affediniz ki, Allah
katında affa mazhar olasınız ve mükafatınızı alasınız.
Fakat bu ilâhî affa kimlerin nail
olabileceğini iyi anlamak gerekir. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
150- Onlar, Allah'ı ve peygamberlerini inkâr
ederler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler. "Kimine
inanırız, kimini inkâr ederiz" derler. Bu ikisinin (imanla küfrün)
arasında bir yol tutmak isterler.
151- İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de
kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır.
152- Allah'a ve peygamberlerine iman edenler
ve onlar arasında ayırım yapmayanlara (Allah) pek yakında mükafatlarını
verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
150-151- "Allah'ı ve peygamberlerini
inkâr edenler" Bu âyetten anlaşılıyor ki, kâfirler başlıca üç kısımdır.
Birincisi: Ne Allah, ne peygamber tanımayan, hiç birine iman etmeyenler.
İkincisi: İmanda Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar. Yani Allah'a iman
iddiasında bulunup da Allah'ın gönderdiği peygamberlere inanmayanlar. Üçüncüsü:
Peygamberlerin bazısını tanıyıp da bazısını tanımayanlardır ki, kitap ehlinden
yahudi ve hıristiyanlar bu kısımdandır. Ve bu âyet doğrudan doğruya bunlar
hakkında inmiş, iman ile küfür arasında orta bir derece, bir yol bulunmadığı ve
peygamberlerden bazısını tanımamak, hepsini tanımamak ve hepsini tanımamak
Allah'ı da tanımamak demek olduğunu göstermiştir. Yani Allah'a ve
peygamberlerine küfreden (inkâr eden)ler, fakat bunu açıklıyarak değil, fikir
ve mezhepleri bu küfrü gerektiren, ve Allah ile peygamberleri arasını imanda
ayırdetmek isteyenler, hatta bunu da genel olarak ve umumi şekilde açıklamayıp
sözleri bunu gerektiren, biz bazısına inanırız ve bazısına inanmayız diyenler,
mesela "Musa, Üzeyr filan ve filan peygamberlere ve Tevrat'a inanırız,
fakat İsa'ya ve Muhammed'e, İncil'e ve Kur'ân'a inanmayız" diyen
yahudiler; aynı şekilde, "Musa'ya ve İsa'ya, Tevrat'a ve İncil'e inanırız
ama, Kur'ân'a ve Muhammed'e inanmayız" diyen hıristiyanlar ve aynı şekilde
yahudiler arasında "Muhammed bir peygamberdir ama, bizim peygamberimiz
değildir" diye kaçamak yapan, ve bu şekilde iman ile küfür arasında bir
yol tutmak isteyenler, işte bütün bunlar muhakkak kâfirdirler ve küfürleri
açıkça sabittir. Zira iman ile küfür, hak ile batıl arasında bir mertebe
yoktur. Bir peygambere küfretmek, peygamberliğe küfretmektir. Peygamberliğe
küfretmek, bütün peygamberlere küfretmektir ve bütün peygamberlere küfretmek,
Allah'a küfretmektir. Çünkü Allah'ın bir emrine küfretmek, genel olarak,
Allah'a küfretmektir. Biz de üstün kudret ve büyüklüğümüzle bütün kâfirlere
alçaltıcı, ihanetli, aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır, sırası gelince
tadacaklardır. Şu halde vaad edilen af ve mükafat böyle inkâr ve küfür
sahiplerine değildir.
152- Allah'a ve peygamberlerine iman edip,
bunlardan hiç birinin arasını ayırmayanlar yok mu? İşte Allah bunlara muhakkak
mükafatlarını verecektir. Geçmiş olan günahlarına da Allah gafûr (çok
affedici), rahîm (çok merhamet edici)dir. O mağfiret ve rahmet vadi işte
bunlaradır.
Bu düzenlemeden sonra kitap ehlinin
küfürlerini genişçe incelemek ve inatlarını açıklamak ve iptal (hükümsüz
bırakmak) için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
153- Kitap ehli, senden, kendilerine gökten
bir kitap indirmeni istiyorlar. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişler ve:
"Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. Haksızlıkları sebebiyle
onları yıldırım çarptı. Sonra kendilerine açık deliller geldiği halde buzağıyı
(tanrı) edinmişlerdi. Onları bundan dolayı da affettik. Ve Musa'ya açık bir
delil (yetki) verdik.
154- Söz vermeleri için Tur dağını üzerlerine
kaldırdık. Onlara: "O kapıdan secde ederek girin" dedik. Yine onlara:
"Cumartesi yasağını çiğnemeyin" dedik ve onlardan sağlam bir söz
aldık.
155- Verdikleri sözden dönmeleri, Allah'ın
âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberlerini öldürmeleri ve
"kalblerimiz kılıflıdır" demelerinden dolayı (başlarına türlü belalar
verdik). Doğrusu Allah, inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir.
Pek azı hariç onlar inanmazlar.
156-(Kalblerinin mühürlenmesinin diğer bir
sebebi de İsa'yı) inkâr etmeleri ve Meryem'e büyük bir iftirada bulunmalarıdır.
157- Bir de "Biz Allah'ın peygamberi
Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" demeleridir. Oysa onu ne öldürdüler, ne
de astılar. Fakat öldürdükleri kimse, onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında
anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir
bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.
158- Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir.
Allah, aziz (daima üstün)dir, hikmet sahibidir.
159- Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki,
ölmeden önce ona (İsa'ya) iman etmiş olmasın. Kıyamet gününde o, onlara
şahitlik edecektir.
160-161- Yahudilerin zulmetmeleri ve birçok
kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve
insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl
kılınan temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap
hazırladık.
162- Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar
ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler.
Onlar, namazı kılan, zekatı veren, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerdir.
İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz.
153- Ey Muhammed! Kitap ehli, senin
peygamberliğine inanmak için, Allah tarafından Kur'ân'ın sana kelâm (söz)
halinde indirilmiş olmasını yeterli görmüyorlar ve bunu semavi kitaplardan
saymak istemiyorlar da, senden kendilerine gökten bir kitap indirivermeni
istiyorlar. Bir kere Allah'ın değil, senin indirmeni istiyorlar. İkincisi,
başkasına değil, kendilerine, kendi üzerlerine indirmeni istiyorlar ki, bununla
peygamberliği kendilerinde görmedikçe ve kendilerinde peygamberliği tecrübe
etmedikçe iman etmiyeceklerini anlatmış oluyorlar. Üçüncüsü, kitabın mânâ veya
nazım ve mânâ olarak vahy yoluyla kalbe inmesine ve bundan sonra onun kullar
tarafından yazılmasına kanaat etmeyip, gökten bir hatt (yazı) ile yazılmış
levhalar veya sayfalar halinde belli bir cisim olarak şu maddi gökten
düşüvermesini istiyorlar. Kitabın ulviliği ve semavi oluşunun, ancak böyle bir
maddi ve cismani şekilde görmeleri halinde tasdik edilebileceğini iddia
ediyorlar. Halbuki bu şartlar altında her cismin, Allah'ın kudreti yönünden bir
kitap olduğunu, fakat okumasını bilmediklerini düşünmüyorlar. Âyetin zahirinden
de anlaşılacağı üzere tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre bu kitap ehlinden
maksat yahudilerdir.
Rivayet ediliyor ki, Ka'b b. Eşref ve Finhas
b. Azura gibi yahudi din adamları sırf tahakkum ve inat etmek için
Peygamberimizin huzuruna gelmişler, "Eğer sen peygambersen bize Hz. Musa
gibi gökten ve topu birden bir kitap indir" demişler. Bazıları bu kitabın
Tevrat gibi levha üzerine ve bir semavi yazı ile yazılmış olmasını, diğer
bazıları inerken kendilerinin de muayene ve görmelerini, diğer bazıları da
filan ve filan diye bizzat kendilerine indirilmesini ve bunun içinde
"Muhammed Resulullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) diye yazılmış
olmasını söylemişler, bu âyetler de bunun üzerine inmiştir.
Buyuruluyor ki:
Ey Muhammed! Sen bunların bu isteklerini büyük
görme, bunu bunlara çok görme, çünkü bunlar Musa'dan bundan daha büyüğünü
istediler bize Allah'ı açıktan göster, dediler. Dediler de bu zulümleri sebebiyle
kendilerini yıldırım çarptı. (Bakara sûresinin 55. âyetine bkz.) Sonra bunlara
deliller geldikten, yani Hz. Musa'nın Firavun'a karşı gösterdiği asâ, yedi
beyza ve denizin yarılması mucizeleri gösterildikten sonra -ki henüz Tevrat
inmemişti- da tuttular buzağıya taptılar. Böyle iken biz bundan affettik. Ve
Musa'ya sultan-ı mübin (açık hakimiyet), yani üzerlerinde tesiri açık bir
hükmedici sulta verdik.
154-Öyle ki isyanlarına tevbe olmak için
kendilerini öldürmelerini emrettik, ve misak (ahid)lerini almak için dağı,
gölgelik gibi tepelerine kaldırdık, ve kendilerine kapıdan usluca boynunuzu
eğip secde ederek giriniz dedik. Ve sebt, yani Cumartesi günü kımıldamayın,
diğer deyişle bu günün hürmetine tecavüz etmeyin, balık malık avlamayın dedik.
Ve böyle baskı ve zorlama ile bunlardan ağır bir ahidname aldık.
İsrail oğullarının sözleşmelerini almak için
Tûr'un bir gölgelik gibi başlarına kaldırılıp dikilmesi mucizesi hakkında
birkaç söz vardır: Bazıları bu Tûr'dan maksadın Tûr-i Sina olduğunu söylemişler,
bazıları da kelimenin asıl mânâsıyla bir dağ demek olduğunu açıklamışlardır.
Bununla beraber anlaşılıyor ki, Kur'ân'da bu Tûr'u kaldırma olayı bir baskı ve
zorlama mânâsını ifade etmek için getirilmiştir. Bakara sûresinde geçen
"Size verdiğimize (Tevrat'a) kuvvetle yapışın." (Bakara, 2/93) bunun
açık bir ifadesi olduğu gibi, burada da deki sultayı açıklama sırasında
zikrolunmuştur. Şu halde asıl maksad Tûr'un kaldırılmasının nasıl olduğu değil,
gayesidir. Yani Allah Teâlâ bunları kamil imanla değil, dağın altında
kafalarını ezecek gibi bir vaziyette maddi kuvvetle bastırarak dine bağlamış ve
çok ağır bir şekilde sözleşmelerini almıştır.
155-156-Bunlar bu ağır sözleşmeye bağlandıktan
ve böyle zabt u rabt (sıkı bağlantı) altına alındıktan sonra sebat ettiler mi?
Hayır. Tersine sözleşmeyi bozdular ve nice cinayetler yaptılar ve Allah'ın
gazabına da asıl bundan sonra uğradılar. Bunu açıklamak için buyuruluyor ki:
Bundan sonra sözleşmelerini bozmaları ve gelecekte sayılacak olan cinayetleri
işlemiş olmaları sebebiyle... Bu nazımda "ba"nın müteallakı
(ilgilendiği kelâm) hazfedilmiştir ki, "Biz de belalarını verdik. Şu şu
sebeplerden dolayı kendilerine lanet ve gazeb ettik" demektir. Nitekim
Maide Sûresinde de "Andlaşmalarını bozmaları sebebiyle onları lânetledik."
(Maide, 5/13) diye açıklanmıştır. Bu gibi hazifler, sükût içinde duyan zihne
mümkün olan her hatırayı atarak gayet belağatlı bir korkutma ifade eder.
Yani sözleşmelerini bozmaları Allah'ın
âyetlerini, hükümlerini ve emirlerini gösteren açık delilleri ve derin
mucizelerini inkâr etmeleri, ve birtakım peygamberleri haksız yere öldürmeleri,
ve bizim kalblerimiz "ğulf" tür demeleri sebebiyledir ki, bunda iki
mânâ vardır: Birisi, "Bizim kalblerimiz ilim mahfaza (kap)larıdır. Şu
halde, ilmimiz sayesinde biz artık peygamberlere, filanlara muhtaç
değiliz" demektir. Diğeri de, "Bizim kalblerimiz kabuklu, kaşerlidir,
ne söylense etkilenmez. Şu halde yapılan davet ve telkinlerin hiçbiri
kulağımıza girmez" demektir. Burada bu söze karşı bir cümle-i mutarıza
(ara cümle) halinde şöyle buyuruluyor: Hayır bunların kalbleri ilim kabı ve ve
doğuştan kabuklu olduğundan değil, belki Allah o kalblerin üzerine inkârlarını
basmış; küfrü, ısrar ve alışkanlıkları dolayısıyla artık onlara huy yapmış da,
ondan dolayı iman etmezler, ancak pek azı hariç. Yoksa ne ilim insanı dinden,
imandan, Allah'dan, peygamberden müstağni (ihtiyaçsız) kılar, ne de aslî
yaratılışta beşer kalbi bu kadar katı ve bu kadar zalim olur. Bir bu
sebeplerle, bir de böyle huy edindikleri küfürleri ve Meryem aleyhinde pek
büyük bir iftirada bulunmaları. Bunlar, Hz. Meryem'i zina ile suçlamak
suretiyle büyük bir iftirada bulunmuşlar, bu da Allah Teâlâ'nın, beşerin
dokunması olmaksızın bir çocuk yaratmaya kudretini inkâr etmelerinden dolayı
olmuştur. Bunu inkâr ise, tabiatın ezeli olması davasıyla Allah'ı inkârdır.
buna işarettir. Bu küfürleriyle o büyük iftirayı söylemiş olmaları,
157- ve Allah'ın peygamberi olan Mesih Meryem
oğlu İsa'yı biz öldürdük demeleri, yani peygamberlik vasfıyla alay ettik ve
böyle bir zatı öldürdük diye öğünmeleri sebebiyledir ki, Allah bunları gazab ve
düşüklüğe düçar etmiş, belalarını vermiştir. Halbuki bunlar onu gerçekte ne
öldürdüler, ne astılar. Çünkü İsa'nın hakikati bir kelime, bir ruh idi. Bunu
ise ne öldürebildiler, ne de asabildiler. Ve fakat şüpheye düşürüldüler, onlara
öyle gibi gösterildi.
Bu teşbih (benzetme) meselesinde çeşitli
rivayetler vardır ki, başlıca iki vecih (görüş) vardır:
I- Kelâmcıların birçoğu demiştir ki, yahudiler
Hz. İsa'yı öldürmek istedikleri zaman Allah onu göğe kaldırdı. Yahudi reisleri
de halkın fitneye düşmesinden korktular, bir insan tuttular, öldürüp astılar ve
insanlara: "Mesih işte bu" diye aldatarak ilan ettiler. Çünkü halkın
çoğunluğu onu şahsen değil, ancak ismiyle tanıyorlardı.
II- demek, İsa'nın benzeri birine ilka olundu,
başka bir insan ona benzetildi, ona benzer bir şekle konuldu demektir demişler
ve bunda dört görüş nakletmişlerdir:
1- Yahudiler Hz. İsa'nın ashab (arkadaşlar)ı
ile beraber filan evde bulunduklarını öğrendikleri zaman başlarında bulunan
Yahuda, kendi adamlarından Taytayus adında birine eve girip İsa'yı öldürülmek
üzere çıkarmasını emretmiş, o da girmiş, Allah Teâlâ da Hz. İsa'yı evin
tavanından çıkarıp o adamı ona benzettirmiş, bundan dolayı onu Hz. İsa
zannetmişler, tutup asarak öldürmüşler.
2- İsa'yı gözetmek için bir adam
görevlendirmişler, İsa (a.s.) dağa çıkmış ve göğe çıkartılmış, Allah o gözcüyü
ona benzettirmiş, onu yakalamışlar, öldürmüşler, "ben İsa değilim"
demişse de dinlememişler.
3- Yahudiler Hz. İsa'yı tutmaya azmettikleri
zaman ashabından on kişi beraberinde bulunuyormuş. Onlara: "Benim kılığıma
sokulmaya razı olup cenneti satın alacak olan kim var?" diye sormuş.
İçlerinden birisi de: "ben" demiş. Bundan dolayı Allah onu İsa'ya
benzettirmiş, çıkarılmış öldürülmüş ve İsa yükseltilmiş.
4- Birisi İsa Aleyhisselam'ın ashabından
olduğunu iddia edermiş ve münafıkmış. Gitmiş Hz. İsa aleyhine yahudilere yol
göstermiş ve onu tutmak için yahudilerle beraber girmiş, Allah Teâlâ da onu ona
benzettirmiş, bundan dolayı o öldürülüp asılmış. Fakat görülüyor ki Fahruddin-i
Razi'nin dediği gibi: "Bu vecih (görüş)ler birbirine zıt ve
itişmektedirler". Şu halde âyeti açıklama hususunda delil getirmeye
elverişli değildirler.
Hıristiyanlar Filatos devrinde Hz. İsa'nın
yahudiler tarafından öldürülüp asıldığını ve sonra ayağa kalkıp semaya
yükseltildiğini söylemişlerdir. On iki Havariyyundan biri olan Yahuda
Esharyutı'nın, yahudi kahinlerinden para alarak Hz. İsa'ya ihanet ettiği ve
öldürülmesine yol gösterdiği, sonra pişman olup kendini astığı İnciller'de
nakledilmektedir. Fakat hıristiyanlar, diğer taraftan, başlıca üç grup olarak,
öldürmenin Mesih'le ilgisinin durumu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bir kısmı
öldürme ve asmanın hem nâsut (cism)e hem lahut (ruh)a vaki olduğuna; fakat ruha
dokunmakla değil, duygu ve şuur ile vasıl olduğuna kani olmuşlar ki, bunlara
Melkaiyye denir. Diğer kısmı, öldürme ve asmanın iki cevher (esas)den doğmuş
olan Mesih'in cevherine vaki olduğunu söylemişlerdir ki, bunlara Ya'kubiyye
denir. Üçüncü bir kısmı da, onun cismi öldürüldü, ruhu yükseltildi demişlerdir
ki, bunlara da Nesturiyye derler.
İmam Fahruddin Razi der ki: "Filozofların
çoğu bu görüşe yakın bir kanaattedirler. Zira isbat edilmiştir ki, insan şu
heykelden ibaret değildir. Belki ya bu beden içinde şerefli bir cisim veya
zatında mücerred (soyut) ve bu bedeni idare eden bir ruhani cevherdir. Şu halde
öldürme işi, o heykel (maddi yapı) üzerinde vaki olmuş, gerçekte İsa
aleyhisselam olan nefs (ruh) ise öldürülmemiştir. Buna karşı, "Her insan
böyle değil mi? O halde bunu İsa'ya tahsis etmenin mânâsı nedir?" de
denilemez. Çünkü İsa'nın nefsi kudsî, ulvî, semavî, ilâhî nurlar ile çok
parlatılmış, meleklerin ruhlarına çok yakın bir nefs idi. Böyle bir nefsin de
öldürülmesi ve harab edilmesi beden ile büyük bir acı duyma olmaz ve karanlık
bedenden ayrıldıktan sonra da kurtulup geniş semalara, Allah'ın nur âlemlerine
yükselir, şirinlik ve saadeti büyür de büyür. Ve bilinmektedir ki, bu durumlar
herkesde olmaz ve belki Âdem (a.s.)'in yaratılışının başlangıcından kıyamete
kadar çok az kimseye nasip olmuştur. İsa (a.s.)'nın bu hale tahsisinde mânâ
işte budur."
Bu farklı görüşler hakkında buyuruluyor ki: Bu
hususta, bu İsa işinde ihtilaf etmiş olanlar da muhakkak bundan dolayı şüphe
içindedirler. Buna dair hiç bir ilimleri yoktur. Fakat zanna tabi olmuşlardır.
Halbuki, biz Mesih'i öldürdük diyenler onu yakînen öldürmediler. Şu halde
öldürme cinayetiyle öğünmeleri de bir yalandır. Çünkü bir işten maksat ne ise
hüküm ona göredir. Onların ise öldürmeye teşebbüsten maksatları asla hasıl
olmadı.
158-Gerçi ortada bir cesedin öldürülmüş olduğu
mahsus idi, fakat onların öldürmek istedikleri Mesih bu değildi, asıl Mesih'i
öldüremediler, belki Allah onu kendine kaldırdı, onların yok etmek istedikleri
İsa'yı göklere çıkardı da kendilerini kötü adlı etti. Ve Allah ezelden aziz
(üstün) ve hakim (hikmet sahibi)dir.
159- Kitap ehlinden gerek yahudi ve gerek
hıristiyan hiçbiri yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya iman edecek olmasın, her
halde edecektir, etmek mecburiyetindedir. Çünkü ölüm zamanında imanın faydası
olmayacak, ve kıyamet gününde İsa onların aleyhlerine şahit olacaktır.
Tefsircilerden çoğunun açıkladığına göre "" (hû) gizli zamiri İsa'ya
zamiri de iman edecek olan kitap ehline racidir ve İbnü Abbas'dan da böyle
nakledilmiştir. Yani İsa ölmeden önce demek değil, kitap ehlinden her biri
ölmezden önce demektir. Fakat her halde iman edecek olunca, İsa niçin aleyhlerinde
şahit olacak, denilirse, buna karşı (Nisa, 4/18) âyetinde geçtiği üzere yeis
imanı kabul edilmeyeceğinden dolayı bu imanlarının kendilerine faydası
olamayacağı söylenmiştir. Fakat âyette "ölüm zamanı" buyurulmayıp
"ölümden önce" buyurulduğuna nazaran bu cevap âyetin zahirine pek de
uygun değildir. Şu halde âyetin meâli, ölümünden önce yahudiler İsa'yı
yalanlamaktan, hıristiyanlar tanrılık isnadından tevbe ederek her halde İsa'ya
iman etmek zorundadırlar, yani iman ile borçludurlar. Ölüm gelmeden, tevbe
kapısı kapanmadan, zorunlu hale düşmeden önce tevbe edip imana gelmelidirler.
Yoksa o zaman imanın da faydası olmayacak, İsa kıyamet gününde aleyhlerinde
şahit olacak, yahudiler aleyhinde: "Ey Rabbim bunlar beni
yalanladılar" diye; hıristiyanlar aleyhinde de: "Ey Rabbbim, bunlar
bana ilâh ve Allah'ın oğlu" dediler, diye küfürlerine şahitlik edecektir.
Demek olur ki, bunda hem İsa'nın yükseltilmesi, hem ilâhî izzeti açıklama
vardır. Demek ki Fransız filozoflarından Ernest Renan'ın tarihi inceleme davası
altında Hz. İsa'yı, nebilik ve resulluk iddia etmemiş, ancak halk hem Roma
hükümetine, hem de yahudi başkanlarına olmak üzere iki vergi altında ezilmekte
olduklarından dolayı, Roma hükümetinin tanınıp, yahudi reislerine vergi
verilmemesi hakkında ahaliyi kışkırtma ve tahriklerde bulunmuş olduğundan
dolayı yahudiler tarafından öldürülmüş normal bir şahıs olarak tasvir etmesi,
hıristiyanlıktan kaçmak için yahudilerin Hz. İsa'yı yalanlama ve öldürme
davasına katılmaktan başka bir şey değildir.
160-161- Yine bu kitap ehlinden yahudi
olanların, yani buzağıya tapmaktan pek acı bir şekilde nefislerini öldürerek
tevbe edenlerin sırf zulümlerinden dolayıdır ki, kendilerine herkes gibi helal
kılınmış olan tertemiz nimetleri haram kıldık, onları o güzel şeylerden mahrum ettik.
(Âl-i İmran, 3/93. âyet ile En'am, 6/146. âyetlerin tefsirine bkz.)
Bu mahrum edilişleri, o temiz, helal nimetleri
yemekten yasaklanmaları hep zulümleri sebebiyle ve Allah yolundan pek çok
menetmeleri, ve faizden yasaklanmış oldukları halde faiz almaları ve insanların
mallarını batıl yollarla yemeleri sebebiyle oldu. Bundan başka bunların
kâfirlerine, yani küfürlerinde ısrar edip sana iman etmiyenlerine ahirette çok
can yakıcı bir azab da hazırladık.
162- Fakat ey Muhammed, bu kitap ehlinden
-Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi- sağlam bilgi sahibi olanlar ve doğru
iman sahibi bulunanlar, hem sana inmiş olana, hem de senden önce inmiş bulunana
iman ederler. "Namazı kılanlar" ilk bakışta atıflarıyla ahenk
bakımından bunun da her halde "vav" ile olması gerekirdi gibi
sanılır. Fakat Bakara sûresinde âyetinde (Bakara, 2/177) fıkrasında da geçtiği
üzere, bu gibi yerlerde Arap dili, fıkralardan herhangi birine bir özellik
vererek dikkat çekmek istediği zaman irabı değiştirerek "şuna özellikle
önem veriyorum" mânâsına "a'nî" takdiriyle üstünlü olarak okur
ki, buna "medh üzere nasb" tabir olunur. Ve hatta mevsuf (nitelenen)
ile sıfat arasında uygunluk zorunlu iken, bu üstün okuma bazan bir sıfatta bile
yapılır da "cömert olan Zeyd'e uğradım" diyecek yerde, sıfatı diye
üstünlü okunabilir. İşte burada da salat (namaz)ın üstünlüğüne işaret için
namaz kılmaya özellikle önem verilerek yerinde buyurulmuştur ki bunun sonucu
demek gibidir. Bundan başka bir de İmam Kisai'nin tercih ettiği yön vardır ki,
o da bunun üstünlük olmayıp deki ya atfile kesreli olması, yani iman edenler
meyanında değil, iman olunanlar meyanında getirilmiş bulunmasıdır ki bu şekilde
namaz kılanlardan maksat, ahid lam'iyle peygamberler veya melekler demek olur.
Bununla beraber önceki vecih daha tercihe şayan görülmüştür. Şu halde mânâ: O
sağlam ilim sahipleri, inananlar ve namaz kılanlar ki, özellikle önem verilmeye
değer ve öğülmüşlerdir, ve zekatlarını verenler, Allah'a ve ahiret gününe iman
edenler var ya işte ey Muhammed, biz o kâfirlere karşılık bütün bunlara
muhakkak büyük bir mükafat vereceğiz.
Hz. Musa'nın levhalarını ileri sürerek
Kur'ân'ı hiçe sayıp üzerlerine gökten bir kitap indirilmesini isteyen ve bu
olmadığı takdirde Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin sabit olamayacağı
iddiasında bulunan kitap ehli bu istekleriyle manen aleyhlerinde ilâhî bir
kitabın inmesini istemiş olduklarından tercüme-i hal (öz geçmiş)lerini, geçmiş
ve geleceklerini tasvir eden ve anlatan bu açık âyetler indirildikten sonra, o
sorularında ortaya atmak istedikleri şüphenin hem ilmî ve hakikî, hem de
inandırıcı ve susturucu bir şekilde cevabı açıklanarak buyuruluyor ki:
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
163- Muhakkak biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen
peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a
da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164- Daha önce sana anlattığımız
peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere de (vahyettik). Ve Allah
Musa ile de konuştu.
165- Peygamberleri müjdeciler ve azab
habercileri olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı
bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak üstündür, yegane hikmet sahibidir.
166- Fakat Allah, sana indirdiğini kendi
ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik ederler.
Allah'ın şahitliği de kafidir.
167- Şüphesiz inkâr edip, insanları Allah
yolundan alıkoyanlar, derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Muhakkak Allah, inkâr edenleri ve
zulmedenleri ne bağışlar, ne de doğru bir yola eriştirir.
169- Onları ancak cehennemin yoluna (iletecek
ve) onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu ise Allah'a çok kolaydır.
163- Muhakkak ki biz sana tıpkı Nuh'a ve ondan
sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi vahyettik. Yani mücerred bir
ilham, bir saniha (çok düşünmeksizin akla doğan fikir), bir feraset (çabuk
seziş) değil, bütün peygamberlerde kanun olan bir vahy ile vahyettik.
Sana olan vahy, o peygamberlerde cereyan eden
ve onları peygamber tanıtan vahylerin bütün türlerini içeren ve onların
tamamının benzeridir. Şu halde seni onlardan ayırt etmek küfür ve inattan başka
hiçbir şey değildir. Sen ilk gelen bir peygamber değilsin. Nuh'tan sana
gelinceye kadar nice peygamberler gelmiştir. Ve bunların içinde kitap ehlinin
doğruladıklarını iddia ettikleri birtakım meşhur peygamberler vardır ki, şimdi
isimleri anılacaktır. Ve bunlar öyle hep semadan birer kitap indirmemişlerdir.
Musa'nın levhaları mucizesi hepsinde olmamıştır. Ve peygamberliğin zorunlu
gereksinimlerinden değildir. Peygamberliğin aslı, bir Allah vergisi olan özel
vahiydir. Bütün peygamberler böyle ilâhî vahy ile peygamber olmuşlardır. Sana
da bütün onlara vahyolunduğu gibi vahyedilmiştir ve sende onların hepsinin vahy
şekli tecelli etmiş ve sana indirilen kitap bu şekilde indirilmiştir. Böyle
iken o kitap ehlinin diğer peygamberleri tasdik ettiklerini iddia edip de seni
onlardan ayırmaya kalkışmaları ve Allah'dan böyle bir vahy ile indirilen bir
kitabı nebilik ve resullük için yeterli görmeyip de üzerlerine gökten bir kitap
indirmeni istemeleri, yalnız sana inanmamak değil, hiçbir peygambere
inanmamaktır, bu da Allah'a inanmamaktır.
Îhâ vahy göndermektir. İbnü Esîr'in
Nihaye"de ve Süyutî'nin "Dürri Nesir"de zikrettikleri üzere
vahy, lugatta risalet, kitabet (yazmak), işaret, ilham, gizli söz mânâlarına
gelir. Ve kelimenin aslı, sürat mânâsınadır. Firuz Abadî'nin "Besair"
de açıklamalarına göre vahy, asıl lugatte süratli işaret demektir. Bu mânâ, kâh
remiz ve tariz (üstü kapalı söyleme) yoluyla söz ve kâh terkib (kompozisyon)den
ayrılmış ses ve kâh organlardan biriyle işaret ve yazmakla olur. Nitekim
"Onlara (Zekeriya), akşam sabah (Rabbinizi) tesbih edin diye işaret
etti." (Meryem, 19/11) İlâhî sözü bu mânâya gelir ki, remiz veya itibar
veya kitabet (yazmak) denilmiştir. "İnsan ve cin şeytanları aldatmak için
birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar" (En'am, 6/112). Aynı şekilde
"Şeytanlar, dostlarına fısıldarlar" (En'am, 6/121) âyetlerinde de
vahy bu şekiller üzerinedir ki, "İnsanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi
vesvesecinin şerrinden" (Nas, 114/4) şerefli nazmında işaret olunan
vesvese ile olur. Bir de vahy, Allah Teâlâ'nın peygamberlerine ve velilerine
öğretilen ilâhî kelimeye denir. Bu da "Allah hiçbir insanla (karşılıklı)
konuşmaz. Ancak vahy ile, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi
gönderip, izniyle dilediğini vahyeder" (Şûrâ, 42/51) ilâhî sözünün delalet
ettiği üzere birkaç çeşittir ki, ya Cibril aleyhisselamın Hz. Peygamber'e belli
şekilde tebliği gibi zatı görülür ve kelâm (söz)ı işitilir, görülen bir elçi
aracılığıyla veya Hz. Musa'nın Allah'ın kelamını işitmesi gibi görmeksizin sözü
duymakla veya "Rûhu'l-kudüs benim kalbime üfledi" nebevî hadisinde
açıklandığı üzere samimi kalbe üflemekle veya "Musa'nın annesine o
(çocuğu)nu emzir diye ilham ettik" (Kasas, 28/7) gibi ilham ile veya
"Rabbin balarısına vahyeti" (Nahl, 16/68) gibi teshir (emre boyun
eğdirme) ile veya rüyayı saliha (doğru rüya) ile olur. Nitekim Resulullah
(s.a.v.) "Vahiy kesilmiş, yalnız hayırlı alâmetler kalmıştır ki, o da
müminin rüyasıdır." buyurmuştur. Zikredilen âyette ilham, teshir, rüya
ile; kelâmı duyması ile; Cibril'in tebliği de ile ifade olunmuştur. "Allah'a
karşı yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken bana da
vahyolundu diyenden daha zalim kimdir?" (En'am, 6/93) âyetinde zikredilen,
vahy çeşitlerinden hiçbiri olmadığı halde, "oldu" diye iddia edenler
hakkındadır. Hasılı bir çok âyetlerde vahy bu çeşitli mânâlarda kullanılmıştır
ki, bunların hepsinde süratli işaret mânâsı vardır. Zeccac vahyin lugat
bakımından genel mânâsını, "gizli bir şekilde bildirmek" diye tarif
etmiştir. Zira sürat, bir gizliliği de gerektirir. Şu halde kim olursa olsun diğerine
gizli bir şekilde bilgi verir, bir ilim telkin ederse ona genel mânâsıyla bir
vahy yapmış olur. İ'lâm, ilimden alındığına ve ilim ise çeşitli derecelere
dayanmakla beraber hatayı içermiyeceğine göre, vahyin gizli yol olmakla
beraber, muhakkak sonunda isabetli bir telkin ve işaret olması gerekir. Ve
isabetsiz olanlarda kullanılması mecaz olur. Ancak gayesinin hayır olması şart
değildir. Bunun için bir fesatçının gizliden gizliye bir fesat belletmesine ve
şeytanların aldatmalarına da genel mânâsıyla vahy denilebilir. Şu halde gerçek
mânâsıyla vahy denildiği zaman sürat, gizlilik mânâlarıyla beraber bir ilmî
kıymet de istenir ki, bu ilmî değer, o i'lâm ve işareti yapanın hal ve şanına
ve alanın irfan kabiliyetine göre çeşitli derecelerde tasavvur olunabilir.
Demek ki genelde vahyin, ilk iş olarak ikiye
ayrılması gerekir ki, biri Allah'dan başkasından olan işaret ve i'lâm, diğeri
de Allah tarafından olan işaret ve i'lâmdır. Vahy esas lugatta bunların hepsini
içine almakta ise de, lugat örfünde ancak Allah tarafından olana işaret ve
i'lâma isim olmuştur. Mutlak olarak vahy denildiği zaman da bu anlaşılır. Bunun
da (Şûrâ, 42/51) âyetinden anlaşıldığı üzere çeşitli şekilleri ve bunların
peygamberlere mahsus olup olmayanları da vardır. Şu halde genel mânâsıyla vahy,
peygamberlere mahsus değildir. Fakat peygamberlere mahsus olan bir çeşit vahy
vardır. Bu özel mânâsıyla peygamberlik vahyi, diğer beşerî ilimlerin üstünde
özel bir keyfiyet ve kesin zorunluk ile gerçekliğinde şüphe olmayan bir ilim
telkin eden hakkın tecellisinin özel ismidir. Şer'an (dinî yönden) vahy
denildiği zaman da bu mânâ kastedilir. Vahyin diğer kısımları hem
peygamberlerde, hem de diğerlerinde bulunabilir. Fakat tam mânâsıyla
peygamberlik, hangi çeşitle olursa olsun hiç şaşmayan özel bir vahy ile başlar
ve tecrübe ile ortaya çıkar. Vahyin diğer kısımları ise bunu istidlal ile
mülahaza ve tasavvur edebilmek için yeterli bir sebep teşkil eder. Yani her
vahy, ruhî bir hadisedir. Gerek açık duyular ve gerek gizli duyulardan kalbe
gizli bir yol ile süratli bir anlayış telkin eden rûhanî bir iniştir. Eğer bu
inişin, emin bir ruh ile olduğu tecrübeyle bilinirse, tam mânâsıyla vahy
tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) ve o zat peygamberlik makamını kazanmış olur.
Nitekim "Onu, Ruhu'l-Emin (Cebrail), senin kalbine, uyarıcılardan olman
için indirdi" (Şuara, 26/193-194) buyurulmuştur. Fakat Emin Ruh ile olduğu
belli olmaz, kâh isabet eder, kâh da etmezse, o ya hiç vahy değildir veya vahy
olsa bile hak peygamberlik bahşeden tam ve özel vahy değildir. İşte burada
buyurulmasında önce bu vahyin ilâhî vahy olduğuna ve ikinci olarak
peygamberlere vahyin bu özel yüksekliğine işaret buyurulmuş ve üçüncü olarak
Peygamber efendimizin bütün peygamberlerde cereyan eden vahy çeşitlerinden her
türlüsüne mazhar bulunduğu da ifade edilmiştir.
Şimdi bunu daha çok açıklamak ve kitap ehlini
cevap veremez duruma getirecek noktaları belirtmekle buyuruluyor ki: Ve biz
Nuh'tan sonraki o peygamberler arasında özellikle, kitap ehlince de bilinen ve
meşhur olan İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbat'a, yani Yakub'un
çocuklarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettik, ve bunlar
arasında Davud'a bir Zebur da verdik. Vahyden başka bir kitap ile de ikram
ettik. Halbuki kitap ehli genellikle itiraf ederler ki, bu sayılıp dökülen
peygamberlerin hiçbiri onların istedikleri şekilde semadan bir defada bir kitap
indirmediler. Gerçi Davud'a Zebur verildi, fakat bu da bir defada levhalar ile
inmedi.
Bununla beraber bunların hepsi peygamberlerin
meşhurlarıdırlar. Zebur kelimesi, Hamze kırâetinde 'nın ötrüsü ile şeklinde
okunur ki "zübür" kelimesinin çoğuludur. "Zübür", aynı
şekilde üstün ile "zebur", "mezbur" mânâsında
"kitap" demektir. Kurtubi tefsirinde der ki: "Zebur yüz elli
sûredir ve içinde hiç hüküm yoktur. Hepsi hikmetler, vaazlar ve Allah Teâlâ'ya
hamdetmek, O'nu yüceltmek ve öğmekten ibarettir."
164-Tefsirciler diyorlar ki Hz. Nuh Allah
tarafından kendi dilinden Allah'ın dinî hükümleri kanun yapılan peygamberlerin
ilkidir. Ve ilk önce ümmeti azab edilen peygamber de odur. Bunun için önce o
zikredilmiş, sonra bütün peygamberler özetlendikten sonra bazıları belirtilerek
açıklanmış ve bunda ülü'l-azm peygamberlerin ilki bulunan Hz. İbrahim'den
başlanıp, Hz. Nuh ile beraber on iki peygamber zikredilmiş ve Hz. Musa bunlar arasında
sayılmayıp en sona bırakılmıştır. Çünkü bunların sayılmasından asıl maksat,
kitabın inmesinde Hz. Musa gibi olmayan ve kitap ehlince kabul edilen meşhur
peygamberleri bir arada göstermektir. Bununla beraber peygamberlerin bunlardan
ibaret olmadığını açıklamak ve kısaltmasının açıklamasını tamamlamak ve aynı
mânânın insanları Allah tarafından davete görevli olmak demek olan risalet
(peygamberlik) mânâsıyla da cereyanını anlatmak için buyuruluyor ki: Bunlardan
başka sana bundan önce haber verdiğimiz birtakım peygamberler ve sana haber
vermediğimiz daha nice peygamberler de gönderdik. Şu halde Allah'ın vahyettiği
peygamberler, gönderdiği resuller gerek burada ve gerek bundan önce isimleri,
kıssaları bildirilmiş olan belli ve meşhur zatlardan ibaret zannedilmemelidir.
İnsanlara daha bir çok peygamberler gönderilmiştir ki, bunların sayılarını,
isimlerini, yerlerini, kavimlerini, kıssalarını ancak Allah bilir. Cenab-ı
Allah bu izah ile de kâfirlerin takip ettikleri bazı şüpheleri de kesmiştir.
Zamanımızda bazı kimselere rastlanıyor ki, bunlar güya peygamberler hakkında
bir şüphe uyandırmak için devamlı şu soruyu soruyorlar: "Allah âlemlerin
Rabbi değil mi? Acaba peygamberlerini niçin sayılı yerlerden ve sayılı
kavimlerden seçmiş? Neden hep peygamberler arz-ı mukaddes (Filistin)den ve
civarından çıkmış? Yeryüzünün diğer kıtalarındaki insanlar Allah'ın yaratıkları
değil midirler? Çin'den, Japon'dan, Avrupa'dan, Amerika'dan peygamber niçin
gönderilmemiş?" diyorlar ve bununla felsefe adına dinlere bir itiraz ettikleri
fikrinde bulunuyorlar. Halbuki böyle bir soru, esas itibariyle yaratılışta özel
seçimi bilmemekten doğan ve hiçbir fikrî ve ilmî kıymeti olmayan boş bir sözden
ibarettir. Böyle olduğunu göstermek için buna karşılık şunları sormak
yeterlidir. Bütün dünyadaki insanlar Allah'ın yaratıkları değil midir? Niçin
hepsini aynı seviyede yaratmamış, niçin hepsini peygamber yapmamış? Haydi
yapmamış, ya niçin akıl ve dehada, güç ve kuvvette eşit yapmamış, niçin tarihte
belli olan büyük filozoflar birkaç kavme tahsis edilmiş az şahıslar olmuştur?
Niçin her toplumda büyükler sınırlı ve sayılı kimselerden ibaret bulunuyor?
Niçin her kıtada, her memlekette, her toplumda kaşifler, fatihler çok olmuyor?
Niçin her zamanda dünyanın siyaset nizamını bir bölge, bir millet tutuyor?
Niçin mesela bu günkü Avrupa her yerden çok ilimlerin, fenlerin, medeniyet ve
siyaset yapanların merkezi oluyor? Niçin ve niçin? Şu halde örnekleri pek çok
olan bu gibi özellikler diğerleri hakkında garip görülmüyor da, en büyük bir
ilâhî tahsis olan peygamberlik ve resullük hakkında niçin garip karşılanıyor?
Kur'ân daha önce bu gibi hatıraları
"Gerçekten Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini
âlemler üzerine seçkin kıldı." (Âl-i İmran, 3/33) âyetinde ilâhî iradeyi
ve seçme kanununu göstererek halletmiş ve defetmişti. Bundan başka burada
"Sana haber vermediğimiz nice resuller..." fıkrasıyla peygamberlerin
malum olan kimselere mahsus olmadığını anlatarak, peygambrlerin arz-ı mukaddes
(Filistin) ve civarına tahsis edilmiş az kişilerden ibaret olması hakkındaki
varsayımın da katıksız yalan olduğunu anlatmış ve bununla meseleyi kökünden yok
etmiştir. Bütün peygamberlerin adedi yüz yirmi dört bin veya bir milyon dört
yüz yirmi dört bin olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da, doğrusu peygamber
ve resullerin sayısı bilinmemektedir. Zira buyurulmuştur. Şüphe yok ki İslâm
dininde bütün peygamberlere inanmak imanın esaslarından bulunduğu cihetle,
bütün peygamberler bildirilmiş olsaydı müslümanların bunlara geniş bir şekilde
inanmakla yükümlü olmaları gerekecek, bu da dinde büyük bir zorluk olacaktı. Şu
halde ilâhî seçimin en yüksek mertebelerinde bulunan büyük peygamberlerin
açıklanmasıyla yetinilmesinde icmâlî (kısaca) imanın yetmesi gibi büyük özel
bir lütuf vardır.
Özetle isimleri, kıssaları bildirilen veya
bildirilmeyen daha birçok peygamberler gönderildi. ve bütün bunlar arasında
Allah Teâlâ Musa'ya perde arkasından, yani "Sen beni asla
göremeyeceksin" (Âr'af, 7/143) mânâsı üzere kendini göstermeden, gerçekten
kelâm ile söyledi ki böyle vasıtasız Allah ile konuşma vahy mertebelerinin sonuncusudur.
Musa'ya verilen kitapta da bundan daha yüksek bir vahy şekli olmamıştır.
165-İşte ey Muhammed, Nuh'tan sana gelinceye
kadar gönderilen peygamberlerin hepsine biz böyle çeşitli mertebelerde
vahyettik, sana da onların tümüne yaptığımız gibi vahyin bütün çeşitleriyle
vahyettik. Şimdi diğer peygamberler arasında Musa'nın, vahyin mertebelerinin
sonuncusu olan Allah ile konuşmakta derinleşmesi, diğerlerinin
peygamberliklerinin doğruluğu hususunda ne bir şüphe etmeyi gerektirmiş, ne de
imanda ve peygamberliğin mahiyetinde ayrılmalarını zorunlu kılmıştır. Şu halde
Tevrat'ın ona bir defada inmiş olması, her peygamber için de böyle olmasını
neden gerektirsin? Ve ona öyle oldu diye kitap ehli her peygamberden o şekilde
inmiş olan bir kitap isteme hakkını nereden almış? Sana böyle çeşitli vahiyler
ile nebilik ve resullük verilmiş iken, hikmetlere ve maslahat (menfaat)lara
göre peyderpey Kur'ân indirilip dururken bu ilâhî kitabı tanımayıp, gökten
kitap istiyenler ve seni diğer peygamberlerden ayırmaya kalkışanlar artık küfür
ve sapıklıktan başka bir şey yapmış olmazlar. Ve bu konuda kabule değer hiçbir
mazeret de ortaya atamazlar. Çünkü biz bütün insanlara böyle müjdeci ve
Allah'ın azabından korkutucu olarak, yani iman ve itaat edenlere ahirette ecir
ve sevab ile müjde vermek, küfür ve isyan edenlere cehennem azabını haber verip
çekindirmek üzere elçiler gönderdik ki bu peygamberlerden sonra Allah'a karşı
insanların mazeret göstermeye vesile olacak hiçbir delili, bir tutanağı
olmasın. Azabı gördükleri zaman: "Ey Rabbim vaktiyle bize bunları
bildirseydin hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber
gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tabi olsaydık ve bu felaketler
başımıza gelmeseydi ne olurdu; "Bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak
ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık" (Tâhâ, 20/134) diye
mazeret göstermeye hakları kalmasın. Allah ezelden böyle aziz ve hakîmdir.
Hükmüne karşı gelinmez, yaptığını hikmetiyle sağlam yapar. Şu halde böyle
mertebe mertebe pek çok peygamberler göndermiş olması ve o kitapların iniş
şeklinde ve bazı şeriat ve hükümlerde birbirlerinin aynı olmaması sırf
hikmetinden ve ümmetlerin durumlarının çeşitli tabakalar üzere
bulunmasındandır. Çünkü ilâhî sorumlulukların dayanağı çeşitli durumlar ve
kulların iyiliğidir. Allah Teâlâ yaratış hikmeti gereğince ümmetleri çeşitli ve
farklı tavırlar ve hasletlerle yaratmış olduğu gibi, kanun koyma hikmeti
gereğince de bunlara dünya ve ahiretlerinde durum ve gidişatlarına uygun
çeşitli ve farklı olan kabiliyetleriyle uyuşan şeriatler ve hükümler emir ve
teklif etmiş ve itiraz arzetmelerine sebep bırakmamıştır. Buna karşı bütün
insanlara gönderilmiş olan bir Peygamber'e gökten topyekün bir kitap
indirmesini teklif etmek hem Allah'ın şerefine bir tecavüz ve hem ilâhî hikmete
aykırı batıl bir istektir.
166-167-Gerçek böyle iken o zalimler, o
kalpleri mühürlenmiş kâfirler buna şahitlik etmezler de hâlâ gökten kitap
isterler, fakat Allah sana indirdiğiyle kendi şahitlik ediyor ki, O, sana onu
kendine özgü olan ilmiyle indirdi. Bu, öyle bir bedii telif ve ilâhî kelâmdır
ki, buna Allah'dan başka hiç kimsenin ilim ve kudreti yetişemez, öncekiler ve
sonrakiler ona karşı gelmekten acizdir. Allah bunu öyle bir icaz sanatıyla
inzal buyurdu ki, belağatlı nazmındaki belağat sırları, kapsamındaki kudsî
nurları, gayba ait mânâlarındaki yüksek hakikatleri, hükümlerindeki hikmet ve
güzellikleri, gayesindeki mutlak saadeti, ilâhî ilimden başkasının ihata
kudreti dışındadır. Bu, ne istenilen şekilde ittifak etmek suretiyle vaki
oluvermiş bir tesadüf, ne de cahil bir tabiatın şuursuz bir feveranı
(fışkırması)dır; her şeyi bilen ve her yaptığını bilerek yapan Allah Teâlâ'nın
ezeli ilmiyle indirdiği hak bir ferman, derin bir mucizedir. Buna Allah Teâlâ
böyle şahitlik ettiği gibi melekler de şahitlik eder. Çünkü melekler ilâhî
şahitliğin taşıyıcısıdırlar. Bunun inişi, emin Cibril'in elçiliği ve onun
emrindeki bütün meleklerin ululamaları içinde vaki olmuştur. Ve onlar "O
(melekler) ondan önce söz söylemezler". (Enbiya, 21/27) Bununla beraber
başka şahide ihtiyaç da yoktur. Şahit olmak üzere Allah yeter. Allah senin
peygamberliğinin doğruluğuna öyle derin deliller ve açık hüccetler getirmiş ve
dikmiştir ki, bunlar diğer şahitlerle şahit getirmekten mustağnidir. Muhammed
ve Kur'ân... Bunlarda ortaya çıkan hak tecellileri, diğer şahitlerden
müstağnidir. Hakk'ın kendine, kendi tecellileriyle şahitliğinden daha açık
hangi şahitlik olabilir. "De ki: 'şahitlik bakımından hangi şey daha
büyüktür?' De ki: "Allah". (En'âm, 6/19) Buna karşı Allah'ın şahitlik
ettiği herhangi bir gerçeği inkâr edenler, ve Allah yolundan, yani doğru yol
olan İslâm dininden yasaklayanlar derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Böyle inkâr edip, zulüm yapanlar, yani
Muhammed Aleyhisselama ait nebilik ve peygamberliği inkâr etmek gibi haksızlıkta
bulunanlar muhakkak ki, Allah'ın bunları ne bir şekilde affetmesi, ne de
cehennem yolundan başka bir yola hidayet etmesi ihtimali yoktur.
169-Yani bunlar "Muhakkak Allah kendisine
ortak koşulmasını bağışlamaz". (Nisâ, 4/116) âyetinin hükmüne tabidirler.
Cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Bu kadar azgın kâfirler nasıl mağlub
edilirler de cehenneme tıkılırlar, diye uzak görmeye de yer yoktur. Çünkü bunu
yapmak Allah'a çok kolaydır. Zaten kurmuş olduğu düzenin hükmü budur. Onlar
O'na kendi ayakları ile koşa koşa gideceklerdir.
Duydunuz ya:
Meâl-i Şerifi
170- 170 - Ey insanlar, Resul size,
Rabbi'nizden hakkı (gerçeği) getirdi. Kendi yararınıza olarak ona inanın. Eğer
inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Allah
bilendir, hikmet sahibidir.
Özellikle bu insanlar içinde:
Meâl-i Şerifi
171- Ey kitab ehli! Dininizde taşkınlık
etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih,
sadece Allah'ın elçisi, Meryem'e atmış olduğu kelimesi ve O'ndan bir ruhtur.
Allah'a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için
buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan
yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O'nundur. Vekil olarak
Allah yeter.
172 - Hiçbir zaman Mesih de Allah'ın bir kulu
olmaktan çekinmez, Allah'a yakın melekler de. Kim O'na kulluk etmekten çekinir
ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.
173- İnanıp güzel işler yapanlara gelince,
onların mükafatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha fazlasını da
verecektir. Allah'a kulluktan çekinip büyüklük taslayanlara da şiddetli bir
şekilde azab edecek ve onlar Allah'dan başka kendilerine ne bir dost, ne de bir
yardımcı bulamayacaklardır.
171-172-173- Genel anlamda olmakla beraber,
yukarda daha çok yahudiler hedef alındığı gibi, burada da özellikle
hıristiyanlar hedef alınmıştır. Yani ey bütün insanlardan ve insanlar içinde
kitap ehlinden bir kısım olan hıristiyanlar dininizde taşkınlık etmeyiniz. İsa
(a.s.)'ın yüksek şanını, yukarda açıklandığı üzere, inkâr ve küçültmeye, gayri
meşru çocuk Mechul "incannu" diye iftira etmeye kalkışan yahudilerin
alçaltmalarına karşılık, siz de onun hakkında Allah'lık iddiası ile ifrata
gitmeyiniz, ve Allah'a karşı haktan başka hiçbir şey söylemeyiniz. Allah
Teâlâ'yı bazı şeylere girme, değişme ve başka bir şeyle birleşme, arkadaş ve
çocuk edinme vesaire gibi imkansız ve batıl olan vasıflar ile
vasıflandırmayınız da, böyle noksanlardan uzak tutunuz ve her hususta hakkı
takip ediniz, doğruyu söyleyiniz. Çünkü Meryem oğlu İsa Mesih başka bir şey
değil, ancak Allah'ın bir elçisidir, ve yaratma veya tebliğe dair bir
kelimesidir ki onu Meryem'e atmış "Muhakkak ki Allah seni, kendisinden bir
kelime ile müjdeliyor. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir." (Al-i İmran,
3/45) âyetinin delaleti üzere melekleriyle Meryem'e bildirip müjdelemiş,
Cebrail'in üflenmesi ile Meryem'in rahimine bırakıp "ol, oldu"
emriyle yaratmıştır, ve Allah tarafından bir ruhtur, ki Allah bununla bir çok
ölü kalblere hayat vermiştir. Peygamberlik, kelime, ruh; işte Meryem oğlu İsa
Mesih'in son hakikatı bunlardan ibarettir. İsa, öldürülmedi ve asılmadı veya
henüz ölmedi, semaya kaldırıldı denildiği zaman bu gerçekten başka bir şey
anlamamalıdır. Şu halde Allah'a ve bütün peygamberlerine iman ediniz, Allah'ı
Allah, peygamberleri peygamber tanıyınız, ve "üç" demeyiniz, ne
"ilâhlar üçtür: Allah, Mesih, Meryem'dir" diye açık şirk ile, ne de
"Allah üçtür: baba, oğlu, Ruhul-Kudüs üç esas; üç şahıs olarak tek
esastır" gibi bir yorumlu şirk ile "üç ilah" anlayışına
sapmayınız. Üç ilâh inanışından vazgeçiniz ki sizin için hayırlı olur. Çünkü
Allah ancak bir ilâhtır, hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, zatında her
türlü çoğalmadan uzak ve ilâhlıkta tekdir, hâşâ, O'nun bir çocuğu olması
ihtimali yoktur. O'nu öyle bir noksanlıktan tenzih eder ve yüceltirim. Çünkü
göklerde ve yerde, yukarılarda ve aşağıda her ne varsa hepsi O'nundur. Halk
O'nun, mülk O'nun, hükümranlık ve tasarruf O'nundur. İsa da içinde olduğu halde
eşyadan hiçbir şey O'nun mülk ve melekutu (gayb âlemi)ndan hariç değildir.
Allah vekil olarak da kafidir. Yani bütün bunları yaratmak ve düzenlemek ve
adına zabtetmek ve idare etmekte Allah'ın hiçbir kimseyi vekil tutmaya ihtiyacı
yoktur. O bizzat ve asaletle hüküm ve tasarrufa kadir, âlemlerden müstağnidir.
Bununla beraber yarattıklarının işlerini, onların hesap ve faydaları adına en
güzel düzenleyen ve idare eden ve edecek olan da O'dur.
Onlar görevlerini yapıp kendisine tevekkül
ederek ve dayanarak işlerini ona havale ettikleri takdirde, onları düzeltmek,
arzu ve emellerini tatmin etmek için kendilerini başka bir vekile muhtaç da
etmez. Özetle O, bütün yaratıkların işlerini düzeltmeye ve kendisine
dayanmasına yeterlidir ve işinde bir vekile muhtaç değildir. O, herşeyin yerini
tutar, hiç bir şey O'nun yerini tutamaz ve O'na dayanmadan duramaz. Şu halde
Allah'ın mülkü dışında bir şey, Allah'ın yerini tutacak bir çocuk, yerini
dolduracak bir vekil, Allah'tan başka işleri havale edecek bir merci, bir mabud
düşüncesi muhal (mümkün olmayan)in tasavvurudur. Bu gibi şeyler, ancak faniler
ve acizler hakkında düşünülür. "Peygamber" denildiği zaman da bir
"vekil" değil, ancak sözü nakleden bir emir kulu anlamalıdır. Buna
karşı ey hıristiyanlar, "Mesih nasıl kul olur?" demeyiniz. Mesih, hiç
bir zaman Allah'a kul olmaktan çekinmez. Hıristiyanlar Peygamberimize
gelmişler, "Bizim sahibimize niçin ayıp isnad ediyorsun?" demişler.
"Sahibiniz kim?" buyurmuş. "İsa" demişler. "Ne dedim"
buyurmuş, "O Allah'ın kulu ve resulüdür diyorsun" demişler. (Bunun
üzerine) : "Allah'a kul olmak bir âr değildir" buyurmuş ve bu âyet
bunun üzerine inmiştir, diye rivâyet edilmiştir.
Gördünüz ya:
Meâl-i Şerifi
174 - Ey insanlar! Size Rabbinizden bir delil
(Muhammed) geldi ve size apaçık bir nur indirdik.
175 - Allah'a inanıp O'na sımsıkı sarılanları
(Allah), kendisinden bir rahmet ve lutfa sokacak ve kendisine varan dosdoğru
yola iletecektir.
174-175- Burhan, Muhammed (a.s.)'ın zatı;
Nûr-î mübîn, Kur'ân, Sırat-ı müstakîm, din ve İslâm şeriatıdır. Bundan sonraki
sûrelerde bu hidayetin tamamlanması açıklanacaktır.
Şimdi sûrenin başındaki "Ey insanlar
Rabbinizden sakınınız" hitabı bu Allah'ın delili ile gelişe gelişe böyle
bir açık nura ulaştığı ve doğru yolu aydınlattığı, bu noktada ölüm ile ilgili
olan ve sûrenin başındaki mallarla ve mirasla ilgili hükümleri tamamlayan bir
âyet ile sonu başa döndürmek üzere buyuruluyor ki:
Ey Muhammed! Bu doğru yola gitmek arzusunda
bulunanlar:
Meâl-i Şerifi
176- Senden fetva istiyorlar. Deki:
"Allah size kelâle (babasız ve çocuksuz kimse) nin mirası hakkında hükmünü
açıklıyor: Çocuğu olmayan, fakat kız kardeşi bulunan bir kişi ölürse, bıraktığı
malın yarısı o (kız kardeşi)nundur. Çocuğu olmayan kız kardeş ölürse, erkek
kardeş ona varis olur. Eğer (ölenin) iki kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte
ikisi onlarındır. Eğer kardeşler erkek ve kız olurlarsa, erkeğin hissesi, iki
kızın hissesi kadardır. Şaşırmamanız için Allah size (hükümlerini) açıklıyor.
Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
176-"Kelâle"nin mânâsı sûrenin baş
tarafında (Nisâ, 4/12) âyetinde geçmişti. (Oraya bakınız). Bir rivayete göre
birincisi kışın, bu ikinci âyet de yazın inmiş ve bunun için buna "yaz
âyeti" denilmiştir. O yaz (Al-i İmran, 3/97) âyeti inmiş, Resullullah
Mekke'ye gitmek için hazırlık yapıyordu. Bu sırada, yani veda haccına
gidilirken Medine'den çıkılmadan ve bazılarının görüşüne göre yolda bir âyet
inmiştir. Berâ b. Azib (r.a.) bunun en son nazil olan âyet, Berâe sûresinin en
son nazil olan sûre olduğunu ve sahabeden birçoğu da son nazil olan âyetlerden
olduğunu söylemişlerdir. Nüzul sebebi hakkında da Câbir b. Abdillâh (r.a.)'den
rivayet edilmiştir ki:" Resulullah (s.a.v.) ziyaretime gelmiş idi,
hastaydım 'Ey Allah'ın Resulü ben kelâle (babası ve çocuğu olmayan)yim, malımı
ne yapayım?' Diğer bir rivayette: Miras kimindir? Bana ancak kelâle varis
olacak' dedim. Bu âyet bu sebeple nazil oldu. "Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir
hutbesinde demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın Nisâ sûresinde ferâiz (miras
hukuku ) hakkında indirmiş olduğu âyetlerden birincisi çocuk ve baba
hakkındadır. İkincisi koca, karısı ve ana bir kardeşler hakkındadır. Üçüncüsü
ana, baba bir veya baba bir kardeşler hakkındadır." Şu halde Erkek veya
kız bir çocuğu bulunmayan bir adam ölür ve "ana-baba bir", yahut
"baba bir " bir kız kardeşi bulunursa, terikesini (bıraktığı malı)n
yarısı kız kardeşinin farz hakkıdır. Diğer yarı, asabe (baba tarafından
akraba)si varsa onun, yoksa redden yine kız kardeşinindir. Oğlu bulunursa kız
kardeş düşer, kızı bulunursa kız kardeşin belki bir farzı olmaz. "Kız
kardeşleri, kızlarla birlikte asabe yapınız" hadis-i şerifi gereğince
asabe olur.
Aşağı doğru inen neseb (çocuklar, torunlar...)
in dışında kalanları ifade eden kelâle anlayışında "çocuk ve baba olmamak
" ölçü olduğundan dolayı "çocuğu olmayan", babası olmadığı gibi,
çocuğu da olmayan demek olur. Yani baba bulunursa bütün kardeşler düşer, miras
alamazlar. Hz. Ömer bu noktada biraz tereddüt etmiş ise de sünnet bu şekil
üzere kararlaşmış ve böyle olduğunda ittifak hasıl olmuştur. Fakat ana "Eğer
kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir" (Nisa, 4/11) âyetinin
delaletinden anlaşıldığı üzere kardeşleri düşürmez. Bu mesele Feraiz ilminde
şöyle ifade olunmuştur: "Ana-baba bir kız ve erkek kardeşler ile baba bir
erkek ve kız kardeşlerin hepsi, oğul ve aşağıya doğru ne kadar inerse insin
oğulun oğlu ile, ittifakla baba ile, sadece Ebu Hanife'ye göre dede ile
düşer".
Erkek kardeş ölürse böyle olduğu gibi tersine
o kalır, kız kardeşi ölür, çocuğu (aynı şekilde babası ) bulunmazsa, o erkek
kardeş de ona varis olur, yani bütün bıraktığı mirası alır. Fakat oğlu veya
babası bulunursa düşer. Kızı bulunursa tamamını alamaz kalanı alır. Eğer aynı
şartlar altında kalan kız kardeşler iki veya daha fazla iseler farz hakları
terekeden iki üçte bir, yani üçte ikidir. Geri kalan asabe (baba tarafından
akraba) varsa ona verilir. Yoksa farz olarak değil, red olarak onların olur. Ve
eğer kalanlar yine aynı şartlar altında, erkekli dişili karışık kardeşler ise,
yani hem erkek kardeş ve hem kız kardeş varsa, o zaman erkeğe iki dişi payı
kadar taksim olunur. Şaşırırsınız diye Allah size hükümlerini açıklıyor. Bu ve
benzerlerini Basralılar, "şaşmanızı çirkin görerek" diye, Kûfeliler
de "şaşmamanız için" diye takdir ederek tefsir etmişlerdir ki, birinciye
göre mânâ :"Allah şaşırmanızı istemediği için size beyan ediyor"
demek olur. Bizim dil lehçemize göre: "şaşırırsınız diye Allah size
açıklıyor" demek de aynı mânâyı ifade eder. Fakat bu da "açıklama
yapmazsa şaşırırsınız" demek olduğundan daha uzun bir takdiri içerir. Halbuki
bir nefy harfinin takdiri böyle bir şart cümlesinin takdirinden elbette daha
iyidir. "Senden fetva istiyorlar" ifadesindeki fetva istekleriyle bu
beyan kısmı, gelecek olan Maide sûresinin beyanlarına da bir hazırlıktır. Allah
her şeyi bilendir. Sizin hayat ve ölümünüzle ilgili durumlarınızı da pek iyi
bildiğinden iyilik ve faydalarınızı içeren hükümlerini size açıklamıştır. Şu
halde siz de bunları biliniz, ilim ve nur ile doğru yolda yürüyünüz ki, ilâhî
sofraya konasınız.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
nisa - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.