Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Maide Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
5-MAİDE:
Bu sûrenin diğerlerinde bulunmayan onsekiz
farzı içine aldığı açıklanıyor. Ebu Hayyan'ın kaydettiği üzere, Arapların ilk
filozofu meşhur el- Kindi'ye öğrencileri: "Ey filozof, bize şu Kur'ân'ın
bir dengini yapıver" demişler. O da: "Peki, hepsinin değil ama, bir
kısmının benzerini yapayım" demiş. Ve bir çok günler çekilip kapanmış,
sonra çıkmış: "Vallahi demiş buna ne bizim kudretimiz yetecek, ne de başka
birinin. Mushaf'ı açtım, Mâide suresi çıktı, baktım vefa (sözde durma)yı
söylemiş, dönekliği yasaklamış, bir genel tahlil yapmış, sonra bir istisna
istisna eylemiş, sonra da kudret ve hikmetinden haber vermiş ve bütün bunları
iki satıra sığdırmış, bunu ise hiç kimse ciltlerle yazı yazmadan ifade
edemez."
UKUD: Akdin çoğuludur. Akd, belgeye bağlanmış
anlaşma demektir ki, bir şeyi diğerine sağlam şekilde bağlayan bağ ve düğüme,
mesela ip düğümüne benzetilmiştir. Yani anlaşma asıl lugatta sıkı bağlamak ve
düğümlemek, sağlam bağ ve düğüm demek olup, bundan nakledilerek bir kimsenin
bir şeyi benimsemesi veya başkasını susmaya mecbur ederek kendini veya diğerini
bağlamasına veya karşılıklı bağlanmalarına akid adı verilmiştir ki, itikad da
bundandır. Şu halde her akid icab ve kabule dayanmayıp, bazıları yalnız razı
olmakla da anlaşma yapılmış olur ki, adaklar ve gelecekle ilgili yeminler bu
türdendir
AHİD de asıl lugatta bir şeyi halden hale
saklayıp gözetlemektir. Böyle gözlenmesi istenen, gerekli görülen belgelere de
ahid (anlaşma) ismi verilir. Bu ölçü ile ahid ve akid anlamdaş demek iseler de,
akid kelimesi, "misâk" gibi daha çok ihkâm (sağlamlaştırma) ifade
eder.
VEFA ve İFA ise ahid ve akdin gereğini yerine
getirmek, icabını tamamen icra eylemektir. Burada çoğulu muhallâ bi'l-lâm (lâm
harfiyle süslenmiş yani harfi tarifli) olan , "el-ukud", istiğrak
ifade eder ki, gerek Allah Teâlâ'nın kullarına gerekli kıldığı ve anlaşma
yaptığı teklifleri ve dine ait hükümleri gerek kulların kendiliklerinden
Allah'a karşı bağlandıkları adakları ve yeminleri, gerekse insanların kendi
aralarında sahih olarak anlaştıkları emanetler, muameleler ve diğerleriyle
ilgili her çeşit akidleri içine alır. Hatta harb ehli, zimmet ehli, Haricîler
ve diğer insanlar ile yapılan anlaşmalar da dahildir. Şu halde bundan şu kural
ortaya çıkar ki, "akidler de aslolan sıhhattir, meğer ki bozulmasına bir
delil gelmiş olsun". Bunun için herhangi bir akidde söz, sıhhat
davacısının,delil fesad davacısınındır. Meğerki o akidde fesadın batıl
olmasından başka bir mânâ ifade etmemiş olsun. Çünkü batıl olma iddiası, akdin
yokluğunu iddia ve varlığını inkâr demektir. Bunda ise delil, vücut ve sıhhat
iddiacısına yönelir. Çünkü emri yerine getirmek, sahih olarak mevcut olan akde
yöneliktir. Akid, sabit ve aktedilmiş değilse yerine getirilecek bir şey
yoktur. Ebu Bekir Râzî bu fıkhî mânâ ile "Ahkâm-ı Kur'ân"da der ki:
'Akidleri yerine getirin', ukud (akidler) isminin ulaşmış olduğu bütün
akidlerin yerine getirilmesini gerektirir. Şu halde herhangi bir akdin caiz
olması veya fasit olmasında veya her hangi bir adağın sıhhat ve lüzumunda
anlaşamadığımız zaman ilâhî sözü ile delil getirmek sahih olur". Fakat
akidler her çeşit dini sorumluluklardan daha genel olduğu ve halbuki dini
teklifler içinde mendublar ve müstehapların da varlığı bilindiği için, bu
"îfâ ediniz" emrinin de vücub ve nedben daha genel bir mânâya yüklenilmesi
gerekeceğinin de unutulmaması lazım gelir. Nitekim bunu Ebu's-Suud açıkça
göstermiştir. Netice olarak dinin özünün, Allah ve kullarla sağlam birtakım
anlaşmalar ve mukaveleler yapmak ve sahih olarak aktedilen anlaşmalar ve
akidleri ifa etmek suretiyle hükmünü yerine getirmek demek olduğu bu sûrenin
başında genel bir esas olarak özetlenip buyurulmuştur ki:
Ey iman etmiş olan müminler, bağlandığınız
bütün akid (anlaşma)leri ifa ediniz. Yani ilk önce iman bir akiddir. Ve siz bu
akid ile Allah'a karşı bir takım sözleşmeler ve akidler yaptınız, bağlandınız.
Sonra kendiliğinizden veya kendi aranızda veya bütün insanlar arasında birtakım
akidler daha yapar bağlanırsınız. İşte bütün bu akidleri ifa ediniz. Dinin
kökü, imanın hükmü, Allah'ın emri kısaca budur. Şimdi sûrenin ismiyle uyuşmuş
olmak üzere önce geçim vasıtalarından başlıyarak bunun biraz açıklamasına
gelelim:
Size çeşitli hayvanlar helal kılındı.
Bunlardan faydalanır ve helal helal yiyebilirsiniz. Ancak haram olması okunan
veya aşağıda geleceği üzere okunacak olanlar müstesna. Ki bu cümleden olarak
gelecektir.
Daha önce bilhassa şu dikkat çekicidir ki siz
ihramlı iken avlanmayı helal kılamayacağınız, ihram halinde avlanmayı ve av eti
yemeyi caiz göremeyeceğiniz halde çeşitli hayvanlar, bazı müstesna ile helal
kılındı. Yani ey müminler, siz hayvan öldürmek caiz olmayan ihram halinde avdan
ve av eti yemekten yasaklanmışsınız. Fakat bu halde bile bir akdin meyvesi
olmak üzere et yemekten mahrum bırakılmadınız. Siz ihramlı iken, av olmamak
şartıyla ihramda bulunmayanların kestikleri hayvanlardan yiyebilirsiniz ki, bu
helal ve haram olma birer ilâhî akiddir. Ve böyle başkasının kestiği hayvanın
etini yiyebilmeniz, herhalde kendi aranızda yapacağınız alış-veriş ve hibe gibi
bir akdin meyvesidir. Şu halde bununla akidlerin faydalarını ve İslâm dininde
geçiminizin nasıl genişletildiğini takdir edin ve bu helal ve haramı ifa
eyleyin de helali haram, haramı helal yapmayınız. İlerde âyetinde açıkça
görülecektir ki, ihram halinde haram olan av, deniz avı değil kara avıdır.
Buradaki av da kara hayvanları, demek olan behime-i en'âmdan istisna yerinde
bulunmak bakımından buna bir işareti içerir. "Behime", esasen aklı
olmayan herhangi bir hayvan demektir ki "İbham" (kapalı bırakma)
mânâsından alınmıştır. Sonra bu isim kara ve denizde yaşayan dört ayaklı
hayvanlarda daha çok kullanılarak onlara tahsis edilmiştir. Burada helal
kılınan ise mutlak behâim (hayvanlar) değil, kara ve denizde yaşayan dört
ayaklı hayvanlardır.
"EN'AM" da (ne'am) ın çoğulu olup,
En'am sûresinde: "Hayvanlardan da kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek
yapılır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin" (En'âm, 6/142), "Sekiz
çift (hayvan), koyundan iki, keçiden iki". (En'âm, 6/143) "Ve deveden
iki, sığırdan iki" (En'âm, 6/144) diye açıklandığı üzere ehli hayvanlardan
deve, sığır, davar, yani koyun ve keçiye söylenir ki, yumuşaklık mânâsına olan
"nu'ûmet"den alınmıştır. Pençeliler şöyle dursun beygir, katır, eşek
gibi "hafir" denilen tek tırnaklı hayvanlar bile "en'âm"da
dahil değildirler. Nitekim Nahl sûresinde "Hayvanları da yarattı.
Onlarda sizin için ısınmanızı sağlayan şeyler
ve daha bir çok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz" (Nalh,
16/5), "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve eşekleri ve daha sizin
bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır". (Nalh, 16/8) buyurulmuştur. Şu
halde "behimetü'l-en'âm" terkib-i izâfi (isim tamlama)si ya "çam
ağacı" gibi izafet-i beyaniyye olup "en'âm denilen kelimeler"
demektir ki, bu şekilde diğer bir âyetteki "Size okunup açıklananlar
dışındaki hayvanlar sizin için helal kılınmıştır". (Hacc, 22/30) gibi
doğrudan doğruya en'âmın helal oluşu nasla bildirilmiş ve bunlara benzeyen
ceylan, geyik ve diğerleri gibi av hayvanları en'âma katılarak helal kılınmış
olur. Veya "behime" den maksad en'âmın dışından olarak izafet-i
lâmiye-i teşbihiyye ile "en'âm gibi olan behâim" demektir ki, bu
şekilde de geviş getirmek ve köpek dişleri olmamak bakımından en'âme benzeyen
geyik ve diğer vahşi hayvanların helal olduğu ve helal olma sebebine işaret
edilmiş olur. En'âmın helal olması ise daha önce diğer nass (dinî metin) ile
açıklanmış olduğu gibi, buradan da müşebbehün bih (benzetilen) bir asıl olmak
üzere yine bi'l-işâre (işaretle) anlaşılır. Ve bundan "avı helal
saymaksızın" hâl kısmı ile avın istisnası (hariç tutulması) bir istisnâ-i
muttasıl (bitişik istisna) yerinde bulunacağı "behîme" kaydı da
te'kide değil, te'sise sarfedilmiş olup fazla bir menfaat ifade edeceğinden
bazı tefsirciler bu şekli tercih etmişlerdir. Fakat bunda ihram durumuna
bakarak kelâmı, sırf haram kılmaya yöneltmek vardır. Ki, "akidleri ifa
edin" sözünün akışına pek de uygun değildir. Zira vahşi hayvanlardan
faydalanmak ava dayandığı için, bunu müteakip ihram halinde avın yasaklanması
açıklanırken ihram haline göre bu helal olmanın hiç hükmü kalmamış ve o halde
kelamın gelişi büsbütün haram bulmaya yönelmiş ve şu halde bu yasaklama halinde
en'amın helal olmasından faydalanma ve anlaşmaların semerelerinden isifade etme
hususu nasla bildirilmemiş ve bu İslâm nimeti ile başa kakma mânâsı
gösterilmemiş olacaktır. Gerek bu ince beyan zevki ve gerekse en'amın aslında
helal oluşunun bilinmesi sebebiyle tefsircilerin çoğu da birinci izafet-i
beyaniyye şeklini tercih etmişlerdir. Ki bunda "behime" lafzı helal
olma sebebini araştırmamakla beraber, buna işaret etme nüktesinden de uzak
değildir. Vahşi hayvanların bunun hükmüne girmesine vasıta olur. Ve her iki
takdirde behime-i en'am (kara hayvanları), deniz hayvanlarını içine almaz.
Şimdi bu ilâhî nimetlere karşı acaba bu helal
ve haram olma niçin böyle oluyor? Niçin hayvanlar, ihramlı ve ihramsız bütün
hallerde mübah kılınır da, avlanmak bazan mübah, bazan haram oluyor?
Hayvanların hepsi can değil midir?
Nasıl oluyor da ilâhî hükümde bu hayvanların,
isterse bazıları insanlara helal olabiliyor, gibi birtakım düşüncelere de gerek
yoktur. Helal ve haramın hükümlerini sebeplerini aramaktan çok Allah'a kullukla
yerine getirmelidir. Zira şüphe yoktur ki Allah neyi irade ederse onu hükmeder.
Hükmünde serbesttir. Yani esas itibarıyla bütün hükümler onun istek ve iradesine
tabidir. İlâhî irade üzerinde tesir icra etmesi düşünülen hiçbir sebep, hiçbir
kuvvet yoktur. Gerçi birçok defalar geçtiği üzere Allah Teâlâ hikmet sahibi
olduğundan Allah'ın tekliflerinin dayanağı da kulların iyilikleri ve
menfaatleridir. Ve şu halde bu helal ve haram da birçok yüksek hikmetleri
içermektedir. Fakat bütün bu hikmetler, ilâhî iradenin meyveleri ve sıralanmış
hükümlerinden başka bir şey değildirler. Asıl hükmün sebebi, o hikmetler, o
iyilikler değil, Allah'ın iradesidir. Mesela insan, hayvanlara tercih edilmiş
ve en'am (hayvanlar) insana mahsus hayatın iyiliğine diğerlerinden daha
elverişli yaratılmış ve bu gibi fıtri hikmet ve iyiliklerden dolayı en'am helal
kılınmış denebileceği farzedilsin. Fakat buna karşı acaba bu hilkat, bu nizam niye
böyle olmuş? Bunda ne zaruret varmış, sorusu derhal ortaya çıkar. Bunun ise tek
cevabı Allah'ın böyle istemiş ve böyle hükmetmiş olmasıdır. Şu halde esas
itibariyle bunların hiç birinde özel zaruret yoktur, hepsi mümkün olan
şeylerdendir. Bütün gerekliliğin, zaruretin ve güzelliğin kaynağı Allah'tır.
Hüküm, hikmet, hukuk, şeriat hep bu iradenin ortaya çıkmasıdır. Ve bunun için
tekliflerin güzel ve çirkin oluşu da her şeyden önce yaratan ve yaratılan,
Allahlık ve kulluk ölçüsüyle Allah'ın iradesine dayanmaktadır. İlim ve hukuk
hikmeti ne kadar derinleştirilirse derinleştirilsin, esasında hukuk konusundan
dışarı çıkamaz.
2-Asıl hikmet eşyanın tabiatı değil, onların
yaratıcısı ve "her şeyi kuşatıcı" olan Allah'ındır. Din açısından bu
helal ve haram da sırf onun iradesinin eseridir. Bunun için: Ey iman edenler ne
Allah'ın şeâirine, yani iradesini gösteren merasim ve dini sorumluluklarına,
ibadet ve taatlarına nişane olanı işaret edici alâmetlerine, mesela hacc için
ihram , mikatlar, cemreler, Safa ve Merve, Meş'ar-i haram, Arefe ve rükun,
tavaf ve sa'y, kurban, traş olma ve ıhlal gibi menasik denilen şiarlara ve ne
bu alâmetlerden sayılan haram aya, yani savaş haram olan receb, zilkade,
zilhicce, muharrem dört aydan birine (Bakara Sûresi 2/194. âyetine bkz.) ve ne
hedye, yani Kabe'ye hediye edilen kurbanlıklara, ne de kılâdelere, yani
kurbanlık nişanesi olmak üzere kurbanlıklara herhangi bir şeyden takılan
gerdanlıklara ve özellikle bunların takıldığı gerdanlıklı kurbanlıklara, ve
Kabe'ye doğru gelenlere, Rabblarından hem bir fadl (dünyaya ait bir ticaret) ve
hem hoşnutluk ümit ederek ziyaret kastedenlere hürmetsizlik etmeyin. Yani bütün
alametlere hürmet edin, hürmeti terketmeyin. Bu cümleden olarak haram aya savaş
ve nesi' (haram ayı tehir etmek) sûretiyle riayetsizlikte bulunmayın, hediye
kurbanlık ve gerdanlıkların hürmetini ihlal etmeyin, diğerlerinin sevk
ettiklerine hücum etmeyin. Kendinizin kurbanlık götürüp, ona bir nişane
takmanız da ihramlının yapacağı işlerdendir. Öyle ise bozmayın, derhal
elbisenizi çıkarıp ihrama girmekle ve bundan sonra bunların etlerini sadaka
olarak vermekle bu hürmeti koruyun. Hem ziyaret, hem ticaret kastıyla Kabe'ye
gelenleri yasaklamayın, hacıların yolunu kesmeyin. Kabe'ye dışardan gelenler de
Mekke'ye ihramsız girmesin. Avlanacaksanız ihramdan ve Harem'den çıkıp, hılle
(harem dışına) girdiğiniz zaman avlanın. O zaman Harem dışında avlanmaya izin
var. Fakat harem avı, ne ihramlı, ne ihramsız hiç bir halde caiz değildir.
Bir zamanlar sizi Mescid-i Haram'dan
yasaklamaları sebebiyle bir kavme olan buğz (kızgınlık) sizi kendilerine
taarruz ve tecavüzünüzle günaha sokmasın, şeârie hürmetsizlik etmek cürmüne
düşürmesin. İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde "hemze"nin esreriyle
okunduğuna göre: Bir toplum sizi Mescid-i Haram'dan men ederlerse, onlara buğz
ve kininiz şeâire hürmetsizlik ederek kendilerine tecavüz etmeniz suretiyle
sizi günaha sokmasın. iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın da, günah ve
düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın, ve Allah'tan korkun, bu emirlere karşı
gelmekten çekinin. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir, dayanılır şey
değildir.
Rivayet edildiğine göre bu âyetin başlıca iniş
sebebi Benu Dubey'a b. Sa'lebe'den Hutam b. Hindi Bekri olayı olmuştur .Bu
Hutam Medine'ye gelmiş, atlarını Medine dışında bir yere bırakmış, yalnızca
Peygamberimizin huzuruna varmış, bir kavmin davetçisi olduğunu ve
arkadaşlarıyla beraber gelip müslüman olacaklarını vaad etmiş. Çıktığı zaman
Resulullah: "Bu adam bir günahkar yüzüyle girdi ve bir hain kafasıyla
çıktı" buyurmuş. Sonra Medine'den çıkmış, Medine halkının yayılmakta olan
develerine rastgelmiş sürmüş götürmüş ve şu recez bahriyle söylenmiş şiiri
söyleyerek gitmiş:
(1) Haber alınınca takip edilmiş,
yetişilememiş, ertesi sene yani kaza Umresi senesi Bekir b. Vail hacıları
yanında Yemâme'den çıkmış, hacca gelmiş ve beraberinde hayli ticaret malı
varmış. Sürüp götürdüğü develerden bir çoğunu gerdanlıklarla süsleyip Kabe'ye
hediye olarak sevk etmiş. Müslümanlar karşıdan bunların geldiklerini işitince
karşılayıp vurmak için Resulullah'tan izin istemişler, bu âyet inmiş, izin
verilmemiştir.
Kaza Umresi zilkade ayında vaki olduğundan
"eş-Şehra'l-Haram" önceden ve bizzat buna işaret demektir. Diğer
taraftan İbnü Zeyd'in rivayetine göre Mekke'nin fethi senesi müşrikler de
Kabe'yi ziyarete geliyorlar ve Umre'ye giriyorlardı. Müslümanlar, "ey Allah'ın
Resulü bunlar müşrik, biz de bunları bırakmayalım baskın edelim" demişler.
"Kabe'ye doğru gelenlere engel olmayın" âyeti nazil olmuş,
Hudeybiye'yi hatırlatan kısmı da buna daha çok yatkındır.
Bu rivayetlerde gösterilen nüzul sebebine göre
yalnız müslüman hacıların değil, müşriklerin bile Kabe'yi ziyaretten
yasaklanmamalarını emreder ve hoşnutluk isteği kendi mezheplerine göre
"kendi kanaatlarınca" demektir. O halde Berae sûresinde:
"Müşrikler, nefislerinin küfrünü göre göre Allah'ın mescidlerini onaramazlar"
(Tevbe, 9/17), "Müşrikler pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i
Haram'a yaklaşmasınlar" (Tevbe, 9/28) âyetleriyle hicri dokuzuncu seneden
sonra müşrikler Mescid-i Haram'a yaklaşmaktan yasaklandıkları zaman bu umûm
neshedilmiş, yalnız müslüman hacılara mahsus kalmıştır.
Aynı şekilde hükmü de Bakara sûresinde
açıklandığı üzere "Onları nerede yakalarsanız öldürün" (Bakara,
2/191) gibi genelleştirme âyetleriyle neshedilmiştir. Âlimlerin çoğunluğunun
görüşü de budur. Fakat bazı âlimler haram ayda hücum harbinin yasaklanmasının
baki olduğuna ve taarruzu yasaklayan hükmünün kaldırılmadığı görüşüne sahip
oldukları gibi, esasen de müslümanlardan başkasına şamil olmadığına ve çünkü
sevap arzusu ve ilâhî rıza mânâsıyla müminlerin şiarında açık bulunduğuna,
dolayısıyla müşriklerin yasaklanmasını emreden Berâe âyetlerinin bununla ilgisi
olamayacağı görüşüne sahip olmuşlardır. Bunun için Hasen (r.a.), "Mâide
sûresinde neshedilmiş âyet yoktur" demiş. Ebu Meysere'nin, "Bu sûrede
onsekiz farz vardır ve bunda neshedilmiş âyet yoktur" dediği de
nakledilmiş ve bu konuda yukarda anılan: "Mâide sûresi, nüzul bakımından
Kur'anın sonlarındadır, helalini helal, haramını haram kabul edin."
hadis-i şerifi ile de delil getirilmiştir ki, bunlar sûrenin tamamının Veda haccı
senesinde inmiş olduğu rivayetine taraftar olmuşlar demektir. Bununla beraber
Mâide sûresinin iki âyetinin dışında neshedilmiş âyet bulunmadığı hakkında da
bütün tefsircilerin ittifakı vardır. Hz. Ebu Bekir'in hacc ile
görevlendirildiği hicri dokuzuncu seneye kadar Arap müşriklerinin hacdan
yasaklanmadıkları bilinmektedir. Zikredilen Berâe âyetlerinin inişi üzerine bu
seneden sonra yasakladıklarında ve hicrî onuncu senesinde Resulullah'ın bizzat
başkanlık yaptığı Veda haccında kâfirlerden hiç birinin yaklaştırılmadığında da
ihtilaf yoktur. Fakat mesele bundan önce kâfirlerin yasaklanmaması,
yasaklanmaya dair bir emir varid olmamasından mıdır? Yoksa yasaklanmamaları bu
âyet ile emredilmiş olmamasından, yani kâfirleri de içine almış bulunduğundan
mıdır? İşte ihtilaf bu noktadadır. Ve bilinmektedir ki nesih, nassın
kalanındakinin kesinliğine zarar vermeyeceğinden, her iki şekilde kısmının önce
ve sonra müslüman hacıların hacdan yasaklanmaları hükmündeki hükmü kat'i ve
muhkemdir. Berâe âyeti de müşrikler aleyhinde muhkemdir. Ve bugün ihtilafın
semeresi, ancak "haram ay" meselesinde açıkça olabilecektir. Zira
bazı âlimlerin dediği gibi burada nesih yoksa müslümanlar "haram ay"
denilebilen dört ayın hiçbirinde saldırıcı olarak harp ilan etmeye izinli değillerdir.
Çoğunluğun dediği gibi nesih varsa, lüzumuna göre, gerek savunma ve gerek
saldırı savaşı edebilmek için bu dört ay da diğer aylar gibidir. Daha önce
mevcut olan "haram aylar" kaydı bugün kaldırılmıştır. Biz de çoğunluk
ile beraber bu kanaatteyiz.
Sonra bu âyetin hacc aylarında asayişin
korunmasına her zamandan çok ve özel bir şekilde dikkatli davranılması
gerektiğine çok ciddi olarak işaret ettiğinde de şüphe yoktur.
"Siz ihramlı olduğunuz zaman avlanmayı
helal saymanız hariç" istisnasına dair olan bu açıklamadan sonra,
"haram oldukları size okunacak olanlar müstesna" istisnasının
açıklanmasına gelelim:
3- "Çeşitli hayvanlar size helal
kılındı", fakat size şunlar haram edildi.
1- Meyte, (leş yani, kesilmeden ölen, daha
doğrusu tezkiyesiz ölen.) Meyte, canlı karşılığı ölü demek değil, hiç bir
haricî tesir olmadan ölen demek de değil, mezbuh (kesilmiş) karşılığı ölü,
"kesilmeden ruhu ayrılan" tam şer'i mânâsıyla söylenecek olursa
karşılığı ölüdür ki, aşağıda gelecek olan "ancak tezkiye
ettikleriniz" ifadesi bu karşılığı gösterecektir.
2- Dem, yani kan ki, maksad akıtılmış kan
olduğu diğer bir yerde, bu cümleden olarak En'am sûresi 145. nci âyette
açıklanmıştır. Meyte (leş) meyte, kan da kan olduğu için bizzat kendileri pis
ve haramdırlar. Fakat kanın böyle haram oluşu şunu anlatır ki, leşin haram
olmasında, akabilecek kanın tamamen içinde kalmış olmasının da az çok bir
hissesi vardır. Ve leşin mânâsına bu dahildir. Bazı müşrikler leşi yerler ve
"Kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü niçin yemiyorsunuz?"
derlermiş. Aynı şekilde kanı barsaklara doldururlar ve kızartır misafirlerine
yedirirlermiş.
3- Domuz eti, ki, En'am sûresinde
"Muhakkak o pistir" (En'am, 6/145) buyurulduğu üzere domuzun kendisi
aynen pistir. Domuz eti de, domuz eti olduğu için bizzat haramdır. Domuz
kendisi genel mânâda haram olduğu halde, burada denilmeyip de (domuz eti)
denilmesi aşağıdaki tezkiye istisnasına bunun için bir ilgisi olamayacağını
iyice anlatmak içindir.
4- Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi
çekilen" ve mesela "bi'smi'l-lâti ve'l-uzzâ" (Lât ve Uzzâ'nın
ismiyle) denilen ki, beraberinde "Bismillah" gerek denilsin ve gerek
denilmesin. Bu da Allah'dan başkası adına kesildiği için haramdır. Hayvanı
yaratan, insanın emrine veren ve buna onu kesmek hak ve kudretini lütfeden
Allah olduğu halde, o hayvanı Allah'tan başkasının adına kesmek büyük bir
zulüm, bir şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da manevî ve hukukî durumuyla
murdar ve haramdır.
Bu dört, esastır. Bundan sonrakiler, dinen
bunların şumülüne dahildir. Onun için bir çok âyetlerde yalnız bunların
zikredilmesiyle yetinilmiştir. Fakat cahiliye devrinde bir takım kimseler leşi
yemedikleri halde, leşi "bir harici tesiri olmaksızın kendi kendine
ölen" diye kabul ederler ve gerçekte leş kabilinden olan, gelecekte
görüleceği üzere ölüleri yerlerdi ki, müslümanlar dışında böyle kimseler hala
vardır. Şu halde burada dini bakımdan leşin kısımlarından bazıları şu şekilde
açıklanıyor:
5 - Boğulan, yani gerek takıldığı iple ve
gerek kemend ile ve gerek el ile ve gerek ağaç ve taş arasına sıkışarak, özetle
herhangi bir şekilde nefesi tıkanarak boğulup ölen.
6- Vurulmuş, yani yakından veya uzaktan her
hangi bir darbe ile vurulup ölmüş olan.
7- Tereddi eden, yani yüksekten aşağı veya bir
kuyuya, bir suya düşüp ölen.
8- Tosuşan, yani süsülmüş ve süsmüş olan. At
veya diğer bir hayvan tekmesiyle ölen de bu mânâda olmakla beraber, daha önce
mevkûze (vurulmuş) de dahildir.
9- Canavarın yediği, yırtıcı bir hayvan
tarafından telef edilen. Belki bundan maksat hayvanın boğazına giden değil,
artığı ve hatta yırttığıdır.
SEBU', nâb denilen sivri dişleri bulunan
arslan, kaplan, kurt, köpek ve diğerleri gibi âdet olarak saldıran, kapan,
yırtan, öldüren her hangi bir yırtıcı hayvan demektir ki, pençe denilir.
Pençesi bulunan yırtıcı kuşlar da aynı mânâda dahildir. Dilimizde canavar
(cânver) ismi üç mânâda kullanılmıştır. Biri, canlı mânâsına, genelde hayvan
demektir ki, bu kullanış şimdi kalmamış denecek kadar azdır. İkincisi özellikle
domuza veya kurda söylenmesidir ki, kara canavar, boz canavar diye ayrılır.
Üçüncüsü cana saldıran yırtıcı hayvan demektir, örfümüzde canavarın asıl mânâsı
budur. "Sebu" da bu demektir. Cahiliye devrinde leşi yemeyenler
içinde de münhanika" (boğulup ölen) dan buraya kadar sayılan beş ölüyü
yiyenler bulunuyordu. Nitekim bugün hıristiyanlar domuz etini yedikleri, gibi,
darbe ile vurularak ölen (mevkuzey)i de yerler ve özellikle domuzu tepesinden
ağır bir demirle vurarak yerler. Güya bunları, dahili bir sebeple ölmeyip , bir
insan veya hayvan fiil ve tesiriyle ölmüş olduklarından leş gibi değil,
kesilmiş gibi telakki ederler. Halbuki bunların beşi de kesmek suretiyle
kanları akıtılmamış olduğundan tamamen leştirler ve haramdırlar.
Ancak tezkiye ettikleriniz müstesnadır. Yani
henüz canları çıkmadan yetişip kesmek suretiyle hayatlarına son verdikleriniz
haram değildir. Şu halde debelenirlerken, henüz gözünü kırpar veya kuyruğunu
oynatır veya bacağını depretirken bile yetişip kesilebilenler helal olur. Bazı
tefsirciler bu istisnasının istisna-i munkatı olduğuna, yani yukarda zikredilen
hiçbirini haram olmaktan çıkarmış olmayıp, hepsine karşılık olarak helal olanı
ayrıca göstermiş bulunduğunu söylemişlerdir. Gerçekte bütün kelimeler şer'î
mânâ ile düşünüldüğü takdirde bu istisnanın neticesi, leş ve haram olanlarla
kesilmiş ve helal olanların karşıtını ifade etmekten başka bir şey değildir.
Diğer bazı tefsirciler ise bu istisnanın en sondaki "canavarın
yediği" kısmına tahsis edilmiş bir istisna-i muttasıl olduğunu
söylemişlerdir. Zira lafız bakımından en yakın olan budur. Bir de bunun lugat
anlamıyla, şer'î anlamı arasında bir fark yoktur .Halbuki kendinden önceki
natıha (süsülmüş), yukardan aşağıya düşmüş, vurulmuş, boğulmuş, lugat
anlamlarından başka ölüm mânâsını da içine almış olarak leş kısımlarından birer
şer'î isimdirler. Şu halde onlara nazaran istisna ancak munkatı istisna
olabilir. Bir istisna ise hem muttasıl, hem munkati' olamayacağı ve muttasıl
mümkün iken munkatıya gidilemeyeceği için, bu da muttasıl olarak yalnız
sonuncuya bağlı olabilir. Ancak bunların mevt (ölüm) mânâsını içine almaları,
asıl anlamlarına nazaran değil, istisnayı düşündükten sonra, haram olma hükmüne
göre olduğu ve şer'î mânâları da bununla ortaya çıktığı düşünülürse
istisnasının, kendisinden önceki dan "münhanika" (boğulmuş)ya kadar
beşinden bir muttasıl istisna olduğu anlaşılır. Mesela "münhanika"
(boğulmuş)nın mânâsı, lügat mânâsı bakımından ölmüş ve ölmemiş olanı içine
aldığından, henüz ölmeden kesilebilenler haram olmaktan çıkarılmış, ölmüş
olanlar da haram kısmında kalmış olur. Hakikatte Hz. Ali, İbnü Abbas, Hasen,
Katade, bunun "münhanika" (boğulmuş)dan, "canavarın yediği"
ne kadar hepsinin istisna olduğunu söylemişler. Tefsircilerin çoğu da bunu
tercih etmişlerdir. Bununla beraber bu üç bağlama şeklinin hiçbirinde şer'î
hükme göre bir ihtilaf yoktur. Daha yukarıdaki dörde gelince: Bu istisnanın
onlara hiç bitişmesi ve onlardan bir şeyi haram olmaktan çıkarması ihtimali
yoktur. Çünkü kesilmiş olanın bir daha kesilmesi mümkün olmadığından bir kerre
ün e bitişmediği kesinlikle bilinmektedir. Bunu atlayıp da daha üstündekilere
bağlanamayacağı da dil kuralları ile bilinmektedir. Bundan başka yukarda
hatırlattığımız üzere domuzun kesilmesi mümkün ise de, etin kesilmesi
düşünülemez. Aynı şekilde kan ve leş de böyledir. Bunun için hiç kimse bu
istisnanın "münhanika"dan daha yukarısına bağlanma ihtimalini
söylememişlerdir. Ancak tümümün münkatı' olduğunu söyleyenler bulunmuştur. Şu
halde, o dört içinden tezkiye (kesmek)ile helal sayılması düşünülen hiçbir şey
akla gelmez. Gelelim tezkiyeye:
TEZKİYE, sülâsî (üç harfli) sinden (tef'il)
dir ki zekat yapmak demektir. Burada "zekatına yetişmek" diye tefsir
olunmuştur "Asâ" vezninde "zekâ" ve "necât"
vezninde "zekât", kesmek yani boğazlamak mânâsınadır. Bu maddenin
aslının , lugatte bir tamamlanmak mânâsıyla ilgili olduğu açıklanıyor. Nitekim
ateşin parlamasına denilir ki, tamamı parlama demektir. Aynı şekilde anlayışa
"zeka" denilir ki, tamamı anlama demektir. Sonra yaşın kemaline
"zeka" denilir ki, gençliğin sonuna gelip tamam olması demektir. İşte
hayvanı boğazlamak da, kanını akıtarak ve vücudunun normal sıcaklığını teskin
ederek hayatına tamamen son vermek demek olduğundan zeka ve zekat denilmiştir.
İşte kelimenin lügat bakımından mânâsı ve esası budur. Ve bundan şer'î mânâya
nakledilerek zekat bir şer'î isim olmuştur ki, lugatta mânâsı olan kesmekten
bir yönden daha özel ve bir yönden daha geneldir. Önce daha özeldir: Çünkü
gerek bu âyet ve gerek diğer naslara göre şer'î zekatta zekatın yeri ve
kesilecek kısım, alet, diyanet, besmele gibi bazı özel şartlar gereklidir. Şu
halde her kesilen temiz değildir. İkinci olarak, şer'î zekatta da kesmek asıl
olmakla beraber av hayvanlarında olduğu gibi kesmeye güç yetmediği zaman yalnız
yaralama ve kan akıtma ile veya kesilmesi âdet olmayan balıkda herhangi bir
haricî sebep ile ölümün ortaya çıkması şer'an zekat olmaya yeterlidir. Halbuki
bunlara ne dinen, ne lugat bakımından boğazlama denilmez. Bu şekilde şer'î
zekat, isteğe bağlı zekat ve zorunlu zekat adıyla iki kısımdır. İsteğe bağlı
zekat mümkün olan yerde zorunlu zekat yeterli olmaz. Bunları biraz açıklıyalım:
Önce boğazlanacak olan hayvanda kesilme yeri
"Lebbe" denilen boyun dibinden, yani gerdandan çene altına kadardır.
Resulullah "Gerdanda ve boğazda" buyurmuştur. İmam-ı Azam Ebu Hanife
demiştir ki:" Boğazın altı, ortası, üstü, hepsinde boğazlamada bir mahzur
yoktur".
İkinci olarak kesilmesi vacip olan şey denilen
dört şeydir ki, yani nefes borusu olan gırtlak, yani yenip içilen şeylerin
geçtiği yemek borusu, bir de şah damarları denilen iki damar ki, nefes borusu
ile yemek borusu bunların arasındadır. Bunların dördü de güzelce kesildi mi
zekat (kesme) tamamıyla ve sünneti üzere yapılmış olur. Bu dörtten eksik
kesilirse Hanefi mezhebi imamları evdacın çoğu kesilirse yenir, bunların
herhangi taraftan olursa olsun üçü kesilirse yenir" demişler. Bununla
beraber Ebu Yusuf şunu açıklamıştır ki: "Nefes borusu, yemek borusu ve iki
damarın biri kesilmedikçe yenmez". İmam Malik ve Leys ise: "Evdac ve
nefes borusu kesilmelidir, birisi bırakılırsa olmaz" demişlerdir. Sevrî
de: "Evdac kesilirse, nefes borusu kesilmese bile mahzur yoktur"
demiş, İmam Şafii hazretleri de: "Zekat (kesmen)ın yetecek en alt derecesi
nefes borusu ile yemek borusunu kesmektir, iki damar da kesilmelidir. Bununla
beraber, bunlar kesilmez de nefes borusu ile yemek borusu kesilirse caiz
olur" demiştir.
Üçüncü olarak: Âlet, evdac (nefes ve yemek
boruları ile iki şah damarın)ı yarıp kanı fışkırtabilecek keskince herhangi bir
alette mahzur yoktur, zekat (kesme) doğrudur. Yerinde duran dip ve tırnak ile
yarmak caiz değildir. Çıkmış tırnak veya kemik veya boynuz veya diş ile yarmak
mekruhtur. Aynı şekilde kör bıçakla da mekruhtur. Peygamberimiz buyurmuştur:
"Allah Teâlâ her şeye ihsanı yazmıştır. Şu halde öldürülmeyi haketmiş
birini öldürdüğünüz zaman, öldürmeyi bile güzel yapınız. Hayvan kestiğiniz
zaman da boğazlamayı güzel yapınız, her biriniz bıçağını bilesin ve keseceği
hayvanı rahatça yatırsın."
Dördüncü, diyanet, yani kesenin Müslüman veya
kitap ehli olması. Müslüman ise ihramda bulunmaması.
Beşinci, besmele çekilmesi.
Altıncı, zorunlu zekat (kesim) olan av
meseleleri bundan sonra da gelecektir. İşte şer'î kesim budur. Şu halde (zal)
harfi ile olan bu maddeyi, (zay) ile olan ve esasen "temizlik ve
üreme" mânâsına gelen (zeka), (zekat) tezkiye maddesiyle
karıştırmamalıdır. Böyle bir yanlış ile "temizlediğiniz ve tezkiye
ettiğiniz müstesnadır" gibi bir mânâ vermeye kalkışmamalıdır. Tezkiye ile
pis hayvan temizlenmez, temiz hayvan pis ölmekten kurtarılır. Bu açıklama ve
izahtan maksadımız, zamanımızda bir doktorun müslümanlara domuz eti yedirmek
için yazdığı bir risalede düşmüş olduğu sapıklığı hatırlatmaktır. Bilinmektedir
ki, domuz etinde zararlı bir mikrop (trişin) bulunduğu son zamanlarda fen
bilgileriyle anlaşılmıştır. Bu zat da, önce Kur'ân'da domuz etinin haram
kılınmasını, domuz olduğu için aynen değil, ancak bu mikroptan dolayı olduğuna
kendince bir karar vermiş, sonra domuz etinde malum olan bu mikrobun ilmen ve
kimya ile yok edilebildiğini okumuş ve bunun domuzu temizlemek demek olduğuna
da hükmetmiş, bunun üzerine (zâl) ile (zây)ı; ile ı; ile yi ayırmayarak
istisnasını ele almış bunun temizlemek demek olduğunu ve domuz etine kadar
hepsini içine aldığını, tahlil ve kimyevî tasfiyenin de bir temizleme olması
hasebiyle domuz etini temizliyeceğini, dolayısıyla domuz etinin kesmekle helal
olmadığı halde, kimyevî tasfiye ile helal olabileceğini, diğerlerinde de aynı
hükmün cereyan edeceğini iddia etmiştir. Halbuki burada ve maddelerinin farkını
bir kenara koyarak bile böyle bir düşünce tarzına imkan yoktur. Zira bu
düşünceye göre domuz ölüsünün yenmesi caiz olacak da, mesela boğulmak üzere
bulunan bir koyunu ölmeden kesip yemek caiz olmayacak. Bu şekilde temizlemek
mânâsıyla kesmeyi de içine alır, denecek olursa, o zaman domuzun da kesilip
yenmesi caiz görülmüş olacak ve domuz eti haram değildir, denilmiş olacaktır
.Ve eğer bunun domuzla ilgisi olmadığı itiraf edilecek ise, aynı kelimenin
kavramı olduğu iddia edilen mikrop tasfiyesinin domuzla ilgisinden bahsetmek
büyük çelişki oluşturacaktır. Sonra unutmamak gerekir ki, Kur'ân'ın haram
kıldığı domuz etinin sade mikrobu değil, kendisidir. Buna karşı domuzun yalnız
bu mikroptan dolayı pis ve haram olduğunu ve bunda maddî veya manevî daha başka
sebep ve hikmetler bulunamayacağını iddia etmek ise baştan bir tehakküm ve bir
haksızlıktır. Daha sonra etin içindeki mikropları kimya yoluyla yok edip
öldürmek, etin kendisinde tasfiye denebilecek bir kimyevî tahlil yapmak da
değildir. Şu halde buna bir temizleme demek de yanlıştır. Eğer maksat, tam anlamıyla
bir tahlil veya kimyevî etki ise herhangi bir et, sun'î veya tabiî bir şekilde
kimya ile tam bir tahlil ve değiştirmeye tabi tutulduğu zaman o artık et ismini
kaybeder, diğer bir niteliğe dönüşür ve başka bir isim alır; dinen onun helal
ve haramlığı da yeni aldığı isim ve niteliğe göre ayrıca düşünülür ve takdir
edilir. Nitekim pis olan bir şey yanıp kül olduğu zaman temiz olur. Domuz
kemiklerinden elde edilecek olan kömür veya fosforun diğerlerinden farkı olmaz,
fakat bunlar başka meselelerdir.
Bu açıklamadan sonra konumuza dönelim:
10 - Dikili taşlar (putlar) üzerine
boğazlananlar. Bu kısım, "Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi
çekilenler." üzerine atfolunmuştur, bu da haramdır. Demek ki her kesme,
şer'î kesme değildir.
NUSUB, " mansub" (dikilmiş) mânâsına
tekil, veya "nisab"ın veya "nusbe" nin çoğuludur, bunun
çoğulu da "ensab" gelir. Bazı tefsirciler bunu "asnâm"
(putlar) diye tefsir etmişlerdir. Fakat diğerleri "asnâm" ile
"ensab"ın farkını göstermişlerdir. Şöyle ki "asnâm",
resimli ve nakışlı taşlar, putlardır. "Nusub" ise dikili taşlardır
ki, resimli veya nakışlı olması şart değildir, vesen (put) gibidir. Nitekim
Adiy b. Hâtim boynunda haç ile geldiği zaman Peygamberimiz : " Boynundan
şu putu at" buyurmuş, haç'a vesen demişti. Demek ki "Nusub"
resimli ve nakışlı olması şart olmayarak evsan (putlar) kabilinden hürmet için
konulmuş ve dikilmiş taşlardır ki, zamanımızda "âkide" derler. Bunlar
tek parça bir taştan, ibaret olabilecği gibi, birçok taşların birleşmesinden de
olabilir ve sadece bir yığın halinde de bulunabilir. "Nusub"ın tekil
ve çoğul olması düşüncesi de bundandır. "Ensab" da birçok nusublar
demektir.
Kısaca cahiliye devrinde Kabe'nin etrafında
böyle dikilmiş veya konulmuş birtakım taşlar vardı ki, bunlara hürmet ve tazim
ederler ve üzerlerinde kurban keserlerdi. Hatta bunlara bile kurban keserlerdi.
Mekke'de olduğu gibi diğer Arap beldelerinde de böyle saygı ve hürmet edilen
putlar vardı ki "Sa'd" dedikleri taş da bunlardan biri idi. İşte
Mücahid, Katade ve diğerlerinin dedikleri gibi nusub (dikili taşlar) bu
taşlardır. Mücahid'in açıklamasına göre cahiliye insanları bunların üzerinde
kurban keserler ve isterlerse bunları daha hoşlarına giden diğer taşlarla da
değiştirirledi. İbnü Abbas hazretlerinden de : " Bunlar üzerinde kurban
keserler ve bunlar üzerinde ihramdan çıkarlardı" diye nakledilmiştir. İbnü
Cerir demiştir ki:" Bunlar asnâm (putlar) değildirler, sanem resimli olur.
Bunlar ise üçyüz altmış kadar dikilmiş taşlardı. "Derler ki, üçyüzü
Huzâa'da idi. Kurbanları kestikleri zaman, bunların Kabe'ye gelen taraflarına
kanları serperler ve etleri yarıp bu taşların üstlerine korlardı. Müslümanlar:
Ey Allah'ın Resulü, cahiliye halkı Kabe'ye kan ile saygı gösterirlerdi. Bu ise
bize daha çok layık değil mi? demişler. Peygamberimiz "hayır"
dememişti. Bunun üzerine "Onların ne etleri, ne de kanları Allah'a
ulaşmaz. Fakat sizin takvanız ona ulaşır". (Hacc, 22/37) âyeti
inmiştir."
İşte bütün bunları haram etmiştir. Bunlar ya
açıktan açığa dir veya o kabildendir, o mânâdadır. Bu şekilde iki mânâ ile
tefsir edilmiştir. Birisi, "lâm" mânâsına olarak "putlar için
boğazlanan" demektir. Fakat bunun, cümlesinden olduğu açıklamaya muhtaç
değildir. Diğeri, "Putlara karşı, yani ona bir hürmeti içererek üzerinde
veya dibinde ve yanında her ne adına olursa olsun kesilen" demektir ki, bu
şekilde boğazlanırken dikili taşların veya putların veya diğer bir adın anılıp
anılmamasından daha genel olur. Ve hatta dikili taşlar (putlar)a hürmet fikri
beslemek üzere yalnız Allah'ın ismi anılsa bile yine haram olur. Bu ise
mânâsında olmakla beraber açık değildir. Dolayısıyla delil olarak gösterilmesi,
leşe nazaran boğulmuş hayvan ve diğerleri gibi mühim bir faydayı içermektedir.
Özetle her halde dikili taşlar (putlar) üzerinde ve üstünde kesilene mahsus
değildir. Ve bununla yalnız kesilenin haram olması değil, bir kesme tarzının
haram oluşu da açıklanmıştır. İşte bütün bu mânâlarla haram olduğundan
dolayıdır ki, bir âmirin veya büyüklerden birinin gelişinden dolayı kurban
kesmek haramdır. Fakat Allah için misafire ikram veya fakirlere sadaka olarak
dağıtmak üzere kesmek caizdir.
11- Ezlam, yani zarlarla kısmet istemeniz veya
almanız. Cahiliye Arapları bir yolculuğa, bir harbe, bir ticarete, bir nikaha,
kısaca mühim bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar ile bir kısmet
çekerlermiş. Zarın birinde ," Rabbim emretti", yahut "yap"
diye emir, diğerinde, "Rabbim yasakladı", yahut "yapma"
diye yasak yazılı; biri de boş olurmuş. Torbaya elini sokar, birini çeker, emir
çıkarsa yaparlar, yasak çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çalkalarlarmış.
İşte burada böyle falcılık yasaklanmıştır. Cumhur (çoğunluğun görüşü budur. Bu
şekilde "istiksam", rızık ve diğer ihtiyaçlarla ilgili hayır ve şer,
kısmeti bilme sevdası demek olur. Kaffal tefsirinde der ki: "Bu istiksâm
(kısmet isteme) , cahiliye devrinin bir buluşu idi ve yenecek şeyler hakkında
yaptıklarına da uygun idi. Çünkü dikili taşlara kesmek Kabe'nin yanında
yapıldığı gibi, orada bulundukları zaman bunu da orada yaparlardı."
Mücahid, burada "ezlâm" (zarlar)'ın Fars ve Rumlar'ın kumar
oynadıkları küp şeklinde olan tavla zarları ile Arab'ın ok gibi olan
zarlarından daha genel olduğunu söylemiştir. Bununla beraber Arab'da küçük
çakıl taşlarından zarlar olduğu da nakledilmiştir. Diyorlar ki, asıl Arab'ın zarları
üç çeşit idi: Birisi, zikrolunduğu üzere üç zar ki herkes kendisi edinebilirdi.
İkincisi, yedi zar ki Kabe'nin içinde "Hubel" denilen putun yanında
dururdu. Birinde yazılı ki, diyet işlerinde bu yediyi çekerler, kime çıkarsa
diyet ona lazım gelirdi. Birinde (evet), diğerinde (hayır) yazılı. Çekerler,
çıkan ile amel ederlerdi. Birinde (sizden), birinde (bitişik),birinde (sizden
başkası) yazılı, bir insanın kendilerinden olup olmadığını tanımak için
çekerler. Çıkana uyarlardı. Birinde de yazılı idi. Su için çıktıklarında da
bunu çekerlerdi. Bu yedi zar kahinlerin ve hakimlerin yanında da Hubel'in
yanında gibi bulunurdu. Üçüncüsü de on zar ki Bakara sûresinde "Sana şarap
ve kumardan soruyorlar" (Bakara, 2/219) âyetinde açıklanan kumar ve piyango
zarları idi. Bazı tefsirciler burada "zarlarla kısmet isteme"den
maksadın yine bu meysir (kumar) olduğunu söylemişlerdir. Hakikatte bunun
yenecek şeylerle münasebeti açıktır. Çünkü "Dikili taşlar üzerine
boğazlananlar"ın bir taksim şekli demektir. Bu şekilde "istiksam"
kısmet almak demek olur. Bununla beraber fal ve kısmet aramak da rızık ve yemek
meseleleriyle ilgilidir. Netice olarak bir mânâya göre falcılık, bir mânâya
göre de kumarcılık yasaklanmıştır. Kumar ayrıca yasaklanmış olduğundan çoğunluk
burada öbür mânâyı tercih etmişlerdir. Ve her iki şekilde "kur'a"nın
da her şeyde caiz olamayacağı anlaşılmıştır.
Bütün bunlar fasıklıktır bu sayılan haramlara
el uzatmak, Allah'a itaattan ve Allah yolundan çıkmaktır. Şu halde müslümanlar
bunlara asla el uzatmamalıdırlar. Sofralarını, kursaklarını, şahıslarını,
toplumlarını bu gibi kötülüklerden temizlemelidirler.
Bugün, şu şimdiki zamanda, şu son yıllar
zarfında veya özellikle şu âyetin indiği şu günde, şu demde. Ki bu âyet hicrî
onuncu yılda, Veda Haccı'nda Arefe günü olan cuma günü ikindiden sonra,
Peygamber Efendimiz Arafat'da "Adba" adındaki kıymetli devesinin
üzerinde vakfede iken nazil olmuştu. Devenin kolları vahyin şiddeti ile,
üzerinden basan saadet yükünün ağırlığına dayanamayıp çöküvermişti.
Bugün kâfirler sizin dininizden artık
ümitlerini kestiler. Bu dini bozmak ve sizi kendilerine çevirmekten veya bu
dine karşı size üstün gelmekten ümitlerini kestiler. Şu halde siz o kâfirlerden
korkmayın, korkup da yemenizde, içmenizde ve diğer fiil ve hareketlerinizde onlara
göz yummayı hatırınıza getirmeyin, onlardan endişe etmeyin de ancak benden
korkun, benden korkun da emirlerimi, yasaklarımı tamamen icra edin ve
anlaşmalarınızı güzelce yerine getirin, bugün sizin dininizi kemaline erdirdim,
size bütün iman, akaid ve ahlâk kurallarını koydum ve en mükemmel teşrî usulü
ve ictihat kanunlarını öğrettim, bundan sonra bu ahkâmın, bu helal ve haramın
nesholunma (kaldırılma)sı ihtimali kalmadı, ve size nimetimi tamamladım. Tevfik
ve hidayetle tam saadete eriştirdim, galip ve muzaffer kıldım. Mekke'yi
fethetmeyi ve cahiliyye nişanelerini yıkmayı, müşrikleri Kabe'ye yaklaşmaktan
ve çıplak tavaf etmekten yasaklayarak, sizi bugün tam emniyet ve üstünlükle
haccı eda etmeyi ve hükümlerini yerine getirdiğiniz şu mesut makama ulaşmayı nasip
ettim.
Mücahedelerinizin meyvelerini toplattırarak,
özetle sizi kuvvetli bir güce ve hakim bir devlete mazhar kılıp tam mânâsıyla
"Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" (Fatiha,
1/4) diyebilen tek sosyal toplum haline getirerek bulunduğunuz şu mukaddes
makamda, "Allahım, ben senin emir ve fermanına her zaman uyarım, her zaman
itaat ederim. Senin ortağın yoktur. Davetine sadakatle icabet ederim. Şüphesiz
hamd de, nimet de, mülk de, sana mahsustur. Emir ve davetine uyarım" diye
Allah'ın kelimesini yücelten, şükrünü ilan eden, alınları ak, gönülleri pak,
seçkin ve yüce bir Muhammed ümmeti kıldım da "size olan nimetimi
tamamlayayım" (Bakara, 2/150) vaadimi yerine getirdim, ve size din olmak
üzere İslâm'ı beğendim, ona razı oldum ki, Allah katında beğenilen din başkası
değil, ancak odur. İşte sayılan haramlar, bu en mükemmel din ve bu tam nimet ve
bu İslâm cümlesindendir. Şu halde müslümanlar bundan böyle başka tebliğleri
beklemeyerek ve bu haramların kaldırılabileceğini hatıra getirmiyerek bu din
gereğince akitlerini yerine getirmeye özen göstermeye ve ilâhî minetler ile
nimetlenmiş olmaya devam etmelidir.
Eser sahipleri (râviler) demişlerdir ki,
bugünden sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) nihayet seksenbir veya sekseniki gün
kadar yaşadı ve bundan sonra dini hükümlerde ne bir fazla, ne bir nesh, ne bir
tebdil (değiştirme) vaki olmadı. Bununla Hz. Peygamber'e peygamberlik görevinin
sonu ve böylece vefatının yaklaştığı haber verilmiş oluyordu. Rivayet ediliyor
ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti okuduğu zaman ashab-ı kiram gerçekten
sevinmiş ve pek büyük sevinçler göstermişler ve fakat Hz. Ebu Bekir ağlamıştı.
Sorulduğunda: "Bu âyet Resûlullah'ın vefatının yaklaştığını
gösteriyor" demiş ve bundan tebliğ vazifesinin sona erdiğini anlamıştı. Ve
yine rivayet edildiğine göre aynı mânâyı Hz. Ömer de anlamıştı. Bakara
sûresinde açıklandığı üzere en çok tercih edilen rivayete göre "Bir günden
korkunuz ki, o gün hepiniz Allah'a döndürüleceksiniz" (Bakara, 2/281)
âyeti de bundan sonra ertesi gün Kurban Bayramının birinci günü inmiş ve
seksenbir gün sonra Peygamberimizin vefatı vuku bulmuştu. Rivayet edilir ki,
Hz. Ömer'in halifeliği zamanında bir gün yahudilerden birisi: "Ey
müminlerin emiri, siz kitabınızda okuyorsunuz, bir âyet var; eğer bu, bizim yahudi
toplumuna inmiş olsaydı, o gün biz bayram yapardık" demiş. "Hangi
âyet?" diye sormuş olduğunu söylemiş. Hz. Ömer (r.a.) de: " Biz o
günü ve o gün bunun Hz. Peygamber (s.a.v)'e nazil olduğu yeri tanırız. Cuma
günü Arefe'de bulunuyordu" buyurmuş ve o günün bayramımız olduğuna işaret
etmiştir. İbnü Abbas'dan da bayram günü ve cuma günü, iki bayramın birleştiği
bir günde indi" diye nakledilmiştir. den buraya kadar gelen aziz hitapları
haram olan yiyeceklerin beyanı sırasında bir mu'tarıza cümlesi siyakında toplanmıştır
ki, bunun hikmeti de bu haramların bir zarar ve baskı değil, bir kâmil din ve
tam bir nimet cümlesinden olduğunu ve Allah katında hoşnut olunan İslâm dininin
sağlam hükümlerinden bulunduğunu ve müslümanların bu çirkinliklere asla
tenezzül etmemeleri gerektiğini özellikle anlatmak suretiyle haramı tekit ve
ondan çekinmeyi anlatmaktır. Şu halde bunu takip eden bu mu'tarıza cümlesine
değil, öncesindeki haramlara bağlıdır. Fakat bu mu'tarıza cümlesinin tekit
durumuyla yukarda işaret ettiğimiz üzere bu bağlantıya şöyle bir ifade siyakı
verilmiş oluyor:
Şimdi müminler bugün bu dini olgunluğa
erdiklerinden ve böyle pisliklerden kurtulup temiz ve saf tam bir nimete
erdiklerinden dolayı Allah'a teslim olmak ve bağlanmakla hamd ve şükür
etsinler, bayram yapsınlar ve sakın Allah'a itaatten çıkıp da harama el
sürmesinler ve bu haramların helal olabileceğini hatırlarına getirmesinler,
ancak her kim bir mahmesada yani karın kasığa geçmiş ölümden ve ölümün
başlamasından korkulur bir açlık halinde sıkışık durumda olur da, bir günaha
meyletmeyerek, yani zaruret miktarını geçmiyerek veya diğer bir çaresiz durumda
olanın elinden almayarak bunlardan yerse Allah gafurdur, rahîmdir,
cezalandırmaz. Zaruretler, haram olan şeyleri mubah kılar. Fakat muztar olmak,
başkasının hakkını iptal etmez. Nitekim bu mânâ Bakara sûresinde
"başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan" (Bakara, 2/173) diye ifade
olunmuş idi.
Haram edilen şeylerin bu şekilde
açıklanmasından hemen sonra bunların zıddı olan helallerin açıklanması
siyakında buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
4- Sana, kendilerine neyin helal kılındığını
soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı." Allah'ın
size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için
tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin), Allah'tan
korkun. Muhakkak Allah, hesabı çabuk görendir.
5- Bugün size iyi ve temiz şeyler helal
kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi,
sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Ve müminlerden iffetli hür kadınlar ve
sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar, zina
etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu bir şekilde mehirlerini ödediğiniz
takdirde, size helâldir. Her kim imanı inkâr ederse, ameli boşa gitmiş olur ve
o, ahirette zarara uğrayanlardandır.
4- Ey Muhammed, ümmetin sana şunu sorarlar
veya soruyorlar:
Kendilerine neler helâl kılındı? İkrime ve
Muhammed b. Ka'b'den nakledildiğine göre Cebrail aleyhisselam: "Biz köpek
bulunan eve girmeyiz" demiş olduğundan dolayı Hz. Peygamber köpeklerin
öldürülmesini emretmiş ve Ebu Rafi'i bununla görevlendirmiş. O da Medine'deki
köpekleri hep öldürüp Avali'ye (şehrin dışındaki yüksek kısımlara) kadar
varmış. Bunun üzerine Asım b. Adiy ve Sa'd b. Hayseme ve Uveym b. Sa'd
gelmişler: "Bize ne helâl kılındı ey Allah'ın Resulu?" demişler.
Resullullah susmuş, sonra bu âyet nazil olmuştur. Hakim Ebu Abdullah
"Sahih"inde senediyle rivayet ettiği üzere Ebu Râfî demiştir ki:
"Resulullah bana köpeklerin öldürülmesini emretti. İnsanlar geldiler: 'Ey
Allah'ın Resulü, öldürülmesini emrettiğin bu ümmetten bize ne helal kılındı?'
dediler, Allah Teâlâ âyetlerini indirdi." Bundan başka Saîd b. Cübeyr
demiştir ki, "Adiy b. Hatim ve Zeydülhayl : 'Ey Allah'ın Resulü, biz
köpeklerle ve doğanlarla av avlarız, Âli Dır'in ve Âli Ebi Havriyye'nin
köpekleri yaban sığırlarını, yaban eşeklerini ve geyikleri alırlar. Bazısını
kesmeye yetişiriz, bazısı da öldürülür kesmeye yetişemeyiz. Halbuki Allah Teâlâ
leşi haram kılmıştır. Şu halde bize bunlardan neler helal oluyor?' demişlerdi.
Bu âyet bu sebeple indi." Buna göre bu soru istisnasına ait, ve cevap da
tezkiye (kesme) nin şer'î mânâsını açıklama ve izah sadedinde gelmiş demek olur
ki, söz gelimine çok uygundur. Önceki rivayet, bu âyetlerin inişinin, haram
kılma âyetinden önce olduğuna; ikinci rivayet de sonra olduğuna delalet
etmektedir. Bundan sonraki "bugün size helal kılındı", "bugün
dininizi ikmal ettim" den başka bir gün olmadığına göre de, bu âyetlerin
inişleri başka başka olduğunu kabul etmek zor olacaktır. denilen günlerin
birbirinden başka günler olmadığı açık ve belli bulunduğundan, bunlar yalnız
Arefe gününü değil, Mâide sûresinin bütün nüzul zamanını kaplayan Muhammed
(a.s.)'ın son senesini tek zaman olarak ifade etmekte ve bu şekilde gerek
haramın açıklanması ve gerek helalin açıklaması âyetlerinin nüzul tarihi
açısından ya hakikaten veya hükmen bitişik ve yakın bulunduklarını
anlatmaktadır. "Böyle soruyorlar" diye sorunun vaki oluşunu hikaye
değil, " sorarlar" diye olmuş ve mümkünü içine alacak şekilde daha
genel bir soru tasavvur edilmesi gerekir. O halde her türlü şüpheyi kaldırmak
ve defetmek için:
Ey Muhammed, şöyle söyle: size iyi ve güzel
şeyler helal kılındı. Kötü ve çirkin şeyler değil, nitekim "Onlara güzel
şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar" (A'raf, 7/157) buyurulmuştur.
Şu halde İslâm midesine, İslâm sofrasına pis şeyler değil, hoş şeyler
konmalıdır. Daha önce de işaret edildiği üzere "tayyib" lugatta
"müstelezz" yani hoşlanılan temiz ve hoş şey demektir. Haram olma
şüphesi bulunmayan - izin verilen- helale de buna benzeterek "tayyib"
denilir. Zira zararı olmamak mânâsında birleşirler. İbnü Cerir, Taberi gibi
bazı tefsirciler burada "tayyibat", "helaller" diye tefsir
etmişlerse de "helaller helal kılındı" demek tutuk bir ifade
olacağından tefsircilerin çoğu ve müctehidler bunun "lezzet ve iştah
duyulan temiz ve hoş şeyler" mânâsına yorumlanmasının vacib olduğunu
göstermişlerdir. Şu halde mânâ, "Hoşa giden ve iştah hissedilen her temiz
şey size helal kılındı" demektir. Fakat bundan herkesin her hoşuna giden
şeyin helal olduğunu da sanmamalıdır. Muhakkaktır ki, kötü alışkanlık ile huy
ve ahlâkı bozulmuş kimselerin zevk ve takdirine itibar yoktur. İbret, selim
tabiatadır. Ve "tayyibat" ancak selim tabiatlı kişilerin tiksinmeyip
hoşlandıkları şeylerdir. Yoksa çöl halkı ve zorluklar içinde yaşayanlar her
çeşit hayvanı hoşlanıp yiyebilirler. Gerçi "Yerde olanların hepsini sizin
için yarattı" âyeti delaletince mubah olmak esastır. Ve bu umûma göre
insandan başka her hayvandan, her bitkiden ve her şeyden yemek suretiyle de
faydalanmanın mubah olması lazım gelirdi. Fakat "Onlara temiz şeyleri
helal, murdar olanları haram kılar." (A'raf, 7/157) delaleti üzere bu
umûmdan habâis (çirkin ve kötü şeyler) çıkarılarak helal, tayyibata tahsis
edilmiş ve dolayısıyla aslî mubah olmayı kayda bağlamak için, bu büyük bir esas
ve genel bir kanun olmuştur ki; helal ve haramın tayininde özel delil
bulunmadıkça buna müracat olunur. Ve çirkin şeyleri ayırt etmeyenlerin zevkine
itibar olunmaz. Cahiliye Arapları, yukarda açıklandığı üzere leşi veya leş
kabilinden bir hayli şeyleri yedikleri halde, tayibattan olan en'am (hayvanlar)
dan bazılarını, En'am sûresinde açıklanacağı üzere deve), sâibe (puta adanan
deve), vasîle (erkek ve dişi olarak ikiz doğan yavrular), ham (on kere döl
alınan deve) adlarıyla kendilerine haram ederler yemezlerdi. Bunların temiz
olduğuna hükmettikeri halde bazı vehimlerinden dolayı yemezlerdi. Buna karşı
temiz olan her şeyin helal olduğu açıklanmış ve bu hüküm: "De ki:
'Allah'ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?'
(Araf, 7/32) âyetiyle de tekit edilmiştir ki, sebepler ve nüzul hikmeti yanında
bu âdetin kat'i şekilde kalkması da vardır. Şüphe yok ki, bu
"tayyibat"da kara ve deniz hayvanlarından başka, kuşların ve hatta
bütün bitkilerin de hoşları dahildir. Ve sonra helal olan her hayvanın bütün
kısımlarının da helal olması gerekmeyeceğini ve kesilmiş olan hayvanların
kısımları meyanında bulunan habâis (çirkin şeyler)in de haram olduğuna işaret
etmektedir.
Özetle selim tabiatın ve sağlam fıtratın
hoşlandığı bütün tayyibat (hoş ve güzel şeyler) helal kılındı "Allah'ın
size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için
tuttuklarını yiyin..."
CEVÂRİH, "cariha"nın çoğuludur ki,
esas olarak "cerh"den alınmış olup, tesir mânâsı düşüncesiyle
"kasibe" (kazanan) mânâsına isim olmuştur. Şu halde cevarih, kevasib
demektir. Bunun için el, ayak ve ağız gibi yaralama ve kazanma aleti olan
organa cevarih denildiği gibi, av tutan yırtıcı hayvanlara ve kuşlara da
kavasib ve cevarih denilir ki, burada maksat budur. "Mükellibîn",
"mükellib"in çoğuludur. Mükellib, teklib eden yani yırtıcı hayvanları
ava dadandırıp alıştıran, avcılık talim edip öğreten demektir ki; bir köpek,
sahibi tarafından kışkırtıldığı yere gider, çağırılınca gelir, avı tutunca
habseder yemez, sahibi almak isteyince kaçmaz, zorlayınca dinler ve bunu en az
üç kere yapıp âdet edinirse öğrenmiş sayılır. Ahmed b. Hanbel ikiyi,
Hasenü'l-Basri biri yeterli görmüştür. Bu öğretime teklib denilmesi tağlib
yoluyladır. Zira çoğunlukla öğretilen köpeklerdir. Bununla beraber her yırtıcı
hayvana da köpek (kelb) denir. Nitekim Ebu Leheb'in oğlu Utbe, Şam seferine
giderken Resulullah: "Allah'ım buna kelblerinden bir kelbi musallat
et" diye dua etmiş, Utbe'yi de yolda arslan yemiş idi. Bunun için bu
eğitimin bilinen köpeğe mahsus olduğu sanılmamalıdır. Şu halde mânâ şudur: Bir
de kelb ve diğer yırtıcılar meyanından ava alıştırarak Allah'ın size öğrettiği
anlayışlardan eğitim yaptırarak öğrettiğiniz eğitilmiş avcı hayvanlar helal
kılındı. Şu halde bunlardan bu şekilde faydalanır, besler, alır satarsınız.
Fakat yemeye gelince kendilerini değil. Size imsak ettikleri, tutuverdikleri
avlardan yiyiniz. Dikkat edilmesi gerekir ki, değil, dir. Tuttuklarının hepsini
değil; bir kısmını, güzel kısımlarını yiyiniz. Sonra mutlaka
"yakaladıkları" değil, "size tutuverdikleri" dir. Yani
kendilerine değil, size tutuverdiklerini yiyiniz. Şu halde bir köpek eğitilmiş
olursa ve avcı tarafından sevkedilir de bir avı tutar, yaralar, öldürür de avcı
ona ölmüş olduğu halde yetişirse helaldir. Eğitilmiş yırtıcının yaralaması,
boğazlama yerine geçen bir kesmedir. O, onun bir aletidir. Diğer parçalayıcılar
ve aynı şekilde ok, mızrak, tüfek de böyledir. Muhakkak diriyken yetişilip
boğazlanması şart değildir Zira o zaman eğitilmiş ile eğitilmemişin farkı
yoktur. Fakat cevarih (yaralayıcılar) kavramı gereğince yaralama gereklidir.
Yaralamadan boğar veya çarpar da öldürürse bazıları, "size
yakaladıklarından", zahirî olarak mutlaktır, diyerek yine yenir demişse
de, doğrusu bunun boğulmuş veya vurularak öldürülmüş olandan farkı yoktur, aynı
mânâya dahildir, yenmez. Sonra eğitilmiş köpek, yaralamış ve öldürmüş olmakla
beraber, biraz da yemiş bulunursa bu da yenmez. Çünkü o onu kendisine tutmuş
demektir. "Size tuttukları" değildir. Bununla beraber Selman-ı
Farisi'den, Sa'd b. Ebi Vakkas'dan, İbnü Ömer'den, Ebu Hüreyre'den yenir diye
rivayet de edilmiştir. Malik ve Evzâi yenir demişlerdir. Ancak bu meselede
köpek ile kuş ayrılmıştır. Ve kuşun yemiş olmasının helal olmasına engel
olmayacağı gösterilmiştir ki, Hanefî mezhebi bunu kabullenmiştir.
Bu şekilde bunların tuttuklarından yiyin, ve
üstüne Allah'ın ismini anın. Yani köpeği ve kuşu salarken "besmele
çekin" ve her halde Allah hesabı süratli olduğundan emirlerine karşı
gelmekten sakının.
5- "Bugün sizin dininizi ikmal ettim,
size olan nimetimi tamamladım" diye tekit ve belgelendiği gibi yine aynı
mânâ ile helallerin vurgulanması ve ondan sonra genellenmesi dolayısıyla
buyuruluyor ki: Bugün size bütün tayyibat, her çeşit hoş nimetler helal
kılındı. Bir de kitap ehlinin yiyeceği, yani gerek bu tayyibattan kestikleri ve
avladıkları ve gerek ekmek ve diğerleri gibi yiyecekleri size helal, sizin
yiyecekleriniz de onlara helaldir. Yani yedirir ve satabilirsiniz.
"Taam"dan maksadın ne olduğu hakkında üç görüş vardır: Birincisi,
kurbanlık demektir. İkincisi, ekmek ve meyve gibi kesilmeye muhtaç olmayandır
ki, Zeydiyye imamlarından nakledilen budur. Üçüncüsü, kurbanlıklar ve diğer her
çeşit yiyeceği içine alır. Çoğunluk birinci görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü
kurbanlıktan başkasının yiyecek olmasında sahibine tahsisi yoktur. Kurbanlık
ise kesicinin fiiliyle yiyecek olabilir. Ve bunun için kitap ehline
bağlanmasının bir mânâsı vardır.
Ahkâm-ı Kur'ân'da Ebu Bekir er-Râzî der ki:
"İbnü Abbas'tan, Ebu'd-Derdâ'dan, Hasen ve Mücahid, İbrahim, Katâde ve
Süddi'den rivayet edilmiştir ki den maksad kurbanlıklardır. Gerçekte görünen de
bunu gerektirir. Gerçi yiyecek lafzını genel mânâda kullansak, gerek
kurbanlıklarını ve gerek diğer yiyeceklerini içine alır. Fakat daha açık olan
özellikle kurbanlıklar kastedilmektedir. Çünkü ekmek, zeytin yağı ve diğer
yiyeceklerin hükmü, onu imal edenlerin özellikleriyle ayrılık arzetmez.
Bunlarda mecusî veya kitabî (semavî bir kitaba inanan kişi)nin farkı
olmadığında kimsenin şüphesi yoktur. Haramlarda söylendiği üzere kesilmeden ölenlerin
de gerek müslüman ve gerek kitabî ve gerek mecusî ve diğer her kim tarafından
öldürülmüş olursa olsun haram olduğunda müslümanların ihtilafı yoktur. Şu halde
diye özellikle kitap ehlinin yiyeceğinin mübah sayılmasındaki maksadı, bilhassa
dinlerin değişmesi ile hükmü değişen kurbanlıklara yorumlamak vacib olur. Yani
açıklamanın faydası, özellikle kurbanlıklar itibarıyla ortadadır. Belli ki
kitap verilenler, kitabı olmayanlardan ihtirazdır (yani onları hükmün dışında
bırakmaktır). Halbuki yiyecek hususunda kitap ehli ile diğerlerinin farkı ancak
kurbanlıklar ve av meselelerindedir. Kitap ehlinin leşine, domuz etine ve
şarabına varıncaya kadar her yiyeceği helal olmadığı, haram edilenlerden
bulunduğu gibi, kitabî olmayanların her yiyeceğinin haram olmadığı da
bilinmektedir. Şu halde kitap ehlini seçerek diğerlerinden ayıran bu özel
mubahlığın faydası ancak kurbanlıklarda açıktır. Demek ki yiyecek güzel ve
temiz şeylerden olmak şartıyla genel mânâsı üzere bırakılsa da, bakış açısı ve
beyanın hedefi, özellikle kitap ehlinin kestikleri ve avladıklarının helal
olduğunu göstermek ve bu şekilde kesmek için diyanet, yani müslüman veya kitap
ehli olmak şart olduğunu anlatmaktır. Bununla beraber "kendilerine kitap
verilenlerin kurbanlığı" denilmiş olsaydı, o zaman diğer yiyeceklerin
haram olması, şüphesi ortaya çıkacak ve karşılıklı yiyecek yedirmenin caiz
olacağı anlaşılamayacaktır. Bunun için yine "yiyecek" kelimesini,
güzel ve hoş, temiz şeylerden olmalı şartıyla kurbanlıklar ve diğerlerinden
daha genel olmak üzere, asıl mânâsıyla düşünmek ve ancak kitap ehlinin
diğerlerinden farkının, kurbanlıklar itibarıyla olduğunu da mâsîkaleh (sözün
kendisi için getirildiği şey) olarak anlamak, yani kurbanlıkların helal
olmasını ibarenin delaletiyle, diğerlerinin helal oluşunu da işaretin
delaletiyle almak gerekecektir. Ve bundan dolayıdır ki, Ebu Bekir Razî
kurbanlıklar hakkında "azher: daha açık " deyimini kullanmıştır. Şunu
da unutmamak gerekir ki "Allah'tan başkası için kesilen" mutlak
şekilde haram idi. Kitap ehli ise görünüşte tevhid (Allah'ı bir kabul
ettiklerini) iddia ettiklerinden dolayı görünüş durumlarına bakarak
kurbanlıklarında Allah'tan başkasının adını ilan etmezler demektir. Şu halde
bir yahudi veya hıristiyanın kestiğini acaba ne ad ile kesti diye araştırmaya kalkışmayarak
ve dış görünüşleriyle yetinerek yemek caizdir. Fakat bir hıristiyanın, mesela
bir koyunu keserken veya ava köpeğini salarken "Mesih'in adına"
dediğini bizzat duyan bir müslümanın da o koyundan veya avdan yemesi caiz
olmaz. Çünkü bunun "Allah'dan başkası için kesilen" olduğu şüphesiz
bir şekilde malumu olmuştur. Kitap ehlinin dış görünüşüyle yetinmek caiz
olunca, müslümanlık iddiasında bulunan herhangi bir kimsenin de dış görünüşüyle
yetinmenin caiz olacağında ve dolayısıyla gerek ehl-i sünnet olsun ve gerek
olmasın İslâma ait mezheplerden hepsinin kurbanlığının helal olduğunda şüphe
yoktur. Meğer ki -Allah korusun- dinden dönmüş olsun. Çünkü mürted (dinden
dönen), kitap ehline da katılsa kestiği asla yenmez.
Yiyecek çeşidinden olan bu temiz ve hoş
şeylerden başka müminlerden muhsane olanlar, yani hür ve namuslu müslüman
kadınlar ve kızlar, bunlardan başka kitap ehlinden olan muhsaneler, yani hür ve
namuslu kadınlar ve kızlar da ihsan ederek yani namuslu bir şekilde nikahınız
altına alarak ne metres tutmakla açıktan ne de dost tutmak suretiyle gizlice
zina etmiyerek ücretleri olan mehirlerini kendilerine verdiğiniz takdirde sizin
için helaldirler.
Görülüyor ki, yiyecek hususunda iki taraftan
izin verilmiş, müslümanlara hem kitap ehlinin yiyeceklerini yemek, hem de kitap
ehline müslüman yemeğini yedirmek suretiyle karşılıklı alış veriş helal
kılınmış, fakat nikah hususunda bu helal olma bir tarafa tahsis edilmiş, yalnız
müslümanların kitap ehlinden namus dairesinde nikah ile kadın almaları helal kılınmış
ve bununla daha önce Bakara sûresinde geçen "İman etmedikçe müşrik
kadınları nikahlamayın" (Bakara, 2/221) yasaklaması, kitap ehli kadınlar
hakkında kaldırılmış ve karşılıklı olarak müslüman kadınlarının kitap ehliyle
evlenmelerine asla izin verilmemiş, bu cihet aslı ve geçmişteki haramlığı
üzerine bâkî kılınmıştır.
İlk önce "O, yeryüzünde ne varsa hepsini
sizin için yarattı " (Bakara, 2/29) âyetinde açıklandığı üzere, insana ait
nefis ve ırz meselelerinde mubah olmak değil, haram olmak esastır. İkinci
olarak bu aslî ve ezelî haramlık "Allah'a ortak koşan erkekler de
inanıncaya kadar, onlarla (kadınlarınızı) evlendirmeyin" (Bakara, 2/221)
yasaklaması ile tekit edilmiş ve açıklanmıştır. Üçüncü olarak Nisa sûresinde
"Allah, müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." (Nisa,
4/141) ile bu haramlık ve yasaklama daha genel şekilde açıklanmıştır da.
Dördüncü olarak bütün helallerin özetlenip açıklandığı bu âyette, yiyecek her
iki taraftan incelenerek nikah için de bu beyan sergisi açılmış olduğu halde,
kitap ehlinden kadın almanın müslümanlara helal oluşu açıklanmış ve tersinden
sükut edilmiştir ki, bunda zaruret beyanı denilen bir kasr (tahsis) vardır . Ve
bu şekilde müslüman kadınlarının kitap ehli ile evlendirilmesinin asla bahis
konusu olamayacağı hatırlatılmış, aslî ve geçmişteki haramlığı üçüncü defa
olarak anlatılmış ve belgelenmiştir. Çok açık olan ve asr-ı saadetten beri
ümmetin ittifakı ile de bilinen bu meseleyi hatırlatmamıza sebep zamanımızda
İslâmî delilleri bilmeyen bazı cahillerin Kur'ân'da buna dair bir nass (dini
delil) bulunup bulunmadığını sormaları olmuştur. Halbuki bu gibi, haramlık asıl
olan meselelerde, izin verilmemiş olması yeterli bir delildir. Şu halde bu
gibiler hakkında yasaklama var mı diye değil, izin var mı diye sormak lazım
gelir.
Burada gerek yiyecek ve gerek nikah
bölümlerindeki kitap verilenler, kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır.
Hz. Ali (r.a.) Arap hıristiyanlarından Beni Tağlib hakkında: "Bunlar
hıristiyanlıktan, şarap içmekten başka bir şey anlamamışlar. Ve şu halde
hıristiyan hükmüne dahil değildirler" demiş. İmam Şafiî de bunu tercih
etmiş ise de çoğunluk ve Hanefî imamları, kitabın zahirine göre bütün Arap
hıristiyanlarının kestiklerinde de bir mahzur yoktur, demişlerdir. Ancak İbnü
Abbas nikah bölümünde kitap ehlinden maksadın harbî (düşman ülkesinde)
olmayanlar olduğunu ve dolayısıyla harbî olan yahudi ve hıristiyan kadınlarını
nikah etmenin caiz olmadığını söylemiştir. Fakat bunda da âlimlerin çoğunluğu
âyetin mutlak olmak üzere harbî ve zimmî düşman ülkesindekileri de, İslâm
devleti tebasındaki yahudi ve hıristiyanları da içine aldığını ve bu bakımdan
harbî olan kitap ehlinden kadın almanın haram değil, bir zaruret bulunmadıkça
nihayet mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Kitap ehlinden başkasına gelince: Bunlardan
mecusiler hakkında Resullullah: "Mecusilere kitap ehli muamelesi yapınız,
fakat kadınlarını nikah etmemek ve kestiklerini yememek şartıyla"
buyurmuştur.
Bununla beraber dünyada kitap ehline yiyecek
ve kadın yönüyle verilen bu özelliklerden dolayı ahiret açısından da böyle
sanılmasın. Çünkü, her kim bu imana yani en mükemmel dine ve İslâm şeriatına
küfrederse bütün ameli tutulur, Ve ahirette zarar edenlerden olur. Şu halde
bunların yiyeceklerini yerken veya kadınlarını alırken imanı bozmaktan, dinden
dönme tehlikesine düşmekten son derece çekinmelidir. Ve bundan dolayıdır ki,
düşman ülkesinde yaşayan bir kadını almak mekruhtur. "Sizin hoşunuza
gitse, de inanan bir cariye, Allah'a ortak koşan bir kadından daha
hayırlıdır." (Bakara, 2/221).
İlâhî anlaşma ve akidlerden helal ve haram
hükümlerinin açıklanması sırasında dinin kemale erdirilmesi ve nimetin
tamamlanması ile Allah'ın ahdinin (vaadinin) yerine getirilmiş olduğu
anlatıldıktan ve bu cümleden olmak üzere dünya hayatının maksatlarından olan sofranın
güzel ve temiz şeyleri, Nisâ sûresinin "Size helal olan kadınlardan
alın" (Nisâ, 4/3) kavramını açıklayarak temiz ve güzel şeyleri aile ile
birleştirerek müslüman toplumuna sunulduktan ve nihayet bundan böyle anlaşmayı
yerine getirme hükmünün tamamen kulluk görevine yöneldiği, bunun da iman akdi
ile İslâm'a ait hükümleri yerine getirmeye bağlı olduğu işaret edildikten ve bu
dünyanın bir de ahireti bulunduğu hatırlatıldıktan sonra "İyi kadınlar,
iyi erkeklere" (Nur, 24/26) âyetinin delaleti üzere ahirete ait nimetleri
kemale erdirmek için, bu en mükemmel dinin imandan sonra kulluk anahtarı olan
temizlik emrinden başlamakla kulluk akdini belgelemek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
6 - Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız
zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı
meshedin, iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz
temizlenin. Hasta iseniz, yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz abdest
bozmaktan gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız, su da bulamamışsanız, temiz
bir toprağa teyemmüm edin. Bunun için de yüzlerinizi ve ellerinizi o toprakla
meshedin. Allah size bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve
şükredesiniz diye de üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor.
7- Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve
"İşittik, itaat ettik" dediğinizde sizden aldığı ve kendisiyle sizi
bağladığı ahdini hatırlayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah göğüslerin özünü çok
iyi bilir.
6- Bu âyete, teyemmüm âyeti denilmiştir ki,
Buhari ve Müslim'de Hz. Aişe'den rivayet edildiği üzere, adı geçenin
gerdanlığının düştüğü seferde geceleyin susuz bir yerde kalınıp abdest almak
mümkün olmadığından dolayı nazil olmuş ve bu gibi durumlarda abdest yerine teyemmümü
emretmiştir. Gerçi bu âyet, ilk önce abdestin farzlarını tesbit etmekte ve
böylece aynı zamanda bir "abdest âyeti" olduğu muhakkak bulunmakta
ise de, abdest başlangıçta bu âyet ile meşru kılınmış olmayıp, ta Mekke'de
namazla beraber farz kılınmış ve hatta İslâm'da hiçbir zaman abdestsiz namaz
kılınmamış olduğu bilindiğinden, bununla abdestin farz oluşu doğrudan doğruya
değil, taharet (temizlik) hükümlerini çıkarmada esas alınmak üzere, takrir
yoluyla tesbit edilmiş ve bunun ismi abdestten çok teyemmüme dayandırılmıştı.
Sahabeden Alkame b. el-Feğra (r.a.) demiştir ki: "Bu âyeti ininceye kadar
Resullullah su dökmüş (küçük abdestini yapmış) olursa, abdest almadıkça ne
konuşur, ne de selam alırdı. Biz söyleriz, o söylemez, biz selam veririz, o
vermez ve almazdı." Yani Ebu Hayyan'ın da naklettiği üzere Resullulllah,
bu âyetten önce abdestsiz bir iş yapmak şöyle dursun, söz bile söylemezdi. Şu
halde bunun inişi abdestin her işi için değil, namaz için farzolduğunu
açıklamakla Resulullah'a bir ruhsat ifade etmiştir. Anılan sefer, ifk (iftira)
kıssasının ortaya çıktığı Benî Mustalik Gazvesi olduğuna, bunun da hicrî
altıncı sene şaban ayında Hudeybiye seferinden önce vuku bulunduğuna göre bu
âyet, Mâide sûresinin ilk inen âyetlerinden ve hatta bu sûrenin Hudeybiye'den
sonra inmiş olduğu söylendiğine göre inişinin başlangıcı olan ilk âyeti demek
olur. Fakat unutmamak gerekir ki, Nisâ sûresinde "Ey iman edenler, siz
sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın" (Nisa", 4/43) âyetinde de
geçmişti.
KIRÂET: İbnü Kesir, Ebu Amr, Asım'dan Ebu
Bekir Şu'be, Hamze, Ebu Cafer, Halefü'l-Âşir kırâetlerinde ( = lâm) cer ile
esre şeklinde; geri kalanlarda yani Nâfi, İbnü Âmir, Âsım'dan Hafs, Kisai,
Yakub kırâetlerinde nasb ile üstün şeklinde okunur. Nasb (üstün), ayaklarını,
yüz ve el gibi "yıkayın" emrine bağlanmasında, cerr (esre) de
"meshedin" hükmüne bağlanmasında açıktır. Ve bu iki kırâetin
birbirine uyumu açısından bir mezheb ihtilafı ortaya çıkmıştır. Zira birine
göre ayaklar yıkanacak, diğerine göre de mesh ile yetinilebilecek görünüyor.
Bunun en güzel en doğru çözüm şekli, çıplak ayakların yıkanması, meşhur sünnet
ile sabit olduğu üzere abdestle giyilmiş mest ve fotin üzerine de
meshedilmesidir. Ehl-i sünnetin çoğunluğunun mezhebi budur. "Kaffâl
Tefsiri"nde, sahabeden yalnız İbnü Abbas ve Enes b. Malik, tabiinden
İkrime ve Şa'bi ve Ebu Cafer Muhammed b. Aliyyi'l-Bâkır'dan, "ayaklarda
abdestin farzı, mesh" olduğu nakledilmiştir ki, Şia'dan İmamiyye'nin
mezhebi budur. Bütün fakihlerin çoğunluğu ve tefsirciler ise, "ayaklarda
abdestin farzı, yıkamak" olduğunu beyan etmişlerdir. Zahiriye'nin başkanı
olan Davud-ı İsfahanî de: "Her ikisinin cem'i (toplanması) vacib"
olduğunu söylemiştir ki, bu da Zeydiye imamlarından Nasır Lilhakk'ın görüşüdür.
Hasenü'l-Basrî ile Muhammed b. Cerir et-Taberi de mükellefin, meshetme ile
yıkama arasında serbest olduğunu söylemişlerdir. Bunların tartışması fıkıh
kitaplarında genişçe yapılmıştır. Burada ancak şu kadar söyleye-lim ki, çıplak
ayaklara meshetmeyi caiz görmek âyetin sonunda "sizi temizlemek istiyor"
diye açıklanan temizlik hikmetine kesin olarak aykırı bulunduğu ve hele
yıkanmamış kirli ayaklarla camilere girmenin, temizlik şöyle dursun, normal
temizlik ile bile uyuşmasının mümkün olmadığı ortadadır. Nitekim ayaklarını
güzelce yıkamamış ve ökçelerinde biraz kuruluk kalmış olanlar hakkında
Resulullah "Vay şu ökçelerin ateşten haline" buyurmuş ve tekrar
yıkanmasını emretmiştir. Bir de maksat mesh olsaydı gibi sadece demek yeterli
olur. "Topuklara kadar" kaydına hiç de gerek kalmazdı. Bu da farzın esasının
yıkamak olduğuna ve meshin buna dayanması lazım geldiğine işaret eder. Kısaca
ayaklar hakkında yıkamak emri muhkem, mesh emri mücmeldir ve yüksek sünnet ile
açıklanmıştır. tıpkı Nisâ sûresindeki gibi de okunmuştur. (Nisâ, 4/43 âyetine
bkz.)
Ey iman edenler! Malum ya, imandan sonra ilk
vazife namazdır. Siz namaza kalktığınız, yani namaza kalkmak istediğiniz zaman
yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız ve başlarınıza meshediniz,
iki topuğa kadar ayaklarınızı da. Yani ayaklarınızı da yıkayınız, yahut mesli
ise meshediniz. Bu temizlikler yapılmadan namaz, namaz olmaz. "Allah,
taharetsiz hiçbir namazı kabul etmez". Buna "tuhûr: temizlik" ve
"vudu: abdest" denilir ve işte abdestin farzı bunlardır. Ve görülüyor
ki, bu da dört şeyden, ibarettir: Üç yıkama, bir mesh. İmam Şafii, bunların
tertibi de dahil olmak ve bir de niyetsiz ibadet olamayacağı düşüncesiyle niyet
de hesaba katılmak üzere altı; Ahmed b. Hanbel hazretleri de yüzde ağız ve
burun içlerinin de dahil olduğu düşüncesiyle mazmaza (ağıza su verme) ve
istinşak (buruna su vermey)i de katıp sekiz saymıştır. Hanefilerde ise niyet,
tertip, ağız ve buruna su vermek sünnettir. Ve abdestin daha birtakım
sünnetleri ve edebleri vardır ki, bunları tamamlayıcıdır. Hepsinin başında
besmele vardır. Âyetin zahirine bakınca, her namaza kalkarken ayrıca bir abdest
almak gerekir gibi görünür. Bunun için Zâhirîler, her namaz için ayrıca bir
abdestin farz olduğunu söylemişlerdir. Çoğunlukla Peygamberimizin ve Raşid
Halifelerin böyle yaptıkları da muhakkaktır. Fakat bunlar farz değil,
sünnettirler. Çünkü Mekke'nin fethi günü Peygamberimiz, beş vakit namazı bir
abdest ile kılmış, Hz. Ömer de: "Ey Allah'ın Resulü, bundan önce
yapmadığın bir şey yaptın" demiş, cevabında "Bilerek yaptım ey Ömer"
buyurulmuş olduğu da rivayet olarak sabittir ki, bu isteyerek yapma ile cevaz
(izin) gösterilmiştir. Sonra âyetin tamamiyle zahirine bakılacak olursa,
abdestin ancak namaza kalkıldığı zaman alınabilmesi gerekecek ve dolayısıyle
otururken abdest alıp da, namaza kalkmak da yeterli olmayacaktır. Bunu ise
Zâhiriyye de söylememiştir. Demek olur ki, bu noktada âyetin zahiri
kastedilmediği ittifakla sabit olduğundan gerek halin delaleti ve gerek
teyemmüm fıkralarında hades (küçük veya büyük abdessizlik)in açıklanması
karineleriyle âyetin mutlak oluşu ya hitabın abdesti olmayanlara tahsis
edilmesi veya yani "abdestiniz olmadığı halde namaza kalktığınız
zaman" mânâsıyla kayıtlanarak tefsir edilmesi gerekir. Ve o halde abdestin
vücubunun sebebi, mutlak namazı irade etmek değil, abdestsizlik şartıyla namazı
irade etme demek olur ki, çoğunluğun görüşü de budur. Sonra dikkate şayandır
ki, "başlarınızı meshediniz" değil, "ba" ile buyurulmuştur.
Bu ise "başınızla meshediniz" demek gibidir. Nasıl ki "mendile
sildim" demekle "mendil ile sildim" demek arasında fark vardır.
Burada meshin başa yapılacağı ve başın mesh aleti olamayacağı açık olduğu
halde, ( = ba)'nın getirilmesi bir alet mânâsına işaret, bu ise örf bakımından
bir elden ibaret olmakla, bu ifade şeklinden ve bir de "nasıye"
hadisinden Hanefi imamları, "Elinizi ölçü tutarak elinizle başınıza
meshediniz" mânâsı anlaşıldığını göstermişler ve meshin farzı, "cüz'î
bir harekette tam bir el mikdarı, diğer deyimle nasıye mikdarı, diğer deyişle
dörtte biri" olduğunu ve tamamını meshin sünnet olduğunu beyan
etmişlerdir. Fakat İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel tamamına meshin farz olduğunu,
İmam Şafiî de bir parmak dokunmanın yeterli bulunduğunu söylemiştir.
YIKAMANIN MAHİYETİ: Suyu âzânın üzerinden
tamamen akıtmaktır. Oğmak şart değildir. Şu halde su damlamadıkça yıkama
denmez. Abdest, hadesten taharet yani itibarî ve görülmeyen bir kirlilikten
temizlik olduğu için bununla necaset (maddî pislik)ten temizlenmek için olan
yıkamayı birbirine karıştırmamalıdır. Necasetten temizlenmede, pislik iyice kayboluncaya
kadar yıkamak ve gereğine göre oğmak veya silmek gerekli ise de abdestte bu
gibi temizliğe engel olan kir ve pislikler daha önce kaldırılmış olacağından
görünmeyen hadesi kaldırmak için bir defa yıkamak yeterli olabilir, farzı bu
kadardır. Çünkü emir, tekrarı gerektirmez, fakat iki defa daha iyi olur. Ve üç
defa tekrar sünnettir, oğmak da sünnettir. Ancak İmam Malik, oğmak farzdır
demiştir.
MESH: Esasen bir şeye dokunmak ve örfte el
sürmektir. Dînen de farzı, dokunmaktır. Şu halde başa meshetmek, taze,
kullanılmamış bir yaşlığın istenen mikdara isabet etmesi demektir. Bundan
tekrar sünnet değildir. Fakat hafifçe bir saç düzeltmesi olabilir.
İşte namazın şartlarından biri böyle
abdesttir. fakat bunun yeterli olması, cünüp olmadığı takdirdedir. Ve eğer
cünüp iseniz, yani rüyada veya uyanıkken fışkırarak meninin inzal (inme)i ve
inzal olmasa (inmese) bile iltikai hitaneyn (erkek ve kadının sünnette kesilen
yerleri, yani tenasül uzuvlarının birleşmesi) olmuş ise iyice temizleniniz
kendinizi baştan tırnağa tamamen yıkayıp temizleyiniz, guslediniz ki Nisâ
sûresinde "gusledinceye kadar" (Nisa', 4/43) diye "iğtisal"
(gusletme) ile tabir edilmişti. Burada tekellüf (zahmet verici, zorlayıcı)
sigasiyle "tetahhür" denilmiş ve gusletmede mübalağa edilmesinin gereği
gösterilmiştir. Bunun için zorluğa varmamak üzere mümkün olan her taraf
yıkanmalı ve hatta ağız burun içleri bile yıkanmalıdır. Abdestte sünnet olan
ağzı çalkalama ve buruna su çekme gusülde farzdır.
Fakat bu gusül ve o abdest mazeret bulunmadığı
takdirdedir. ve eğer hasta olur, veya seferde bulunur, veya herhangi biriniz
helâdan gelir, veya kadına dokunursunuz da bir su bulamazsanız, yani ya gerekli
araştırmadan sonra gerçekten bulamaz veya hastalık veya sefer aramaya engel
veya kullanmaya engel olduğundan dolayı arama veya kullanmaya güç ve çare
bulamazsanız, o zaman abdest veya gusül yerine hoş ve temiz bir toprakla
teyemmüm ediniz. Niyet ediniz de o topraktan yüzlerinize ve kollarınıza
meshediniz. Hastalık ve yolculuk kayıtları, suyu bulmaya veya kullanmaya engel
olan özürleri; heladan gelmek veya kadına dokunmak da abdesti veya guslü
gerektiren sebepleri; suyu bulamamak da bunların yerine teyemmümün sıhhatinin
şartını göstermektedir. Açıktır ki, heladan gelmek, bedenden bir necasetin
çıkmasından kinayedir ki, dilimizde abdest bozmak denilir. Hanefilerce durum
böyledir. Fakat İmam Şafiî sebileyn (idrar ve dışkı yolların) dan çıkması
demiş, İmam Malik de iki yol (idrar ve dışkı yolların)dan çıkması alışılmış
olan pislikten demiştir.
(Nisâ 4/43. âyetinde teyemmümün, saîdin
mânâları ve daha bazı izahlar geçmiş olduğundan oraya bakınız.) Burada fazla
olarak kaydı zikredilmiş ve bu şekilde teyemmümde yalnız kasd ve niyet ile mesh
yeterli olmayıp temiz toprağa dokunmak da gerektiği işaret edilmiştir. 'in
ibtida veya teb'îz olması ihtimali vardır. İbtida olduğuna göre elin temiz
toprağa dokunması yeterlidir. Teb'îz olduğuna göre de muhakkak elden yüze ve
kollara da biraz bir şey sürülmesi lazım gelir. Birincisi Hanefi mezhebinin,
ikincisi de Şafiî mezhebinin görüşüdür. Taşa, mermere ve madene teyemmüm caiz
olup olmayacağı hakkındaki ihtilafın kaynağı budur. İbtida olması ruhsat,
teb'îz olması ihtiyattır.
Şimdi sakın "bu külfetler, zahmetler
nedir?" demeyiniz. Bu taharet (temizlik) veya teyemmüm emirleriyle
Allah'ın isteği size bir baskı yapmak sıkıntı ve zahmete koşmak değil, fakat o
sizi tathir etmek, maddî manevî, görünür görünmez pisliklerden ve günahlardan
temizlemek ve size nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz, dışınız ve içiniz
temizlenip nimetin zevkini tadasınız, nimet vereni ve nimet verenin hakkını
göresiniz. Şu halde dinde güçlük çıkarma yoktur. Dine ait teklifleri külfet ve
zahmet değil, bir nimet tanımalıdır. Abdestin, guslün, teyemmümün hikmeti,
maddî paklık ve manevî temizliktir. Güzel ve temiz şeyler, temiz kişiler için
olduğundan temizlik, nimet ve saadetin tamamlanmasına sebeptir. Bu da
şükretmeye sebeptir. Şükür de: "Andolsun şükrederseniz elbette size
nimetimi artırırım". (İbrahim, 14/7) âyeti gereğince nimet ve saadetin artmasına
sebeptir. Bu şekilde tamamın üstünde nimet ve saadet sonsuz bir artma ile
cereyan edip gidecek demektir. Yukarda "size nimetimi tamamladım"
buyurulduğu halde, ondan sonra burada "size olan nimetini tamamlamak
için" buyurulması, daha doğrusu inişte önceliği bulunan bu âyetin, bu
vechile tertipte geriye bırakılmayı gösterir ki, orada nimeti tamamlamak, izafî
ve dünyaya ait bir tamamlamadır. Burada daha tamamlanması vaad olunan nimet de
ebedî ve sonsuz olan ahirete ait nimettir. Bu sebeple bunda "Kıyamet günü
ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir" (Al-i İmran, 3/185),
"O günden sakının ki, o gün hepiniz Allah'a döndürüleceksiniz, sonra
herkese kazandığı tastaman verilecek ve onlara hiç haksızlık
edilmiyecektir" (Bakara, 2/281) kavramlarına işaret vardır. Nihayet burada
şu da anlaşılıyor ki, nimet ve saadetin en büyüğü şükran (teşekkür etme, iyilik
bilme) dir. Ve en mesut kimseler teşekkür hissi ile dolu olanlardır. Ve
Allah'ın rızasına erme zevki bunun içindedir. (Fatiha sûresinde ye bkz.)
7-Özetle, nimetin artması şükür ile, şükür de
nimeti unutmamakla ayakta duracağından bu temizlikleri yapınız ve Allah'ın size
olan nimetini ve özellikle İslâm nimetini unutmayınız, zikir ve fikrinizden
çıkarmayınız, daima anmakla şükrediniz ki, namaz bu şükür cümlesindendir. Ve o
mîsakı anıp îfa ediniz ki, Allah onunla sizi "işittik ve itaat ettik"
dediğiniz zaman belgelemiş, sağlamlaştırmıştı. Burada Bakara sûresinin
sonundaki: "İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz!
Dönüş sanadır" (Bakara, 2/285) iman ve belgelemelerine bir işaret
bulunduğu açıktır. Bu mîsaktan maksat, Akabe gecesinde ve Beyatu'r-Rıdvan'da
vaki olan mîsak (anlaşma) olduğu ve Peygamberimiz ile olan bu mîsakın Allah'a
isnad edilmesi "Muhakkak ki sana beyat edenler, söz verenler, gerçekte Allah'a
beyat etmektedirler." (Feth, 48/10) âyetinin delaletine dayanmış bulunduğu
da söylenmiş ise de, bunun âlemin yaratılması ve Âdem'in hilkati konularının
içinde olup, Fatiha'da "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım
dileriz" (Fatiha, 1/4) diye aktedilen ve sonra ağır ağır bütün
müslümanların Peygamber'e kolay ve zor, sevinç ve keder, bütün durumlarda
işitmek ve itaat etmek esası üzere iman, ittiba ve bey'atlarıyla belgelenen ve
dolayısıyla bütün anlaşmaları içine alan ezelî ahd olması daha açık ve daha
tercih olunandır. Mücahid, bu mîsakdan maksad, A'raf sûresinin 172. âyetinde
açıklanan "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? "Evet" dediler"
(A'raf, 7/172) anlaşması olduğunu; Süddî de, Allah Teâlâ'nın tevhid ve
şeriatler hakkında tayin etmiş olduğu aklî ve şer'î deliller olduğunu söylemiş
ve ilm-i kelâmcıların çoğunluğu bunu tercih etmişlerdir ki, bunların hepsi aynı
yoruma dönüşürler. Çünkü asıl mîsak birdir. Fazlalaşan bunun çeşitli şekilde
belgelenmesidir. Bu hatırlatmanın özeti, "sözleşmeleri yerine
getirin" gereğinin kabulü geçmiş olduğunu hatırlatmakla yerine
getirilmesini belgelemektir. Şu halde mânâ şöyle demek olur:
Yaratılışınızın bütün geçmiş safhalarında ve
mutlak acizliğinizin hüküm sürdüğü varlığınıza ait devrelerinizde, fıtrat
olarak bağlanmış olduğunuz ve sonra ihtiyaçlarınızın sıkıştırdığı,
emellerinizin kaynaştığı şuurlu demlerinizde akıl ve fikrinizle samimi
kalbinizden kopan yalvarmalarınızla "işittik ve itaat ettik" diye
kuvvetli sözleşmelerle belgelediğiniz o kulluk sözünü, semerelerini vermeye,
nimetlerine ermeye başladığınız genişlik günlerinde ve başarılı olduğunuz
sırada unutuvermeyiniz de, o İslâm nimetini ve iman hidayetini teşekkür
zevkiyle anıp, akitlerinizi tamamen yerine getirin, ve Allah'dan korkunuz da,
bunları unutup nankörlük etmeyiniz, kalbinizi bozmayınız, Çünkü "Allah
sinelerinizde gizlenen en gizli şeyleri bilir." Şu halde yalnız cisim ve
görünüşle ilgili temizlik ile değil, hem cismanî, hem rühanî, hem zahirî, hem
batınî tam bir temizlik ile temiz ve pak olarak olgun bir kullukla Allah'ın
huzuruna geliniz ve nimetin tamamına erip şükrediniz.
Meâl-i Şerifi
8- Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta
tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi
adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır.
Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
9- Allah, iman edenlere ve salih amel
işleyenlere şöyle vaad etmiştir: Onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat
vardır.
10- İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara
gelince, işte onlar, cehennemliktirler.
8-9-10-Tevhid dininin ahlâkî gayesini, sosyal
ve siyasî hikmetini özetleyen bu âyetin benzeri Nisâ sûresinde geçmiş idi.
Fakat orada "Adaleti tam yerine getirerek, Allah için şahidler olun"
(Nisâ, 4/135), burada ise "Allah için hakkı ayakta tutanlar olun."
buyurulmuştur. Gerçi iki mânânın birbirini gerektirmiş olduğunda şüphe yoktur.
Elbette adaletle ayakta duran, Allah için ayakta ; Allah için ayakta olan da
adaletle şahitlik eden olur. Şu halde ifade sırf kelâmda bir sanat gösterme ve
çeşitlenmeden ibaret sanılabilir. Fakat dikkat edilirse anlaşılır ki, orada
asıl maksad, Tu'me olayında olduğu gibi sevgi ve iltimas yerlerinde adalet ve
hakkâniyeti gözetmek, kendisi ve sevdiği yakınları aleyhinde bile olsa hakkı
(doğruyu) itiraf ve adaleti yerine getirmek idi. Burada ise maksad, düşmanlık
ve nefret yerlerinde adalet ve hakkaniyeti gözetmek, düşmanın lehinde bile hak
ve adaleti tutmak ve tatbik etmektir. Yani orada dahilî siyaset, burada ise
haricî siyaset görüşü üstündür. İkinci olarak, orada sözün gelişi kullara
adalet ile Allah'a ihtisas ve kulluğu temindir. Burada ise Allah'a ihtisas ve
kulluk ile kullara adaleti temindir. Her iki bakış açısıyla da birincide
adaletle ayakta durmakla, burada Allah için ayakta durmakla başlamanın uygun
olduğu açıktır. Şu halde:
Ey müminler, yalnız abdest alıp namaz kılmakla
kalmayınız ve ancak o zaman Allah huzurunda kıyam edilir zannetmeyiniz, daima
Allah için ayakta olunuz, yapmanız gereken her işe Allah için sarılıp Allah
için hükümler icra ve işleri idare ediniz, hep adalet ve hakkaniyet şahitleri
olarak hakkı yerine getiriniz. Her fiiliniz ve sözünüz Allah için olsun. Her
yönden adalet ve hak şahidi olunuz, adaleti yerine getirmede numune-i imtisal
(örnek insan) olunuz. Ve bir kavme şiddetli kininiz veya onların size kini ve
düşmanlığı sizi adaletsizliğe sevketmesin. Şu halde haklarında doğru şahitlik
ve adilane hükmetmeye veya işkenceye, iftiraya, harbe girmeyenleri öldürmeye,
sözünden dönme vesaire gibi helal olmayan şeyleri yapmakla zulüm ve düşmanlık
yapmaya, günaha sokmaya sebep olmasın. Adalet yapınız ki, o takvaya daha
yakındır. Allah'ın korumasına girmek için en yakın vasıtadır. Artık haricî
siyasette düşman olan kâfirler hakkında adalet bu derece önemli vacip olunca,
dahilî siyasette ve müslümanlar hakkında adaleti yerine getirmenin ne büyük bir
fariza (görev) olduğunu ve Nisa sûresi âyetine ne kadar önem vermek lazım
geldiğini kıyas ediniz. Evet, adalet böyle yüksek ve takvaya en yakın bir
görevdir. Fakat takvanın aynısı da değildir. Bunun için adalet yapınız, ve
Allah'dan korkunuz. En yüksek gaye budur. Bütün kurtuluş, bütün iş bundadır.
Allah'dan korkmayan adalet de yapamaz. Şu halde emirlerine ve hükümlerine karşı
gelmekten sakınıp, Allah'ın korumasına giriniz. Çünkü "Allah
yaptıklarınızdan haberdardır" iyi veya kötü, hiçbir işten gaflet etmez ve
hiçbirisini hükümsüz bırakmaz.
O her işten haberdar olan Allah, iman edip,
temizlik, namaz, adalet ve takva gibi güzel ameller yapan ve akidlerini yerine
getiren kimselere şöyle vaad etti:
1- Onlara hem bağışlama, hem de büyük mükafat
vardır.
2- İnkar eden ve âyetlerimizi -ki, işte bu
adalet ve takva emirleri ve vaad ve tehdit haberleri de bu cümledendir- yalan
sayanlar. Bunlar da hep cehennemliktirler. bir de İşte sonuçta amellerin cezası
ya o, ya budur. Bu iki kanun, Allah'ın değişme kabul etmeyen vaadidir. Buna
dünyada bir misâl olmak üzere:
Meâl-i Şerifi
11 - Ey iman edenler! Allah'ın size olan
nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya (tecavüze) yeltenmişti
de, O (Allah) onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkun. Müminler
yalnız Allah'a dayansınlar.
11-Bunun nüzul sebebi hakkında biri genel,
biri de özel olmak üzere iki vecih rivayet edilmiştir:
1. İşin başlangıcında müşrikler galip ve çok,
müslümanlar ise mağlub ve yenik idiler. Müşrikler, devamlı şekilde müslümanları
belaya sokmak, basmak, öldürmek, yağmalamak istiyorlar. Allah Teâlâ da onları
maksatlarından menediyor, müslümanları koruyordu. Bu şekide az zaman içinde
İslâm kuvvetlendi, müslümanların gücü büyüdü ve müşriklerin elleri kırıldı.
İşte burada bu kurtuluş nimeti hatırlatılmıştır.
2. Özel bir olayı hatırlatmıştır. İbnü Abbas
ve Mükâtil'in beyanlarına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) Beni Âmir'e bir seriyye
(küçük süvari müfrezesi) göndermişti. Bi'r-i Meûne'de hepsi şehit olmuşlar,
ancak bir kayıp aramakta olan üç kişi kurtulmuşlardı ki, bunlardan birisi Amr
b. Ümeyye ed-Damrî idi. Bununla diğer biri Resulullah'a durumu haber vermek
için beraber gittiler. Yolda Beni Amir'den olduklarını söyleyen iki kişiye
rastladılar. İkisini de öldürdüler.
Meğer bunlar Benî Selim'den imişler.
Resulullah'tan eman (eminlik)ları varmış, bunu bilmediler ve hata etmiş
oldular. Bundan dolayı Benî Selim geldiler, diyet istediler. Bunun üzerine
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yüksek maiyyetlerinde dört seçkin dostu Ebu Bekir, Ömer,
Osman, Ali (r.anhüm) bulundukları halde çıktılar, Benî Nadir'e vardılar. Çünkü
bunlar kendileriyle savaş yapılmamak ve taraflarından diyetlere yardım olmak
üzere Resûlullah ile anlaşma yapmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) : "
Ashabımdan biri benim eman verdiğim iki kişiyi vurdu. Bana diyetleri gerekti.
Buna sizin yardımda bulunmanızı istiyorum" buyurdu. Onlar da:"
Buyurunuz, yemeğimizi yiyiniz, isteğinizi veririz" derler ve aralarında
Peygamber'e ve ashabına bir su-i kast yapmaya da karar verirler. Atâ'nın
rivayetine göre, üzerine damın üstünden büyük bir taş yuvarlatıp ezmek için
karar verirler ve hazırlarlar. Bu esnada Cebrail inip hemen durumu haber verir.
Resullullah, derhal kalkar hareket eder. Yahudiler: "Çömleklerimiz
kaynıyor" derler. Resul-i Ekrem niyetlerinin vahy ile haber verildiğini
söyler ve açılır. Bu âyetin iniş sebebi, özellikle bu olay olmuştur."
Kavm"den maksad, bu Benî Nadir yahudileridir. Bunun gibi daha birtakım
olaylar vardır ki bazıları Nisâ sûresinde "korku namazı "
(salatu'l-havf)nı emreden "Sen de içlerinde bulunup namaz kıldırdığın
zaman, onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun..." (Nisâ, 4/102)
âyetinde geçmiş idi.
Yani ey müminler! Allah'ın nimetleri yalnız
hayra ulaşmak kabilinden olanlar değildir. Şerden koruma şekliyle olan nice
nimetler de vardır. Bunun için Allah'ın size şu nimetini de unutmayınız,
şükrünü eda ediniz, Hani bir kavim size ellerini uzatmak istemişlerdi de, Allah
onların ellerini sizden menetmişti. O zaman bunu Allah'tan başka kim
yapabilirdi? Şu halde müminler bunları unutmasınlar da ancak Allah'a tevekkül
etsinler ve dayansınlar. Allah'dan başka itimad ve istinad olunacak hiçbir şey
olmadığını bilsinler. O ahlâksızlar gibi dünyaya veya şuna buna meylederek ve
dayanarak Allah'ın anlaşmalarını bozmaktan sakınsınlar, akitlerini yerine
getirsinler ve ancak Allah'a dayanarak içte ve dışta adalet ve takva ile
hükümleri icra ve İslâm'ı ilan etsinler.
Bakınız anlaşmayı bozmak ne kadar çirkin ve
sonucu ne fecidir:
Meâl-i Şerifi
12 - Allah, İsrailoğularından söz almıştı.
İçlerinden on iki müfettiş göndermiştik... Allah şöyle demişti: " Ben,
muhakkak sizinle beraberim. Namazı dosdoğru kıldığınız, zekatı verdiğiniz,
peygamberlerime iman ettiğiniz ve onlara yardımda bulunduğunuz, (mallarınızı)
Allah yolunda güzelce sarfettiğiniz takdirde, günahlarınızı mutlaka örter ve
sizi altından ırmaklar akan cennetlere korum. Fakat sizden her kim de, bundan
sonra küfrederse, dosdoğru yoldan sapmış olur.
13- Sözlerini bozdukları için onları
lanetledik ve kalblerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar.
Uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç, daima
onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma. Çünkü Allah güzel
davrananları sever.
14- "Biz hıristiyanız" diyenlerden
de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu
unutmuşlardı. Biz de onların arasına, kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık
soktuk. Allah, ne yapmış olduklarını onlara - elbette- haber verecektir.
12- Bir zamanlar Allah, İsrailoğulları'ndan da
söz almıştı. Ve onlardan on iki nakib (müfettiş) göndermiştik. Birinci cümlede
"Allah", ikincide " biz" diye gıyabdan tekellüme iltifat
(dönme), büyüklük ve ululuğun ortaya konması veya nakibleri Hz. Musa
aracılığıyla gönderdiğine işaret içindir.
Nakib, teftiş mânâsına dan veya mânâsına
olarak vezninde müfettiş veya teftiş veya tecrübe olunmuş emin (inanılır) ve
itimad olunur mânâsına olup bir kavmin durumlarını bilen ve işlerine güçlerine
kefil olan amir ve eminlerine söylenir ki, reis (başkan) den başkadır, gibi.
Zeccac'ın beyanına göre bu kelimenin aslı, geniş delik demek olan den olduğu
için bizim "kulağı delik" deyiminden anladığımız "sırlara âşina
olma" mânâsını içine alan bir anlam vardır. İsrailoğulları on iki sıbt
(torun) olduklarından, her sıbttan bir nakib gönderilmiştir. Mücahid, Kelbî ve
Suddî demişlerdir ki, bu nakibler, Musa (a.s.)'ın harp ile görevlendirilmiş
olduğu Cebbarlar şehrine gidip durumlarını öğrenmek ve dönüp peygamberleri
Musa'ya haber vermek için gönderilmişlerdi. Gittiler, birtakım büyük cisimler
ve bir kuvvet, heybet gördüler ve korktular, döndüler; gelir gelmez de
kavimlerine söylediler, bildirdiler. Halbuki Musa (a.s.) onları söylemekten
yasaklamıştı. Fakat sözlerinde durmadılar, caydılar. Yalnız Yehudâ sıbtından
Kaleb b. Yufenna ile, Efrâim b. Yusuf sıbtından Yuşa b Nun sözlerinde durdular
ki, ileride gelecek olan "Allah'tan korkanlardan iki adam dedi" (Mâide
5/23) âyeti bunlar hakkındadır.
Rivayet edildiğine göre Firavun'un suda
boğulmasından sonra Allah Teâlâ İsrailoğulları'na Şam topraklarında
Kenanlıların zalimlerinin oturdukları Eriha'ya gitmelerini emretmiş ve
"Ben, burayı size vatan ve karargâh olmak üzere yazdım. Gidiniz
içindekilerle savaş ediniz, yardımcınız benim" demiş. Hz. Musa'ya da
verilen emirlerin yerine getirilmesi için, her sıbttan kavmine kefil olacak bir
nakib ve emin seçmesini emretmişti. Hz. Musa nakibleri seçti ve
İsrailoğulları'ndan söz aldı, nakibler bunlara kefil oldular ve bu şekilde hep
birlikte hareket ettiler. Kenan topraklarına yaklaştıkları zaman nakibleri,
anıldığı üzere, teftiş ve gizli şeyleri öğrenmeleri için gönderdi.
Ve Allah İsrailoğulları'na demişti ki: ben
sizinle beraberim. Yani ilmimle, kudretimle yanınızda hazırım, emin olunuz sizi
başarılı kılacağım. Şöyle ki: Eğer siz namazı doğru bir şekilde kılarsanız, ve
zekatı verir, ve bütün peygamberlerime inanır, ve onları müdafaa ederseniz
-"Ta'zir"in aslı kötülüğü defedecek bir iş yapmaktır. Kabahatli
kimselere yapılan yola getirme ve terbiyeye ta'zir denilmesi de kötülükleri
yasaklama ve iyilikleri savunma olması bakımındandır.- Bunlardan başka bir de
Allah'a karz-ı hasen (borç verme) ile borç verirsiniz. Yani farz vergi olan zekatdan
başka sırf kendi arzunuzla Allah için sadakalar, yardımlar verir ve
verdiklerinizin mükafat ve karşılığı Allah tarafından muhakkak ödeneceğine
inanmakla beraber, onu bugün dünyada almak ve görmek sevdasında bulunmaz ve
ahiret sevabını ve sırf Allah'ın rızasını düşünerek verirseniz; işte namazı
kılma, zekatı verme, bütün peygamberlere iman, bunları düşmanlara karşı
savunma, Allah'a borç verme, bu beş şeyi yaptığınız takdirde muhakkak ve
muhakkak tarafınızdan günahlarınızı örteceğim ve mutlaka sizi altlarından,
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bundan sonra, yani bu söz almadan ve bu
şart ve tekit edilmiş vaadden sonra her kim de kâfirlik eder, peygamberlerin
hepsine iman etmezse, açık yolun ortasında göz göre göre sapmış, hiçbir mazeret
kabul etmiyecek çirkin bir hata yapmış, açıktan açığa en büyük tehlikelere
atılmış olur. Şu halde bundan önce küfredenler hakkında bir mazeret kuruntusu
olsa bile bundan sonrakiler için böyle bir şey bahis konusu olamaz. İşte
İsrailoğulları vaktiyle böyle irşad edilmiş ve bu şartlar altında böyle sağlam
ve tekit edilmiş bir sözleşmeye bağlanmış idi, fakat bozdular.
13-Şu halde başka bir sebeple değil, ancak
sözleşmelerini bozduklarından dolayıdır ki biz de onları lanetledik
Bu lanetin tefsirinde üç şekil zikredilmiştir:
Ata'nın açıklamasına göre, rahmetimizden kovduk ve uzaklaştırdık demektir ki,
asıl mefhumu ve detaylı mânâsıdır. Hasen ve Mukatil: "çevirdik,
şekillerini maymunlara ve domuzlara çevirdik" demek olduğunu söylemişler.
İbnü Abbas hazretleri de: "Rezil ettik, üzerlerine cizyeleri, ağır
vergileri bastırdık" diye tefsir etmiştir ki, misal ile açıklamaktır.
Özetle sırf sözleşmeyi bozmak yüzündendir ki,
başlarına felaketler yağdırdık. ve kalplerini kasvet içerisinde bıraktık, ne
söylense duymaz, hak ve adalet tanımaz, haksızlık ve zulümden kaçınmaz,
Allah'dan korkmaz, ümitsizlikten kurtulmaz bir hale getirdik. Hamze ve Kisaî
kırâetlerinde "ya"nın şeddesiyle ve "elif"siz olarak okunur
ki, kalp veya hileli akçe (para) demektir. Yani kalblerini kalp para gibi bozuk
ve düşkün bir hale getirdik. Bunun için kelimeleri yerlerinden değiştirerek
bozarlar. Kelimeleri şuraya buraya çekerek kelâmı (sözü) değiştirirler. Bu
onların öyle bir âdeti olmuştur ki, diğerleri bir yana, Allah'ın kelâmını ve
arzularına uymayan ilâhî hükümleri bozar ve değiştirirler. Nitekim Tevrat'taki
"recm" âyetini reisler hakkında "tahmim" yani "kömürle
yüz karalamak" diye yorumlamaya kalkışmışlardı. Fırsat bulunca kelimeleri
de başkalaştırırlar. Fakat çoğunlukla buna imkan bulamadıklarından dolayı bozgunculuklarını,
kötü yorum ile yaparlar. Allah'ın kelâmını bozmaktan daha büyük bir kalb
katılığı da düşünülmez. (Nisâ sûresindeki "Yahudilerden öyleleri var ki,
kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar" (Nisâ, 4/46 âyetine bak.)
Yine kalblerinin katıldığından ve
bozukluğundan dolayı hatırlatıldıkarı ve ihtar olundukları şeylerden en mühim
bir kısmını da unuttular, Diğer bir mânâ ile, hatırlatıldıkları,
belletildikleri şeylerin bir kısmından tad almayı, faydalanmayı unuttular,
hatırlarına getirmez veya getiremez oldular ki, peygamberlerin sonuncusu olan
peygamberimize iman bu cümledendir. Ey Muhammed, sen de bunlardan daima bir
hiyanete muttali olur durursun. Yani bunların âdetleri budur. Geçmişleri,
peygamberlere sözleşmeyi bozmak ve öldürmek ile hiyanet edegeldikleri gibi,
sonra gelenleri de sana hainlik eder dururlar, sözleşmelerini bozarlar,
düşmanlarına yardımda bulunurlar, seni öldürmeye ve zehirlemeye teşebbüs etmek
isterler. Ancak birazı müstesna. Ki çoğunluğun açıklamasına göre bunlar iman
etmiş olanlardır. Bununla beraber denilmiş ki, bu azlığın küfür üzere kalmış
olmakla beraber, siyasi açıdan yaptıkları sözleşmede duran ve hainlik
etmeyenler olması da muhtemeldir. Bu kadar kötülüklerin ve hainliklerin
sayılmasından sonra bunlara hiç emân vermeyiniz. Hemen mahvediniz ve yok ediniz
tarzında bir emir verilecek gibi gelirken bakınız ne buyuruluyor:
Şimdi ey Muhammed, sen bunlardan geçmişteki
hainliklerini affet. Onlara aldırma, geçmişi Allah'a bırak ve geleceğe bak.
Çünkü "muhakkak Allah iyilik yapanları sever". Affetmek ve aldırmamak
da ihsan (iyilik yapma) dır. Sen ise büyük ahlâk, güzel ahlâk ile
gönderilmişsin. Bu affetme ve aldırmama emrinin, müstesna olan az kimselere mi,
yoksa diğerlerine de mi ait olduğu bahis konusu olmuştur. Bazı tefsirciler müstesnaya
ait olduğunu, yani Hz. Peygamber'e iman edenlerin geçmişteki günahlarına veya
iman etmemekle beraber sözünde duranların ufak tefek kusurlarına aldırmayıp
affetmeyi emrettiğini söylemişlerdir. Fakat bunun böyle hainlikten istisna
edilmiş olanlara bağlanması lafız itibarıyla yakın olmakla beraber, mânâ
yönüyle kusurlu ve açık değildir. Doğrusu burada bu âyetin inmesinden önce vaki
olan hainliklere ait olmak üzere, hainlere ibare ile ve müstesnalara öncelikle
ve delaletle olmak üzere hepsine karşı genel bir af ve aldırmama emredilmiş ve
bu şekilde âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber'e önce el uzatmak isteyen
hainlere karşı bile kin ve intikam hissinden uzak olarak adaletten başka güzel
ahlâk ile muamele etmesi emredilmiştir. Affın, genelde vaki olan suça
sarfedilmiş olacağı malumdur. Bununla beraber bunlarda hainliğin devam edip
duracağı açıklandıktan sonra "onları affet" buyurulması, bu affın
geleceğe de bir ilişkisine işaretten uzak değildir. Ve işte tefsircileri
düşündüren de bu nokta olmuştur. Fakat bu yönle affetme ve aldırmamanın bütün
gelecekte her suça ve hatta her hainliğe umum ve şümulünü (kapsamını) ifade
eden hiçbir kayıt yoktur. Nihayet bununla her hainliğin cezalandırılmasının
vacib olmadığı ve bazılarının affı caiz ve hatta mendub olduğu anlaşılır. Çünkü
mutlak emir esasen ne umum ifade eder, ne de tekrar. Şu halde burada
yahudilerin bu kadar cinayetlerden sonra muhakkak cezalandırılmaları gerekir
gibi bir zan defedilmiş ve İslâm dininin musamahası gösterilmiştir. Şu halde
mânânın özeti: "geçmişi affet, gelecekte de her hainliği cezalandırma
taraftarı olma" demek olur. Katâde bunun Berâe (Tevbe) sûresindeki
"Allah'a inanmayanlarla savaşın" (Tevbe, 9/29) âyetiyle, bazıları
seyf (kılıç) âyeti ile, bazıları da Enfal sûresindeki, "Bir kavmin, (sözleşmeye)
hainlik yapmasından korkarsan, sen de aynı şekilde onlara at, çünkü Allah
hainleri sevmez." (Enfal, 8/58) âyetiyle hükmünün kaldırılmış olduğunu
söylemişlerdir. Fakat "geçmişte ve gelecekte yahudilerin hiçbir
hainliğini, hiçbir suçunu cezalandırma" demek olmadığı gibi; savaş ve
öldürme emirleri de, "hiçbir af yapma" demek olmadığından, bunlarla
nesih sözü çoğunluk katında bâtıldır. Ancak yukarda geçen (Enfal, 8/58) âyeti
dikkat çekicidir. Fakat yerinde görüleceği üzere bunu da neshin affı değil, belki
buradaki özetlemeyi bir açıklama olarak kabul etmek gerekir. Çünkü nebz (atma)
emri bile bir izindir. Ve ondan sonra vuku bulacak tevbe ve müracaatın kabulü
de yasak değildir.
14- İsrailoğulları böyle olduğu gibi "biz
hıristiyanlarız" diyenlerden, kendilerine "hıristiyan" adı
veren, hıristiyan oldukları iddiasında bulunan hıristiyanlardan da biz öylece
söz almıştık. Bunlar da İncil gereğince Allah'a ve peygamberlerine iman edecekler,
Tevrat ve diğer Allah'dan inen kitaplar ile amel edeceklerdi ki, bu arada hak
ruh olan Hatemü'l- Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) Resulullah Efendimiz de
-özellikle- dahil idi. Fakat çok geçmeden bunlar da sözlerinden, kendilerine
anılıp hatırlatılan şeylerden mühim bir kısmını, en çok haz ve nasib alacakları
esaslı noktaları terkedip unuttular, anlaşmalarını bozdular, bu cümleden olarak
Allah'ı birlemek (tevhid) ve hak ruh olan son Peygamber'e iman bu aradadır.
Unuttuklarından biz de aralarında kıyamete kadar kin ve düşmanlığı kışkırttık.
Birbirlerini küfre nisbet edip kin ve nefret saçtılar, birbirlerinin kanlarını
döktüler, kıyamete kadar da dökeceklerdir, ne yaptıklarını, ne sanat
işlediklerini de Allah ileride kendilerine haber verecektir. O zaman
sanatlarının cezasını görecekler, acısını tadacaklar, ne yaptıklarını
anlayacaklardır. Bu cümle, şiddetli bir azab ile korkutma ve tehdittir. Nitekim
dilimizde de: "Ben sana bu yaptığını anlatırım" demek, şiddetli bir
tehdit ifade eder. "Allah" isminin açıkça geçmesi de büyüklük
terbiyesi içindir. Yaptıklarına "sanat" denilmesi de iki nükteyi
içerir ki, önce bunların bu kötü işlerde becerikli olduğunu, andlaşmayı
bozmayı, kitabı ihmal etmeyi, kin ve düşmanlık saçmayı ve daha birtakım
kötülükleri sanat edindiklerini bildirir. İkinci olarak, bunların sanayi ile
öğündüklerine işaret ederek, yahudilerin ticaret sevdasıyla dini, Allah'ı ve
ahireti unutmaları çoğunlukla ticarette zarar ve ziyan ile tasvir olunduğu
gibi; bunların da sanat sevdasıyla Allah'ı, peygamberi, din ve diyaneti
unutmaları zararlı bir sanat olarak tasvir edilmiştir.
Azab etme ve cezalandırmanın "haber
verir" diye "tenbie", yani haber verme ve bildirme ile ifade
edilmesi de bunların yaptıkları kötü, işlerin ahirete ait neticeleriyle hakikatinden
"Dünya hayatından sadece (görünen) dış yüzü bilirler, ahiretten ise onlar
tamamen gafildirler" (Rum, 30/7) âyeti gereğince gafil bulunduklarına ve
başlarına kıyamet kopmadan fenalıklarını anlamayacaklarına işaret eder. Bütün
bunlarla beraber bu cümlede, gelecekteki hitaplar ve beyanları destekleyici bir
söz ve hazırlama mânâsı da vardır. Zira bu arada yaptıklarının bazıları haber
verilecektir. Bunun için bu noktada her iki kitap ehline hitabı yöneltmek ile
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
15 - Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş
olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size
geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir kitap da gelmiştir.
16 - Allah o kitabla rızasına uygun hareket
edenleri selamet yollarına iletir. Onları izniyle karanlıklardan aydınlığa
çıkarır ve onları dosdoğru yola sevk eder.
17- Muhakkak ki, "Allah, ancak Meryemoğlu
İsa Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır. (Onlara) de ki: " Allah,
Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak etmek istese
O'na kim engel olabilir? " Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin
mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah, her şeye
kadirdir.
18- Yahudiler ve hıristiyanlar, "Biz
Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki: " O halde niçin
günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?" Hayır, siz de O'nun
yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder.
Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet
dönüş de O'nadır.
19- Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının
kesildiği bir sırada size Resulümüz geldi, gerçekleri açıklıyor ki, (yarın
kıyamet gününde): "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi"
demeyiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah, her şeye kadirdir.
15-16- Ey Kitap ehli, ey Tevrat ve İncil ile
kendilerinden söz alınmış yahudi ve hıristiyanlar! Muhakkak kitaplarınızda özel
vasıfları anılarak vaad edilmiş ve müjdelenmiş olan Resûlümüz Muhammed
aleyhisselam size geldi. O mensup olduğunuz kitabın içeriğinden gizlemekte
olduğunuz, haz almayı unuttuğunuz şeylerin birçoğunu size açıkça beyan ediyor,
bir çoğundan da affediyor yüzünüze vurmuyor. Açıkladıkları kaçınılmaz olan dinî
esasları içerdiği, dolayısıyla diğerlerinden müstağni olduğu için, onları
dikkatinize havale ediyor ve dinî bir zaruret bulunmadıkça sizi teşhir ve zelil
etmek istemiyor. Şimdi size Allah'tan her türlü şek ve sapıklık zulmetleri
(karanlıkları)ni yok eden bir nur ve i'cazlı bir beyan ile doğru yolu açıklayan
bir kitab-ı mübin -yani Kur'ân- geldi ki, Allah bununla rızası arkasında giden,
yani Allah'a iman ile rızasını arayan kimseleri selamet yollarına ( = es-Selam,
Allah'ın güzel isimlerinden olduğuna göre) Allah yollarına hidayet eder,
doğrultur, ve onları izin ve kolaylaştırmasıyla karanlıklardan nura, (cehâlet,
küfür ve şaşkınlık zulmetlerinden tevhidin yakîn nuruna) çıkarır. Bunları doğru
bir yola, dosdoğru bir caddeye, hak bir kanuna götürür ki, artık bundan sonrası
selamet ve kurtuluşun kendisidir. Bu caddeden sapmaksızın gidenler doğruca
giderler, Allah'ın rızasına ererler. "Nimet verdiğin kimselerin yoluna,
kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil" (Fatiha,
1/6-7)
Görülüyor ki burada önce yahudi ve
hıristiyanların kitaplarında türlü türlü yorumlar, bozmalar ile gizlemeye
uğraştıkları Resulullah'ın peygamberliği meselesi kendilerine açıktan haber
verilerek hepsi doğru yola davet edilmiş ve bunların yaptıkları işlerde
Allah'ın rızasını hesaba katmadıkları ve selameti nur ve açıklıkta ve
doğrulukta değil, karanlıklarda, sapa ve eğri yollarda aradıklarına da işaret
edilmiştir. Bu ise Allah'a imansızlıktan doğduğu için bu arada özellikle
Allah'ın birliğini, birleşme davasıyla gizleyenlerin küfürleri pek açık bir
şekilde anlatılmak ve cüz'i aklı bulunup hitaba değer olabilecek hiç kimsenin
böyle apaçık bir küfrü benimseyemeyeceği de anlatılmak üzere hitaptan gıyaba
geçilerek buyuruluyor ki:
17-*} "Allah, o Meryem'in oğlu
Mesih'dir" diyenler yemin olsun ki şüphesiz küfrettiler. Burada bunu
kimlerin söylediği açıklanmıyor. Fakat bunların, "yahudi değil ancak
hıristiyanız" diyenler arasında bulunacağı açıktır. Hırıstiyanların bunu
inkâr ettikleri nakledilmiştir. Gerçekte genel de teslis (üçlü ilâh)e kani olan
hıristiyanların böyle tek başına birlik isnadını inkâr etmesi lazım gelir gibi
de görünür. Bunun için bazı tefsirciler, bu söz hıristiyanların arasında
ittihadı benimseyen belirsiz bir kısmın mezhebi bulunduğunu, bazısı ise bu
âyetin "Yakubiyye mezhebi", gelecek olan "Muhakkak Allah üçün
üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır" (Mâide, 5/73) âyetinin de
Keldaniyye mezhebi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Diğer tahkik
(kritik)çi tefsirciler ise, "hıristiyanlarız" diyenlerin hepsinin
mezheplerinin, açıkça olmasa bile benimseme açısından böyle olduğunu
anlatmışlardır. Çünkü bunlar genellikle Mesih'e ilâh (tanrı) dedikleri gibi,
"eb (baba), oğul, ruh, üç ilâh, bir ilâhtır. Uluhiyet (Allahlık) cevheri
birdir" diye, üçlü inanma altında bir de tevhid (tek ilâh inancı) iddia
ettiklerinden, gerçekte "Allah, Mesih'ten ibarettir" demiş oluyorlar.
Gerçekte hıristiyanların üçlü inanışının iki yüzü vardır ki, birisi şirk,
birisi birliktir. Şirk ile azarlandıkları zaman tevhid yüzünden görünürler,
ittihad ile muâheze edildikleri zaman da; " biz üç diyoruz" derler.
Hıristiyanlar, baba, oğul, ruhul-kudüs diye ayırdıkları üç ilâhı, bir Allah
olmak üzere birleştirdikleri zaman bu birlikte Mesih'i kastederler. Baba ve
Ruhu'l-kudüs'ün oğulda cesetlendiğini düşünürler ki, işte "Allah,
Meryemoğlu Mesih'ten ibaret" dedikleri budur. Küfür olması için "
Mesih, ilâhtır" demek bile yeterli olduğunda, şüphe yok ise de, böyle
demek, "Mesih, ilâhtır" veya "Allah, Mesih'tir" demenin
aynı olmadığı için buna hıristiyan mezheplerinin hangisinin açık ve hangisinin
gizli bir şekilde temas edeceğini biraz düşünelim:
Birincisi: "Allah" bir özel isim
olduğu gibi, Meryemoğlu Mesih isminin de bir şahsı ifade eden bir özel isim
olduğu açıktır. Bunun için "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'dir" demek,
Allah ile Mesih arasında, "Mesih İsadır" demek gibi tam bir şahsî
birliği iddia etmektir. Ve böyle diyenler Mesih'i ancak lahut (Allah)tan ibaret
bir şahsî hüviyet farzetmiş olurlar. Ve Meryem'in oğlu olan bir insanî şahıstan
insanlığı uzaklaştırıp, onu yalnız Allah olarak almış olurlar. Bu şekilde,
"Allah, Mesih'tir" demek, "Mesih Allah'tır" demenin
aynıdır. Mantık bakımından birisi diğerine "aks" olur.
İkincisi, resmî hıristiyanların iddia
ettikleri gibi Mesih'in Allah'tan başka insanlık tarafı bulunduğu, Mesih'in hem
tam bir ilâh, hem de tam bir insan ve hatta küllî bir insan olduğu tasavvur
edildiğine göre anılan söz: "Allah bir insandır veya bir çeşit
insandır" demek gibi bir cüz'i birliği veya hulûl (başka cisme girme)
iddia etmek olur. Bu takdirde, "Allah, Meryem'in oğlu Mesihtir" sözü,
" Mesih aynen Allah"tır" demek olmasa da "Mesih'in bir
kısmı: bir cüz'ü Allah'tır, Mesih'in dışında Allah yoktur; fakat Mesih'te
Allah'tan başka bir şey de bulunabilir" demek olur.
Mesih hakkında bütün hıristiyanların inancı üç
mezhebe ayrılmıştır: Bir kısımı Mesih'de ancak bir tabiat, diğer kısmı iki
tabiat tasavvur ederler. Bir tabiat tasavvur edenlerin bazısı yalnız beşer
demiş, diğer bazısı da yalnız Allah olduğunu iddia etmiştir. Birisine göre
Mesih ilâh değil, ancak bir insandır. Diğerine göre de insan değil, ancak bir
ilâhtır. Diğerleri ise Mesih'te biri Allah, biri insan iki tabiat var demişler
ve bu beşerî oluşun küllî veya cüz'î olup olmadığından da bahsetmişlerdir.
Başlangıçta İskenderiye papazlarından olup Aryan mezhebinin sahibi olan Aryos
ve taraftarları gerçekten muvahhid (Allah'ı birleyen) idiler. Bunlar İsa
(a.s.)'ın bir kelimetullah (Allah'ın kelimesi) olduğunu ve fakat Allah'ın
aşağısında olup mahluk (yaratılmış) olduğunu ve Hz. İsa'nın bir ilâh değil
yaratılmış olgun bir insan olduğunu benimsiyorlardı. Aryos Hıristiyanlığı ilk
kabul eden İstanbul'un kurucusu I. Konstantinin zamanında idi. Konstantin
kendisi ve birkaç halefi bu mezhepte bulunuyorlardı. Hıristiyanlığın resmen
ortaya çıkmasından daha önce Antakya patriği olan Şemşat'lı Pols ve buna
uyanlar da gerçekten tevhid ehli idiler. Bu zat, "İsa (a.s.) diğer
peygamberler gibi Allah'ın kulu ve resulüdür. Allah onu Meryem'in rahminde
eşkalsiz yaratmıştır. Hz. İsa bir insandır, onda ilâhlık yoktur. Kelime nedir,
Ruhu'l-kudüs nedir, bilmem" diyordu. Aynı şekilde hıristiyanlığın resmen
ortaya çıkışından sonra I. Kostantin'in oğlu II. Konstantin zamanında İstanbul
patriği bulunan Makdonyos da yalnız tevhidi kabul ediyor Hz. İsa yaratılmış bir
kul, bir insandır, diğer peygamberler gibi bir nebi ve Allah'ın resulüdür, İsa
Ruhu'l-kudüs ve Allah'ın bir kelimesidir, fakat Ruhu'l-kudüs ve kelime
mahlukturlar" diyordu. Bütün bu mezhepler, bir Allah tanıyor ve Hz. İsa'da
yalnız bir ilâh durumu görüyorlardı ki, asıl "Apostolik" yani
"Havari mezhebi" sayılması gereken Hıristiyanlık inancının da böyle
olması gerekirdi. Âyetin bu mezheplerle ilgisi yoktur. Fakat yine I. Konstantin
zamanında (M.325) tarihinde İznik'te toplanan ilk konsilde (Hıristiyan ruhani
meclisinde) iki bin kırksekiz piskopos toplanıp içlerinden -Aryos hariç bırakılmak
ve onun aleyhinde birleşmek üzere- üçyüz onsekiz kişi seçilmiş ve bunlar
İskenderiye patriğinin başkanlığı altında toplanarak Aryos'u kâfir ilan ederek
ve teslis (üçlü inanç)i kabul edip ilk olarak Hıristiyanlık kanunlarını
koymuşlardır. Bunların kabul ve yaydıkları inanç şu idi: "Biz herşeyin
sahibi, görülenin görülmiyenin yapıcısı olan bir ilâh babaya ve bir oğula: bir
Allah'ın bir oğlu, bütün yaratılmışların ilki ve yaratılmış değil babasının
cevherinden bir hak ilâhtan bir hak ilâh, bütün âlemler ve her şey onun eliyle
yaratılmış bizim için ve bizim kurtuluşumuz için gökten inmiş ve
Ruhu'l-Kudüsten cesetlenip bakire Meryem'den doğmuş ve Filatos zamanında asılıp
defnedilmiş olan ve sonra üçüncü gün kalkıp göğe çıkan ve babasının sağında
oturan ve ölülerle diriler arasında hüküm vermek için bir kere daha gelmeye
hazır bulunan Yesu Mesih'e iman ederiz. Bir de Ruhu'l-kudüse, babasından
çıkacak olan hak ruha ve günahları affetmek için bir vaftize (ma'mudiyeye) ve
katolik, kutsal bir Mesih cemaatine ve bedenlerimizin dirileceğine ve sonsuz
daimî hayata da iman ederiz ve 'bir zaman var idi ki Allah'ın oğlu yoktu'
diyenlerle 'Allah'ın oğlu kendisiyle tek cevher değildir' diyenlerin Katolik
kilisesi tarafından kâfir ilan olunacaklarını beyan ederiz." demişler ve
artık bu "Mukarrerat mezhebi" resmen ilan edilmiş idi.
Görülüyor ki bunlar, ilk iman kısmında önce
Allah'ı Mesih'ten başka gibi gösterdikleri halde, ikinci Yesu hakkında:
"babasının cevherinden, bir hak ilâhtan bir hak ilâh" diye üç aslı
(ekanim-i teslisi) toplayıp üçünü de ilâhlıkta baba cevherinde birleştirmişler,
sonra da Mesih'i bulup Allah'ın sağ tarafına yani üstüne oturtmuşlardır ki,
bunun: "Allah'ı makamından indirmek ve gerçekten Allah Mesih'ten
ibarettir" demek olduğu açıktır.
Sonra bunların ikinci iman kısmında
Ruh'ul-kudüs'ü: "babasından çıkacak olan hak ruh" diye vasıflandırıp
ve tefsir ederek ayırmaları da dikkate şayandır. Doğrusu bununla geçmiş
kitaplardaki son peygamber müjdesini tesbit etmişlerdir. Çünkü bu kısım
özellikle İncil'deki "Ben gideceğim ve size benden sonra kendi nefsinden
söylemeyen Farıklit, hak ruh gelecek ve herşeyi öğretecek ve benim söylediğim
şeyleri de size hatırlatacaktır." diye Hz. İsa'nın kendisinden sonra
geleceğini müjdelediği ahir zaman peygamberine ait olduğu çok açıktır. Burada
Ruhu'l-kudüs'ün, "hak ruh" diye tefsir edilmesi ve bunun o zaman
henüz gönderilmiş olmayıp ileride Allah tarafından geleceğini anlatmak üzere
hıristiyanların deyişiyle" babasından çıkacak olan" diye
vasıflandırılması ve bir de Hz. İsa'nın bir daha gelmesi meselesinden sonra
bunun ayrıca açıklanmış olması tamamen gösterir ki, bu Ruhu'l-kudüs'ten maksat,
ilk defa İsa'nın kendisinden cesetlendiği söylenen Ruhu'l-kudüsün aynı değil,
sonradan Allah'tan gelecek olan ruhu'l-hak (hak ruh) ile tefsir edilmiş bir
Ruhu'l-kudüs'-tür. Bundan da doğrudan doğruya son peygambere iman kasdedilmiş
bulunduğu açıktır. O zaman İznik Konsili henüz Muhammed (s.a.v.)'in
gönderilmesi karşısında bulunmadığından bunu kendi terimlerine göre
kitaplarından bir gelecek müjde olarak özetlemişler ve belli bir niyete tabi
olmamışlardır. Gerçekte geçmiş kitaplarda Allah'tan geleceği vaad edilen o hak
ruh, bu karardan üç asır sonra Muhammed (s.a.v.)'in gönderilmesi ile gelmiş ve
Allah tarafından hitabıyla Kitap ehline bu gerçeği hatırlatmış ve ihtar
eylemiştir. İznik konsili, Mesih'e iman kısımında samimiyet (ihlas) ve açıklığı
benimsemeyip "Onların aralarına düşmanlık soktuk." (Mâide, 5/14)
âyetinin delaleti üzere, sırf Aryos ve Aryânileri küfre nisbet etmek için
harekete geçmiş, İsa'nın hakikatinin yaratılmamış ve fakat Meryem'den doğmuş
olmak gibi çelişkili birtakım vasıflarla vasıflandırmış ve ilâhî hakikat ile
cevherde birleştirerek bir taraftan üçleme (teslis), bir taraftan birleme ve
sonra Mesih'in Allah'a üstünlüğü davalarını içine alan batıl olduğu apaçık bir
muamma ile hakkı örtmüş, bozmuş ve bu şekilde gelecek nesilleri için açık ve
ortada olan gerçekleri inkâra vesile olacak bir münakaşa başlangıcı ve bir
dalalet (sapıklık) muamması koymuş bulunduğundan; Allah ile peygamberi, mâlik
ile mülkü, yaratan ile yaratılanı birbirine karıştıran bu sapıklık düğümü,
gözleri, gönülleri, karartmış, Allah bilinmez olmuş, Allah'tan geleceğine iman
edilen "Hak ruh" büsbütün unutulmuş, sonraki katolikler de
"bunun oğuldan, yani Mesih'den çıkması şarttır" diye bir şart daha
eklemiş; o ezeli müjde, o nur-i mübin (açık nur) parladığı ve "Biz O'nu
Ruhu'l-kudüs ile te'yit ettik" (Bakara, 2/87) âyeti delaletince Hz.
Mesih'i kudsiyetiyle tasdik ve teyit ederek bütün beşeriyete hak dini öğretmek
ve Mesih'in davetini hakkıyla hatırlatıp düşündürdüğü ve yeryüzünde ilâhî
melekûtu bütün âlemlere gönderdiği halde, "bu Hıristiyanlık içinden ve
Hıristiyanlık kilisesinden çıkmadı" diye inkâra sapılmış ve hala
sapılmaktadır. Sonraki hıristiyanlar doğruyu inkâr hususunda daha çok ifrata
(aşırılığa) gitmiş olmakla beraber, bütün bunların sapıtma kaynağı İznik
konsilinin bu çekişkili muamması olduğundan , "Allah, Meryem'in oğlu
Mesih'ten ibarettir" diyen birlik ve hulul (başka şeye girme) küfründen
yalnız Panteistler, Monofozitler, Yakubiler değil, İznik konsilinden itibaren
Melekanîler yani Katolik ve Ortadokslar da sorumludurlar.
Tefsirciler burada Hıristiyan mezheplerinden
başlıca Melekâiyye, Nesturiyye ve Yakubiyye mezheplerini bahis konusu
etmişlerdir. Çünkü bunlara çeşitli mezheplerin prensipleri nazarıyle bakılabilir.
Şu halde gerçeği anlamak için bu mezheplere bir göz atmak gerekecektir:
MELKAİYYE YAHUT MELİKiYYE VEYA MELKİT MEZHEBİ:
Esasen İbranî dilinden "melk" kelimesinden alınmış olup,
"hükümdar fırkası" mânâsıyla Katolikliğe ve Ortadoksluğa verilmiş bir
isimdir. Ve bugün Rum katoliklerine "Melkit" denilmektedir.
Frenklerin "Larus" lugatında der ki: Melkit, Ötükenler tarafından
katoliklere verilmiş bir isimdir. Ve o zamandan beri Grek ortadokslarında
kalmıştır. Beşerel lugatında ise "M. 451 tarihinde toplanan dördüncü
konsilin kararına tabi olanların ismidir ve bu isim o zaman Ötükenler
tarafından Ortadokslara verilmiştir" denilir. IV. hicri asırda yetişmiş
olan Endülüslü İbnü Hazm "Fisal" isimli eserinde demiştir ki :
"Bugün Hıristiyan mezheplerinin başlıcaları Melekaniyye, Nestûriyye,
Yakubiyye olmak üzere üçtür. Ve en büyükleri Melekâniyye fırkasıdır ki, Habeş
ve Nube'den başka hıristiyan memleketlerinden her birinin bütün ahalisinin ve
İslâm memleketlerinden Afrika, Sicilya ve Endülüs hıristiyanlarının hepsinin ve
Şam hıristiyanlarının çoğunun mezhebidir". Ebu Hayyân da Endülüs
hıristiyanlarının Melekâni olduğunu ve "Mesih Allah'tır" dediklerini
söylüyor. İlk İznik konsilinden sonra Konstantin'in oğlu II. Konstantin
zamanında İstanbul Patriği olan "Makdunyos", Aryos gibi Ruhu'l-kudüs
ve kelimenin yararatılmış (mahlûk) olduğunu ve İsa'nın mahluk bir insan ve bir
peygamber olduğunu açıklayarak tek tevhidi benimsemiş, II. Konstantin de bunu
desteklemişti. Sonra büyük "Tedus" zamanında yüzelli piskoposun toplanmasıyla
Konstantiniye'de ikinci konsilde bu Makdunyos ve taraftarları aforoz edilmiş ve
Aryosî'lerden sonra Makdunîler de kaldırılmış mezheplerden olmuştur. Bundan
sonra Ermenistan'ın istiklalini kazandığı küçük Tedus "Teodosios"
zamanında (M. 428) İstanbul patriklerinden "Nestoryos" Allah
Teâlâ'nın tek olup baba, oğul, Ruhu'l-kudüs ,yani vücud, ilim, hayat üç esası
bulunduğunu ve Ekanim-i Selase (üç asıl) Allah'ın zatı üzere ne fazla, ne de
"o odur" şeklinde aynı olmadığını; Hz.İsa'da biri ruhanî ve ilâhî,
biri de cismanî ve ilâhî iki şahsiyet bulunduğunu, Meryem'den doğan ancak insan
olup, ilâhın ancak ilâhdan doğduğunu ; kelimenin İsa'nın cesedi ile birleşmesi
Melkâniye'nin dediği gibi uyuşma ve zırhlanma suretiyle olmayıp güneşin
pencereye veya bardağa doğması gibi doğmak suretiyle olduğunu kabul etmiştir.
Bu şekilde Nesturiyye mezhebi kurulmuş olduğundan Efsus (Efes- Ayasluğ)
şehrinde ikiyüz piskopostan ibaret üçüncü konsil toplanıp bunu aforozla
lanetleyerek sürmüşler (M.431), böylece Nestûrîlik de kaldırılmış mezheplerden
olmuştur. Fakat Nestoryos durmamış, Yukarı Mısır'a gitmiş, mezhebini yaymış ve
tabileri çoğalıp muhalifleriyle harp ve öldürme vaki olmuş ve bir zaman bu
mezhep sönmüş; sonra Nusaybin Matranı "Bersuma" tarafından tekrar
diriltilmiş, Musul, Irak, Faris (İran) ve Horasan hıristiyanlarına galip gelmiş
olup bugün Musul ve civarında mevcuttur. Nestoriliğe karşı mücadele ederken
İstanbul patriklerinden "Ötükes" tersine, Hz. İsa'da ilâhtan ibaret
olmak üzere ancak bir tabiat bulunduğunu ve cesetlenmesinden itibaren ilâhın
beşeri yutmuş olduğunu ve şu halde öldürme ve asmanın ilâha taalluk ettiğini
iddia etmiş ve bu şekilde Frenklerin "Monofizit veya Monofizim"
dedikleri "şahsî birlik" mezhebi ortaya çıkmış bulunduğundan,
geçmişte anılan küçük Teodosios'un halefi Merkıyan zamanında (M.451)
İstanbul'da Kadıköy'de üçyüz otuz piskoposdan ibaret dördüncü konsil Ötüken
aleyhinde toplanmış, fakat bu toplantıda Yakubîler çıkıp muhalefette bulunmuş,
konsilin kararını benimseyen çoğunluk mezhebine muhalifleri, Melkit adını
vermişler. Bundan sonra Yâkubilik de hayli yayılmış, Merkiye'nin halefi büyük
Liyon'dan sonra küçük Liyon, ondan sonra Zenun, ondan sonra Nestas hep Yakubi
mezhebinde imişler. Sonra Yustin hükümete geçince Yâkubilerden pek çoğunu öldürmüş,
daha sonra Yustanos zamanında da Mısır şehirlerinde Melekanîler arasında bir
ihtilal ve öldürmeler olmuştur.
İş bu Yâkubiyye mezhebi, ilk önce İstanbul
rahiplerinden olup Antakya Patriği olan Yakub Berdeai (Jakop Barada) ya
mensubtur ki, Monofizitlerin en tutucusu sayılır. Şu halde bu mezheb bir çok
Monofizit mezheplerinin esası demek olduğundan, hepsi bu ad altında
düşünülebilir. Bunlar da ekânim-i selâse (üç esas)yi benimseyen ve üç konsil
kararına tabi olmakla beraber, dördüncüye karşı çıkarak kelimenin, et ve kana
dönüştüğünü ve dolayısıyla Allah'ın tamamen Mesih olduğunu, Mesih'in cesedinden
görünen o ve hatta "o odur" tarzında aynı bulunduğunu iddia
etmişlerdir. Bir kısmı, "Mesih Allah'tır" diye açıkça ifade etmişler;
bir kısmı, "İlâh insanlık ile ortaya çıkıp Mesih'in insanlığı hakkın
mazharı oldu, fakat ne bir cüz'ün hulûlü, ne de sade bir sıfat hükmünde olan
kelimenin birleşmesi yoluyla değil, belki aynı ve mesela meleğin insan şeklinde
görünmesi gibi" demişlerdir. Çoğunluğu Mesih, tek cevher, tek esastır.
Bununla beraber iki cevherdendir diye iddia etmişler, bazan cevher yerine
"iki tabiattan bir tabiattır" deyimini kullanmışlar ve dolayısıyla
kadim olan Allah'ın cevheriyle sonradan olan insanın cevherinin, nefis ile
beden gibi birleşip bir cevher, bir esas olduklarını; ancak " ilâh insan
oldu" denilemeyip, tersine "insan ilâh oldu" denileceğini
söylemişler. Nitekim kömür ateşe atılır ve "kömür ateş oldu" denilir
de, "ateş kömür oldu" denilmez. Gerçekte ise o ne mutlak ateş, ne
mutlak kömür değil, bir kordur" demişler, kelimenin de insan-ı küllî ile
değil, bir insan-ı cüz'î, yani bir şahıs ile tamamen birleştiğini söylemişler
ve bununla beraber bu birleşmeye karışma ve zırhlanma, hulûl (karışma), değişme
de demişler, fakat bu hulûlu suyun süte karışması gibi cüz'i hulûl ile değil,
aynaya insan suretinin hululiyle temsil etmişlerdir.
Melkâîler ise Mesih'in insanlığının cüz'î ve
şahsî değil, bir küllî insanlık olduğuna kânidirler. Ve bundan dolayıdır ki,
papalarda ve azizlerde bundan bir hisse ile kudsiyet tasavvur etmektedirler.
Endülüslü İbnü Hazm vaktiyle Yakubilerin Mısır'a bağlı yerlerde bulunduklarını,
Nube'nin hepsi, Habeş'in hepsi ve her ikisinin kırallarının Yakûbî olduklarını
söylemiştir. "Larus" ta diyor ki: "Monofizitler kuvvetli olarak
teşekkül etmişlerdi ve bugün üç müstakil (bağımsız) kiliseye sahiptirler:
"Ermeni kilisesi, Suriye Yakubiyye kilisesi, Mısır Kıpt kilisesi."
İşte Katolikleri ve Ortadoksları içine alan Melkâniyye, bundan sonra
Nesturiyye, bundan sonra da bütün Monofozistleri temsil etmek üzere Yakubbiye
bu üç mezheb muvahhid (Allah'ı birleyen) Aryonîlerden yüz çevirerek diğer
hıristiyan fırkalarının başlıca mezheplerini içine almaktadır ki, zamanımızda
bilhassa protestanlığı da bu arada saymak gerekir. İslâm dininin ortaya çıkış
ve tesiri üzerine II. hicrî asırdan (H. 145) itibaren kiliselerdeki Hz. İsa,
Meryem, Havariler ve diğer başkanların resimlerine kulluk etmenin (ibadetin)
puta tapıcılık olduğunu anlıyan ve müslümanların itirazından aciz kalmış olan
hıristiyanlar içinde "İkonoklast" putkıranlar adıyla bir gurup ortaya
çıkmış olduğu gibi, İstanbul'un müslümanlar tarafından fethi ve bu şekilde Doğu
Roma'nın yıkılmasını takip eden hicrî IX. asrın sonlarında ve miladî XVI. asrın
başlarında Almanya'da "Luter" adlı rahibin papalara karşı dini ve
siyasi itirazlar ve neşriyatıyla başlayan ve "reform" denilen hareket
ile protestanlık ortaya çıkmış ve ondokuzuncu konsil olan Latirant Sinodun'da
aforoz edilmiş ve bundan sonra siyasî tesirler ile gelişerek birçok şubelere
ayrılmış ve nihayet İsveç, Danimarka, Prusya, İngiltere, Amerika'da resmî
mezhep olmuştur.
Hıristiyanlıkta "reform" denilen,
dinî ve siyasî tahriklerden çıkan mezheplerin ve fırkaların tümüne Protestanlık
denilir ki, bunların bir kısmı o zaman İncil ve akıl adına papaları protesto
ederek Roma kilisesinden ayrılan katoliklerle kurulmuş, bir kısmı da bizzat
protestan cemaatlerinin sinesinden türemiştir. Bu şekilde diğer hıristiyan
fırkalarının toplamına eşit denecek kadar protestan fırkaları hasıl olmuştur.
Başlıcaları Luteranizm, Kalvinizm, Presbiteranizm, Angilikanizm, Anabaptizm
fırkalarıdır. Angilikanizm denilen İngiltere'nin resmi mezhebi katolikliğe en
yakın mezheptir. Aralarındaki başlıca fark, İngilizlerin papayı tanımayıp,
kralı amir ve hakim tanımaları, papazların bekarlığının İngiltere'de yasak
oluşu, İncil'in tercemesiyle ayinin İngilizce yapılması hususlarından
ibarettir. Kilisenin eski durumuyla ruhânî reislerin derece sıralaması tamamen
bâkidir.
Bütün protestanların da üçlü inanç (teslis) ve
Mesih'in ilâhlığı davasında Melkâîlerden yani katoliklerden farkı yoktur.
Bunlar da onlar gibi üç esasa (ekânim-i selâse) ve Mesih'te iki tabiat ile
ilâhlığın birleşmesine kanidirler. Genel şekilde farkları başlıca birkaç
noktada özetlenmiştir:
Birincisi: Protestan kiliseleri Mürcie (günah
işlemek insana zarar vermez diyen) dirler. Kurtuluş için inanmayı yeterli
görürler ve amele pek önem vermezler. Bunlarca inanmanın ölçüsü, katoliklerde
olduğu gibi papalar veya konsiller tarafından tayin ve tefsir edilen anane değil,
ferdin akıl ve danışmasıyla inceleme ve tefsir yapılmak üzere kitaplar, yani
"Ahd-i atik" denilen Tevrat ve ona dahil olanlar ile "Ahd-i
cedid" denilen dört İncil ve ekleridir. Bunlar, hakimiyet ve selahiyeti
Pasteur dedikleri "ruhani reisler heyetlerine" dağıtırlar. Ve
bunların seçiminde başlıca bazı kimselere seçme selahiyeti vermek suretiyle
kilise hükümetinde sadıklara da bir hisse bırakırlar. Şu halde ferdî akıl
davası da mutlak değildir.
İkincisi: Protestanlıkta ruhbaniyet, yani
papazların bekarlığı şartı kaldırılmıştır. Ve pek çok protestan kiliselerinde
İsa'nın çarmıha gerilmiş bir resminden başka put bulundurulmaz.
Üçüncüsü: Protestanlar, günahın doğuştan ve
takdirin ezelden olduğu inancını bütün şiddetiyle benimserler. Buna gerçi
katolikler de kanidirler. Fakat protestanlar akla önem vermiş oldukları
iddiasında bulundukları ve halbuki üçlü (teslis) inancı ve Mesih'in ilâhlığı ve
bununla beraber Hz. İsa'nın asılması inancının akıl ile uyuşmadığı da açık
bulunduğu için, bu noktada insanların doğuştan günahkâr olduğunu ve bu günahtan
ancak üçlü ilâh ve İsa'nın asıldığına inanmakla kurtulmanın mümkün olacağını,
bunun ise bir akıl işi değil, bir ezelî takdir ve Allah'ın yardımı işi olduğunu
en esaslı bir inanç olarak benimsemişler ve bununla davayı kazanacaklarını
sanmışlardır. Mutlak mânâda ezelî takdir inancı doğru olmakla beraber, genel
olarak, günahın doğuştan oluşu davası insanları isyana sürüklemekten başka bir
şey olmadığı gibi, sonra bunun tek affının çaresi üçlü ilâh ve asılma inancıyla
mümkün olacağı iddiası da hak ve akıl ile alay etmekten başka bir şey değildir
(Al-i İmran sûresine bak)
Protestanlıkta en çok hakim olan ruh,
papaların nüfuzunu kırmak ve Roma kilisesinin hakimiyeti aklından çıkmak arzusu
olmuştur. Gerçekte Hıristiyanlığın esasının İncil-i Şerif olması gerekirdi.
Güya Katolik kilisesinin esası da bu idi. Fakat gerçekte eldeki İncillerinin
ilk İznik konsiline kadar doğruluk ve sıhhatini temin edecek hiçbir ilmî vasıta
yoktur. Önce bunların her biri bir zatın yazması olduğundan, nihayet bir tek
kişinin haberinde sonuçlanıyordu. Eğer dört kişinin dördü de bir tabaka
insanlarından olsalardı, dört İncil'in birleşmiş olduğu noktalar, dört râvînin
haber vermesine dayanmış olabilirdi. Fakat bu bile henüz bir tevatür
olabilmekten uzak idi. Halbuki bunlar içinde Havarilerden olarak yalnız
"Yuhanna" (Senjan) vardır. Bunun ise kendisinden rivayeti sağlam
olmadığı gibi, diğerlerinin de kimlerden almak suretiyle rivayet etmiş
oldukları belli değildir. Şu halde ittifak ettikleri noktalarda da bir
mertebede dört rivayetin birleşmesi yoktur. Sonra bunların ilk yazıldıkları
dilin İbrânîce olduğunda, Yunanca, Latince ve diğer dillere önce bundan terceme
ve nakledilmiş oluğunda - adeta- ittifak var demektir. Hatta İbnü Hazm bunda
hiç ihtilaf olmadığını nakletmiştir. Halbuki mevcut tercemelerin en son
Yunancaya dayandığı gösterilmektedir. Özetle eldeki dört İncil'in resmiyeti,
yalnız İznik konsiline dayanmaktadır. Ve ondan önce bunların varlığını isbat
edecek ilmi vesikalar kayıptır. Bunun için Hıristiyanlığın "mukaddes
kitaplar" adına dayandığı İnciller, esas itibariyle Kur'ân-ı Kerim gibi
bütün kırâet şekilleriyle kat'i ve mütevatiren sabit bir nass, bir kitab-ı
mübin (açık kitap) olmak şöyle dursun; Müslümanlıkta metin ve senetleriyle rivayet
ve dirayet bakımından cerh ve ta'dil edilerek tahric ve tenkıh (ayıklama) ve
tesbit edilmiş olan hadis kitapları gibi sahih ve ilmî bir rivayet ananesine ve
şahitliğine bile dayalı değildir. Eldeki İnciller'in bütün resmi vesikaları
"authenticite"si Hz. İsa'dan tam üç asır sonra gelen ilk konsillerin
kabullerine dayanır. Şu halde ilk konsillerin tam selahiyeti teslim edilmedikçe
ne eldeki İncillerin inanç dayanağı olabilecek bir kıymeti kalır, ne de
Hıristiyanlığın. Bunun için akla önem verdikleri iddiasında bulunan
protestanların, hiçbir zaman akıl ile uyuşmadığı ittifakla sabit olan teslis
(üçlü inanç) ananesinde ve Mesih'in tanrılığı davasındaki tutuculukları ve
hatta Mesih'in tanrılığını inkâr ettiğinden dolayı "Mişel Serve"
adındaki İspanyalı bir doktoru ateşle yakmaları bir rûhî sapıklık olduğu gibi,
ananeyi ve konsillerin selahiyetlerini inkâr eden akılların sırf o anane ile
sabit olan İncil tercemelerini sıhhatli, sağlam bir inanç delili gibi ileri
sürmeleri de ondan daha garip bir fikrî çelişki oluşturur.
Netice itibariyle Aryos ve diğerleri gibi eski
hıristiyanlar istisna edildikten sonra Katolik, Ortadoks, Nestûrî, Yakûbî,
Protestan ve diğer hiçbir Hırıstiyan mezhebi yoktur ki inançlarının esasını
teslis (üçlü ilâh inancı) teşkil etmesin ve Mesih'in tanrılığını kabul etmesin.
Halbuki kendi lugatlarında teslis (üçleme), "seçkin üç şahsın ancak bir
ilâh teşkil etmesidir" diye tarif edilmektedir. Şu halde bütün
hıristiyanlar, baba, oğul, Ruhu'l-kudüs adıyla herbiri seçkin ve aynı derece
eşit birer şahıs saydıkları üç esas (ekânim-i selâse)ın üçü birden Yesu
Mesih'te bir ilâh oluşturduğuna ve "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'ten
ibaret" olduğuna kanidirler. Ancak Mesih'te Allah'tan başka bir cevher,
bir tabiat daha olup olmadığında, yani "Mesih Allah'tır" denilip
denilmeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir. Monofizitler, Yakubiler ona da
kanidirler, diğerleri değildir. Ve bunun içindir ki, hıristiyanların çoğu
mezheplerinin panteizm, yani "vahdet-i vücûd" teorisi olmadığını
iddia ederler. Hatta Monofizitler bile Mesih'in cevherinin ve tanrılık
cevherinin tek ve bir olduğuna kani olmakla beraber, mutlak cevher birliğini
kabul etmediklerinden mezheplerini panteizmden ayrı tanımak isterler. Bununla
beraber yine "hıristiyanız" diyenler içinde "vahdet-i vücud"u
benimseyenler de vardır. "Metalib ve Mezâhib" adlı eserimizde Avrupa
felsefe tarihlerinden nakledildiği üzere Pavlos'un zamanında yaşayanlardan olup
Atina'da hıristiyanlığı yayarken idam edilen "Denis"in
hıristiyanlıkta vahdet-i vücud mezhebinin kurucularından olduğu ve bunun birçok
zamanlar gizli bir şekilde yayıla yayıla nihayet ondokuzuncu asırda
protestanlık içinde Almanya'da resmi mezhep haline geçtiği açıklanmıştır. Demek
olur ki âyet: "Muhakkak küfredenler, 'Meryem'in oğlu Mesih Allah'tır'
demişlerdir" şeklinde olsaydı, hıristiyan mezheplerinin ancak bir kısmına
ilişmiş bulunacaktı. Halbuki :
"Muhakkak küfredenler, 'Allah, Meryem'in
oğlu Mesih'tir' dediler" buyurulmuş olmakla teslis (üçleme) iddia
edenlerin hepsinin inançlarını içine almış ve burada bunların yalnız şirk ve
çokluk ifade eden üçleme açısından değil, özellikle bunun altında iddia
ettikleri tevhid bakımından kâfir oldukları açıklanmıştır. Teslis (üçleme)
bakımından küfürleri Nisa sûresinde "Allah üçtür demeyin" (Nisâ,
4/171) âyeti ile açıklandığı gibi, ilerde "Küfredenler, 'Muhakkak Allah,
üçün üçüncüsüdür' dediler" (Mâide, 5/73) âyetiyle de ikisi birden
gösterilecektir. Ve her ne olursa olsun, "Allah, Meryem'in oğlu
Mesih'tir" diyenlerin kâfir olduklarında şüphe yoktur.
Ey Muhammed sen o kâfirlere de ki: Şimdi
Allah, Meryem oğlu Mesih'i ve onun aslı olan anasını ve bunlar gibi bütün şu
yeryüzünde bulunan kimselerin hepsini, ister azab etmek ister kurtarmak
şeklinde olsun, helak ve yok etmek isterse, buna karşı Allah'tan yerde ve gökte
kim bir şey kurtarmaya kâdir olabilir ki, tanrılıktan ufak bir hisseye sahip
olsun? Şüphe yok ki, hiç bir kimse. Demek ki bütün bunlar, hakikatte yok
olabilirler. O halde bunlardan biri olan Mesih'in şahsı veya nevi veya cinsi
nasıl ilâh olabilir? Hepsinin yaratıcısı ve hakimi olan Allah devamlı sizin
öldürüldüğünü ve asıldığını iddia ve bu şekilde yok olması mümkün olduğunu
itiraf etmekte bulunduğunuz Mesih'in üstünde olduğunu Allah'tan korkmadan nasıl
inkâr edersiniz? Allah'ın dilemesine karşı anasını ölümden kurtaramayan ve
Allah dilemezse kendini ve hatta bir kılını kurtarmak ihtimali bulunmayan
Meryem'in oğlu Mesih onu şahsıyla, asliyle, çeşidiyle, cinsiyle ve mensup
olduğu bütün âlemi ile helak ve yok etmeye gücü yeten Allah Teâlâ'ya nasıl eşit
tutulur? Ve nasıl olur da Mesih'in Allah ile birleşmesi veya Allah'ı içine
alması iddia edilir? İlmi, kudret ve iradesi her şeyi kaplamış olan şanı büyük
Allah'ı, Meryem'in oğlu Mesih'in şahsiyetine veya nevine veya cinsiyetine
indirerek fanilerle çevrilmiş farzedip de açıktan veya gizliden, "Allah,
Mesih'ten ibarettir" demekten daha büyük bir küfür mü tasavvur edilir? Bu
ne çelişki, bu ne küfür, bu ne cüret? Yeryüzünde bulunan bütün ruh
sahiplerinin, akıl sahiplerinin, insanların ölegeldikeri ve ölmekte
bulundukları belli. Mesih'ten önce dünyaya gelmiş, Mesih'i doğurmuş ve onun
aslı ve anası olmuş olan Hz.Meryem'in de bu fanilerden olduğu ve Mesih'in anası
olmakla ölümden kurtulamadığı da belli. Sonra Mesih'in de vefatı ve semaya
yükseltilmesi muhakkak. Demek ki bütün bunlar, ne olursa olsunlar, hiç kimsenin
karşı koyamayacağı hükmedici bir kudrete boyun eğmişlerdir. İşte hak ilâh, bu
kudretin sahibi olan Allah'tır. Şu halde bunların yaşaması ve ölümü, yok olması
veya baki olması sırf Allah'ın kudretine ve iradesine mahkumdur. O dilerse,
dilediği kadar durdurur, dilerse yok eder. Şayet Allah diler de yok etmezse,
onlar yine, gerçekte yok olabilmesi mümkün olmaktan çıkmazlar. Allah yok
olmalarını dileyecek olursa Allah'ın iradesine karşı kendi kendilerini
tutamazlar, çünkü manen hastadırlar. Bu zaruretten dolayıdır ki hıristiyanlar
önce bir baba ilâha inanırlar. Şimdi farzedelim ki bunların hiç biri daha
ölmemiştir. Henüz bir beşer hayatı vardır ve henüz Mesih vefat etmemiştir.
Fakat bununla, gerek Mesih ve gerek diğerleri ve gerek tümü, yok olması kabil
olmaktan çıkamazlar.
Kendi nefislerindeki aciz ve zati imkandan
kurtulamazlar. Eğer Allah Teâlâ bundan böyle bunları yok etmeyi dileyiverirse,
ne bunlardan, ne de semaviler gibi bunların dışındakilerden Allah'ın kudret ve
iradesine karşı gelip dayanıp da en ufak bir şey olsun kurtaracak, koruyacak ve
devamlı kılabilecek hiçbir kimse, hiçbir kuvvet tasavvur olunamaz. Şu halde
Mesih'in şahsı, nevi, cinsi, haddi zatında yok olması mümkün ve fani olmaktan
kurtulamaz. Bunlar bizzat değilse düşünce ile fanidirler. Fani, yok olması mümkün
olan herhangi bir şahsın veya türün veya cinsin ilâh sayılması ise haksızdır,
batıldır. Gerçek ilâh olan Hak Teâlâ'yı inkârdır, zarardır. İlâhlık, her türlü
acizlik ve noksanlık şaibesinden uzak üstün bir kudret ve hakim irade ifade
eder. Ve hakkıyla ilâh demek, zat ve sıfatlarına, eserlerine ve hükümlerine ve
hatta varlıklardan hiç birisine O'nun kudretinden başka ve O'na ciddi olarak
karşı koyabilecek hiçbir kuvvet taalluk etmeyen ve etmek ihtimali bulunmayan
her şeyin sahibi, her şeyin hakimi, her şeyi içine alan demektir. Hak ilâhın
hakkı, kudretine karşı tesir edebilecek hiçbir kuvvetin düşünülememesidir.
Bunun için, isterse düşünce seviyesinde olsun, herhangi bir fani veya faniler
toplamı ilâh olamaz. Bunlardan biri veya bir kısmı veya hepsi Allah ile zat
veya sıfat bakımından küllî (tüm) veya cüz'î bir şekilde birleşemez.
Her çeşit birleşme, katılım, hulûl (başkasına
girme) veya ittihad (birleşme) küfürdür. İlâh olmak başka, ilâhî olmak yine
başkadır. Mesih'in öldürülme ve asılmasını iddia eden hıristiyanlar, onun
helakinin ve fani oluşunun mümkün olduğunu ikrar ve itiraf etmekte
olduklarından, bunların hem bu davalarını reddetmek ve hem ikrarlarıyla
kendilerini susmaya mecbur etmek için âyette yalnız "Allah Meryem'in oğlu
Mesih'i helak etmeyi dilerse" demek yeterli iken bununla yetinilmeyip,
gerçeği hem ilzamî (susturucu), hem burhanî (delilli) bir şekilde beyan etmek
ve anlatmak üzere "anasını ve yeryüzündekilerin hepsini", atıfları da
eklenmiştir ki, çok dikkate şayandır. Bununla azdan çoğa doğru giden bir bakış
istikrası öğretilerek Mesih'in önce anasına, ikinci olarak yeryüzündeki bütün
ruh sahipleri, akıl sahipleri beşer cinsine dahil ve bunlarla birtakım
hususlarda cins birliği ve aynilik olduğu anlatılmış ve bu şekilde Mesih ve
anasının yok ve fani olması mümkün olup ilâh olamayacakları önce açıkça ve
özellikle, ikinci olarak bütün içinde gizli ve tekitli olarak isbat edilmiş ve
hatırlatılmıştır ki, bu ifade de Mesih'i, şahsî beşer veya küllî beşer ile
düşünen hıristiyan mezheplerinin hepsine işaret olunarak "Muhakkak Allah,
Meryem'in oğlu İsa'dır" iddiasının gerek şahsî birlik ile şahsî ittihad ve
aynilik üzere ve gerek tür ve cinse ait vahdet (birlik) ile cüz'î birleşme ve
tazammun (içine alma) şeklinde olsun bütün ihtimalleriyle batıl ve küfür olduğu
anlatılmıştır. Yani Allah, Mesih'in ne aynı, ne cüz'ü, ne de cüz'îsi ve
ferdidir. Ancak onun üstünde yaratıcısı, sahibi, hakimidir. Diğer deyimle
Mesih, Allah'ın ne aynı, ne cüz'ü, ne tümü, ne de küllisi değil, aşağısıdır.
Sonra de ve lafızları âmm olmakla, yerdekilerle beraber, göktekiler ve melekler
de dahil olmak üzere bütün masivallah (Allah'ın dışındakiler)ı içine almış
bulunduklarından Allah'ın zatından başka her şeyin yok olmasının mümkün
olduğuna işaret ile, bütün Allah'ın dışındakilerden ilâhlığı inkâr etmiş ve şu
halde bütün âlemler veya kısımlarından hiç birisinin de Allah ile ayniliği veya
küllî, cüz'î bir birleşmesi mümkün olmadığına ve böyle sözlerin yalnız Mesih
hakkında değil, diğerleri hakkında da söylenmesi Allah'a küfretmek olduğuna
işaret etmiştir. Şu halde Allah'ı âlemde yok etmeye uğraşan vahdet-i vücut
davaları da batıl ve küfürdür.
Özetle ne Mesih ilâh olabilir, ne de âlem ve
âlemin kısımlarından herhangi bir şey. Çünkü ilâh, gerçekte zeval (sona
erme)den uzak ve üstün bir kudretin işe karışmasından azade olmalıdır. Bunların
ise hepsi yok olabilir. Allah bunların baki kalmasını istemeyip ve yok
olmalarını isteyecek olursa hepsi derhal mahv olur. Allah'ın ilâhlığında ve
bütün bunlar üzerine dilediği gibi tasarruf hakkı, kudreti ve hakimiyetinde ise
asla şübhe yoktur. Zira, bütün gökler ve yer ve aralarındaki bütün varlıkların
mülk ve melekûtu tamamen ve yalnızca Allah'ındır. Yani bütün varlıklar üzerinde
var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme ve diğer herhangi bir şekilde mutlak
tasarruf ve hakimiyet hakkı Allah'ındır. Şu halde Allah dilediğini baki kılar,
dilediğini yok eder. Ve böyle yapmakla ne bir haksızlık etmiş olur, ne de bir
karşı konulmaya maruz kalır. Şüphe yok ki, Mesih de bunların içinde ve Allah'ın
hükmü altındadır. Bunun böyle olduğunu hıristiyanların da bilmesi gerekir. Zira
inançlarının başında "her şeyin sahibi, görülen ve görülmeyenin yapıcısı
ve yaratıcısı bir ilâha inanma" vardır. Böyleyken Mesih'i hiç bir şey
değilmiş gibi Allah'ın mülkü saymazlar, sonra dönüp Allah'a eşit tutarlar,
sonra dönüp Allah'ın önüne geçirerek sağ tarafına geçirtir oturturlar. Ve bu
şekilde başkanlık ve hakimiyeti ona verirler de artık "Allah, dün
Meryem'den doğan ve Allah'ın takdirine karşı gelemeyip asılan ve çıkıp üstüne oturan
Mesih'ten ibarettir." diye hem Allah'a, hem Mesih'e küfrederler. Ve sonra
da Mesih'in insanlığını genelleştirerek âbâ-i yesûiyyeye (ruhban babalarına)
bile ilâhlık hissesi vermek isterler. Bunlar Allah'ın, herşeyin maliki,
Mesih'in de yok olmasının mümkün olduğunu itiraf ettikten sonra, dönerler
Mesih'in yok olmasının mümkün olmadığını iddia etmek için şöyle bir takım
şüpheler ve safsatalar da serdederler. "Mesih'in Allah katında özel bir
şerefi yok mudur? Baksanıza onun doğumu diğerlerine benziyor mu? O, mucizeleriyle
birtakım ölüleri diriltirken, körlerin gözlerini açarken, çamurdan kuş yapıp
uçururken Allah'tan bazı şeyleri kurtarmış, Allah'ın yaratıcılığına iştirak
etmiş olmuyor mu? Şu halde Allah ona ve onun aracılığıyla bu âleme kendi
cevherinden bir şey vermemiş midir? O halde Allah'ın cevherinin yok oluşu kabil
olur mu? " derler. İşte bu gibi şüpheler ve vehimleri de reddetmek ve
ortadan kaldırmak için buyuruluyor ki:
Allah ne dilerse yaratır ve dilediği gibi
yaratır. Şu halde ne Mesih'i bir anadan yaratmasında ve ne ona özel bir şeref
verip onun eliyle de yaratma ve öldürme işini yapmasında hiç bir şüpheye yer
yoktur. Allah, İsa'yı böyle yaratmakla ona bir ilâhlık cevheri vermiş olmaz ve
hele bunlarla Mesih'in Allah'a eşitliği ve ileri geçmesi hiç gerekmez. Yani
Allah Teâlâ'nın icâdı (yaşatması) kendi zatından dışarıya bir şey koparıp atmak
şekliyle değildir. Varlıklardan hiç biri ondan ayrılmaz, doğmaz, sudûr etmez,
ortaya çıkmaz; o her şeye kendini, kendinden bir parçayı vermez. Böyle bir
tasavvur, Allah'ın zatında ayrılma ve boşalma tasavvurudur ki, mümkün olmayanı
düşünmektir. Allah doğurmaz, yaratır; hem de neyi diler ve nasıl dilerse öyle
yaratır. Dilerse başlangıçta göklerin ve yerin sahasını ve basit şeyleri
yarattığı gibi, bir asli madde olmadan da yaratır. Dilerse bunların
aralarındaki mahlûkları yarattığı gibi bir asıldan yaratır. Bunu da ya
başlangıç olarak topraktan bitkileri ve hayvanları ve Âdem'i yarattığı gibi,
dilerse cinsin zıddı bir asıldan inşa eder (yapar) veya dilerse aynı cins bir
asıldan yapar. Bunu da dilerse bir erkekten dişi yaratmak suretiyle
çeşitlendirir, nitekim Âdem'den Havva'yı böyle yaratmıştır. Dilerse bir dişiden
erkek yaratmak suretiyle çeşitlendirir, nasıl ki İsa'yı da böyle yaratmıştır.
Dilerse hem erkek, hem dişiden yaratır ki, diğer insanları da böyle yaratmış ve
yaratmaktadır. Aynı şekilde dilerse diride ölüm yaratır, dilerse ölüde hayat
yaratır. Dilerse çok yaratır, dilerse nadir ve benzersiz yaratır. Dilerse hiç
bir mahluk hizmetinde kullanmadan yaratır, dilerse beşeri sanatlarda olduğu
gibi diğer bir mahluku aracı yaparak yaratır ki, işte İsa'nın eliyle kuş
yaratması, ölüleri diriltmesi de bu kabildendir.
Şu halde İsa da Allah'ın yaratığıdır, bunlar
da . Ve İsa bunları yaparken Allah'a karşı gelmiş, Allah'tan bir şey kurtarmış
ve kendi tanrılığını göstermiş değil, ancak Allah'ın iradesini yerine getirmiş
ve ancak Allah'ın ilâhlığını ispat etmiştir. Yoksa Allah istemeseydi İsa
bunların hiçbirini yapamazdı. İşte Allah böyle her dilediğini dilediği gibi
yaratır. Bir Meryem'den bir Mesih de yaratır ve onun aracılığıyla ölülerde
hayat da yaratır, çünkü Allah'tır. Ve Allah herşeye tam kudretle kâdirdir. Ve
her şeye karşı mutlak kâdirdir. Allah'ın kudreti hiçbir şekilde kayıt ve
tahdide tabi değildir. Her şeye tam kudretle gücü yettiğinden dilediği şeyi
yaratır ve onda dilediği kadar kudret ve şeref de yaratır. Sonra her şeye karşı
mutlak kâdirdir. Çünkü yaratmak, yaratıcının kendinden birşey koparmak, kendi
zatından, kendi kudretinden birşey eksiltmek demek olmadığından, bütün
yaratıklar ve onlarda yaratılmış olan kudretler Allah'ın kudretini kendilerine
nakletmiş değildirler. Bütün şahsi aczleriyle onun hakimiyetinin altında
elegeçirilmiş mahkumlardır. Bütün yaratıklar ve onlardaki güçler Allah'ın ve
kudretinin parçaları ve değişmeleri değil, eserleridirler. Eserler ise eseri
yapanın aynı veya bir kısmı değil, ancak delilidir. Yaratıklar, biri diğerinden
doğabilir, sebep olabilir, değişebilir. Bunun için varlıklarda yok olma,
değişme, seçilme, tekamül ve derecelerin değişimi cereyan eder. Fakat bütün
bunlar, eşyanın Allah'a göre değil, birinin diğerine göre olan ilgileridir.
Çünkü bütün eşyanın Allah'a nisbeti, yaratığın yaratanına mahkumiyet ve
delaletleridir. Bütün bu degişimlerden, bu nisbetlerden eşyanın ve eşyadaki kuvvet
ile kudretin aslında aczi ve yokluğu ve hepsinin üstünde illet-i kül ve muhit-i
kül (herşeyi kuşatmış) olan ilâhî kudretin tek hakimiyeti ve hakimiyetinin baki
oluşu okunur. Bunun içindir ki yalnız eşyanın tabiatını incelemekle uğraşan fen
bilimleri bile bilgilerinin başına illiyyet (nedensellik) ve baka-yı illet
(illetin bakâsı) kanununu yazarlar. Ve illetin değişmesinden, illetin bâki
oluşuna ulaşırlar. Yukarılarda da hatırlattığımız üzere fencilerin illetin
değişmesi ve baka-yı illet deyimleri arasında görünüşte bir çelişki vardır. Ve
bunun halli şudur: "İlletin değişimi" deyimi, yaratılmış şeylerdeki
yaratığın kudret ve kudretinin ifadesidir ki, maksat, illetlinin ve izafinin
illetinin değişimidir. Baka-yı illet de, hakiki illetin değişiminden azade
olarak mutlak hakimiyetini gösterir. Hasılı "yok olan ve değişen baki ve
daim olandır" demek çelişki olduğundan aklın ve naklin şu noktada kesin
bir uyuşması vardır ki, değişime mahkum olan eşya gerek eksilmek ve gerek
gelişmek üzere yürüsün, bunların bütün kemalleri ve kudretleri izafidir. Ve
hepsi tamamen, ebedi, sonu olmaktan ve noksanlıkların münezzeh olan ilâhî
yüksek kudretin esiridir. Allah her şeye ve her şeye karşı kâdirdir ve hiçbir
şey Allah'a karşı kâdir değildir. Allah'tan başka her şey aslında acizdir. Bu
da ilâhî kudretin hükmüyledir. Mesih de aciz, Muhammed de aciz, beşer de aciz,
melek de acizdir. Yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinatıyla âlemin
bütün sistemleri de acizdir. Allah, bunları her an yaşatmakla ve yok etmekle ve
hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır. Ve şu halde,
"Allah, Meryem'in oğlu Mesih'den ibarettir" diyenlerin kâfir
olduklarından şüphe yoktur.
18- Bir de yahudiler ve hıristiyanlar, 'biz
Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. Kendilerinin başka insanlara
benzemediklerini, diğer halka karşı Allah katında böyle bir seçkinlikleri
olduğunu iddia ettiler ve gurur ile Allah'tan korkmaz oldular. Şu halde
müslümanlar Allah'a tevekkül ederken ve dayanırken, her ne yapsak Allah bizi
sever sanıp da böyle bir gurura düşmemeli ve Allah'ın kulları olduklarını
unutmamalıdırlar. Bunu hıristiyanların söyledikleri belli ise de yahudilerin
söyleyip söylemedikleri bahis konusu olmuştur. Fakat İbnü Abbas (r.a)'dan
rivayet edildiğine göre nüzul sebebi asıl yahudiler olmuştur. Çünkü Resul-i
Ekrem (s.a.v), yahudilerden bir topluluğu İslâm dinine davet etmiş ve Allah'ın
azabıyla korkutmuş idi. Buna karşı: "Bizi bununla mı tehdit ediyorsun,
"biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz" demişlerdir. Hıristiyanlara
gelince, İncil'de "Mesih ben babama ve babanıza gidiyorum" dedi diye
bir fıkra nakletmektedirler. "Allah'ın oğullarıyız" deyiminin bir
özel imtiyaz davası olduğu belli, fakat bunu ne gibi bir anlam düşünerek
söyledikleri inceleme noktası olarak görülmüştür. Denilmiş ki yahudiler bununla
"Allah'ın oğlu" dedikleri Üzeyr'e mensub olduklarını, hıristiyanlar
da "Allah'ın oğlu" dedikleri Mesih'e intisablarını kastedmişler ve
intisab ile kendilerini şeref ve imtiyazda Allah'ın torunları hükmünde tutmuşlardır
demek olur. Yahut doğrudan doğruya Allah'a intisablarını kasdederek Allah'ın
kendilerine bir baba gibi şefkatli ve esirgeyici ve kendilerinin Allah yanında
sevgili oğulları gibi nazlanabilecek derecede yakın ve kıymetli olduklarını
idda etmişlerdir ki, her iki şekilde "Allah'ın oğulları" deyimi mecaz
demek olur. Diğer yerlerde de işaret ettiğimiz üzere geçmiş dinlerde ve
özellikle İbranice dilinde Allah Teâlâ'ya raûf (şefkatli) ve rahîm (merhametli)
mânâsından mecaz olarak " = baba" denmesi caiz görüldüğünü ve Hz. İsa'nın
da bu mânâ ile duasında ve vaazlarında bu deyimi kullandığını ve fakat bunun
sonradan kötüye kullanılarak hakikat gibi kabul edilmeye başlandığını bazı
âlimler zikretmişlerdir ki, işte oğul deyimi de bu kötüye kullanma
cümlesindendir. Nitekim asıl İbrânîce İncil'de (ibn) ve (veled) deyimleri
bulunmadığı halde (baba) deyiminin güya buna lüzum göstermekle izin vermiş
olması zannıyla sonraki İnciller'e konulmuş olduğunu naklediyorlar. Muhtemel ki
bunda yahudilerin "Üzeyr, Allah'ın oğludur" demiş olmaları da bir
misal tutulmuştur. Bazı hıristiyanlar Mesih hakkında "Allah'ın oğlu"
deyiminin şeref ve yakınlıktan mecaz olduğunu söylemişlerdir. Fakat bunun
samimi olmayıp bir perde arkasına gizlenme olduğu anlaşılıyor. Çünkü yukarda
söylendiği üzere İznik konsilinin yayınladığı inanç esaslarında "babasının
cevherinden" diye açıklanmış olması, bunu doğum görüşüyle bir hakikat gibi
isnat ettiklerini göstermektedir. Ancak kendileri hakkında "Allah'ın
oğulları" demelerinin mecaz kastıyla olduğunu kabul etmek mümkündür. Bu
şekilde "Allah'ın dostları" atfının bir atf-ı tefsir olması
gerekecektir. Bu da âyetin zahirinin zıddıdır. Biz, birtakım hıristiyanın ve bu
cümleden protestanların bu evlatlık iddiasına sıkı bir şekilde sarıldıklarını
görüyoruz. Halbuki mecaz olan bir ifadeye bu kadar şiddetli bir bağnazlıkla
sarılmanın sebebi izah edilemez. Anlaşılıyor ki bunlar, "biz Allah'ın
evlatlarıyız" demekle, Allah olduğunu iddia ettikleri Mesih'e
bağlandıklarını kastediyorlar. Fakat bunun genel şekilde mecaz olarak değil, yine
doğum görüşünü takip ederek ve bir gerçek gibi düşünerek söylüyorlar. Çünkü
bunlar Mesih'in insanlığını cüz'î ve şahsî değil, bir nâsut-i küllî (tüm
insanlık) şeklinde düşündüklerinden ve bu tüm insanlık ile de bütün insanlığı
içine alan bir mânâ değil, hıristiyanlık türemesi içinde bir özel kısım
kastettiklerinden dolayı Mesih'e "Allah'ın oğlu" derken, onu Allah
ile bir cevherde birleştirdikleri gibi, kendilerini de "Allah'ın
oğulları" veya "Allah'ın evladı " adıyla anarken Mesih'in
cevheri ile birleştiklerini söylemek istiyorlar. Bu şekilde bu deyim cahil
hıristiyan halkına göre bir mecaz, seçkinlerine göre de bir hakikat gibi
düşünülüyor. Nitekim Cizvit papazlarındaki "ruhbân babalar" deyimi de
bunun bir çoğaltılmışıdır. Ve işte hıristiyanların teslis (üçlü inanç),
muammasını gizli bir ukde (düğüm) olarak benimseyip takip etmelerinin hikmeti,
ilâh ile beşerî bir kısmın doğumu görüşüyle birleştirerek kendilerinden babalar
ve oğullar silsilesi içinde bir uluhiyet hanedanı oluşturmak sevdası ve bu
şekilde kendilerini her çeşit sorumluluktan azade sayıp, diğer halk ve insan
yığınları üzerinde bir sahip olma hakkı ve mutlak bir tasarruf ve hakimiyet
iddia etme hayalidir ki, "biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz"
dedikleri zamanda "biz bir uluhiyet hanedanıyız" demek isterler ve
kendilerinde böyle bir özel imtiyaz farzederler. Her halde âyet bize gösteriyor
ki, gerek yahudi ve gerek hıristiyanlar verdikleri sözü bozmak suretiyle hak
dinden çıkmış, hakiki veya mecazi bir ilâhlar doğuşu hayali tutturarak kendilerini
"her şeye kâdir" olan Allah'ın kulları değil, oğulları ve evlatlığı
ve özellikle dostları ve dengi saymak gururuna düşmüşler, Allah'ın haklarını ve
kulların haklarını tanımaz ve Allah'tan korkmaz olmuşlardır. Ve bu gurur
kendilerinin felaket sebepleri olmuş ve olacaktır.
Ey Muhammed, sen onlara de ki: Öyle de Allah
sizi günahlarınızla niçin azab edip duruyor ya? Öldürülmelere mi uğramadınız?
Esaretlere mi düşmediniz? Nimetler, devletler mi kaybetmediniz, başka hayvan
şekillerine dönüşmeye mi uğratılmadınız? Hayır, siz Allah'ın oğulları veya
dostları değil, akıl sahibi olarak yarattığı yaratıklar cinsinden bir beşer,
derisi, aplak, aciz, fakat anlayış sahibi bir mahluksunuz; haddiniz, hududunuz
bu, durumunuz budur. Allah'ın yaratığı ve onun kudret ve iradesine mahkum
bulunmak bakımından diğerlerinden hiçbir farkınız yoktur. Ne olsanız bir mahluk
olmaktan kurtulamazsınız. Allah'ı sevenler, hiç Allah'a karşı çıkar, günaha
girer mi? Sonra Allah sevdiklerine azab eder mi? Allah ise yaratıklarına karşı
hiçbir hususta mecbur değildir. Mutlak dilediğini yapandır. Dilediğini affeder,
günahlarını hasenat (sevaplar) ile örter, rahmet ve sevgisine mazhar eder. Ki
bunlar Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve imanlarında sebat edenler
arasında bulunurlar dilediğine de azab eder. Kötülüklerinin azabını çektirir.
Allah'a ortak koşan, yaratılanı yaratan yerine koyanlar için de bu azab
muhakkaktır. "Allah, kendisine ortak, koşulmasını bağışlamaz, bundan başka
dilediğini bağışlar" (Nisâ, 4/116) İşte yaratılanın, yaratan karşısındaki
yeri, bu iki dilemenin eşit olarak mutlak ihtimal dairesinde olmasıdır. Ve
böyle olmakta sizin beşer cinsi içindeki diğer halktan hiçbir ayrıcalığınız
yoktur. Dün çırılçıplak bulunduğunuz, yalın ayak başı açık zaruretler içinde
kıvrandığına güldüğünüz, insan yerine koymayıp her türlü hakarete layık
gördüğünüz bir fert veya bir kavim, yarın bakarsınız ki Allah'ın lütuf ve
mağfiretine ermiş tepenize çıkmıştır. Bugün saadetlere gömülmüş, cihana hakim
olmuş, geleceğini temin etmiş sandığınız bir fert veya toplum öbür gün
bakarsınız ki Allah'ın bir belasına çatmış, helak olmuş, ateşler içinde
yanmakta, ıstıraplar içinde kıvranmaktadır. Allah'a karşı bütün insan cinsi şu
iki takdirin nöbetleşme ihtimaline eşit bir şekilde mahkumdur. Çünkü bütün gökler
ve yer ve bunların aralarındaki bütün varlıkların hepsi Allah için bir mülk,
bir hükümet, bir saltanattır. Bu memleketin, bu hükümetin, bu saltanatın hepsi
tamamen ve müstakil olarak Allah'ın mülküdür. Ve hepsi Allah'a, mülkü olmakla
mensubdur. Varlıklardan hiçbirinin Allah'a mahlukluk, kulluk ve mahkumiyetten
başka bir şekilde bağlılık iddia etmeye hakkı yoktur. Hepsi onun mülkü ve
melekûtu altında boynunu eğmiş ve mahkumdur. Allah, bütün bunlar üzerinde
yaratma, zabt ve idare, yaratma ve yok etme, can verme ve öldürme, takdir etme
ve cezalandırma ile dilediği gibi tasarruf eder. Ve bu hak ancak O'nundur.
Şu halde bunlar içinde bir zerre kadar olan şu
yer üzerinde çırılçıplak olarak yaratılan ve yerdeki varlıkların az bir
kısmından ibaret olan beşer cinsi ve beşer içinden bir kısım halk nasıl olurda
öyle bir iddiada bulunabilir? Halbuki en sonunda varılacak, başvurulacak olan
yegane merci de ancak O'dur. Bugün bu iddiada bulunanlar da, diğerleri gibi
O'nun hükmü altında bu dünyadan çekilip ahirete gitmeye ve gittikleri zaman da
başkasına değil, ancak O'na varmaya ve O'nun huzurunda hesap verip,
itaatlarının veya isyanlarının, iyilik veya kötülüklerinin acı veya tatlı
cezasını çekmeye mecburdurlar. Bu böyle iken idrak sahibi olan insanlık bunu
nasıl düşünmez ve nasıl Allah'a isyandan çekinmez de öyle batıl gururlara
saplanır?
Şimdi bu çıkışma ve ihtardan sonra davette bir
nezaket olmak üzere iltifat yoluyla buyuruluyor ki:
19-20- Ey kitap ehli, peygamberlerin ardının
kesilmesine karşı, yani vahiylerin kesildiği ve eserlerinin unutulması,
bozulması ve tahrif edilmesi ile yıkılmaya yüz tuttuğu ve hak dinin bilinemez,
tanınamaz hale geldiği bir fetret (kesilme) zamanında size o Resulümüz Muhammed
(s.a.v) geldi, sizin için, siz insanların selamet ve saadeti için, acı tatlı
her türlü hükümleri ve haberleri, hakkı açıklıyor ki, yarın ahirette Allah'ın
huzuruna varıp hesaba çekildiğiniz zaman, "Bize ne bir müjdeci, ne de
Allah'ın azabından korkutucu geldi, daha önce gelenlerin de eserleri bozulmuş,
yıkılmış, biz fetret için de kalmıştık." demeyesiniz, böyle özür
göstermeyesiniz işte size tam bir müjdeci ve korkutucu geldi. Bundan böyle,
öyle bir mazeret göstermeye de hakkınız kalmadı. Allah da her şeye kadirdir. Şu
halde insanlardan peygamber göndermeye, hem bunu bir zaman cereyan eden bir
sünnet (âdet) yaparak devamlı ardarda göndermeye, hem de bunları kesintiye
uğratıp fetretler (aralıklar) yaratmaya ve sonra bu aralıklar içinde unutulan
gerçekleri hatırlatacak ve her şeyi öğretip açıklayacak ve insanlığın bütün hata
ve saygısızlığını kesecek bir Peygamber yaratıp göndermeye de kadirdir. Özetle
kahretmeye de gücü yeter, lutfa da. O halde en çok irşada muhtaç olduğunuz bir
zaman aralığında gönderilmiş olan bu şanlı Peygamber'in, bu ilâhî nimetin
kıymetini takdir ediniz, açıklamalarına kulak verip itaat ediniz. Eskisi gibi
inkâr ve küfürden, sözleşmeyi bozmaktan sakınınız ve bu sayede günahlarınızın
affolunmasını isteyiniz. Ve biliniz ki her ne olsanız, sonunda dönüp dolaşıp
"dönüş ona ve herşeye kâdir" olan Allah Teâlâ'nın huzuruna
varacaksınız ve ona karşı fetret (iki peygamber arası zaman)te kalanlar gibi
bir mazeret göstermeye de inkâr bulamayacaksınız, bütün sorumluluk üzerinize
yüklenip kalacak ve kendi azabınızı kendi eliniz ve kendi isteğinizle bile bile
hazırlamış olacaksınız. Ey yahudi ve hıristiyanlar! Siz bugün de Allah'ın
huzurunda bulunduğunuzu düşününüz. Elinizi kalbinize koyup vicdan selametiyle
bir düşünürseniz, İbrahim'in duası, Musa'nın haber vermesi, İsa'nın müjdesi
olan o Peygamber, o hak ruh, o müjdeci ve korkutucu henüz bize gelmedi,
diyemezsiniz. Fetretler içinde karmakarışık olmuş, bin türlü değişiklik ve
tahriplere uğramış ve bununla beraber yine delalet ve açıklığıyla bu
Peygamber'in geleceğini bildirmiş olan Tevrat ve İncil'den sonra Muhammed Resûlullah'ın
geldiğini ve Kur'ânın her şüpheden uzak olarak varlığını inkâr edemezsiniz.
Ey Muhammed! Sen bu açıklama cümlesinden olmak
üzere şunu da hatırlat:
Meâl-i Şerifi
20- Musa kavmine şöyle demişti: "Ey
kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. O, içinizden peygamberler
çıkardı. Sizi hükümdarlar yaptı. Ve âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size
verdi."
21- "Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı
kutsal toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrarsınız."
22- Onlar da: "Ey Musa! Orada zorba bir
kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan
çıkarlarsa, şüphesiz biz de gireriz" dediler.
23- Allah'tan korkan ve Allah'ın kendilerine
nimet verdiği iki adam şöyle dedi: "Onların üzerlerine kapıdan girin.
Oradan girerseniz muhakkak galip gelirsiniz. Eğer layıkıyla inanıyorsanız
yalnız Allah'a dayanın.
24- Kavmi Musa'ya: "Ey Musa! Onlar orada
olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabb'in gidin savaşın. Biz burada
oturacağız" dediler.
25- Musa: "Ey Rabbim! Ben, kendimle
kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, artık bizimle bu fâsık kavmin arasını
ayır" dedi.
26- Allah Musa'ya şöyle dedi: "Kırk sene
o mukaddes yer onlara haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar.
O fâsık kavim için üzülme!".
Hani bir zaman Musa kavmine şöyle demişti: Ey
benim kavmim, Allah'ın size olan nimetini anıp yâdediniz. O zamanki nimetini
ki, içinizde peygamberler yarattı ve sizi hükümdarlar kıldı ve size âlemlerden
hiçbirisine vermediği şeyler verdi. Âlemde hiçbir kavimde İsrâiloğulları'ndaki
kadar çok peygamber gönderilmemiş olduğu bilinmektedir. Önce Yâkûb'un evlatları
Esbat (torunlar), sonra Musa, Harun, Yûşâ ve bu cümleden Hz. Musa'nın kavminden
seçip beraber Tur dağına gittikleri yetmiş zat ve daha sonra nice İsrailoğlu
peygamberi gelmiştir. Ancak âyetin ilerisinden kesin bir şekilde anlaşılıyor ki
Hz. Musa bu hatırlatmayı yaptığı zaman İsrâiloğulları henüz Arz-ı Mukaddes'e
girmemiş ve daha bir vatan tutmamış ve henüz hükümdarlar devrine ermemişti. O
sırada da Musa, Harun ve yetmiş zat ile tahakkuk etmiş ise de "sizi
hükümdarlar kıldı" demek nasıl mümkün olabilir? Gerçi bunun vaki oluşunun
tahakkukuna dayanarak, istikbalden mazi ile tabir olarak kılacaktır, kılacağı
muhakkaktır veya ezelde böyle takdir etmiştir" mânâsına olması ve
dolayısıyla peygamberlerden bütün İsrailoğulları peygamberleri, hükümdarlardan
da bütün İsrailoğulları hükümdarlarının kasdedilmiş olması muhtemeldir. Bu
şekilde meâlin özeti şöyledir: "Ey benim kavmim! Muhakkak ki Allah sizin
içinizde daha birçok peygamberler yapacak ve sizi hükümdarlar kılacak.
Saltanatlara erdirecek ve size diğerlerine vermediği şeyleri verecek. Şimdi
Allah'ın bunları yaptığı veya takdir ettiği zaman size olan nimetini anın ve
düşünün de ona göre hareket edin." demek olur. Ve Hz. Musa'nın bu
hatırlatmasının o günkü bulundukları zamânâ değil, sırf geleceğe ait bir
nimeti, ezeli bir takdiri gaybdan müjdeleme ve haber verme şeklinde kabul
edilmesi gerekir. Gerçekte İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışından Hz. Yahya'yı
öldürdükleri ve Hz. İsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettikleri zamana kadar içlerinden
büyük küçük pek çok peygamber ve krallar gelmiş ve bu arada Hz. Davud ve
Süleyman saltanatı gibi peygamberlik ve hükümdarlığı şahsında toplayan emsalsiz
saltanatlar da geçmiş bulunduğunda şüphe yoktur. Ve burada İsrailoğulları'nın o
zamana kadar başka milletlere nasip olmayan en mesut devirlerine işaret de yok
değildir. Fakat asıl maksat bu olsaydı "içinizde peygamberler ve krallar
yaptı" denilmesi gerekir ve bu daha veciz ve daha açık olurdu. Halbuki
buyurulmakta bazısını peygamber ve hepsini hükümdar yapan bir mânâ kastedilmiş
olduğu anlaşılıyor. Bunun için tefsircilerin büyüklerinden Süddî ve diğerleri
burada "mülük" (hükümdarlar)ün = "hür olanlar" demek olduğunu
göstermişler ve hürriyetten maksat ta tam mânâsıyla hürriyet, yani şahsî ve
siyasî hürriyeti içine alan bir mânâ olduğunu anlatmışlar da demişlerdir ki:
"Siz önceleri Kıbt kavminin elinde bulunduğunuz, hizmetçi, köle ve cizye
ehli derecesinde mağlub ve mahkum olduğunuz halde, sizi kurtarıp kendinize
mâlik, şahsî, siyasî insanlık hukukunuza sahip, kendinizi anlamaya ve
işlerinizi idare etmeye kâdir hürler kıldı; artık kimsenin kulu, kölesi,
hizmetçisi değilsiniz ve cizye ehli gibi bir galibiyetin üstünlüğü altında ve
istilasında bulunmuyorsunuz. Hem şahsen hür, hem de toplum ve siyaset
bakımından hürsünüz" demektir. Ve bu mânâ, hem âyetin nazmına daha uygun
ve hem de daha çok faydaları içine almaktadır. Bu şekilde Hz. Musa'nın bu
hatırlatması yalnız vaad edilen nimeti ve geleceği haber verme değil, vaki olan
nimeti ve gerekli sonuçlarını hatırlatmadır ki, meâlin özeti şu demek olur: Ey
benim kavmim, Allah sizin içinizde peygamberler yarattı ve sizin hepinizi
esirlikten ve mahkumiyetten kurtarıp sultanlık demek olan hürriyete erdirdi ve
size öyle olağanüstü şeyler ihsan etti ki şimdiye kadar hiçbir kavme nasip
etmemiştir. Şu halde ey hür ümmetim, Allah'ın bu nimetlerinin değerini biliniz,
kendinizi iyi idare ediniz. Peygamberlerinizin Allah tarafından size haber
verdiği ve tebliğ ettikleri ve edecekleri hususları güzel rızanızla gereği gibi
icra ve tatbik ediniz de bu nimetlerden yararlanmayı ve Allah'ın bu
iyiliklerinden istifade etmeyi biliniz." demek olur ki, hürriyet
sultanlığının asıl kıymet ve önemi kendine sahip ve hukukuna malik olmanın
mânâsı ve faydası lâubalilik (ciddiyetsizlik) değil, insanı gerçekten mesut
edecek maksatlara ve iyiliklere gayret sarfetmek için iyi seçimdir. Bu ise ilk
önce ilim ve irfana dayanır. Buna da her zaman ve her şahıs için şahsî akıl ve
ferdî (tek başına) tecrübe kâfi gelmez. Her şeyden önce Allah'ın özel bir
yardımına yani peygamberlerin haber vermesine ihtiyaç vardır. Şu halde
genellikle hürriyetten istifade edebilmek için peygamberlere iman, verdikleri
haberlere ve irşadlarına başvurmak ve itaat etmek gerekir. Allah da bunları
vermiştir.
21-O halde Allah'ın bu nimetlerini
hatırlayınız da: Ey benim kavmim, Arz-ı Mukaddes (mukaddes topraklara) giriniz
ki, Allah onu sizin için yazdı, yani size vatan ve mesken olmak üzere takdir ve
kısmet etti, "Levh-ı mahfuz"a yazdı. Şu halde buna emin olarak ve
başka bir endişeye tâbi olmayarak azim ve gayret edip oraya giriniz ve gerisin
geri ardınıza dönmeyiniz. İmansızlık edip dinden dönmeyiniz veya sebatsızlık
edip karşınızdakilerden kaçmayınız, Mısır'a ve Mısır'daki esaret haline dönmeye
kalkmayınız ki hepiniz hiçbir şey elde edemeyen kimseler olursunuz, dünya ve
ahirette zarara düşer, herşeyden mahrum kalır, ziyana uğrar, ziyan olursunuz.
Yani kısmetiniz geride değil, ileridedir. Bu kısmet de mutlak değil, iman ve
itaat, mücedele ve sebat ile şartlanmış ve kayıtlanmıştır. Nitekim yukarda
"Eğer namazınızı kılar, zekatınızı verir ve peygamberlerime inanırsanız,
muhakkak ben sizinle beraberim" (Mâide, 5/12) buyurulmuştu. İşte o
günahların örtülmesi ve o cennetlere girmek bu şartlar altında ve Arz-ı
Mukaddes'e girmekle mümkün olacaktır. Yoksa haliniz berbattır. Allah'ın emrini,
peygamberlerin tebliğini dinlemeyecek olursanız, hürriyet, esirlikten daha çok,
zarara sebep olur. Haydi azmediniz ve gayret gösteriniz de oraya giriniz.
ARZ-I MUKADDES (Mukaddes yer): Temiz ve
mübarek yer demektir ki, Kudüs'te "Beyt-i Makdis"in bulunduğu yerdir.
Vaktiyle birçok peygamberin oturduğu yer olduğundan böyle isim verilmiştir. Bir
rivayete göre İbrahim Aleyhisselam Lübnan dağına çıktığı zaman Allah Teâlâ:
"Bak, gözün nereye kadar yetişirse orası mukaddestir ve gelecek nesline
mirastır" buyurmuş. Bunun tayin ve takdirinde "Tur" yani dağ ve
havalisi denilmiş. Dımeşk, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmı denilmiş, Şam toprağı
da denilmiştir. Hz. Musa Mısır'dan, çıktıktan sonra Şam arazisinde yerleşme
vaad edildiği ve İsrailoğulları'nın buna "arz-ı mevâıd = vaad olunan
arz" dedikleri de söylenmiştir.
İbnü Cerir et-Taberi der ki: "En doğrusu
Allah'ın peygamberi Musa Aleyhisselâm'ın dediği gibi "arz-ı mukaddes"
(mukaddes yer) demekle yetinilmektir. Çünkü şu yer veya bu yer olmasının
doğruluğu hakikati ancak haber ile bilinebilir. Halbuki bu konuda kesin şehâdet
denebilecek hiçbir haber yoktur. Şu kadar ki bu "mukaddes arz Fırat ile
Arîş-i Mısr (el-Ariş) arasındaki sahadan da hariç olmayacaktır. Çünkü bütün
tevil (yorum) ve siyer ehli ile âlimlerin bu hususu haber vermekte ittifakları
vardır".
22-Musa'nın bu teklifine karşı kavmi ne
dediler bilir misiniz? Ey Musa o dediğin yerde öyle bir kavim var ki, hepsi
zorba, yani karşı konulmaz, istediğini zorla, cebren ve ezerek yaptırır, yahut
boylarına yetişilmez, iri, güçlü kuvvetli, dev gibi adamlar onlar oradan
çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Şu halde onlar şayet oradan çıkarlarsa biz
de muhakkak gireriz, dediler. Allah'a ve peygambere karşı geldiler. Girme
emrini kabul etmeyi," deve iğnenin deliğinden geçerse" kabilinden,
mümkün olmayan şarta bağlamak istediler ve sanki "balık kavağa çıkarsa biz
de oraya gireriz" demiş oldular. Yukarda geçtiği üzere on iki elçi
casusluk için gönderildiklerinde iri iri korkunç bir takım cisimler ve
manzaralar ve bir kuvvet ve heybet görmüşler, tutulmuş, tehlikelere maruz
kalmışlar, korkmuşlar ve döndükleri zaman ikisinden başkası kavimlerine durumu
açıklayıp yaymışlar ve korkutmuşlar.
Tefsirciler temsilî bir ifade ile naklederler
ki, Musa Aleyhisselam elçileri durumu öğrenmek için gönderdiği zaman bu
zorbalardan biri bunları görmüş ve hepsini tutmuş, bahçesinden getirmekte
olduğu bir meyve ile beraber torbasına koyup kralın önüne götürmüş, saçıvermiş
ve "Garib değil mi bunlar bizimle harp etmek istiyorlar" demiş. Kral
da: "Haydi arkadaşınıza gidiniz ve gördüklerinizi haber veriniz" diye
bunları salıvermiş, korku içinde gelmişler, olayı Hz. Musa'ya anlatmışlar, o da
bunu kimseye söylememelerini emretmiş, fakat dinlememişler, ancak içlerinden
Musa'nın yiğiti Nun oğlu Yuşâ ile Musa'nın damadı Yuhanna oğlu Kâleb işi
kolaylaştırmaya çalışmışlar, çok güzel, çok hoş, nimeti bol bir memleket, ahalisinin
gövdeleri iri, bedenleri kuvvetli ise de kalbleri zayıf demişler. Diğer on kişi
ise halkın gözlerini korkutmuş, yıldırmışlar, savaştan çekinmelerine sebep
olmuşlardır. Bu nakilde zorba hükümetinin kuvvetli bir zabıta teşkilâtı
bulunduğu ve İsrailoğulları'nın kendilerine saldırma hilesinde olduğunu
öğrenmiş bulundukları anlatılmış demektir ki, bunların kuvvetlerini ve
iriliklerini tasvir yolunda İsrailoğulları'nın türlü türlü hikayeleri,
masalları vardır. Bu cümleden olarak bu zorbalar hükümetini başı gökte gururlu
ve kibirli bir şahin misaliyle temsil demek olan "Ac" yahut
"Unuk oğlu Uc" masalı bu arada nakledilir ki, fevkâlâde büyük ve
kıymetli de olsa zorba bir hükümetin Allah'ın kudreti ile ansızın bir darbe
(vurup) altında mahvolup yok olabileceğini anlatır. Dilimizde "ucu
boluk" diye bilinen bu tarihi masalı burada nakletmek konunun anlaşılması
bakımından faydalıdır. Şöyle ki:
Vekiller casusluğa çıktıkları zaman Unuk oğlu
Uc ile karşılaşmışlar ki üçbin üçyüz otuzüç arşın uzunluğunda boyu varmış ve üçbin
senedir yaşıyormuş. Rastladıkları zaman başında bir deste odun varmış. Bunları
tutmuş o destenin içine koymuş, karısına götürmüş: "Bak bunlar bizimle
savaşmak arzusunda bulunuyorlar" diye önüne atıvermiş. "Şunları
ayağımın altında ezivereyim mi?" demiş. O da: "Hayır öyle yapma,
bırak gitsinler, gördüklerini kavimlerine haber versinler" demiş,
bırakıvermişler. Onlar da bunların durumlarını gözden geçirmişler. Görmüşler
ki, üzümlerinin bir salkımını dört beş kişi götürebiliyor. Nihayet çıkmışlar,
birbirlerine:"Eğer bunları İsrailoğulları'na haber verirseniz, Allah'ın
peygamberine karşı dinden dönerler, öyle ise gizleyelim, yalnız Musa ve Harun
Aleyhisselam'a söyleyelim, onlar ne fikirde bulunacaklarsa bulunsunlar"
demişler ve aralarında böyle anlaşma yapmışlar ve yanlarına bir tane de üzüm
almışlar ki bir adam ağırlığında varmış. Fakat geldiklerinde Kâleb ile Yûşâ'dan
başkası sözlerinde durmamışlar, her biri kendi torunlarına harbi yasaklamaya ve
gördüklerini anlatmaya başlamışlar.
Daha sonra Musa'nın ordugâhı bir fersah (üçmil
veya beş kilometre) kare imiş. Uc gelmiş, bunlara bakmış, dönmüş dağdan bu
asker mikdarında ve değirmentaşı şeklinde kocaman bir kaya yontup ordunun
üzerine bastırmak için başına almış, Allah Teâlâ da bir Hüdhüd göndermiş,
başına göre kayanın ortasını oymuş. Delinmiş birden bire Uc'un boğazına geçmiş,
geçince sendelemiş yıkılmış. Çabalarken karşıdan Hz. Musa yürümüş. Boyu on
arşın imiş, on arşın da âsâsı varmış. On arşın da sıçramış bu otuz arşın
yükseklikte ancak topuğuna yetişmiş vurmuş, fakat öldürmüş. Bunun üzerine
etraftan hançerlerle üşüşmüşler ve başını koparmışlar.
Bu, bir devletin yıkılış şeklini temsildir.
Unuk oğlu Uc bir hükmî şahıs, fakat tarihî bir masaldır. O zaman Arz-ı
mukaddes'te oturup hüküm süren bir kavmin timsalidir. Ahad (birler), Aşerat
(onlar), Miat (yüzler), ulüf (binler) rakamların mertebelerinden her birinin
ilk ferd sayısı olan "üç" adedine çarpımının sonucu bulunan üçbin
üçyüz otuzüç sayısı Fisagorilerin sayı körletmesine kaynak teşkil eden gizli
bir usul (metod) ile bu devletin hükmünün dairesini, arazisini, maddi kuvvetini
gösterir. Bununla üçbin üçyüz otuz üç arşın, Hz. Musa'nın on arşın boyu iki
tarafın maddi bakımdan mukayese edilmesine bir ölçü teşkil eder. Üçbin sene, bu
kavmin eskiliğini, başındaki odun, parlaması mümkün olan bir fitneyi temsildir
ki, bu casusların gelişi ve tutuluşları da bu fitneye bir ek olmuş demektir.
Kadın, hükümdarın şehveti ve maiyeti; üzüm, servet ve ziraatın feyz ve
bereketi; taş, o devrin mancınık ve diğerleri ile harp araçları; bakış ve dönüş
İsrailoğulları'nın gelmesinden sonraki tedbirler ve hazırlıklar; Hüdhüd, ilâhî
tasarruf; taşın delinmesi, hükümet merkezi (baş şehir)nin fesat ve dağılması;
boğazına geçmesi, harbe ait tedbirlerin tepkisi ve iç ihtilâl; sendeleyip yıkılmak
devletin yıkılması; bu sırada Hz. Musa'nın yürümesi, İsrailoğulları'nın
sonradan saldırması; üçbin küsüra nisbette Musa'nın on arşın boyu
İsrailoğulları'nın ve bulundukları arazinin miktarıdır. Asâ, Hz. Musa'nın
i'cazının gücü ve bunun on arşın boyu, harp yoluyla yürünülen mesafe; on arşın
sıçrama, hiç harp edilmeksizin işgal edilen mesafe; otuzar arşın yükseklik,
üçbin üçyüz kusûra nisbetle yok edilen kuvvet ve işgal edilen arazi; topuktan
vurulup ölmek, koca bir devlet ve memleketin kenarından ve güzergâhından az bir
yerin işgaliyle yıkılıvermesi ve nihayet etraftan üşüşüp başını koparmak,
hükümetin yok olması ve memleketin komşu kavimler tarafından bölüşülüp istila
edilmesidir.
İlk bakışta bundan İsrailoğulları'nın Arz-ı
Mukaddes'e girişi Hz. Musa'nın hayatında olmuş gibi sanılırsa da, bunun yanlış
olduğu söyleniyor. Şu halde Hz. Musa'nın da şahsı değil, maneviyatı ve dini
düşünülmüş demek olur.
Şimdi bunları nakletmekten maksadımız,
efsanelere karşı Kur'ân açıklamalarının sağlamlık ve eminliğini anlatmaktır.
Kur'ân bize gösteriyor ki, İsrailoğulları'nın bu gibi efsaneleri, boyunu
göklere çıkardıkları Acların, Ucların, devlerin asıl ve hakikatı iki kelimeden
ibarettir: "zorba bir kavim". Bu ve bu gibi geçmiş ümmetlerin
kıssalarında doğrudan doğruya Kur'ân'ın sağlam ifadesine dikkat etmek ve
buluşları, hayalden gerçeğe nasıl yönettiğini anlamak gerekir. Tefsircilerin bu
gibi yerlerde böyle hikayeleri nakletmekten maksatları, Kur'ân'ı bunlarla
tefsir ve açıklama fikrini vermek değil, Kur'ân-ı Kerim'in sağlam beyanları ile
geçmiş rivâyetlerin durumlarını ölçmek için bir ölçü ve misal vermektir. Bunu
farkedemeyen ve ayıramıyanlar, Kur'ân'ın mânâsını bunlara döndürerek düşünmenin
gerekeceği zannına düşerek pek çok hata etmiş olurlar. Allah Teâlâ bu gibi
hatırlatmalar ile müslümanların diğer kitap ehli gibi efsaneler peşinde
dolaşmamalarını ve hak dini vehimlerde ve hayaletlerde değil, gerçek hakikatte
aramalarını hatırlatmış ve bunun için kitabına "Kitab-ı mübin" (açık
kitap), "Kitab-ı hakîm" (hikmetli kitâp) demiş "O'nda muhkem
âyetler vardır, onlar kitabın aslıdır" (Al-i İmrân, 3/7) buyurmuştur.
Hakikat mümkün iken mecaza gidilmemesinin lüzumunu öğretmiştir. (Bakara
sûresinde 26.ncı âyete ve Al-i İmrân sûresine bak.)
23-Kısaca İsrailoğulları Hz. Musa'ya karşı
"Biz arz-ı mukaddes (mukaddes yer)e girmeyiz" diye dayattılar. Ancak
korkanlardan, yani Allah'dan ve Allah'ın emrine karşı gelmekten korkanlardan iki
er -rivayetlerin çoğuna göre Yuşâ ve Kâleb- ki Allah ikisine de nimet vermek
suretiyle mesut etmişti, bunlar dediler ki, üzerlerine kapıyı tutunuz, giriniz,
çünkü onu tutup girdiniz mi, siz muhakkak galipsiniz. Şu halde böyle yapınız ve
ancak Allah'a dayanınız, eğer Allah'a ve Musa'nın peygamberliğine inanıyorsanız
böyle yapınız. Allah'tan korkan ve mesud olan bu iki er,
Hz. Musa'nın peygamberliğine, vaadindeki ve
verdiği haberindeki doğruluğuna hakkıyla iman etmiş olduklarından, gördükleri
kuvvet ve heybete rağmen, Allah'ın lütfuyla, sözlerinde durarak, bu şekilde
itimat ve güvenilirliklerini açıklamışlar ve kavimlerini itaate teşvik etmişler
ve sürüklemişler ve bunlar başlangıçta bu sebatta Allah'ın nimetine mazhar
oldukları gibi, sonra mukaddes arza girme nimetine de erişmişlerdir.
Başka bir rivayete göre İsrailoğulları'nın
korkmakta oldukları zorbalar kavminden iki adam demektir. Bunlar, Allah'ın
yardımı ile Hz. Musa'ya iman edip gelmişler ve zorbaların içlerinin dışları
gibi kuvvetli olmadığını bildiklerinden bu şekilde teşvikte bulunmuşlardır.
Dahhâk, Said b. Cübeyr ve Kaffâl bu mânâya kânidirler. Fakat önceki mânâ tercih
edilmiştir.
"el-bâb"dan maksat, zorbalar
memleketinin kapısı, yani girişi, güzergâhı demek olan bir şehir veya bu şehrin
kapısıdır. İbnü Ebi Nüceym'in Mücahid'den rivayetinde (zorbaların şehri) diye
vârid olmuştur. Ve bunun "Eriha" olduğu da nakledilmiştir.
24-Acaba Musa'nın kavmi bu garantiye karşı ne
yaptılar? Büsbütün azıtıp dediler ki: Ey Musa, muhakkak ki onlar orada bulundukça,
biz o yere ebedî olarak girmeyiz, kapı şöyle dursun o yere sonsuza dek ayak
basmayız. Şu halde sen Rabbinle git de ikiniz harbediniz, biz muhakkak burada
oturacağız, yani bir adım ileri gitmeyiz.
25-Hz. Musa, bunların sapıklık ve inadını,
inkârlarını görünce tam hüzün ve kırgınlıkla ve ilâhî rahmet ve icabeti çekecek
olan bir kalb inceliği ile Allah'a şikayet ederek, şöyle dedi: Ey Rabb'im! ben
kendimden başkasına malik değilim, bir canım var ki, kudretim, iradem, hükmüm
ancak ona geçer, bir de kardeşime, yahut kardeşimin de benim gibi. Şu halde
bizimle şu itaatten çıkan, isyanda ısrar eden sapık kavmin arasını ayır, yani
bize bizim hakettiğimize, onlara da kendi hakettiklerine göre hükmedip aramızı
ayır. Demek ki Hz. Musa, ya o iki kişiye bile tamamen inanmayarak veya din
kardeşi mânâsını kastedip, onları da hesaba katarak böyle dua etti.
26-Allah Teâlâ da, buyurdu ki o isyan ve bu
dua sebebiyle bunlara o vaad edilen "mukaddes yer" kırk sene haram
edilmiştir. Yani oraya girmeleri şer'î bir şekilde haram kılma ile dinen haram
olmak mânâsına değil, men (yasaklama) mânâsına tekvînî haram etme ile kırk sene
mahrum kılınmışlardır. Bu müddet içerisinde hiçbiri oraya giremeyecek. Şu kara
yerde Tih içinde nereye gittiklerini bilemeyecek, açıkta vatansız, şaşırmış ve
sersem, serseri olarak dolaşacaklardır. Bu hüküm, hürriyetlerini kötüye
kullanan, peygamberlerini dinlemeyen o sapıklar hakkında Hak Teâlâ'nın kötü bir
cezasıdır. Belli ki bu ifadeden bunların hepsi bu müddeti dolduracak ve sonra
kurtulacaklar mânâsı anlaşılmaz. Ölenler ölecek, kalanlar girmek isterlerse
girebilecek demek olur. Hatta bazı tefsirciler demişlerdir ki, "kırk
sene", "tahrim" (haram kılma)nın değil, nin kaydıdır. Şu halde
haram kılma, mutlaktır. Müddet ile kayıtlanan Tih'dir. Yani tîh halinde de
nihayet kırk sene kalacaklar, fakat bunlara girişten mahrum kalma hali devamlı
olacak, çünkü o zamana kadar hepsi ölecek, ancak evlatları olan yeni nesil
girecektir.
Şaşırıp son derece hayrette kalmak; isim
olarak içinden çıkılmaz, yol bulunmaz ova, çöl demektir. Bunun için
İsrailoğulları'nın mahkum oldukları bu çöle "Sahray-ı Tih" (Tih çölü)
denilmiştir.
Acaba bu müddet içerisinde Musa ve Harun
Aleyhisselâm ne oldular? Nakledildiğine göre bu meselede rivayetler çeşitlidir.
Bazıları Tih'te kalmadılar, demiştir ki, âyetin zahiri de bunu gösteriyor.
Diğer bazıları ise kavimleriyle beraber Tih'te kaldıklarını, fakat bunun
kendileri hakkında bir azab olmayıp, İbrahim'e ateşin soğuk ve selam olması
gibi rahat ve selamet olduğunu söylemişlerdir. Bunu söyleyenler de şu noktada
fikir ayrılığına düşmüşlerdir: Acaba Harun ile Musa Tih'de mi vefat ettiler,
yoksa çıktılar mı? Bir kısmı Tih'de önce Harun'un, bir sene sonra da Musa'nın
öldüğüne, bundan sonra vasisi ve kızkardeşinin oğlu Yuşâ b. Nun peygamberlik göreviyle
yerine geçerek, Kâleb de hayatta olduğu halde yeni nesil ile çok geçmeden ve
hatta bir rivayette Musa'nın ölümünden üç ay sonra Arz-ı mukaddes'i
fethettiğine kâni olmuşlardır ki, yaygın olan da budur. Diğer bir kısmı ise Hz.
Musa'nın vefatından önce Tih'den çıkıp zorbalarla harp ettiğini ve üstün gelip
Arz-ı Mukaddes'in bir kısmına girmiş olduğunu nakletmişlerdir.
"Tih" kelimesi hem masdar, hem isim
olduğundan dolayı "Tih'de kalmak" deyimi iki mânâ ile düşünülmelidir:
Birisi, hayretler içinde sersem bir şekilde kalmak; diğeri de çölde kalmak.
Şüphe yok ki, birinci mânâ peygamberler hakkında tasavvur edilemez. Âyette
gelen, azab ve ceza ifade eden ise bu mânâyadır. Bu mânâ ile Musa ve Harun
Aleyhisselam Tih'te kalmamışlardır. Fakat çölde kalmak genelde böyle değildir.
Bir çölde yerine getirilen vazifenin zor da olsa bir ceza ve azab olması
gerekmez. Nitekim peygamberlerin âlemde en büyük zahmetlere uğramış oldukları
ve bu imtihanın onlar hakkında bir azab değil, peygamberlik makamı gereğinden
bulunduğu da bilinmektedir.Şu halde Musa ve Harun Tih'te "yetîhûn"
(azab ve ceza içinde) değildiler. Fakat çölde yine İsrailoğulları'nın başında
bulunuyorlardı demek olur. Hatta bu sayededir ki, İsrailoğulları bu ceza ve
terbiye esnasında "Bunun üzerine taştan oniki su kaynağı fışkırdı."
(Bakara, 2/60), "Ve bulutu üstünüze gölgelik çektik, size kudret helvası
ve bıldırcın indirdik." (Bakara, 2/57) mucizelerinden istifade etmeye
devam etmişler ve yeni bir nesil yetiştirmişlerdi. Yoksa kırk yılda değil, kısa
bir zamanda tamamen yıkılıp giderlerdi. Arz-ı mukaddes'e girme meselesine
gelince, Beyt-i Makdis mevkisine ve Şam toprağına giriş, Hz. Yûşâ zamanında
olmakla beraber, ilk hareket ve zorbaları ilk mağlûb eden darbeyle
"bâb"e (kapıya) giriş, Hz. Musa'nın hayatında vaki olmuş olduğu
anlaşılıyor.
Şu halde ey Musa böyle sapık kavme, sapıklar
güruhuna üzülme, bunlar cezayı haketmişlerdir. Rivayet edilir ki, Musa
Aleyhisselâm duasına nedâmet etmiş, bunun üzerine böyle buyurulmuştur.
İşte ey Muhammed, sen onlara bu kıssayı
hatırlat, yine uyanmazlarsa sen de böyle sapıklara üzülme ve sonraki
cinayetlerinin hükmüne bir hazırlık yapmak üzere:
Meâl-i Şerifi
27- Onlara Âdem'in iki oğluyla ilgili haberi
hakkıyle oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş,
diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, ötekine):" Seni
öldüreceğim" demişti. Diğeri ise şöyle demişti: "Allah, yalnız
kendisinden korkanlardan kabul eder".
28- "Allah'a yemin ederim ki, sen beni
öldürmek için bana el uzatsan da, ben seni öldürmek için sana el uzatacak
değilim, ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım.
29- "Ben isterim ki sen, benim günahımı
da, kendi günahını da yüklenip ateş halkından olasın! Zalimlerin cezası
budur".
30- Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin
nefsi kendisini, kardeşini öldürmeye teşvik etti ve onu öldürdü. Böylece zarara
uğrayanlardan oldu.
31- Derken Allah bir karga gönderdi, ona
kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için toprağı eşeliyordu.
"Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten
âciz miyim ben?" dedi ve pişman olanlardan oldu.
27- Bunlara karşı Âdem'in iki oğlunun veya iki
âdem oğlunun kıssasını da hakkiyle oku. Çünkü onlar bu kıssanın tam uygun
tipidirler. Tefsircilerin çoğu bu iki Âdem oğlu, Hz. Âdem'in oğulları olan
Kâbil ile Hâbil olduğunu söylemişler, Hasen ve Dahhâk ise kıssanın sonundaki
"bundan dolayıdır ki" âyetinin karinesiyle bunların
İsrailoğulları'ndan iki şahıs olduğunu söylemişlerdir. Her halde dikkat
edilmesi gerekir ki, kıssadan faydalanmak için şahısların hüviyet (kimlik)
lerinin tayini lazım olmadığından mutlak olarak "Adem'in iki oğlu"
buyurulmuş, "hakkıyle" kaydıyla da efsanelere değil, olayın zatî
gerçeğine dikkat çekilmiştir. Çünkü Kâbil ve Hâbil kıssası adıyla da acaib ve
tuhaf bir çok şeyler söylenmiştir. Yani bu kıssa bir olaydır. Mesela bunun
hayal edilen bir olay olduğu dünüşülse bile, İsrailoğulları'nın durumları bunun
hakiki bir konusunu teşkil eder, bu onlara hakkıyla okunur. Şu halde hata olmak
ihtimalinden kurtulmayacak olan türlü türlü rivayetleri ve açıklamaları bir
yana bırakarak yalnız Kur'ân'ın nassını takip etmelidir. Bir hadis-i şerifte
görülmüştür ki, "Allah Teâlâ size iki Âdem oğlu ile bir darb-ı mesel
getirdi, bunun hayrını tutun, şerrini bırakın". Şöyle ki:
Bir zaman iki âdem oğlu birer kurban
sunmuşlardı da, her nedense birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul
edilmemiş idi. "Kurban", örfümüzde Allah'a yaklaşmak için kesilen
kurbanlığa denirse, de asıl mânâsı Allah'a yaklaşmak için sunulan herhangi bir
şey demektir ki, gerek kurbanlık ve gerek diğer sadakalardan daha geneldir.
Herhangi bir delil ile birinin kurbanının kabulü, diğerinin ise kabul
edilmeyişi anlaşılınca, kurbanı kabul edilmeyen diğerini çekemiyerek, yemin
olsun ki, seni öldüreceğim, dedi. Öbürüde dediki: Allah ancak yeterince
korunanlardan kabul eder.
28-29-Şu halde Allah'tan kork, niyyetini
düzelt, eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için
elimi uzatacak değilim, çünkü ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'dan muhakkak
korkarım. Ben bu şekilde şunu isterim ki, beni günaha sokmayasın da, hem benim
günahım, hem de kendi günahınla dönüp gidesin, bu iki günahı yüklenerek can
verip Hakk'ın huzuruna varasın da. ateşe gireceklerden olasın, zira zalimlerin
cezası budur".
Burada iki soru vardır: Birincisi "Hiçbir
günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz" (İsrâ, 17/15) olduğu halde
katil olan, öldürülenin günahını nasıl yüklenir?
Bu nokta birkaç şekilde izah edilmiştir: Bir
hadis-i şerifte: "Söğüşen iki kişinin söyledikleri başlıyana aittir, zulme
uğrayanı haddi aşmadıkça." Söğüşenlerin bütün söyledikleri başlayana
aittir. Yani ilk başlayan hem aynen kendinin günahını, hem de sebep olduğundan
dolayı arkadaşının günahının bir aynını yüklenir. Fakat mazlum (zulme uğrayan),
haddi aşıp daha ileri gitmedikçe buyurulduğu gibi, burada da "benim
günahım" demek, şayet sana karşı karşılık vererek el uzatırsam, gireceğim
günahın bir aynı demektir. Şu halde biri tecavüz eder, diğeri de karşılık verir
de, her ikisi de öldürülürlerse, başlayan iki cinayet diğeri de bir cinayet
işlemiş olur. Beriki, karşılık vermeyecek olursa, bu bir cinayetten de
kurtulur. Fakat katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah yüklenmiş bulunur
ki, birisi mazlumu öldürmek, diğeri kendini cezaya layık bulup ateşe atmak
cinayetidir. Bundan başka "benim günahım" demek, muzafın hazfi ile
yani beni öldürmek günahı, de bundan önceki günahın. Bu cümleden olarak,
"kurbanının kabul edilmemesine sebep olan günahın" demek de olabilir
ki, bu mânâ İbnü Abbâs, İbnü Mes'ûd, Hasen ve Katâde hazretlerinden de
nakledilmiştir.
İkincisi, bir insan için kendinin Allah'a
isyan etmesini istemek caiz olmadığı gibi, başkasının isyanını isteme de caiz
değildir. O halde böyle bir muttaki (Allah'dan gereğince korkan)nin diğeri
hakkında iki günah istemesi nasıl caiz olur? Buna da iki cevap vardır:
Birincisi, bu sözden asıl maksat, diğerinin
günaha girmesini istemek değil; ne kendinin, ne de onun günaha girmemesini
istemek, günahtan uzaklaştıracak bir nasihat vermektir.
İkincisi, isyan istemek caiz değilse de isyan
edenin cezalandırılmasını istemek caizdir. Bu itibar ile mânâ, ben günaha
girmek istemem, sen ısrar edersen ben de senin Allah'tan cezanı isterim, demek
de olabilir. Fakat birincisi daha uygundur.
30-Bu takva, bu barış fikri, bu hayır dileme,
bu nasihat, bu kardeşlik hissi üzerine kurbanı kabul edilmeyen zalimin nefsi,
nefsâniyeti kendisine kardeşinin öldürülmesini güzel gösterdi, yani vazgeçirmek
şöyle dursun, böyle büyük bir cinayeti güya bir itaat zevkiyle endişesiz
yapılabilecek, engelden uzak, arzusuna itaat eden ve boyun eğen bir şey gibi
gösterdi, kolaylaştırdı ve hatta cesaretlendirdi. Derler ki "istediği gibi
otlamak için, otlak önüne bol bol seriliverdi" demektir. Burada
"tatvic" bu mânâda "tavc" dan tef'il veznidir. Bu şekilde
nefsi ona bu cinayeti bir otlak gibi önüne serilmiş pek itaat edici ve hoş bir
şey gösterdi veya isyanı bir taat gibi yapılması gerekli bir şey gibi saydırdı
da kardeşini öldürdü. Ve şu halde zarar edenlerden oldu. Bununla kendisine bir
fayda temin etmek ihtimali olmadıktan başka, dininde de, dünyasında da zarar
etti, hüsran (zarar) lar içinde kaldı.
31-İlk önce öldürdüğü insanın cesedini ne
yapacağını şaşırdı, sonra Allah bir karga gönderdi ki, yeri deşeliyordu. Bu
gönderiş veya bu eşeleyiş ona kardeşinin ayıbını, yani ortada görünmesi çirkin
bir hâl alan leşini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek içindi. Katil, karganın
bu hareketinden ilham edilmiş olarak Eyvahlar olsun, vay bana ben şu karga
kadar olup da kardeşimin leşini gömüp gizlemekten âciz oldum ha..!" dedi
ve şu halde nedâmet eden güruhdan oldu, nedâmeler içinde kaldı. İşte:
Meâl-i Şerifi
32- Bunun içindir ki, İsrâiloğulları'na:
"Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi
öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına
sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur" hükmünü yazdık (farz
kıldık). Şüphesiz ki onlara peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de
bundan sonra onların birçoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.
32- Sırf bundan dolayı, yani âdem oğlunun
kardeşini hem de salih ve muttaki (Allah'dan lâyıkıyla korkan) ve hayır düşünen
bir kardeşini bile haksız yere öldürmesi vâki olan bir iş ve bu kıssa
mefhumunun İsrailoğulları'na hakkıyle uymuş olmasından dolayıdır ki;
İsrailoğulları üzerine şöyle yazdık. Yani onlara indirilmiş olan kitaplarda
emrimizle şu hükümler yazılıp farz ve kanun yapıldı ki her kim insan
nefislerinden bir nefsi, ne kısası gerektiren bir nefsi öldürme, ne de
yeryüzünde kanını heder edecek bir bozgunculuk karşılığı olmayarak, yani bu iki
sebepten biri bulunmayarak, öldürürse, bunun -kendisi de dahil olduğu halde-
bütün insanları öldürmüş gibi olduğu muhakkak. Çünkü haksız yere birini öldüren
katil, genellikle yaşama hakkı tanımamış, kanların haramlığına, nefislerin
masumluğuna saldırmış, adam öldürmeye yol açmış, başkalarına da cesaret vermiş
olur. Şu halde bir kimseyi öldüren herkesi öldürmüş gibi, Allah'ın gazabını ve
büyük azabını haketmiş olur da hayat hakkı kalmaz, kanı boşa gider ve
öldürülmesi vacib olur. İşte haksız yere adam öldürme, böyle genel bir
zarardır. Bu gibi adam öldürmelerine sevkeden ve herkesin zararını gerektirecek
ve genel asayişi bozacak fesat, eşkiyalık, ihtilal de böyledir. Bunun için
böyle bir katil veya bozguncuyu öldüren herkesi öldürmüş gibi değil, belki
hakkı yerine getirmiş veya bir kurtarma yapmış olur. Her kim de bir nefse hayat
verir, yani affetmek veya öldürülmesine engel olmak veya herhangi bir yok olma
sebebinden kurtarmak suretiyle hayatının devam etmesine sebep olursa sanki
insanların hepsine hayat vermiş, birine yaptığını -kendisi de dahil olduğu
halde- hepsine yapmış gibi olur.
Bilinmektedir ki, herhangi bir teşbih
(benzetme), müşebbeh (benzeyen) ile müşebbehün bih (kendine benzetilen) in her
yönde ve bütün hükümlerde eşit olmalarını gerektirmez. Şu halde bundan herkesi
ilgilendiren öldürmek veya hayat vermenin, bir kişiyi ilgilendiren adam öldürme
ve hayat vermeden hiçbir şekilde farkı yoktur demek anlaşılmamalıdır. Her iki
fıkradaki tepkilerden maksad, adam öldürmenin zararını, kişiye hayat vermenin
de genel bir fayda olduğunu açık bir şekilde anlatmak ve dolayısıyla adam
öldürmeye karşı kısas olarak (öldüreni öldürerek) ve yeryüzünde bozgunculuk
suçuna karşı ceza olarak öldürme ve idamın meşruluğunu tesbit ile adam
öldürmeye saldırmaktan korkutmak ve hayatı muhafaza etmeye teşviktir.
Fakat burada iki soru vardır: Önce
İsrailoğulları'na bu hükümlerin yazılıp vacib olması niçin "bundan
dolayı" olsun? Vaktiyle Kâbil'in Hâbil'i o şekilde öldürmüş olması,
İsrâiloğulları'na bu hükümlerin vacib olması için ne münasebette sebep ve illet
olabiliyor? Bunu İsrailoğulları'na tahsis etmenin sebebi nedir? "Bundan
dolayı insanlara yazdık" veya "âdem oğullarına yazdık"
buyurulmak gerekmez miydi? İşte bundan dolayı Hasen ve Dahhâk anılan kıssadaki
öldürmenin bizzat Hz. Âdem'in sulbünden gelen iki oğulları arasında değil,
İsrailoğulları'nda vuku bulduğuna ve iki âdem oğlundan maksad
İsrâiloğulları'ndan iki kişi demek olduğuna ve İsrailoğulları'nda böyle bir
öldürme olayının olması, bu hükümlerin inmesi için belirli bir sebep teşkil
ettiğine kâni olmuşlardı. Fakat çoğunluğun açıklamasına göre kıssa böyle
değildir. O halde bunu, şöyle anlamak gerekir: kıssaya değil, kıssanın
mânâsındaki etkin mânâlara aittir. Şöyle ki, insan öldürmek, gerçekte, büyük
bir zulüm, hüsran ve nedametin sonuçlarından başka bir şey olmayan büyük bir
cinayettir. İnsan olanların bundan son derece sakınmaları gerekir. Halbuki
insanlıkta bu zulüm olagelen bir iştir. Hatta iki âdem oğlunun biri, iyi bir
kardeşine bu zulmü pek hazin bir şekilde yapmış ve felaketi dillere destan
olmuştur. Bu önce bir menfaat kastinden değil, sırf bir zarar verme arzusundan,
bir çekememe ve nefsaniyetten doğmuş, hem de ihtirasın coşmasına uygun bir hal
içinde değil, Allah'a sunulan bir ibadetin, bir kurban takdim etmenin kabul
edilip edilmemesinden ve Allah'ın iradesine razı olmamaktan doğan bir haset
(çekememezlik), bir haset ki, buna karşı en yüksek bir takva hissi ile öne
sürülen hayır dileme, barış severlik ve insanlığın her türlü temiz hislerini
gıcıklamaya yeterli olacak olan en ahlâkî, en akla uygun nasihatlar ve mânevî
çekindirmeler asla faydalı olmuyor. Tersine bütün bunları cinayetin teşvik
edici sebepleri yerine koyuyor. Kendine karşı elini kaldırmayan, kaldırmak
istemeyen ve iyi bir kardeş olmaktan başka bir arzu beslemeyen o güzel
kardeşine, "Seni öldürmek ne kolay, ne tatlı şeymiş" diyerek saldırıp
kıydırıyor. Sonra da zararlara, nedametlere düşürüyor ve öyle bir felaket
haline getiriyor ki, ilk önce o yüksek kardeşinin sarih ve açık öğütlerini ve
irşadlarını dinlemeyen o kafa, Allah'ın emri ile en sonunda pislikler arkasında
dolaşan bir karganın hareketlerinden eyvahlar çekerek uyanma dersi almaya ve
ona gıbtalar ederek nedametler çekmeye mecbur oluyor. İşte beşeriyette adam
öldürme cinayetinin vâki olan bir iş olmasından dolayı, buna karşı dayanmak ve
genel şekilde meşru bir hak olduğu gibi, özellikle bu olay veya bu kıssada
cinayete sevkeden ve yapılmasını kolaylaştıran ruh hali, bu cümleden olarak
hased, nefsâniyet ve fiilî karşı koyma olmadığı zaman cinayete teşvik etme
hasleti İsrailoğulları'nda çok açık ve kıssanın mânâsı bunların hallerine
tamamen uygun olduğundan dolayı, bunlar hakkında daha çok şiddetli hükümler
indirilmiş; hem kısas, hem de "yeryüzünde bir fesat" suçuna karşı
idam cezası farz kılınmış, ferdin hayat hakkı, umumun hayat hakkına eşit ve
ferdi kurtarma, umumu kurtarma mânâsında olduğu anlatılmıştır.
Acaba bunlarda hâlâ bu ruh haleti var mıdır?
Şu halde bu şiddete hâlâ gerek var mıdır? Ve bu hüküm bugün geçerli olmalı
mıdır? Yoksa yalnız nasihat yeterli midir? Allah biliyor ki bunlara bizim nice
peygamberlerimiz açık deliller ile geldiler, bu konuda açık ve kesin delillerle
açıklamalarda bulundular. Ardından bunların birçoğu bundan sonra da yeryüzünde
hâlâ israf etmekte, fırsat buldukça adam öldürme ve fesat çıkarmada pervasızca
ifrat etmektedirler. Hatta bundan sonradır ki peygamberleri öldürmeye
kalkıştılar ve nice nice ihtilaller çıkardılar. Şu halde yeryüzünde bunlar ve
bu gibi israfçılar bulundukça, bunlara karşı yalnız sözlü ve ahirete âit
deliller ile yetinilmeyip, fiilî deliller olan şiddetli hükümlerin tatbiki,
bütün insanların hayat hakkını korumak ve yeryüzünde fesatçılığın işlenmesine
karşı koymak için her zaman hak bir kanundur.
Hakikatte:
Meâl-i Şerifi
33- Allah ve Resulüne karşı savaşan ve
yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya
asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka
bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette
ise onlar için büyük bir azab vardır.
34- Ancak kendilerini yakalamanızdan önce
tevbe edenler başka. Bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
33-Bu âyetin nüzul sebebi hakkındaki
rivayetler şunlardır:
1- Kitap ehlinden bir kavim hakkında inmiştir
ki, Hz. Peygamber ile aralarında sözleşme yapmışlardı, sözleşmelerini bozdular
ve yol kesip yeryüzünde bozgunculuk yapmaya kalkıştılar. (İbnü Abbas'dan bir
rivayet).
2- Müşrikler hakkında inmiştir. (İkrime'den,
Hasenü'l-Basri'den ve Alâ'dan rivayet)
3- Olayları meşhur olan Ureyneliler hakkında
inmiştir ki, Ukûl, Ureyne ve Beciyle'den bir kısım halk yoksulluk ve hastalık
içinde oldukları halde Medine'ye gelmişler, müslüman olduklarını açıklamışlar,
Resulullah kendilerini zekattan toplanan beytü'l-mâl develerinin otladıkları
yere göndererek bunların sütlerinden içip geçinmelerini ve hastalıklarını da bu
develerin sidikleriyle tedavi etmelerini emretmiş, varmışlar. Bir müddet sonra
tamamen sıhhatlerini kazanıp iyileştikten sonra dinden dönmüşler, çobanları
öldürüp develeri sürmüşler ve yolları kesip ırza da tecavüz ederek kaçmışlar,
fakat takip edilerek yakalanmışlardı. (Enes b. Mâlik, Urve b. Zübeyr ve daha
bazı zevattan rivayet)
4- Ebu Bürde de denilen Hilâl b. Uveymirî
Eslemî'nin kavmi hakkında inmiştir ki, Peygamberimiz bu Hilâl ile "ne
iyiliğine, ne kötülüğüne yardım etmemek; ona gelen müslümanlar emanlı olup
heyecana düşürülmemek ve aynı şekilde her kim Resûlullah'a gitmek üzere Hilâl'e
uğrarsa emanlı olup heyecana düşürülmemek" üzere "barış
anlaşması" (akd-i muvâdea) yapmıştı. Bir gün Kinâne oğullarından bir kısım
halk müslüman olmak maksadıyla gelirken Hilâl'in kavmine uğramış, o gün de
Hilâl orada yokmuş, kavmi tutmuşlar bunların yollarını kesmişler ve kendilerini
öldürüp mallarını almışlardı.
Bu rivayetlerin toplamından anlaşıldığı üzere
âyetin inişi, her halde yol kesme haydutluğu ile ilgilidir. Fakat bazıları bu
hükmün kâfirlere mahsus olduğuna, bazıları da fâsık müslümanları da içine
aldığına kâni olmuşlardır ki, fakihlerin çoğunun görüşü budur.
Peygamber'le harb etmek akıl ve âdet
bakımından mümkün olabilirse de, Allah ile savaşmak ne aklen ne de şer'an
mümkün olmadığından her halde mecazdır. Halbuki bir lafzın hem hakikat, hem
mecaz olması caiz olamaz. Şu halde burada savaş, hem Allah'a ve hem
peygamberine ilgisi itibariyle mecaz olmak gerekir. Şu halde
"muharebe" lafzı, ya Allah ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine
karşı gelmekten mecazdır. Veya o emirler ve hükümleri tatbik ve icra eden
Allah'ın kullarına savaştan mecazdır. Sonra bu savaşın bilinen mânasıyla açık
savaş olmadığı da gerek siyak (söz gelişin)tan ve gerekse nüzul sebeplerinden
anlaşılmaktadır. Zira görülüyor ki bunda esirlik ve cizye gibi hükümler yoktur.
Tefsircilerin çoğunluğu ve fakihler, harbin aslı, bir selb (zorla alma)
mânâsını içine alması bakımından bu savaştan maksat, yol kesmek demek olduğunu
beyan etmişler ve buna "büyük hırsızlık" adını vermişlerdir. Bazıları
da gerek, şehir dışında ve gerek içinde olsun. Yani açıktan hırsızlığa
kalkışmak demişlerdir. Bu mânâda ise müste'min (emân alarak İslâm ülkesinde
bulunan gayr-i müslim), zımmî (gayr-i müslim vatandaş), harbî (müste'min ve
zımmî olmayan gayr-i müslim), kâfirlerden vaki olabileceği gibi, fasık
müslümanlar tarafından da olabilir. Özetle bunlar, biri diğerini koruyarak
toplanıp kuvvetli bir engel teşkil eden ve bu şekilde gerek müslümanların ve
gerek İslâm tabiyetinde veya himayesinde bulunanların canlarına veya mallarına
veya ırzlarına kasteden ve asayişlerini bozan sosyal ve siyasi sapıklık
erbabıdır. Ve bu âyette bunların cezası olan dinî ceza açıklanmıştır. Şöyle ki:
Allah ve Resulüne savaş açan, yani Allah'ın ve
Resulünün emirlerine ve hükümlerine fiilen karşı çıkmakla Allah'a ve Resulullah'a
harp vaziyeti alan ve yeryüzünde bozgunculuk için koşan, cana veya mala veya
ırza saldırmaya veya tarla ve nesli yok etmeye girişmek ve ihmalcilik ile hak
(doğru) nizamı ve halkın asayişini bozmak ve ifsat etmek için çalışan
kimselerin suçlarının derecelerine göre cezaları şundan ibarettir:
Öldürülmeleri, yani adam öldürmüşler ise kısas
yoluyla değil, affı caiz olmamak üzere cezayı tatbik ederek öldürülmeleri veya
asılmaları, yani hem adam öldürmüşler, hem de mal almış veya ırza tecavüz
etmişlerse diri olarak asılıp, süngü ile öldürülecek, yahut öldürüldükten sonra
ölü olarak asılarak halka gösterilmeleri, veya ellerinin ve ayaklarının çapraz
kesilmesi, yani adam öldürmemişler de yalnız mal almışlar ise, biri sağdan,
biri soldan olmak üzere birer elleriyle birer ayaklarının kesilmesi, veya
bulundukları yerden sürülmeleri, (yani bunların hiçbirisini yapmış olmayıp
yalnız yolda tehdit etmişler ise yeryüzünden sürülmeleri), hapsedilmeleri veya
bulundukları yerden diğer bir yere sürülmeleri.
İşte Allah'a ve peygamberine harp vaziyeti
alarak silahlanıp bozgunculuk yapanların derecelerine göre tayin edilen
cezaları, yani şer'î cezaları bu şekilde öldürmek veya asmak veya kesmek veya
sürgüne göndermekten ibarettir. Bilinmektedir ki, herhangi bir savaşın mahiyeti
bu dördün birinin dışında kalmaz ve bu cezalar bunların gerektirdikleri
fiillerin mahiyeti gereği olarak hakkıyle karşılıklarıdır. A'ta'dan,
Katâde'den, Hasen'den buradaki tekrarların, yani " =ev" atıf harfinin
tahyir (iki şeyden birini seçmek) için olduğuna dair bazı rivayetler vardır.
Buna göre âmir bunlara bu dört cezadan birisini tatbik etmeye mecbur, fakat
işin gerektirdiği duruma göre bunlardan birini seçmekte serbesttir demek olur.
Fakat cumhur (âlimlerin çoğunluğu) bunun gerek rivayet ve gerek dirayet
bakımından doğru olmadığını ve tekrarın seçim yapmak değil, yukarda
gösterildiği üzere suçun derecelerine göre dağıtım ve taksim etmek için
olduğunu ve şu halde veliyyü'l-emr (âmir)in bu konuda seçme hakkı olmayıp,
suçun derecesine göre cezayı yerine getirmekle yükümlü bulunduğunu, mesela
hapis yatması gerekeni kesmek, kesmek gerekeni öldürmek ve yalnız öldürülmesi
gerekeni asamayacağı gibi, bunun zıddını da yapamayacağını ve hiçbir şekilde
affetme hakkı olmadığını açıklamışlardır. Hakikatte katili hapsetmekle yetinmek
ve katil olmayanı asabilmek gibi rivayet ve dirayet bakımından akla uymayan bir
"istediğini seçme" mânâsının batıl olduğu açıktır. Fakat biz burada
şunu söyleyebiliriz ki " = ev" edatı, hakikatte seçmeye ve bölmeye
muhtemeldir. Gerçi burada taksim (bölmek) ve tevzi (dağıtmak) rivayet ve
dirayet bakımından tercih edilmiş ve seçilmiştir. Fakat bununla tahyir (seçim
yapma) ihtimalinin mutlak batıl ve hükümsüz olması da gerekmez. Çünkü sürgüne
göndermeyi âzâ kesmeye, kesmeyi öldürmeye, öldürmeyi asmaya çıkarabilecek
şekilde, cezayı şiddetlendirme şeklinde bir seçim yapma asla caiz olamamakla
beraber, tersine asmayı öldürmeye, öldürmeyi uzuv kesmeye, uzuv kesmeyi hapse
indirebilecek şekliyle cezayı hafifletme suretinde bir seçme ve bir selahiyet
düşünülmesi akla yatkın ve mümkündür. Seçim yapma ihtimali, aslında mevcud ve
bazı rivayetler de nakledilmiş olduğu halde bu imkan büsbütün inkâr edilemez ve
edilemeyince de zaten "cezalar, şüphelerle düşer" olduğu için hâl ve
zamanın değişmesine göre cezayı hafifletici olmak üzere, gerektiği zaman bu
ihtimali de düşünmek doğru olabilecektir. Bu mânâ, bir lafzı aynı zamanda hem
seçim yapmaya, hem de tenviâ (çeşitlendirmeye) yorumlayarak iki mânâyı bir
delalette toplamak değil, çeşitli durumlar ve farklı zamanlara göre iki mânâyı
sırayla düşünerek bir çeşit seçime ihtimal veren taksim ile "iki ihtimalle
amel olarak" her şüpheden uzak bir mânâ almaktır ki, hem cezanın mânâsına,
hem de genel kâidelerden hafifletme hükümlerine çok uygundur.
Bilinmektedir ki salb (asman)ın mânâsı
kollarından bir yere germektir. Nitekim "salib" bundan alınmıştır.
İmam Şâfiî hazretlerinin asmanın ölü olarak yapılmasını, yani önce öldürüp,
müslüman ise namazı da kılındıktan sonra asılıp, herkese gösterilmesini tercih etmiştir
ki, faydalı olduğunda şüphe yoktur. Bir yere sürgüne göndermeye gelince, esasen
nefy, idam etmek, yok etmek demektir. Halbuki burada öldürme ve asmaya karşılık
zikredilmiş olduğu için "asma" mânâsına olmadığı açıktır. O halde
hayatta olan bir kimsenin bütün yeryüzünden sürülmesi ancak hapsetme demek
olabilir ki, Arap dilinde nefy bu mânâya da kullanılmış olmasında fikir
ayrılığı yoktur. İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri ve pek çok dil bilgini bu
mânâyı tercih etmişlerdir. Gerçi bulunduğu memleketten diğer bir beldeye
çıkarmaya veya dâr-ı İslâm (müslüman memleketin) den çıkarmaya da nefy (sürgün)
denilebilirse de, bunun ikisi de sakıncadan uzak olmadığı için caiz
görülmemiştir. Çünkü maksat, şerri defetmektir. Halbuki bir haydutu diğer bir
memlekete sevketmek, orada bulunan Allah'ın kullarına zarar vermekten uzak
değildir. Büsbütün İslâm memleketinden gayr-i müslimlerin memleketine çıkarmak
ise gayr-i müslimlere bir şahsın katılmasını arzu etmek demek olduğundan hiç
caiz olmaz demişlerdir. Bununla beraber şahısların ve yerlerin değişmesine göre
anılan sakıncanın ortaya çıkmayacağı anlaşılırsa, diğer bir memlekete sürgün
etmenin caiz olduğu söyleyenler de vardır. Bu cümleden olarak Ömer b. Abdülaziz
hazretlerinden bu mânâ rivayet edilmiştir. Daha önce Tihâme çölünün en uzağında
"Dehlek", Habeş'te "Nâsı' " birer sürgün yeri idi
denilmiştir. Dilimizde de nefy, bu mânâda kullanılmaktadır. İmam Şâfiî de
demiştir ki, burada nefy'in iki mânâya gelme ihtimali vardır. Birisi, eğer
bunlar adam öldürmüş, mal almış ve yakalanmış iseler, cezaları yerine
getirilir. Eğer yakalanmamış iseler devamlı takip edilirler. İşte bu şekilde
nefyden maksad, bunların hükümetten korkarak bir beldeden bir beldeye devamlı
şekilde kaçıp gitmesidir. İkincisi, yalnız korkutmak ile kalmış, adam öldürmemiş
ve mal almamış olanlar da devamlı olarak takip edilir. Fakat tutuldukları zaman
tazir edilir (şer'î haddin dışında hakimin uygun göreceği bir ceza ile
cezalandırılır)ler ve hapsedilirler. Bunlar hakkında da nefyden maksat yalnız
hapistir. İmâm Şâfiî'nin nefyi böyle iki hale göre mânâlandırması bizim tahyir
(seçme) ve taksim etme meselelerindeki hatırlatmamıza benzer. Bir de Şâfiî'nin
bu ifadesi hapsin had (şer'î ceza) değil, tazir mahiyetinde olduğunu
göstermektedir. Hakikatte hapis miktarı tayin edilmemiş olduğuna göre böyle
olması gerekir. Şu halde bunun şer'î ceza (had) olması, hapsin aslına göredir.
İşte Allah ve Resulüyle savaş eden ve
yeryüzünde bozgunculuk etmek için, koşanların cezaları başka bir şey değil, ya
öldürülmek, ya asılmak, ya elleri ayaklarının çapraz olarak kesilmesi veya
yeryüzünden nefyolunmak (sürülmek)tır. Fakat bu cezanın kısaltılması (veya
tahsisi) mutlak değil, izafidir. Zirâ bu ceza bunların sırf dünyadaki düşüklük
ve rezaletleridir. Bundan başka bunlar için ahirette pek büyük bir azab daha
vardır. Ki bunların hiçbiriyle kıyas edilmesi mümkün değildir.
34- Ancak sizin kudretiniz kendilerine
yetişmeden, yakalanmaları tahakkuk etmeden önce tevbe etmiş olanlar
müstesnadırlar. O zaman biliniz ki Allah şüphesiz affedicidir, merhamet
edicidir. Şu halde bu şekilde tevbe edenler hakkında Allah'ın hukuku davası
takip edilmez ve söylenen cezalardan hiçbiri tatbik edilmez. Ancak şahsî hukuk
davası kalır. Adam öldürmüşlerse öldürülenin vârisleri isterse affederler,
dilerlerse mahkemece suçları sabit olduktan sonra kısas ettirebilirler
(öldürttürebilirler). Tevbe ile düşen hüküm, öldürmenin had cezası olarak
yerine getirilmesinin vacib olmasıdır, caiz olması değildir. Aynı şekilde mal
almışlarsa, mal sahipleri mallarının geri verilmesini veya tazminini (sebep
oldukları zarar ve ziyanı ödemelerini) isteyebilirler ve davada serbesttirler.
Sonra gerek böyle ve gerekse savaş durumu almadan bozgunculukta koşanlar
hakkında gerek Allah'ın hukuku ve gerekse kulların hukuku dolayısıyla ûlü'l-emr
(müslümanların en yetkili âmirinin) bir de ta'zir (had cezasının dışında
cezalar verme) yetkisi vardır ki, had cezasını gerektirecek dereceye çıkmayan
münkerât (dince yapılması çirkin bulunan hususlar)da tatbik edilir. Geniş
bilgisi fıkıh ilmine aittir. Genel kaidesi şudur: Bir münker (dince çirkin
bulunan bir şey)i işleyen her şahıs, cezalandırılabilir.
Şimdi:
Meâl-i Şerifi
35- Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na
yaklaşmaya yol arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.
36- Bütün yeryüzündekiler ve bir o kadarı daha
inkâr edenlerin olsa, bunlar kıyamet gününün azabından kurtulmak için hepsini
fidye olarak verseler yine onlardan kabul edilmez. Onlar için can yakıcı bir
azap vardır.
37- Cehennem ateşinden çıkmak isterler. Ama
oradan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır.
35- Ey Allah'a ve Resulüne iman edenler! Siz o
sözleşmelerini bozanlara, o kâfirlere, o fâsıklara, o bozgunculuğa koşanlara
benzemeyiniz de, Allah'dan layıkıyle korkunuz. Allah'ın cezasından, azabından
korkunuz, çirkinliklerden sakınınız, şayet bir günaha düştünüzse hemen tevbe
ediniz. Zira anladınız ki gafûr (çok affedici), rahîm (çok acıyıcı) olan
Allah'ın azab ve cezası da pek büyüktür. Fakat takva (Allah'tan gereğince
korkma)yı yalnız fenalık yapmamaktan ve yalnız kaçınmaktan ibaret menfi
(olumsuz) bir huy kabul etmeyiniz. Kıssada dinlediniz ki muttakî âdem oğlunun
kardeşinin karar verdiği cinayete karşı bile Allah korkusuyla elini uzatmak
istememesi ve yalnız öğüt ile yetinmesi, kendisini öldürülmeden kurtarmaya
yetmedi. Şu halde kötülüklerden kaçınmakla yetinmeyip, tam mânâsıyla korununuz
da Allah'ın korumasına girmek ve affına ve rahmetine ermek için Allah'dan
vesile de isteyin. Boş durmayıp, yalnız iman ve korku ile yetinmeyip, Allah'a
yakınlık için vesile de arayınız. En uygun sebeplere teşebbüs etmek suretiyle
Allah'ın sevgisine layık güzel ameller yapmaya iradenizi sarfediniz de ve Allah
yolunda, İslâm dini uğrunda, doğru yol üzerinde gücünüzü bolca kullanmakla
mücalede ediniz, dahilî ve haricî engel ve zorluklara göğüs gerip hak
düşmanlarını yeniniz.
Dilimizde bilindiği üzere "vesile",
kendisiyle bir gayeye ulaşılan, yani yaklaşılan sebep, yaklaşma sebebi demektir
ki "mâbihittakarrub" (kendisiyle yaklaşılan şey) mânâsına, sadece
"kurbet" (yaklaşma) da denilir. Nitekim Hasen, Mücahid, Atâ, Abdullah
b. Kesir gibi bir çok selef tefsircileri "yani yakınlık" diye tefsir
etmişlerdir. Katâde, Allah'a itaat ve hoşnut olacağı amel ile yaklaşınız, diye
anlatmış; Sûddî de: "yani istemek ve yakınlık" diye ifade etmiştir
ki, hem "ibtiğâ" (isteme)yi, hem "vesile"yi açıklamaktır.
İbnü Zeyd de, "muhabbet (sevgi) ile Allah'a kendinizi sevdirmeye
çalışınız" demiş ve, "Onların taptıkları da Rab'lerine bir yol arar,
her biri Allah'a daha çok yaklaşmak için çalışır" (İsrâ, 17/57) âyetini
okumuştur. Şu halde mânânın özeti: "Biz müminiz, Allah bizi yalnız iman
ile sever deyip de ciddiyetsiz olmayınız, Allah'dan korkunuz, kötü ahlâktan ve
çirkin amelden sakınınız sonra yalnız korkmak ve sakınmakla da kalmayınız,
iradenizi sarfedip gerekli sebeplere de teşebbüs ediniz, Allah'ın emirlerini
yerine getiriniz ve bununla da kalmayınız, Allah'a yaklaşmak için daima vesile
arayınız, her fırsattan istifade ile kendi gönlünüz ve isteğinizle farzlar ve
vacipler dışında güzel güzel işler, Allah'ın rızasına uygun ameller yaparak
kendi tarafınızdan da kendinizi Allah'a sevdirmek isteyiniz, isteyerek,
yalvararak çalışınız ve uğraşınız" demektir. Ve bunda "Mümin kulum
bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder" kudsî hadisinin mânâsının
yerleştirilmiş bulunduğu açıktır. "Vesîle cennette bir makamdır"
hadis-i şerifi vesilenin ahirete ait önemini anlatır. Kısaca vesile, lazımdır.
Ve onu bulmak için isteyip aramak ve başvurmak da gereklidir. Çünkü vesilenin
vesilesi de iman ve ittika (korunma) ile istek ve iradedir. Ve şu halde asıl
vesile Allah'a yaklaşma kasdı ve sevme arzusudur. Ve işte bu kast ve niyet ile
sebepleri araştırma, güzel ahlâk ve güzel amel gibi Allah'ın rızasına uygun hoş
vesileler hazırlamakla kulluk için koşmayı emretmektedir. Ve bunun içindir ki,
buna, mücahede emri katılmıştır. İman, ittikâ ile; ittikâ, vesileyi aramakla;
vesileyi arama da, mücahede ile tamam olur.
Şimdi imandan sonra bu üç emri yerine
getiriniz ve bunlara da inanıp koşunuz ki kurtuluşa ermeyi ümit edersiniz.
36-37-Zira hiç şüphe yok ki o küfredenler,
kıyamet gününün azabından fidye verip nefislerini kurtarmak için, mesela bütün
yeryüzündeki şeylerin toplamı daha bir o kadarıyla beraber kendilerinin olsa,
hepsini feda etmek isterler, ama kendilerinden kabul olunmaz, ve onlara mahsus
elem verici bir azab vardır, ateşten kaçmak isterler halbuki onlar ondan
çıkamazlar, çıkmak istedikçe küfrün gereği olarak yine içine atılırlar. Ve
bunların hakkı köklü ve ebedî bir azabtır. Şu halde siz bunlara asla benzemeyin
ve bunlardan korkup çekinmeyin de ancak Allah'tan korkun ve Allah'a yaklaşmak
için vesile isteyin, sebeplerini hazırlayın da bunlarla mücahede edin ve
yeryüzünde bozgunculuk için çalışanların da dünyadaki cezalarını verin. Ve bu
cümleden olmak üzere:
Meâl-i Şerifi
38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına
karşılık Allah'dan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet
sahibidir.
39- Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder,
halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah
bağışlayan, merhamet edendir.
38-SİRKAT, lugatta "başkasının malını
gizli olarak almaktır" ki, dilimizde hırsızlık denir. Hırsızın çoğunlukla
göz diktiği, çalmak istediği mal, rağbet edilen mallardan olur. Yoksa alınması
âdet olarak normal karşılanan şeylerin alınıverilmesini örf tam mânâsıyla bir
hırsızlık saymaz. Hırsızlığın mahiyetinde mal sahibinin koruma ve gözetimini
çalmaya kalkışmak mânâsı vardır. Bunun için hırsızlık fiilinin cezayı
gerektirecek derecede tam anlamıyla oluşması iki şarta bağlıdır ki, birisi
alınan malın az çok beğenilebilecek bir ölçüye ulaşması, diğeri de bir mekanda
veya muhafızlı bir yerde saklanmış olmasıdır. Ancak İbnü Abbas, İbnü Zübeyr,
Hasenü'l-Basri ne miktarın, ne de saklamanın, şart olmadığına ve azın, çoğun
hırsızlık olup ceza lazım geleceğine kâni olmuşlardır ki, Zâhiriye mezhebinden
Dâvûd-u İsfahâni'nin ve Hâricîlerin görüşleri de budur. Gerçi az veya bekçisiz,
açıktaki bir malı alıvermek de hırsızlık kabilinden ise de, bu genellemenin tam
bir hakikat olduğu şüphelidir. Zira örfün müsaade ettiği miktarı alıvermek bir
terbiyesizlik olmakla beraber ne açığına gasb, ne de habersiz alınmasına
hırsızlık denilivermediği de bilinmektedir. Halbuki cezalar her yönden kesin ve
yakînî ve şüphe ile düştüklerinden, eli kesilecek hırsıza tam mânâsıyla ve
şüphesiz olarak sârik (hırsız erkek) veya sârika (hırsız kadın) denilebilmek
için nisab (belli miktar) ve hırz (saklama) her halde şart olmalıdır. Ve bunu
isbat için rivayet edilen haberler hiç dikkat nazarına alınmasa bile, hırsızlık
kelimesinin tam örfi mânâsı bunu gerektirir. Ve fıkıhçıların çoğunluğu bunda
ittifak etmişlerdi. Ancak nisabın ölçüsünde ihtilaf etmişlerdir. Bir kerre
dörtte bir dinar veya üç dirhemden aşağısına itibar eden olmamış ve İmam-ı Azam
Ebu Hanife hazretleri madrûb (basılmış, damgalanmış) olmak üzere on dirhem
gümüş akçe kıymetine ulaşamayana itibar edilmiyeceğini yani bunun aşağısında
ta'zir (haddin dışında ceza) yapılırsa da, had (şer'î ceza) lazım gelmeyeceğini
göstermiştir ki, bir dinara eşit demektir. Hakikatte başkasının bir
"tane" sini çalmak bile lugat ve örf bakımından bir hırsızlık olsa
da, kesinlik demek olan cezalarda şüphenin muteber olduğunda söz olmadığından,
fiilî hırsızlığın ceza ve nekâl olan şer'î cezayı gerektirecek bir suç olması
şüphe-i ibâha (bir şeyin alınmasının mubah olduğu hakkındaki şüphe)dan, şübhe-i
hak (bir şeyin alınmasının hak olduğu hakkındaki şüphe)dan, şüphe-i ıztırar
(bir şeyin alınmasının zaruri olduğu hakkındaki şüphe)dan da uzak olması
gerekir. Halbuki bir malın muhafaza edilmemesi bir müsamaha ve dolayısıyla bir
ibâha şüphesi teşkil edeceği gibi; bir şahsın az bir miktarda bir malı çalmaya
tenezzül etmesi de her halde bir zaruret şüphesinden uzak değildir. İlk önce
zekat, sadakalar gibi infak hükümleriyle çaresizliğin defedilmesinin sebepleri
temin edildikten "Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak
vardır" (Zâriyât, 51/19) buyurulduktan ve haramlardan zaruret halleri
istisna edildikten sonradır ki, Hak Teâlâ hırsızlığın cezasını emretmiştir. Bu
genel şartlar altında ise hırsızlığa cesaret eden bir elin İslâm sosyal kurumu
içinde kangren olmuş bir uzuv gibi kesilmesi gerekli olur. Fakat fakirlerin
hakkını vermeyen, ıztırab sahiplerinin acısını düşünmeyen ve tersine o zorluğu
günden güne şiddetlendiren bir sosyal toplumun hırsızlara karşı durumu, büyük çapta
hırsızlık yapanların durumuna benzemekten kurtulamaz. Şu halde zorlama veya
zaruret şüphesi ile kesin bir ceza ve nekâle hak kazanmak sabit olamaz. Nitekim
Hz. Ömer bir kıtlık senesinde hırsızlık cezasını tatbik etmemiştir. Çünkü
herkesin sıkıntı ve ihtiyaçla karşı karşıya geldiği böyle bir zamanda infak
(fakire dağıtma) görevinin gereği gibi yapılamayacağı açık olduğundan, her fert
hadd-i zatında sıkıntılı olmasa bile, zaruret şüphesi içindedir. Şu halde malın
açıkta bırakılması bir şüphe-i ibâha olacağı gibi, normal durumlarda çalınan
malın bir sıkıntılının el uzatabileceği az miktardan fazla bir nisabda
bulunmaması da şüphe-i ıztırardan uzak olamayacağından hırsızlık fiilinin
hakkiyle ceza ve nekâl olan cezayı gerektiren bir suç olması için hem nisabın,
hem saklamanın, muhafaza etmenin şart olması gerekir. Ve bu şartlar,
hırsızlığın lugat anlamından olmasa bile, hakkıyla ceza ve nekâl olan
mânâlarından bi'l-işare (işaret yoluyla) sabit, bundan başka hem kitabın genel
kâideleri, hem de Resulullah'ın yüksek sünneti ile teyit edilmiştir ki, daha
geniş açıklaması Fıkıh ilmine aittir.
Özetle, hırsıza bir özür şüphesi bırakmamak
için her halde bir nisâbın da şart olduğu kesindir. Ancak bu nisâbın mikdarı
üzerinde ictihatlar yapılmıştır. Ve fakihler nebevi sünnete bakarak bunun
dörtte bir dinar ile bir dinar veya on dirhem arasında dönüp dolaştığında da
ittifak etmişler, Şâfiî gibi kimisi en küçüğü, İmâm-ı Azam gibi kimisi de en
büyüğü tercih etmişlerdir ki, şüpheden tamamen uzak olan da budur. Acaba on
dirhemden fazla bir miktar kabulüne imkan yok mudur? Biz buna
"vardır" cevabını vermek istiyoruz ve nisâb miktarının, bu iki sınır
arasında dönüp dolaştığında ittifak edilmiş olduğuna kâni değiliz. Mademki
mikdarın asıl meselesi üzerinde ictihatlar yapılmıştır .Ve madem ki bu konuda
şüphe meselesinin büyük bir önemi vardır. O halde bunun ictihada ait mahiyetini
muhafaza eden bir zaman meselesi olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer böyle
olmasaydı müctehidlere en çok ve en az fikirlerini veren misaller, haberler sabit
olmazdı. Bir dinar, bir miskal altın demektir ki, o zaman ondört kırat olan
vezn-i sebi (yedi dinar = on dirhem) dirhemiyle on dirhem gümüş, kıymetçe buna
eşit idi. On iki dirhem sayıldığı da varsa da bu daha küçük bir dirhem
ölçüsüdür. Ve buna göre dörtte bir dinara üç dirhem denir. Nitekim bugün bizde
meşhur olan onaltı kıratlık dirhem ile sekiz dirhem on iki kırat tutar ki,
mecidiyeden biraz fazladır. Demek ki o zamanlar altın-gümüş farkı ortalama
olarak bir on, şimdi ise biz görüyoruz ki bu fark beş altı misli artmıştır. Bir
miskal altın sekiz on dirhem değil, kırk elli dirhem gümüş karşılığına
çıkmıştır. Altın gümüş farkı böyle olduğu gibi, eşya ile nukut (paralar)
arasında da bu farklılık açıktır. Bir zaman bir miskal altına eşit olup şüphe-i
ıztırârı kaldıran on dirhem gümüş, bugün için o zamanın üç dirhem gümüşünden
daha aşağı bir kıymette bulunduğunda şüphe olmadığı gibi, bugünün bir miskal
altını da böyledir. Şu halde nisab miktarı, şüphe-i ıztırarın defedilmesi
açısından zamanın değişmesiyle değişir.
Bu örneklerden istifade ile zamanımıza göre
şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir mikdar tayini caiz ve hatta lazımdır.
Çünkü: "Kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek
zorunda kalırsa ona günah yoktur" (Mâide, 5/3) âyetinin hükmünün şer'î
cezada da geçerli olduğunda söz olmadığı gibi, bunun şüphesinin de geçerli
olduğunda şüphe yoktur. Ve işte nisab miktarı o günahı ve ona karşı ceza ve
nekâli haketmeyi tayin edecek olan bir ölçüdür.
Ey müminler hırsız erkek ve hırsız kadının da,
yani şüphe ve mazeretten âzâde olarak hırsızlığı açığa çıkan gerek erkek ve
gerek kadın hırsızların da kazandıkları işe bir ceza, Allah'tan bir nekâl, yani
bir daha yapmamaları için hakkıyle bir bağ, bir tuşak, bir kelepçe olmak üzere
ellerini kesiniz. İbnü Mesud mushafında olduğundan dolayı, önce sağ elini,
tekrar ederse sol elini de kesiniz. Çünkü Allah hem azîz (üstün), hem hakîm
(hikmet sahibi)dir. Emrine karşı gelinmez, hükmünü hikmetle verir.
"Hak" O'nun yüksek himayesinde, ceza O'nun hikmeti cümlesindendir.
Zulüm ve bozgunculuğa razı olmayan, hayır ve hakka çalışmak için el ve kudret
ihsan eden; Allah'dan gereğince korkmayı, vesile aramayı, mücahedeyi emreden;
fakirleri korumak, sıkıntılı olanları gözetmek, düşkünlere yardım etmek için bu
kadar âyetler ve hükümler indiren; infak, zekat, sadakalar, yardımlaşma
hükümleriyle gücü olanlara vazifeler farz kılan, zenginlerin mallarından
dilencilere, düşkünlere belli bir hak veren Allah Teâlâ'nın bu emirlerini, bu
hükümlerini icra ve tatbik eden müslüman, sosyal toplumu içinde Allah'tan
korkmayarak, Allah'a yaklaşmak için güzel vesileler dileğinde bulunmayarak ve
Allah yolunda mücahede etmek için nefsinin, şehvetinin isteklerine
sabredemeyerek başkasının hukukuna gizlice el uzatmak kendisinin ne hakkı, ne de
hakkı olduğu şüphesi bulunmayan bir malı Allah görmüyormuş gibi çalmaya
kalkışmak elbette Allah'ın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir
harptir. Ve böyle bir elin cezası da kesilmektir. Şu halde suç ile ceza
arasında denklik yok zannedilmesin. Zira bu ceza yalnız malın karşılığı değil,
gizli bir hainlik ve Allah'ın izzetine bir tecavüz olan hırsızlık fiilinin
cezasıdır. Bu el kendini ateşe sokmuş veya kılıca uzatmıştır. Bu, gerek ona ve
gerek ona uyup azacak olanlara Allah tarafından öyle sabit bir kelepçedir.
Bununla hem hırsız fesad (bozgunculuk)tan temizlenir, hem de diğerleri. Sonra
Allah Teâlâ'nın izzetine bu şekilde tecavüz edenleri bu cezaya layık kılması ve
böyle devamlı bir kelepçeye koyup haddini bildirmesi yalnız bir kızgınlık eseri
değil, sırf hikmettir. Bu ceza tatbik edilen sosyal toplumda hırsızlığın kökü
kesilir. Kesilmeye layık el bulunmaz olur. O şart ile ki, hakkıyle tatbik
edilsin ve her şüpheden sâlim olarak tatbik edilsin de hiçbir haksızlığa meydan
verilmesin. Aksi halde Allah'ın izzet ve hikmeti de ters şekilde ortaya çıkar.
Haksız yere bir mal çalan elin cezası kesilmek olursa, haksız yere bir el çalan
ellerin cezasının ne olması lazım geleceği tasavvur olunsun!
39- Yani hırsızlık yapıp kendi elinin
kesilmesine sebep olarak kendine zulmetmiş olan hırsız erkek veya hırsız
kadından herhangi birisi eli kesildikten sonra tevbe edip hâlini düzeltirse
Allah affedici ve merhametli olduğu için tevbesini -her halde- kabul eder. Ve
ahirette ona başka azab yapmaz, rahmet ve mağfiret eder. Şu halde eli kesilmiş
ve tevbekâr olmuş olanlara daha önce hırsızlık etmiş diye kötü gözle bakmamalı,
acıyıp yardımda bulunmalıdır.
Bu tevbe, cezanın tatbikinden önce olursa ceza
düşer mi, düşmez mi? Çoğunluk ve Hanefiler, "mal sahibi affetmedikçe olmaz",
İmam Şâfiî ise, bir görüşünde "olur" demiştir. Gerçekte zulümden
maksat nefsine değil, başkasına olan hırsızlık olduğu takdirde bu âyet, bunu
ifade etmiş olacağı ve yukardaki büyük hırsızlık erbabının tevbeleri meselesi
de bir itibar ile bunu teyit edeceği için, biz de bu mânâyı tercih edeceğiz.
Ancak bu şekilde "durumunu düzeltirse" şartı gereğince iyi hâlinin
ortaya çıkması için tâziren (şer'î bir had cezası dışında) uygun bir müddet
hapis ve çalınan mal yok edilmiş ise ödetilmesi lazım geleceğinden gaflet
edilmemelidir. Had (el kesme) cezası icra edildiği takdirde ise
"yaptıklarına ceza olarak" ifadesinin delaletince, fiilin tam cezası
verilmiş ve "haketme" de kazanma mânâsında dahil bulunmuş olacağından
ödenmesi lazım gelmez. Fakat aynen mevcut ise geriye alınır. Çünkü kazanılmış
değildir.
Şimdi bu hükümler ve Allah'ın emirlerinin
şiddeti ve insanlık âleminde bu gibi cezaları haketmiş fesad erbabının varlığı
âlemlere rahmet olan Resulullah'ın kalbinde bir korku ve hayrete, bir hüzün ve
üzülmeye yol açabileceğinden, bunu yasaklamakla adalet hükümlerinin yerine
getirilmesine sevketmek için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
40- Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait
olduğunu, dilediğine azap edip dilediğini de bağışladığını bilmedin mi? Allah
herşeye kâdirdir.
41- Ey peygamber, ağızlarıyla
"inandık" deyip, kalbleriyle inanmamış olanlardan ve yahudilerden
küfürde yarış edenler seni üzmesin. Onlar yalana kulak verirler, sana gelmeyen
diğer bir topluluğa kulak verirler, kelimeleri yerlerinden değiştirirler,
"eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının" derler. Allah
birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın.
Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir.
Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azab
vardır.
42- Onlar, yalana çok kulak verirler ve çok
haram yerler. Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz
çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer
aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaletli davrananları
sever.
43- İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında
dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da dönüveriyorlar? Onlar
inanıcı değillerdir.
44- İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat'ı,
elbette biz indirdik. Müslüman olan peygamberler, yahudiler hakkında
hükmederler, kendilerini Tanrıya adamış zâhitler, âlimler de, Allah'ın kitabını
korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirler) ve onun Allah'ın
kitabı olduğuna şahitlik ederlerdi. İnsanlardan korkmayın, benden korkun,
âyetlerimi az bir paraya satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte
onlar kâfirlerin ta kendileridir.
45- Biz Tevrat'ta onlara, cana can, göze göz,
buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme)
yazdık. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendi günahlarına
keffaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin
ta kendileridir.
46- O peygamberlerin ardından, yanlarındaki
Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryemoğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet
ve nur olan, kendinden önceki Tevrat'ı tasdik eden ve Allah'dan korkanlar için
bir hidayet rehberi ve bir öğüt olan İncil'i verdik.
47- İncil ehli de Allah'ın ona indirdikleriyle
hükmetsinler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta
kendileridir.
48- Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları
tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik.
Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine
uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, herbiriniz için bir şeriat ve yol
belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size
verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü
Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.
49- Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet.
Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni
saptırmalarından sakın. Eğer Allah'ın hükmünden yüzçevirirlerse, bil ki Allah,
bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki
insanların çoğu yoldan çıkanlardır.
50- Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar?
kesinlikle bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?
40-NÜZUL SEBEBİ: Ebu Hureyre, Berâ b. Âzib,
İbnü Abbas ve daha birçoklarından gelen rivayetlerin özetine göre Tevrat'ta
İsrailoğulları'ndan zina edenlere recm (taşlanmak suretiyle öldürülme)
emredilmişti ve bunu tatbik ediyorlardı. Nihayet bir gün büyüklerinden birisi
zina etmiş, recm için toplanmışlar, fakat ileri gelen seçkinler ve memleketin
saygın kişileri kalkmışlar, yasaklamışlar. Sonra zayıflardan birisi zina etmiş,
bunu recm etmek için toplanmışlar. Bu defa da düşkünler gürûhu kalkmış,
"Arkadaşınızı recm etmedikçe bunu da etmeyin, ikisini de recm edin"
demişler. Bunun üzerine, " mesele zorlaştı, geliniz bir çaresine bakalım"
demişler. Recmi bırakıp tahmime karar vermişler ki, yünden örülmüş, zifte
bulanmış bir kamçı ile kırk kamçı vururlar, yüzünü karalarlar, ters yüzüne bir
eşeğe bindirip dolaştırır teşhir ederlermiş. Peygamberimiz Medine'ye şeref
verinceye kadar böyle yapıyorlarmış. Berâ b. Âzib (r.a.) den rivayet edildiği
üzere birgün Resulullah Medine'de böyle bir yahudinin dolaştırıldığına bizzat
rastlamış, âlimlerinden birini çağırmış, "Sizde zina eden kimsenin cezası
böyle midir?" diye sormuş, "evet" demiş. "Musa'ya Tevrat'ı
indiren Allah için söyle, kitabınızda zina edenin cezasını böyle mi
buluyorsunuz?" deyince, "Böyle yemin vermeseydin söylemezdim, doğrusu
recimdir" demiş ve kıssayı nakletmiştir. Sonra yahudi ileri gelenlerinden
Yüsre adında bir kadın Hayber ileri gelenlerinden bir yahudi ile zina yapmış,
tutmuşlar, Kureyza oğullarından bir takımlarını Resulullah'a göndermişler,
"Sorunuz bakalım zina hakkında ona indirilen hüküm nedir? Korkarız ki bizi
rüsvay eder, şayet celd (deynekle vurma cezası) derse tutunuz, recim (taşlamayla
öldürme cezası) derse sakınınız" demişler. Gelmişler, sormuşlar. Ebu
Hureyre (r.a.)'ın rivayetine göre: "Şu adam ihsanından (namuslu
yaşamasından) sonra namuslu bir kadın ile zina etti, seni hakem yapıyoruz,
hüküm ver" demişler. Bunun üzerine Peygamberimiz kalkmış yahudilerin
dershanelerine gitmiş, "Ey yahudi toplumu, bana en bilgininizi
çıkarınız" buyurmuş, onlar da Abdullah b. Sûriya'yı çıkarmışlar, Kureyza
oğullarından bazılarının rivayetine göre o gün İbnü Sûriya ile beraber Ebu
Yasir b. Ahtab'ı ve Vehb b. Yehûdâ'yı da çıkarmışlar ve "İşte bunlar bizim
bilginlerimiz" demişler. Resulullah biraz konuşmuş, nihayet "Kalanlar
içinde Tevrat'ı en iyi bilen budur" diye İbnü Sûriya'yı göstermişlerdir
ki, henüz genç ve yaşça diğerlerinden küçük ve tek gözlü imiş, Resulullah
bununla tenha kalmış ve meseleyi açmış, "Ey İbnü Sûriya Allah'a ve
Allah'ın İsrailoğulları'na olan nimetlerine ant vererek söylüyorum. Namuslu
hayatından sonra zina eden kimse hakkında Allah'ın Tevrat'ta recm ile
hükmettiğini bilmiyor musun?" buyurmuş, o da: "Allah için evet, ey
Kasım'ın babası (Muhammed)! Bunlar senin Allah tarafından gönderilmiş bir
peygamber olduğunu kesin bir şekilde bilirler ve fakat haset ediyor
(kıskanıyor) lar" demiş. Resulullah da oradan çıkmış, gelip hükmünü
vermiş, zina eden erkek ve zina eden kadının ikisinin de recmini emretmiş. Beni
Osman b. Galip, b. Neccâr mescidinin kapısı önünde recmedilmişler. Fakat İbnü
Sûriya böyle dediği halde, sonradan düşük karekterli yahudilerin saldırısıyle
inkâr etmiş ve işte âyeti ve tahrif olayı bunları hatırlatarak nazil olmuştur.
Bir de İkrime ve Katâde ve daha bazılarının rivayetine göre Beni Nadir
yahudileri Beni Kureyza'dan daha haysiyetli ve şerefli imiş. Bunun için Beni
Kureyza'dan biri Beni Nadir'den birini öldürürse öldürülür. Fakat Beni
Kureyza'dan birini öldürürse yüz vesak (1 vesak = 200 kg) hurma diyet
alınırmış. İbnü Zeyd'in rivayetine göre Huyey b. Ahtebî, Nadir'li için iki
diyet, Kureyzalı için bir diyet hükmedermiş. Sonra Benî Nadir'den biri, Beni
Kureyza'dan birini öldürmüş, Beni Kureyza da Peygamberimizin hükmüne müracaat
etmişler. Buna işaret olarak inmiştir. Hasılı bu âyetler müslüman olmayanların,
İslâmın hükmüne müracaatı hakkında nazil olmuştur. Ve bu arada onların ahlâkı
ve müracaattan maksatları da bildirilmiştir. Fakat bu âyetlerin siyakında
zinaya dair açıklık bulunmadığına göre asıl nüzul sebebi olan hadise ikinci
rivayet dolayısıyla bir öldürme olayı olmak üzere daha uygun görünüyor. Bundan
dolayı önceki olay nüzul sebebi olmaktan çok âyetin istidrâd (bir konudan
diğerine geçme) yoluyla işaret ettiği geçmiş olaylar cümlesinden olabilir. Bir
de İbnü Atıyye, doğru rivayete göre recm meselesini asıl meydana koyup yahudi
bilginlerini rüsvay edenin Abdullah b. Selâm olduğunu söylemiştir.
41- "Ey peygamber!" Peygamberlik
ünvanıyla nidâ, şân yükseltmek ve kalbi takviye etmek suretiyle vazife yapmaya
sevketmek ve "küfre koşanlar seni üzmesin" tecellisine güzelce
hazırlamak içindir. Zira inkâra koşanlar seni üzmesin, demek, görünüşte
kâfirleri Peygamber'i üzecek hareketlerden yasaklamakla beraber, gerçekte:
"Sen bunlardan dolayı üzülme" diye Peygamber'i yasaklamadır. Hüzün
ise insanın elinde olmayan hareketlerden olduğu için, bundan maksat, yasaklama
değil, teselli etmek ve üzüntüyü gidermektir. Ve bunda adaleti ve hakkı
tanımayanlara karşı gerçeği anlatmak ve hüküm icra etmenin -âdet olarak-
üzülmeye sebep olduğuna da işaret vardır. "gerek ağızlarıyla
"inandık" deyip, kalpleri ile inanmamış olanlardan ve gerekse
yahudilerden (olsun)" Bu ifade küfre koşanları açıklamaktır. Yani bunlar
ağızlarıyla "biz inandık" diyen ve fakat kalblerinde iman olmayan
münafıklarla yahudilerden imiş. Hüküm, nüzul sebebine ve sayılı şahıslara
tahsis edilmiş olmayıp âmm (genel) olmak için belirli vasıflarıyla tarif
olunarak buyuruluyor ki, bunlar:
1- dirler, yani pek çok yalan dinleyicidirler.
Doğru söz bunların hoşuna gitmez, onu dinlemekten içleri sıkılır, fakat yalana
gelince seve seve dinlerler, memnun olurlar. Yalanlar, romanlar, masallar,
propagandalar, uydurmalar, iftiralar, ara bozuculuk, yağcılık bunların çok
hoşlanarak dinledikleri şeylerdir. Ve bu hal onlarda bir alışkanlık olmuştur.
Bunun için daima yalancılara mahkum olurlar. Bundan dolayı,
2- dirler. Yani sana gelmeyen ve geriden
geriye insanları, şaşırtıp yanlış iş yaptıran diğer bir kavmi dinlerler ki asıl
küfrün, yalanın kaynağı bunlardır. Bunlar öyle bozgunculuk yaparlar ki yerli
yerine mahallesine konduktan sonra hak kelimeleri bozarlar, asli yerlerinden
çıkarırlar. Güya bunlara göre söz doğruyu anlatmak, doğruyu ve gerçeği
açıklamak için değil; hakikati örtmek, aldatmak için konulmuştur. Kendileri hep
eğri söyledikten başka belli ve açık sözleri hatta ilâhî kelâm ve kitapları da
bozarlar. Baksanıza recm âyetine ne yaptılar!
Bu gelmeyenlerin Fedek yahudileri oldukları da
söylenmiştir. Bu fıkra bunların yalnız içerde, perde arkasında tahrik
yapanlarına mahsus olmayıp siyasî durumlarına ve yabancı telkinlerine tâbi
bulunduklarına da işareti içermektedir. Yani küfre koşanlar en çok yabancı
telkinlerine kulak verenlerdir.
Böyle perde arkasından kelâm bozarak ve
niyetine hile katarak yalan dinleyicileri tahrik edenler sana ve senin
mahkemene gelenlere şöyle hüküm verilirse tutun, verilmezse sakın yanaşmayın,
derler, küfür telkin ederler. O yalan dinleyiciler de bunlara aldanır küfre
koşarlar. Ve her kim ki, Allah onun fitneye düşmesini isterse, artık sen onun
için Allah'tan hiçbir şey kurtarmaya sahip olamazsın. Şu halde bunlar seni
üzmesin. Çünkü, bunlar öyle kimselerdir ki, Allah bunların kalblerinin
temizlenmesini istememiştir. Kalblerini bu şekilde bozmuş ve mühürlemiştir.
Şüphe yok ki Allah bu kalblerin de temizlenmesini isteseydi, bunların da
kurtulması mümkün olurdu, fakat istememiştir,. Bunu "Niçin
istememiştir?" denemez. Zira Allah'ın iradesi illet (sebeb) lerin
başlangıcıdır. (Bu sûrenin başına ve Bakara sûresinin 6.âyetinin tefsirine
bkz.) Bu her iki kısımın hakkı dir. Yani, onlar için dünyada bir rezillik yine
onlar için ahirette büyük bir azab vardır. Bunlar,
42-3- yalan dinleyici, haram yiyicidirler.
Rüşvet alırlar, yalan olduğunu bildikleri bir davayı dinler hükmederler veya
ettirmeye çalışırlar. Basit bir menfaat için yalanı yağlarlar, arabozuculuk ve
kandırma peşinde koşarlar, rüşvetle bile bile yalancı şahit dinlerler, yalan
yere şahitlik ederler, para alır haksızların, yalancıların yalanını
yayınlarlar, yalanlar uydurup para çekerler.
SUHT, (sin)in zammı (ötrüsü) ve ""
(hâ)nın sükûniyle ve İbnü Kesir, Kısâi, Ebu Cafer ve Yakûb kırâetlerinde
"" (hâ)nın zammı (ötrüsü) ile şeklinde, haram mal demektir ki, bir
şeyin kökünü kazımak mânâsına "saht" ten alınmıştır. Haram da
bereketi olmadığı ve ev bark yıktığı için "suht" diye
isimlendirilmiştir. Bir hadis-i şerifte "Haramın bitirdiği her ete en
layık olan şey ateştir" diye rivayet edilmiştir. Suht, her türlü haramı
içine alır. Bununla beraber çoğunlukla sahibinin gizlemek zorunluluğunu duyduğu
bir ayıp, bir âr olan, basit ve alçak menfaatlerde kullanılır. Nitekim Hz.
Ömer, Osman, Ali, İbnü Abbas, Ebu Hureyre ve Mücahid'ten rivayet olarak suht,
" rüşvet, fahişenin aldığı ücret, erkek hayvanın dölü karşılığı alınan
ücret, şarap parası, kendi kendine ölmüş hayvan satışından alınan para, kâhine
verilen ücret, masiyet için verilen ücret diye açıklama yapılmıştır. Bazıları
bunlara biraz daha eklemiş, bazıları da çıkarmıştır. İbnü Mes'ud hediye-i
şefaat (aracılık hediyesin)i de açıkça ifade etmiştir.
Şimdi ey Muhammed, bunlar sana hükmün vermen
için gelirlerse, dilersen duruşmalarına bak, aralarında hüküm ver, tartışmayı
kes; dilersen bakma, yüzünü çevir, kendi kendilerine ne halleri varsa
görsünler, yani serbestsin. Şayet sen onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir
zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletli ve ölçülü hükmet,
. Allah adalet yapanları elbette sever. Atâ, Nehâvî, Şa'bî, Katâde, İbnü Cerir,
Esamm, Ebu Müslim, Ebu Sevr demişlerdir ki, "Müslüman hakimler için de bu
ihtiyar (serbestlik) hükmü bâkidir, dilerlerse hükmederler, dilerlerse
vazgeçerler." Fakat İbnü Abbas, Mücahid, İkrime, Hasen, Atâ-i Horasânî,
Ömer b. Abdilaziz ve Zühri, "Bu serbestlik hükmü, gelecek olan 'aralarında
Allah'ın indirdiğiyle hükmet' emriyle kaldırılmıştır. Şu halde baş vurdukları
zaman bunları kendi hakimlerine göndermek caiz değildir." demişlerdi.
Halbuki bir iki noktada daha nesh sözü geçmiş idi. Hanefi âlimleri de hüküm
vermeyi reddetmenin caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu cümleden olarak İmam
Şâfiî ehl-i zimmet (müslüman devletin gayr-i müslim tebeası) duruşma
istedikleri zaman, müslüman hakimlerine hüküm vermek vacibtir. Fakat
müslümanlarla bir müddete kadar anlaşmış olan taraflar arasında hüküm vermek
vacib değil, muhayyer (serbest)dir demiştir. Serbest bırakma hükmü bir tarafın
başvurusu, vücûb hükmü de iki tarafın rızalarıyla müracaatları haline
yorumlanırsa neshe ihtiyaç kalmaksızın yardım ve arabuluculuk mümkün görünür.
Şimdi bunların hakeme başvurmaları fikri
doğruluktan ve iyi niyetten doğmayıp, sırf arzularına bir çare aramak
maksadıyla olduğunu beyan etmek için buyuruluyor ki:
43- Yanlarında Tevrat, Tevrat'ta Allah'ın
hükmü varken onlar seni nasıl tahkim ediyorlar, ne diye hakem yapıyorlar? Sonra
da nasıl dönüyorlar? Hiç şüphe yok ki, Allah'ın hükmüne ve kendilerinin iman
iddia ettikleri Kitab'a imanları yok da ondan. O halde bunlar asla mümin
değillerdir. Ne Tevrat'a iman ederler, ne Kur'ân'a; ancak arzuları, şehvetleri
arkasında koşarlar. Bunun için sen bunların küfre koşmalarından dolayı üzülme.
44-İyi amma, Tevrat ile hâlâ amel caiz
olabilir mi? Bazı şartlar altında evet. Çünkü hiç şüphesiz biz, Tevrat'ı bir
hidayet ve nuru içeren bir kitap olarak indirdik. Bütün müslüman olan, dinleri
Allah'a teslim ve uymaktan ibaret bulunan peygamberler bununla yahudiler
hakkında hükmederler. Peygamberlerin "İslâm" ile vasıflandırılmaları,
İslâmın şerefini ortaya çıkarmak için genel bir övgü sıfatıdır ki, nebiler
içinde "Allah katında muhakkak ki din İslâmdır" . (Al-i İmran, 3/19)
âyetinde anlatılmış olan İslâmı din edinmedik hiçbir fert bulunmadığına
işaretle yahudilere tariz (taşlamay)i ifade eder. Kelâmın zahiri, bütün
peygamberleri içine alır ki, "Hangisi olsa yahudiler hakkında bununla
hükmeder, dolayısıyla "Muhammed de.." demek olur. Bununla beraber bu
hükmün yahudiler hakkında olması karinesiyle maksad, Musa'dan İsa'ya kadar olan
peygamberlerdir denilmiş. Bazıları da den maksadı, İbrahim dini üzere olan
peygamberlerdir, demişler. İkrime: "Muhammed (s.a.v.) ve ondan önceki
peygamberler" diye belirtmiş; Hasen ve Süddî de: "Yahudilere hükmü
yönüyle, özellikle Muhammed Aleyhisselâm kastedilmiştir" demişler. Çünkü
kelamın sevkedilişinin aslı, Muhammed Aleyhisselâm'a ait olan hükmü isbat
etmektir. Şu halde mânânın özeti, yahudilere hakem olma durumunda bulunan her
peygamber, bununla onlara hükmeder. Şu halde Muhammed aleyhisselâm da.. Bunlardan
başka bütün kendini Tanrıya adamış zâhitler ve yüksek âlimler de. "Rabbânî
" ve "Rabbî" kelimelerinin mânâsı Âl-i İmran sûresinde
"Nice peygamber var ki, kendileriyle beraber birçok erenler
çarpıştılar" (Âl-i İmran, 3/146) âyetinde geçmiş idi ki, İbnü Abbas'dan
rivayete göre, "Rabbânî, insanlar üzerinde ilim ile siyaset icra eden ve
büyük ilimden önce küçük bilgiler ile terbiye eden" ilim ve iyilik erbabı
demek oluyordu." Ahbar" da "" (hâ)nın kesri ve fethiyle
kelimesinin çoğuludur ki "tahbir " ve "tahsin" mânâsına
"hıbr" kelimesinden alınmış ve "mürekkeb" demek olan
"hıbr" ile de ilgili olarak ilm-i tahbir, yani tahriren (yazarak)
veya takriren (anlatarak) güzelleştirme, süsleme ve yazarak tesbit ve devam
ettirmeye çalışan yahut güzel kalem sahibi olan yüksek âlimler demektir.
Esasında bu mânâ ile yahudi âlimlerine "ahbâr" denilmiştir. Fakat
burada maksad, doğru ve tam mânâsıyla bilginler olan yahudi fakihleridir.
Zemahşeri der ki: "Rabbâniyyun ve ahbar, Harun Aleyhisselâm'ın
evlatlarından peygamberlerin yolunu benimseyen zâhidler ve âlimlerdir."
Özetle yalnız peygamberler değil, varisleri
olan hakiki zâhitler ve âlimler, imamlar ve fakihler de bununla hükmederler.
Çünkü bu peygamberler, zâhidler ve bilginler Allah'ın kitabını, hakikaten
Allah'ın kitabından olanı korumakla görevlendirilmiş ve bunun üzerine şahit
olmuş bulunduklarından, bu sebep ve bu haysiyetle öyle hükmederler. Ki bu
koruma iki şekildedir: Birincisi kalblerinde hissetmek ve dilleriyle öğretmek,
eğitmek ve beyan etmek. Diğeri de hükümlerine uyup, gereğince amel ederek
korumaktır. Şu halde insanlardan korkmayın, benden korkun, benim âyetlerimi az
bir değere satmayın. Çünkü her kim Allah'ın indirdiği kitap ile hükmetmez, onun
hakimiyetini tanımazsa, işte bunlar o kâfirlerdir. Ki bunlar için elem verici
azab, devamlı azab vardır .Bunlar ateşten çıkmak isteseler de çıkamazlar.
45-46-Biz Tevrat'ı indirdik ve onda bu
yahudilerin üzerine şöyle yazdık, şöyle farz kıldık ki elbette cana can, göze
göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve seviyelerine göre yaralar
birbirine kısastır. Yahut can cana karşılıktır, göz göze karşılıktır, burun
buruna karşılıktır, kulak kulağa karşılıktır, diş dişe karşılıktır ve
benzerleri bunlar gibi benzeyişleri mümkün olan yaralar birbirine kısastır.
Kisâî kırâetinde hepsi ref' ile okunmuştur ki, her biri birer cümle olarak
cümlesine mânâ cihetiyle bağlanmakla, "şunu da yazdık, şunu da, şunu da
"diye fiilinin mef'ûlü olur. İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Amir kırâetlerinde
ref (ötrü) ile okunur ki, tafsilat verdikten sonra hükmün genellemesi ve özeti
olur. Nâfi, Âsım, Hamze kırâetlerinde ise hepsi "nefse" atfedilerek
mensub (üstünlü) okunur ve "kısâs" hepsinin haberi olabilir.
Gösterdiğimiz iki meâl bunları hatırlatmaktır. Bununla beraber hüküm değişmez.
Yani yaşama hakkına bilerek zulmedilip haksız yere öldürülen insanın
öldürülmesinden dolayı, öldürenin de tam hakkı bir candır. Yok edilen bir
hakkın tam gereği de ayniyle ödenmektir. Bir can da bir cana tamamen eşit ve
karşılıktır. Ve hayat hakkı eşittir. Şu halde öldürülenin hakkının esası,
katilin canıyla kısas olunmaktır. Bir can yerine bir candan fazla almak veya
noksan vermek haksızlıktır, zulümdür. Meğer ki hak sahibi noksanı almaya razı
olsun. Aynı şekilde bir göz kör edenin tam borcu bir gözdür. Görme dereceleri
isterse, eşit olmasın. Yaşama hakkı açısından bir göz de bir gözün dengidir. Şu
halde gözü kör edenin tam borcu da nihayet gözünü verip kör olmaktır. Çünkü bir
göz, bir gözün dengi, körlük körlüğün kısasıdır. Fazlası fazla, noksanı
noksandır. Burun, kulak, diş.. hepsinde de aynı benzerlik geçerlidir. Ve bu
ölçü üzere eşitlik ve benzeyişin korunması, kesinlikle mümkün olan her uzvun
kesilmesidir. Her yaşamın kısası kendi dengidir. Bir ekleminden parmak veya el
ve ayak veya dibinden zeker (erkeklik organı) ve ünseyeyn (iki husye = iki
yumurtalık) kesilmek veya eti ezmeden veya kemiği kırmadan baş yarmak gibi
denkliğin korunması mümkün olan yaralar aynı aynına takas olur. Fakat et
parçalanmak, kemik kırılmak veya içe girmiş olmak gibi benzeme ve eşitliğin
muhafazası mümkün olmayan veya ölüm tehlikesi bulunan yaralar böyle değildir.
Kısas, tam dengi dengine karşılama ve takas demek olduğundan, denklik
bulunmayan veya denkliğin korunamaması ihtimali bulunan yaralamalara kısas
yapılamaz. Şu halde bunlar tam mânâsıyla ödenemeyip zaruri olarak tam makul bir
dengi olmayan maliyet itibariyle, yani erş (sakatlanan bir uzuv için
yaralayandan alınan şer'i diyet, kan parası) veya hükümet-i adl (bilirkişinin
tayin edeceği tazminat) ile ödetilebilir. Kısas, tam bir ödetme olduğu için
bunda kul haklarının alınması dolayısıyla, Allah'ın hakkı ve umûmun hakkı da
ödetilmiş olur. Ve başka hiçbir ceza gerekmez. Fakat kısas edilemeyince başka
şekilde ödetilme eksik demek olacağından erş (şer'î diyet) ile tazminattan
başka tazir olarak bir ceza haketmesi ortadan kalkmaz.
Sonra şunu da unutmamak gerekir ki, kısas,
şeriat sahibine göre yerine getirilmesi öncelikle ve bizzat kastedilmiş olmak
üzere meşrû kılınmış bir hüküm değil; tecavüz edilen, yok edilen bir hakkın
gereği olmak ve hayat (yaşama) hakkının masûniyet (dokunulmazlığ)ini temin
etmek için meşrû kılınmıştır. Yani cana can, göze göz yazılmak, can almak, göz
çıkarmak için değil; cana dokundurmamak, göz çıkartmamak içindir. Şu halde:
Her kim kısas hakkını tasadduk eder, affederse
bu kendisine bir keffarettir. Yani kısas öncelikle bir kul hakkıdır. Bunun
Allah'ın hukukundan bir görev, bir fariza olması, şahsi hukuk dolayısıyla
gerçekleşir. Hak sahibi ise hakkının alınmasına da, düşmesine de sahiptir. O
halde hak sahibi tarafından talep ve dava olunmadıkça kısas yapılamaz. Ancak
istediği zaman yerine getirilmesi farz olursa da, bu talep kendisine farz
değil, hatta affetmesi mendûbtur. Şeriatın sahibi Allah Teâlâ kısas istemeyi
emretmek şöyle dursun, tersine affa teşvik etmek için tasadduk ve keffaret diye
tabir etmiştir. Bu hakkını affeden, bütün günahlarının bağışlanmasına vesile
olacak büyük bir sadaka yapmış olacaktır. Çünkü bu af, bir insana bir hayat
kazandırmaktır. Buna da bütün insanları ihyâ etmiş kadar bir sevap vaad
edilmiştir. Demek ki kısas, Allah katında icrası (yapılması) istenildiği için
değil, "Sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl sahipleri, umulur ki
gereğince sakınırsınız" (Bakara, 2/179) âyetinin delaleti üzere hayat
hakkına zulüm ve tecavüz vahşetlerinden ve cinayetlerinden insan hayatını
korumak için meşru kılınmıştır. Gerçi kısas da bir yok etmeyi içerir ve bir
zarara zarar ile karşılık verme gibi anlaşılabilir. Fakat bu yok etme hakkı,
hayatı kaldıran bir cinayet ve vahşeti yok etmektir. Bu ise hayat hakkının yaşaması
demektir. Bunun için dünyada adalet ve eşitliğe kısastan daha büyük bir misal
gösterilemez ve zaten kısasın mânâsı, eşitlik ve tam bir denklik demektir.
Yaşama hakkını yok eden bir caninin yaşama hakkı olmadığını kendi gözüyle
görmesi ne büyük bir adalet manzarasıdır. Sonra hak ve adaletin bu güçlü
manzarası altında hayat hakkının kendi kazancıyla ortadan kalktığını gören bir
kimseyi affedip de, kendisine yeniden bir hayat hakkı bağışlamada da öyle
yüksek, öyle kutsal bir ihsan (iyilik yapma) manzarası vardır ki, insanlık
âleminde bundan daha güzel, daha yüksek bir iyilik örneği gösterilemez,
"Kim o kimseyi (hayatını kurtarmak sûretiyle) yaşatırsa, bütün insanları
yaşatmış gibi olur". (Mâide, 5/32)
İşte bu ilâhî hüküm, bir tarafında böyle bir
adalet manzarası, bir tarafında da böyle bir iyilik manzarası görülen bir
hidayet ve nurdur. Yahudiler ise kitaplarında yazılan bu ilâhî hükümler ile de
hükmetmez oldular. Ve her kimki Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte
bunlar da o zalimlerdir, o haksızlar güruhundan başka birşey değillerdir. Çünkü
zulüm herhangi bir şeyin hakkını vermemek, onu Allah'ın tayin ettiği uygun olan
yerinden başkasına koymaktır. Allah'ın hükmedilmek için indirdiği, bildirdiği,
yazdırdığı hükümler ile hükmetmemek de önce Cenâb-ı Hakk'ın kanununun hakkını
vermemektir. Bu da hiçbir şeyin hakkını vermemek, ya ifrat (çok ileri gitmek)
veya tefrît (ihmal) etmektir. Zulmün zulüm, zalimin zalim olmasını tayin eden
hükmün ve bu hükme ölçü olarak alınan delil de Allah Teâlâ'nın indirdiği
hükümler ve hak kaidelerdir. Şu halde bununla hükmetmemek, zulüm ile adaleti,
zalim ile mazlumu ve bunlar arasındaki doğruluk orantısını birbirinden
ayırmamak ve seçmemektir. Zulüm ve zalimi ayırmayan, ayırmak istemeyen, Hakk
ölçüsünü görmeyen ve görmek istemeyenler ise zalimlerin başlarıdırlar ve asıl
zalim bunlardır. Ve bunlar Nadir oğulları ve Kureyza oğulları olaylarında
olduğu gibi yahudilere yahudilik görevini tatbik etmeyen zalimler
güruhundandırlar. Fakat şunu da bilmek gerekir ki, Allah'ın indirdiği hüküm,
Tevrat'tan ve Tevrat'takilerden ibaret değildir. Tevrat'ı indirdikten başka bir
de biz, o peygamberlerin izleri üzere arkalarından Meryemoğlu İsa'yı, önündeki
Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik. Şu halde Tevrat'ın hükmüyle amel, onun
tasdiki ile şartlanmış olmak üzere bir daha teyit edildi. Bu şekilde İsa'yı
gönderdik. Ona da İncil'i bir hidayet ve nuru içine almış, ve önündeki Tevrat'ı
tasdik ve teyid edici, ve yeterince korunanlara bir hidayet ve öğüt olarak
verdik.
47- İncil ehli de Allah'ın bunda indirdiği
tasdik, hidayet ve öğüt ile hükmetsin. Hamze kırâetinde (lâm) ın esresi ve
(mim)in fethasıyle şeklinde okunur ve mef'ûlün leh olmak üzere e atfolur
ki," muttakilere hidayet ve öğüt olmak üzere ve İncil ehlinin bundaki
tasdik, hidayet ve ilâhî öğüt ile hükmetmeleri için verdik" demektir.
Demek ki İsa, geçmiş peygamberlerin izinde olmakla beraber, bağımsız bir şeriat
ile gönderilmiş bir resuldür. Ve yahudilik bununla son bulmuş yani neshedilmiş
(hükmü kaldırılmış)tir. Bundan böyle İsa ve İncil'in tasdikini düşünmeden
Tevrat ile doğrudan doğruya ve genel olarak amel etmek caiz değildir. İsa ve
İncil'i tanımayıp yahudilik iddia edenler, gerçekte kâfir ve zalimdirler. Fakat
bunlar kendi dava ve inançlarına göre İncil hükümleri ile mutlak olarak sorumlu
tutulamazlarsa da Tevrat hükümleriyle mutlaka yükümlü tutulurlar. Hâlâ mutlak
amel edilmesi gerekli Allah'ın kitabı olduğuna imanın lüzümunu iddia eden
yahudiler Tevrat ile hükmetmedikleri veya Tevrat gereğince aleyhlerine verilen
hükme itiraz ettikleri takdirde kendi davalarını bozmuş, küfürlerini ve
zulümlerini itiraf etmiş ve kendilerinin kendi nazarlarında da kâfir ve zalim
olduklarını ispatlamış olurlar. Şu halde Tevrat ile yahudiler aleyhine hüküm ve
yükümlülük böyle olduğu gibi hıristiyanlar hakkında da İncil böyledir. O halde
İncil ehli, yani hıristiyanların hakkı da İncil ile mutlak, Tevrat ile de
İncil'in tasdiki dairesinde mukayyed olarak hükmetmek ve bu şekilde verilen
hükümleri kayıtsız şartsız kabul etmektir. Ve her kim Allah'ın indirdiği
hükümlerle hükmetmezse işte bunlar da o fasıklardır. Yani Allah'ın hükmünden
veya imandan çıkmış kimselerdir. Mesela Tevrat'taki kısas hükümlerinden sonra
İncil'de mukabele bi'l-misil (yapılan muameleyi aynen tekrarlama suretiyle)
yapmayıp her halde affetmeyi emreden bir hüküm nazil olmuş ise, İncil ehli
kısas talep edememeli değil, fakat sabit olmasından sonra affetmelidir.
Etmediği takdirde kendi nazarında da zarûri olarak fasıktır. Ya Allah'ın
hükmüne iman ettiği halde, o hükümden dışarıya çıkmış isyan eden bir fasıktır.
Veya o gün onu kalben de tanımamak veya küçümsemekle imandan çıkmış kâfir bir
fasıktır, ve her iki halde fasık cezasına layıktır. Şu halde Tevrat'a uygun
hükmü kabul etmeyen yahudiler, İncil'e uygun hükmü kabul etmeyen hıristiyanlar
kendi görüşlerinde ve inançlarında da kâfir veya zalim veya fasıktırlar veya
hepsidirler. Aynı şekilde bunlara benzeyenler de bunlar gibidirler. Küfürleri,
ilâhî hükmü inkâr etmelerinden veya hakir görmelerinden; zulümleri, ölçüsü hak
olan ilâhî hükmü atıp, başka hükümler ile hükmettiklerinden; fasıklıkları da
hak hükümden çıktıklarından dolayıdır. Şu halde ya bu üç vasfın hepsi
birliktedir veya her biri hükümden çekinmeye ilave olan bir hâle göre bağımsız
sıfatlardandır.
48-Tevrat ve İncil böyle. Fakat Allah'ın inzal
ettiği bunlardan ibaret de değil. Ey Muhammed asıl kitabı, o kâmil kitap olan
Kur'ân'ı da hakkıyla hakka yakın olarak yani hakkın mânâsı, hakkın vasıtası,
hak inzal ile sana indirdik, kitap cinsinden, Allah katından indirilmiş
kitaplar cümlesinden önünde bulunanı tasdik edici, ve onun üzerine müheymin,
yani diğer kitaplar üzerine emin bir nezaretçi ve şahit, kontrolcü ve hâkim
olmak üzere hakkıyle indirdik. Ki bu kitap hem müheymin (koruyucu) olan Allah
Teâlâ'nın bizzat muhafazası altında olarak bozulma ve tahriften masun
(dokunulmaz olarak) kalacak. Hem diğer kitapların amel edilmesi gerekli olarak
içermiş oldukları doğru hükümleri kaybolma ve bozulmadan koruyacak,
şâhitliğiyle hakikatleri düzeltecek ve bozukları iptal edecek ve bunun
tasdikinden geçmeyen yahut buna aykırı olan diğer kitaplar ve geçmiş
şeriatlerin hükümleriyle amel etmek caiz olmayacaktır. Bu kitap onlar üzerinde
tasdik ve teyidine başvuruda bulunulacak emin bir merci, bir koruyucu ve
murâkıb, bir hak şahid olacaktır .Ve artık Tevrat veya İncil ile hükmün mutlak
olması da bununla mukayyed bulunacaktır.
MÜHEYMİN kelimesi, "heymene"den
ism-i fâil olarak bir şey üzerine râkıb (gözetici) ve hafız (koruyucu) olan
şahit ve emîn (inanılan) demektir. Diyorlar ki, bu vezinde dan, yani bu beş
kelimeden başka kelime yoktur. Bazı lugatçılar bunun yerine ; yerine kabilinden
olarak korkudan emin kılmak mânâsına den bir ism-i fâil olduğuna kâni olmuşlar
ise de anılan benzerler mevcut iken, böyle bir tasavvurun gereksiz bir zorlama
olduğu açıklanmıştır. İbnü Kuteybe bunun lafzının in ism-i tasğiri (küçültme
ismi) zannetmiş ise de Ebu'l-Abbas Müberred bundan sakındırmıştır. Çünkü
"müheymin" Allah'ın isimlerindendir de.
Şu halde sen, onlar, o sana gelenler arasında
her kim olursa olsun Allah'ın hak ile indirdiği Kitap ile hükmet, sana gelen
haktan saparak onların isteklerine, eğri arzularına uyma. Zira arzulara
uyulmamak için sizden her birine yani siz İslâm ümmetinden yahut siz
ümmetlerden her birinize, biz bir şir'a, hak maksûda götürür özel birer yol ve
bir minhâc, yani bütün o yolları içine alan umûmî bir cadde, açık bir yol tayin
ettik.
ŞİR'A, ŞERİA, MEŞRAA, asıl lugatta bir ırmak
veya herhangi bir su kaynağından su içmek veya almak için gidilen yol demektir.
Bunda insanların ebedî hayata ve gerçek saadete ermesi için Allah Teâlâ'nın
koyup teklif ettiği özel hükümlere ve doğru yola istiâre yoluyla isim
verilmiştir ki din demektir. Ya kapalı bir şeyi yarıp açmak, beyan ve açıklamak
mânâsına "şeraa" masdarından veya bir şeye girmek mânâsına
"şuru' "dan alınmıştır. Birincisi şâria (yol göstericiye), ikincisi
sâlike (yola girene) göre münasebeti demek olur.
Minhâc da, vâzıh, açık yol demektir. Şir'a
Fransızca "procede", minhâc da "methode" kelimeleriyle
terceme olunabilir. Bazıları şir'a ile minhâcın bir mânâdan ibaret olup tekit
için tekrar edildiğine ve her ikisinden de maksadın "din" demek
olduğuna kâni olmuşlardır. Diğerleri ise aralarını ayırmışlar ve demişler ki,
şir'a mutlak şeriatten, tarikat da mekârim-i şeriat (şeriâtın kıymetleri)ten
ibarettir. Minhâcdan maksad budur. Şu halde şeriat önce, tarikat sonradır
demişler. Müberred, "şir'a tarikın (yolun) başlangıcı, minhâc da devamlı
tarik (yol)tir" demiştir. İbnü Enbârî de, şir'a o tariktir ki, bazan açık
ve bazan kapalı olabilir; minhâc ise her halde açık olur, demiştir. Gerçek
budur ki, âyette şir'a ve minhâc bir mânâdan ibaret değildir. Şir'a, zamanların
ve zeminlerin, ahvâl (durumlar)in değişmesiyle değişebilen dinin fürûu
(dalları); minhâc da daima sabit, açık ve devamlı olan dinin asıllarıdır ki,
şir'a bunun şubeleri ve çeşitleri demektir. Her milletin mensub olduğu
peygambere indirilen özel hükümler birer şir'a; Allah'a, peygamberlere, ahirete
iman gibi bunların hepsinin müşterek ve birlik oldukları usul (asıllar) da
minhâcdır. Bu iki durum dolayısıyladır ki bazen peygamber ve şeriatların
ihtilaf noktasını, bazan da, "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana
vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat (hukuk
düzeni) yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin"
(Şûrâ, 42/13) âyeti gibi ittifak noktasını gösteren âyetler görürüz. Nitekim
burada da önce birbirlerinin izlerinden gönderilen peygamberlerin ve kitapların
sonrakileri öndekilerini tasdik ettikleri, ikinci olarak bu devamlılık ve
tasdik içinde şerîatların ve ümmetlerin çeşitli oldukları açıklanmıştır. Bunun
birisi "Peygamberlerden hiç birinin arasını ayırmayız" (Bakara,
2/285), birisi de, "Biz, peygamberlerden kimini kiminden üstün
kıldık" (Bakara, 2/253) âyeti dolayısıyladır. İncil'in, önündeki Tevrat'ı;
Kur'ân'ın, önündeki Tevrat, İncil, bütün kitap cinsini tasdik edici ve birini
diğerinden derecelerine göre temâyüz edici olarak indiklerini açıkladıktan
sonra, bu âyet bize gösteriyor ki, geçmiş ve şimdiki ümmetlerden çeşitli
ümmetlere, nefsani arzularına uymamaları için önce hallerine münasip birer
şir'a ve minhâc verilmiştir. Mesela Hz. Musa'dan İsa'nın gönderilmesine kadar
olan ümmetin şir'ası Tevrat'ta ve İsa'nın gönderilmesinden Muhammed
Aleyhisselâm'ın gönderilmesine kadar olan ümmetin şir'ası İncil'de, Muhammed
Aleyhiselâm'ın gönderilmesinden itibaren mevcut olan ümmetin şir'ası da
Kur'ân'dadır. Ve bütün bu şir'aların birlik ve sona erici oldukları bir küllî
minhacı (yolu) vardır ki, bunda hepsi müşterektir ve bu Kur'ân'dadır. Bu
şekilde Kur'ân, İslâm dini, Muhammed'e ait şeriat, her kitabın, her şeriatın
esasını ihtiva eden ve mevcut olan her ümmetin hareketlerine hakim ve rehber
olacak şir'asını toplayıcı olan bir hak yoldur. "O, kiminizi kiminizden
derecelerle üstün kıldı". (En'âm, 6/165). Şu halde hükmün, herkesin
keyfine ve arzusuna uymakla değil, Allah'ın indirdiği şir'a ve minhâc ile
olması vaciptir. Mademki Allah çeşitli zamanlarda, çeşitli ümmetlere bir istifâ
(seçim) ve gelişme silsilesi ile birer şir'a ve minhâc göndermiş ve sonra gelen
önce geleni tasdik edici ve hakim kılmıştır. O halde sonra gelen şeriatın
ortaya çıkmasından itibaren önce gelen şeriât ümmetinin de şeriati olduğunda,
yani yahudilerin hıristiyanlığı ve her ikisinin İslâm'ı tanımaları gerektiğinde
şüphe yoksa da önce gelen şeriat, sonra gelmiş olan ümmetin de şeriatı mıdır,
değil midir? Âlimler, Fıkıh Usulü ilminde ve bu âyetin tefsirinde bunu bahis
konusu etmişlerdir. Bir kısım, mademki bu açıklandığı üzere her ümmete bir
şeriat tahsis olunmuştur; o halde önce gelmiş olan şeriat, sonra gelmiş olan
ümmetin şeriatı değildir. Ve şu halde "bizden öncekilerin şeriatı, bizim
şeriatımız" değildir, demişler. Diğer bir kısmı ise: "Bizden önceki
ümmetin şeriati, bizim de şeriatımızdır; fakat mutlaka değil, mensûh olmamak
(hükmü kaldırılmamış olması) şartıyla" demişlerdir. Buna göre İncil veya
İsa'nın sünneti ile hükmü kaldırılmamış olan Tevrat hükümleri hıristiyanların
da şeriatı olduğu gibi, Kur'ân ve Muhammed Aleyhisselâm'ın sünneti ile hükmü
kaldırılmamış olan Tevrat ve İncil'in hükümleri müslümanların da şeriatı
demektir. Ve şu halde hükmü kaldırılmamış olan, yani İslâm'a ait nasslara
aykırı olmayan yahudi ve hıristiyan hükümleri ile müslümanların amel etmesi
caiz olacaktır. Fakat gerçek şudur ki yani "bizden önceki ümmetlerin
şeriati bizim de şeriatimizdir; fakat mutlak olarak değil, Allah'ın kitabında
ve Resulünün sünnette nakletmiş olması şartıyla". Şu halde hükmü
kaldırılmamış olmak, aykırı bulunmamak yeterli değil; Kur'ân'ın ve Peygamber'in
tasdikinden geçmiş olması da şarttır. Bu şekildedir ki, geçmiş şeriatler, bizim
şeriatimizden bir parçadır ve bizim şeriatimiz, hepsini içermektedir. Bunun
için Kur'ân'ın, geçmiş ümmetler, Tevrat ve İncil hakkında naklettiği kıssaları
ve hükümleri onlardaki açıklamalara göre değil, Kur'ân'ın ifadesine ve
Resulullah'ın beyanına göre anlamak gerektiği gibi; "Kur'ân'da filan
hüküm, yahudi veya hıristiyan veya diğerleri hakkındadır. Mesela yahudilere
aittir, şu halde biz müslümanların şeriati değildir" demekle de
kalmamalıdır. İşte Allah böyle her ümmete bir şeriat vermiş ve onların hepsini
de Muhammed ümmetine tahsis ettiği şeriatte "önündekini tasdik edici ve
ona şahit olarak" hakkıyla nazil olan bu en mükemmel kitap ile minhâc
(şeriat)ı İslâm'da toplamıştır. ü
Ey insanlar, ey çeşitli ümmetler Allah
dileseydi sizi, önce gelen sonra gelen hepinizi, insanlığın başlangıcında
olduğu gibi, bir ümmet kılardı da, beşer tarihi silsilesinde çeşitli ümmetler
yaratmaz, birçok peygamber, birçok şeriat göndermezdi. Bütün insanlar, hayvan
çeşitlerinin her birinde olduğu gibi devamlı, yeknasak (bitiveye) bir hayat
içinde geçer giderdi.
Fakat böyle yapmadı ve öyle dilemedi de,
birçok ümmetler ve zamanlarına, hallerine göre çeşitli şeriatler yaptı. Yaptı
da önce yok iken Musa ile Tevrat ehlini ve ondan sonra İsa ile İncil ehlini ve
en sonunda Muhammed (s.a.v.) ile Kur'ân ehlini yarattı ve her birinize bir
şir'a ve minhac (yol) verdi ki her birinizi, size vermiş olduğu şeriatler
hakkında da denesin, tecrübe yolundan geçirsin de o minhâc (yol) üzerinde yarış
yaptırsın. Şu halde siz de hep hayır işlere, sonucu en güzel olan şeylere
koşunuz, yarış ediniz de nefse ait arzularınıza, keyiflerinize uyup kalmayınız
ve bu doğru yolda fikir ayrılığına girmeyiniz. Zira bugün ihtilaf ederseniz,
yarın dönüşünüz bütün Allah'adır. O, hakkında ihtilaf ettiklerinizi size haber
verir.
49-Ey Muhammed, sana bu hak kitabı bir de şu
emri indirdik ki, "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların
heveslerine uyma!" Rivayet olunduğuna göre yahudilerden bir kalabalık
toplanmışlar, "haydi bakalım Muhammed'e gidelim, belki bir fitneye düşürür
dininden şaşırtırız" demişler. Varmışlar: "Ey Kasım'ın babası
(Muhammed) demişler, bilirsin ki biz yahudilerin âlimleri ve önde gelenleriyiz
biz sana tâbi olursak, bütün yahudiler de tabi olurlar. Şimdi bizimle
hasımlarımız arasında bir dava var, senin huzurunda muhakeme olalım, sen de
bizim lehimize hüküm ver de, biz de iman edelim, seni tasdik edelim."
Resulullah bundan yüz çevirmiş ve bu âyet nazil olmuştur. Şu halde mânâ,
duruşmadan çekinme, fakat hüküm vermeye gelince, Allah'ın bildirdiği hak ile
hüküm ver de, onların isteklerine, haksız arzularına uyma. Ve iyi sakın ki,
onlar seni, Allah'ın sana indirdiği şir'a ve minhâc (yol)ın bildirdiği hak
hükümlerin tamamından şöyle dursun, birisinden bile aldatıp şaşırtamasınlar,
hiçbir şekilde fitneye düşürmesinler, hükmünde küfürden, zulümden, sapıklıktan
hiçbir eser bulunmasın. Şayet onlar bunu kabul etmeyip başkasını isterlerse o
zaman bil ki, her halde Allah onlara başka bir sebeple değil, günahlarının bir
kısım sebebiyle bir bela vermek istiyor. Ki Allah'ın iradesine karşı gelmenin
ihtimali olmadığı bellidir. Bu bir kısım günahlar, Allah'ın hükmünü kabul
etmemek, hakka aykırı hüküm isteme günahıdır. Bunun bu şekilde ifadesi şu
mânâlara işaret eder: Önce gizliye göre bu günah, açıkça söylenmesi layık
görülmeyen pek büyük bir günahtır. Haksızlar bile haklı gibi görünerek
haksızlık peşinde dolaşırlar. Şu halde açıktan haksızlık istemenin ve Allah'ın
hükmünü kabul etmemenin ne büyük bir günah olduğu düşünülsün! İkinci olarak, bu
sevdada bulunanların pek çok günahları vardır. Ve bu büyük günah onlardan
biridir. Üçüncü olarak, Allah dünyada her günah ile cezalandırmaz, tecil eder
(sonraya bırakır). "Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkla
cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı." (Fâtır, 16/61) veya
affeder, fakat doğru olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü kabul etmemenin
günahı vâki oldu mu, bunun her halde cezalandırılacağının ve bunların
haksızlıkla muhakkak bir felakete uğrayacaklarının bilinmesi lazım gelir. Böyle
olmakla beraber insanların birçoğu fâsıkdırlar, malûm ve muayyen bulunan doğru
sınırlardan çıkmakta ısrarlıdırlar. Ve işte bundan dolayıdır ki, hakk (doğru)
olan hükümleri tebliğden sonra hüküm ve hükümete lüzum vardır. Ve hakimlerin
hak ile hükmetmeleri ve bu sapıklar güruhundan olmamaları vacibdir. Yoksa
haksız hüküm ve hükümet, musîbeti çabuklaştırmaktan başka bir şey yapmaz.
50-Bu böyle iken o ilim ve din iddiasında
bulunanlar, Allah'ın hükmüne razı olmayıp da kötülüğe meyletme, dalkavukluk,
garazkârlık, eşitsizlik gibi haksız davaya tâbi olan cahiliyet hükmü, cahiliyet
kanunu mu istiyorlar? Halbuki hüküm ve hâkimiyeti Allah'tan daha güzel olan kim
vardır? Allah'ın hükmünden daha güzel hangi hüküm, Allah'ın hükmüyle hükmeden
hakimden daha güzel hükmedecek hangi hâkim düşünülebilir? Fakat bu soru herkese
değil, îkân (sağlam bilgi) sahibi olan kimseler, topluluklar içindir. Bunu
ancak sağlam bilgi ehli olanlar takdir eder. Yoksa küfür ve şüphe içinde
bulunanlar, kalblerinde hastalık olanlar, bir zalimin haksız hükmüne "daha
güzeldir" demekten çekinmezler.
Rivayete göre bu âyet, Benî Nadîr ve Benî
Kureyza yahudileri arasındaki adam öldürme olayından dolayı Peygamberimizden
hüküm talep etmeleri ve Peygamberimiz tarafından musavat (eşitlik) ile
hükmedilmesi üzerine Benî Nadir'in bu eşitlik hükmüne razı olmayarak cahiliye
âdeti üzere üstünlük sevdasında bulunmaları sebebiyle nazil olmuştur. Bu sebebe
göre, yahudilerin İslâm yoluna, Muhammed Aleyhiselâm'ın hükmüne iman ve ittiba
etmemekle yalnız Kur'ân'a ve Muhammed Aleyhisselâm'a değil, kendi dinleri ve
kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat'ı ve Musa şeriatını da tanımayıp
mutlak ilâhî hükmü inkâr ederek cahiliye hükümleri peşinde koşmak istediklerini
beyan ve isbat etmekle; hem iman iddialarına rağmen küfür, hem ilim ve şeref
iddialarına rağmen cehalet, bozgunculuk ve azabı haketmeleriyle cezalandırmış
ve sebebin özelliğiyle beraber mefhumun genelliğine göre de bu hükmün yalnız
yahudilere mahsus olmayıp hıristiyan ve diğerleri hakkında da böyle olduğunu ve
dolayısıyla İslâm şeriatının, umumun şeriatı ve herkesin yolu olup, bunu
tanımayan yahudi ve hıristiyanların kendi din ve şeriatlerini de tanımamış
olacaklarını anlatmış ve bu şekilde müslümanların ümmetler arası
vazifelerindeki genişliğin önemini göstermiştir.
O halde:
Meâl-i Şerifi
51- Ey iman edenler! Yahudileri ve
hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim
onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi
doğru yola iletmez.
52- Kalblerinde hastalık bulunanların :"
Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz" diyerek, onların arasına
koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder veya katından
bir emir (iş) getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olurlar.
53- İman edenler: "Sizinle beraber
olduklarına dair, Allah'a bütün güçleriyle yemin edenler bunlar mı?"
derler. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir ve kaybedenlerden olmuşlardır.
54- Ey iman edenler! Sizden kim dininden
dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları
sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da
onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının
kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir.
Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.
55- Sizin asıl dostunuz Allah'tır, O'nun
Resulüdür ve namazlarını kılan zekatlarını veren ve rükû eden müminlerdir.
56- Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve müminleri
dost edinirse, (iyi bilsin ki) Allah'ın taraftarları galip geleceklerdir.
57- Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine
kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence konusu
yapanları dost edinmeyin. Eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, Allah'dan
gereğince korkun.
58- Namaza çağırdığınız zaman, onu alay ve
eğlence konusu yaparlar. Bu onların, akıllarını kullanmayan bir toplum
olmalarından dolayıdır.
59- De ki: "Ey kitap ehli! Sadece Allah'a,
bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi bizden
hoşlanmıyorsunuz? Oysa çoğunuz yoldan çıkmışlarsınız".
60- De ki: "Allah katında cezaya
çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah,
kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve
şeytana tapanlar yapmışsa, işte bunların makamı daha kötüdür ve onlar düz
yoldan daha çok sapmışlardır".
61- Onlar, size geldikleri zaman, "iman
ettik" dediler. Oysa yanınıza kâfir olarak girip, kâfir olarak
çıkmışlardır. Allah, onların gizlediklerini çok iyi bilir.
62- Onlardan çoğunu, günah işlemede,
düşmanlıkta ve haram yemede yarış ederken görürsün. Bu yaptıkları şeyler ne
kötüdür!
63- Gerçek dindarların ve din bilginlerinin,
onları günah olan bir söz söylemekten ve haram yemekten men etmeleri gerekmez
miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür!
64- Yahudiler, "Allah'ın eli çok
sıkıdır" dediler. Söyledikleri söz sebebiyle onların elleri bağlansın ve
lanete uğrasınlar! Aksine Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir.
Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü
azdırıyor. Biz, onların aralarına tâ kıyamete kadar düşmanlık ve kin
atmışızdır. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür.
Onlar yeryüzünde bozğunculuğa koşarlar. Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.
65- Eğer kitap ehli iman etmiş ve layıkıyla
korunmuş olsalardı, onların kötülüklerini örter, nimeti bol olan cennetlere
koyardık.
66- Eğer onlar, Tevrat'ı, İncil'i ve
kendilerine indirileni gereğince uygulasalardı, hem üstlerindeki, hem de
ayaklarının altındaki (nimetlerden bol bol) yerlerdi. Onların arasında ılımlı
bir grup da vardı. Böyle olmakla beraber onların çoğunun yaptıkları ne kadar
kötüdür!
67- Ey şanlı Resul! Rabbinden sana indirileni
tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun peygamberlik görevini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu doğru yola
iletmez.
68- De ki: "Ey kitap ehli! Tevrat'ı,
İncil'i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça bir esas üzerinde
değilsiniz. Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunun
azgınlığını ve inkârını artıracaktır. Şu halde kâfir olan bir toplum için
üzülme!
69- Muhakkak ki inananlar, yahudiler, sabiiler
ve hıristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel
işlerse, onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
70- Andolsun biz, İsrailoğulları'ndan söz
aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Fakat ne zaman onlara bir peygamber
nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirmişse, bunlardan bir kısmını
yalanlamışlar, bir kısmını da öldürmüşlerdir.
71- Onlar, bir fitne kopmayacak sandılar, kör
ve sağır kesildiler. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine
onların çoğu kör, sağır kesildiler. Allah, onların yaptıklarını görüyor.
72- Andolsun, "Allah, Meryem'in oğlu
Mesih'tir" diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa Mesih onlara: "Ey
İsrailoğulları, hem benim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Kim
Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun
varacağı yer cehenemdir. Zalimlerin yardımcıları da yoktur" demişti.
73- "Allah, üçün üçüncüsüdür"
diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer
söylediklerinden vazgeçmezlerse, elbette onlardan inkâr edenlere acı bir azap
dokunacaktır.
74- Hâlâ Allah'a tevbe edip O'ndan af
dilemiyorlar mı? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
75- Meryem'in oğlu Mesih (İsa), sadece bir
peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir
kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz.
Sonra yine bak nasıl yüz çeviriyorlar!
51- Yahudi ve hıristiyanları dostlar
edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de
yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine yardımlarına
müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir
dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle
onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere
dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz. Görülüyor ki
"Yahudiler ve hıristiyanlara dostlar olmayınız" buyurulmamış,
"Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz" buyurulmuştur. Çünkü
"Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men
etmez." (Mümtehine, 60/8) buyurulmuştur. Şu halde müminler yahudi ve
hıristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara âmir olmaktan
yasaklanmış ve men edilmiş değil, onları dost edinmekten, yardaklık etmekten
yasaklanmışlardır. Çünkü onlar müminlere yâr olmazlar. Nihayet bazıları
bazılarının dostları, birbirlerinin yârânı (dostları) dırlar. Yani yahudiler
birbirinin, hıristiyanlar da birbirinin dostlarıdırlar. Ne Yahudiler,
kendilerinden olmayana dost olur, ne de hıristiyanlar. Bunların dostlukları
kendilerine mahsustur. Bu da hepsi arasında değil, bazısı arasındadır. Ve siz
müminlerden her kim onları dost tanır, veli edininirse, şüphe yok ki, o da
onlardandır. Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık hakka değil,
onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır. Ahirette
onlarla beraber haşrolunur. Çünkü: Allah zalimler guruhunu her halde doğru yola
çıkarmaz. Şu halde Yahudileri ve hıristiyanları dost edinenler de onlardan
olur, başlarını kurtaramazlar.
52-Şimdi ey Muhammed, kalblerinde hastalık
olanları, (Bakara, 2/10. âyetin tefsirine bkz) İbnü Übeyy ve benzeri
münafıkları görürsün ki yahudi ve hıristiyanlar içinde onların dostluk ve
yardımları konusunda hızla koşuşurlar, korkarız ki devir aleyhimize döner,
başımıza bir felaket gelir derler.
"Daire", dünyanın baş ucunda dönüp
dolaşan felaket ve inkılâb demektir. Bunlar, ahireti hesaba almaz, hakkın üstün
gelmesine, İslâmın yükselmesine bel bağlamaz, tersine bir devrim oluverip
devletin kâfirlere geçmesini düşünür ve öyle bir halde onlardan istifade
edebileceğini de ümit eder ve bu ümit ile özürleri kabahatlerinden büyük olmak
üzere bu şekilde itiraz ederler. Bununla güya bir darlık zamanında müslümanlara
bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyorlarmış gibi görünmek
isterler. Halbuki gerçekte Resulullah'ın başarısından ve İslâm dininin
gerçeklerinden şüphe ederler. İhtilaf ve inkılâb peşinde koşarlar. Rivayet
olunuyor ki, bu sözü münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy söylemiştir. Benî
Kureyza yahudileri Peygambere karşı bir savaş durumu aldıkları zaman Ubâde b.
Sâmit (r.a.): "Benim bu yahudilerden pek çok dostum var, fakat ben
bunların dostluklarından Allah'a ve Resulüne sığınıyor, Allah ve Resulüne
dostluk ediyorum" demişti. Abdullah b. Übeyy de: "Ben öyle bir adamım
ki felaketlerden korkarım, dostlarımdan vazgeçemem" demiş bu âyetler nazil
olmuştur.
Öyle amma devrin bu gibi ihtimalleri içinde
kendilerinden başka kimseye dost olmayanlardan ümit beklemektense Allah'ın
peygambere ve müslümanlara fetihler veya başka şekilde ferahlık ihsan
edivermesi veyahut kendi tarafından bir emir ile o dost dediklerine hatır ve
hayale gelmez bir felaket verivermesi ve dolayısıyla bu münafıkların
gönüllerinde gizledikleri şeylere nâdim olmaları pek yakın ve Allah'tan daha
çok beklenen bir ihtimaldir. Ki bu, bir ilâhî vaaddir. Allah'ın kudretiyle
yahudi ve hıristiyanların kudret ve ahlâkları karşılaştırılınca, hadd-i zatında
yakın olan bu ilâhî vaad ile de kesinlik kazanan bu ihtimal gerçekleştiği
zaman, bunların bu hallerini gören müminler ne der bilir misiniz?
53- O zaman da müminler bu münafıklara işaret
ederek ve bunların ümit bekledikleri o mağlub ve perişan dostlarına hitap
ederek yüzlerine karşı veya kendi aralarında derler ki: Hayret, her halde
sizinle beraber olduklarına "Eğer sizinle savaşılırsa mutlaka size yardım
ederiz" (Haşr, 59/11) diye güçlerinin yetebildiği yeminlerle Allah'a kasem
edenler, şunlar mıydılar? Bakınız ne oldular: Bütün amelleri, bütün gayretleri
boşa gitti de hepsi hiçbir şey elde edemeyen kimseler oldular. (Nitekim sûrenin
yukarısında "her kim bu imana küfrederse bütün ameli tutulur. O ahirette
de zarar edenlerden olur." (Maide, 5/5) buyurulmuş idi)
Asım, Hamze, Kisâî, Halefü'l-Âşir
kırâetlerinde vâv-ı isti'nâfiyye ve lâm'ın ref'iyle şeklinde, Nâfi, İbnü Kesir,
İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâetlerinde "vâv"sız şeklinde okunur ki, ikisi
de mukadder soruya cevap olacak istinâf cümlesidir ve mânâ birdir. Ebu Amr,
Yakûb kırâetlerinde ise atıf vâvı ve lâm'ın nasbiyle şeklinde okunur ki, bu da
üzerine atıftır. Sonundaki kısmının den bir haber ve teaccüb istifhâm mânâsına
dahil olarak müminlerin sözlerinden olması da muhtemeldir. Ve bu takdirde mânâ:
"Onlar bunlar mıdırlar? Allah'ın kudretine bakın ki bütün çalışmaları ne
kadar boşa gitti de ne büyük zarara düştüler? " demek olur. Fakat
gösterdiğimiz üzere bunun sonucu hali özetleyen tek başına ilâhî bir kelam, bir
isti'naf cümlesi olması daha açıktır. İşte yahudileri ve hıristiyanları dost
edinmek böyle nifak (iki yüzlülük, ara bozuculuk) gibi bir kalb hastalığından
doğar ve dinden dönmeye sebep olur. Bunun da sonucu amellerin boşa gitmesi ile
tümden zarardan başka bir şey olmaz. Çünkü dinden dönmenin cezası budur.
Görülüyor ki "gördün" buyurulmamış, "görüyorsun"
buyurulmuştur. Bu ise istikbâl (gelecek) ve devamlılık fiilidir. Demek ki
bunlar geçmişe ait değil, geleceğe ait ve benzerleri birçok defalar görülecek
olaylardır. Bunun için şimdi de mutlak dinden dönenlerin hallerine geçilerek,
Nâfi, İbnü Amir, Ebu Cafer kırâetlerinde (idğamsız) okunur, buyuruluyor ki,
bütün bunlar Kur'ân'ın vâki olmadan önce haber verdiği olaylar cümlesindendir.
İbnü Ka'b, Dahhâk, Hasen, Katâde, İbnü Cüreyc ve diğerleri demişlerdir ki, bu
âyet kıyamete kadar bütün müminlere hitaben nazil olmuştur. Yani bu âyet,
sebebi hâss (özel), hükmü âmm (genel) olan diğer bazı âyetler gibi özel bir
sebep ve belli bir olay üzerine değil, doğrudan doğruya bütün müminlere genel
mânâda dinden dönmenin bir hükmünü anlatmak için inmiştir. Tefsirciler burada,
bu âyetin haber verişine uygun olmak üzere, sonra çeşitli zamanlarda meydana
gelen onbir irtidat (dinden dönme) olayından bahsetmişlerdir ki, üçü
Resulullah'ın vefatından önce vâki olmuştur.
1- Benî Müdlic (Müdlic oğulları)in dinden
dönmeleridir ki, reisleri Zuhmar denilen Esvedü'l-Ansî'dir. Bu bir kahin idi,
Yemen'de peygamberlik iddia ve bazı beldeleri istila edip Resulullah'ın
memurlarını çıkarmış idi. Peygamberimiz de Yemen valisi Muâz b. Cebel'e ve
Yemen'in ileri gelenlerine yazdı, Allah Teâlâ da onu Feyrûz-i Deylemî'nin
eliyle helak etti. Gece vakti basılıp öldürüldü, o gece Resulullah bunu haber
verdi, müslümanlar sevindiler ve ertesi gün idi ki, Peygamberimizin vefatı vuku
buldu. Sonra rebiulevvelin sonunda da Yemen'den haber geldi.
2- Müseylemetü'l-Kezzâb'ın kavmi olan Benî
Hanife (Hanife oğulları)nin dinden dönüşüdür. Bu yalancı da peygamberlik iddia
etmiş, Resulullah'a şöyle yazmıştı: "Allah'ın elçisi Müseylime'den,
Allah'ın Resulü Muhammed'e: Şimdi, yeryüzünün yarısı benim, yarısı
senindir". Peygamberimiz de şöyle cevap vermişti: Muhammed Resulullah'dan
Museylemetü'l-Kezzâb'a: "Bundan sonra şimdi, muhakkak yeryüzü Allah'ındır,
onu kullarından dilediğine verir, sonuç Allah'tan layıkıyle
korkanlarındır". (Arâf, 7/128) sonra buna Hz. Ebu Bekir halife olduğu
zaman asker gönderip harp etti ve Hz. Hamza'nın katili Vahşi eliyle öldürüldü.
Vahşi: "Ben cahiliye zamanında insanların hayırlısını, müslümanlığım
zamanında da insanların en şerlisini öldürdüm" derdi.
3- Tuleyha b. Huveylid'in kavmi olan Benî Esed
(Esed oğulları)'in dinden dönüşüdür ki, Tuleyha da Peygamberimizin vefatı
sıralarında peygamberlik iddia etmişti. Buna da Hz. Ebu Bekir, Hâlid b. Velid'i
gönderdi. Savaştan sonra Tuleyha yenildi, Şam'a kaçtı. Bundan sonra İslâm'a
girdi ve çok güzel müslüman oldu ki, İran harpleri gibi büyük savaşlarda en
güzel hizmet eden büyüklerdendir.
Diğer yedi fırka da Peygamberimizin vefatından
sonra Hz. Ebu Bekir zamanında dinden dönmüş idi ki bunlar:
4- (1) Uyeyne b. Hısn'ın kabilesi Fezare,
5- (2) Kurre b. Selemetü'l- Kureyşi'nin kavmi
Gatafan,
6- (3) Fûcâe b. Abdi Yâleyl'in kavmi Benî
Selim,
7- (4) Mâlik b. Nüveyre'nin kabilesi Benî
Yerbu,
8- (5) Secah binti Münzir'in kavmi olan
Temim'in bir kısmı ki, bu Secah Müseylemetü'l-Kezzâb ile evlenmişti ve kıssası
meşhurdur. Ebu'l-Alâ el-Mearri adlı kitabında şöyle demiştir.
Mânâsı: Secah dul kaldı, Müseylime de onu
sevdi. Dünya insanları içinde o bir yalancı kadın, öteki de yalancı bir
erkektir".
9- (6) Eş'as b. Kays'in kavmi Kinde.
10- (7) Hutam b. Zeyd'in kavmi Beni Beler b.
Vâil. Allah Teâlâ, Hz. Ebu Bekr'in eliyle bütün bu yedi fırka dönmelerinin de
işlerini bitirdi, sıkıntılarını defetti.
11- Cebele b. Eyhem'in kavmi olan Gassân ki,
bu Cebele de Hz. Ömer zamanında İslâm'a girmişti: Bir fakire vurmuş olduğu bir
tokattan dolayı, kısas yapılarak bir tokat yiyeceğini anlayınca gururuna
yediremeyip dinden dönmüş ve Rum beldelerine kaçmış idi ki, kıssası meşhurdur.
Görülüyor ki bu olaylar, sadece ferdî bir
dinden dönme halinde kalmamıştır.
54-Hasılı, ey iman ehli, sizden fert veya
topluluk her kim dininden dönerse bilmiş olsun ki Allah onların belalarını
verip, yerlerine diğer bir kavim (toplum) getirecektir. Öyle bir kavim ki hem
Allah onları sever, dünya ve ahiret hayırlarını murad eder, hem de onlar
Allah'ı severler, itaatına koşar, isyandan kaçarlar. Öyle bir kavim ki,
müminlere karşı alçak gönüllü, dost ve merhametli, kâfirlere karşı izzetli,
güçlüdürler, Allah yolunda mücahede ederler, kınayanın kınamasından korkmazlar,
yani hem cihad ederler, hem de dinlerinde pek sadıktırlar. Vazife yapmanın
gereğini gördüler mi, münafıklar gibi şunun bunun hatırına, gönlüne bakmaz,
dedikodudan sakınmaz, vazifelerini yaparlar. Bu hal, bu vasıflar ise sırf
Allah'ın lutfu ve ihsanıdır. O, bunu kime dilerse verir, dileyene de verir. Şu
halde hiç biriniz ümitsizliğe düşmeyiniz, düşüp de kâfirlerin peşinde
koşmayınız. Allah'tan, böyle vasıflara sahip bir toplum olmayı isteyiniz,
dileyiniz. Fakat bunu zorla alınır bir hak da zannetmeyiniz, inhisar (tekelcilik)
fikrine sapmayınız. Allah, hem ihsanı çok olan, hem çok bilendir. Lutufları ve
ihsanı çok, ihsanına engel olan ve karşı çıkan yoktur. Onu hiçbir şey
bağlayamaz, en ümitsiz zamanda, en umulmadık yerden, en umulmaz kimselerde
neler neler yaratır! Nasıl yaratır, bunu O bilir. Zira o her şeyi bilir. Şu
halde lutuf ve ihsanını kimlere ve ne şekilde vereceğini de bilir. Bu
şereflere, bu hürriyete, bu izzet ve istiklale ermek istiyenler başkalarının
değil, ancak Allah'ın dostluğuna koşmalı, Allah'ın sevgili Peygamberine,
müminlere kafa tutmamalı, sevmeli ve yardım etmelidir.
Anlaşılıyor ki, dinden dönme bir olaya mahsus
olmadığı gibi, bu kavim de belli bir kavimden ibaret değildir. Dinden
dönenlerin zararlarına karşı olmak ve onların terkettikleri saadet mevkiini
işgal etmek üzere kıyamete kadar zaman zaman nöbetle gelecek ve i'lâ-yı
kelimetullah (Allah'ın kelimesini yükseltmek) ile İslâm'a hizmet edecek birçok
toplumlara işarettir ki, anılan vasıflar bunların mümeyyiz (ayırıcı)
vasıflarını ve birleşme yönlerini teşkil eder. Şu halde bunların hepsini ancak
alîm olan (çok iyi bilen) Allah Teâlâ bilir. Fakat gerek ortaya çıkmasından
sonra ve gerek eserlere göre ortaya çıkmadan önce bazılarını tayin ve tasavvur
etmek mümkün olabileceğinden tefsirciler bunları kaydetmişlerdir:
1- Hz. Hasen, Katâde, Dahhâk, İbnü Cüreyc
demişlerdir ki, bunlar Ebu Bekir ve arkadaşlarıdır. Çünkü dinden dönenlerle
bunlar savaştılar.
2- Ebu Bekir, Ömer ve arkadaşlarıdır. Zira
Resulullah'ın devrinden sonra mücahedeler bunların halifelikleri zamanında
olmuştur.
3- Sûddî demiştir ki, bu âyet önce Ensar
hakkındadır. Zira ilk önce kâfirlere karşı Resulullah'a yardım eden ve dinin
ortaya çıkarılmasına yardımcı olan bunlardır.
4- Yemen ehlidir. Zira Hâkim'in
"el-Müstedrek" inde sahih senet ile rivayet edildiği üzere bu âyet
indiği zaman Peygamberimiz Ebu Musa'l- Eş'arî (r.a.)ye işaret buyurarak
"bunun kavmi" buyurmuştur. Ve hakikaten bunlar Resulullah zamanında
çok mücahedeler ve hizmetler etmişler ve Hz. Ömer'in fetihlerinin çoğu da bunların
eliyle olmuştur.
5- Fürs (fars, eski İran) kavmidir. Çünkü yine
sahih rivayette geldiği üzere Peygamberimizden sorulmuş, mübarek elleriyle
Selmân-ı Farisî (r.a.)'nin omuzuna vurup: "bu ve bunun arkadaşları"
buyurmuş, sonra da: "İman, Süreyya'ya bağlı olsa, Acem soyundan olan
birtakım insanlar her halde uzanır alırlardı" buyurulmuştur ki, bu hadis-i
şerifte İmâm-ı Azâm Ebu Hanife hazretlerinin menkıbelerine de delalet vardır.
6- Denilmiş ki, bunlar Neha'den ikibin,
Kinde'den beşbin ve diğer insanlardan üç bin kişi idiler ki, Kadisiye günü
cihad ettiler.
Sözün kısası bu kavmi, bir zamana mahsus tek
bir kavimden ibaret kabul etmemek, imandan sonra herhangi bir şekilde İslâm'dan
yüz çevirenlerin kendilerine mevkiyi terketmeye mecbur oldukları ve olacakları
herhangi bir kavim olarak anlamalıdır. Ve burada itikat (iman) itibarıyla
dinden dönme değil, amel bakımından da dinden dönme bahis konusudur. Vaktiyle
yahudilerin hıristiyanlara, hıristiyanların müslümanlara mevkiyi terkettikleri
gibi, İslâm nimetinin kadrini bilmeyen nankörler de onun kıymetini bilecek,
şükrünü eda edecek yeni bir müslüman kavme mevkiyi terketmeye mecbur
olacaklardır. İnsanlık tarihi, İslâm tarihi bunun büyük küçük misalleriyle
doludur. Fertleri, küçük toplumları bırakalım da en büyük misallerini alalım:
Önce Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, bundan sonra Emevilerin son
zamanlarında olduğu gibi bu hizmet, Araptan Aceme doğru geçmiş, hadis-i şerifin
de gösterdiği üzere Fars kavmi maddî ve manevî olarak İslâm'a çok büyük
hizmetler etmiş, sonra bunlar da aynı hale gelmiş, bu defa da Allah Türkleri
göndermiş, Arapların, Farsların kıymetini bilemeyip kaybettikleri İslâm
devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan yeryüzünün her kıtasına yaymışlardır.
Şu halde "Ebnâ-i Fâris" hadisinin delaleti ve İstanbul'un fethi ile
ilgili hadisin açıklığı ve "Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder ve
katından bir emir getirir." (Maide, 5/52) ilâhî vaadinin mutlak oluşu ve
işareti ile Türkler de, müjdesine girmişlerdir. Demek ki, onlar da bu nimetin
kadrini, kıymetini bilmez, küfür ve küfrâna doğru giderlerse yerlerini Allah'ın
göndereceği diğer bir topluma terketmeye mecbur olacaklardır. Ve kim bilir
lutfu geniş ve ilmi çok olan Allah kıyamete kadar daha ne toplumlar
gönderecektir. İşte tâ yukarıdan "Allah'ın üzerinizdeki nimetini
anın" hatırlatmasından beri gelen ve daha devam edecek olan açıklamaların
geliş ve akışına göre meâlin özeti bu noktada toplanmaktadır.
55-Şu halde ey müminler, dininizin kıymetini
biliniz, hiçbir toplumun tekelinde olmayı kabullenmeyen bu geniş Hakk'ın
feyzini, bu ilâhî lutfu, bu yüksek hürriyeti bırakıp da başkalarının dostluğu
arkasına düşmeyiniz. Sizin her mânâsıyla veliniz (dostunuz), âmiriniz,
sevgiliniz, yardımcınız başkası değil, ancak Allah ve Allah'a tâbi olarak
Resulü, Allah'a ve Resulüne tâbi olarak müminlerdir. Öyle müminler ki, Allah'a
ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek rekatlarıyla güzelce namaz kılarlar ve
Allah'ın emrine uyarak, isteyerek, rıza göstererek zekatlarını verirler, yahut
rükûda oldukları halde zekat verirler.
Bu âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet
vardır: Birincisi, Ubâde b. Sâmit hazretlerinin yukarda nakledilen sözü ve
müminlerden maksad umumdur. İkincisi, İkrime'nin rivayetine göre Hz. Ebu
Bekir'dir. Üçüncüsü, Ata'nın İbnü Abbas'dan rivayetine göre de Hz. Ali'dir. Ebu
Zerr'den de: "Bir gün mescidde öğle namazını kılmıştık, bir dilenci: 'Ey
Rabbim şahid ol Resulullah'ın mescidine geldim, dilendim, kimse bana bir şey
vermedi' diye şikayet etti. Hz. Ali daha namaz kılıyordu ve rükûda idi. Dilenciye
serçe parmağındaki bir yüzüğü işaret etti, o da gitti aldı, Resulullah
bakıyordu: 'Allah'ım, kardeşim Musa senden: 'Rabbim! benim göğsümü aç, bana
işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar, bana âilemden bir
vezir ver, kardeşim Harun'u; onunla arkamı kuvvetlendir, onu işime ortak yap'
(Tâhâ 20/25-32) diye niyaz etti, sen de: 'Senin pazunu kardeşinle
kuvvetlendireceğiz ve ikinize bir yetki vereceğiz' (Kasas, 28/35) diye Tevrat'ı
indirdin. Allahım, ben de peygamberin Muhammed'im, benim de göğsüme genişlik
ver, işimi kolaylaştır, bana da âilemden Ali'yi vezir yap ve bununla arkama
kuvvet ver' dedi. Henüz bu kelimeleri tamamlamadan Cebrâil indi, 'Ey Muhammed
oku: dedi." diye bir rivayet vardır. Bu iki rivayete göre (iman edenler)
den maksat belli şahıstır diyenler olmuş ve bundan dolayıdır ki Şîa, Hz.
Ali'nin imameti meselesinde bu âyet ile istidlâl etmek istemişlerdir. Şüphe yok
ki Ebu Bekir ve Ali cümlesindedirler, fakat yalnız değil.
56- "Kim Allah'ı, Resulünü ve müminleri
dost edinirse (bilsin ki) Allah'ın taraftarları galip geleceklerdir."
Hizb, lugatta bir şahsın fikrine tâbi olup kendisiyle beraber bulunan
arkadaşlarıdır ki, kendilerini sıkıştıran bir iş için toplanmış kimseler
demektir. "Hizbullah" tabirini tefsirciler, "Allah'ın taraftarı",
"Allah'ın yardımcıları", "Allah'ın dostları",
"Allah'ın ordusu" diye çeşitli tabirlerle tefsir etmişlerdir. Yani
gerçekte galip olanlar, ancak Allah ordusu veya Allah dostları yahut Allah
yardımcıları ya da Allah taraftarları, Allah fırkasıdır. Asıl velâyet
Allah'ındır. Diğerlerinin üstünlüğü görünüşte veya geçicidir.
57-Bunun için: "Ey iman edenler! Sizden
önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi alay ve
eğlence konusu yapanları dost edinmeyin." Görülüyor ki önceki yasak umûmi
şekilde yalnız yahudi ve hıristiyanlara mahsus idi. Burada ise yasak bütün
kâfirlere genelleştirilmiştir. Ve aynı zamanda bu yasak, kitap ehlinin İslâm
dinini alaya alan ve küçük görenlerine tahsis olunmuştur. Bunun nüzul sebebinde
deniliyor ki, Rifâa b. Zeyd ile Süveyd b. Hâris görünüşte müslüman olmuşlar,
müslüman olmuş gibi görünmüşler, sonra münafıklığa girişmişler, müslümanlardan
birtakım kimselerin de bunlara sevgisi varmış, bu âyet bunlar hakkında
inmiştir. Şu halde dıştan müslüman görünüp içinden küfür ve nifak taşımak, dini
çirkin maksatlara alet yapmak, dini eğlence ve oyuncak yerine koymaktır ve
bununla önce müslümanlığını açığa vurarak, müslümanlara içlerinden fesat saçmak
isteyen dönme kâfirlere dikkat nazarı celbedilmiştir. Bununla beraber sebep
hass (özel) olmakla beraber hüküm âmm ( genel)dır ve her çeşit alayı içine
alır. Bunun için bu mutlak sözden sonra alay etmenin özel bir çeşidini beyan
ile şöyle buyuruluyor:
58- O kâfirleri de dost edinmeyiniz ki, namaza
çağırdığınız, yani ezan okuduğunuz zaman o ezan veya namazı eğlence ve oyun
yerine tutar, alay ederler. Bu da bunların akılsız bir toplum olmalarından
doğar. Bu akılsızlıkları cümlesindendir ki, mânâsız çanları dinlerler de
tevhide, namaz ve kurtuluşa çağıran yüksek mânâlı güzel ezanlardan
hoşlanmazlar.
Bu âyet önce ezanın meşru olduğuna, ikinci
olarak onunla alay etmenin ve hafife almanın küfür olduğuna delalet etmektedir.
Bunun için ezana icabet etmek vacibtir. Bu âyetin iniş sebebinde de şu iki
rivayet vardır: Ezan okununca müslümanlar namaza kalktıklarında yahudiler gülüp
alay ederek "Kalktılar, kalkmaz olsunlar; kıldılar, kılmaz olsunlar; rûkû
ettiler, etmez olsunlar" derlermiş. Sûddi'nin rivayetine göre Medine'de
bir hıristiyan varmış, müezzinin "Ben şahitlik ederim ki, muhakkak
Muhammed Allah'ın Resulüdür" dediğini işittiği zaman "Allah yalancıyı
yaksın" dermiş. Bir gece hizmetçisi elinde bir ateş ile odasına giderken
bir kıvılcım sıçramış, hane halkı da uykuda imiş, derken bir yangın çıkmış,
hıristiyan da bütün âilesi ile beraber yanmış gitmiş, bu âyet de bunun üzerine
inmiştir.
59-Şimdi Kitap ehlinin müslümanlar hakkında
besledikleri fesat fikri ile dini alaya alma ve küçük görmelerine karşı cevap,
ceza, öğüt ve irşad olmak üzere buyuruluyor ki: "De ki: Ey kitap ehli!
Sadece Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi
bizden hoşlanmıyorsunuz."
NAKM bir şeyden hoşlanmamaktır ki, nimetin
zıddı ve azab demek olan "nikmet" bundan veya bu mânâ ondan
alınmıştı. Bu âyette pek güzel bir "kıyas-ı muhassem" (ikilem)
vardır. Yani ey kitap ehli, sizin bizden hoşlanmamanız, bizi ayıplamanız,
dinimizi beğenmemeniz, başka bir şeyden değil, ancak iki sebepten dolayıdır:
Birisi, bizim Allah'a ve Allah tarafından bize, bizim Peygamberimiz Muhammed
Mustafa'ya indirilen şeriat ve yola, Kitap ve Sünnete ve bundan önce geçen peygamberlere
indirilmiş olan kitaplara ve bu arada Tevrat ve İncil'e de iman etmemiz; diğeri
de sizin çoğunuzun fâsık olmasıdır. İşte bizi beğenmemenize ve bize kızmanıza
bu iki şeyden başka sebep yoktur. Bizim imanımız sizden geniş ve sizin
esaslarınızı da içine almaktadır. Sizin ise hem iman sahanız ve vicdanınız dar,
hem de çoğunuz fâsık ve vicdansız. Şüphe yok ki, birincisi olan iman ve vicdan
genişliği ayıplanacak bir şey değil, takdir edilmesi gereken bir haktır. Şu
halde sizin bizden hoşlanmamanızın tek sebebi fâsıklığınız ve
vicdansızlığınızdır. Gerçekte dar kafalılar yüksek kafalıları, vicdansızlar
vicdanlıları, günahkârlar doğruları sevmezler ve onları rahatsız etmek için
ellerinden geleni yaparlar. Ellerinden gelirse bir yudum suda boğmak isterler.
Büyüklerin kıymeti de bunlara tahammül etmek ve mücahede eylemektir. Demek
oluyor ki bu âyet, kitap ehline cevap verirken, ilk önce müslümanlara bir
derstir. Çünkü müslümanlar toplum olarak bu cevabı verebilmek için, bu geniş ve
kuvvetli imana sahip olması ve çoğunluğun günahkâr olmaması lazım gelir. Yoksa
yahudilerin ve hıristiyanların günahlarına iştirak edip de onlara kendini
beğendirmeye çalışmak veya onlara galip gelme ümidini beslemek hem hakka iftira
ve hem kendini rezil etmektir.
60- "Nebe'", mühim haber demektir.
Buradaki ism-i işaretin muşârun'ileyhi hakkında ve şerriyyet (şerlik, kötülük)
hususunda söz edilmiştir. Bir rivayete göre yahudilerden bir kısmı gelmişler,
Resulullah'a dinini sormuşlar, Resulullah "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e,
İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilene
ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene inandık, onlar arasında
ayırım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız" (Bakara, 2/136) diye cevap
vermiş. İsa'yı işittikleri zaman, "Biz, sizin dininizden daha kötü dini
bilmiyoruz" demişler. Bu âyet bunun üzerine inmiş. Şu halde bunlar dine
"şer" (kötü) dediklerinden dolayı, "Sizin şer dediğinizden daha
kötüsünü size haber vereyim ki, o sizin din adını verdiğiniz kendi halinizdir."
mânâsına mücârat yoluyla şer denilmiş ve de ayıplanan dine işarettir denilmiş
ise de, biz bu iniş sebebine karşı çıkmamakla beraber şu mânâyı daha açık
buluyoruz: Ey Muhammed, o kitap ehline şöyle de: Daha kötüsünü çok önemli bir
şekilde haber vereyim mi? İşte Allah'ın lanetlediği (Bkz: Bakara, 5/13) ve
kendilerine gazab ettiği, ve kendilerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı, ve
bir de tağuta tapan, tağuta kulluk eden kimseler. işte bunlar mevkice daha fena
ve doğru yoldan daha çok sapmış kimselerdir.
"Kırade" (maymunlar) ve
"hanâzir" (domuzlar) yapılanların, yani görünüş ve manevî
bakımlarından mesih (çirkin bir şekle giriş) denilen, bu hale getirilenlerin
"ashâb-ı sebt" (cumartesi günü ehli) olduğu, bunların gençlerinin
maymun, ihtiyarlarının da domuz kılığına konulmuş bulunduğu söyleniyor ki,
geçmiş ümmetlerde ve özellikle İsrailoğulları'nda böyle mesh (başka bir hayvan
kılığına çevrilme) ler bilinmektedir. Hıristiyanlarda da İsa'nın sofra
arkadaşları hakkında mesih rivayet edilmiştir. Bunun için bazı tefsirciler,
kırade (maymun) cumartesi ehli; hanâzir (domuzlar), İsa'nın sofra
arkadaşlarıdır, demişlerdir ki, Bakara sûresinde ashâb-ı sebt hakkında yalnız
"Aşağılık maymunlar olun" (Bakara, 2/65) buyurulduğuna göre bu daha
uygun olsa gerektir. İnsanların böyle hayvan hâline konulmasına
"mesih" denilir ki, ya yalnız manevî veyahut hem sûrî (görünüş
itibariyle) ve hem manevî olmak üzere iki türlüdür: Manevî mesih ahlâkî
düşüklük doğuran değişme; sûrî ve manevî mesih de ahlâkî düşüklükle beraber
hayatı düşüklük doğuran değişimdir ki, buna "hakiki mesh" de denir.
Memsûh olanlar (değişime uğrayanlar) da üreme (tenâsül) olmaz. Şu halde,
"maymun ve domuz oldular" demek, "hayvan cinslerinden maymun ve
domuz üremesi yapan bir çeşit oldular" demek değil, tamamı sefalet içinde
tükenmeye ve sonuçsuzluğa mahkum oldular demektir. Bununla birlikte insanın
maymundan genesation (doğma, doğum) yoluyla tekamül ettiğini iddia edenlerin
yine insanın da doğum yoluyla maymuna döneceğini bir kanun gibi düşünmeleri
gerekir. Ve bu âyet bunlara da bir cevap ve inzar (korkutmay)ı içerir. Âyette,
lanetten gadab (kızmay)e, kızmadan mesh (hayvana döndürmey)e, mesihden tağuta
ibadet (şeytana kulluğ)e doğru giden beyan silsilesi gösteriyor ki, bunların
hepsinin toplamı değil, her biri bir şerdir. Ve bunlar içinde en aşağısı lanet,
en yukarısı da şeytana tapmaktır. Demek ki şeytana tapmak, bunların hepsini
gerekli kılan bir şer başlangıcıdır. Bunlar önce melûn olur, Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırılırlar. İkinci olarak uzaklaştırılmakla kalmaz Allah'ın
gazabı başlarına çöker, elemler ve belalar içinde kıvranırlar. Üçüncü olarak
maymun gibi bir insan taklitçisi, kararsız, değişken, sahtekâr, bir bakıma
zeki, insanın her yaptığını derhal taklit eder, fakat gerçekte ne yaptığını
bilmez, taklid derdiyle her felakete atılır, sevkedilir, gayet çirkin, suratsız
bir maskaralık örneği veya domuz gibi canavar, boynu bükülmez, kafası tuttuğuna
gider, her kötülüğü yapar, her pisliği yer, derisi bile debâğat (tabaklama)
kabul etmez, çirkin, nefret edilen, kahredilmiş bir cinayet ve alçaklık timsali
olur giderler. (Tağutun mânâsı için Bakara sûresinin 256. âyetine bkz.)
"Tağut'a taptı". "Abede = " fiil-i mazi olarak veya 'ye
mâtuf olup demektir. Fakat Hamze kırâetinde = bâ'nın zammı (ötrüsü) ile ve =
te'nin cerri (esresi) ile izafî terkip (isim tamlaması) olarak şeklinde okunur
ki, bu şekilde de "kırade" ve "hanâzir"e mâtûftur.
"yekuz" vezninde sıfattır.
61-Bunlar, ey müminler size geldikleri zaman
"inandık" derler, inanmış görünürler, halbuki kâfir girer, kâfir
çıkarlar. Gönüllerinde ne küfürler, ne fesatlar gizlerler ve düşünmezler ki, bu
gizledikleri küfür ve münafıklıktan Allah gafil değil, onları kendilerinden
daha çok bilir.
62-Ey Muhammed veya ey muhatap bunların hepsi
değil, fakat çoğunu görürsün ki günah, düşmanlık, haramı yemek, bu üçüne
devamlı koşarlar, atılırlar ki yalancılık, küfürbazlık etmek, zulmetmek
düşmanlığın; rüşvet de suht (haram)ın en açık misallerindendir. (Bkz: Mâide,
5/42) Bu yaptıkları amel ne kadar kötüdür.
63- Rabbânîler yani başlarında rabbânîlik
iddiasında bulunan âmirleri, politikacıları ve ahbâr denilen âlimleri bunları
yalan söylemekten ve haram yemekten yasaklasalar ya! Fakat yasaklamıyorlar, en
az susmakla olsun destekliyorlar. Her halde bu işledikleri çok fena bir sanat. Demek
ki bunlar bunu sanat edinmişler, çok çirkin bir siyaset sanatına düşmüşlerdir.
Ve bütün sorumluluğun esası bunlardadır. Ve halkın ahlâkını, dinini bozan
bunlardır. Tağut bunların içindedir. Ve anlaşılıyor ki, zâhitlerin sorumluluğu,
âlimlerden daha öncedir. Âlimler demişlerdir ki, Kur'ân'da âlimleri tevbih eden
(azarlayan) âyetler içinde en şiddetlisi, en korkuncu budur. İbnü Mubârek
hazretleri de bu âyetin içeriğini şu beytiyle ifade etmiştir.
64-"Dini en çok bozanlar melikler, kötü
bilginler (hahamlar) ve din adamları (papazlar) dır." Yahudiler, Allah'ın
eli bağlıdır, sıkıdır, dediler. Bu söz, mahcûr (kullanılmaktan menedilmiş)dur,
bağlıdır, dilediği gibi tasarrufa yetkili değildir, her istediğini yapamaz ve
şu halde istediği gibi infak ve ihsan da edemez, dardır, bol rızık veremez
demek olduğu gibi, eli sıkıdır, tabiatında cimrilik ve tutmak vardır, vermek
istemez, isteyemez demek de olabilir. Yani ya doğrudan doğruya cömertliğin
inkârı veya kudretin inkârı ile beraber cömertliğin inkârından kinayedir. Arap
dilinde "gulliyet" deyimi, cimrilik ve pintilikten; "bast-ı
yed" de el açıklığı gibi cömertlik ve keremden kinaye olur. Ve onun için
hakikaten el bulunmayan yerde de kullanılır. Dilimizde "eli bağlı"
demek, "el darlığı" gibi bir darlık, fakirlik veya aciz olma ve engel
mânâsı ifade eder. El sıkılığı ise, esasen yine darlıktan alınmış olmakla
beraber bu mânâ düşünülmeksizin servet ve kudreti de varken doğrudan doğruya
cimrilik ve yaratılıştan pintiliği ifade eder. Çünkü kinâyeler, ya bir mertebe
veya mertebelerle gerekli yerlerde kullanmak demektir. Arapça
"gulliyet" ise, her iki mânâya müsaittir. Nitekim "Elini boynuna
asıp bağlama" (İsrâ, 17/29) âyetinde el sıkılığı de de el bağlılığı
'zaruret' ve sıkıntılı mânâsınadır. Yahudiler derken, eli, hem bağlı, hem sıkı
mânâsını kastetmişler ki, cevapta "hayır, onun eli açıktır, dilediğine
infak eder" buyurulmuş, hem kudret ve hem tam irade ile cömertlik isbat
olunmuştur. Şu halde yahudilerin bu sözü, "Allah her istediğini yapamaz ve
her istediğini veremez, onun için bol bol rızık da veremez, yoksa yahudilere
hiç darlık çektirmez, her şeyi ihsan ederdi" meâlinde olduğu anlaşılıyor.
İbnü Abbas, İkrime ve Dahhâk demişlerdir ki,
önce bolluk ve ucuzluk içinde bulunan ve hatta bulundukları yerlerde halkın en
zengini olan yahudilerin sonradan Allah'a isyanları yüzünden darlığa ve
sıkıntıya düşmüş olmalarından dolayı, bu sözü Finhas b. Azura söylemiş ve bu
âyet bu sebeple inmiştir. Mukâtil ise İbnü Suriye ve Azir b. Ebî Azir'in de
Finhas ile beraber olduklarını ve hatta istikraz (ödünç para alma) âyetlerine
karşı, "Muhakkak Allah fakirdir, biz ise zenginiz" (Âl-i İmran,
3/181) dedikleri gibi Bühtünnassar ve hıristiyanlar tarafından Beyt-i Makdis'in
tahribi olaylarına da: "Eğer Allah'ın eli bağlı olmasaydı bunları bizden
men ederdi" dediklerini riva-yet etmiştir. Yahudilerin bu sözü
Resululllah'ın ashâbının çok fakirlik ve ihtiyaç içinde bulundukları sırada:
"Muhammed'in Allah'ı fakir, eli bağlıdır, onun için onları sıkıntıdan
kurtaramıyor" şeklinde müslümanlarla alay etmek için söylemiş olmaları
ihtimali de söylenmiştir. Âyette bunun zâhitlerin ve bilginlerin sanatlarını
kınamanın hemen akabinde söylenmiş olması sebebiyle sözün gelişi (siyakı) bize
şunu işaret ediyor ki, bu sözün yahudilerin bilginleri tarafından söylenmiş
olması itibariyle hepsine nisbet edilmiştir. Ve demek oluyor ki, bu söz
yahudilerin inanç ve ahlâklarıyla ilgili bir düstur mahiyetinde özetlenmiş ve
herkesin anlayabileceği bir ifade ile anlatılmıştır. Buna göre bunda başlıca
iki mesele vardır: Birisi, sonraki yahudilerin Allah'ın hakkındaki felsefi
görüşleri; diğeri de buna bağlı olarak ahlâk ve iktisatta tutturdukları
cimrilik ve pintilik düsturları ki, bunlar yukarda anılan kötülüklerin
sebeplerinden en önemlisini teşkil eder. Demek oluyor ki, yahudi bilginleri
sonradan tabiat (huy) ve icab (gerekircilik) nazariye (görüş)sine saparak Allah
Teâlâ'nın tam mânâsıyla istediğini yapabilen (fâil-i muhtar) olmadığı ve ilâhî
kudret ve iradenin tabiat kanunları ile bağımlı ve mahdut olup onun üstüne
çıkamayacağı, diğer deyimle Allah kâinatı yarattıktan sonra artık dinlenmeye
çekilip hüküm ve kudretini "biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız"
dedikleri gibi, yarattıklarına tevdi etmiş olmakla, onlara dilediği gibi sevap
veremeyeceği ve ceza yapamayacağı ve bu şekilde eli bağlanmış, lutuf ve ihsanı
gayet daralmış olduğu ve böylece yahudilerin bunu böyle bilip gereğince her
hususta cimrilik ve pintiliği iktisat kanunu edinmeleri gerektiği fikrine
düşmüşler ve bu fikir altında Allah'ın hem rahmetinden ümitsiz ve hem
gazabından emin olarak o fena sanata girmişler, kısacası "Allah'ın eli
bağlıdır" demişler. Kendi elleri bağlanmış da öyle söylemişler ve
söyledikleriyle lanetlenmişlerdir. Elleri bağlansın ve sözleriyle lanet
olunsunlar!. Bu kısım, ya bu sözlerinin sebep ve sonuçlarını haber vermek veya
bu sebeple aleyhlerine dua etmeyi öğreten ve telkin eden bir inşa (dilek)dır.
Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. Yed-i
cemâli (cemâl eli) de açık, yed-i celâli (celâl eli) de. Hâşâ o cimri değil,
mutlak cömerttir, âciz değil, mutlak kâdir (güçlü)dir. Nasıl dilerse öyle
verir, isterse verir, isterse vermez; isterse az verir, isterse çok; isterse
hesap ile verir, isterse hesapsız; isterse sebep ile verir, isterse sebepsiz;
hem zengin, kerim, hem mutlak kâdir; hem isteğini yapan, hem mutlak rızık
vericidir. Ne vermeye mecburdur ne vermemeye; ne vermekle zenginliği tükenir,
ne vermemekle cimri olması gerekir. Ne kudretini kanıtlayacak bir güç vardır,
ne de iradesini yasaklayacak bir kanun. Kudretleri sınırlayan kayıtlar, iradeleri
zorlayan kanunlar Allah üzerinde değil, ancak ve ancak yaratıklar üzerinde
hâkimdir. Onların sınırlarından çıkmaya yol bulamayacak olanlar yaratıcı değil,
yaratık olanlardır. (Bu konuda Bakara 2/212; Al-i İmrân, 3/26-27; Nûr, 24/38;
İsrâ', 17/30; Sebe', 34/36; Zümer, 39/52; Şûrâ, 42/12, 27; Talâk, 65/2-3;
Zâriyât, 51/58 âyetlerinin tefsirine bkz.)
TENBİH: Biraz önce işaret ettiğimiz üzere
dilimizde "filanın eli açık" denildiği zaman bilinir ki bu tabirlerde
"el" kelimesinin müfred (tekil) olarak bir mânâsı kastedilmez ve
"eli açık" terkibi bütünüyle bir kelime gibi mânâsından mecaz, daha
doğrusu kinâye olur. Hakiki mânâ mümkün olsa bile düşünülmez. Sahî, cömert olan
kimsenin iyilik etme ve verme sırasında daima elini uzatıp açmakta ve herkes
ondan alacağını almakta olması gibi esasa ait kullanmaya sebep olan gerekli şey
kimsenin hatırına gelmez. Hatta o derecedeki bazan hakiki mânâ mümkün bile
olmaz. Mesela iki kolu dibinden kesilmiş olan bir kimse bile gerçekte cömert
olursa ona "eli açık" denir. İşte Arapçada "eli açıktır" da
tıpkı böyledir. "İki eli açıktır" ise bunun tekit ile mubalağasıdır
ki, kendisinde cimrilikten asla eser olmayıp devamlı ve son derece vergili
olduğunu ifade eder. Ve bunlarda "yed" (el) kelimesinin ne tekil ne
tesniyesi (ikili)nde özel bir mânâ asla kastedilmiş veya düşünülmüş değildir.
Ve bunun Arap dilinde birçok misalleri vardır. Mesela: "İki elin açılması
koruya bol bir yağmur verdi. Dereleri ve tepeleri de onun nimetine
şükretti." diyen şairin derelerinin, tepelerinin feryadını şükredilmiş
kılan kuvvetli bir yağmuru koruya ihsan eden tabirinde asla "el"
tasavvur etmeyip, sırf nimeti yaymayı kasteddiği şüphesizdir. Aynı şekilde
Lebid: "Soğuğun yuları poyrazın elinde olunca rüzgar sabahı bir ağırlık
görür." diye soğuğun yularını poyrazın elinde gördüğü rüzgar sabahı,
mücerred (soyut) bir temsilî istiâre ile poyrazın tesirini ve soğuğun şiddetini
anlatmıştır. Demek ki "rüzgar gibi el" tasavvuru, mümkün olmayan
şeylere bile dilde el isnadı ve hatta müfret bir mânâ kastedilmeyerek isnadı
pek çoktur. İşte yüksek nazmında da mânâsıyla cömertliği tekit edilmiş yüksek
kudret ve kâmil irade kastedilmiş olduğundan "yed"in ne hakiki, ne
hakiki olmayan hiçbir mânâsı düşünülmeyerek tamlamanın toplamından kinayeye ait
bir mânâ kastedildiğinde tereddüde yer yoktur. Ancak bundan "yed"in
bilinen mânâsı düşünülmeksizin (Allah'ın eli) denilmesinin yasaklanmış olmayıp
caiz ve meşru olduğu anlaşılır. Hakikatte Allah'a "el" nisbet eden
birçok âyet ve hadis vardır ki, bunların bazısı, sayı beyan olunmaksızın
"Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir." (Feth, 48/10), âyeti ve
"Allah'ın eli toplumla beraberdir.", hadisi gibi mutlaktır. Bu âyet,
aynı şekilde "(Allah) dedi ki: 'Ey İblis, iki elimle (bizzat kudretimde)
yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?' (Sâd, 38/75) âyeti
"Allah'ın iki eli de sağdır." hadisi gibi bazısında "iki
yed" (iki el) zikredilmiştir. Bazısında da çoğul gelmiştir
"Ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık"
(Yasîn, 36/71) âyeti gibi. Bunlardan ise bir akaid (inanç) meselesi hasıl
olmuştur. Selef âlimleri demişlerdir ki, "Kur'ân'da Allah'a yed (el) isnat
edilmiş olduğu ve "Zatına benzer hiçbir şey yoktur" (Şûrâ, 42/11)
gereğince yedullah (Allah'ın eli)ın bizim bildiğimiz özel cisim olamayacağı da
akıl ve nakil gereğince bilindiği için, biz 'Allah'ın yedi (eli) vardır' diye
iman eder ve hakikatini Allah'ın ilmine bırakırız, yorumuna
kalkışmayız...". Yani bunu müteşabihlerden tanımışlar ve "O
(Kur'ân)ın tevilini ancak Allah bilir" (Âli İmrân, 3/7) demişlerdir. Fakat
sonradan bazı Mücessime mezhebinde olanlar ortaya çıktığı için, Kelam âlimleri
bunların muhkem âyetlere göre her birini makamına uygun bir mânâ ile yorum ve
izahını caiz görmüşlerdir.
Arap dilinde (el) kelimesi çeşitli şekillerde
kullanılagelmiştir:
1. Bilinen özel uzvun ismi ki kâh bileğe ve
kâh koltuğa kadar söylenir.
2. Nimet mânâsınadır ki çoğulunda kullanılır.
"Yanımda filanın nimeti çoğaldı." "Filanın bende bir nimeti var
ki onun üzerine kendisine teşekkür ediyorum." denilir. Dilimizde bu mânâ
pek bilinmemektedir. Fakat "efendim elinizin altında yaşıyayım"
denildiği zaman da nimetiniz ve yardımınız sayesinde demek olur.
3. Kuvvet ve kudret mânâsınadır. Nitekim
"kuvvetlerin ve akılların sahibi" diye tefsir edilmiştir. Sîbeveyh'in
naklettiği üzere araplar derler ki, maksat tam kudreti inkâr etmektir. Yani
"Senin buna pek kudretin yoktur" demektir. Dilimizde de bu mânâ çok bilinir.
Mesela "El, elden üstündür arşa varıncaya kadar" denilir ki,
"Kudret, kudretten üstündür, ancak Allah'ın kudretinin üstünde hiçbir
kudret yoktur" demektir. Aynı şekilde, "Filanın bunda eli var, yahut
parmağı var" denildiği zaman da tesiri, etkisi var demektir ki, bu da
kudret mânâsına aynı köktendir. Bu cümleden olmak üzere dilimizde
"el", âlet ve iş yapma aracı mânâsına da kullanılır, "Bu işte
filanın eli filandır; filan, filanın eli ayağıdır" denildiği zaman bu mânâ
kastedilir. Bu kullanma şekli, Arapça'da da yok değildir.
4. "Mülk" mânâsınadır. "Şu
arazi filanın yedindedir" denilir ki, mülkiyeti altında veya
tasarrufundadır, demek olur. Nitekim "Nikah bağı elinde bulunan
erkek" (Bakara, 2/237) demek, nikahı akdetmek selahiyetine sahip olan demektir.
5. Yardımın ve özelleştirmenin şiddeti
mânâsınadır ki, "Ben bunu elimle yaptım" demek, "kendim
yaptım" demek olduğu gibi, "İtina ettim, çok özel şekilde önem
verdim, şu halde bence büyük bir kıymeti vardır" demek de olur. Âdem
hakkında "Kendi iki elimle yarattığım" (Sâd, 38/75) buyurulması bu
cihetle bir özel şerefi beyandır.
İşte Allah Teâlâ'ya nisbet edilen
"yed" de birincideki mânâdan başka hepsi için düşünülmesi mümkündür.
Ebu'l- Hasen el-Eş'arî (Allah ona rahmet eylesin) bazı sözlerinde demiştir ki,
"Yedullah (Allah'ın eli), zâtullah (Allah'ın zâtı) ile kâim bir sıfattır
ki kudretten başkadır. Ve ıstıfa (seçme) yoluyla tekvin (yaratma) bunun
şanındandır". Fakat Eş'arî'nin, tekvîn sıfatını kudret sıfatına
dönüştürdüğüne göre böyle demesi, yed (el) mutlak kudret değil, bir özel
kudrettir mânâsına kabul edilebilir. Âlimlerin çoğu da Allah Teâlâ hakkında yed
(el)in, kudretten veya nimetten ibaret olduğunu söylemişlerdir. Fakat
"hayır, onun iki eli açıktır" da bu konuların cereyan etmesine hiç de
lüzum yoktur. Zira bu, yahudilerin kinayesine yine kinâye ile - bilindiği
üzere- bir cevap olduğu için, bunun yorumu bilinemeyecek olan müteşabihlerden
olmadığı ve şu halde buradaki "yed" (el) den bu mânâların hiçbiri
düşünülmeyerek cömertlik ve kudretin doğrudan doğruya tamlamadan kinâî mânâ
olmak üzere anlaşıldığı unutulmamalıdır. Ve bundan dolayı burada,
"Allah'ın iki kudreti ne demektir? " diye bir soruya da yer yoktur.
Çünkü tesniye (ikil), yukarda hatırlatıldığı üzere, cümlenin mânâsına göre sırf
mubâlâğa ve tekit içindir. Bununla beraber "Allah'ın iki eli de
sağdır." hadisinde olduğu gibi burada da "yed" (el)in kinâyeden
vazgeçerek mânâsını düşünmek gerekirse iki "yed"in biri "açık
el", biri de "kapalı el" olmak üzere ilâhî kudretin cemâl ve
celâli durumlarını anlamak gerekir. Nitekim celâl eserini göstermek üzere
buyuruluyor ki: Ve her halde Rabbinden sana indirilen bu Kur'ân âyetleri o
yahudilerden birçoğunun taşkınlığını ve küfrünü artıracaktır. Bundan sonra
bunlar tağutluk (şeytanlık)ta daha ileri gideceklerdir. Çünkü laneti haketmiş
olanlar "Allah onların kalblerini temizlemeyi istemedi." (Mâide,
5/41) hükmüne mahkum olmuş zalimlerdir. Kur'ân'ın fiilî hidayeti ise muttakiler
ve müminler içindir. "Muttakiler için yol göstericidir" (Bakara,
2/2); "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu yola
getirir." (Bakara, 2/26); "Biz Kur'ân'dan müminlere şifa ve rahmet
olan şeyler indiriyoruz. (Ama Kur'ân) zalimlerin ziyanını artırmaktan başka bir
katkıda bulunmaz." (İsrâ', 17/82). Fakat bunların küfür ve taşkınlığından
endişeye de yer yoktur. Çünkü "biz onların arasına, kıyamete kadar
düşmanlık ve kin atmışız" dır. Bunun için "ne zaman savaş için bir
ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür." Şu halde bunlar hiç bir zaman
hakiki bir kuvvet ve üstünlük bulamazlar. Yeryüzünde daima fesat çıkarmaya
çalışır dururlar. Allah ise fesatçıları sevmez, fesatçılığa koşanların cezasını
verir. Ve vermek için yed-i kudreti (kudret eli) bağlı değildir. Onlara lanet
eder, sıkıştırır ve azab eder de eder. Bununla beraber yed-i rahmeti (rahmet
eli) de bağlı değildir.
65-Bunun için Kitap ehli fesatçılığa koşmaktan
tevbekâr olup iman etseler ve layıkıyla korunsalar, fesattan sakınıp rahmet
eline talip olsalardı, bütün kötülüklerini - istedikleri gibi- kendilerinden
muhakkak örter, onları ebedî nimet cennetlerine koyar mesut ederdik.
66- Bunlar iman edip Tevrat ve İncil'i ve
Rablerinden kendilerine indirilen diğer kitapları ve âyetleri ikame etseler,
yani her türlü tahriften uzak olarak gözlerinin önüne dikip hiç birinden nasiplerini
unutmaksızın bunların içermiş olduğu ilâhî anlaşmaları yerine getirseler ve bu
şekilde muttakî olsalardı -ki o zaman Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğine
iman etmiş olacaklardı- bu takdirde hem üstlerinden ve hem ayaklarının altından
yiyecekler, her taraflarından Allah'ın nimetine garkolacaklardı da, sıkıntılar
içinde kalıp cimrilik ve pintilik derdiyle "Allah'ın eli bağlıdır"
demeyecekler, lanet ve gazaba layık olmayacaklar, hem ahiret ve hem dünya
saadetine ereceklerdi. Bunlara Tevrat ve İncil'den başka "kendilerine
Rablerinden indirilen" den maksad, diğer peygamberlere inmiş olan Şa'ya
Kitabı, Habbuk Kitabı, Dâniyel Kitabı gibi Muhammed Aleyhisselâm'ın
gönderileceğinin müjdeleriyle dolu bulunan kitaplar ve Kur'ân'da bu âyetler gibi
kitap ehline hitap ederek indirilen âyetlerdir. in birçok mânâlara ihtimâli
vardır:
Birincisi: Yalnız alt - üst değil, her yönde
bolluktan kinâyedir ki; hiçbir yönden yoksulluk görmeyecek, baştan ayağa nimete
gark olarak devamlı nimetleneceklerdi demek olur.
İkincisi: Yukarıdan yemek, yağmur ve diğerleri
gibi gökten gelenlerden istifade etmek; ayak altından yemek yeryüzüne ait
mahsullerden faydalanmaktır.
Üçüncüsü: Yukardan yemek, ağaçların
meyvelerine; aşağıdan yemek de ekilmiş olanlara işaret olabilir.
Dördüncüsü: Yukardan yemek, çalışmaksızın
ihsan olunacak Rabbânî mevhibeler (bağışlar); ayaklarının altından yemek de
çalışıp çabalamakla kazanılacak nimetleri ifade eder.
Beşincisi: Üstten yemek, devletin elde ettiği
ve bölüştürdüğü genel menfaatlere; alttan yemek de şahsî teşebbüs ile olan
ferdî üretime delalet edebilir.
Altıncısı: "ahitleri ifâ edin"
emrini yerine getirip, size nimetimi tamamladım" hitabıyla ve
"üzerinizdeki Allah'ın nimetini hatırlayın" uyarmasına muhatap olan
müslümanların, o zaman zaruretten kurtularak nâil oldukları saadet haline
işaretle, bu saadetten mahrum kalanların gıbta (imrenme)larını harekete geçirme
mânâsı düşünülebilir.
Yedincisi: Bunlardan başka ahiretteki naîm
cennetlerinin nimetlenme şeklini de bir tasvirdir.
Fakat bunlar, böyle iman ve ittikâ ile bunları
hakkıyla yerine getirmediler içlerinde muktesid, yani mutedil (orta yolu tutan)
bir ümmet, bir toplum var, fakat az. Halbuki onların çoğu -yukarda gördüğünüz
üzere- ne fena şeyler, ne çirkin işler yapıyorlar!.. Şu halde toplumun tümüne
azınlığın celbedebileceği saadeti, çoğunluğun celbettiği felaket yok ediyor.
"Bir fitneden sakının ki, aranızdan
yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize ulaşır)" (Enfal,
8/25) âyetinin delaleti ortaya çıkıyor. Hepsinde eli açıklık yerine, pintilik
vuku buluyor. O halde bu azınlık, o çoğunluktan her yönden ilgisini kesmelidir
ki, bu ortaklıktan kurtulmuş olsunlar. Kısaca Allah'ın rahmet eli de açıktır,
gazap eli de. Ve bütün bu rahmet ve gazap hükümleri başka hiç bir zorlayıcı şart
olmaksızın sırf Allah'ın sübhânî iradesidir. Ve bunlara mahkum olan Allah
değil, kullardır. Bununla beraber kullar da istemekte serbesttir. Şu halde
kullar bunun hangisini ister ve hangisinin yoluna koşarsa ona ulaşır. Rahmet
eline koşan onu daima açık, dilediği gibi rahmet saçıyor bulur. Gazap eline
koşan da onun daima açık, dilediği gibi gazap saçıyor bulur. İkisi de sağ,
ikisi de kuvvetlidir.
İKTİSAD : Lugatte "işte ölçülü olma"
demektir ki "kasd" den alınmıştır. çünkü istediğini iyi tanıyan bir
kimse, onu hiç eğilip bükülmeden doğru bir şekilde kasteder. İstediğinin yerini
ve mevkisini bilemeyen ise şaşkınlık içinde kalır. İfrat veya tefrit ile kâh
sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeple iktisad, maksada sebep
olan amel (iş) demek olmuştur. Maliyeye ait işlerdeki iktisadın da esası budur.
Buradaki "ümmet-i mukteside (orta yollu, ölçülü ümmet) hakkında
tefsirciler iki görüş naklediyorlar:
Birine göre maksad, yahudilerden Abdullah b.
Selâm, hıristiyanlardan Necâşî gibi kitap ehli arasından Resulullah'a iman
edenlerdir. Diğerine göre de "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona
yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder" (Âl-i İmran, 3/75) âyetinin
delaleti üzere kitap ehli içinde kendi dinlerinde adaletli ve doğru olan ve
Resulullah'a iman etmemiş olmakla beraber şiddetli inat ve kızgınlığı
bulunmayıp, ölçülü ve tarafsız bulunan kimselerdir ki, öncekiler de bu
gibilerden ortaya çıkar. Bizce de açık olan ikincisidir. Zira öncekine göre
kevn-i sâbık (geçmiş oluş) la mecaza yüklenmiş olması gerekecektir.
67-Şimdi ey o Kitap ehlinin kitaplarında
müjdelenmiş olan ve onların iman etmeleri gereken Resulüm Muhammed! Sen onlar
içinde orta yolu tutanların azlığına ve fâsıkların çokluğuna bakma ve o fâsık
ve fesatçıların çoğu sana bir zarar yapabileceklerinden korkma da Rabbından
sana indirilenin -acı tatlı- hepsini tebliğ et.
Rivayet ediliyor ki Resulullah (s.a.v) bir
hadis-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ beni peygamberlik
göreviyle gönderdi. Bundan dolayı çok sıkıldım ve görüyorum ki insanlar beni
yalanlıyorlar. Yahudiler, hıristiyanlar, Kureyşliler korkutuyorlar. Ne zaman ki
Allah, 'Peygamberlik görevlerini tamamen tebliğ etmezsen seni cezalandırırım.'
dedi, korku da tamamen ortadan kalktı". Eğer böyle yapmazsan, yani sana
tebliğ edilmek için indirilenleri tebliğ etmezsen Allah'ın peygamberlik
görevini, elçiliğini ifâ etmemiş olursun. Nâfi kırâetinde, çoğul olarak
şeklinde okunduğuna göre, Allah'ın elçilik görevlerini tamamen yerine
getirmemiş, vazifeni yapmamış olursun. Allah ise seni insanlardan tamamen
koruyacak. Çünkü muhakkak ki Allah kâfirler gürûhunu gayelerine ulaştırmayacak,
sana karşı herhangi bir sû-i kast yapmaya kalkışacak olanların herhalde
kâfirlerden olacağında şüphe yoktur. Şu halde Allah seni -her halde-
insanlardan korur ve muhafaza eder. Fakat hiçbir kimseyi Allah'ın azabından
koruyacak bir muhafız yoktur.
68-Onun için peygamberlik görevini tamamen
yerine getir ve hiç kimseden çekinmeyerek de ki: ey kitap ehli, siz hiçbir şey
üzerinde değilsiniz, yani diyânetiniz yok, din adını verdiğiniz, gittiğiniz yol
hiçbir şey değildir. Tâ ki Tevrat'ı ve İncil'i ve rabbinizden size
indirilenlerin hepsini -ki Kur'ân ve Kur'ân'ın bu âyeti de bu cümledendir-
ikame edesiniz, bunlara hakkıyle riayet edesiniz. Mukaddem (önce gelen)i, sonra
gelenin tasdikinden geçirerek toplamının sonucuna göre Allah'ın ahidlerini ve
sözleşmelerini tanıyıp yerine getiresiniz. İşte o zaman bir şey üzerinde bulunmuş,
bir dine sahip olmuş olursunuz. Yoksa bu gidişiniz dinsizlikten, yolsuzluktan
başka bir şey değildir. Ey Muhammed, bunu hiç sakınmadan söyle ve bununla
beraber emin ol ki Rabb'inden sana indirilen ve hak olduğunda hiç şüphe
bulunmayan bu âyet de onların çoğunun -bu cümleden olarak bilgin ve
reislerinin- taşkınlık ve küfürlerini artıracaktır. Fakat bundan dolayı
kâfirler gürûhuna karşı gam yeme (üzülme). Ve bu hak tebliğ, içlerinde bir
azınlık da olsa hakkı tanımak kabiliyetinde bulunan orta ümmete faydalı
olabilir. Çünkü:
69- Şunda şüphe yoktur ki bütün iman edenler,
yani münafıklar da dahil olmak üzere görünüşte iman etmiş olan, müslüman adını
taşıyanlar, yahudi olanlar, aynı şekilde sâbiîler (yıldızlara tapanlar)
hıristiyanlar, bütün bunlardan, her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman
edip imanının gereğine yaraşır güzel işler yaparsa, bunlara ne bir korku
vardır, ne de bunlar üzülürler. Görülüyor ki bir benzeri Bakara sûresinde geçen
bu âyette önce iman edenler ve yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler diye dört
sınıf zikredilmiş ve bu şekilde yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler, müminlere
karşılık ve şu halde müminden başka olarak gösterilmiş ve sonra Allah'a ve
ahirete iman edip güzel amel yapanların korku ve hüzünden kesin olarak âzâde
olacakları da müjdelenmiştir. Bundan ise bu vaad ve müjdenin bu dört sınıftan
ancak müminlere mahsus olduğu ve yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler bu üçünün
bu müjdeden hariç bulundukları ve bununla beraber bunlar da iman ederlerse
müminler sınıfına dahil olup aynı vaad ve müjdeye nail olacakları ve şu halde
bunların da ümitsiz olmayıp hemen tevbekâr olarak iman ve güzel amel yapmaya
girişmelerinin lüzumu anlaşılacağı açıktır. Zira "mümin ve mümin olmayan
her kim mümin ise bahtiyardır" denilince bu bahtiyarlık mümine tahsis
edilmiş ve mümin olmayan istisna edilmiş olur. Ve "mümin ve mümin olmayan
her kim mümin olursa bahtiyar olur" denildiği zaman da mümin olmayana iman
teklif edilmiş ve bu şart ile ona da bahtiyarlık vaadolunmuş olur. İşte bu
âyetin gayet açık ve âşikâr olan mânâsı ve sevkedildiği yönü (mâ sîka lehi)
budur. Ve bunun içindir ki, yukarda olduğu gibi, bundan sonraki âyetlerde de bu
üç sınıfın küfürleri ve iman kabiliyetleri açıklanmıştır. Bundan başka
müminlerin, önce yahudi, hıristiyan ve sâbiîler ile bir tarzda zikredilip bir
araya getirilip de sonradan hepsine birden "Allah'a, ahiret gününe
inanan" diye şartlı kazıyye (önerme) ile hükmolunmasında başka nükteler de
vardır:
Birinci olarak, müminlere de gösteriliyor ki
ahirette korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, yalnız zahirî (açıktan) iman ile
hasıl olmaz. Müslümanlık zahiren mümin görünmekten ibaret değildir. Zahirî bir
müslümanlığın, yahudilik, hıristiyanlık ve sâbiîlikten büyük bir farkı yoktur.
Korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, dıştan ve içten tekit edilmiş, artırılmış
hakiki bir iman ve bununla beraber salih amele bağlanmıştır. Hakiki iman
olmadan güzel amel, dünya için faydalı olsa bile ahiret için faydalı olmaz.
Sonra, güzel amel olmadan sadece hakiki iman mümkün ise de kamil (tam) olmaz;
ebedî azabtan kurtarsa bile, mutlak korku ve hüzünden kurtarmaz. Çünkü âsî
müminlere de azab vardır. Ve en azından muhtemeldir. Şu halde dinin kesin
müjdesi hakiki iman ile güzel amelin birleşmesindedir. Gerçek imanın ilk esası
Allah'a ve ahiret sorumluluğuna gerçekten ve bütün varlığıyla ciddi olarak
inanmaktır. Ve yukardan beri anlaşıldığı üzere Allah'a gerçekten inanmak da
Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarına, önceden ve sonradan indirdiği ve gönderdiği
her şeye, her doğruya, her hükme gönderdiği ve inzal ettiği şekilde inanmakla
mümkün olur ki, bu indirilenler zaman zaman artar ve gelişir ve Allah'a ciddi
olarak inanan hepsine inanır. Ahirete iman ise sonunda sorumluluğa, iman ve
amel edip edilmediğine göre sevap ve cezaya, bir gün gelip iman ve amel edenlerle
etmeyenlerin hesabı görülüp mükafat ve cezalarının verileceğine ciddî bir
şekilde inanmaktır. Nitekim Bakara sûresinin başında "Sana indirilene ve
senden önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler."
(Bakara, 2/4) ve Nisâ sûresinde "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse o uzak bir sapıklığa
düşmüştür" (Nisâ', 4/136) buyurulmuştur. Salih (güzel) amele gelince, bu
da Allah'a ve ahirete imanın gereğine göre ve Allah'ın indirdiği ve gönderdiği
delillere ve hükümlere, haber vermeye ve isteğe uygun olarak tam ihlas
(samimiyet )ve hüsn-i niyyet (iyi niyet) ile Allah'ın hoşnut olacağı güzel
ameller yapmaktır. Bunun içindir ki bundan önceki âyette buyurulmuş ve yalnız
Tevrat ve İncil'in ikamesi (hükümlerinin yerine getirilmesi) bile bu konuda
yeterli olmadığı ve Allah tarafından bütün indirilenlerin yerine getirilmesi
istendiği anlaşılmıştı. Şu halde, "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve
güzel amel işlerse, onlara hiç bir korku yoktur, onlar mahzûn da olmazlar"
âyetinin mazmûnunun sonucu,
"Hayır, kim işini güzel yaparak özünü
Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbının yanındadır. Onlara korku yoktur
ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 2/112) âyetinin içerdiği mânânın
aynıdır. Ve nitekim Bakara sûresinin âyeti bu mânâ ile özetlenmiştir.
İkinci olarak gösteriliyor ki, Allah'ın
hükümlerinde dünyaya ve ahirete ait iki değer ve bunlar da biri zahirî (açık)
ve siyasî, biri de hakikî ve tam mânâsıyla dinî iki manzara vardır ki, birisi
"muhakkak iman edenler", diğeri de "kim Allah'a inanırsa"
ile ifade edilmiştir. Zahirî ve siyasî görüş açısından İslâm hükmü altında
müslüman ve gayri müslim toplanır. Bu yönden zahirî müminlerin, yahudi,
hıristiyan ve sâbiîlerden büyük bir farkları yoktur. İslâm siyasetinde her biri
mensûb oldukları dinleriyle tanınır, din hürriyetlerine riayet edilir, o
dâirede özel varlıkları gözetilir, müslüman olmaları için zorlanmaz,
inançlarına karışılmaz, kendi dinleriyle başbaşa bırakılırlar. Din açısından
her biri inançlarına göre Tevrat ehli Tevrat'a; İncil ehli incil'e; öbürleri de
itikatlarına bırakılır, müslüman da müslümanlığına sevkedilir. Ahkam (hükümler)
ve dünyaya ait muameleler açısından ise hepsi "Bizim lehimize olan onların
da lehine, aleyhimize olan da onların aleyhinedir" sözünün delaleti üzere
hukuk ve görevlerde eşit ve aynı anayasaya tâbi tutulur. Bundan dolayı
vazifesine riayet eden bu mümin olmayan kişi, bir mümin gibi veya ondan daha
çok dünyaya ait hazzı (nasibi) alabilir. Şu halde İslâm'ın vaad ettiği mutlak
saadet yalnız bu yönden değil, ahiret ve akıbet (sonuç) itibariyledir. Çünkü
sonunda kendini tamamen kurtaracak, korku ve hüzünden kurtulacak olanlar zâhir
(dış)i ve bâtın (içi)ı mükemmel gerçek mümin ve müslüman olanlardır. Ve işte
zahire göre eşitlik, hakikat ve akıbete göre farklılık ifade eden bu nokta
İslâm hükmü altında bulunan yahudi, hıristiyan ve sâbiîlere dünyada
müslümanlarla beraber eşitlik, adalet, hürriyet vaadiyle bir müjdeyi ve
görünüşte müslümanlara bir inzar (korkutmay)ı ve gerçek müslümanlara da bir
mutlak müjdeyi içine alır. Ve şu halde âyetin birinci kısmı İslâm şeriatının
dünyaya ait hükümlerini özetleyen siyasî ve sosyal bir değeri, ikinci kısmı da
tam mânâsıyla dinî hükmü özetleyen mutlak bir değeri göstermekte ve o siyaseti,
böyle hakikî bir imanın devam edeceğini göstermektedir. Bakara sûresinde İslâm
devletinin tamamen kurulmadan önce "Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de
size verdiğim sözü tutayım" (Bakara, 2/40) emrine uygun olarak yapılan bu
vaad ve müjde Mekke'nin fethi ile İslâm devletinin tamamen kurulmasından sonra,
bu Mâide sûresi âyetiyle "akitleri yerine getirin" emrine ekli olarak
sözlü ve fiilî olarak tekit ve tesbit edilmiştir. Ve bu tekit ve kararlaşmadan
başka iki âyet arasında esas itibariyle hiçbir fark yoktur. Gerçi Bakara sûresi
âyetindeki "Rableri katında onların mükafatı vardır." (Bakara, 2/62)
kısmı burada zikredilmemiştir. Fakat "onlara ne bir korku vardır, ne de
üzülürler." bunu gerektirdiğinden öncekindeki açıklamaya dayanarak burada
icaz olunması (kısaca anlatılması) ayrı bir mânâ ifade etmez. Bir de orada
atf-ı müfred kabilinden "yâ" ile mansûb ve "nesarâ"dan
sonra geldiği halde, burada "kezâlik" (aynı şekilde) meâlinde atf-ı
cümle takdirinde "vâv" ile merfû, "nesârâ"dan önce
zikrolunmuştur. Bu da gibi bir i'râb farkından ibarettir ki, kelimenin esas
mânâsında bir farkı gerektirici değildir. Şu halde "sâbiîn" ne ise
"sabiûn" da odur. İkisi de sâbiîler demektir. Bundan nihayet
sâbiîlerin yahudi ve hıristiyanlar arasında sebatsız bir halde bulunduklarına
veya hıristiyanlarda da bir çeşit sâbiîlik bulunduğuna bir işaret olabilir.
Fakat bundan dolayı bu iki cümlenin veya âyetin mânâlarında ve hükümlerinde bir
fark da lazım gelmez.
Bu açıklama ve hatırlatmaya sebep şudur:
Kur'ân'ın Fransızca tercemesinde Kazimireski
bu i'rab farkı yerine bir nisbet (ölçü) farkı koyarak Bakara sûresi âyetindeki
çoğulunu "sabeinler= les sabeites" diye ve bu "Mâide"
âyetindeki çoğulunu da "sabeenler=les sabeens" diye terceme ederek
iki âyeti farklı gibi ifade etmiş ve sonra dipnotunda "Sabiîler müteassıb
(tutucu) hıristiyanlardır ki bunları yıldızlara tapan ve şu halde müşrik olan
sabiînlerle karıştırmamak gerekir." diye bir de hatırlatma yapmıştır.
Gerçi ilerde göreceğimiz üzere sâbiîn adı altında biri kitap ehli, biri müşrik
iki sınıf bulunduğu da zikredilmiş olduğuna göre, bu hatırlatma pek esassız
değilse de bununla sâbiîni sâbiûndan başka göstermek ve âyetlerden her birini,
birine tahsis ederek ayırmak ve terceme etmek doğru değildir. Öncekindeki
yahudi ve hıristiyanlar ile ikincisindeki yahudi ve hıristiyan da fark aramak
doğru olmadığı gibi, sâbiîn ile sâbiûn da öyledir. Nikah, kurban meseleleri
gibi fer'i hükümlere göre kitap ehli ve müşrik ayırımının bir hükmü, bir
faydası olabilirse de asıl imana davet eden ve imanın şartlarıyla ilgili
bulunan bu gibi âyetlerde bu farkın ve bu hatırlatmanın hükmü yoktur. Çünkü
kitap ehli olanlar iman edince kabul edilecek de müşrikler iman ederse
reddolunacak değildir. Zira "Her kim Allah'a ve ahirete hakikaten iman
eder ve samimiyetle çalışırsa onlara korku ve hüzün yoktur" hüküm cümlesi
öyle bir genellemedir ki, zikredilen dört sınıftan başka olmak üzere tasavvur
olunabilecek dinli, dinsiz, mecusî, zındık ve diğerleri herhangi bir sınıf ve
herhangi bir ferdin iman ettikleri ve güzel amel yaptıları takdirde aynı
hükümde dahil olacaklarını beyan etmiştir. Bununla beraber anılan ayırım
büsbütün asılsız olmadığı gibi, iki sınıf yine bir hükümde birleşmiş olmak
itibariyle iki âyeti birbirine çarpıştıracak çirkin bir hata da değildir.
Nihayet her âyetten bağımsız ve birbirini tekit ve onaylama olmak üzere
anlaşılacak olan bir mânâyı iki âyet toplamından müşterek olarak ve tekitsiz
anlatmak istemiştir. "Zeyd okursa mesut olur, Amr okursa mesut olur"
demekle, "Zeyd ve Amr okurlarsa mesut olurlar, evet Zeyd ve Amr okurlarsa
mesut olurlar" demek arasında bir taaruz (zıtlaşma) bulunmadığı gibi
hükümde bir fark da yoktur. Fakat Frenkler bakınız bunu nasıl kötüye
kullanmışlardır.
Fransızca "Kur'ân Analyse" (tahlil
edilmiş Kur'ân) adında bir eser vardır ki, bunda Fransızlar tarafından
Kur'ân'ın Kazimireski tercemesi esas alınarak sûreler, âyetler çeşitli ve
birçok konulara göre tahlil edilerek ve bölünerek parçalanmış ve altlarına ara
sıra müsteşrikler tarafından bir takım notlarda konulmuş ve mukaddimesinde bu kitabı
tertipten maksad müslümanlar üzerine memur olacak Fransızlara müslümanları
kitaplarıyla kandırabilmeleri için, Kur'ân'ın içeriğini öğretmek ve özellikle
Cezayir müslümanları üzerinde Fransız siyasetine bir hizmet etmek olduğu da
açıklanmıştır. Bu eserde bu iki âyet "tolerans" yani musamaha konusu
altında toplanmış ve altına şöyle bir dipnot eklenerek denilmiştir ki:
"Eski müslüman müctehitleri bu Bakara
sûresi âyetini, beşinci sûre olan Mâide âyeti ile neshedilmiş (kaldırılmış)
olmasını istiyorlar. Bu ise mezhep tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır.
O birisi, yani Bakara sûresi âyeti, gibi diğer âyet de tolerans hususunda daha
yüksek bir ruh ile ispat ediyorlar ki, en az dinî olduğu kadar siyasî bir zat
olan Hazreti Muhammed şartların, zamanların, mekanların ve durumların gerekli
sonuçlarına uyuyordu. Onun hadisini açıkladıklarını ve anlattıklarını iddia
eden ilk müctehidler ise, müminlerin askerî başarılarıyla heyecanlanarak
Kur'ân'ın insânî olan verilerini, (mebâdi-i mevhûbesi) ilk verilerini unuttular.
Fakat hayli zamandan beri Batı'nın her şeyde kazanmış olduğu üstünlük, İslâm'ın
en büyük siyasi mahfillerindeki gururları özel bir şekilde sûkûnete kavuşturdu.
Şüphesiz ki diğer imamlar, yani kanun babaları gelecek bu işi
tamamlayacaktır..." Böyle demiş ve nihayet: "şimdi Fransa'da yeni bir
mezhep kurulmasına girişilmiştir ki, mevcut olan esaslı üç mezhepten daha az
ortodoks olmayacaktır" diye bir fıkra da ilave yapılmıştır.
Müslümanları gayret ve ictihad (çalışmay)a
sevkeden, fakat müslümanlık için değil, yeni Fransız mezhebine simsarlık etmek
için sevketmek isteyen ve siyasî gayelerle kaynaşan bu sözler Frenk eserleriyle
meşgul olan heveskâr (hevesli) ve gafil gençler üzerinde yanlış kanaatlar
bırakmış olduğu için, biz burada tefsir açısından biraz daha bahsi uzatmak
mecburiyetinde bulunuyoruz.
Önce şunu hatırlatalım ki, ne eski, ne yeni,
ne müctehid, ne de müctehid olmayan İslâm bilginleri yanında bu iki âyetten
birinin birisiyle veya diğer bir âyetle mensuh olmasını isteyen veya tasavvur
eden hiçbir kimse yoktur ve olma ihtimali de yoktur. Birçok yerlerde
açıkladığımız üzere bütün müctehid imamlar ve önceki sonraki bütün müslüman
âlimler şunda ittifak etmişlerdir ki, iman ve itikad (inanç) meseleleri gibi
dinin esaslarında ve verdiği haberlerinde nesih mümkün ve düşünülmüş değildir.
Bu noktada İslâm ve Kur'ân, kendinden öncesini neshedici değil, tasdik edici,
teyit edici ve düzelticidir. Evet, nesih de bir gerçek, bir kanundur. Neshi
inkâr etmek, yaratılışdaki değişimleri inkâr etmek veya âlemde değişimlerin
kanunsuzluğunu iddia etmek gibi bir bilgisizlikten başka bir şey değildir.
Neshi inkâr etmek isteyenler şunu düşünmelidir ki, eğer Allah Teâlâ'nın yaratma
ve emrinde bir nesih kanunu olmasaydı âlemde ne bir değişme olur, ne de
akidlerde, anlaşmalarda ve konmuş kanunlarda insanlar arası feshetme ve ilka
(kaldırma) muamelelerine imkan bulunurdu. Fakat şunu da bilmeli ki neshin
konusu, ilgilendiği şey, ancak zaman ve mekanın değişmesi, durumların ve
menfaatlerin farklılığı ile ilgili olan fer'î hükümler olabilir. Geçmiş
dinlerde ve İslâm'ın başlangıcında mensuh olduğu açıklanan hükümler de hep bu
cümleden olanlardır. Yoksa ezeli hakikatlarda ameli değil, yalnız ilmi istenen
ve hatta zamanla ilgili olan doğru haberlerde de nesih olamaz. Her zaman hak ve
sabit olan din ve iman esasları, bütün Allah'dan gönderilmiş dinlerde aynı
olmak üzere saklanır, muhafaza edilir. Gerek bilgisizlikten ve gerek
şeytanlıktan doğmuş olarak tahrif sûretiyle girmiş olan batıl inançlar ve fâsid
fikirler ise, esasta olsun, füru'da olsun daima red ve iptal edilir. Bahis konumuz
olan iki âyet ise fürûattan değil, en yüksek iman esaslarındandır. "Kim
Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, işte bunlara hiçbir
korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." düsturu, bir ezelî gerçektir. Ve
bunu kabül ve tatbik etmeyen hiçbir din, hak din değildir. Muhammed
Aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği bu gerçek, Musa'nın da, İsa'nın da ve bütün
peygamberlerin de tebliğ ettikleri bir hakikattır. Gerek geçmiş ümmetlerde ve
gerek şimdiki ümmetlerde hakikî müminler bu esasa uymuş olanlardır. Gerçekten
müslüman ve sonunda da mesud olacak olanlar bunlardır. yahudiler, hıristiyanlar
ve sâbiîler bu gerçeğe ciddî olarak iman ile uymadıkları ve bunu tatbik
etmedikleri andan itibaren kâfir olmuşlardır ve bütün münafıklar da böyledir.
Aynı şekilde buna imanı olup da tatbik etmeyen fâsıklar da korku ve hüzünden
kat'î şekilde uzak kalamayacaklardır. Bundan sonra her kim bu gerçeğe ciddî
olarak iman eder, sonuna kadar bağlanırsa, hiç şüphesiz hakikî mümin olur.
Geçmişteki bütün kötülükleri silinir, o mesutlar zümresine girer. Şu halde en
yüksek iman esaslarından bulunan böyle hakikatler nesih konusundan muhakkak
hariçtir. Ve bunlarda mensuhluğu söyleyen veya arzu eden müslüman düşünülemez.
Eski yeni bütün İslâm âlimleri bu noktada ittifak ettikleri halde Frenklerin
"Eski müslüman müctehidleri birinci âyetin bu âyet ile neshedilmiş
olmasını istiyorlar." sözü açık bir yalan ve açıktan açığa bir iftiradır.
Ve bütün esası böyle bir iftiradan ibaret olan diğer sözlerin durumu da bundan
bellidir. Hem de bu iftira, kasıtlı değilse, pek cahilcedir. Çünkü nesih, nefy
ve isbat (olumluluk ve olumsuzluk) ile zıtlaşan iki kanunun önce gelenine sonra
geleniyle son veren bir değiştirme beyanıdır. Bu âyetler ise sayılan sınıflar,
bu cümleden olarak "sâbiin" ve "sâbiûn", gerek birbirinin
aynı olsun ve gerek Kazımireski'nin zannettiği gibi farklı bulunsun, hükme
gelince ikisinde de birbirinin aynı olan hükmünden ibarettir. Burada nesih
mümkün farzedilse bile ortada iki hüküm yoktur ki nesihten bahsedilsin. Ne,
neyi neshedecek? yine ile mi neshedilmiş olacak? Şu halde bu şekilde bir nesih
iftirasına kalkışmak, aynı zamanda bir bilgisizlik ilan etmektir. Fakat bunu
yapan müslüman müctehidleri değil, onlara hücum etmek için iftiradan başka çare
bulamayan ve yeni Fransız mezhebine davete çalışan o Frenk doktorlarının
kendileri olmuştur. Bu ise siyaset tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır.
Batının son zamanlardaki ihtilal üstünlüğüyle coşarak gururlarını ilan
edenlerin, gibi ilâhî prensiplere sarılan ve haktan başka bir şey düşünmeyen
ilk müslüman müctehidlerini, "müminlerin zaferleriyle coşmuş olarak insanî
prensipleri unuttular" diye kendilerine kıyas ederek insanlık dışı bir
duygu ile tasavvur etmeleri de garip bir iftiradır. Müminlerin zaferleriyle
coşmuş olmak insanlığı unutmak ise, mümin olmayanların üstünlükleriyle
gururlanmak da insanî bir şey olmayacaktır.
İkincisi, Hz. Peygamber'in sözlü ve fiilî
hükümleri mabudluğu tebliğ ederken âleme en yüksek bir siyaset dersi öğretmiş
olduğu ve şartların, zamanların, zeminlerin ve durumların gereğine uygun amelî
hükümleri de tebliğ ve icra buyurduğu şüphesizdir. Ve zaten nesih meseleleri de
bu gibi hükümlerdedir. Bu da İslâm dininin her zaman ve mekanda herkes için
prensipler koyan bir hak din olması sebeplerinden biridir. Fakat bu gibi
değişen hükümler fer'îdir. Bunların başında usûl (esaslar) denilen sabit
hükümler vardır. Ve bunların ikisi de hak kanundur. Bu şekildedir ki İslâm dini
hem koruma, hem değişme kanununu içerir. Neshi inkâr edenler, dini yalnız bir
koruma kanunu olmak üzere düşünürler. Ve bunun için değişme ve inkılâb
noktalarında dinsiz kalırlar. Din ile siyasetin birleşmiyeceğini sanırlar. Dini
inkâr edenler de koruma kanununu ve sabit hükümleri inkâr ederler. Her açıdan
nesih ve değişim içinde yürümek ve sabit bir hak fikir duymamak isterler.
Halbuki En'âm sûresinde geleceği üzere âlemin cereyanı ve özellikle beşer
hayatı "Sizin için bir kalış süresi ve kalacak bir yer vardır."
(En'âm, 6/98) hükmü gereğince, bir taraftan istikra (kalma) ve koruma, bir taraftan
bırakma ve değişme nizamları içinde yürür. Bunların biri illet ve sebebin bâki
kalmasıyla sebat ve devama; biri de gelişme ve ıstıfa (seçim) ile olgunlaşmaya
bakıcıdır. Bunun için koruma kanununa dayanmayan din, din değildir. Değişim
kanununu ihtiva etmeyen din de, kamil ve genel değildir. Ve İslâm dini her
ikisini içine alır. Ve şüphe yok ki koruma ve sabit kalma aslın, değişime ve
inkılâb fer'in vasfıdır. İnanacağım, iman ve itikad edeceğim, dayanacağım
prensip, herhalde sabit olmalıdır. Çeşitli zaman ve mekanda, çeşitli şartlar ve
durumlar altındaki değişmelerine göre icra ve tatbik edeceğim ölçüler de
değişimi mümkün şeyler olmalıdır. Şu halde şunu asla unutmamak gerekir ki,
Muhammedî siyaset dinde ve hakkın hükümlerinde hakim değil, din ve hakkın
hükümleri Muhammedî siyasetle beraber bütün Muhammedî varlıkta hakimdir. Bunun
için Hz. Muhammed dinî olduğu kadar politik değil, siyasetiyle, hayatıyla ve
bütün varlık ve insanlığıyla Hakkın emrine bakışını çevirmiş dinî bir zat, bir
Allah elçisi idi. Şartların gereğine uygun hükümlerle hareket ettiği zamanlarda
da o, şartlara ve çevreye değil, onları ona emreden Allah Teâlâ'nın emirlerine
ve sabit (değişmez) hükümlerine uyuyordu ki, bahis konumuz olan iki âyet de
işte bu değişmez hükümlerden ve bu esaslardan umuma karşı Allah'a iman ve uyma
gereğini haber veren hükmünde şartların ve durumların gereklerine uyma yönünü
isbat edecek hiçbir delalet yoktur. Tersine yalnız hakka ittiba ve sayılan
sınıflara karşı koyma vardır. "Kur'ân Analyse" yazarları bu âyetleri
parçalamayıp da Kur'ân'daki tertiplerine göre alt ve üstleriyle göstermiş
olsalardı, belki bu kadar saptırıcı sözler söylemeye cesaret edemezlerdi. Bu
cümleden olarak bu âyetin üstündeki iki âyet o kadar açık bir şekilde isbat
eder ki, Peygamber bu âyetleri çevresindeki insanların pek çok muhalefet ve
karşı çıkmalarına rağmen yalnız Allah'ın emrine ittiba ve sırf Allah'ın
korumasına dayanarak tebliğ etmiştir. Gerek Bakara sûresi âyetinin üst tarafı
okunur ve gerek "Ey inananlar, sizden önce kitap verilmiş olanlardan ve
kâfirlerden dininizi eğlence ve oyun yerine koyanları dost tutmayın"
(Mâide, 5/57) âyetinden buraya kadar gelen ve daha gelecek olan âyetlere dikkat
edilirse Kur'ân'ın bunlara ne güzel cevaplar vermiş ve ne açık irşadlarda
bulunmuş olduğu görülür. (Bak. Bakara, 2/42; Nisâ, 4/46; Mâide, 5/59, 62, 63,
64)
Bununla beraber biz bu satırları haksız yere
İslâm aleyhine çalışan Fransızlara karşı değil; İslâm için hakkıyla çalışmayan,
Allah'ını, Peygamber'ini dinini, diyanetini, Kitabını, ahiretini unutup vazifesini
yapmayan, kendinden geçmiş, bilgisizlik ve düşüklük içinde şeytanlara kul olmak
vaziyetine düşmüş müslüman kalıntılarına sonlarını göstermek için yazıyoruz.
Anlaşıldı ki Allah Teâlâ Kur'ân'ında zahirî (görünürde) müminleri, yahudi ve
hıristiyan, sâbiîn gibi karşıtlarıyla bir ölçüde saymış ve kesin vaadini
Allah'a ve ahirete gerçekten iman edip güzel amel işleyen hakikî müminlere
tahsis etmiştir. Batı ve doğu değişir, bu kanun değişmez. Demek iş, mümin
görünmekte değil, kâmil mümin olmakta ve bu iman ile çalışıp son zaferi
kazanmaktadır. İman ve İslâm hiç bir zaman mağlub olmaz, burhan (delil)
onundur. Fakat eksik ve fasık müminlerdir ki ona mağlubiyet lekesi sürerler.
Şimdi bu tartışmaya sebep olan
"sâbiîn" kelimesine gelelim:
"es- SÂBİÎN" : Kırâetlerin çoğunda
"hemze" ile (yukarda yazıldığı gibi), Nâfi ve Ebu Ca'fer
kırâetlerinde de "hemze"siz "es-sâbîn",
"es-sâbûn" okunur ki bunda ya "hemze"nin "yâ"ye
kalbi (dönüştürülmesi) ile veya aslında "hemze"siz olarak
"sâbî"nin çoğulu olmak üzere iki vecih (şekil) düşünülmüştür.
Arapça hemze ile vezninde meşhur bir dinden
diğer bir dine çıkana denilir. "Kâmus"ta der ki, "dininden başka
bir dine çıktı" "yıldızlar doğuş yerinden çıktı" demektir. İbnü
Esir de "Minhâc"ında der ki: Bir kimse dininden başka bir dine
çıktığı zaman denilir. Kureyş, İslâm dinine girenlere yerinde
"masbû", müslümanlara "subat" derlerdi ki "kâdî,
kudât" gibi "sâbi "nin çoğuludur. "Sâbi'" ise gençlik,
cahillik sevdasıyla bir şeye meyletmek ve sevmek mânâsına "sabv = "
ve "sabve= "den ism-i fâildir ki "hevâî" ve
"aşüfte" demek gibidir. Bundan başka "sâbiîn" in muhaffefi
de olur. Fahruddin er-Râzî demiştir ki, "Hemze ile kırâet (okumak), mânâyı
açıklamaya daha yakındır. Çünkü ilim ehli 'O, dinden, diğer dine çıkandır'
demişlerdir". Ebu Hayyân'ın ifadesine göre de "o, meşhur bir dinden,
diğer dine çıkandır". İşte bu mânâ, kelimenin tam Arapça olan mânâsıdır.
Tam Arapça olan bu mânâya göre "sâbiîn" ve "sâbiûn",
"İslâm, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinden hariç olanlar" mânâsına bir
genellemeyi ifade etmiş olur ki, "müminler, yahudiler, hıristiyanlar ve
diğerleri" demek gibidir.
Sonra, sâbie, sâbiîn, sâbiûn veya sâbîn ve
sâbûn, eski bir din veya özel mezhebe mensup olan bir gruba, bir millete isim
olarak söylenir ki, bu mânâca kelimenin aslı Arapça olup olmadığı hakkında
ihtilaf edilmiştir. Arapça olduğuna göre zikredilen "sâbî"
mânâlarının birinden alınmıştır. Arapça olmayıp Süryâni gibi diğer bir dilden
alınmış olduğuna göre ise aslı sâbidir. Şit Aleyhisselâm'ın ikinci oğlu veya
İdris Aleyhisselâm'ın oğlu olduğu iddia edilmiştir. Bu ihtilafın özetine göre
anlaşılıyor ki bunlar kendilerine sâbiy demişlerdir. Arap da gerek bunlara ve
gerek benzerlerine sapık veya "yıldıza tapan" mânâsına sâbiî veya
sâbî demişlerdir.
Bunlar kimlerdir? Ve bu nasıl bir mezhep veya
dindir? "Kâmus"ta: "Sâbiûn Nûh Aleyhisselâm'ın dini üzere
bulunduklarını zannederler ve kıbleleri gündüzün yarısı sırasında kuzey
rüzgarının estiği yerdir" diyor. "Tehzib" de ise: "Sâbiûn
bir kavimdir ki, dinleri Hıristiyan dinine benzer. Ancak kıbleleri güney
rüzgarının estiği yerdir. Ve Nûh Aleyhisselâm'ın dininde olduklarını
söylerler". deniliyor. Tefsircilerin açıklamalarının özetine göre bunlar,
yahudi ile hıristiyan veya yahudi ile mecûsî veya hıristiyan ile mecûsî dinleri
arasında bir gruptur ki, hem kitap ehli denebilecek yönleri veya sınıfı, hem de
müşrik veya putperest denecek yönleri veya sınıfı vardır. Dinlerinin aslının,
İdris veya Nuh Peygamberlerin dini olduğu da söylenmiş; esasında meleklere veya
yıldızlara taptıkları ve puta tapıcılar oldukları da söylenmiştir. Anlaşılıyor
ki sâbiîlik esas itibariyle Allah'dan gönderilmiş olması düşünülen ve fakat
zamanın geçmesiyle felsefî ve siyasî etkiler altında birçok sapmalar ve
değişmelere maruz olarak bir gizlilik veya batınîlik kazanmış eski bir
mezhebdir. Ve en az bunları ilk sâbiîler ve son sâbiîler olmak üzere düşünerek,
yerine göre aralarındaki müşterek ve farklı yönleri bulunabilecektir. Tarihî
bakış açısından ilk sâbiîler; Hind'de ve eski Mısırlılarda, Süryânîler ve
Gıldânîlerde az çok bir fark ile devam etmiş bir mezhebtir. Ve bununla beraber
bu mezhebi en çok temsil edenler Süryânî ve Gıldânîlerdir. Eski Yunan ve Rum
dinleri de bunların bir yansımasıdır. Son sâbiîler de İsrailoğulları, İran,
Yunan, Roma ve diğerleri gibi çeşitli kültür ve medeniyetler altında kalmış
olan Süryânî ve Gıldânî kalıntılarıdır ki, bunlardan geri kalanları el-Cezire
ve Musul taraflarındaki Nabatîler olmuştur. Abbasiler devrinide Yunan
eserlerini Arapça'ya terceme eden Sâbit b. Kurre gibi filozof ve mütercimler
bunlardan idi. da: "Ebu'l- Hasen Sâbit b. Kurre el- Harrânî, Harran'da
oturan sâbi'eden idi. Mezhebiyle ilgili vergiler, farzlar ve sünnetlere dair;
ölülerin kefenlenmesi ve defnedilmesine, inançlarına, temizlik ve pisliğe dair
risaleleri vardır. Oğlu Sinan b. Sâbit, Hürmüs'ün "Nevâmis"ini
Arapçaya çevirmiştir. Ve deniliyor ki, "sâbiûn"un nisbeti (sâb) adır.
Bu da İdris aleyhisselâmın oğlu (Tât) dır diye zikredilmiştir.
Şihâbuddin Ahmed b. Fazlullah el-Ömerî
"Mesâlikü'l- Ebsâr" ında ve Ebu'l-Fidâ Tarihi'nde, Ebu'l-İsâ
el-Mağribi'nin kitabında nakledildiğine göre, "Süryân ümmeti, ümmetlerin
ilkidir. Ve bunların milletleri sâbiîn milletidir. Bunlar dinlerini Şit ve
İdris Peygamberlerden aldıklarını söylerler. Şit'e yakıştırdıkları bir
kitapları vardır, buna "Suhuf-i Şit" (Şit'in sayfaları) derler. Bunda
kerem (cömertlik), şecaat, doğruluk, yakına taraftarlık gibi ahlâki güzellikler
ve iyilikler zikredilmiş ve emredilmiş, kötülükler zikrolunup bunlardan
çekinilmesi emrolunmuştur. Sâbiîlerin bir takım ibadetleri de vardır. Bu
cümleden olarak yedi vakit namazları vardır ki beş vakti müslümanlarınkine
uyar. Altıncısı kuşluk, yedincisi de gecenin tam altıncı saatindedir. Namazları
niyet ve bir de başka bir şey karıştırılmamak itibariyle müslüman namazına benzer.
Rükûsuz ve secdesiz cenaze namazları da vardır. Otuz veya yirmidokuz gün oruç
da tutarlar. Oruç ve fıtırlarında hilale riayet ederlerdi. O şekilde ki
fıtırlarında güneş, hamel (kuzu) burcuna girmiş bulunurdu ve gecenin son dörtte
birinden güneşin kursu (yüzü) batıncaya kadar oruç tutarlardı ve hamse-i
mütehayyire (beş şaşkın) denilen yıldızların şerefli evlerine inişlerinde bir
takım bayramları vardır. Ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın), Zühal (Satürn),
Müşte-ri (Jupiter), Mirrih (Merih), Zühre (Venüs), Utarit (Merkür) tir.
Mekke'nin Beyti (Kâ'be)ne de hürmet ederler. Fakat Harran üzerinde bir yerleri
vardır ki oraya haccederler ve Mısır ehramlarına da hürmet ederler. Ve bunların
biri Şit b. Âdem'in kabri, diğer biri Uhnuh'un (İdris'in) kabri, biri de nisbet
olundukları Sabi b. İdris'in kabri olduğu kanaatindedirler. Ve güneşin şeref
burcuna giriş gününe hürmet ederler. İbnü Hazm demiştir ki, sâbîlerin mensub
oldukları din, dinlerin en eskisi ve bir zamana kadar dünyada galip olanıdır.
Nihayet birtakım dinde olmayan yeni icatlar ortaya çıkardılar ve bunun üzerine
Cenâb-ı Allah bunlara Hz. İbrahim'i gönderdi".
Şehristânî "el-Milel ve'n-
Nihal"inde dinler tarihi açısından der ki: İbrahim Aleyhisselâm zamanında
bütün insan grupları iki sınıfa dönüşmüş bulunuyordu: Sâbie, Hunefa. Sâbie, biz
Allah'ı tanımada; Allah'a itaati, emirlerini ve hükümlerini tanımakta bir
aracıya muhtacız. Fakat o aracının ruhânî olması gerekir. Çünkü ruhânîler
mukaddes, temiz ve Rablerin Rabbine yakındırlar. Cismânîler ise bizim gibi
yerler, içerler ve bizim gibi beşere itaat ederseniz zararda kalırsınız
derlerdi. Hunefa (hanifler) de biz beşer; bilgi ve itaatde beşer cinsinden bir
aracıya muhtacız. Bir beşer ki temizlik ve masumlukta, teyid (doğrulama) ve
hikmette derecesi, mücerred (soyut) ruhaniyetten daha yüksek olsun. Beşer
olması durumuyla bize benzeyen, ruhaniyeti yönüyle bizden üstün bulunsun da
ruhaniyeti tarafıyla vahy olsun, beşeriyeti tarafıyla da insan türüne telkin
etsin. Derlerdi ki, Kur'ân'da: "De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece
elçi olan bir insan değil miyim?" (İsrâ', 17/93), "De ki: 'Ben de
sizin gibi bir insanım, bana vahyolunuyor" (Kehf- 18/110) âyetleri bu
mânâya işarettir. Fakat yalnız ruhânî elçiyi benimsemek isteyen sâbie, sırf
ruhâniyette sıkışıp kalmaya, doğrudan doğruya kendi zatlarına yakınlaşarak
onlardan bizzat (aracısız) almalarda bulunmaya da çare bulamadılar. Böylece bir
kısmı tuttular rûhanilerin heykellerine sığınarak bunlardan yardım dilenmeye
kalktılar ki, bu heykeller yedi gezegen ve bazı sâbitlerdir. Bu şekilde Rum
sâbiesinin sığınağı gezegenler, Hind sâbiesinin sığınağı da sâbitler oldu. Bir
çoğu da heykellerden şahıslara; yani o yıldızların Rum'da tabiatları, Hind'de
seçkinleri dikkat nazarına alınarak görünüş şekillerine göre yapılan müşahhas
(somut) resimlerine tenezzül ettiler. Mücerret (soyut) ruhâniyet tutuculuğu
böyle tersine dönüp, ruh sahibi olan beşerin kendini unutarak ruhsuz cisimler
önünde boyun eğmesine dönüştü ve bu ruhâniyetin temsili sayıldı. Bunlar
düşünemiyorlardı ki, bu temsillerin, dolaylı olarak delalet ettiği, mücerret
(soyut) rûhâniyet değil, nihayet beşerî rûhâniyetin bir temsili oluyordu. Fark
edemiyorlardı ki bu temsiller, yıldızlardan ve onların rûhânilerinden önce bir
beşerî ruhun yanlış tasavvurlarını, meyletmelerini ve sapıklıklarını ifade
ederler. İşte bunlardan ashâb-ı heyâkil (heykelciler) denilen önceki grup
"yıldızlara tapanlar", ashâb-ı eşhas (şahıscılar) denilen ikinci grup
da "puta tapanlar" dır. İbrahim Aleyhisselâm her iki fırkayı, sözlü
ve fiilî olarak kırmak suretiyle kolaylık ve müsamaha ile bir büyük millet ve
büyük şeriat olan ve kıymetli din ve doğru yol bulunan "hanif"liği
yerleştirdi ve yaydı. Onun oğullarından olan peygamberlerin hepsi de bunu
yerleştirip sağlamlaştırıyorlardı. Özellikle şeriatımızın sahibi Muhammed
Mustafa (s.a.v) bu yerleştirmede en sona ve en yüksek maksada erişti. Burada en
dikkate şâyân olan nokta şudur ki, tevhid, hanifliğin esaslarının en özelidir.
Bunun için Kur'ân'da anıldığı her yerde haniflik, şirki reddetmeye yakın olarak
zikredilmiştir. "İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi, dosdoğru bir
müslümandı. Müşriklerden de değildi" (Âl-i İmran, 3/67); "Allah'a
ortak koşmadan, hâlis olarak Allah'ı birleyenlerden olun" (Hacc, 22/31).
Sâbîilik ilk zamanda yalnız heva ve hayvaniyetleri,
kişisel baskıları ve hissî temayülleri peşinde koşan Haşişiyye, Tabiiyye ve
Dehriyye'nin ruhî sefaletlerini görerek insanlık ve azimlikten tiksinip bir
takım sınırlar ve aklî hükümler kabul etmiş ve bunun esaslarını vahy ile teyid
edilmiş kanunlardan almakla beraber görüşlerini aklî soyutlar (mücerredler)a
tahsis etmişler ve aradıklarını yerde ve insanlıkta değil, gökte ve gök
cisimlerinde bulmak istemiş bir mezhep dini gibi ortaya çıkmıştır ki, bunlar
Âzimûn ve Hürmüs'ü ilk muallim (öğretmen) kabul eden ilk sâbiedirler.
Şehristânî burada genel sâbieyi anlatmak için, felsefe tarihine göre şöyle bir
özet bölüm yaparak ve son sâbi'e felsefelerini inceleyip tartışarak der ki:
İnsanların bir kısmı ne mahsûs (hissedilen)u, ne de makul (düşünülen şey)u
kabul etmezler, bunlar Sofestâiyyedir. Bir kısmı hissedileni kabul eder,
düşünüleni kabullenmez, bunlar Tabiiyyedir. Bir kısmı hissedileni de,
düşünüleni de kabul eder, cezaları ve hükümleri kabul etmezler. Bunlar Dehrî
filozoflardır. Bir kısmı hissedileni, düşünüleni, cezaları ve hükümleri de
kabul eder, Allah'dan gönderilen bir şeriât ve İslâm'ı kabul etmezler, bunlar
Sâbiedirler. Bir kısmı, bunların hepsini, bir çeşit şeriat ve İslâm'ı da kabul
eder. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.v) şeriatini kabul etmezler, bunlar yahudi ve
hıristiyandırlar. Bir kısmı da hepsini kabul eder, bunlar da müslümandırlar.
Sâbie, Sofestâiyye, Tabiiyye ve Dehrî filozoflar gibi dinsizlere karşı olan
bütün din sahipleri içinde ilk mücadele Haniflere karşı olur. Sâbie ve Hanifler:
İşte bütün dinlerin bizzat karşı karşıya olan iki aslî şubesi. Sabve,
başlangıçtan beri devamlı olarak Haniflik karşıtıdır. Sâbie, din ararken, hak
yoldan saptıkları ve peygamberlerin doğru izinden ayrıldıkları içindir ki Sâbie
adını almışlardı. Fakat kendileri, aşk ve arzu mânâsıyla, "sabve,
insanların kaydından uzaklaşmaktır" derler. Çünkü Hanifler mezhebi beşerî
peygamberlik ile cismânî beşere taraftarlık esası üzerinde yürüdüğü gibi, Sâbie
mezhebi de cismânî beşerliği düşük görmekle rûhanilere taraftarlık esası
üzerinde yürür. Ve bunun için sâbie insanların, beşer olan bir peygambere uymak
ve ittiba etmekle doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmesini doğru bir iş değil,
insanların şartı gibi göstererek beşer dışından Allah'a yaklaşmak için aracılar
ve münanesebetler arar. Ve bunu önce yalnız ruhâniyette arar. Ve kendilerini
sırf rûhânî olabileceklerini sanarak cisimliği ezmek, cisim olan beşerlikten
mutlaka ilgiyi kesmek isterler. Ve bu şekilde, sâbie, mezheplerinin iktisab
(kazanma) olduğunu iddia ederler, yaradılış hududundan hariç bir
iktisab(kazanç)a davet ederler. Bunlara karşı Hanifler de mezheplerinin fıtrat
(yaratılış) olduğunu söyler ve fıtrata davet ederler. Haniflere göre mahsus
(hissedilen) ve makul (düşünülen), cismânî ve rûhânî ikisinin de özel kıymetleri
vardır. Fakat bu kıymetler hiç birinde mutlak değil, izafî (değişken) dir. Bir
makul, gözle görülen şeyler içinde misali bulununcaya kadar hayal ve
kuruntudur. Bir mahsus (hissedilen şey) de, düşünülende misali bulunmadıkça,
mahsus (gözle görülen) değil, bir yok olan serabdır. Hakkın zatı, ne sırf makul
(akla uygunluk), ne de sırf mahsus (gözle görülen) dur. Ne mahsus (görülen)
tamamen makule dönüştürülür, ne de makul tamamen mehsusa dönüştürülür. Her
ikisi de birbirini karşılıklı olarak temsil etmek üzere hakka dönüştürülür.
Aynı şekilde mutlak etki, ne sırf ruhâniyete mahsustur, ne de sırf cismaniyete;
cisim ruhtan etkilendiği gibi, ruh da cisimden etkilenir. Ruh ile cisim
arasında karşılıklı bir etki ve etkilenme vardır. Hak parıltısı bu ikisinin
arasında bulunur. Hakikî fail (yapıcı), ne ruh, ne cisimdir. Ne ruh cismin
eseri, ne de cisim ruhun eseridir. İkisi de Allah'ın eseri ve Allah'ın
delilleridir. Allah yalnız maddesiz olanların değil, maddenin ve maddeden
olanların da yaratıcısı ve yapıcısıdır. Aynı şekilde hayır (iyilik) ve kemal
(olgunluk), fazilet ve selâmet yalnız ruhâniyete mahsus değildir. Şer (kötülük)
ve noksanlık, fesatlık ve rezillik ruhâniyette de vardır. Öyle olmasaydı
rûhâniyetin derecelerinde ihtilaf olunmaz ve meleklik karşılığında şeytanlık
olmazdı. Cisim olma, aslına ve yaratılışına göre şerrin başlangıcı değildir.
Cisimlikte öyle faziletler vardır ki onlar ruhânilerde bulunamaz. Şu halde
rûhâniyeti ve cisimliği içine alan beşer türünde hak delilleri ve Allah'a
yakınlık mücerred (soyut) rûhaniyyetten daha fazladır. Beşer türü mücerred
rûhâniden -belki- daha faziletli ve daha mükemmeldir. Hatta beşer, meleğin
emrinde değil, melek beşerin emrindedir. Beşerin Allah'a yaklaşması için soyut
rûhâniyetin aracılığı zaruri değildir. Allah'dan insanlara ve insanlardan
Allah'a doğru bir yol vardır. Yaratma Allah'a ait olduğu gibi, emir de
Allah'ındır. Hudûd (hadler = cezalar) ve hükümler de Allah'ındır. Allah'ın
tayin ettiği, Allah'ın inzal ettiği (indirdiği) dir. Beşer ne sınırsız, ne mühmel
(terkedilmiş) dir, ne de yaratılışın müsait olmadığı sınırları kazanabilir.
Yaratılışı bozmaya çalışmamalı ve cesedi hakir
görüp ezmeye uğraşmamalıdır. Fakat Sâbie bu noktada orta yoldan çıkmış,
"hakka yaklaşmak yalnız ruhâniyettedir" zannıyla hissedilen (mahsus)i
makul (akla uygun olan)a, cismânîyi rûhâniye dönüştürmeye, insandan melek
yapmaya kalkışmış; kolaylığı zorluğa, hoşgörüyü baskıya, tecerrüd (sıyrılma)ü
toplanmaya, bağlanmayı ayrılmaya tercih etmeye çalışmış ve buna göre rûhaniyet
tutuculuğu etrafında dolaşmak isterken ruhânî olmayan cisimlerden yardım
istemeye kadar inmiş; birlik ve tecerrüd (yalnızlaşma) ararken çokluk ve şirk
içinde kalmıştır. Bunun için ilk Sâbie de Haniflerden bazı esaslar alarak
ruhâniyet ashabı, yahut meleklere tapanlar olmak üzere başlamış; heykel ashabı
yahut yıldızlara tapanlar; eşhas ashabı yahut puta tapanlar olmakta karar etmiş
ve bu iki gruptan her biri de, biri Hızbâniyye, biri de Hıribbâniyye adıyla iki
esas mezhebe ayrılmıştır.
Ashâb-ı ruhâniyyat (Ruhâniyyât ashâbı): Ruh
bir cevher (öz), fetha ile "ravh" da onun özel durumudur. Buna göre
"rûhâniyet" ve "ravhâniyet" diye iki deyim (tabir) vardır.
Bunların mezhebi şudur: Âlemin hakîm (hikmet sahibi) ve hudûs (sonradan olma)
kusurlarından uzak bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Ve bizim görevimiz, onun
yüksek huzuruna erişmekten aciz olduğumuzu bilmektir. Ona ancak yanında
yakınları (mukarrabîn'i) olan aracıları vasıtasıyla yakınlaşılır. Bunlar ise öz
olarak (cevheren), fiil olarak ve hâl olarak temiz ve mukaddes olan
ruhânîlerdir. Cevher (öz) açısından ruhâniler, cismânî maddelerden mukaddes,
cesede ait güçlerden uzak, mekana ait hareket ve zamanla ilgili değişmelerden
münezzeh (kusursuz)dirler. Yaratılışları temizlik, fıtratları Allah'ı büyükleme
ve yüceltme üzerinedir. "Allah'ın buyurduğuna karşı gelmeyen ve
emredildikleri şeyi yapan melekler" (Tahrim, 66/6) dirler. Bizi buna ilk
muallimimiz (hocamız) Azimun ve Hürmüs irşad ettiler. Biz bunlara yaklaşırız ve
bunlara tevekkül eder dayanırız. Bizim Rablerimiz, ilâhlarımız, Allah katında
aracılarımız, şefaatçılarımız bunlardır. Allah da rablerin rabbi ve ilâhların
ilâhıdır. Şu halde bizim görevimiz nefislerimizi tabiata ait şehvetlerin
kirlerinden temizlemek ve ahlâkımızı şehvet ve gazap kuvvetlerinin ilgilerinden
ayıklamaktır ki, bu sayede bizimle rûhâniler arasında bir ilgi hâsıl olsun da
onlardan ihtiyaç duyduğumuz şeyleri istiyelim ve durumlarımızı kendilerine
sunalım ve bütün işlerimizde onlara âşık ve sabî (sevgili) olalım ki, onlar da
bizi ve kendilerini yaratana ve rızık verene şefaat etsinler. Bu temizleme ve
süsleme ise ancak bizim çalışmamızla ve kendimize hakim olmamızla,
nefislerimizi şehvet kötülüklerinden keserek rûhâniyet yönünden yardım
istememizle olur. Yardım dilemek de dualarla, namazlarla, bol sadaka vermekle,
yiyecek ve içeceklerden kendimizi tutmak, kurban kesmek, buhurlarla, tütsülerle
tütsülenmek ve büyüklere saygı ile dua ve niyazdır. Bu şekilde nefislerimizde
aracısız bir yardım dileme yeteneği meydana gelir ki, o zaman biz de tıpkı vahy
aldığını iddia edenlerin hükmünü kazanırız. Ve hatta sırf rûhânî olur, ilâhlar
sırasına geçeriz. Peygamberler bizim türde emsalimiz, surette şekillerimiz,
maddede ortaklarımızdırlar. Yediğimizden yerler içtiğimizden içerler, şekilde
bize benzerler, biz onlara niçin itaat edelim, derler. Kur'ân'da "Eğer
sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka ziyana
uğrayanlarsınız" (Mümimûn, 23/34) âyeti, bunların bu sözlerini
söylemektedir.
Fiil açısından rûhânîler, yaratma ve icatta,
işleri bir halden bir hale çevirmede ve yaratıkları bir başlangıçta olgunluğa
yönetmede aracı etkendirler. Kudsî hazreti ilâhtan kuvvet dilenir ve düşkün
varlıklara feyz yayarlar. Ve bunların sıraya konulmuş dereceleri vardır.
Birinci olarak, yıldızları idare eden, bu
cümleden olarak gezegen yıldızları yörüngelerinde tedbir ve idare eden
rûhânîler vardır ki, yedi gezegen yıldızları bunların heykelleridir. Her
rûhânînin bir özel heykeli ve her heykelin bir felek (yörünges)i vardır. Ve o
rûhâninin o heykele nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. O, o heykelin rabbi,
idarecisi ve müdürüdür. Sâbiîler, o rûhânilere ilâhlar, heykellere de rabler
derler. Bununla birlikte çoğunlukla heykellere babalar, unsurlara anneler
ismini vermişlerdir. Rûhânîlerin fiil ve tesiri, o uydu heykellerde ve
unsurlarda birtakım değişiklikler meydana getirecek şekilde özel bir miktarda
tahrik etmektir. Bundan bileşiklerin terkipleri ve anlaşmaları hasıl olur da
buna uyarak cismanî kuvvetler gelir. Ve bu cismanî kuvvetler üzerine de, bitki
ve hayvan türlerinde olduğu gibi, rûhânîlerin nefisleri biner ve bu etkiler,
bazan bir küllî rûhânîden kûllî olarak ve bazan cûz'î rûhânîden cûz'î olarak
sâdır olur. Mesela yağmur cinsiyle beraber bir melek, her bir damlasıyla de bir
melek vardır.
İkinci olarak, gökle yer arasındaki boşlukta
ortaya çıkan ulvî eserlerin idarecileri olan rûhâniler vardır ki, yağmur, kar,
dolu, rüzgar gibi yerden çıkıp inen eserler, yıldırımlar, kıvılcımlar, gök
gürlemesi ve şimşek, kuyruklu yıldızlar gibi gökten inmekle boşlukta ortaya
çıkan eserler, aynı şekilde zelzeleler, sular, buharlar ve diğerleri gibi yerde
meydana gelen eserler bunlarla idare edilir.
Üçüncü olarak, bütün varlıklarda geçici olan
aracı kuvvetler vardır ki, kâinatın hepsindeki yaygın hidayet bunlarla idare
olunur. Öyle ki kabiliyeti bulununca kuvvet ve hidayettten uzak hiçbir varlık
görmeyiz. İşte rûhâniler böyle etkili yapıcıdırlar.
Hâl açısından rûhânilerin durumları, rablerin
rabbi civarında rahat ve rızık, nimet ve lezzet, rahat ve sevinç olduğu da
gizli değildir. Yiyecek ve içeçekleri, tesbih ve takdis, temcid ve tehlîldir.
Bütün alışkanlıkları Allah'ı zikir ve Allah'a itaat iledir. Kimi, ayakta, kimi
rükûda, kimi secdede, kimi ka'dede oturmakta olup, sevinç ve lezzetinden hiç
biri durumunu değiştirmez. Kimi Allah'dan korktuğu için gözünü açmaz, kimi
bakışından gözünü kırpmaz, kimi sakin hareketsiz, kimi hareketli sükûnsuz, kimi
kabz (can alma) âleminde büyük melek, kimi genişlik âleminde rûhânîdir.
"Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi
yaparlar" (Tahrim, 66/6) âyeti bunların durumlarını anlatmaktadır.
Hanifler ise bunların tedbir edici, idareci, etkili sebep olmayıp, Allah'ın
saltanatının delilleri ve Allah'ın gerek yaratma ve gerek kanun koyma (teşri)
itibariyle emirlerini ve hükümlerini tebliğ edici olan elçileri olduğunu ve
bütün bunların bir farklı tabiatla yaratılmış beşer fertlerinin aldığı vahy ve
bilgi ile bilindiğini ve o farklı yaratılışda bulunmayanların bunları esas
itibariyle o mümtaz beşerin aracılığı, öğretmesi ve telkini ile öğrendiklerini
ve herhalde insanlıkta ortaya çıkan ve çıkabilecek olan fiillerin ve eserlerin
daha yüsek olduğunu ve cismânî olan beşere ait ruhâniyetin sonlu olması mümkün
olmakla beraber, kemalden kemale yükselmesinin de kabil olduğunu ve şu halde
her beşer ferdinin, her ruhânîye göre değil ise de, rûhânî türe göre beşer
türünün daha yüksek bir fazilete ve Hakk'a yakın olmada daha çok imrenmeye
değer sevinç ve sûrûra, hem rûhânî, hem cismânî bir naîm cennetine ve büyük hoşnutluğa
namzed bulunduğunu ve fakat Allah'a eş bulunmak mümkün olmadığında bu yükselme
ve kemâle ermenin hiçbir zaman ilâhlığa yükselme ve ortaklık mertebesine
varamayacağını ve bu yükseliş ve kemale ermenin ancak Allah'a tevekkül ve
dayanma ile mümkün olabileceğini, hem asıl yaratılışta, hem her ilerleme anında
yaratma ve emir ancak bir Allah'ın olduğundan her hangi bir şirkin sonlu
olacağını ve şu halde zât ile sıfat, tesir ile emir her şekilde Allah'ı
birleyerek beşerin bütün dayanma noktalarını ruhâniyet ve cismâniyetin anlaşmış
iki şahit olarak delalet ettikleri herşeyin döneceği âlemin yaratıcısı ve
âlemlerin Rabbi olan Hak Teâlâ'ya iman ve şehadette tanıyıp bütün varlıklarıyla
ona yönelmeleri ve en yüksek vasıta ve önderlerini de ruhâniyet ve cismaniyeti
içine alan beşer türü içinde farklı yaratılış ile yaratılmış peygamberler,
resûller ve onların vârislerinde aramaları ve Allah'ın insanlara ihsan
buyurduğu bu nimete, bu doğru yola şükredip nankörlük etmemeleri gerekeceğini
anlatmışlardır.
Şehristâni önce Sâbiîleri rûhaniyet taassubu
ile hareket eden Ruhâniyet ashâbı içinde özetleyip son Sâbiîlerin felsefelerine
göre Hanifler ile Sâbiîlerin bu konuda birçok münakaşa ve atışmalarını uzun
uzadıya anlatarak muhakeme yaptıktan sonra en esaslı gruplarını ayrıntılarıyla
anlatarak der ki:
Ashâb-ı heyakil (Heykeller ashabı): İnsan bir
aracıya muhtaç olunca ona yönelmenin ve yaklaşmanın mümkün olması ve
kendisinden istifade edilebilmesi için, bu aracının görülür bir şey olması
gerekeceğini hisseden rûhaniyet sahipleri, ilk önce "yedi gezegen"
den ibaret olan heykellere sığınmışlar ve buna göre önce bunların evlerini ve
manzaralarını; ikinci olarak doğuş ve batış yerlerini; üçüncü olarak huylarıyla
ilgili, uygun ve uygun olmayan şekillerde bitişmelerini; dördüncü olarak buna
göre gecelerin, gündüzlerin, saatlerin taksimlerini; beşinci olarak yine bunun
gibi sûretlerin ve şahısların, iklimlerin ve memleketlerin takdirini öğrenmeye
çalışmışlar ve bunun üzerine mühürler yapmışlar, azanın adıyla bir takım
havass, efsûn, dua bellemişler ve her yıldıza -mesela Zühâl'e cumartesi gibi-
bir gün ayırmışlar ve ilk saatine riayet etmişler ve onun şekline ve durumuna
göre yapılmış mührünü kullanmışlar, ona mahsus elbise giymişler, ona özgü
dualarla ondan istenecek dileklerini istemişler ve her birine böyle gün ve saat
tayin etmişler ve bunlara erbâb (rabler), âlihe (ilâhlar); Allah Teâlâ'ya da
rablerin rabbi, ilâhların ilâhı demişler; içlerinden bir kısımları da Güneş'i
ilâhların ilâhı ve rablerin rabbi saymışlar ve bu şekilde heykellere,
rûhânîlere yaklaşmak için, rûhânîlere de yaratıcı Allah'a yaklaşmak için ibadet
etmişler. Çünkü heykellerin bedenlerinin rûhâniyet olduğuna inanmışlardır. Ve
sonra yıldızların iş ve tesirleri esası üzerine tertip edilmiş bir takım acaib
hileler ve sanatlar çıkarmışlardır ki, bunlara "tılsım" adı verilir.
Kitaplarında yazılmış olan o tılsımlar ve sihir, kehanet ve tencim (yıldız
falcılığı), tahtim (mühür basma), ta'zim (büyükleme), suver (şekiller) bunların
hepsi onların bilimlerindendir. İşte bunlara "heykel ashabı" ve
"yıldızlara tapanlar" denir.
Ashâb-ı eşhasa (Şahıslar ashabına) gelince:
Bunlar da ashab-ı heyâkil gibi aracının gerekliliğine ve rûhâniyetin bu aracı
vesileler olduğuna; fakat onların gözle görülmedikleri ve dillerle hitap
edilmedikleri için kendilerine yaklaşmak ancak heykellerine yaklaşmakla
olabileceğini söylemekle beraber, heykellerin de bazı zaman görünüp, bazı zaman
da görünmediklerinden dolayı, onlara yaklaşmanın da saf ve devamlı
olamayacağına ve böylece heykellere yaklaşmak için de göz önüne dikilmiş bir
takım şekiller ve şahıslar gerekli olduğuna hükmederek yedi heykelden her
birinin heykele ait misalinde bir takım müşahhas (somut) putlar edinmişler ve
her birinde o heykelin özel cevherine riayet ederek yine yıldızlar esası üzere
bunlara tapmaya ve bunlarla yıldızlara ve onlarla rûhânîlere ve onlarla Allah'a
yaklaşacaklarına inanmışlardı. Ve bunlara "semâvî ilâhlar"
karşılığında "ilâhlar" demişlerdir ki, işte bu Ashâb-ı eşhas,
"puta tapıcılar" cümlesindendir. Yukarda gösterildiği üzere İbrahim
Aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiği zaman Sâbiîler böyle Ashâb-ı heyakil
ve Ashâb-ı es'nam (putlar) olmak üzere iki sınıf bulunuyorlardı. Hazreti
İbrahim hak olan Hanifliğe davet etti. "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve
yeri yaratana çevirdim ve artık ben müşriklerden değilim" (En'âm, 6/79)
diye, Hanifler mezhebini ikrar , Sâbie mezhebini de iptal etti. Fıtratın
Haniflikten ibaret ve temizliğin bunda bulunduğunu, fıtrattan kastedilen
tevhide şahitlik ve kurtuluşun buna bağlı olduğunu, şeriatlerin ve hükümlerin
bu şahitliğe birer şeriat ve yol olup, nebilerin ve resullerin bunları
yerleştirmek ve takdir için gönderildiğini, fâtiha (giriş) ve hâtim (bitiş)in,
başlangıç ve kemalin bu şerîatlar ve yolları özetleme ve yazmaya bağlandığını ve
kıymetli dinin ve doğru yolun bundan ibaret olduğunu açıklamıştır. Ve Allah
Teâlâ peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya da "Sen yüzünü, Allah'ı
birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine
dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın fıtratı değiştirilemez. İşte
doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız ona yönelin ve O'ndan
korkun. Namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Onlar) dinlerini parçaladılar ve
bölük bölük oldular. Her parti kendi yanındakiyle sevinmektedir" (Rûm,
30/30-32) buyurmuştur.
Hızbâniye, Sâbie'den bir topluluktur ki,
yaratıcı Allah'ın hem tek, hem çok olduğuna kânidirler. Derler ki, zâtında,
evvelinde, aslında, ezelde tekdir. Fakat şahıslarla kendi gözünde çoğalır ve bu
şahıslar yedi idareci (müdebbir), bir de âlim, faziletli olan hayırlı yeryüzü
şahıslarıdır ki, ilk ve bir olan, bunlarla ortaya çıkar ve şahıslarıyle
şahıslanır. Ve bu çoğalma, onun zatındaki birliğini iptal etmez. O, feleği
(yörüngeyi) ve yörüngedeki bütün gök cisimlerini, yıldızları yaratmış ve onları
bu âlemin idarecileri kılmıştır. Bunlar, âbâ (babalar, ana unsurlar),
mürekkebât mevâlid (doğurucu bileşikler)dirler. Babalar, diri ve nâtık
(konuşan)dırlar. Eserlerini, unsurlara emanet ederler. Unsurlar da o eserleri
rahimlerine kabul ederler ve bundan doğumlar olur. Ve sonra vâlidelerden bazan
öyle saf ve kâmil yetenek, kusursuz biz mizac ile bir bileşik şahıs
raslayıverir ki, ilâh bununla âlemde şahıslanır. Sonra tabiat-ı kül meskûn
ilkimlerden her birinde her otuzaltı bin dörtyüz yirmi beş sene başında insan
ve diğer hayvan cinslerinin her türünden erkek dişi bir çift yaratır ve o tür o
müddetde bâki kalır. O devir tamam olunca o cinslerin nesli ve üremesi kesilir;
yeni bir devir, insanı, hayvanları, bitkileriyle yeni bir karn (asır- devir)
başlar. Ve dehr (zaman) ebedî olarak böyle gider. Ve işte peygamberler
dilindeki vaad edilen kıyamet budur. Yoksa bu dünya evinden başka ahiret evi
yoktur. Ölen dirilmez, kabre giren tekrar dirilmez derler. "Siz öldüğünüz,
toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman size, mutlaka (yeniden hayata)
çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?. Heyhat, o size vaad edilen şey ne kadar
uzak". (Mü'minûn, 23/35-36) bunların sözüdür. Tenâsüh, hulûl davaları
bunlardan çıkmıştır. Tenâsüh, sonsuza kadar devirlerin tekrar etmesi, hulûl de
anıldığı üzere ilâhın bir şahısta sahışlanmasıdır ki, şahsın mizacının
yeteneğine göre bazan tam zatının hulûlü (girmes)yle, bazan da zatından bir
cüz'ün hulûlüyle olduğunu söylerler. Ve çoğunlukla demişlerdir ki, bu şahıslanma
semâvî heykellerin hepsiyle birdendir. O, tekdir. Ancak teker teker her birinde
fiili, ondaki eserleri ve onunla şahıslanması kadar açık olur. Şu halde yedi
heykel onun yedi uzvu ve bizim yedi uzvumuz onun yedi heykelidir ki, o bunlarla
görünür de bizim dilimizle söyler, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir,
ellerimizle alır ve genişletir, ayaklarımızla gider gelir ve uzuvlarımızla
işler ve tesir eder. Ve bunların zannınca şerleri, hataları, gübreleri, pis
böcekleri, yılanları, akrepleri yaratmak Allah'ın şanına yaraşmaz; bunların
hepsi yıldızların saadet ve uğursuzlukla bitişmesinden, unsurların saflık ve
üzüntülerle birleşmesinden zorunlu olarak veya tesadüfen vâki olur.
Hırıbbâniyye'ye gelince: Bunlar sözlerini,
"Azimun, Hürmüs, A'yânâ, Evazi" adıyla dört peygambere nisbet ederler
ve içlerinde Eflâtun'un anası tarafından dedesi Solün'e de nisbet eden ve bunun
peygamber olduğunu iddia edenler de vardır." Evazi bize soğanı, cirris
balığını, baklayı haram etti" derler. Genelde Sâbie üç namaz kılarlar,
cünüblükten ve bir de ölüye dokunmaktan dolayı yıkanırlar. Domuz, deve, köpek
ve pençesi bulunan kuşlar ve güvercin yemeyi haram bilirler. Sünnet olmaktan,
içkide sarhoş olmaktan yasaklarlar. Evlendirmede velî ve şahidlerin bulunmasını
emrederler. Hâkimin hükmü (kararı) olmaksızın boşanmayı caiz görmezler. İki
kadınla evlenmeyi de caiz görmezler.
Sâbie'nin, aklî, rûhânî cevherler adına ve
yıldızların semâvî şekilleri üzerine bina ettikleri heykellere gelince: Bu
cümleden olarak ilk illet (illet-i ûlâ) heykeli, bunun gerisinde akıl heykeli,
zaruret heykeli, nefis heykeli. Bunlar yuvarlak şekildedirler. Zuhal heykeli
altıgen, Müşteri heykeli üçgen, Merih heykeli dikdörtgen, Şems (Güneş) heykeli
kare, Zühre heykeli karenin karnında üçgen, Utarit heykeli dikdörtgenin
karnında üçgen, Kamer (Ay) heykeli sekizgendir.
Yukarda işaret edildiği üzere "sabit
yıldızlar"ı, esas kabul eden ve yıldızların kararlarını onların seçkin
(havass) lerine dayandıran Sâbie de vardır ki Hind ve Arap Sâbieleri
bunlardandır. Sâbie filozofları Âzimun'dan şunu nakletmişlerdir ki, ilk mebâdî
(başlangıçlar) beştir: "Allah Teâlâ, akıl, nefs, mekan ve halâ
(boşluk)dır. Ve bileşiklerin varlığı bunlardan sonradır". Fakat Hürmüs'ten
nakledilen böyle değildir. Hürmüs demiştir ki: "Yaratılışı bakımından
faziletli, mayası mahmud (öğülmüş), âdeti merzî (razı olunmuş), sonu ümitli
kişinin ilk vazifesi Allah Teâlâ'yı büyüklemek ve onun bilgisine şükretmektir.
Bundan sonra da üzerinde namusun yerini itiraf etmekle taat hakkı, sultanın
nasihat etme ve uyma hakkı, nefsinin çalışmak ve saadet kapısını açmada başlama
ve alışkanlık hakkı ve özünün kendilerine sevgi ve bol bol vermeye koşmakla
tahlil (helal kılma) hakkı vardır ki, bu esasları sağlamlaştırdıktan sonra
herkesten ezayı defetmek ve güzel ahlâk ile güzel geçinmekten başka bir şey
kalmaz". Görülüyor ki Hürmüs tamamen Hanifler'in esasını anlatmış, Allah'ı
büyüklemeden sonra namus deyimiyle peygamberliği ifade etmiş ve peygambere
itaatı ve yerinin itirafını Allah'ı bilmeye yaklaştırmış ve burada rûhânîleri
büyüklemeyi zikretmiş, sonunda da güzel ahlâkı göstermiştir. Hürmüs'ten
Hanifler mezhebini anlatan daha başka hikmetler de nakletmişlerdir.
Sâbie'nin farklı vasıfları şu dört hususta
özetlenir:
1- Aslında Allah'dan indirilmiş olan bir
dinden alınma ve sapma.
2- Rûhâniyet taassubu (tutuculuğu), diğer
deyişle meleklere tapma.
3- Yıldızlara tapma.
4- Putlara tapma.
Bu dörtten rûhâniyet tutuculuğu, meleklere
tapma en mühim esas ve buna bağlı olarak yıldızlara tapma en açık vasıfları
olduğu ve putlara tapmanın bu iki ruh hâlinden doğduğu anlaşılıyor. Şu vasıflar
altında mutlak Hind Sâbielerinin Buda'larını, Çin'in Konfüçyüs'lerini, son
zamanların "espirtizm" ve "spiritüalizm",
"idealizm" dedikleri mezheplerin ve hıristiyanların Entüzyast
fırkalarının aslını içine alır. Bilhassa Hızbâniyye ise "panteizm",
"panteist" kelimelerinin karşıtı demektir. Hulûl (ruhun başka cisme
girmesi), Allah'ın cihanın canı, âlemin ruhu olması inancı, eski Yunan ve Roma
dinleri, ilâhların doğması ve doğurması fikirleri Sâbie'nin bu Hızbâniyye
mezhebine aittir. Hıristiyanların da rûhâniyetçilikle Mesih'in ilâhlığı
davasında bunlara benzerliği vardır. Şer meselesinde de Hızbâniyye, Mecûsilikle
ilgilidir. Hırıbbâniyye ise Hızbâniyye kadar ileri gitmemiş, az çok bazı
peygamberlerin izini takip etmiştir Âzimun'un hazreti Şit, Hürmüs'ün Hazreti
İdris olduğunu söylemişler, Hazreti Nûh'u da öne sürmüşlerdir ki (A'yânâ)
dedikleri de bu olsa gerektir. Ve bu kısım Sâbie'de bir "kitap ehli"
durumu da yok değildir. Bu noktada Fahreddin Râzî de demiştir ki:
"Yıldızlar hakkındaki görüşleri iki şekilde düşünülebilir. Birisi
yıldızlara hiçbir tesir isnat etmiyerek yalnız Allah'a ibadet için birer kıble
inancıyla yönelmeleridir ki, bu şekilde müşrik değillerdir. Diğeri de, Allah
Teâlâ'nın âlemi yarattıktan sonra, onun tedbir ve idaresini yıldızlara vermiş
olduğu ve buna göre Allah'ın yıldızlar üzerinde, yıldızların da bu süflî
(düşük) âlemde etkili birer rab oldukları inancıyla tapmalarıdır ki, bu
Gıldâniler'e nisbet edilen görüştür. Ve bunlar müşriktirler." İşte mutlak
Sâbie bir taraftan mutlak müşrik, bir taraftan da bir kitap ehli manzarası
arzettiklerinden tâbiîler ve fakihler de son Sâbie'ye şer'an yahudi ve
hıristiyan gibi kitap ehli gözüyle mi, yoksa müşrik gözüyle mi muamele
edileceğinden bahsetmişler, bazısı "kitap ehli" gibidir, kestikleri
yenir, kadınları ile evlenilir demişlerdir. Bazıları da müşrik ve mecûsi
gibidirler, kestikleri yenmez, kadınları ile de evlenilmez demişlerdir. İmam-ı
Âzam'dan kitap ehli oldukları, İmameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) den
kitap ehli olmadıkları rivayet edilmiştir. Ebu'l-Hasen el- Kerhî demiştir ki:
İmam-ı Âzam katında kitap ehli olan Sâbiîler Mesih dinine geçmiş olan bir
kavimdir ki İncil okurlar. Fakat yıldızlara tapan Sâbiîler yani Harran
bölgesindekiler ne İmam-ı Âzam, ne İmameyn hiçbirinin katında kitap ehli
değildirler. Ebu Bekir er-Râzi "Ahkâm-ı Kur'ân"ında bunu naklettikten
sonra der ki: Şu zamanda Sâbiîler ismiyle bilinenlerde kitap ehli yoktur. Yani
Harrân civarında bulunanların, gerekse Vâsıt çevresindeki Betaih kısımlarında
bulunanların aslında milletleri birdir. Hepsinin de inançlarının aslı yedi
yıldızı büyüklemek ve tapmak, onları ilâh kabul etmektir. Bunlar aslında puta
tapıcıdırlar. Fakat Fürs'un Irak iklimine üstün geldiği ve Sâbiîler hükümeti
(ki Nabat idiler)ni ortadan kaldırdığı zamandan beri bunlar açıktan putlara
tapmaya cesaret edemez oldular. Çünkü Fürs'ler onları bundan men etmişlerdi.
Aynı şekilde Rumlar, Şamlılar ve Cezire'liler Sâbiî idiler. Konstantin
Hıristiyan olunca bunları kılıç ile Hıristiyanlığa sevketti. Ve o zamandan
itibaren puta tapma battı ve bunlar görünürde Hıristiyanların içine karıştılar,
fakat çoğu puta tapıcılığını gizleyerek eski mezheplerinde kaldılar. İslâm dini
ortaya çıkınca da hıristiyan cümlesinden olarak İslâm zamanına dahil oldular.
Müslümanlar bunlarla sĞ hıristiyanlar arasını ayırmadılar. Çünkü bunlar putlara
taptıklarını gizliyorlar ve asıl inançlarını açıklamıyorlardı. Gerçekte bunlar
inançlarını gizlemekte en mahir kimselerdir. Çocuklarının akıllarının esmeye
başladığından itibaren dinlerini gizlemeleri hususunda da birçok işleri ve
hileleri vardır. İsmâîliyye, mezhep gizlemeyi bunlardan almıştır .Ve
davetlerinin en sonu da bunların mezhebine dayanır. Hepsinin aslı "yedi
yıldız"ı ilâhlar kabul edip tapmak ve onların isimlerine göre putlar
edinmektir. Bu hususta aralarında değişiklik yoktur. Harran bölgesinde bulunanlarla
Bataih yöresinde bulunanlar arasındaki değişiklik, ancak şeriatlerinden bazı
şeylerdedir. Ve bunlarda kitap ehli yoktur.
Ebu Bekir er-Râzî, Mâide sûresinde bu izahları
verdikten ve ikisi arasında bir müşterek asıl gösterdikten sonra Berâe sûresinde
de demiştir ki: Sâbiîler iki kısımdır. Birisi Kesker ve Bataih yörelerinde
bulunanlardır. Bize ulaştığına göre, bunlar din işlerinin pek çoğunda
hıristiyanlara aykırı olmakla beraber, Hıristiyanlıktan bir sınıftırlar. Zira
hıristiyanların Merkûniyye, Arsosiyye, Mârûniyye gibi böyle birçok grupları
vardır ki, Nastûrıyye, Melkiyye, Yakubiyye adındaki üç mezhebin üçü de onlardan
yüz çevirirler ve onları haram kılarlar. Bu mezhep de Yahya b. Zekeriyya'ya ve
Şit'e bağlanıyorlar. Allah Teâlâ'nın Şit b. Âdem'e Yahya b. Zekeriya'ya
indirdiği kitaplardır diye bazı kitaplara da sahip çıkmaya çalışıyorlar. Ve
hıristiyanlar bunlara Yuhannasiyye (Senjan hıristiyanları, yani Yahyaviyye)
adını veriyorlar. Ve işte İmam-ı Âzam'ın kitap ehlinden saydığı, kestiklerinin
yenmesini ve kadınlarıyla evlenilmesini mubah gördüğü Sâbiîler bu kısımdır.
Kendilerine Sâbiîler adını veren bir mezhep daha vardır ki, peygamberlerden
hiçbirine intisap etmezler. İlâhî kitaplardan hiçbirine sahip çıkmaları yoktur.
Bunlar kitap ehli değildirler. Ve böyle bir mezhebin kestiklerinin
yenmiyeceğinde ve kadınlarının nikâh edilmeyeceğinde ise ihtilaf yoktur.
Her iki âyette Kur'ân, Sâbiîleri, yahudi ve
hıristiyanlar gibi müminlere karşı zikretmekle, bunların da mümin olmadıklarına
işaret etmiştir. Fakat Kitap ehli olup olmadıklarına gelince: Kitap ehli
siyakında anılmış olmalarına ve yahudi ile hıristiyanlar arasında deveran
ettirilmelerine göre kitap ehli değilse de mecusî gibi ve hatta onları da içine
alabilecek bir şekilde -şöyle böyle ikisi ortası- bir kitap ehli şüphesinde
bulunduklarında bir îmâ (işaret) yapmış olmakla beraber "Kitap yalnız
bizden önceki iki topluluğa indirildi." (En'âm, 6/156) âyetinin gösterdiği
üzere Kur'ân'da müslümanlardan önce kitap ehli denilişi yahudi ve hıristiyanlara
mahsus olduğundan ve her iki âyette "Sâbiîn" ve "Sâbiûn",
yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredilmiş bulunduğundan, âyetlerin
zahiri (görünüşü) bunların kitap ehli olmadığını göstermektedir. Âlimlerin
anılan görüş ayrılığı da gerçekte bu adı taşıyanlar içinde yahudi veya
hıristiyanlardan sayılanlar bulunup bulunmadığını tayin ve tetkik etme
meselesinden doğmuştur.
Şunu hatırlatmaya ihtiyaç yoktur ki, Nasara
(Hıristiyan) ismi bütün hıristiyan fırkalarını içine almış olduğundan
hıristiyanların, Yuhannasiyye, (Senjan hıristiyanları) dedikleri Sâbiîn grubu
hıristiyanlardan sayılan bir mezhep olunca, elbet bunlar da hıristiyan ismi
altında dahildirler. Ve şu halde yahudi ve hıristiyanlardan başka zikredilen
Sâbiîn'in bunlardan başka olan Sâbiûn'a sarfedilmiş olması gerekir. Buna göre
Kasımireski madem bunların tutucu hıristiyanlar olduğunu kabul etmiş ve
hatırlatmıştır. O halde bu hatırlatmayı yaparken bunları her iki âyette
Hıristiyan adı altında düşünmek ve Nesara denildikten sonra Sâbeit denilmesinin
mânâsı kalmayacağını düşünmek ve Nesara'dan sonra zikredilen Sâbiîn'i de Sâbiûn
gibi "sabeen" diye terceme etmek ve Frenkleri şüpheye düşürmemek
gerekirdi. Frenklerin de bu açık hatayı anlamaları ve bundan dolayı İslâm
müctehidlerine insanlık dışı bir hisle dil uzatmamaları lazım gelirdi. Ve
açıklandığı üzere Sâbie'ye karşılık ruhâniyet ve cismaniyetin birleşmesi
noktasında yürüyen ve bu şekilde insanî kıymeti, insana ait fıtratı Allah'dan
sonra her şeyin üstünde yükselmesi ve olgunlaşmasını mümkün gören Hanifliğin en
yüksek, en olgun görünüşü olan İslâm dinini hak ve insanlık adına bütün
insanlara tavsiye edecek yerde politik gayelerle onun aleyhinde söz söylememek
gerekirdi.
Özet olarak hakikat şudur ki: Müslüman,
yahudi, hıristiyan ve sâbiî, bu dört sınıf içinde ve hatta bunların dışında her
kim gerek devam ve sebat, gerek bundan böyle tevbe ve iyilik ile "kim
Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse" şartını hâiz ve
bu vasfa ciddi olarak ve tam mânâsıyla sahip olursa, bunlara korku ve hüzün
yoktur. Her lekeden, noksandan uzak bir gerçek kurtuluş kesindir. Ve bu şekilde
ilâhî rahmet yolu herkese açıktır.
Şüphe yok ki Allah'a iman, Allah'dan gelen her
hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmektir. Bunun gereği olan ahirete iman ise
gelecekte muhakkak bir sorumluluk gününün geleceğini ve her amelin iyi veya
kötü cezasının verileceğini itiraf ve tasdik etmektir. Bu imana yaraşan amel de
yaşadığı zamana kadar Allah'dan gelmiş olan emir ve yasakları hakkıyla yerine
getirip, gereğince güzel ve faydalı işler yapmak, kötülükten kaçıp iyiliklere
koşmaktır. Ve işte böyle olanların o sorumluluk günü her çeşit korku ve elemden
kurtulacakları, esenlik ve hakiki saadete erecekleri muhakkaktır. Bu kanun her
zaman için haktır. Dün de hak, bugün de hak, yarın da haktır. Hem herkes ve her
toplum için de haktır. Müslüman içinde hak, yahudi için de hak, hıristiyanlar
için de hak, hatta sâbiîler için bile haktır. Evvel ve âhir (önce ve sonra)
hiçbir din, hiçbir şeriat, tasavvur olunamaz ki bunu bir yol olarak kabul etmesin
ve bunun tersini iddia edebilsin. yahudi ve hıristiyanların bu hak kanuna
ilerden beri ne derece uygun olduklarına ve olabileceklerine gelince:
70- Kasem olsun ki biz bu iman esası üzere
İsrailoğularından söz aldık ve onlara birçok peygamberler gönderdik. Fakat
onlara nefislerinin hoşlanmayacağı bir hak emir ile her ne zaman bir peygamber
geldiyse, o gelen peygamberlerden bir kısmını -verdikleri iman sözleşmesine
rağmen- yalanladılar. Bir kısmını da öldürüyorlardı. Verdikleri söz gereğince
Allah'a iman edip, güzel amel şöyle dursun, tersine Allah'ın gönderdiği
peygamberleri yalanlayıp ve hatta öldürüyorlardı.
71- Ve bu yalanlama veya öldürmede bir fitne
yani kendileri için bir bela ve musibet olmayacağını zannettiler. Yahut Ebu
Amr, Hamze, Kisâî, Yakub, Halefü'l-Âşir kırâetlerinde ref' ile okunduğuna göre:
"Ve zannettiler ki kesinlikle bir fitne olmaz". Eğer bunların
ahirete, sorumluluğa imanları olsaydı böyle zannetmeyeceklerdi. Halbuki böyle
zannettiler de kör ve sağır oldular. Hak delilleri görmez, hak sözü işitmez
oldular. Sonra Allah kendilerine tevbe nasip etti, tevbe ettiler. Allah da
kabul etti.. Sonra yine kör, sağır oldular, fakat hepsi değil içlerinden
birçoğu böyle oldular ve öyle yaptılar. Şu halde geçmişte bunların çoğunun
"kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse" âyetinin
delaletinde dahil olmadıkları muhakkak. Allah ise sadece geçmişteki
işlediklerini değil, bundan böyle ne yapacaklarını da bilir. Ve amellerine göre
cezalarını verecektir. Bunun için "(Ey Muhammed) Rabbinden sana indirilen,
onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. Sen o kâfirler toplumu için
üzülme" (Mâide, 5/68) buyurmuştur.
72-Hıristiyanlara gelince, Mesih kendisi:
"Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, ancak
onu ibadete layık tanıyınız. Zira her kim Allah'a ortak koşarsa Allah onu
cennetinden mahrum eder, sığınağı ateş olur, zalimlere yardımcılar da
yoktur" demiş olduğu halde: "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'ten
ibarettir" diyenler, kasem olsun ki muhakkak kâfir oldular. Yukarda bu
iddianın hadd-i zatında küfür olduğu gösterilmiş idi. Burada ise özellikle Hz.
İsa'ya iman ve onu büyükleme adına söylenmiş olan bu sözün onu yalanlamak ve
davetine karşı çıkmak olduğu da anlatılmıştır. hıristiyanların ellerindeki
İnciller'de bile Hz. Mesih'in bu sözü zikredilmiştir. "Ey Mamûdiyye
oğulları toplumu, yahut ey gençler toplumu, bizimle kalkınız, babama ve
babanıza, ilâhım ve ilâhınıza, kurtarıcım ve kurtarıcınıza...". (Âl-i
İmran, 3/45. âyetin tefsirine bkz.)
73-Evet; Vâhid, yani vâhdâniyet (birlik)le
sıfatlanmış ve ortaklığı kabulden uzak bir ilâhtan başka hakikatte ibadete
layık olabilecek hiçbir ilâh, hiçbir mabud (ibadet edilen) mevcut olmadığı
halde üç ilâh varsayıp da, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler, kasem
olsun ki muhakkak küfrettiler. Bir hayli tefsirci yani "üç ilâhın
biri" demek olduğunu söylemişler ve bazıları özellikle "üçüncü"
mânâsına tertip kastedilmediğini de açıklamışlardır. Çünkü Arap dilinde
"sâni, sâlis, râbi diye ism-i fail vezninde olan adet isimleri, bir sayı
ismi, bir de şibh-i fiil (fiilimsi) olan ism-i fâil olmak üzere kullanılır.
İsm-i fail olunca, sâni vâhid, sâlisü isneyn, râbiu selâse.. gibi bir derece
aşağısına muzaf kılınarak onun dışındaki dereceyi gösterir ki, değiştirme ifade
eder. " Biri ikiliyen, ikiyi üçleyen, üçü dörtleyen" demek olur.
Diğerinde ise yalnız kendi hali kastedilir. gibi aynı sayıya muzaf kılınır ve
"üçün biri demek olur" diye Nahv kitaplarında açıklanmıştır. Şu
halde: "Allah, sâlisü selâsedir" diyenler: "İlâh üçtür. Fakat
Allah birdir, bu üçün biridir" demiş oluyorlar. Bu takdirde ekânim-i
selâse (üç asıllar) adıyla baba, Rûhu'l-Kudüs, oğul yahut bazı görüşe göre,
baba, ana, oğul diye üç ilâh sayan hıristiyanlar, Allah dedikleri zaman bu üç
arasında hiçbir tertip itibar etmiyerek kapalı bir şekilde genelde birini
kastederler demek olur. Bu ise Rûhu'l-Rudüse ve oğula da muhtemel olmakla
beraber, daha çok "baba"da akla gelen bir fikir zannedilir. Ve bu
şekilde (üçün biri) diyenler "Muhakkak Allah, Meryem oğlu Mesih'dir"
diyenlerden başkası olması gerekir. Bunun içindir ki önceki âyet Yâkûbiyye, bu
da Melkânî ve Nestûriyye kısımları hakkında olduğunu söylemişlerdir. Hakikatte
küfür olması için (üçün biri) demek de yeterlidir. Ve hıristiyanlardan hikaye
olmayan ilâhî sözü de özellikle bu noktaya işaret eder. Sonra hıristiyanların
"üç asıl"da eşitlik iddiasına da uygundur. Fakat biz, "sâlisü
selâse" deyiminin, "ehadü selâse" deyimine mutlaka mürâdif
(anlamdaş) olduğunu kabul edemeyeceğiz. "Sâlisü selâse", üçün içinde
üçüncü derecede bulunan biri mânâsına "ehadü selâse" demektir ki
ehastır. Bunda da herhalde derece muteberdir. Şu kadar ki bu derece sabit olmak
şart olmayıp itibârî (saymaca) de olabilir. Birinci herhangi birisinden itibar
edilebilirse, üçüncü yine ikinciden sonra gelir. "Sâlisü selâse"
diyen, yalnızca "üçün biri" dememiş, "üçün üçüncüsü"
demiştir. Gerçi sabit bir tertip kastedilmediğine göre bu üçüncü, her birini
ihtimaline alabilirse de üçüncü üçüncüdür. Şu halde "ehadü selâse"
(üçün biri) denilmeyip de, "sâlisü selâse" (üçün üçüncüsü) denilmesi
her halde dikkat çekicidir. Ve doğrusu bu görüş , teslis (üçlemey)i kabullenen
bütün hıristiyan fırkalarının inancıdır. Burada hıristiyanların üçlemesinin
bütün mahiyeti yer almıştır: Sâlisü selâse: Bu bize gösteriyor ki hıristiyanlar
üçleme (teslis) ile "Allah üçtür" demiyor, "ilâh üçtür"
diyor ve Allah'ı bu üçün üçüncüsü sayıyor. Yani üç ilâhın üçünü de saymadan
"Allah" demiş olmuyor. Onun nazarında cevher ve ûlûhiyetin tabiatı
birdir, fakat şahıs üçtür. Ekânîm-i selâse (üç esas)nin her biri bir ilâhtır.
Baba ilâh, Rûhu'l- Kudüs ilâh, oğlu ilâhtır. Ve bu cihetle üçü eşittir. Bununla
birlikte hiç bir tertip de yok değildir. Aralarında itibari de olsa bir tertip
vardır. Daha doğrusu baba, oğul kelimeleri, hadd-i zatında birer dereceye işaret
eder ve bir tabiî tertibi de gösterirler. Gerçi herhangi birinden saymaya
başlanabilir. Fakat genellikle babadan başlanır. Nitekim ilk İznik konsilinin
inancında Yesu Mesih hakkında, "babasının cevherinden, hak ilâhtan bir hak
ilâh olan tek oğul" denilmiş olması, tabîî bir tertibin ifadesidir. Tek
başına düşünülen baba bir ilâh, Ruhu'l-Kudüs bir ilâh, oğul bir ilâh sayılır.
Ancak üçü birden düşünüldükleri mertebededir ki Allah denilmiş olur. Bununla üç
basit (yalın), bir de mürekkeb (bileşik) olmak üzere dört ilâh farzettikleri de
sanılmamalıdır. Zira üçün herhalde üçüncüsü olan birinde birleştiğini tasavvur
ederler ki "râbiu selâle" (dördü üçleyen) demezler de "sâlisü
selâse" (üçün üçüncüsü) derler. Nitekim bir, iki, üç diye sayıldığı zaman
bir birinci, iki ikinci, üç üçüncüdür ve aynı zamanda bir sayıdır ki birle iki
bundan birleşmiştir. Bu üçüncü sayı, ikiyi üçleyen bir değildir. Birinci olan
bir, ikinci olan ve bir sayı teşkil eden iki de değildir, hepsidir. Ve aynı
zamanda üçüncüdür. Yoksa bir, iki, üçün toplamı olan altı sayısı gibi dördüncü
bir sayı değildir. İşte hıristiyanların üçleme inancı da hem üç hem birdir. Ve
bu, bir râbiu selâse (dördü üçleyen) değil, sâlisü selâse (üçün üçüncüsü)dir.
Üç ilâhı, üçüncüsü olan birinde birleştirirler. Bu üçüncüden maksadın
"oğul" olduğu da ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Fakat genelde
bunu, açıklamıyor görünürler de râbiu selâse (üçün dördüncüsü) demezler,
"üçün üçüncüsü" derler; fakat üçü sayıp birleştirmeden kelimenin
oğulda cesetlendiğine itibar etmeden "evvel = bir Allah" demiş
olmazlar. Şu halde bunlara göre "baba" bazı deyime göre
"vücûd" hadd-i zatında bir ilâhtır. Fakat Allah değil, Allah'ın
babasıdır. Aynı şekilde Rûhu'l-Kudüs ve bazı deyime göre hayat, hadd-i zatında
bir ilâhtır. Fakat Allah değil, Allah'ın kelimesi veya ruhudur. Aynı şekilde
"oğul" veya "kelime" ve bazı deyime göre ilim de kendi
zatında bir ilâhtır. Ve babasının cevherinden, ruhundan oğludur. Babadan ve
ruhtan ayrı gibi düşünüldüğü derecede henüz Allah değil, Allah'ın oğlu veya
kelimedir. Ancak "baba"nın cevheriyle, ruhuyla, kelimesiyle olan
oğuldan cesetlendiği düşünüldüğü andadır ki üçü bir Mesih olmuş ve Allah
düşünülmüş olur. Nitekim İznik konsili, "Bir zaman var idi ki Allah'ın
oğlu yoktu." diyenleri kâfir kabul etmişti. Çünkü kanaatlarında oğuldan
önce ilâh varsa bile henüz Allah yok idi. Demek ki hıristiyanlığın üçlemesi
açıktan açığa "Allah üçtür" demek olmadığı gibi mutlak olarak
"üçün biri" demek de değildir. "İlâhlar üçtür, Allah ise
bunların içinde üçün üçüncüsüdür" demektir. Bu da "Allah,
Mesih'tir" demektir. Bunun içindir ki hıristiyanlar "İlâh üçtür"
dedikleri halde "Allah'dan başka ilâh yoktur" da derler ve bunu
"Mesih'den başka ilâh yoktur" demeye eşit tutarlar. "İlâh
üçtür" demekle beraber, Mesih'in dışında hiç bir ilâh tanımazlar. Şu halde
"üçün üçüncüsü" mânâ bakımından Meryem oğlu İsa'dan eam (daha genel)
gibi görünürse de hıristiyanların inancında - araştırma gereği- eşittirler.
"Allah, üçün üçüncüsüdür" demek "Muhakkak Allah, Meryem oğlu
Mesih'tir" demenin diğer bir ifadesidir. Bunu iyi düşünebilmek için
"ilâh" kelimesi ile "Allah" kelimesinin mânâlarındaki
mazmûn ve şümul (içeriğ)ü iyi gözetmek gerekir. Fâtiha sûresinde açıkladığımız
üzere cins isim olduğundan, mânâsına göre, fazla sayıda sayılabilir. Fakat (Allah)
özel isim olduğundan ancak tek olarak düşünülebilir. (Allah), hadd-i zatında,
hakkıyle mabud (ibadet olunan) ve kendinden üstünü tasavvur edilemeyen (tek
ekmel= eksiksiz)dir. Ve şu halde gerçekte ilâh odur. Fakat "ilâh" ve
"mabud" kelimesi izafi (değişken) olarak da düşünülür. Ve bunun için
Allah'tan başkasına da söylenir. Ve herhangi bir kimsenin en çok saygı duyduğu,
kulluk arzusu duyduğu ne ise o onun ilâhıdır. Fakat, bu batıl ve geçici de
olabilir. O zaman ona, "onun ilâhı" denilir de "Allah'ı" denemez.
Hatta izafetle, (tamlamayla) "Felanın Allah'ı" demek dil bakımından
bile caiz değildir. Allah muzaf (tamlanan) olmaz, muzafın ileyh (tamlayan)
olur. "Benim Allah'ım" demek, "benim ilâhım" demek
olabilir. Allah ismini bilmeyen veya anlamayan, kullanmayan ve ancak
"Mabud, Rab, Tanrı, Diyö, İlâh.." gibi, ilâh mânâsına olan cins ismi
kelimeleri kullanan dillerle bu farkı anlatabilmek mümkün değildir. Mesela
Fransızcada "Diyö üçtür, Diyö birdir" denilmekle bu mânâ ifade
edilemez. Bu noktada hıristiyanlar, "Allah" ismi yerine, Meryemin'in
oğlu İsa'nın lakabı olan "Mesih" vasfını, "ehad-i ekmel"
(eksiksiz tek) in bir ifadesi olmak üzere almışlardır. Bunun için kanaatlarında
"ilâh üçtür, fakat Mesih birdir." Her biri bir ilâh farzedilen
ekânîm-i selâse (üç esas)de Yesu yalnız oğuldur. Fakat (Yesu' Mesih) hepsidir.
Baba ve kelime ve oğul kendi zatlarında farklı oldukları halde (Yesu' Mesih) de
birbirlerini tasdik ederler ve "tek kusursuz= en mükemmel tek" bu
sayılır. Bundan dolayıdır ki hıristiyanlar, Yesu Mesih'ten önce âlemlerin
kelime ile yaratılmış olduğunu ve her şeyin yaratıcı ve sahibi bir "baba
ilâh" bulunduğunu kabul etmekle beraber, henüz âlemlerin sağlam olmayıp,
bu sağlamlığın cesetlenmesi "kelime" üzerine Yesû-i Mesih eliyle meydana
geldiğini ilk İznik konsilinden beri inançlarının başına yazmışlardır. Demek ki
bunlara göre "üçlü esas", birinci ve ikincisiyle değil, üçüncüsüyle
en mükemmeldir. Üçünün oluşturduğu tek ilâh ve en mükemmel, tek baba değil,
Ruhu'l-Kudüs değil, hepsi olan Yesû-i Mesih'tir, üçün üçüncüsüdür. Buna göre
bunların nazarında bir olan Allah mutlak üçün biri değil, üçün üçüncüsüdür,
kelimenin cesetlendiği Mesih'tir.
"Muhakkak Allah üçün üçüncüsüdür"
demek, hem selâse (üç) kelimesi, hem de sâlis (üçüncü) kelimesi itibariyle
olmak üzere iki yönden küfürdür. Birisi gerçekten bir ilâhtan başka ilâh
olmadığı halde, üç ilâh farzetmek ve bunların her birine "hak ilâh"
demektir ki katıksız şirktir. Birin hakkı olan ilâhlığı onunla beraber ikiye
daha vermektir, yalandır, zulümdür. Allah'ın hakkını inkârdır. "Allah
üç" demek gibi bir çelişkidir. Birisi de bu şirk ve çoğalma içinde yalan
bir tevhid davasıyla Allah'ı bu üçün üçüncüsünü farzetmek, Allah'tan başkasına
Allah demektir ki, bu da Allah'ı ve Allah'ın önceliğini inkâr etmektir. Halbuki
Allah Teâlâ "yok" demekle yok olmayacağı ve yalan inanç ile hak ve
hakikat değişmeyeceği için, bu da hadd-i zatında diğer bir şirktir. Ve gerçekte
hıristiyanlığın üçlemesinin böyle biri şirk, biri tevhid görünen iki yüzü
vardır ki, hakikatte ikisi de şirktir. Ve bu şirk aslında Allah'ın önceliğini
inkâr etmeyen ve bununla birlikte açıktan şirk iddia eden açık müşriklerin
şirkinden daha ileri gitmiş olmakla beraber, onlarınki kadar açık değil
kaçamaklıdır. Gerçeği ise her şüpheden uzak olarak kesin bilgi ile söylemek
gerektiğinden bu hıristiyanların müşrikliği şüpheli olursa da, bu Teslis
(üçleme) davası ile kâfir olduklarında asla şüphe yoktur. Ve işte Allah Teâlâ:
"Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler elbette
kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur..." âyetiyle teslis
inancında olan bütün hıristiyanların iddia ettikleri üçlemenin bütün içyüzünü
" üçün üçüncüsü" diye iki kelimede özetlemekle her iki yönden
küfürlerini yemin ve tekit ile açıklamıştır. Gerçi Allah Teâlâ bunların Hz.
İsa'ya dost olmadıklarını tamamen anlatmak üzere böyle diyenlerin hıristiyanlar
olduklarını zikretmemiştir. Fakat "üçün üçüncüsüdür" diyenler
deyiminin de ekânîm-i selâse (üç esas)ye kâni olan hıristiyan mezheplerinin
hepsini içine aldığı açıktır. Bunda yalnız "Melkânî" denilen Katolik
ve Ortadokslarla Nastûrîler değil, Yâkûbîler, diğer deyimle Monofizitler de
dahildirler. Hatta bir zamanlar mevcut olup, sonradan tamamen kaybolmuş olan ve
"üç esas"ı baba, ana, oğul diye sayan Berberânîler de dahildirler.
Yukarda da açıklandığı üzere "Muhakkak Allah, Meryem'in oğlu
Mesih'tir" diyenler de Yakûbiyyeye tahsis edilmiş değildir. Gerçek sonuç
(üçün üçüncüsü) demek de "o, Meryem'in oğlu Mesihtir" demenin diğer
bir deyimidir. Bu iki deyim, biri tevhid şeklinde şirk, biri de şirk içinde
tevhid iddia eden hıristiyan üçlemelerinin her iki şekilde içyüzünü ve küfür
olduğunu söylemektedir. Şu halde bunlar da hak dinin birinci esası olan
"Allah'a iman eden" şartına haiz değillerdir.
74- Ve eğer bu söyledikleri sözlerden
vazgeçmezler, vazgeçip şirk şüphesinden uzak bir tevhid ile Allah'a iman
etmezlerse içlerinden böyle kâfir kalanlara elbette ve elbette elîm (acıklı)
bir azap dokunacaktır. Bunlar bundan böyle bu inkârlardan vazgeçip Allah'a
tevbe ve istiğfar etmezler mi? Halbuki Allah gafûr, rahîmdir, tevbe ve istiğfar
ederlerse affeder ve kendilerini lutuf ve rahmetiyle mesut eder. Anlaşılıyor
ki, hıristiyanlar, yahudiler kadar inkârcı değildirler. İçlerinde tevbe ve
istigfar ile imana gelmek kabiliyetinde bulunanlar onlardan çoktur. Hakikaten
bir sayfa sonra bu cüzün sonu ile yedinci cüzün başında bu mânâ açıklanacaktır.
Bunun için bunlar, tevbe ve istiğfara teşvik edildikten sonra, delilli yolda
hakkı araştırmakla aydınlatılmaları için buyuruluyor ki:
75- Meryem'in oğlu Mesih başka bir şey değil,
ancak bir Resul (peygamber) dür. İlâh değil, ancak Allah'ın delil ve ferman ile
gönderdiği bir elçi, bir tebliğci, bir peygamberdir. Hem ilk olarak gelmiş bir
peygamber de değil, ondan önce bir çok peygamberler gelip geçmiştir ki Allah
Teâlâ Mesih'e verdiği delillerine ve seçkin özelliklerin benzerlerini daha önce
onlara vermiş ve onlar bu özellikleri ve farklı delilleri ile ancak
peygamberliklerini isbat etmişler ve sonra da geldikleri gibi durmayıp geçmiş
gitmişlerdir. Mesela Allah Mesih'in eliyle ölüye can verdiyse ondan önce
Musa'nın elinde asâya can vermiş ve onu koşan bir ejderhayapmıştı ki, bu daha
şaşırtıcıdır. Allah Mesih'i babasız yaratmış ise, daha önce Âdem'i babasız ve
anasız yarattı ki, bu daha gariptir.
İşte Meryem'in oğlu İsa, geçmişte kendisinin
olgunluklarına iştirak etmiş bu kadar denkleri ve benzerleri geçen ve onlar
gibi gelip geçeceği açık bulunan bir peygamber. Anası da sıddıka (doğru), yani
doğruluk ve sadakatten ayrılmayan, Allah'ı ve peygamberlerini tasdik eden diğer
kadınlar gibi özünde, sözünde, işinde gayet doğru bir kadındır. Bundan başka
ana oğul ikisi de yemek yerlerdi. Kendi nefislerinde yokluk, eksiklik içinde
kalır, dışardan gıda almaya muhtaç olurlar. Nefes alıp vermek, dolup boşalmak ihtiyacından
kurtulamazlardı ki, hayvanların mahkum olduğu bir ihtiyaç ve zarûrettir.
Herhangi bir ihtiyaç ile muhtaç olanlara ilâh demek ise "muhtaç
değil" demektir, yalandır, çelişkidir. Şu halde sadece yemek yediklerinden
belli ki, ne Mesih ilâhtır, ne de anası. Görülüyor ki burada ilâh olmanın bir
gerektiricisi, bir de muhalifi bakımından çok açık iki delil gösterilmiştir ki,
hem istintâcî (sonuç almaya ait), hem istikrâî (bilgi edinmeye dair)
özellikleri taşımaktadır:
Birinci olarak: İlâh olmayı gerektiren kemâl
açısından bakıldığı zaman Mesih'in ve anasının çok yüksek kemâlleri, ortaklığı
kabul eden ve hatta bizzat emsal (eş ve örnek)leri ve benzerleri geçmiş bulunan
bir kemâldir. Böyle bir kemâl ise benzersiz bir kemâli gerektiren ilâhlık
hakkını gerektirmez. Ancak örneklerinin ve benzerlerinin hükmünü bağışlar ki, o
da Mesih hakkında peygamberlik, anası hakkında sahâbiliktir. Diğer taraftan
ilâhlığa uymayan noksanlar açısından bakıldığı zaman Mesih'in ve anasının
kemâlleri, gelip geçici imkanı ve son bulmayı inkâr değil, geçmiş örnekleriyle
onu teyit ve ispat eden ve bundan dolayı bir noksan ile beraber bulunan bir
kemâldir. Bu ise, varlığı vacib ve bâkî olan Allah'a uygun ilâhlık hakkına
aykırıdır.
İkinci olarak: Geçmişteki peygamberler
geçmemiş, Mesih ilk peygamber ve anası ilk Sıddîka (doğru kadın) olmuş olsaydı,
hakkıyla ilâh anlamını idrak eden her akıl sahibi Mesih'i ve anasını kendi
şahıslarıyla düşünür ve ilâh olamayacaklarını kesin olarak anlardı. Çünkü anası
da, oğlu da yiyorlar, içiyorlar, bütün hayvanlarda bulunan bir ihtiyaçtan uzak
kalamıyorlardı. Ve elbette bunun gereklerinden olan dışarı çıkarmaya da mecbur
bulunuyorlardı. Şu halde başka bir delil aramaya lüzum kalmadan her selim akıl
kaçınılmaz bir şekilde anlar ki, diğer kemâllerine rağmen böyle bir beşerî ve
hayvanî ihtiyaç ile bizzat muhtaç olan herhangi bir varlık hak ilâh olamaz.
Çünkü hak ilâh, hadd-i zatında her türlü ümit ve korkuya merci, her kemâle
bütün kemâliyle sahip, her türlü ihtiyaç ve noksandan uzak, mutlak gani, mutlak
kendisine muhtaç olunan varlık demektir.
Ey Muhammed bak, biz onlara hak âyetleri ve
delilleri nasıl, ne güzel, ne açık beyan ediyoruz sonra da bak onlar nasıl veya
nereden çevriliyorlar. Bu açık gerçeklerden ne fena saptırılıyor da asıl ve
esası yok batıl sevdalar peşinde dolaştırılıyorlar. Hemzenin fethiyle kalb ve
sarf, yani döndürüp çevirmek demektir.
Ey Muhammed!
Meâli şerifi:
76- De ki: "Allah'ı bırakıp da size ne
zarar, ne de fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah
işitendir, bilendir".
76-Yukardaki ayette bulunan istidlâl (delil
ile sonuç çıkarma)ler, "ortak ve benzeri bulunan ilâh olamaz, gelip geçici
olması mümkün olan ilâh olamaz, muhtaç olan ilâh olamaz" diye birer kübrâ
(büyük önerme)ya bağlı bulunuyordu ki, bu büyük önermeler "hak ilâh"
anlamının kendi içinde bulunan ve matematiğe ait hükümler gibi mücerred (soyut)
bir tahlil (analiz) ile belli, ilk tahlilî hükümler oldukları için
dürülmüşlerdi. Ve gösterildiği şekilde mantıkî anlatımının özetleri şu oluyordu:
1- Mesih ve anası ortağı ve benzeri bulunan
kimselerdir "küçük önerme", belli ki ortağı ve benzeri bulunanlar
ilâh olamazlar "büyük önerme". Şu halde ne Mesih ne anası ilâh
olamazlar.
2- Mesih ve anası, benzerleri delaletiyle
gelip geçici olmaları mümkündür. Belli ki gelip geçici olması mümkün olanlar
ilâh olamazlar. Şu halde, ne Mesih ne anası ilâh olamazlar.
3- Mesih ve anası yemek yer birer muhtaç
idiler. Belli ki muhtaç olan ilâh olamaz. Şu halde ne Mesih, ne anası ilâh
olamazlar.
İşte bu âyet ilk önce mabudun en açık bir
özelliğini göstermek, "aciz olan mabud olamaz" diye bir genel kazıyye
(önerme-hüküm) ile o üç büyük önermeye açık bir uyarma yapmış ve onların
apaçıklıklarını idrak edemiyecek olanlara daha genel ve daha açık bir büyük
önerme (kübra) ile hakikati açıklayıvermiştir. Yani ortağı ve benzeri bulunan
herhangi bir şey onun özelliğine sahip olamayacağından gerçekte bir acizdir.
Aynı şekilde gelip geçici olması mümkün olan, gerçekte bir acizdir; muhtaç olan
hadd-i zatında bir acizdir. Aciz olan ise mabud olamaz. Çünkü mabud hiç bir
şekilde acizliği ve noksanı mümkün olmayan ve düşünülmeyen her şeye gücü yeten
ve mutlak en büyük demektir. Bir de "yemek yerlerdi" buyurulmasına
karşı sâbiîler ve putperestler tarafından, "O halde yemek içmek ihtiyacı bulunmayan
meleklere ve cansız heykellere tapmak akla uygun olacaktır." diye bir
kuruntu ortaya atabilirler. Bu yönden de bu âyet, bu kuruntu ve muğalâta
(yanıltmaca)nın da kökünü kesmek için meselenin acizlik ve kudret, menfaat ve
zarar meselesi olduğunu ve bu mânânın esas itibariyle hepsinde eşit bulunduğunu
anlatmış ve bununla beraber Sâbiîliğin ve putlara tapmanın daha düşük bir
durumda olduğunu da anlatarak, onlara taş atmak (tarîz) ve hıristiyanları
korkutmak ile demiştir ki: "Ey hıristiyanlar siz, sâbiîler ve puta
tapanlar gibi, Allah'ı bırakıp da O'na karşı ne zarar, ne fayda hiçbir şey
yapamayacak olan acizlere mabud der, ibadet mi edersiniz? Halbuki Allah size
her menfaat ve zararı yapmaya gücü yettiği gibi işiten ve bilendir de. Gizli,
açık her sözü işitir. Açıktaki fiiller şöyle dursun, kalplerdeki inançları,
niyetleri bile bilir. Bu yüksek kudret karşısında Allah'a ortak koşmanın, o
acizlere mabud demenin, ibadet etmenin ne büyük inkâr, ne kadar tehlikeli
olduğunu düşünmez misiniz? İşte sizin Mesih'e ilâh ve mabud demenizin bundan
hiçbir farkı yoktur. Çünkü Mesih, her ne zarar, her ne menfaat yapabilirse
kendi zatından malik olarak değil, Allah'ın ihsan etmesi ve vermesiyle
yapabilir. Sonra ne Allah'ın verebileceği belalar ve musibetler kadar zarara,
ne de Allah'ın ihsan edebileceği sıhhat ve genişlik, hayır ve saadet kadar
menfaate hiçbir zaman sahip olamaz. Çünkü Allah bizzat zengin, bizzat güçlüdür.
Mesih ise bizzat fakir, bizzat güçsüzdür. Her neye sahip ise hepsi Allah'tan ve
Allah'ındır. Allah'ın karşısında Mesih bir lokmaya muhtaç, mutlak âcizdir.
Mesih'in karşısında Allah, her şeyi veren mutlak güçlüdür. Allah'ın bütün
kemali kendinden, Mesih'in ise nesi varsa Allah'dan. Bu böyle iken Allah'ın
kemalini Mesih'e, Mesih'in aczini Allah'a isnat edip de Allah yerine Mesih'e
ibadet etmek ne cüret, ne cehalet, ne anlayışsızlıktır? Ne kadar zıddına bir
hakkı, doğruyu değiştirmek, ne büyük bir iftira ve beyinsizliktir?
Meâl-i şerifi
77- De ki: "Ey kitap ehli! Dininizde
haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve
böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyiflerine uymayın".
78- İsrailoğulları'ndan küfredenler, Davud ve
Meryem'in oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve
aşırı gitmeleri yüzündendi.
79- Onlar, yaptıkları kötülüklerden
vazgeçmiyorlardı. Yaptıkları şey ne kötü idi.
80- Onlardan birçoğunun kâfirleri dost
edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine sunduğu şey ne kadar kötüdür!
Allah onlara gazabetmiştir. Onlar ebedî olarak azap içinde kalacaklardır.
81- Eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve ona
indirilen Kur'ân'a inanmış olsalardı, kâfirleri dost tutmazlardı. Fakat onların
çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
77-Ey Muhammed de ki: Ey kitap ehli ve
özellikle ey hıristiyanlar, dininizde haksız yere gulüv etmeyin (aşırı
gitmeyiniz). Gulüv, esasında oku ileriye atmaktır. Bundan, herhangi bir şeyin
kadrini ve menzilini geçmek ve sınırını aşıp ileriye gitmek mânâsında genişçe
kullanılmıştır. Buradan anlaşılıyor ki dinin sınırı haktır. Ve kitap ehlinin
bulundukları dinde hak da vardır, batıl da. Aynı şekilde dinde aşırılık iki
çeşittir: Birisi haklı gulüv, diğeri haksız gulüvdür. Haklı aşırılık, dinin
hakikatlerini inceden inceye araştırmak ve inceliklerini arayıp taramak ve
tetkik etmek, delillerini ve burhanlarını elde etmek suretiyle hükümlerini tam
bir dikkatle tatbik etmektir ki, buna selabet, ittika, vera, ictihad, mücâhede,
gayret ve dînî hamiyet de denilir. Âyet bunu yasaklamamış belki desteklemiştir.
Hak olan hususlarda ne kadar ileri gidilse ifrat (aşırı) ve taassub (tutuculuk)
sayılmaz. Diğeri ise batıl ve haksız olan gulüvdür ki, bu delillere göz yumup,
şüpheler arkasına düşerek ifrat (aşırı) veya tefrit (tersine aşırı) ile hakkın
hududunu geçmek ve açık olan hakkı teslim etmeyip tersini benimsemektir ki,
buna da taassup (tutuculuk) ve bilgisizliği koruma denilir. Âyet, "haksız
yere" diye işte bu çeşit aşırılığı yasaklamıştır. Yani dinde hedefimiz
daima hak olsun, kör bir taklit, kuru bir tutuculuk ile ifrat veya tefrîte
sapıp hakkın sınırını geçmeyiniz. Haksızlık yapmayınız, haksız şeylerde ısrar
etmeyiniz. Ey hıristiyanlar, siz Mesih'in hak olan peygamberliğini ileri geçip
de onu ilâhlık mertebesine çıkarmayınız. Ey yahudiler, siz de onun peygamberlik
ve nebîliğini inkâr etmeyiniz. Kıymet ve değerini düşünüp de Allah'ın
lütfettiği hakkına tecavüz etmeyiniz. Ve bundan önce, yani Muhammed Aleyhisselâm'ın
gönderilmesinden önce dininizden muhakkak sapmış, sapıklığa düşmüş,
birçoklarını da sapıtmış ve sonra Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesi ile
gösterilmiş olan doğru yoldan yan çizmiş bir kavmin, yani selef
(geçmiş)lerinizin arzularına uymayınız. Onları taklit edip arkalarından
gitmeyiniz. Görülüyor ki bu âyette, bunların "sonra bak onlar nereden
çevriliyorlar?" yeti delaletince nasıl ve nereden çevrilip hak âyetlerden
saptırıldıklarının bir açıklaması vardır:
1- Esasen dinlerinde hakkı, hedef
edinmemeleridir.
2- Bu sebeple haksız yere aşırı gitmeleri ve
tutuculuk etmeleri,
3- Geçmişlerini körü körüne taklit etmeleri,
4- İnsani hevâ ve heveslerine, meyillerine
uymaları ki, birincisinin de sebebini teşkil eder. Ve işte iman ile küfrün, hak
din ile batıl dinin başlangıç farkı budur. Hak ilâha kulluk, nefsin arzusuna
kulluk ki, zamanımızda "hislerine tabi olma" diye söylenir. Demek ki
Mesih'e ilâh diyenler, araştırıldığında Mesih'e değil, yalnız kendi arzularına
kulluk edenlerdir. Buna karşılık Mesih'e saldıranlar da yine kendi isteklerine
kulluk edenlerdir. Şu halde Mesih'e ilâh diyen hıristiyanlar, yahudilerin
zıddına gitmiş görünmekle beraber boş isteklere uymak, hissilik ve tutuculuk
arkasında koşmak bakımından yahudilerin yoluna gitmişler ve onlara tâbi
olmuşlardır.
78-İşte böyle sapan ve sapıtan kimselerin
arzularına uymayınız ve bu seslenişe karşı da haksız aşırılık edip, "
bizim geçmişlerimizde böyle kimseler yoktur" demeyiniz. Çünkü
İsrailoğulları'ndan küfredenlere hem Davud'un lisanı, hem de Meryem'in oğlu
İsa'nın lisanı ile lanet edildi. Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki,
Davud'un lisanı ile lanet sebt ashabına (yahudilere), İsa'nın dili ile lanet
mâide ashâbına (hıristiyanlara) olunmuştu. Eyle ahalisi cumartesi günü
zulmettikleri zaman Davud Aleyhisselam onlara lanet etmiş, maymunlara dönmüşler
(Ârâf sûresine bkz.), sofra ashabı da bu sûrenin sonuna doğru geleceği üzere
"maide" (sofra)nin inmesinden ve ondan faydalandıktan sonra nankörlük
etmişler, İsa Aleyhisselam da beddua ve lanet etmiş, domuzlara dönmüşler. Bu
lanet bu nankörlerin isyan etmeleri ve tecavüz eder olmaları sebebiyle idi.
79-Yani yaptıkları bir kötülükten birbirlerini
yasaklamazlardı. Vallahi ne kötü yapıyorlardı. Madem ki lanetinin sebebi,
isyanları ve hakka tecavüzü alışkanlık haline getirmeleri idi. Demek oluyor ki,
bunlardan sonra isyan, tecavüz ve haksız yere aşırılık edenler de tıpkı onlar
gibi Davud ve İsa'nın dilleri ile lanetlenmişlerdir.
80-Ey kendisine hitap edilen! Şimdi din ve
iman iddiasında bulunan bu kitap ehlinden birçoğunu görürsün ki, Allah'ın
Resulü'ne ve müminlere kinlerinden dolayı, kâfirlerle (yani müşriklerle) pek
âlâ dostluk ediyorlar, müşriklerden tarafa oluyorlar, onların dostluğu arkasına
düşüyorlar. Vallahi nefisleri kendileri için kıyamet gününe ne kötü şey takdim
etti ki şudur: Allah kendilerine kızdı ve ebedî azaptadırlar. Çünkü Allah'a da
imanları yok, o Peygamber'e de.
81- Eğer bunlar Allah'a ve o Peygamber'e ve
O'na indirilene iman etselerdi, Allah'ın ve Peygamber'in düşmanı olan o
kâfirleri dost tutmazlar, yakınları olarak tanımazlardı. Ve fakat bunların çoğu
dinden çıkmış fasıklardır. Geçmişte "Allah'a, ahiret gününe inanan ve
güzel amel işleyen kimseler" (Mâide, 5/69) olmadıkları gibi, bu gün de
değildirler, bundan sonra olmaları da uzaktır. Tersine taşkınlık ve
düşmanlıklarını artıracaklardır. Müminlerden hoşlanmamaları, İslâm dini ile
alay etmeleri de bundandır. Bunun için inananlar bunları dost bilmemeli ve
bunlar gibi olmamalıdırlar. Allah'ın lutfettiği İslâm nimetini unutmamalı,
nankörlük etmemeli, anlaşmalarını bozmamalı, ahitlerini, akidlerini yerine
getirmeli, güzel amel yapmalı. "Adaleti tam yerine getirerek Allah için
şahitlik edenler." (Nisâ, 4/135) olmalıdırlar.
Görülüyor ki bu âyetin kavramı, önce bunlarda
şartının halen de faydasını açıklıyor ve fasılası (âyet sonu) ile ta yukardaki
(Mâide, 5/59) fasılası (âyet sonu)nı tekit ediyor ve o âyeti hatırlatıyor ve
oradan daha üst tarafına doğru geri baktırıyor. Demek ki burada sûrenin başına
kadar gerisin geri bir mülâhaza daha yapılacak ve tekrar dönülüp sonrasına
devam edilecektir. Dikkate şayandır ki yukarda çoğunun fasık olduğu söylendiği
halde burada da "kesîr" (çok) tabir edilmiş, yani birçoğu
denilmiştir. Gerçi "ekser" e de "kesîr" denilebilirse de,
"onların çoğu" ile "onlardan bir çoğu" yani çoğu ile
birçoğu deyimleri arasında fark da vardır. Bu fark bize şu iki mânâdan birini
hatırlatır.
1. Demek ki ikinci fısk (günah, isyan)
birinciden daha şiddetlidir. Çoğunluğun günahkârlığı, itaatsızlık mânâsına
fısktır ki inançsız (itikadsız) olup olmamaktan daha geneldir. Çoğunluğun Kitap
ehli olmaktan çıkmasını gerektirmez. Bir çoğunun fıskı (isyanı) ise bütün bütün
küfür ve azgınlık ile kitap ehli olmaktan çıkma ve dinden dönme mânâsına bir
fısktır ki diğerinden daha şiddetli bir şerdir.
2. Her ikisinde fısk aynı mânâya olmakla
beraber, demek ki İslâm dininin yayılması ve bu Kur'ân'a ait seslenişin
tesirinin feyzi ile kitap ehlinin çoğunluğunun isyanı azalmış "Fakat
onlardan çoğu fasıklar" olarak kalmışlar. Fakat bu çoğunluğun fıskı
"Ey Muhammed! Rabb'inden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve
inkârını artırır." (Mâide, 5/64) âyeti delaletinde keyfiyet itibariyle
eski çoğunluğun fıskından çok fazla, çok şiddetli olmuştur. Gerçekte İslâm
dininin yayılması ilk önce bütün kitapları ve dinleri içine alan yeni bir kitap
etrafında toplanan salih ve doğru yeni bir ümmet, yeni bir kitap ehli teşkil
etmiştir. İkinci olarak, genellikle kitap ehli üzerinde bir düzelme hissi
uyandırmış. Üçüncü olarak, kitap ehlinin mümin ve doğru azınlığı İslâm'a
girmiş, diğer taraftan fasık çoğunluğu kalmıştır. Sonra bu fasık çoğunluğun
birçoğu da müslüman olmamakla beraber az çok bir düzelme uyanışı ile İslâm
tabiyyetine girmiş, İslâm'ın zimmeti (koruması)ni kabul etmiş ve bu şekilde
eski günahlarının birçoğundan vazgeçmiştir. Bu şekilde fasık (günahkâr)
çoğunluk azalmış, fakat buna karşılık birçoğu da hakkı büsbütün unutmuş öfke ve
taassub (tutuculuğ)a sarılmış, küfür ve zulmünü artırdıkça artırmış, her
kötülüğü desteklemiş, İslâm'a düşmanlıkta müşriklerle beraber olmuş ve hatta
daha ileri gitmiş, Davud ve İsa dili ile lanetlenen melunlar derecesine
düşmüştür. Şu halde başlangıçta "Muhakkak sizin çoğunuz fasıktır"
hitabına layık olan kitap ehli sayı bakımından eski haline göre "Fakat
onlardan birçoğu fasıktır" kalmış ve fakat keyfiyet bakımından "Allah
kendilerine kızdı ve ebedî olarak azaptadırlar." "Allah katında yeri
itibariyle bundan daha kötü." (Mâide, 5/60) olmuşlardır. Demek ki
müslümanlar iman sözleşmesine ve iyiliğe gereği gibi uymakta devam ettikçe ve hayır
yapmada yarışmak sûretiyle mücâhedeye gayret ettikçe kötülük azalacak, âlemin
düzelmesi artacak, herkes "onlara hiçbir korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir de" sırrına kavuşmakla mesut olacaklar. Bunun tersi bir
durumda müslümanların hali de kitap ehlinin haline dönecek, fasıklara mahkum
olup onların sürüklediği azaba düşeceklerdir.
Bu açıklamalardan ve kötülüğün azalmasından
anlaşıldı ki, kitap ehli içinden önce fasıkların pek çoğuna, sonra da
fasıkların çoğuna karşılık olan birer kısım vardır ki haksız aşırılık ve
taassubtan sakınır, orta yolu tutar bir mûtedil ümmettirler. Bunların bir kısmı
fasıkların çoğuna katılmamış, önce ve sonra iman ve iyi hallerini muhafaza
etmişler, Musa'ya olduğu gibi İsa'ya, İsa'ya olduğu gibi son peygamber Hz.
Muhammed'e de iman etmişlerdir. Bunların hallerinde bir fark varsa önce o
Peygamber, o hak ruh gelecek diye iman ederken, gelince de geldi diye iman
etmiş ve geçmişte indirilmiş kitaplar ile beraber bunlara katılan yeni
kitapları da doğrulamış olmalarından ibarettir. Diğer kısım ise önce fasıkların
çoğundan oldukları halde sonradan uyanmış, tevbe eder olmuş ve diğerlerine
katılarak fasıkların çoğunun karşısında yer almışlardır veya alacaklardır ki,
işte bunlar "Allah'a ve ahiret gününe inanan ve güzel amel işleyen"dirler.
Acaba bunlar içinde yahudi ve hıristiyanlar da
aynı oranda mıdırlar, yoksa farklı mıdırlar? Bu bakış açısından yahudi ile
hıristiyanları mukayeseye gelince: Hakikatte bunların ikisinin de çoğu
fasıktırlar, fasıklar da müminleri sevmezler, düşmanlık ederler. Bununla
beraber hepsinin düşmanlık dereceleri ve sevme kabiliyetleri de eşit değildir.
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
82- İman edenlere karşı düşmanlık yönünden
insanların en şiddetlisi olarak yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun.
Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz
hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve
rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.
83- Peygamber'e indirilen (Kur'ân)i
dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla
dolup taştığını görürsün. Onlar: " Ey Rabb'imiz iman ettik, bizi de
şahitlerden yaz" derler.
84-"Hem biz Rabb'imizin bizi iyi
kişilerle birlikte (cennete) sokmasını arzulayıp dururken, neden Allah'a ve hak
olarak bize gelen şeylere inanmayalım!".
85-Böyle demeleri sebebiyle Allah onları
altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükafatlandırmıştır. Orada ebedî olarak
kalacaklardır. İşte iyilik yapanların mükafatı budur.
86-İnkar edip âyetlerimizi yalanlayanlar da
cehennem ehlidir.
82- Gerek yahudi ve hıristiyan kitap ehli,
gerekse bunların dışında bütün kâfir olan insanlar içinde müminlere düşmanlık
etmede en şiddetlisini -kasem olsun ki- yahudiler ve müşrik (Allah'a eş, ortak
katan)leri bulacaksın. İman sahiplerine, düşmanlığın şiddeti açısından
yahudileri müşriklerin de önünde göreceksin. Demek ki bunlar imandan
uzaktırlar, fasıkların çoğunluğu bunlarda daha fazladır. Çünkü bunların dünyaya
hırsı hepsinden çoktur. "Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan
daha tutkunu bulacaksın" (Bakara, 2/96). Çünkü bunların kalpleri
kasvetlidir. "Biz onların kalblerini katılaştırdık.." (Mâide, 5/13)
Arzuları üzerine düşkünlükleri, fesat çıkarmaya meyilleri, Hakk'a karşı kibir
ve inatları pek kuvvetlidir. Peygamberleri yalanlama ve öldürmede , isyan ve
ihtilal yapmada alışkanlıkları pek çoktur.
Ve yine kasem (yemin) olsun ki bütün bu
insanların müminlere sevgice en yakınını "biz nesaray
(hıristiyanlar)ız" diyenleri bulacaksın. Gerçi bunlar da genelde mümin
değildir. Ve müminlere düşmanlık bunlarda da vardır. Fakat cins cinse mukayese
edildiği zaman öbürlerinin düşmanlıkta şiddeti çok, bunların da müminleri
sevebilmek kabiliyeti fazladır. Yani onların sevme ihtimalleri büsbütün yok
değil, fakat bunların sevmesi daha çok düşünülebilir ve daha çok yakın
ihtimaldir. Bunlarda iman kabiliyeti, iman ehli sevgisi diğerlerinden fazla
bulunur. Bunların daha yakın bulunması şu sebepledir ki, bunlardan kıssisler,
yani ilim ve ibadetle meşgul olan keşişler, ve rahipler, yani ahiret korkusuyla
manastırlarda nefislerini ezen, ibadetle meşgul olan dünyayı terketmişler
vardır. Bir de bunlar kibirli değildirler. Mütevazi (alçak gönüllü) ve cana
yakındırlar. Bu iki sebeple müminleri sevebilmeleri daha çok düşünülebilir. Ve
buna göre kulaklarına söz girme ve anladıkları zaman hakkı kabul etme
ihtimalleri fazladır.
KISSÎS: Gece bir şeyi taleb etme ve inceleme
mânâsına "kasse"den mübâlağa siğası (kipi)dır. İlim ve dini
incelemeleri itibarıyla hıristiyan reislerinden olan bilginlere ve ibadetle meşgul
olanlara da "kass" ve "kıssis" denilmiştir. İbnü Zeyd'in
açıklamasına göre "kıssis", rahiplerin başı demektir. İbnü Atiyye,
aslı Arapça olmayıp Arapçalaşmış olduğunu; Kutrub da, aslı Rumca olup bilgin
demek olduğunu söylemişlerdir ki, "Kamus" mütercimi de "keşiş
olacaktır" diyor. "Rağıb"ın "Müfredât"ında da
açıklandığı üzere "ruhbân" kelimesi "rehbet" kökünden
"rahib"in çoğuludur. "Su'büm' gibi müfret (tekil) olarak
kullanıldığında zikredilmiştir ki, o zaman çoğulu "rehabîn" ve
"rehâbine" gelir.
"Rehbet", ızdırab ile korkup
çekinmektir. "Terahhüb", manastırda ibadet etmektir ki, rehbetin
kullanılması demektir. "Rehbâniyyet" de fazla korkup çekinmekten
dolayı ibadete tahammül etmede aşırılık ve ifrat etmektir. Eski hıristiyanlarda
et yememek savm-ı visâl (kavuşma orucu) tutmak, nefislerine eziyet etmek için
boyunlarına zincir takmak ve hatta kendilerini iğdiş etmek derecesine varanlar
olmuştur ki, bunlar nefs ile mücadele ederek aşırı isteklerini kaldırmak, nefsi
sabır ve tahammül ile itaate alıştırmak ve hıristiyanların deyimince doğuştan
olan günah ile günahkâr olan nefsi temizleyip kutsayarak Allah'ın rızasını
celbetmek (çekmek) gibi maksatları içine alan bir hareket ise de, gerçekte
"haksız yere dininizde aşırı gitmeyin" hükmünde dahil olan doğuştan olmayan
aşırılık ve şiddet cümlesindendir. hıristiyanlar, güya Hazreti Yahya ve İsa
peygamberlerin hayat-ı tecerrüdlerini (her şeyden ellerini eteklerini çekmiş
bir hayat sürmelerini ileri götürmek ve bu şekilde Allah'ın rızasına ermek
maksadıyla bu ruhbanlık tarzını din reisleri hakkında bir kesin görev koymuş
iseler de Hadid sûresinde "Arkalarından Meryem'in oğlu İsa'yı da
gönderdik. Ona İncil'i verdik. Ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet
duygusu koyduk. İcad ettikleri ruhbanlığı biz onlara yazmamıştık, yalnız
Allah'ın rızasını kazanmak için onu icad ettiler, fakat ona layıkıyle de
uymadılar" (Hadid, 57/27) âyetinde hatırlatıldığı üzere buna hakkıyle
riayet edememişler ve meşru olandan kaçarken meşru olmayan durumlara
düşmüşlerdir. Ve bunun için "İslâm'da ruhbanlık yok" tur. Ve böyle
olduğu bu âyetlerin arkasından anlatılacaktır. Fakat her çeşit kötü ahlâkın
başı olan dünya hırsı ve şehvetlere uyma taşkınlığı ile bunun tamamen zıddı
demek olan ruhbaniyet karşılaştırıldığı zaman, herhalde dünya ihtiyaçlarına
karşı ruhbanlık mücadelesinin bir fazilet olduğu da inkâr edilemez. Çünkü dünya
sevgisi bütün hataların başıdır. Bir millet içinde böyle ciddi bir rehbet
(korku) ile son derece dindar ve ibadete sarılmışcasına bir tecerrüd (Allah'dan
başka her şeyden elini, eteğini çekmek), sabır ve tahammül hayatı takip
edebilenler, o millette ölçülü olma hissi uyandırabilecek bir ıslah örneği
olmaktan uzak kalmazlar. İşte bundan dolayıdır ki, doğru bir şekilde ilim ve
amele ilgi gösteren keşişler ve dünyaya ait arzulardan soyunmaya çalışan
rahiplerin varlıkları hıristiyanların kibirlerini kıran ve müminlerin
sevgilerinin yakınlaşmasına sebep olan menkibelerinden sayılmıştır. Yoksa
ruhbanlık adı altında dünya peşinde koşanların, helali yasaklayıp harama göz
yumanların, din ve dünyaya zararlı, "Ve onlardan çoğunun fasık"
(Hadid, 57/27) olduklarında şüphe yoktur. Nitekim Hadid sûresinde "Biz de
onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da yoldan
çıkmışlardır". (Hadid, 57/27) buyurulmuştur. Kısacası âyet bize gösteriyor
ki, ilim ve âlimleri sevmek, ahiret düşüncesi, akibet endişesi, aynı şekilde
alçak gönüllülük, isterse kâfir olsun, hadd-i zatında beğenilen, en faydalı, en
güzel yakınlaşma sebepleri cümlesindendir. Ve bu sebepledir ki hıristiyanlar,
müslümanlara sevgi açısından daha yakın bir vaziyettedir. Bundan dolayı bu
ahlâkî durumlar mevcut oldukça hıristiyanlarda iman etme kabiliyeti daha
fazladır. Ve bunlardan ciddi olarak imana gelenler yahudilerden daha çok
olmuştur.
Bu şekilde bunlar kibirsiz ve müminlere sevgi
bakımından diğerlerinden daha yakın bulunduğu gibi, içlerinde bizzat iman eden
ve edecek olan ince kalbli, Hakk'ı bilen müminlerin de bulunduğunu ispat ile
iman ehline hitabı nakletmek için şöyle buyuruluyor:
83- Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı
dinledikleri zaman da, gözlerini görürsün tanıdıkları ve bir kısmını bilmiş
oldukları haktan dolayı duygulanmış ve etkilenmiş olarak coşar, göz yaşlarından
dolar dolar taşar, gözleri dolarak derler ki: Ey Rabb'imiz biz, bu indirdiğin
hakka ve gönderdiğin Peygamber'e kayıtsız ve şartsız, iman ettik. Sen bizi de
onun ümmeti olan şâhitler ile beraber yaz. Yani bunlar hitaplarında
"Ruhu'l-Hakk" (Hakk'ın ruhu) olan o âhir zaman Peygamberinin
geleceğini bilirler. Ve "iman ederiz gelecektir", diye inanırlar.
Onun gönderilmesine arzu duyarlar, beklerler. Kur'ân'ı dinledikleri zaman da
Hakk'a karşı kibirleri olmadığı ve kalblerinde incelik ve ihlâs, o şevk ve
bekleyiş mevcut olduğu için Hakk'ı tanırlar, tesirinin feyzini duyarlar. Gözlerine
yaşlar dolar, o Hakk'ın Resulünün gönderilmiş, gelmiş olduğunu anlarlar. Gıyâbî
(gaybe ait) olan imanları şühûda (görünüre) çevrilir. Başlangıçta "iman
ederiz gelecektir" derken, bu defa "geldi iman ettik" derler.
Şühûd ve şehâdet ehli olan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz
ederler.
84-Kendi nefislerine, yahut itiraz edenlere
karşı bu iman ve itikatlarını teyit ve ispat için şunu da söylerler: Biz
Allah'a ve bize hak olarak her ne gelmişse ona niçin, ne sebep, ne hak, ne
mazeretle iman etmeyeceğiz. Halbuki Rabbimizin bizi de salihler topluluğuyla
beraber aynı yere koymasını ister ve bunu çok arzularız. Şu halde inanmamaya
hiçbir sebep olmadıktan başka, salihler zümresinin sonuç ve takdirlerine
iştirak etme istek ve arzusu gibi, inanmayı gerektiren yüksek bir sebep ve
çağırıcı da vardır.
85-İşte onlar Kur'ân'ı dinledikleri zaman
hakkı tanıyıp böyle derler ve derken gözleri yaşlarla dolar taşar. Şu halde
Allah da onlara iman ve ihlâs (samimiyet)la söyledikleri bu sözleri sebebiyle
altlarından ırmaklar akan cennetleri sevap ve mükafat olarak vermiştir, orada
ebedî olarak kalacaklardır. Muhsinlerin, yani güzel bakış, iyi niyet ve iyi
amel, sahiplerinin, diğer deyimle yaptıkları işi en güzel şekilde yapmayı
alışkanlık edenlerin mükafatı da budur.
Rivayet ediliyor ki, bu dört âyet Necâşî ve
ashab (arkadaşlar)ı hakkında inmiştir İlk Muhacirlerin Habeşistan'a göç
ettikleri zaman Mekke müşrikleri arkalarından bir grup insan göndermiş ve
Necâşî'yi aleyhlerinde tahrik ve teşvik ederek onlara baskı yaptırmak ve
perişan ettirmek istemişlerdi. Bunun üzerine Necâşî, ileri gelen keşişler ve
rahipler ile bir toplantı yapmış ve müslümanlarla müşrikleri de oraya davet
etmiş idi. Bu mecliste toplandıkları zaman Necâşî müslümanlara seslenerek:
"Kitabınızda Hz. Meryem'in zikri (anılışı) var mıdır?" diye sormuş,
Ca'fer b. Ebî Tâlib hazretleri de: "Evet, onun adına mensub (nisbet
edilen) bir sûre vardır." demiş, "İşte Meryem oğlu İsa budur."
(Meryem, 19/34) âyetine kadar bu sûre ile "Musa'nın haberi sana geldi mi?"
(20/9) âyetine kadar Tâhâ sûresini okumuş ve bundan dolayı Necâşi ağlamış idi.
Sonra Necâşi Medine'ye Peygamber'imize yetmiş kişilik bir grup göndermiş,
Resulullah (s.a.v.) da onlara Yâsîn sûresini okumuş, aynı şekilde bunlarda
ağlamışlar ve iman etmişlerdi.
Bu âyetler de bunların hallerini tasvir ederek
nazil olmuştur. Bunun için bazı tefsirciler bu âyetlerin hükmü bunlara ve
düşmanlığın şiddeti meselesinin de Peygamber'in zamanında bulunan Medine
yahudilerine mahsus olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat âyetin zahiri âmm
olduğundan tefsircilerin pekçoğu her iki kavmin cins cins mukayeselerini
gösterdiğini açıklamışlardır. Gerçekte Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi
yahudilerden de bu şekilde imana gelenler bulunmuş ise de bunlar nadir,
hıristiyanlardan imana gelenler ise ilerden beri çok bulunduğundan, herhalde
iman kabiliyetinin ve sevgi yakınlığının hıristiyanlarda daha çok olduğu
gösterilmiştir.
86-Muhsin (iyilik yapan)ler böyle, bunlara
karşılık "İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar da cehennem ehlidir".
hıristiyanların İslâm'a yakınlık ve kabullenmelerine işaret eden bu açıklamada
hıristiyanlar önce içlerinde keşişler ve rahipler bulunmakla öğüldüğü,
ruhbanlığın mânası da dünya lezzetlerinden ve güzelliklerinden bütün bütün
kesilme ve çekinme demek olduğu için, bundan müslümanların ruhbanlığa teşviki
mânâsının anlaşılmaması ve İslâm'da ruhbanlığın bulunmadığının anlatılması için
burada yine sûrenin başındaki akid (anlaşma)lerin yerine getirilmesi, helal ve
haram hükümlerine sözü nakletmekle müminlere seslenilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i şerifi
87- Ey iman edenler! Allah'ın size helal
kıldığı temiz şeyleri haram saymayın. Ve aşırı da gitmeyin. Çünkü Allah aşırı
gidenleri sevmez.
88- Allah'ın size verdiği rızıklardan helal ve
temiz olarak yeyin ve inandığınız Allah'tan korkun.
89- Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız
yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden sizi
sorumlu tutar. Bozulan yeminin keffareti (cezası), ailenize yedirdiğinizin
ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek yahut da bir köle azad
etmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. İşte
yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizi bozmanın cezası budur. Yeminlerinizi
koruyun. İşte Allah âyetlerini size böyle açıklar ki, şükredesiniz.
87- Allah'ın size helal kıldığı nimetlerin
hoş, lezzetli olanlarını haram kılmayınız. Yani onlardan kendinizi tesebbüben
(sebep olmak sûretiyle) veya mübâşereten (doğrudan doğruya haram saymak
sûretiyle) mahrum etmeyiniz. Önce yahudiler gibi akidleri yerine getirmemek ve
anlaşmayı unutup bozmak sûretiyle o nimetlerin kesilmesine sebep olmayınız.
İkinci olarak hıristiyanlar gibi ilâhî akitlere uymayan akitler yaparak,
aşırılığı ve şiddeti benimseyerek Allah'ın size, "Bugün size iyi ve temiz
şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin
yemeğiniz de onlara helaldir. Ve inananlardan namuslu hür kadınlar ve sizden
önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar -zina etmeksizin,
gizli dost tutmaksızın namuslu bir biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde-
size helaldir" diye helal ve mubah kıldığı güzel nimetlerden kendinizi
menetmeyiniz. Hakkın sınırlarıne, ilâhî akitlerin hükümlerine de tecavüz
etmeyiniz (geçmeyiniz). Önce helale haram demeyiniz, ikinci olarak o hoş ve
temiz nimetleri kesib de başkasının hakkına yeltenmek sûretiyle haram
yapmayınız, üçüncü olarak helal şekilde kazandığınız nimetlere de hakiki
ihtiyaçtan çok hırs ve düşkünlük ile atılıp israf etmeyiniz ve yalnız şehvetler
peşinde dolaşmayınız, gerek nefsin ve gerek başkasının hakkını gözeterek ölçülü
ve iktisad ile hareket ediniz. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez, bu
muhakkaktır.
88-Hasılı, helali haram, haramı helal
yapmayınız da, Allah'ın size rızık olarak verdiği nimetlerden helal, hoş ve
temiz olarak yiyiniz. Ve iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkunuz,
azarlamasından korkunuz da ifrat (aşırılık) ve tefrit (ihmalkârlık)ten
çekininiz.
Ne Allah'ın nimetlerini beğenmemek, onlardan
kaçınmak gibi nankörlük, ne de bu dünya nimetlerini son gaye zannedip Allah'dan
ve ahiretten gaflet ederek hırsın ve şehvetin esiri olunuz.
Rivayet ediliyor ki, bir gün Resulullah
(s.a.v.) ashâbına kıyameti anlatmış ve son derecede inzar (korkutma)da
bulunmuştu. Ashâb-ı kirâm bundan etkilenip duyguları incelerek Osman b. Maz'ûn'un
evinde toplanmışlar, daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamaya, et ve yağlı
yememeğe, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye, dünyayı terketmeye, eski
çul, paçavra giyip yeryüzünde seyahat etmeye ve erkekliklerini kesmeye
ittifakla karar vermişler. Derhal bu haber Resulullah'a erişmiş, bundan dolayı
onlara: "Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde bir
hakkı vardır. Şu halde oruç tutunuz, iftar da ediniz, namaz kılınız ,uyku da
uyuyunuz; ben namaz kılarım, uyku da uyurum, oruç tutarım, iftar da ederim, et
de yerim, yağ da yerim, kadınlara da yaklaşırım. "Benim sünnetimden yüz
çeviren benden değildir" buyurmuş, bu âyetler inmiştir. Yine rivayet
ediliyor ki, Resulullah tavuk ve palûze yerdi, tatlı ve bal hoşuna giderdi ve
buyurdu ki "Mümin tatlıdır, halâveti, tatlılığı sever." İbnü Mes'ud
hazretlerinden nakledilmiştir ki, bir zat ona: "Ben döşeği kendime haram
ettim" demiş, o da bu âyeti okumuş: "Döşeğine yat ve yeminine
keffaret ver" diye cevap vermiştir. Hasenü'l- Basrî hazretlerinden
nakledilmiştir ki, "Bir gün yemeğe davet edilmiş, beraberinde Ferkad Sebhî
ve arkadaşları da varmış, sofraya oturmuşlar, yağlı tavuklar, tatlı ve
diğerleri türlü türlü yemekler var. Ferkad bir kenara çekilmiş, Hasenü'l- Basrî
de: "Oruçlu mu?" diye sormuş, "Hayır, böyle çeşitli yiyecekleri
mekruh görür" demişler. Bunun üzerine Hasenü'l- Basrî Ferkad'e dönmüş:
"Ey Ferkadcik demiş, sen hâlis tereyağı ve buğday özü ile lüab-ı nahli,
yani balı bir müslüman ayıplar fikrinde mi bulunuyorsun?" demiştir. Yine adı
geçen Hasenü'l- Basrî'ye: "Falan zat palûze yemiyor, şükrünü edâ edemem
diyor" demişler. "Soğuk su içiyor mu?" diye sormuş,
"evet" demişler. Buyurmuş ki:" O halde bu adam cahil, Allah
Teâlâ'nın ona soğuk sudaki nimetinin palûzeden daha çok olduğunu bilmiyor".
89-Şimdi burada bir müşkil (mesele, problem)
vardır. "Akidleri yerine getirin." emri, bütün akid (anlaşma) leri
içine alır ve şüphe yok ki, yeminler de bu akidlerde dahil idi. Burada da
"Allah'ın size helal kıldığı güzel şeyleri haram saymayın"
buyurulmuştur. Şu halde bir kimse her hangi bir sebeple yemin eder ve bu yemin
ile bir helali kendine haram etmiş olursa ne yapacak? Zira yemininde dursa
"haram saymayın" anlaşmasını bozmuş olacak. Yemininde durmasa yemin
akdini yerine getirmemiş olacak. İşte bu müşkülü halletmek için buyuruluyor ki:
Allah, yeminleriniz içinde lağv olan kasem (yemin)lerle sizi sorumlu tutmaz. O,
bir akid değildir. Yemin-i lağvin tarif ve tefsiri Bakara sûresinde geçmişti.
(Bakara, 2/225) Ve fakat akdetmiş olduğunuz, yani "şöyle yapacağım, böyle
yapacağım, yahut şöyle olursa şöyle edeceğim" şeklinde gelecekle ilgili
olmak üzere kendinizi bağladığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bunlara
"yemin-i mün'akide" (mün'akide yemin) denir. Mesela "Vallahi
evlenmiyeceğim, vallahi karıma yaklaşmayacağım, vallahi yarın oruç tutacağım,
yahut vallahi sigara içmiyeceğim" gibi yeminler mün'akidedirler. Bu gibi
yeminler birer akid oldukları için yerine getirilmeleri lazım gelir.
Getirilmezse Allah muâheze eder (cezalandırır). Bunlar ise iki türlüdür. Birisi
günah olmayan bir şeye yemindir ki, bunun bozulması asla caiz değildir, büyük
günahtır. Diğeri günah olan bir şeye yemindir ki, bunda sebat etmek bozmaktan
daha günahtır. Ve bunun için ehven-i şerreyn (iki şerden daha hafifi) seçilip
"Kim birşeye yemin eder sonra ondan başka daha hayırlısını görürse
yemininin keffaretini versin, sonra o daha hayırlı olanı yapsın" hadis-i
şerifi delaletince yeminin bozulması tercih edilir ve keffaret (dünyevî ceza)
verilir ki, bu keffaret, hem yeminin bozulmasının bir cezası ve muahezesi, hem
de ahirete ait cezadan kurtuluş için bir ibadettir. Bununla beraber keffaretin
lüzumu yalnız bu kısma mahsus değildir. Öncekinde de vacibtir. Çünkü bozulması
caiz ve daha uygun olan bir yemin akdinin bozulmasından dolayı muaheze demek
olan keffaret (ceza) vacib olunca, bozulması asla caiz olmayan yeminin
bozulmasından dolayı bu muahezenin öncelikle farz olacağı açıktır. Bu şekilde
bütün keffaretlerde hem ceza, hem de ibadet mânâsı vardır. Ve herhangi bir
mün'akide yemin bozulduğu zaman da dünyada bir keffaret ile cezalandırılır. Ve
bu keffaret ile yukardaki müşkil (problem) halledilir.
Şimdi yemini bozmanın keffareti, ailenize
yedirdiğiniz yemeğin çeşit ve miktarında orta bir şekilde on fakiri bir gün
doyurmaktır. Bu iki şekilde olur: Birisi bir akşam, bir de sabah çağırıp yemek
yedirerek karınlarını doyurmaktır ki, buna ibâha denilir. Diğeri de akşam sabah
doyuracak kadar ellerine bir şey vermektir ki, buna da temlik ismi verilir.
İmam-ı Âzam Ebu Hanife'ye göre bunun ölçüsü her fakir için bir fıtra (fitre)
gibi buğdaydan yarım sâ (sâ = 2.917 kg. hububat ölçüsü), diğerlerinden bir sâ'
dır. İmam Şâfiî'ye göre bir "müd" (1 müd = 832 gr.) dür. Yeminin
keffareti ya böyle on fakiri doyurmak, yahut on fakirin kisveleridir. Kisve,
dinen örtülmesi gereken yerleri örtecek bir elbise demektir. Bir rivayete göre
de bir "sevb-i câm" (bütün bir takım elbise)dır. Veyahut bir rakabe,
bir köle veya cariye insan azad etmek (hürriyetine kavuşturmak)tir. İmam Şâfiî,
adam öldürme keffaretine kıyas ederek, bunun da mümin olmasını şart kılmış ise
de, Hanefî imamları, adam öldürme keffaretinden başkasında, nassın (dînî
delilin) görünüşüne (zahirine) göre müslüman olmayan köleyi de yeterli
görmüşlerdir. Sözün kısası yeminin keffaretinde bu üçten biri vacibdir,
tayininde ise mükellef serbesttir. Buna göre her kim bunlardan birini bulamaz,
vermeye gücü yetmezse onun keffareti de üç gün oruçtur. İbnü Mes'ud Mushafında
olduğundan bu üç günün fasılasız (ara vermeksizin) birbiri ardınca tutulması da
vacibtir. İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin keffareti budur. Bozulduğu
zaman bu keffareti yerine getiriniz. Ve yeminlerinizi muhafaza ediniz. Yani
önce her şeye yemin etmeyiniz. İkinci olarak, yemininizin şeklini iyi
belleyiniz, ihmal ederek unutmayınız. Üçüncü olarak, günah olmayan ve bir hayrı
yasaklamayan yeminlerde gücünüz yettiği kadar sebat ediniz, bozmayınız.
Dördüncü olarak, bozduğunuz takdirde keffaretini de vererek yeminin şanını
koruyunuz. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ve gelecekte daha beyan
edecektir ki, şükredesiniz.
Meâl-i Şerifi
90 - Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili
taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki,
kurtuluşa eresiniz.
91 - Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza
düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister.
Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?
92 - Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat
edin. Kötülüklerden sakının. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki, Peygamber'imize
düşen sadece apaçık tebliğdir.
93- İman edip salih amel işleyenler, Allah'tan
korktukları, imanlarında sebat ettikleri, salih amel işlemeye devam ettikleri,
sonra Allah'tan sakındıkları, imanlarından ayrılmadıkları, yine Allah'tan
korktukları ve iyilikte bulundukları müddetçe, daha önce yediklerinden dolayı
kendilerine bir günah yoktur. Allah iyilikte bulunanları sever.
90- Ey iman edenler! Helâl olan güzel şeyleri
haram etmediğiniz gibi, haram olan pisliklerden de iyi sakınınız. Bu cümleden
olarak muhakkak ki hamr, yani sarhoş edici şeyler ve meysir, yani piyango ve
kumar (Bakara Sûresi 2/219. âyetin tefsirine bkz.) ensâb yani tapılmak için
dikilmiş taş vesâir putlar, kumar ve piyango kalemleri, okları, zarları, bütün
bunlar başka bir şey değil, ancak birer ricstir, aklınızın tiksineceği, iğreneceği
pis, murdar bir şeydir, şeytanın işlerindendir. Şeytanın işi, şeytanın
teşvikidir. O halde bu pislikten çekininiz, uzak durunuz ki kurtuluşa eresiniz.
Bu âyet, müskirât (şarhos edici şeyler)ın
yasaklanması ve haram edilmesi hakkında üçüncü ve son olarak nazil olan âyettir
ki birincisi Nisâ Sûresindeki "Sarhoş olduğunuz zaman namaza
yaklaşmayın." (Nisâ, 4/43) ikincisi de Bakara sûresindeki "Senden
içki ve kumarı sorarlar. De ki: Onun ikisinde büyük bir günah vardır."
(Bakara, 2/219) âyeti idi. (Oraya bkz.) Allah Teâlâ bu âyette içki ve kumarın
haramlığını çeşitli yönleriyle tekit etmiştir. Birinci olarak cümlenin başı ile
başlanmış; ikinci olarak putlar ve fal okları ile beraber zikredilerek,
"Şarap içen puta tapan gibidir" hadis-i şerifi delaletince puta
tapıcılık kabilinden gösterilmiş; üçüncü olarak "pislik" adı
verilmiş; dördüncü olarak başlı başına şer veya galip olduğuna tenbih edilerek
"şeytanın işlerinden" buyurulmuş; beşinci olarak bizzat kendilerinden
çekinilmesi emredilmiş; altıncı olarak, bu çekinme, kurtuluş ümidine bir sebep
yapılmıştır.
91-Yedinci olarak da bu beyandan asıl maksad,
içki ve kumarın haram kılındığını hatırlatan ve bunların haram kılınmasını
gerektiren dine, dünyaya ait kötülük ve veballerini anlatmış ve şeytanın işini
açıklayarak buyurulmuştur ki: İçki ve kumarda şeytanın gayesi, başka değil,
ancak aranıza kin ve düşmanlık düşürmek ve sizi Allah'ı anmak ve yadetmekten,
namazdan menetmektir. Ki bir defa bunlar olduktan sonra artık her günah, her
cinayet işlenir, ne din kalır, ne iman, ne dünya kalır ne ahiret. Sekizinci
olarak, bütün haram olma sebepleri açıklandıktan sonra itaat sözü alınmak üzere
soru takriri ile anlaşmayı belgelemek için buyuruluyor ki: Artık siz şimdi bu
yasaklamayı kabul ettiniz ve içki ve kumardan tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette
geçtiniz değil mi? Bunun üzerine Hz. Ömer'in ne söylediği Bakara sûresinde
geçmiş idi.
92- Dokuzuncu olarak genelde itaati belgelemek
ve tekid edilerek muhalefetten sakındırmak sûretiyle buyuruluyor ki: Vazgeçiniz
ve Allah'a itaat ediniz, Peygamber'e de itaat ediniz, ve karşı gelmekten
çekininiz. Eğer itaatten yüz çevirecek olursanız biliniz ki, bizim Resulümüzün
üzerine ait olan vazife açık bir tebliğden ibarettir ki, O da onu işte
yapmıştır. Ondan ötesinin sorumluluğu ve zararı ona değil, sırf sizin kendinize
aittir.
93-Rivayet ediliyor ki, içkiyi haram kılan
âyet nazil olduktan sonra ashab, "Ey Allah'ın Resulü, ya bundan önce vefat
eden ve şarap içmiş bulunan kardeşlerimizin ahirette hali ne olacak? "
demişler, şu âyet nazil olmuş: İman edip salih, iyi işler yapanlar haramdan
sakınıp iman etmekte ve güzel ameller yapmakta ciddi olarak, dış görünüş ve
içyüzü bakımından sebat ettikleri sonra yine haram kılınandan sakınıp iman
ettikleri sonra ittikada, kötülüklerden sakınmakta devam edip ihsan (iyilik)
yaptıkları, güzel güzel ameller araştırarak onlarla güzelce meşgul oldukları
takdirde, geçmişte tattıkları, yani yasaktan önce içtikleri içkide günah
yoktur. Bunlar "ihsan mertebesi"ndedirler. Ve Allah iyilik yapanları
sever, onları cezalandırmaz. Şu halde, kurtuluş ve saadetin gayesi ruhbanlıkta
değil, bu şartlar altında iyilik yapmaktadır.
Görülüyor ki, bu âyette iman ve güzel amel iki
defa ve takva üç mertebe olarak zikredilmiş ve neticede ihsan mertebesine
gelmiştir ki, takvanın bu üç defa zikri, çeşitli vecihlere ve takva
mertebelerine işarettir. Birinci olarak, geçmiş, şimdi, gelecek, üç zamana
işarettir. İkinci olarak üç hâle işarettir ki, birincisi insanın kendisiyle
yine kendi nefsi ve vicdanı arasında takva ve iman, ikincisi kendisiyle
insanlar arasında takva ve iman, üçüncüsü kendisiyle Allah arasında takva ve
imandır. Bunun için üçüncüsünde iman, ihsana tebdil edilmiş, Peygamberimiz
(s.a.v.)'in "İhsan, senin Allah'a, onu görüyormuş gibi ibadet etmendir.
Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, muhakkak ki o seni görüyor" tarifine
işaret buyurulmuştur. Üçüncü olarak, Bakara sûresinin başında açıklandığı üzere
başlangıç, orta ve nihayet olmak üzere takvanın üç derecesi bulunduğuna
işarettir. Dördüncü olarak, sakınılacak şeylerin derecelerine işarettir. Çünkü
önce azabdan sakınmak için haramı terk, ikincisi harama düşmemek için şüpheleri
terk, üçüncüsü nefsi noksandan korumak, tabiat ve alışkanlık kirlerinden
temizlemek için bazı mubah şeyleri terketmek gerektir. Nitekim bu noktaya
yukardaki "Allah'ın size helal kıldığı güzel şeyleri siz haram
etmeyiniz." (Mâide, 5/87) ilâhî sözünde de bir işaret vardır. Zira
"Güzel şeyler size helal kılındı." (Mâide, 5/4) âyeti delaletince
helal kılınanlar zaten tayyibât (güzel şeyler) olduğu halde, helallerin
tayyibât (güzeller)ı "Allah'ın helal kıldığı güzel şeyler."
buyurulması "tayyibâtın tayyibâtı" (güzellerin güzelleri) meâlini
ifade eder ki, bu da kıymetsiz olan mubahlardan bir çekinmeyi içine alır.
İçki (şarap), kumar ve diğerleri gibi daima
haram olanlardan başka, bir de geçici ve sırf ibadet etme ve terbiye hikmetiyle
yasaklanan ve haram edilenler vardır ki, buna da sûrenin başında "İhramda
iken avı helal saymamak şartıyla" (Mâide, 5/1) kaydıyla işaret buyurulmuş
idi. Şimdi buna dikkat çekerek buyuruluyor ki:
Meâl-i şerifi
94- Ey iman edenler! Allah sizi ellerinizin ve
mızraklarınızın erişeceği bir avla dener ki, gizlide kendisinden korkanları
meydana çıkarsın. Kim bundan sonra saldırıda bulunursa onun için acı bir azab
vardır.
94-Bu âyet Hudeybiye senesi nazil olmuş ve bu
imtihan o sene vuku bulmuştur. Resulullah (s.a.v.), Ten'ûm denilen yere
vardıklarında av hayvanları (âhû ve diğer çeşitli vahşi yaratıklar) müminlerin
etrafına fazlasıyla dolmuş, yüklerinin aralarına varıncaya kadar sokulmuş,
mızraklarını dürtseler yetişecek ve elleriyle tutsalar tutulabilecek derecede
yaklaşmışlardı. Halbuki müminlerin hepsi ve bir rivayette bazısı ihramlı
olmakla, bunlara el uzatmaktan yasaklanmış olduklarından, bu hâl onlar için
önlerine gelen ve hırslarını gıcıklayan bir dünya nimetine karşı ondan meneden
Allah'ın emrine uyma derecelerini gösterecek, yani Allah'tan korkanla
korkmayanları ayıracak bir deneme olmuştur. Gerçekte içki ve kumar gibi
doğrudan doğruya zarar olduklarından dolayı haram kılınan şeylerde Allah'ın
emrine uymak nisbeten çok kolaydır. Fakat bu gibi sebep ve hikmeti açık ve
bilinen şeylerde emir veya yasağa uymada nefsin zarar ve çıkarı bulunduğundan,
Allah sevgisi veya Allah korkusu hâlis ve samimi olamaz. Bunlar Allah için
değil, nefis için tapınma demektir. "O kimseler ki gayba inanırlar"
(Bakara, 2/3); "İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını
kazanmak için canını verir" (Bakara, 2/207); "Her kim iyilik yaparak
kendini Allah'a teslim ederse..." (Bakara, 2/112) âyetleri gereğince tam
ihlas ve teslim olma ise, yaptığını sırf Allah için, Allah rızası için
yapmaktadır. Tevhid, ancak bundadır. Bu ise bütün nefse ait isteklerden
sıyrılmaya bağlıdır. Bu da nefsin, zarar veya menfaati açık olmayan, diğer bir
deyişle açıkta mânâsı makul bir sebep ve hikmeti görünmeyip, bütün hikmeti
yalnız Allah'ın emrine itaatten ve O'nun rızasına uymaktan ibaret olan ve
bundan dolayı görünüşte faydasız ve zararlı görünse bile yerine getirilmesi
gereken, kısaca Allah ve Allah'ın rızasının herşeyin ve her menfaatin başı
olması iman ve itikadıyla yapılan amellerle ortaya çıkar ki, bunlara ibadetle
ilgili işler denilir. Ve bizzat hayır olan ihsan (iyilik) ancak bununla ortaya
çıkar. Ve insan nefsin şirkinden ancak bununla kurtulur. Yoksa insanın kalbinde
kendine tapmak hissi silinmemiş ve gerçekten "Allah'dan başka ilâh
yoktur" denilmemiş olur. Ve Allah'ın dışında kendi iyilik ve çıkarını
düşünmek iddiasında bulunanlar da, hakikatte hayır ve menfaat düşünmemiş
olurlar. Bunun içindir ki, mesela sarhoş edici şeyleri Allah'ın yasakladığı ve
haram ettiği için değil, sırf kendilerine zarar olduğu için terkedenler, bu
terkedişlerinden dolayı dünyada o zarardan kendilerini kurtarsalar bile,
ahirette bundan dolayı bir sevaba nail olamazlar. Zira onu Allah rızası için
terketmemişlerdir. Ve yine bunun içindir ki, namaz, oruç, zekat, hac gibi
ibadetlerin, nefsinize şu şu faydaları vardır gibi nefisle ilgili bir maksatla
değil, sırf Allah rızası için ve Allah'ın emri olduğu için, yalnız bir ibadet
etme fikriyle ve sırf Allah'a yaklaşmak için samimi ve ihlaslı olarak ibadet
niyetiyle yapılması gerekir. Ve öyle olmadıkça makbul olmaz. Çünkü o zaman
Allah'a değil, nefse ibadet edilmiş olur. Nefis ise hangi arzuları üstün
gelirse onun peşinde koşar. Böyle demek, bunların hadd-i zatında hiçbir faydası
yok demek değil, tersine faydaları ve menfaatları sayılamayacak ve tayin
edilemeyecek kadar genel ve sonsuz demektir. Fakat Allah ve Allah'ın rızası
kavramına göre "umûmî" ve "sonsuz" kelimeleri bile ufak
olduğundan, ibadette nefsine az-çok bir mabudluk hissesi düşüncesi vermekten
uzak olmayan genel menfaatler ve sonsuzluk fikirlerinden de sıyrılarak Allah
sevgisini ve Allah korkusunu her menfaat ve zarardan öne almak, ancak ve ancak
Allah'ı ve Allah'ın emrini düşünmek aslî bir şarttır. İşte birtakım helalleri
geçici olarak haram ve yasak etmek demek olan ihram da Allah'ı böyle halis bir
niyyet ile tanıyıp tanımayanları ayırdedecek soyut bir ibadet hikmetiyle
emredilmiştir ki, bunlarla insanların fazilet terbiyeleri kemâle erecek, Allah
için dindar olanlarla, dünya ve nefisleri için dindar olanlar ayrılacaktır.
Fakat bilinmektedir ki, elde bulunmayan bir nimetten vazgeçmekle, nimetin
karşısında nefsi menetmek arasında fark vardır. Birincisi kolay, ikincisi
zordur. Mesela dağ başında kalmış bir kimsenin açlığa sabrederek Allah'a ibadet
etmesiyle, kurulmuş bir sofranın karşısında açlığa sabrederek ibadet etmesi
arasındaki fark düşünülsün. Elbette öncekinde fazilet mânâsı az, ikincisinde
ise çoktur. Birincide başarılı olanların çoğu ikincide olamaz. Ruhbanlık
terbiyesiyle İslâm terbiyesinin arasındaki fark da bu misalden ortaya çıkar. Bu
âyette Allah Teâlâ ihrâmın hikmetini göstermek üzere müminleri böyle bir
denemeye tâbi tutacağını açıklayarak buyurmuştur ki:
Ey inananlar, elbette Allah sizi av cinsinden
bir şeyle -yani can ve bilfiil elde bulunan mal feda etmek kadar zor ve büyük
değil, oldukça kolay bir şeyle - deneyecek, öyle bir şey veya o şekilde bir av
ki elleriniz ve mızraklarınız onu yakalayıverecek bir halde, yani av hayvanları
o kadar çok olacak ve yanınıza o kadar yakın sokulacak ki ellerinizle tutsanız
tutulabilecek ve mızraklarınızla dürtseniz erişilebilecek bir vaziyette
bulunacak, bu hâl içinde siz ise ihramda ve avdan yasaklanmış olacaksınız. Bu
da sizin nimetler karşısında Allah'ı ne kadar saydığınızı ve emirlerini ne
kadar tanıdığınızı ve O'nun azabından ne kadar korktuğunuzu isbat edecek bir
imtihan olacaktır. Herhalde Allah sizi böyle bir şey ile imtihan edecek ki,
Allah kendisi gıyabında tanıyıp azabından korkanları bilsin. Yani başkalarından
ayırıp meydana çıkarsın da ilerde kendilerine nice nice büyük nimetler
verilecek ve büyük büyük ilâhî emanetlere ehil olacak kimselerin ehliyetlerini
ortaya çıkarsın ve tahakkuk ettirsin. Şu halde bu denemeden ve Allah'ın haber
verdiği bu av imtihanının tahakkukundan sonra her kim sınırı aşar, yasaklandığı
şeye elini sunarsa, ona acıklı bir azab vardır. Böyleleri geleceğin büyük
nimetlerinden mahrum olduktan başka, dünya ve ahirette acıklı bir azap da
göreceklerdir. Zira böyle bir durumda kendini tutamayan ve Allah'ın hükmüne
riayet edemeyenler, nefislerin daha çok meyledici ve daha çok hırslı olacakları
şeylere karşı nasıl sabredebilirler? Ve öyle büyük nimetlerin emanetlerini
nasıl edâ ederler? Ve o halde böyle kimseler canların, ırzların, hazinelerin,
Allah'ın hakları (hukûkullah) ve kulların haklarının başına geçmek ehliyet ve
selahiyetini nasıl yüklenebilirler?
Görülüyor ki, bu âyet ihramdaki ibadet
hikmetini açıklamak için müminlere ileride yönelecek büyük ilâhî nimetleri av
şeklinde bir öncü misal teşkil eden olağanüstü bir bolluğun vuku bulacağını
haber vermiş ve bununla müminlerin en büyük ilâhî emanetlere ehliyet temin
edecek bir deneme ve düzeltmeden geçirileceklerini hatırlatmış ve iman ehline
büyük bir ders ve yüksek bir fazilet terbiyesi veren bir mucizeye işaret
etmiştir. Şu halde müminin öyle bir fazilet ile yükselmesi gerekir ki, her
zaman haram ve çirkin olan şeyler şöyle dursun, aslı helal olan her türlü
nimetler etraflarına saçılmış, önlerine konulmuş olsa bile, Allah'ın izni ve
şer'î cevazı olmadan onlara el uzatmayacak, haksız, selâhiyetsiz (yetkisiz)
hiçbir şeye dokunmayacak, kendine sahip, nefsine mâlik, eğilimlerine hâkim,
Allah'ın emirlerine bağlı olacak. Bu şekilde her türlü emanetlere yetkili, ahlâkî
bir fazilet ile başkalarından ayrılacaktır. Hudeybiye senesi müslümanlar böyle
bir imtihan ve ıslah ile seçilmiş ve Hudeybiye barışının kendisi de bu
imtihanın başka bir şekilde tekit ve teyidi olmuş ve bundan sonra İslâm sofrası
gelişmiş de gelişmiştir. Ve ihrâm işte böyle bir seçim hikmetiyle meşru
kılınmıştır. Bu hikmetden dolayı:
Meâl-i şerifi
95- Ey iman edenler, ihramlı iken av hayvanı
öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması
için, öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır ki, Kâbe'ye ulaşacak bir kurban
olmak üzere buna yine içinizden iki adaletli kişi hükmeder; yahut (ceza olmak
üzere) bir keffarettir ki, ya o nisbette fakirleri doyurmak, yahut onun dengi
oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de bu suçu tekrarlarsa,
Allah ondan intikamını alır. Allah damia gâliptir, intikam sahibidir.
96 - Size ve yolculara yiyecek olmak üzere,
deniz avı ve onu yemek helal kılındı. Kara avı ise, ihramlı olduğunuz müddetçe
size haram edilmiştir. Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun.
97 - Allah, Kâbe'yi, o Beyt-i haram'ı, haram
ayı, kurbanı ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir nizam kıldı.
Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan herşeyi bildiğini ve Allah'ın herşeyi
hakkıyle bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.
98 - İyi bilin ki Allah, hem cezası çok
şiddetli olandır, hem de çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
99 - Peygamber'in üzerine düşen sadece
duyurmadır. Allah, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.
100- De ki:"Pis olan şeyle temiz olan şey
bir olmaz, pis olanın çokluğu hoşuna gitse bile". Ey selim akıl sahipleri
Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.
95- "Siz ihramlı iken av hayvanını
öldürmeyin.." Hurum kelimesi "haram"n çoğuludur ki, muhrim, yani
gerek Harem'de ve gerek Harem dışında olsun ihramda bulunan kimse demektir. Ve
Harem'de bulunup da ihramda olmayan da bu hükümdedir. Sayd, av demektir. Eti
yenene de, yenmeyene de söylenir. Fakat örfte daha çok eti yenenlerde
yaygındır. Burada da lâm-ı ahd (ahd lâmı) veya mutlakın kemâline sarfı ile
murad budur. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Beş şey Harem dışında da
Harem'de de öldürülür: Çaylak, karga, akrep -ve bir rivayette yılan- fare,
kuduz köpek." buyurulması da bunu teyit etmektedir ve kuduz köpek
kavramında insana saldıran diğer yırtıcı hayvanların öldürülmesinin caiz
olduğuna da uyarma vardır.
Hasılı ey müminler, siz ihramda iken avı
öldürmeyiniz. İçinizden her kim kasden, yani ihramda olduğunu ve avı öldürmenin
kendisine haram olduğunu bilerek avı kasden öldürürse, öldürdüğü ava denk
hayvanlardan deve, sığır, davardan bir ceza gerekir. Yani onun ona denk olduğu,
yalnız kendi ölçünüzle değil, ilim ehli makamında itimada şâyan iki doğru
kimsenin takdiriyle tayin edilir. Ve bu ceza Kâbe'ye varacak bir kurbanlık deve
olmak üzere lazım gelir. İhramda avı öldürmenin cezası ya bu veya fakirlerin
yiyeceği bir keffaret, veya bunun dengi oruçtur. Hakem aracılığıyla avın
kıymeti takdir edilir. Bununla ya Kâbe'ye varacak bir kurbanlık deve alınır
veya yiyecek alınıp her fakire yarım sa' (1 sa' = 2.917 kg) olmak üzere
fakirlere verilir. Veyahut her yarım sa' yerine bir oruç tutulur. Bu üçü
arasında seçmeli bir ceza vacib olur ki ihramdayken avı öldüren kimse yaptığı
işin vebalini, ağırlığını tatsın. Âyetin zahirine göre avı öldürmek istiyerek
olmayıp, hata ve unutmak şeklinde olursa ceza gerekmiyecek sanılabilir. Fakat
mefhûm-i muhalifin muteber olmadığının da unutulmaması gerekir. Hz. Ömer'den,
İbnü Abbas'dan, Tavûs'tan, Hasen'den, İbrâhim Nahaî'den, Zührî'den rivayete
göre hata ve unutmada da bu ceza vardır. Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî ve
arkadaşları da buna kâni olmuşlardır. Sonra ihramlının avladığı veya kestiği,
her ne şekilde olursa olsun, Hanefi ve Mâliki mezheblerince ölü hayvan
hükmündedir, kesilmiş temiz değildir; ne kendisi yiyebilir, ne başkası. Fakat
İmam Şâfiî, "kesilmiş temizdir, başkası yiyebilir" demiştir.
"Allah geçmişi affetmiştir. Kim tekrar bu yasağa uymazsa Allah ondan
intikamını alır. Allah daima gâliptir, intikam sahibidir."
96- Size her çeşit deniz avı ve yiyeceği, yani
yenebilecek şeylerinden yemek, gerek mukîm (yolcu olmayan) lerin ve gerekse
yolcuların yemesi ve istifadesi için her zaman helal kılındı. Ki taze taze
tutar veya kurutur, tuzlar, hazar (yolculuk dışın)da veya yolculukta yer veya
ticaretle faydalanırsınız. Kara avı da ihramda bulunduğunuz müddetçe size haram
kılındı. Dikkate şayandır ki kara avında: "ve onun yiyeceği"
buyurulmamıştır. Demekki ihramda bulunan kimse kara avı avlayamaz ve aynı
şekilde hayvan da kesemez. Fakat ihramda bulunmayan kimsenin avladığı avdan ve
kestiği hayvandan yiyebilir. Şu kadar ki, avlanması veya kesilmesi kendi
tarafından emredilmiş veya gösterilmiş olmasın. Deniz avına gelince, başka
zaman olduğu gibi, ihramda dahi hem avlanması, hem yemesi mutlak olarak
helaldir. İmam Şâfiî "Denizin suyu temiz ve temizleyicidir, ölüsü
helaldir" hadis-i şerifi ile de delil getirerek gerek balık cinsinden
olsun, gerek olmasın denizden avlanan her hayvanın helal olduğunu söylemiş ise
de en çok bilinen balıktır. Balık kesilmeden yendiği için ölü tabir olunmuştur.
Yoksa kendi kendine denizde ölen hayvan, balık da olsa, yenmez. Rivayet
edildiğine göre bu âyet Benî Müdlic hakkında nazil olmuştur. Bunlar deniz
sahillerine inerlerdi, suyun çekilmesiyle kenarda kalan balıkları sormuşlardı.
"Bahr"den maksad, bütün geniş ve çok sulardır ki, nehirleri, gölleri,
dereleri, büyük havuzları ve kaynakları da içine alır. Hepsinin hükmü birdir.
Ancak bazı bilginler "bahir"den maksad, bilindiği üzere denizdir,
âyetin nüzul (iniş) sebebi de buna delalet eder, diğerleri buna katılmıştır,
demişlerdir. İşte deniz avı ve yiyeceği böyle her zaman helal ve mubah, fakat
ihramda veya Harem'de bulunulduğu müddetçe kara avı haramdır. En sonunda
toplanıp kendisine varacağınız, huzurunda haşrolacağınız Allah'tan korkun da
haramdan, hürmetsizlikten sakının.
97- Allah, Beyt-i haram olan (gayet muhterem
ve her şekilde hürmeti vacib bulunan) Kâbe'yi insanların ayakta durmalarına
vesile kıldı. Halk bununla tutunur kalkınır, din ve dünyaları bununla
ayaktadır. Dünya ve ahiretlerinde kalkınmalarının sebebidir, korkanlar buraya
sığınır, zayıflar burada eminlik bulur. Hacılar ve ziyaretçiler buraya gelir,
namaz kılanlar buraya döner. "Nerede olursanız olun Allah hepinizi bir
araya toplayacaktır." (Bakara, 2/148) âyetinin sırrı bununla açık olur.
Haccın yerine getirildiği haram ayı, kurbanlığı ve gerdanlıkları da böyle
yaptı, bütün bunları insanların maddî, mânevî hayatlarının kalkınma vesilesi
kıldı. Allah'ın bunları böyle yapması şunu bilmeniz içindir, ki hiç şüphesiz ki
Allah göklerde her ne var ve yerde her ne varsa hepsini bilir. Ve hiç şüphe yok
ki Allah her şeyi tamamiyle bilir. Ve bu ibadetlerin vukuundan önce zararları
defeden ve gerekli menfaatleri celbeden hükümlerin konması, insan hayatının
böyle birtakım açık ve kapalı hikmetleri içine alan gizli hükümler ve intizamlı
düzenle ayakta durması, Allah Teâlâ'nın hikmetine ve noksansız ilmine delildir.
Şu halde bunu kısaca bilesiniz ve bunların açık hikmeti sizin eksik ilim ve
kısa aklınızla kavranılabilmekten çok yüksek olduğunu anlayasınız da bu
ibadetlerin, bu haram ve helal etmelerin gizli hikmetlerini ve sırlarını
Allah'ın ilmine bırakıp, gerekleriyle amel edesiniz.
98- İyi biliniz ki, Allah'ın azabının çok
şiddetli olduğu muhakkak. Bununla beraber, Allah'ın gafûr (affedici), rahîm
(merhametli) olduğu da muhakkak. Bunun için Allah'ın hükümlerine ve dinin
korunmasını gerekli kıldığı hususlara iyi dikkat etmeli ve bunları yalnız azab
korkusuyla değil, hem yüksek bir korku ve haşyet, hem de yüksek bir bağışlanma
ümidi ve rahmet aşkı ile tatbik ve icra etmelidir.
99-*} Elçinin, Peygamber'in görevi tebliğden
ibarettir. İşte o da bunu fazlasıyla yapmıştır. Artık sizin için hiçbir şekilde
mazeret göstermeye ve Peygamber'den başka şeyler istemeye hak yoktur. Ve ancak
o her şeyi bilen Allah bilir, siz ne açıklayıp ne gizliyorsunuz, dışınızı da
bilir, içinizi de". Şu halde tasdik etme ve yalanlamanızda, fiil ve
amellerinizde, maksat ve fikirlerinizde ona göre ihlas ve samimiyetle hareket
ediniz.
100-Ey Resul de ki: Ey söyleneni anlayan
akıllı kişi, şahıslarda, amellerde, mallarda, kısaca herhangi bir şeyde
çirkinin çokluğu, kötünün çokluğu hoşunuza gitse bile, hiçbir zaman çirkin ile
güzel, iyi ile kötü, pis ile temiz denk olamaz. İyilik kötülük, pislik temizlik
sade bir anlayış meselesi değil, gerçekte bir mânâyı içerir. Gerçi dünyada
çirkin güzelden daha çok, daha fazla bulunabilir. Mesela boncuk elmastan, bakır
altından, ısırgan dikeni gülden, karga bülbülden, hayvan insandan, cahil
bilginden, kâfir müminden, günahkâr günahsızdan, hasılı kötü iyiden daha çok
bulunur ve daha çabuk yetişir. Ve birtakım kimseler kemmiyyet (nicelik) den
daha çok memnun olduklarından dolayı haram helal, iyi kötü demez, kötüleri
toplar ve çokluğu ile öğünür, sevinirler. Halbuki gerçekte iyi iyi, kötü
kötüdür. Pis pis, temiz temizdir. Yüz okka kokmuş kurtlu et yığmadan ise, bir
okkacık tertemiz ekmeğe sahip olmak elbette daha iyidir. Şu halde ey akıl
sahipleri, Allah'dan korkun da çok olan çirkinlere talip olacağınıza, isterse
az olsun iyilere ve temizlere talip olunuz ki kurtulabilesiniz. Her halde
kıymet verme çokluğa değil, temizliğe ve iyiliğedir.
Bu âyetin nüzul sebebi, sûrenin başında
"Allah'ın (ibadetine delalet eden) alâmetlerine saygısızlık etmeyin."
âyetinde geçtiği üzere Hutam b. Dubey'a el-Bekrî olayı olmuştur. Bir de bir
kimse: "Benim ticaretim şarap satmaktı, ben bundan birçok servet kazandım,
bu maldan Allah'a ibadet olan ameller yaparsam faydası olur mu?" diye
Resulullah'a sormuş Peygamberimiz de: "Sen onu hacca veya cihada veya
sadakaya da sarfetsen Allah katında bir sinek kanadına değmez, muhakkakki Allah
iyi ve güzelden başkasını kabul etmez" buyurmuş ve bir rivayette bu âyet
bunun hakkında inmiştir.
Şimdi akıl sahipleri, az olsa bile, daima
iyiyi tercih etmek gerektiği gibi, faydasız, mânâsız, münasebetsiz, neticesi
zararlı dedikodudan, asılsız çirkin şeylerden de sakınmak lazımdır. Bunun için:
Meâl-i şerifi
101- Ey iman edenler! Açıklandığı zaman
hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın. Eğer onları Kur'ân indirilirken
sorarsanız size açıklanır. Halbuki Allah onlardan geçmiştir. Allah çok
bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.
102- Sizden önce gelen bir kavim bunları
sormuştu da sonra inkâr etmişti.
103- Allah, ne "bahîre"yi, ne
"sâibe"yi, ne "vesile"yi ve ne de "hâm"ı meşru
kılmıştır. Fakat küfredenler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Onların
çoğunun akılları ermez.
104- Onlara: " Allah'ın indirdiği
(kitabı)ne ve peygamber'e gelin" dendiği zaman:" Atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu
da bulamayan kimseler olsa da mı?
101-102- Ey iman edenler, bir takım şeyler
vardır ki size açıklanır ve beyan edilirse gücünüze gider, üzülmenizi
gerektirir, böyle olması düşünülen şeylerden soru sormayınız. Çünkü cevabında
kederlenirsiniz. Akıllı olanlar ise kendi üzülmesine sebep olacak şeyi yapmaz.
Ve eğer Kur'ân'ın indirildiği sırada, yani vahy zamanında böyle şeylerden soru
sorarsanız. Size onlar açıklanır, cevabı verilir, bundan dolayı da
kederlenmeniz muhakkak olur. Bunun için Peygamber'e bunları sormayınız. Onlar
öyle şeylerdir ki Allah bunlardan sizi affetmiş, sorumlu tutmamıştır. Malûm ya
Allah gafûrdur, halîmdir. Birçok şeyleri affeder. Bunun için geçen geçti, Allah
affetti, fakat bir daha böyle bir şey yapmayınız.
Anlaşılıyor ki bunlar, haber verilmesi ve
açıklanması sahiplerini rezil edecek olan gizli sırlar veya sorulması
edepsizlik ve terbiyesizlik olan münasebetsiz, faydasız veya mânâsız, şeyler
kabilinden haberlere ilişik sorular, yahut derinleştirilmesi, güç
yetiştirilemeyecek birtakım meşakkatli teklifleri gerektirecek duyulmamış,
işitilmemiş şeylerle ilgili sorulardır. Nitekim Hz. Ali'den rivayet olunduğu
üzere "İnsanlar üzerine o Beyt'i haccetmeleri, Allah'ın bir hakkıdır"
(Âl-i İmrân, 3/97) âyeti nazil olduğu zaman Resulullah bir hutbe okumuş, Allah
Teâlâ'ya hamd ve senadan sonra, "Allah üzerinize haccı farz kıldı"
buyurmuştur. Esed oğulları'ndan Ukâşe b. Mihsan ve bir rivayette Süraka b.
Mâlik de: "Her sene mi ey Allah'ın resulü?" dedi. Resulullah cevap
vermedi, o da üç kere tekrar etti,bunun üzerine, "Hayır, fakat 'evet'
demeyeceğime nasıl emîn oldun, vallahi 'evet' desem vacib olacaktı, vacib
olsaydı dayanamayacaktınız, terkederseniz de kâfir olacaktınız. Şu halde benim
sizi terkettiğim müddetçe siz de beni terkediniz, sizden öncekiler hep çok soru
sormaktan ve peygamberlerine karşı ihtilâf etmekten yok oldular. Bir şey
emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadar tutunuz. Bir şeyden yasakladığım zaman
da çekininiz" buyurdu. Aynı şekilde Hz. Enes ve Ebu Hüreyre'den rivayet
edildiği üzere, "İnsanlar, Resulullah'a birçok şeyler sormuşlar, hatta
ısrar ve direnme derecesine varmışlardı. Bir gün Resulullah kızgın bir şekilde
hutbeye çıktı, Allah'a hamd ve senâdan sonra:' Sorunuz, Allah'a yemin ederim ki
şu makamda bulunduğum müddetçe her ne sorarsanız açıklayacağım' buyurdu.
Ashâb-ı kirâm başlarına bir tehlike gelmek üzere bulunduğundan korktular. Enes
(r.a.) demiştir ki, 'Sağıma, soluma baktım, herkes başına elbisesini çekmiş
ağlıyordu. Kureyş'ten Beni Sehm'den Abdullah b. Huzafe denilen adam ki,
erkeklerle bir münâkaşa ettiği zaman babasından başkasına nisbet edilirdi.
Kalktı: "Ey Allah'ın Nebisi, benim babam kim?" dedi. Peygamberimiz
de: "Baban, Huzafe b. Kays ez- Zührî'dir" buyurdu. Diğer biri de
kalktı: "Benim babam nerede?" dedi, "ateştedir" buyurdu.
Sonra Hz. Ömer (r.a.) kalktı: "Biz, Rab olarak Allah'a, din olarak
İslâm'a, Resul ve Nebi olarak Muhammed Aleyhisselâm'a razı olduk, biz
fitnelerden Allah'a sığınırız, henüz bir cahillikten ve şirkten yeni kurtulduk.
Şu halde bizi affet ey Allah'ın Resulü" dedi, Resulullah'ın kızgınlığı da
yatıştı'. Ki bu âyetlerin nüzul sebebi bu olaylar olduğu rivayet edilmiştir.
Ey müminler, sizden önce bir kavim böyle
meseleler sordular da, sonra bu sebeple kâfir oldular. İsrâiloğulları,
peygamberlerine birtakım şeyler sorarlar, sonra tutmazlar, terkederler, yok
olurlardı. Bundan dolayı müminler bu kâfirler gibi olmamalı, onların mesleğine
sarılmamalı, aynı şekilde cahiliyye uydurması asılsız, çirkin şeylerden de
vazgeçmelidirler.
103- Allah, ne bahîre ve sâibe, ne vasîle, ne
hâm, hiçbirini meşrû kılmamıştır. Allah'ın şeriatınde bunların aslı yoktur.
Cehalet devri halkı, bir dişi deve beş kere doğurur ve beşincisi erkek olursa
kulağını yararlar ve salıverirlerdi. Artık onu ne sağarlar, ne binerler, ne
kullanırlardı ki "bahîre" budur. İkinci olarak: Bir adam, başına bir
dert geldiği ve mesela hasta olduğu zaman, "İyileşirsem devem sâibe
olsun" diye adar ve bahire gibi salıverir, ondan faydalanmayı haram
ederdi. Üçüncü olarak: Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa
ilâhlarının olurdu. Eğer ikisini birden doğurursa, "kardeşine ulaştı"
derler. Bu dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi ki, vasile de budur.
Dördüncü olarak: Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa, onun sırtını
haram sayarlar ve hiçbir sudan ve otlaktan menetmezler, "onun sırtı
yasaklandı" derlerdi ki "hâmî", "hâm" da budur. Bunlar
Hakk'ın meşrû kıldığı şey değil, ve fakat kâfir olanlar Allah'a karşı din,
şeriat adına böyle yalan uydurur, iftira ederler. Tefsirciler demişlerdir ki:
Amr b. Lûhayyi'l-Huzaî Mekke'ye hükümdar olmuştu. İsmail dinini ilk önce
değiştiren de bu idi. Putlar yaptırmış ve diktirmiş, bahire, sâibe, vasîle, hâm
âdetlerini koymuştur. Bunun hakkında Peygamberimiz: "Ben onu ateşte gördüm,
cehennem ehlini 'bağırsak kokusu' ile incitiyordu" buyurmuştur ki
"aksâb" bağırsaklar demektir. İşte kâfirlerin ileri gelen seçkinleri,
reisleri böyle yalan ve batıl şeyler uydurarak halkı sapıtırlar ve
peygamberleri de kendileri gibi hesap ederek Allah'a iftira ederler. Ve bu
kâfirlerin çoğunun, özellikle cahil halkının akılları da ermez, onlara uyar
giderler.
104- Bir de bunlara Allah'ın indirdiği hak
şerîate ve Peygamber'e geliniz, denildiği zaman, "Babalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter" derler. Körü körüne onları, o kâfirce âdeti
taklit ederler. Hayret, ataları hiçbir şey bilmez ve doğru yola gitmez olsalar
bile mi? Yani âdete itibar etmek, atalara, geçmişlere hürmet etmekle onlara
uymak gerçi genelde yasaklanmış değil, birçok durumlarda gereklidir bile, fakat
bu uymanın cahillik ve sapıklığa değil, ilim ve hidayete sarfedilmiş olması
lazım gelir. Uyma ve taklit etme, yalnız ilmi olana bile değil, ancak doğru
yolda olan ilmi ile âmil kimseye olmalıdır. Daha doğrusu âlimin şahsına değil,
onun hak olan ilminedir. Örf ve âdet de makul ve meşru olmak şartıyla
kıymetlidir. Zira haktan başkasına uyan muhakkak zarar eder. Bunun için siz o
kâfirlere bakmayınız da:
Meâl-i şerifi:
105- Ey inananlar, kendinize dikkat edin. Siz
doğru yolda olduğunuz takdirde doğru yoldan sapanlar size zarar veremezler.
Hepinizin dönüşü Allah'adır. Yaptıklarınızı size O haber verecektir.
105-Burada kelimesi zarf değil,
"üzerinize gereklidir" mânâsına ism-i fiil (fiil ismi) dir.
Müminler kâfirlerin hallerine bakarlar, emir
ve yasak dinlemez, sapıklık içinde yüzdüklerini görürler, bunlara acıyarak iman
etmelerini temenni ederlerdi. Bu sebeple bu âyet nazil olmuş ve buyurulmuştur
ki:
Ey iman edenler! Siz ancak kendinize bakınız,
genelde hepiniz kendi şahıslarınızı, kendi millet ve toplumunuzun iyiliğine
önem veriniz, önce kendinizi düzeltmeye uğraşınız. Çünkü siz, ferd ve toplum
olarak hepiniz hidayette bulunur, doğru yolu tutarsanız, sapıklıkta kalanlar
size zarar vermez. Bundan, "hiç kimse kimseye karışmasın, herkes kendi
nefsinde bir yalnız hayatı yaşasın" gibi bir mânâ anlaşılmamalıdır.
Bilinmektedir ki doğru yolda olmanın, doğru yolu tutmanın esaslarından biri de,
gücü yettiği kadar iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır. "İçinizden
hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men eden bir topluluk olsun. İşte
onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i İmrân, 3/104); "Siz, insanlar için
çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men
edersiniz" (Âl-i İmrân, 3/110) âyetleri yukarda geçmişti. Aynı şekilde bir
hadis-i şerifte de: "Sizden her kim bir kötülüğü görür ve değiştirmeye
gücü yeterse onu eliyle değiştirsin, ve eğer buna gücü yetmezse diliyle
değiştirsin, buna da gücü etmezse kalbiyle değiştirsin" buyurulmuştur. Hz.
Sıddîk (Ebu Bekir) (r.a.)den de rivayet edilmiştir ki, bir gün minberde, şöyle
demiştir: Ey insanlar, siz bu âyeti okur ve konusunun dışına kor, ne olduğunu
bilmezsiniz. Ben Resulullah'dan işittim, diyordu ki: İnsanlar bir kötülüğü
görürler de değiştirmezlerse, Allah Teâlâ genelde hepsine azab eder. Şu halde
iyiliği emrediniz ve kötülüğü men ediniz, âyetini yanlış anlayarak aldanıp da
herbiriniz: "Neme lazım, ben kendime bakarım" demesin. Allah'a yemin
ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz, yahut Allah sizin üzerinize
şer olanlarınızı kullanır da onlar size en kötü azapları getirirler, sonra
iyileriniz dua eder de kabul edilmez." Yine Peygamberimizden şu hadis
rivayet edilmiştir ki: "Hiç bir kavim yoktur ki, içlerinde kötülük
işlensin veya fenalık yol alsın ve onlar onu değiştirmesin ve reddetmesinler de
onların hepsine cezaları umûmileştirmek Allaha hak olmasın olmaz. Herhalde
genel cezayı hakeder, sonra da duaları kabul olmaz". "Öyle bir
fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz."
(Enfâl, 8/25) âyet-i kerimesi bunu anlatmaktadır. Şu halde bu âyeti sırf ferdî
bir mânâda almamalı, den ferdî nefsi ve tümüyle toplumun kendisini içine alan
bir mânâ anlamalıdır. Yani her ferd, kendi ferdliğinde vazifesini bilir ve
yapar. Müslüman sosyal toplumu da bütün işleri itibariyle toplum halinde iyilik
üzere bulunur, bizzat hidayet üzere gider, ferdî nefis ferdliğinde, sosyal
nefis sosyalliğinde hidayet ve iyiliğini muhafaza ederse, onlara kâfirlerin,
müşriklerin, yabancı milletlerin sapıklıkları hiçbir zarar vermez. Yoksa
"Ben yapmıyorum ya, başkaları ne yaparsa yapsınlar" deyip de toplum
işlerinin işleyişiyle ilgilenmeyen ve onun düzelmesini görev edinmeyenler,
kendi şahıslarında doğru yolu tutmamış ve yuları, şerli önderlerin ve sapık
kişilerin ellerine teslim etmiş olacaklarından dolayı, herhalde sorumlu olur,
zarar görürler. Bununla beraber âyet bize asıl şunu da gösteriyor ki, kurtuluş
ve toplumun hidayeti, kurtuluşun başlangıcı ve hidayeti de ferdîdir. Fertler
doğrulunca toplum da doğrulmuş olur. Toplumu ıslah ve tazim etmek isteyen
kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten menetmeye
önce kendi şahıslarından başlamalıdırlar. Her fert, hak yolunu tutup kendini
bizzat düzeltince, başkasına örnek olması, kurtuluş ve hidayetinin diğerlerine
bulaşması nisbeten kolay olur. Ferdî nefis böyle olduğu gibi, sosyal nefis de
böyledir. Nefsinde kendi işleri hasta, kurtuluş ve hidayete muhtaç olan bir
toplum da diğer bir toplumu düzeltemez, başkalarını ıslah etmek veya onların
zararlarından kendilerini korumak isteyen bir millet ilk önce kendi iç işlerini
düzeltmeli ve nizama sokmalı, kendi yolunu doğrultmalıdır. Bunun için müminler
de başkalarından önce kendilerini düzeltmeli ve kendi iç işlerini ıslaha dikkat
etmelidirler. Bunu yaptılar mı, diğer bozuk olan bireylerin ve toplumların
sapıklıklarından rahatsız ve sorumlu olmazlar. Onların zarar ve sorumlulukları
sırf kendilerine ait kalır. Bundan dolayı sapıklara bakmayın da önce kendinize
dikkat ediniz. Zira her kim, hangi birey veya hangi toplum olursa olsun.
Sonunda hepinizin dönüş yeri ancak Allah'adır. Mümin ve kâfir, salih, fâsık,
doğru ve eğri hepiniz sonuçta Allah'a gidecek, Allah'ın huzuruna varacaksınız
ve Ondan başka bir dönüş yeri bulamayacaksınız. O da, o zaman size her ne
yaptınızsa hepsini haber verecek, ona göre muamele edecektir; kâr mı, zarar mı
ettiniz, o zaman anlaşılacaktır. Şu halde doğru yol ancak Allah'ın yolu,
Allah'ın rızası yoludur. Akıllı olan, önce ve sonra, bundan ayrılmaması
gerekir. Her kim olursa olsun ölümden, ahiretten, Allah'tan kurtuluşa imkan
yoktur.
Ölüm ve ahireti hatırlatan bu noktada ölüm
olayı ile ilgili dünyaya ait bir hükmü tebliğ ile nefislerin muhafazasından
sonra, hukuk ve malların muhafazasının da vacib olduğunu anlatmak ve bu şekilde
"nefislerinize dikkat ediniz" emrinin son nefeste bile toplumdan
ayrılamayacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i şerifi
106- Ey iman edenler! İçinizden birine ölüm
(emareleri) geldiği zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şahitliğin hükmü, kendi
içinizden iki adaletli şahit, yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, ölüm
(emareleri de) size gelip çatmışsa, sizden olmayan diğer iki şahit tutmaktır.
Eğer (bunlardan) şüpheye düşerseniz, namazdan sonra onları alıkorsunuz. Onlar
da Allah'a şöyle yemin ederler: "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar
karşılığı satmayacağız, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi halde
günahkârlardan oluruz".
107- Eğer o iki şahidin bir günah işledikleri
anlaşılırsa ölene daha yakın olan hak sahiplerinden diğer iki kişi onların
yerine geçerler ve: "Bizim şahitliğimiz, önceki iki kişinin şahitliğinden
daha doğrudur. Biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi halde biz de
zalimlerden olurduk" diye Allah'a yemin ederler.
108- İşte bu, şahitliklerini gerektiği gibi
yapmaları, yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden
korkmaları için en iyi yoldur. Allah'tan korkun ve emirlerini dinleyin. Allah,
doğru yoldan çıkan bir topluluğu hidayete erdirmez.
106-Bu âyetin nüzul sebebi: Temim-i Dârî ve
kardeşi Adî ve beraberlerinde Amr b. el- Âs'ın azatlısı Büdeyl üçü ticaret için
Şam'a çıkmışlardı. Büdeyl, müslüman muhacir; diğer iki kardeş de henüz
hıristiyanmışlar. Şam'a vardıklarında Büdeyl hastalanmış ve yanında nesi varsa
hepsini güzelce bir defter yapıp bir sayfaya yazmış, arkadaşlarına haber
vermeksizin kumaşların arasına yerleştirmiş, sonra onlara döndükleri zaman bu
mallarını ailesine teslim edivermelerini vasiyet etmiş ve ölmüş. Onlar da o
malların içinden üçyüz miskal miktarında altın ile işlenmiş bir gümüş kabı
almışlar, geri kalan eşyayı döndüklerinde Büdeyl'in ailesine teslim etmişler.
Bunlar da eşyayı araştırdıklarında defteri bulmuşlar, o gümüş kabın da yazılmış
olduğunu görmüşler, Temim ile Adiyy'e, "Bu kab nerede?" diye
sormuşlar, "Bilmiyoruz, bize teslim ettiğini size verdik" demişler.
Bunun üzerine Resulullah'ın huzurunda muhakeme olunmuşlar, bu"Ey iman
edenler" âyeti indirilmiş. Bundan dolayı Resulullah, Temim ile Adiyy'i
ikindi namazından sonra minberin yanında, kendilerine teslim edilen eşyadan
hiçbir şeye hainlik etmediklerine ve gizlemediklerine dair "Kendisinden
başka ilâh olmayan" Allah'a kasem ile yemin ettirmiş, onlar da yemin
ettiklerinden yollarını boşaltmış. Sonra o gümüş kab bunlardan satın alan
müşterinin elinde Mekke'de bulunmuş, Sehm oğulları bunu haber alınca Adıyy ile
Temim'den yine istemişler, bu defa da her ikisi: "Biz bunu Büdeyl'den
satın almıştık" demişler, buna karşı: "Biz size Büdeyl eşyasından
hiçbir şey sattı mı, diye sormadık mı? O zaman siz hayır demediniz miydi"
dediklerinde: "Evet ama bizim delilimiz yoktu, bunun için ikrar etmek
istemedik" dediklerinden tekrar Resulullah huzurunda muhakeme olmuşlar,
bunun üzerine de âyeti inmiş, Amr b. Âs ile Muttalib b. Ebi Vedâ'a kalkmışlar,
yemin etmişler ve kabı almışlardır . Çünkü satın alma iddiası ispat edilemediğinden
yemin bunlara dönmüştür. Bu âyet, Kur'ân'ın i'râbı, mânâsı, hükmü itibariyle en
müşkil âyetlerinden olduğu söylenmiştir.
Ey iman edenler! Emrolunduğunuz şeylerden biri
de herhangi birinize ölüm göründüğü zaman, vasiyet zamanı aranızdaki şahitliktir.
O zaman vasiyet etmek gerek olduğu gibi, şahit de getirmeli, şahitler de bunu
muhafaza edip gereği halinde güzelce yerine getirmelidirler. Şahitlik edecek
olanlar sizden, yani akraba ve teallukatınızdan ve müminlerden iki adalet
sahibi yahut gayrınızdan, müslüman olmayanlardan iki kişidir. Fakat bu diğer
iki kişinin şahitliği ancak yolculukta bulunursunuz da ölüm musibeti başınıza
gelirse o takdirdedir. Çünkü o zaman kendinizden kimse bulmak mümkün olmaz da
zaruret tahakkuk edebilir. Bu ikisini namazdan sonra -özellikle ikindi
namazından sonra- alıkorsunuz. Yani durdurursunuz da kendilerinden şüphelenir,
kuşkulanırsanız Allah'a "bu yemin karşılığında hiçbir bedel almayız, yani
yemininizi bedele satarak, şuna buna tamah ederek yalan yere yemin etmeyiz.
Çıkarına yemin edeceğimiz kimse yakınlarımızdan olsa yine etmeyiz. Allah'ın
şahitliğini, yani Allah'ın bildiği ve doğruca yerine getirilmesini emrettiği
şahitliği gizlemeyiz de. o takdirde bizim, herhalde günahkârlardan olduğumuzda
şüphe yoktur" diye yemin ederler.
Burada dikkate değer iki mesele vardır ki,
birisi müslümanın bulunamayacağı zaruret halinde müslüman olmayanın şahit
tutulması ve şahitliği; diğeri de şahitlere yemin verilebilmesi meselesidir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre akrabanızdan ve kabilenizden, de kabilenizden
olmayan müminlerden demektir. Akraba, ölünün durumlarına daha vakıf ve
diğerlerinden daha şefkatli olacağı için vasiyete, öncelikle hısım ve
akrabadan, yolculuk gibi bunların bulunamadığı durumlarda da yabancılardan
şahit getirmek daha uygun olduğu gösterilmiştir. İbnü Abbas, Ebu Mûsâ
el-Eş'arî, Saîd b. Cübeyr, Said b. Müseyyeb, Şürayh, Mücâhid ve İbnü Cüreyc'den
nakledildiğine göre, bir insan gurbette bulunur ve vasiyetine şahit getirecek
müslüman bulamazsa, hıristiyan, yahudi, mecusi, putperest veya herhangi bir
kâfir olursa olsun şahit getirebilir ve şahitlikleri kabul edilebilir. Ve bu
şekilden başkasında kâfirin mümin aleyhine şahitliği caiz olmaz.
Müslümanlardan, müslüman olmayanlardan demektir. İmam Şâfiî demiştir ki: Müslümanlardan
bir adam gurbette hastalanmış, vasiyetine şahit getirecek bulamamış, kitap
ehlinden iki adamı şahit getirmiş idi. Kûfe'ye geldiler, vali bulunan Ebu Musa
el-Eş'ari'ye vardılar, olayı haber verdiler. O adamın terekesini (ölünün
bıraktığı malını) ve vasiyetini takdim ettiler. Ebu Musa: "Bu iş bir defa
Resulullah zamanında vâki olmuş, o zamandan beri vuku bulmamıştı" dedi ve
ikisini de Kûfe mescidinde ikindi namazından sonra "yalan
söylemediklerine, değiştirme ve bozmadıklarına dair Allah'a yemin verdi ve
şahitliklerini kabul etti". Bu görüşü kabul edenlerin bir kısmı, bu hükmün
muhkem ve bâkî (devamlı) olduğunu, bir kısmı da mensûh (hükmünün kalkmış)
olduğunu söylemişlerdir. Cessas Ebu Bekr Râzî "Ahkâm-ı Kur'ân"ında
der ki: "Bu âyetin zahiri, müslümanın yolculuktaki vasiyetine zimmî (İslâm
devletine tâbi olan kitap ehli)nin şahitliğinin caiz olmasını gerektirir. Yani
ün gayr-i müslimler demek olduğu ve bunun da zimmet ehline sarfedilmesi
açıktır".
Vasiyette satın alma veya borcu ikrar veya bir
şeyi vasıyyet veya hîbe veya sadaka herhangisi bulunursa bulunsun, ölüm
hastalığında aktedildiği zaman vasiyet ismi hepsini içine alır. Allah Teâlâ
seferde olmak üzere vasiyet esnasında bunların şahitliğine izin vermiş ve
vasiyeti tahsis etmemiştir. Vasiyet esnasında ise borcu veya aynı (taşınabilen
kıymetli eşya) ikrar veya başka şeyler olabilir. Âyet bunları ayırmamıştır.
Fakat Bakara sûresindeki "Müdâyene" âyetinin (Bakara, 2/282)
Kur'ân'ın en son nâzil olan âyetlerinden olduğu kesin olarak rivayet
edilmiştir. Gerçi bazıları Mâide sûresinin de son inen sûrelerden olduğunu
rivayet etmişlerse de bu, her âyetinin değil, sûre itibariyle kısmen son
inenlerden olduğunu ifade edebilir. Müdâyene (borç) âyetinde ise gerek vasiyet
ve gerek diğerlerine ve gerek hazar (evde oturmay)a ve gerek yolculuğa, şâmil
olmak üzere müminler zararına şâhitlik ehliyeti, "Erkeklerinizden iki
kişiyi şahit tutun." (Bakara, 2/282); "Razı olduğunuz
şahitlerden" (Bakara- 2/282) diye müslümanlara tahsis edildiği için
müslaman olmayanın ikamet halinde, yolculuğunda ve vasiyette müslüman üzerine
şahitliğinin caiz olmasına dair hükmün kalkmış olmasını içine alır. Fakat şu da
unutulmaladır ki bu Mâide sûresi âyeti, zimmî (İslâm tebeasındaki kitap
ehli)nin yolculukta müslümanın vasiyetine şahitlik etmesinin caiz olduğunu
ifade ederken, zimmînin vasiyetine de şahitliğin caiz olduğuna delalet eder. Ve
sonra müslümanın vasiyetine şahitliğin caiz olması müdâyene âyeti ile
neshedildiği zaman da zimmînin vasiyeti zimmîye gerek yolcu olmadan ve gerekse
yolculuğunda şahitliğin caiz olması hükmü bâki kalmış olur. Bundan başka bu
Mâide âyeti şuna da delalet eder ki iki vasî (vasiyeti yerine getirmeye memur
olan kişi)nin, ölünün vasiyetine şahitliği caizdir. Bunların ölüden bir şey
satın alma davaları delilsiz kabul edilmez. Söz, yeminle beraber veresenindir.
Yani bahis konusu olan neshin bu noktalara şümûlü yoktur. Gerçi Kâdî Beydâvî,
" akraba (yakınlar) demektir, bunu 'zimmet ehli' diye tefsir edenler ise
mensûh demişlerdir. Çünkü zimmînin müslüman aleyhine şahitliği ittifakla kabul
değildir" demişse de Fahreddin Râzî ihtilaflı olduğunu göstermiştir. Ve
hatta mensûh değildir diyenlerin görüşünü altı şekil ile düzelterek, tercih
yolunda söz söylemiştir. Birinci olarak: Hitap, bütün müminleredir. Şu halde,
"sizden olmayan iki kişi" bütün müminlerden başkası demek olur.
İkincisi: Bunların şahitliği "eğer yolculukta iseniz" diye yolculuk
ile kayda bağlanmıştır. Eğer bunlar müslüman olsalardı şahit olmalarını istemenin
caiz oluşunun yolculukla şartlanmaması gerekirdi. Çünkü müslümanın şahitliği
yolcu olmadan da, yolculukta da caizdir. Üçüncüsü: Yemin ettirme meselesi de
bunların müslüman olmadıklarına bir karine demektir. Dördüncüsü: Rivayet edilen
nüzul sebebi iki hıristiyanın müslüman olan Büdeyl üzerine şahitliği
hakkındadır. Bütün bunlar Ebu Bekr Râzî'nin dediği gibi âyetin görünüşü
müslüman olmayan hakkında olmasını gerektirir. Beşincisi: Ebu Musa
el-Eş'arî'nin yukarda nakledilen hükmü ashabdan kimse tarafından reddedilmemiş
olduğuna göre bir icma demektir. Altıncısı: Mesele, müslümanlardan, şahitlik
yaptıracak kimsenin bulunamayacağı gurbet haline ait olduğu için bir zaruret
meselesidir. "Zaruretler, mahzurları mubah kılar" . Bir gurbette
bulunan ve eceli yaklaşan bir müslüman şahitlik yaptıracak müslüman bulamaz ve
bu halde kâfirlerin de şahitliği makbul olamazsa birçok mühim şeylerini
kaybetmeye mahkum olur. Belki zekat, keffaret borçları vardır. Ve belki yanında
emanetler ve üzerinde başka borçlar vardır. Şu halde erkeklerin bilemediği
hususlarda, zaruretten dolayı, yalnız kadınların şahitliği caiz olduğu gibi
bunda da olmalıdır demiş ve neshi uzak bulmuştur. Hakikatte Mâide sûresi,
Kur'ân'ın son nazil olan sûrelerindendir. Bundan mensûh (hükmü kaldırılmış âyet)
yoktur. Veya ikiden fazla mensuh yoktur rivayetlerini dikkat nazarına almamak
sûretiyle, zaruret sebebiyle caiz görülmüş olan hususlarda da nesih tasavvur
olunmaması gerekir. (Bu konuda İbni Kayyim el-Cevzî'nin "Siyâset-i
şer'iyyeden turuk-ı hükmiyye" adlı eserinde de geniş bilgi vardır).
Şahit ve yemin ettirme meselesine gelince:
"Allah'a şahitlik ederim" demek esasen bir yemin mânâsını içerir.
Sonra şahidin, adaletli ve doğru kimse olması gerekir. Şu halde şahide bir daha
yemin ettirmek, hem onu hakîr görme ve eza etme mânâsını içine alır, hem de
yemini tekrar ettirmek sûretiyle bir ifrat (aşırılık) ve görevi kötüye
kullanmadır. Bunun için müctehid imamların çoğuna göre şahide yemin vermek
meşrû değildir. Her yemin ettirmenin vacib olmadığı hakkında ittifak vardır. Bu
âyette ise "eğer şübhelenirseniz" kaydıyle şüphe halinde şahide yemin
ettirmek, hem de vakit ve keyfiyette tağliz (kabalık etme) suretiyle yemin
ettirme gereği gösterilmiştir. Gerçi bundan bu vacib olmanın anıldığı üzere
müslaman olmayan şahitler hakkında olduğu anlaşılıyor. Fakat aynı zamanda
bundan müslüman olan şahitler hakkında da şüphe edildiği zaman yemin ettirmenin
caiz olduğu delalet sûretiyle anlaşılır. Hz. Ali'nin şahit ve rivayet edeni
töhmet halinde yemin ettirdiği de nakledilmiştir. Bundan dolayı ahlâkın
bozulduğu ve ahlâksızlığın çoğaldığı zamanlarda ve özellikle şahitliğin yemin
demek olduğunu bilmiyerek şahitliğe gelenlerin yemin ettirilmesi caiz
olmalıdır.
107- Bundan sonra, yani hükümden sonra bu iki
şahidin günaha müstehak oldukları, yani gerçeği bozmak gibi bir günah
işledikleri anlaşılırsa o zaman o iki şahidin veya vasî (vasiyeti yerine
getirmekle görevlendirile)nin yerlerine en uygun ve öncelikli olan bu iki
şahidin veya vasînin aleyhlerinde günaha müstehak oldukları, yani haklarına
tecavüz ettikleri kimselerden diğer iki şahid getirilir. Hafs rivayetinde malum
sîgasıyle okunur, bunun fâili olur. Diğer kırâetlerin hepsinde ise meçhul
sîgasıyle okunur. Sonra diğerlerinde yine okumakla beraber Âsım'dan Ebu Bekr,
aynı şekilde Hamze ve Yakub kırâetlerinde okunur. Şu halde okunduğuna göre
mânâ: "Müstehakkun aleyh olanlardan, yani haklarına tecavüz edilmiş
bulunanlardan diğer iki şahit öbürlerinin yerine gelir. O zaman bu iki (şahit)
daha layık ve daha haklıdır" demek olur ki, bu şekilde takdirinde haber
veya den bedel olur. 'nin çoğulu olan kırâetlerine göre mânâ ise: "Önceki
haklarına tecavüz edilmiş olanlardan diğer iki öbürlerinin yerine geçer"
demektir ki hepsinin meâli birdir. Ve kastedilen o iki şahidin veya vasînin
karşısında davacı olan varisler demektir. İlk önce önceki iki kişi vasî veya
vasiyet sahibi olduklarında yeminleriyle sözleri makbul idi, sonra, yani
hükümden sonra muteber bir delil ile hainliklerine dair bilgi edinilince bu
defa söz ve yemin önce aleyhine hüküm verilen ve bu defa inkârcı olan ve
durumun açıklanmasını iddia eden varislere yönelecek ve onların yerine bunlar
geçecektir. Şu halde varislerin bu defa da- bilinen mânâsıyla - şahid durumunda
bulunmadıkları bellidir. O halde bunların iki olması şart olmayıp, bir de olsa
hükmün yine böyle olması gerekir. Bundan dolayı "diğer iki kişi"
buyurulması, şahidde olduğu gibi tek kişiden mutlaka ihtiraz (kaçınma) için
değil, birinci olarak nüzul sebebine göre vukûîdir. İkinci olarak, meselede
önceki şahitlerin vasî bulunmaları takdiri de âyetin ifade ettiği manalar
cümlesindendir. Vasîlerin hainlikleri ortaya çıktığı takdirde ise görevden
alınmalarıyla yerlerine diğerlerinin tayini gerekir. Şu halde ölen tarafından
"tercih edilen vasî " olarak tayin edilmiş olan iki kişinin evvela
inanılır olmak üzere, yeminleriyle sözleri tasdik olunduktan sonra hainlikleri
öğrenilirse, görevden alınmalarıyla yerlerine aynı sayıda vârislerden iki
kişinin tayini hususuna da işaret buyurulmak üzere "diğer iki kişi o iki
kişinin yerine geçerler" buyurulmuştur. Bunun içindir ki, tercihli vasînin
hainliği iddia edildiği zaman, eğer borç dâvası ise duruşmanın bitmesiyle
hainliğin sabit olmasından sonra ve fakat ayn (taşınabilir mal) davası ise
duruşmanın devam edebilmesi için, ilk önce vasînin görevden alınması ile işten
el çektirilmesinin gereği ve duruşmadan sonra hainlik sabit olmayıp şüphe
kalktığı takdirde hâkim tarafından tekrar atanabileceği Hanefî fıkıh
kitaplarında ittifakla açıklanmıştır.
Bunlardan başka bu âyet şunu da gösteriyor ki,
"hükümden sonra def (bir davayı müdafaa için açılan başka bir davâ)
mesmû'dur (dinlenir)", "kesinlik kazanan bir hükümden sonra yeni
deliller ortaya çıkarsa muhâkeme (duruşma) tekrar edilir". Hasılı bu iki
âyet, şahitlik, vasiyet, yemin, delillerin tercihi meseleleri itibariyle birçok
hukûkî esasları içeren çok açık ve vecîz birer asıldır.
Bu şekilde iki tarafın durumları değişir,
öncekilerin yerine karşıt taraftan ikisi geçer ve bu defa yemin bunlara yönelir
de onlar müdafa için açtıkları davayı ispat edemedikleri surette bunlar Allah'a
yemin ederiz ki bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha hak, daha
doğrudur. Ve biz bu şahitliğimizde hakka tecavüz etmedik. Çünkü tecavüz
ettiğimiz takdirde muhakkak zalimlerden olduğumuzda şüphe yoktur diye yemin
ederler, yeminleriyle sözleri tasdik olunur. Buradaki "bizim
şahitliğimiz"den kastedilen, "Onlardan (eşlerine zina suçu
atanlardan) her birinin şahitliği, dört defa Allah'a yemin edip şahitlik
etmektir" (Nûr, 24/6) âyetinde olduğu gibi yemin etmek demek olduğu beyan
olunuyor. Esasen şahitlik, görmeye dayanan bir bilgi ile şüphesiz doğruyu haber
vermek demek olduğundan başkası aleyhinde şahitliğe hem "Allah,
kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti" (Âl-i İmrân, 3/18);
"Kendiniz zararına da olsa, yalnız Allah için şahitler olunuz" (Nisâ,
4/135) âyetlerindeki gibi hem ikrara, hem de yemine yani kasem ile tekit ve
takviye edilen habere de denir ve vasiyet mânâsına da gelir. Şu halde burada
"yemin" ile tefsir edilmesinden "yemine yemin" gibi iki kere
kasem mânâsı anlaşılmamalıdır. Maksad, "Bizim kesin ilmimizi ifade eden
haberimiz, sözümüz" demek olduğu açıktır.
108- Bu zikrolunan hüküm veya bu yemin verme
şahitlerin layıkı vechile, yani yüklendikleri üzere, olduğu gibi şahitlik
etmelerine, veyahut yeminlerinden sonra yeminler davacılara red olunmaktan,
yani bu şekilde kendilerinin yalanları meydana çıkarak rezil olmaktan
korkmalarına daha yakındır. Yemini tekit etmede ahiret korkusu, yemini
reddetmede de dünya korkusu şer'î hikmetleri vardır. Bu iki korkunun birleşmesi
de şahitliği hakkıyle yerine getirmeye en çok sevkedecek olan sebeptir. Bunu
böyle biliniz. Ve Allah'tan korkunuz , ve (Allah'ın tavsiye ettiği hükümleri)
dinleyiniz, uyunuz. Eğer korkmaz, sakınmaz ve dinlemezseniz, fasık olursunuz. Allah
ise isyankârlar gürûhunu doğru yola çıkarmaz.
Meâli şerifi
109- Allah, Resulleri topladığı gün:"
Size ne cevap verildi? "der. "Bizim bilgimiz yok" derler,
"gizlileri bilen yalnız sensin, sen!".
109- Bu "yevm" kelimesi, deki
"Allah" lafzından bedeldir. Yani Allah'dan, Allah'ın o gününden
korkunuz ki o gün Allah bütün peygamberleri toplayacak da ne gibi cevapla
cevaplandınız, ne ile, hangi şekilde karşılandınız, kabul edildiniz?
diyecektir. Onlar da ne diyecekler bilir misin Ya Rab, senin ilmine göre bizim
hiç ilmimiz yoktur. Muhakkak ki, gayb (gizli)'leri layıkıyla bilen sen, ancak
sensin. Yani ümmetlerimizin içlerinde gizlediklerini, arkamızdan neler
yaptıklarını ancak sen bilirsin, açıkta bize gösterdiklerini de sen bizden daha
iyi bilirsin, diyecekler. Böyle diyecekleri Allah'ın ilminde kesindir. Yahut
dünyada böyle dediler, ahirette de diyecekler, şefaat etmeye kalkışmak şöyle
dursun, işi tamamen Allah'ın ilmine havale etmek sûretiyle kapalı bir şekilde
bir çeşit şikayet bile ettiler ve edecekler de "Yapmış olduklarınızı size
haber verecek." (Mâide, 5/105) âyetinin sırrı bütün dehşetiyle ortaya
çıkacaktır.
Hasılı Allah o gün genellikle peygamberlere
ümmetlerinin cevap verme şekillerini soracak; onları, onların aleyhinde şahit
tutup konuşturacak, onlar da tamamen Allah'ın ilmine havale edecekler, Allah da
her peygambere verdiği âyetleri, delilleri ve bunlara karşı ümmetlerinin
aldıkları durumu, gelecekte olduğu üzere, birer birer sayarak iyi cevapta
bulunmayanları azarlayacaktır. İşte bu mânâyı ifade etmeye birer birer her
peygambere ve ümmetine karşı yapılacak sayım ve tehdit şeklini göstermek üzere
peygamberler yanında en çok aşırılığa ve gevşekliğe maruz kalan Hz. İsa örnek
olarak şöyle tasvir olunuyor:
O gün, o dem ki:
Meâl-i Şerifi
110 - Allah şöyle diyecektir: "Ey
Meryemoğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani seni Rûhu'l-Kudüs
(Cebrâil) ile desteklemiştim. Beşikteyken ve kemâle ermişken insanlarla
konuşuyordun. Sana yazıyı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. İznimle çamurdan
kuş şeklinde bir şey yapmış ve ona üflemiştin, o da iznimle kuş olmuştu. Anadan
doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle
iyileştirmiştin. Ölüleri iznimle (hayata) çıkarmıştın. İsrailoğulları'na
âyetlerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin: "Bu ancak apaçık bir
sihirdir" dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum.
111- Hani Havarilere: " Bana ve Resulüme
iman edin" diye ilham etmiştim. Onlar da: "İman ettik, bizim şüphesiz
müslümanlar olduğumuza şahit ol" demişlerdi.
110- Durum gereği gelecek zaman kipiyle
"diyecek" şeklinde buyurulması lazım gelirken, bunun mazi (geçmiş
zaman) kipiyle "dedi" buyurulmasında iki nükte vardır, birisi,
bilindiği üzere ilerde bu hitabın vâki olması kesin olduğundan dolayı gelecek,
vâki olmuş şeklinde tasvir edilmiştir.
Nitekim dilimizde de: "Şöyle dediği zaman
ne yaparsın?" denildiği zaman, gelecekten geçmiş zaman kipiyle söylenmiş
olur- ki böyle diyeceği muhakkaktır- "derse ne yaparsın?" demek olur.
Biri de, Allah'ın kelâmının ezeli olduğuna ve Allah'a nisbet edilen fiillerde
zaman kavramı olmadığına ve buna göre o gün ahiretteki bu hitabın bir kelâm
başlangıcı değil, ezelî olan ilâhî kelâmın muhataba zuhur ve tecelli ile ilgisi
olacağına tenbihtir. Yani Allah'ın şöyle dediği günden sakınınız ki: Ey
Meryemoğlu İsa, benim sana ve annene olan nimetimi hatırla. O zaman ki,
nimetimi ki hani ben seni Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) ile teyit ve takviye etmiştim.
Hıristiyanlar, Ruhu'l-Kudüs'e iki şekilde inanırlar: Birisi, İsa'nın Meryem'den
doğum ve cesetlenmesine başlangıç olan Ruhu'l-Kudüs ki, buna yalnız
Ruhu'l-Kudüs derler. İslâm inancında bu Cebrail Aleyhisselâm'dır. Biri de âhir
zamanda çıkacak olan Ruhu'l-Kudüs'tür ki, hıristiyanlar buna Ruhu'l-Hak olan
Ruhu'l-Kudüs derler. Bu bir Hâtemü'l-Enbiya (peygamberlerin sonuncusu)
inancıdır. Fakat hıristiyanlar bunun Muhammedî hakikat olduğunu kabul
etmemektedirler. Doğrusu Ruhu'l-Kudüs zatı itibarıyla birdir ki ülü'l-azm
peygamberlere inmiş olan Cebrail Aleyhisselâm'dır. İndirilmesi ve ilgisi
itibariyle de bir çok isimlerle anılır. Mesela daha çok soyut ve Ruhaniyet
hayatı yaşayan, yahudilerin iftiralarından uzak ve temiz olan Hz. İsa'ya iniş
ve tecellisi itibariyle Ruhu'l- Kudüs ve hakikat hayatı yaşayan Hz. Muhammed'e
iniş ve tecellisi bakımından da Ruhu'l-Hak (Hakkın Ruhu), Ruhu'l-Emin (Emin
Ruh, Nur-i Muhammedî (Muhammedî nur) ve genel olarak da Ruhullah da denir. Şu
halde Hz. İsa'ya "Seni Ruhu'l-Kudüs ile teyid ettim" hitabı, birinci
olarak ve bizzat Cibril ile teyidi ifade etmekle beraber, arkasından yine
Cibril'in inmesi ve Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesi ile de teyidine bir
işareti içerir. Ve mânâ şu demek olur:" Ey Meryemoğlu İsa, seni
Ruhu'l-Kudüs ile, senden sonra Muhammed'i de Ruhu'l-Hak ve Ruhu'l- Emin olarak
tecelli eden Cibrîl ile teyit ettim, günahtan temizlenmiş, güçlü bir ruhî
hayata erişmiş ve dini ihya eden etkili bir kelâm ile takviye ettim. Sen hem
beşikte çocukken ve hem yetişmiş adamken insanlarla konuşuyordun. "Ben
Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi" (Meryem, 19/30) diyordun. Ve o zamanki
nimetimi ki hani sana kitabet (yazı yazma), hikmet, Tevrat ve İncil
öğretmiştim. Ve o zamanki nimetimi ki, hani sen çamurdan kuş şekli gibi bir şey
yapıyordun ve bunu kendine has olan kudretinle değil benim iznimle, irademle
yapıyordun, yapıyordun da içine üflüyordun. O şekil de benim iznimle bir kuş
oluyordu. Ve yine benim iznimle körü ve abraş (alacalı)ı iyi ediyordun. Ve o
zamanki nimetimi ki, hani ölüleri yine benim iznimle diriltip kabirlerinden
çıkarıyordun. Ve o zamanki nimetimi ki hani senden İsrailoğulları'nı defetmiş,
seni öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmıştım. O zamanki sen onlara,
yukarda anlatıldığı üzere, deliller ile gelmiştin de o İsrailoğulları'nın kâfir
olanları: "Bu açık bir sihirden başka bir şey değil" demişlerdi.
111-Ey İsa, sen bu nimetlere eriştin ve bu
delillere karşı böyle bir küfür ile karşılandın, bundan başka o zamanki
nimetimi de hatırla ki, hani ben Havârîlere: "Bana ve Resulüme iman
ediniz" diye vahy göndermiştim, yani sana ve diğer peygamberlere vahyettiğim
kitaplar ile emretmiştim; yahut kalblerine böyle ilham etmiştim, onlar da iman
ettik ve şahit ol, biz hiç kuşkusuz müslümanız, yani imanımızda samimiyiz,
dediler. Önceki kâfirlere karşı bir kısım da seni ve Allah'ın emrini böyle bir
iman, İslâm ve ihlâsa şahit getirme sözüyle karşıladılar. İşte ey müminler,
Allah'ın İsa'ya böyle dediği ve böyle bir bir nimetlerini sayarak kâfirleri
tehdit ettiği ve müminleri tasdik edip heyecanlandırdığı günden; bütün
peygamberlere ve ümmetlerine yaptıklarını böyle birer birer haber vereceği
günden korkun ve korunun.
Dikkat etmek gerekir ki bu âyetler Hz. İsa'ya
hitab ederek değil, ahirette ona olacak hitabı hikaye ederek Muhammed ümmetine
hitaptır. Çünkü "Allah'tan korkun" emrine bağlıdır. Havârîlerin
müslüman olduklarına şahit getirdikleri bu noktada onların da hallerini tasvir
ve yadetmek için herkesin şahidi olan Resulullah'a üslûb değişikliği ve umûma
hitabı andırır bir beyan lehçesi ve iltifat ile buyuruluyor ki:
Ey Muhammed, sen burada şunu hatırla ve
hatırlat:
Meâl-i Şerifi
112- Havariler:" Ey Meryemoğlu İsa,
Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" dediler. İsa da:
"İnanıyorsanız Allah'tan korkun" dedi.
113- Havâriler: "İstiyoruz ki ondan
yiyelim, kalblerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve
bunu bizzat görenlerden olalım" dediler.
114- Meryemoğlu İsa da: "Allah'ım,
Rabbımız, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki, bizim için, önce ve sonra
gelenlerimiz için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandır, sen
rızık verenlerin en hayırlısısın!" dedi.
115- Allah buyurdu ki:" Ben onu size
indireceğim. Fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, ben ona âlemlerden
hiç kimseye yapmayacağım bir azabı yaparım".
112- O zaman havariler, ey Meryemoğlu İsa
dediler, Rabbin bizim üzerimize gökten bir sofra indirebilir mi? Bu deyim, dış
görünüşüne göre Allah'ın kudretinden bir şüphedir. Bu da havarilerin gerçekten
samimiyetle iman etmemiş olduklarını ifade eder. o halde, ya o zaman imanları
daha tahkik ve bilgi üzere değildi veyahut "gücü yeter mi?"den
kastedilen mânâ başkadır. Nitekim bazı tefsirciler demişlerdir ki, burada
istitâat (güç yetme) den maksat, güç yetmeyi gerektiren değil, hikmet ve
iradeyi gerektiren istitâattır. Yani "Gökten bize bir sofra indirmek Rabbinin
hikmet ve iradesine uygun olabilir mi?" demektir. Süddî gibi diğer bazı
tefsirciler ise "duayı kabul etme" ve "cevap verme" gibi,
'nun mânâsına geldiği, yani "Gökten bir sofra indirmek isteğine Rabbın
rıza gösterir mi?". Kısaca "istersen indirir mi?" demek olduğunu
söylemişlerdir. Kisâî kırâetinde okunur ki: "Gökten bize sofra indirmesini
Rabbinden istiyebilir misin?" demek olur. Bu şekilde önceki mahsur varid
olmaz. Bununla beraber, her ne olursa olsun, bu soruda bir olağanüstü, bir
mucize isteği vardır. Halbuki mucizeler gaye değil, delillerdir. Mümin ise
medlul (delil getirilmiş olan)a iman etmiştir. Bunun için mucize istemek küfrün
şiarıdır. Hakk'ın gücünü deneme sevdasıdır. Bir de olağanüstü ve mucize
talebinde ısrar etmek, onu umumî bir âdet ve tabiat gibi tek düzeye giden bir
şey saymaktır. Bu ise bir çelişkidir. Şu halde müminin mucize isteğinde ısrar
etmesi asla caiz olamayacağı gibi, mucize istiyor gibi görünmesi bile, imanında
bir şüpheye işaret edeceği için edepsizliktir.
İşte bu gibi hikmetlerden dolayı İsa dedi ki:
Eğer siz gerçekten mümin iseniz Allah'dan korkunuz. Böyle bir istekte
bulunmayınız. Yani Allah'ın kudretinde ve benim peygamberliğimin doğruluğunda
şüpheye işaret edecek ve sizi iman ve ihlâs iddianızda, şüpheli gösterecek söz
kullanmayınız diye menetti ki, bu yasaklama ve hatırlatmada ne büyük bir
incelik ve ne büyük bir terbiyeyi içine almış bulunduğunu iyi düşünmeli.
113- Havârîler özür dileme makamında
maksatlarını ve samimiyetlerini açıklamakla "Biz istiyoruz ki ondan
yiyelim, kalblerimiz iyice yatışsın da senin bize doğru söylediğini bilelim ve
ona şahitlik edenlerden olalım" dediler.
114-Bu açıklama üzerine Meryemoğlu İsa
-bunların maksatlarındaki meşruluğu görerek bu arzudan vazgeçemiyeceklerini
anlayıp tam anlamında delil getirmeyi arzu ederek- Allah'a dua edip şöyle dedi:
Ey rabbimiz olan yüce Allah, bize gökten (yüksekten) bir sofra indir. Öyle bir
sofra ki, o, yani onun indiği gün, bize, bizden öncekilere ve sonrakilere bir
bayram, ve senden bir âyet -senin tam kudretine ve benim peygamberliğimin
doğruluğuna delalet eden bir delil- olsun. Bize böyle bir sofra indir. Ve ondan
bizi rızıklandır. Ki rızık verenlerin en hayırlısı sensin. Çünkü Allah rızkın
hem yaratıcısı, hem de -karşılıksız olarak- vericisidir. Ne kadar dikkate
şâyandır ki, Havârîler sofrayı isteyip maksatlarını anlatırken yemeği öne
almışlar ve diğer dinî ve Ruhânî maksatlarını geriye bırakmışlardı. Halbuki Hz.
İsa dini maksatları öne almış ve yeme maksadını hem geriye bırakmış, hem de
rızık olmakla ifade etmiş ve sonra rızıkta kalmayıp rızkı veren Allah'a geçmiş
ve onu ululamış ve onu yüceltmekle şükrünü de arzetmiştir. Bunlar düşünülünce
ruhların derecelerindeki mertebeler ne büyük bir fark ile ortaya çıkmış oluyor.
115-Bu dua ve niyaza karşı Allah Teâlâ
muhakkak ben onu size indiririm. Bir çok defalar indiririm, bu kolay; fakat
bundan sonra da sizden her kim küfrederse, herhalde ona öyle bir azab ile
azabederim ki öyle bir azabı âlemlerden hiç birine yapmam, buyurdu.
Şimdi bu sofra indi mi, inmedi mi? Bu konuda
tefsirciler arasında üç rivayet vardır:
1- Çoğunluğun rivayetine göre iki bulut
arasında kırmızı bir sofra indi. İnerken bakıyorlardı. Geldi ta önlerine düştü.
Bunun üzerine İsa Aleyhisselâm ağladı, "Allah'ım, beni şükredenlerden kıl;
Allah'ım, bunu bir rahmet kıl, bir işkence ve ceza kılma" diye dua etti.
Kalktı abdest alıp namaz kıldı, yine ağladı. Sonra örtüsünü açtı ve "Rızık
verenlerin en hayırlısı olan Allah'ın adıyla başlarım" dedi. Ne baksınlar,
kızarmış, pulsuz ve kılçıksız yağ akıyor bir balık. Baş tarafında tuz, kuyruk
tarafında sirke ve etrafında pırasadan başka her türlü sebze ve beş yufka ki
birinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde tereyağı, dördüncüsünde peynir,
beşincisinde pastırma. Şem'ûn: "Ey Ruhullah, bu dünya yiyeceklerinden mi,
ahiret yiyeceklerinden mi?" dedi. O da: "İkisinden de değil ve fakat
Allah Teâlâ'nın kudretiyle yarattığı bir şey, dua ettiğiniz şeyi yiyiniz ve
şükrediniz ki, Allah size devam ettirir ve lutuf ve kereminden daha da
artırır" dedi. "Ey Ruhullah, bu mucizeden bize bir mucize daha
göstersen!" dediler. Bundan dolayı: "Ey balık, Allah'ın izniyle,
diril" dedi, balık da deprendi, sonra: "dön önceki haline" dedi,
döndü yine kebap oldu. Bundan sonra sofra uçtu, sonra da isyan edenler oldu,
maymun ve domuza çevrildiler. İndiği gün bir pazar günü imiş, hıristiyanlar o
günü bayram edinmişlerdir.
2- Diğer bir rivayete göre sofra kırk gün, gün
aşırı iniyordu; fakirler, zenginler, zayıflar, küçük, büyük toplanıp
yiyorlardı. Zeval gölgesi dönünce uçar giderdi ve arkasından gölgesine
bakarlardı, bundan hangi bir fakir yediyse ömür boyunca zengin olmuş ve hangi
bir hasta yediyse şifa bulmuş ve bir daha hastalanmamıştı. Sonra Allah Teâlâ:
"Soframı zenginlere ve sağlamlara değil, fakirlere ve hastalara tahsis
et" diye vahyetti, bunun üzerine insanlar ıztırab ve ihtilale düştü ve
bundan dolayı seksenüç kişi maymun ve domuza çevrildi.
3- Bir de denilmiştir ki, Allah sofrayı
indirmeyi o şart ile vaadedince istiğfar ettiler, "Böyle bir tehlikeyi
arzu etmeyiz" dediler, bundan dolayı inmedi.
Kâdî Beydâvî bu üç rivayeti zikrettikten sonra
şöyle demiştir: "Mücahid'den: 'Bu bir atasözüdür ki, Allah Teâlâ bunu
mucize isteğinde ısrar edenler için söylemiştir', diye nakledilmiştir. Bazı
mutasavvıflardan da: 'Burada sofra, bilgilerin hakikatlerinden ibarettir. Çünkü
yiyecekler, bedenin gıdası olduğu gibi, bilgilerin gerçekleri (veya gerçek
bilgiler) de Ruhun gıdasıdır', diye nakledilmiştir. Bu durum şöyle
düşünülebilir ki, bunlar henüz öğrenmeye yetenekleri olmayan birtakım
gerçeklere rağbet etmişler, İsa Aleyhisselâm da: 'Eğer siz imanı kazandınızsa
takvayı kullanınız ki bunları öğrenebilesiniz' demiş, onlar ise sorudan
vazgeçmemişler, üzerine düşmüşler, ısrarlarından dolayı o da istemiş, Allah Teâlâ
bunun inmesinin kolay olduğunu ve fakat sonucunun tehlikeli ve korkunç
bulunduğunu anlatmıştır. Zira manevî yola girene makamından daha yüksek bir
makam açıldığı zaman ona tahammül edememesi ve bundan dolayı istikrar
(kararlılık) bulamayıp bu yüzden büyük sapıklıklara düşmesi ihtimali çok
düşünülebilir". Şihâb'ın dediği gibi, Kâdî Beydâvî'nin bu ilavesini âyetin
bir tefsiri olmak üzere değil, bir işârî mânâ olmak üzere kaydetmelidir.
Bununla bu kıssanın Resulullah'a ve müminlere hatırlatma hikmeti de açıklanmış
oluyor. Demek ki İsa'nın sofrası, İslâm sofrası için bir ibret örneği olmaktan
çok, bir ibret meselidir. Küfrün ve nimeti inkârın azabı yalnız ahirette değil,
dünyada da büyüktür. Nimet ne kadar büyük, ne kadar olağanüstü ise küfür ve
inkârın azabı da o ölçüde eşsiz ve o nimetin zevali de o ölçüde acı olur.
"Bugün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din
olarak İslâm'ı beğendin" (Mâide, 5/3) buyurulduğu gün müslümanlara ihsan
edilmiş olan sofranın gerek hoşluğu ve gerek lütfedilme şekli bakımından
İsa'nın sofrasından ne kadar büyük bir devlet olduğunu düşünmeli de, buna karşı
küfür ve inkârın nasıl bir azaba layık olacağını anlamalıdır.
Bu şekilde Mâide sûresinin içeriğinin bir
özeti demek olan bu hatırlatma yapıldıktan sonra, yine ahireti hatırlatmaya
devam ile yukardaki kıssasına atfedilerek ve "Allah'tan korkun ve iyi
dinleyin." emri altında müminlere seslenilerek şöyle buyuruluyor:
Meâl-i Şerifi
116- Ve Allah demişti ki: "Ey Meryemoğlu
İsa, sen mi insanlara: 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki tanrı edinin'
dedin?". "Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan birşeyi
söylemem bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde
olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen
yalnız sensin, sen!".
117- "Ben onlara sadece, senin bana
emrettiklerini söyledim. Benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a kulluk edin,
dedim. Aralarında olduğum müddetçe onlara şahit idim, fakat sen beni vefat
ettirince onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen herşeyi görensin.
118- "Eğer onlara azab edersen, onlar
senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet
sahibisin".
116- O insanlara, "beni ve annemi,
Allah'tan başka iki ilâh ediniz" diye sen mi söyledin? Bunun, ne müthiş
bir azarlama hitabı olduğunu düşünmeli ve Hz. İsa'nın ilâhlık makamına karşı
nasıl bir acizlik ve kulluk mevkiinde bulunduğunu anlamalıdır. Şüphe yok ki bu
azarlamanın asıl hedefi şimdi açığa çıkacağı üzere bizzat Hz. İsa değil, onu
ilâh edinen üçlü tanrı inanışı sahipleridir. Fakat onların Hz. İsa'yı büyükleme
adına taşkınlık ettikleri küfrün ona Allah'ın huzurunda nasıl bir sorumluluk
yöneltmiş olduğunu ve bundan dolayı o kâfirlerin Allah'ın katında nasıl bir
azarlanma ve azab edilme mevkiinde bulunduklarını düşünmelidir. Bu âyetten
anlaşılıyor ki, Allah'tan başka İsa'yı ilâh edinenler bulunduğu gibi, annesi
Hz. Meryem'i de ilâh kabul edenler varmış. Acaba bunlar kimlerdir? Âyet bu yönü
açıklamamıştır. Bununla beraber açıktır ki, bu da -olsa olsa- hıristiyanlar
arasında bulunacaktır. Gerçi hıristiyanlar tarafından mezheplerince Hz.
Meryem'in üçlemeye sokulmadığı ve bundan dolayı ona oğlu İsa gibi ilâh
denmediği ileri sürülerek bu âyete itiraz edilmek istenilmiştir. Fakat birinci
olarak, İbnü Hazm'ın "Fisâl"inde zikrettiği üzere hıristiyanlardan
"Berberâniyye" fırkası vardı ki, bunlar İsa'ya da, anasına da ilâh
diyorlardı. Bu mezhep sonra bitmiş kalmamıştır. Demek ki bunlar üçlemeyi, baba,
ana, oğul diye sayıyorlardı. Ve halk nazarında üçlemenin açık şekli de budur.
İkinci olarak, hıristiyanların üçleme inancı birlik değilse, hulûl (ruhun başka
bir şeye girmesi) inancından ayrı değildir. İsa'da ilâhî bir tabiat veya
İsa'nın bir cüz'ünü ilâh farzederek onu tam bir ilâh edinenler Meryem'in de
hamileliği esnasında o ilâhî cüz'ü taşıyan ve bundan dolayı bir ilâh olduğu
inancından - ister istemez- uzak değildirler. Sonra kiliselerinde ve evlerinde
Hz. İsa gibi Hz. Meryem'in de resimlerine karşı vaziyetleri, ibadet durumundan
başka bir şey değildir. Bu bakımdan âyetin mânâsı yalnız
"Berberânîler"i değil, diğerlerini de içine alır. Üçüncü olarak,
böyle bir itiraz, âyetin mânâsındaki azarlama hitabını ve sorumluluğun
dehşetini düşünmemek ve hesaba katmamaktan ileri gelmektedir. Zira azarlamanın
asıl şiddeti, İsa'nın ilâh kabul edilmesi noktasında toplanmaktadır. Çünkü
sorumluluk hitabı, "Ey Meryemoğlu İsa" diye doğrudan doğruya ona
yöneltilmiştir. Buna karşı Hz. İsa'nın "Ey Rabbim, annemi demedim ama beni
(kendimi) dedim" diyebileceğini farzetmek ve bundan dolayı İsa'ya ilâh
demekte ısrar ettikleri halde, annesine ilâh dememekle bu dehşetli sorumluluğun
azabını hafifletecekleri zannında bulunmak ne büyük sapıklık olduğunu
hatırlatmaya bile gerek yoktur. Ve işte bu küfürlerdir ki Hz. İsa'yı Allah'ın
huzurunda böyle korkunç bir sorumlu mevkide bulundurmuştur. İsa bu sorumluluğu
kabul eder sanmasınlar, o bu soruya cevap olarak ne dedi ve ne diyecek bilir
misiniz?
İsa muhakkak diyecek ki, seni sana layık
paklıkta tenzih ederim, ilâhî paklığına sığınır ve öyle haksız ve yakışıksız
bir sözden uzak olmayı dilerim, hâşâ ey Rabbim! bana, hak ve layık olmayan sözü
söylemem bana yakışmaz, buna ilmini şahit getiririm. Eğer ben onu söylemiş
olsaydım, elbette sen onu bilirdin. Çünkü sen benim dışım, açıklayıp ilân
ettiklerim şöyle dursun, nefsimde gizlediğim, gönlümden geçirdiğim şeyleri de
bilirsin. Ben ise senin nefsindekini, ilminde gizlediğin bilgileri bilmem. Şu
halde söylemediğimi bildiğin halde, bana bu soruyu sormaktaki ilâhî hikmetini
de bilmem. Çünkü bütün gaybları tamamıyla bilen "allâmû'l-ğuyub" sen,
ancak sensin.
117-Tam paklık ve yüksek ululama ile İsa o
müthiş soruya karşı böyle ince bir edebî kulluk içinde, delalet bakımından nefy
ile tekit edilmiş ve delilli bir şekilde cevap verdikten sonra, o isnadı açıkça
reddederek diyecek ki: Ben onlara başka bir şey söylemedim, ancak bana
emrettiğin emrini söyledim. Hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet
ediniz, ancak onu ibadete layık tanıyınız, dedim. (Âl-i İmran, 3/50-51.
âyetlerin tefsirine bkz.) İçlerinde bulunduğum müddetçe de kendilerine şahit
oldum. Şu halde bu müddet içerisinde çıkar ve zararları hususunda kabul edip
etmediklerine şahitlik edebilirim. Fakat ne zaman ki sen beni vefat ettirdin,
içlerinden aldın, kaldırdın. "Ben seni öldüreceğim, bana yükselteceğim"
(Âl-i İmran, 3/55) vaadini yerine getirdin, o andan itibaren üzerlerine
kontrolcü, gözcü ancak sen oldun, ve sen herşeye şahitsin, önüne de şahit,
sonuna da şahitsin.
118-Şimdi eğer onlara azab edersen şüphe yok
ki onlar kulların, kölelerin, mülk senin, hak senin, adalet senindir. Ve eğer
bağışlarsan, şüphesiz ki sen gâlipsin ve hikmet sahibisin, aziz ve hakîm ancak
sensin. Şu halde ne azab etmende bir haksızlık, ne bağışlamanda bir düşüklük,
bir isabetsizlik düşünülebilir. Ne istersen yaparsın, ne yaparsan aynen hikmet
ve sevap olur; yüce şeref senin, yüksek hikmet senindir. Ne hükmüne
karışılabilir, ne de hikmetine itiraz edilebilir. Her korkunun kaynağı sen, her
ümidin merci'i yine sensin. Hâsılı ilâhlık ve hükümranlık ancak senindir. Tek
ilâh ancak sensin.
İşte ey müminler, İsa'nın Allah'ın huzurunda
tam teslimiyet, sadakat ve ihlâs ile böyle dediği ve bütün peygamberlerin de bu
tarz üzere ilim ve Allah'ın hükmüne dayanmayı emrettiği o toplanma gününden ve
sorulardan korkunuz ve o kıyamet gününün tek sahibi olan Allah'tan korkmak
sûretiyle sakınınız ve Allah'ın emirlerini dinleyiniz.
Fakat bu hatırlatmalar üzerine: Mademki Allah
Teâlâ herkese karşı böyle azap etmeye ve bağışlamaya - mutlak olarak- kâdirdir.
Bundan onu menedecek hiçbir kuvvet, hiçbir hüküm de tasavvur edilemez. O halde
kâfirlere affı, müminlere azab etmesi de mümkün demektir. O halde Allah'tan
korkup korkmamanın, emrini dinleyip dinlememenin hükmü eşit olmaz mı? Dünyada
misalleri görüle geldiği gibi Allah o gün de kâfirleri nimetlenmiş, müminleri
de acı çeken kılarsa ve mesela sadakatle kulluk eden İsa'yı cezalandırıp da ona
ilâh diyen kâfirleri bağışlayacak olursa, bu hatırlatmalardan ne fayda hasıl
olacak? diye bir kuruntu hatıra gelebilir. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın mutlak
kudretiyle beraber, ilâhî ahlâkın hikmetini isbat ve Allah üzerine görev (vücüb
alallah) olmamakla beraber, Allah'ın emriyle kullara vacib olma (Vucub anillâh)
nın sabit olduğunu açıklamak sûretiyle, böyle bir kuruntuyu defetmek ve o
müthiş soru karşısında Hz. İsa'da ve diğer peygamberler zümresi ve sıddîklarda
meydana gelen korku heyecanını yoketmek için, hükmü yürütmeyi haber verme
şeklinde bir vaad veya hükmü yürütmenin vaadi şeklinde bir inşâ (dilek kipi)
olmak üzere şu ilâhî hüküm tebliğ olunuyor ki:
Meâl-i şerifi
119- Allah buyurdu ki: "Bu, sadıklara
doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan,
içinde ebedî kalacakları cennetler vardır". Allah onlardan razı olmuş,
onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur.
120- Göklerin, yerin ve bunlarda bulunan
herşeyin mülkü Allah'ındır. O herşeye kâdirdir.
119-*} O aziz ve hakîm ve mutlak hâkim olan
Allah Teâlâ muhakkak buyuracak ki işte bu korkunç gün doğrulara doğruluklarının
fayda vereceği gündür. Nâfi' kırâetinde nasb ile okunduğuna göre: Allah buyurdu
ki, bu soru ve cevap doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündedir. O gün
vâki olacaktır. Dünyada sözleşmelerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine
getiren doğrulara Allah öyle vaad eder ve müjdeler ki, onların doğruluk ve
samimiyetleri kıyamet günü olan o korkunç toplanma ve sorgu gününde herhalde
kendilerine faydalı olacak. Hem dünyadaki gibi kederler ve gamlarla karışık bir
fayda değil, her türlü korku ve hüzünden uzak bir fayda ile faydalı olacaktır.
Altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. O sadıklar orada ebedî olarak
kalacaklar. Allah onlardan ezelî rızası ile hoşnut olup rızasına erdirmiş,
onlar da dünyada Allah'tan razı olmuş, sırf Allah'ın rızası uğrunda koşmuş
oldukları gibi, bugün tamamen rıdvanın zevkine ermiş bulunacaklar; hem hoşnut,
hem kendilerinden hoşnut olunmuş olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş
bundan, bu rıdvandan ibarettir. Bütün gönüllerin aradıkları kavuşma zevkinin en
büyüğü bu rızadır, ebedî olarak Allah'ın rızası ile kulun rızasının toplamı
demek olan bu rızanın üstünde ne bir murad tasavvur olunabilir, ne de bir zevk.
120-Ve bu büyük zafer Allah'tan başkasında
değil, Allah'ın rızasında ve ancak O'na sadakat ve ihlastadır. Çünkü o bütün
göklerin, yerin ve ihtivâ ettiklerinin mülk ve saltanatı ancak Allah'ındır.
Bununla beraber, O Allah her şeye de tam kudretle kâdirdir. Bütün bu âlemde ve
âlemin bölümlerinde dilediği gibi tasarruf ve saltanat icra etmeye kâdir olduğu
gibi, daha başka âlemler yapmaya da gücü yeter. Bunun için Allah'ın dışında
herhangi bir şeyin ve herhangi bir kimsenin rızasına ermenin kıymeti yoktur. O,
bugün zevk ise yarın acıdır. Ebedî olarak faydalı olacak olan doğruluk ve
samimiyet ancak Allah'a olan sadakat ve ihlâstır.
Şu halde ey müminler, yahudi ve hıristiyanlar
gibi antlaşmalarınızı bozmayınız, sırf Allah rızası için akitlerinizi yerine
getirmekle doğruluk ve samimiyetinizi isbat ediniz de bu büyük kurtuluşa ve bu
ilâhî rızaya eriniz. Asıl ilâhî sofra bu, asıl bayram işte o gündür .Ve hiç
şüphe yok ki Allah her şeye kâdir olduğu gibi, buna da kâdirdir.
Şimdi Mâide Sûresi bununla son buluyor ve bunu
"Allah'a hamdolsun" teşekkürü ile En'âm Sûresi takip ediyor.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
maide - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.