Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Müzzemmil Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
73-MÜZZEMMİL:
Müzemmil, tefe'ul bâbından etken ism-i fail
(ortaç) olup aslı "mütezemmil"dir. Tâ harfi zâ harfine çevrilmiştir.
"Örtüsüne bürünüp örtünen" demektir ki kendisi örtünmüş veya başkası
tarafından örtülmüş olabilir. Bunun büyük bir olay karşısında başını içine
çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek gibi kinaye mânâları da olabilir.
Nitekim Râgıb, istiare yoluyla, işe pek önem vermeyen, kısa davranan mânâsına
kinaye ve taşlama olduğunu söylemiştir.
Tezemmül mastarının üç harfli kökü olan
"zeml" kelimesinin birçok anlamı vardır. Mesela, zeml ve zemelân; at,
davar gibi hayvanların neşe ve cünbüşle bir tür yürüyüşü demektir. Yine zeml,
atın terkisine birisini almak, yük yüklemek mânâsına gelir. Zemîl ve ziml,
binicinin arkasına oturan, arkadaş; zümle de çok yoldaş topluluğu demektir. Bu
bakımdan "tezemmül" kelimesi bunların herhangi birinden türetilerek
bu bâba nakledilmiş olabilir. Fakat özellikle bilinen ve duyulan mânâsının,
"elbiseye bürünüp örtünmek" olduğu açıklanıyor. Bir de müzzemmil, yük
yüklemek mânâsına gelen zeml'den türetilerek "yükü yüklenen" mânâsına
olduğu söylenmiştir.
"Ey örtünen!" hitabı, ilk önce Hz.
Peygamber (s.a.v)'i dikkatli ve uyanık olmaya davettir. Bazıları işin öneminden
dolayı bunun "ne yatıyorsun? Niye gizleniyorsun? Niye zayıf davranıyorsun?
Kalk" gibi bir tür taşlama ve azarlama biçiminde bir şiddet hitabı
olduğunu; bazıları da "gönül okşama" mânâsıyla bir teşvik ve gayrete
getirme hitabı olduğunu söylemişler ve böyle olmasının peygamberlik makamına
daha uygun olacağını düşünmüşlerdir.
Ebu Hayyân'ın yazdığına göre Süheylî şöyle
demiştir: Müzzemmil ismi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in öteden beri tanınageldiği
isimlerden biri değildir. Müzzemmil ismi, ancak bu hitap sırasında bulunduğu
bir durumdan kaynaklanmıştır. Arap, birisine sitem etmeksizin onun gönlünü
okşamak istediği zaman bulunduğu durumu anlatan bir kelimeden türemiş isimle
seslenir. Nitekim Hz. Ali (r.a) toprak üzerinde uyumuş ve böğrüne toprak
yapışmış olduğu bir sırada, Hz. Peygamber (s.a.v) ona: "Kalk ey toprağın
babası!" diye hitap ederek onun gönlünü okşadığını anlatmıştır. İşte
hitabında da böyle bir yakınlık kurma ve gönül alma vardır. Bu açıklamanın en
sağlam olarak ifade ettiği gerçek, Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında müzzemmil
isminin daha önce bilinen bir isim olmayıp ancak bu hitap sırasındaki durumunu
gösteren bir niteleme ve gönül okşama olduğunu bildirmesidir. Fakat gönül
okşama tabirinin görünen anlamına göre, "kalk" emrinin böyle bir
lâtifeden sonra söylenmiş olması, bu emrin vücub, yani gereklilik ifade
etmesine uygun düşmez.
Bu işin güzel ve hoş görülen bir iş olarak
düşünülmesini gerektirir. Bu görüşte olanlar bulunmakla beraber bu anlayış,
peygamberlik görevinin başlamasının önemi, "Biz senin üzerine ağır bir söz
bırakacağız."(Müzzemmil, 73/5) sözünün ağırlığı karşısında hafif görünür.
Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.v)'in zatını peygamberlik makamına
yükseltmek üzere "kalk" emrini vermek için gelen bu sesi, başlangıçta
şiddetli bir uyarı olarak anlamak, lâtife gibi anlamaktan daha çok yüksek bir
edebi anlayışla peygamberliğin şan ve şerefine hürmeti ifade eder.
Peygamberin bu seslenişi duyduğu sırada
bulunduğu örtünme hali ne idi? Niçin idi? Bunun birkaç şekilde yorumu
yapılmıştır:
BİRİNCİSİ, Âlimlerin çoğu bunun yukarıda
açıklandığı üzere "Beni örtün, beni örtün" diyerek örtünüp yatmış
olması hali, bunun sebebinin de Hira mağarasında gördüğü meleğin ve aldığı
vahyin şiddetinden duyduğu korku ve heyecan olduğu, bazı rivayette de Kureyş'in
Darunnedve'deki sözlerinden duyduğu üzüntü olduğunu söylemişlerdir. Bu hal
içinde Peygamber'in yalnızlığını gidermek ve gönlünü okşamanın tam zamanında
yetişen ilâhî bir yardım olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunun biraz sonra
yapılacak daha yüksek bir uyanışa davetten önce şiddetli bir destek olması her
halde daha kuvvetli bir yardım ve imdat olur. Bu hal içinde Peygamber'in
örtündüğü ne idi. Bazıları bunun bir kadife, yani saçaklı bir Acem keçesi
olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da Hz. Hatice'nin "mırt" tabir
edilen büyük bir yün elbisesi, ihramı veya battaniyesi demişlerdir ki, ikisi
arasında bir fark olmasa gerektir.
İKİNCİSİ, Katâde demiştir ki, Hz. Peygamber
(s.a.v) namazı için elbisesine bürünmüştü. Ferrâ ve İbnü Cerir bunu tercih
etmişlerdir. Bu durumda, "ey örtüsüne bürünen!" diye yapılan hitap
sadece teşvik için olmuş olur. Gerçi burada "kalk" emrinden önce
namaz için bir emir bulunduğu bilinmektedir. Fakat İbnü Cerir, "Hz.
Peygamber (s.a.v) geceleri namaz kılardı, işitenler de gelip ona katılmaya
başlamışlar, bir cemaat oluşmuştu. Allah'ın Resulü (s.a.v) onların toplanmasını
pek uygun görmeyip devam edememelerinden ve bu namazın farz kılınmasından
sakınmıştı. "Ey insanlar! Yapabileceğiniz amellere girişin. Siz amelden
usanmadıkça yüce Allah sevaptan usanmaz. Amellerin hayırlısı ise devamlı
olanıdır" diye nasihat etmişti. Devam edenler devam ediyordu. âyeti indi,
farz kılındı." diye Hz. Aişe'den gelen bir rivayeti kitabına almıştır.
Resulullah (s.a.v)'ın Hira mağarasında inzivaya çekilip ibadet ettiği de sahih
kitaplarda rivayet edilmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ, İkrime, "Müzzemmil, yük
yüklemek mânâsına gelen "ziml" kökünden türetilen ve "büyük yük,
yüklenen" mânâsından mecaz olarak, "Ey Peygamberlik yükünü
yüklenen!" demek olduğunu söylemiştir ki, güzel bir mânâdır.
2. Bu üç görüşe göre, bu âyetin inmesinden
itibaren Peygamber (s.a.v)'e müzzemmil ismiyle hitapta şu mânâlardan birisinin
düşünülmesi gerekir. Birinci mânâ, "Beni örtün, beni örtün" diyen;
ikincisi, "ey namaz kılmak, ibadet etmek için giyinip hazırlanan";
üçüncüsü, "ey nebilik ve resullük yükünü yüklenen," gece kıyam et
kalk. Gece kıyam yani kalkış, maksada göre kapsamlı mânâlar ifade eder. Burada
sözün devamında "Kur'ân'ı yavaş oku", "rabbının ismini
zikret" ve "Rabbine yönel" gibi sözlerin gelmesinden
anlaşıldığına göre, maksat, ibadet için kalkmaktır. Tefsirciler bunun
"namaza kalk" demek olduğunu açıklıyorlar ki bunun iki izah şekli
vardır. Birisi, "namaza kalk" takdirinde olması; birisi de
"kıyam" tabirinin doğrudan doğruya namaz mânâsına olmasıdır. Onun
için "kıyam-ı leyl" sözü, "gece namazı"nı ifade etmekte
şer'î örf olmuştur. Devamlı ibadet eden kimseye "gece kaim, gündüz
saim", yani "gece namaz kılar, gündüz oruç tutar" denilir. Gece
kaim olmak, yatmazdan önce de, uyuyup sonra kalkmak suretiyle de olabilir.
İkincisine teheccüd denilir. "Gece kalk" dediğimizde bizim dilimizde
uykudan kalkmak anlaşılırsa da "gece kaim ol" sözü her iki mânâya da gelebilir.
Burada açık olan budur.
İslâm'da beş vakit namaz farz kılınmazdan önce
başlangıçta Peygamber'e bu emirle gece namazı farz kılınmış olup Peygamber
(s.a.v) ve ashabının Ramazan'da olduğu gibi her gece uzun uzadıya namaz
kıldıkları, sonra bu sûrenin sonunda gelecek olan "Rabbın biliyor ki sen
kalkıyorsun.." âyetiyle miktarı değiştirilip hafifletildiği; bazılarının
görüşüne göre bundan maksadın teheccüd olduğu ve beş vakit namaz farz
kılındıktan sonra teheccüdün vacipliğinin ümmet hakkında kaldırıldığı,
Peygamber (s.a.v) hakkında da "Gecenin bir kısmında da sana mahsus bir
nafile kılmak için uyan."(İsra, 17/79) emrinin yürürlükte olduğu
açıklanıyor.
Bazılarının görüşüne göre ise gece namazının
vacip oluşu hiç kaldırılmamış, ancak hafifletilmiştir. Diğer bazıları ise bu
ilk "gece kâim ol" emrinin farz için olmayıp mendub olmak suretiyle
bir emir olduğu, "yarım" veya "daha az" veya "daha
çok" diye miktar hakkında bir tercih hakkı tanınmasının bunu gösterdiği ve
dolayısıyle teheccüdün ne başta, ne sonda, ne Peygamber (s.a.v)'e, ne de ümmete
farz kılınmadığı görüşünü benimsemişlerdir.
3. Birazı müstesna, birazı hariç, yani gecenin
birazı dışında kalk. Ne kadar? Gecenin yarısı yahut ondan biraz eksilt
yarısından az kalk, ama bu eksiltme yarının yarısından, yani gecenin dörtte
birinden fazla olmasın, en aşağı dörtte biri kadar kalk. Çünkü dörtte birinden
aşağı eksiltmek, yarısının yarısından az değil, çok olmuş olur.
4. Yahut onu artır yarısından fazla kıl ki bu
da üçte ikisi, nihayet dörtte üçü kadar olabilir.
Burada yarım, eksik ve fazla, gecenin
birazının dışında kalan kalkılacak kısmının veya istisna edilen kalkılmayacak
olan az kısmının açıklaması olabilir. Gerek müstesna minh gerek müstesna hangi
taraftan düşünülürse düşünülsün sonuç aynı olur. Çünkü bir taraf eksilince
diğeri ona karşılık aynı oranda artar. Birisi arttıkça diğeri aynı oranda
eksilir. Şu kadar var ki, eksiltme ve artırma muhataba nisbet edilmiş yani ona
"artır" ve "eksilt" denilmiş olduğundan "kalkmak"
gibi bunların da onun fiili olması gerekir. Bu ise, bunların kalkılmayacak olan
istisna edilmiş azını değil, kalkılacak olan gece müddetini açıklamak olduğunu
hissettirir. Bu karineye (ipucuna) göre, Ebussuud'un dediği gibi "onun
yarısını sözünün tamlamada geçen zamirin yerini tutmuş olduğu "müstesna
minh olan gece"den bedel olarak kıyam süresinin açıklaması olduğu
ortadadır. Veya eksilt ve veya artır fiilleri de kalk emrine bağlanmıştır. Bu
suretle istisna edilen birinci de dolayısıyle buna karşılık beyan edilmiş
olarak gecenin yarım, üçte bir veya çeyrek veya üçte iki veya üç çeyreğine
kadar olan süresini kapsayabilir. Bunun hepsi, müstesna minh olan gecenin
tamamından az olmakla beraber bazısında istisna edilen, geri kalandan az olsa
da, bazısında eşit veya çok olmuş olur. İstisnalarda, istisna edilip
çıkarılanın bütüne eşit olmamak üzere kalandan az veya çok olması caizdir.Fakat
istisnanın doğal durumuna göre çıkanın kalandan az olacağı açık olup kurala
uygun olan da budur. Bunun aksi yapıldığı zaman bir esprisi olmak gerekir.
Burada önce genel kurala uygun olmak üzere, "azı hariç" denilerek
geceden bir kısmı istisna edilmiştir. Bununla beraber o istisna edilen az'ın
geri kalanlara eşit ve ondan çok olabileceği de anlatılmıştır. Bunda başlıca üç
incelik vardır:
BİRİNCİSİ, her şeyden önce, istisna edilen
şeyin az olması kuralına dikkat çekmek.
İKİNCİSİ, istisna edilen şeyin kural dışı
olarak, geri kalana eşit veya ondan çok olması caiz ise de, gece kalkma
süresinin yarıyı geçmesinin daha iyi olacağına işaret.
ÜÇÜNCÜSÜ, uyku ve gaflet içinde geçen süre,
nicelik itibarıyla yarısından çok olsa da, kıymet ve nitelik itibarıyla az;
zikir ve ibadetle geçen süre, diğerinden az da olsa çok demek olacağına işaret.
İşte bu üç nükteyi göstermek için önce
"gecenin azı hariç" denilerek gecenin azı istisna edilmiş, sonra da
bu azın eşit veya az ya da çok olabileceği, bununla beraber her ne olsa az
demek olacağı anlatılmak üzere âyet bu beyan üslubu ile gelmiştir. Bu üç
miktardan birini seçme arasında serbest bırakma, durumun gereğine veya
gecelerin uzun ve kısa olması takdirlerine göre en uygununu seçmek için demek
olur. Bunlar içinde çeyreğe kadar azı kesin, dolayısıyla farz, fazlası
nafilelik ifade eder. O suretle kalk "Ve Kur'ân'ı yavaş yavaş oku."
TERTÎL, bir şeyi güzel, düzgün ve tertip ile
kusursuz bir şekilde açık açık, hakkını vererek açıklamaktır. Aralarında çok
değil, biraz açıklık bulunmakla beraber gayet güzel bir düzgünlükte görülen ön
dişlere derler. Sözü de öyle tane tane, yavaş yavaş, ara vererek ve güzel
sıralama ve ifadeyle söylemeye de "tertîl-i kelâm" derler. Kur'ân'ın
tertili de böyle her harfinin, edasının, tertibinin, mânâsının hakkını doyura
doyura vererek okunmasıdır. Burada emrinden sonra mastarıyla vurgu yapılması da
bu tertîlin en güzel şekilde olmasının arandığını gösterir. Bir söz aslında ne
kadar güzel olursa olsun gereği gibi güzel okunmayınca güzelliği kalmaz. Güzel
okumasını bilmeyenler güzel sözleri berbat ederler. Sözün tertîl ile güzel
söylenmesi ve okunması ise sade ses güzelliği ile gelişi güzel eze büze şarkı
gibi okumak, saz teli gibi sade ses üzerinde yürümek kabilinden bir musıkî işi
değildir. Kelimelerin dizilişinin mânâ ile uyum sağlaması ve dilin fesahat ve
belağatı hakkıyla gözetilerek ruhî ve manevî bir uygunlukla, yerine göre
şiddetli, yerine göre yumuşak, yerine göre uzun, yerine göre kısa okuma, yerine
göre ğunne, yerine göre izhar, yerine göre ihfa, yerine göre iklâb, yerine göre
vasıl, yerine göre sekit veya vakıf; kısacası bütün maksat, mânâyı duymak ve
mümkün olduğu kadar duyurmak olmak üzere tecvid ile okuma işidir. Bunun için
Kur'ân okurken tertîl ve tecvid gerekir.Tecvid de, kaf çatlatmak derdiyle,
çatlatmaktaki mânâyı kaybetmek değildir.
Tecvid ve Kırâet ilmi kitaplarında Kur'ân
kırâeti üç mertebe üzerine sınıflandırılmıştır: Bunlar tahkîk, tedvir ve
hadr'dır.
Tahkik, munfasıl meddi dört veya beş elif
miktarı çekecek şekilde gayet ağır bir ahenk ile okumaktır.
Tedvir, iki veya üç elif miktarı çekecek
şekilde orta halde okumaktır.
Hadr de tabii med gibi bir elif miktarı
çekecek şekilde hızlı okumaktır.
Bir elif iki fetha miktarı demek olduğuna
göre, bir harekenin belli olacak şekilde okunuşundaki ilk ses, âhenk süresinin
hızlılık ve ağırlığına göre, her kırâetin şifresini teşkil eder. Asım, Hamze,
Nafi'den Verş kırâetleri tahkik; İbnü Amir, Kisâi kırâetleri tedvir; diğerleri
hadr tarzındadır. Fakat bunların hiçbirinde bir harf veya harekenin hakkı
çiğnenecek şekilde okunmak caiz olamayacağı için, asıl mânâsıyla tertil
kırâetlerin hepsinde şarttır. Kırâetleri böyle hadr ve tedvir şeklinde
kısımlara ayırmaya cevaz veren ise gelecek olan "Kur'ân'dan size kolay
geleni okuyun." emridir.
Görülüyor ki bu âyette geçen "Kur'ân'ı
tertil üzere oku." sözü, gece kalkmaktan ilk maksadın bu olduğunu
gösterir. Bu ise Kur'ân'ı namazda ve namaz dışında okumak, onu okutup öğreterek
başkalarına ulaştırmak mânâlarını kapsayabilirse de, ayakta okunması örfe göre
namazda okunmasıdır.
Bir de bu âyet, bu sûre indiği sırada
Kur'ân'dan daha önce bazı şeylerin inmiş bulunduğunu gösterir. Fakat henüz çok
bir şey inmemiş olması nedeniyle, her gece bu kadar uzun süre kalkıp da
Kur'ân'ı tertil üzere okumak, bunun sadece bellemek için değil, namaz kılıp
ibadet ederek uygulamasını yapmak için okumaya vesile olduğunu gösterir.
5. Bununla beraber bu gece kalkışının ve
Kur'ân'ı tertil üzere okumanın asıl maksat olmayıp hazırlık mahiyetinde bir
giriş olduğu açıklanmak üzere buyruluyor ki, Çünkü biz sana ağır bir söz
indireceğiz. Dayanılması, uygulama ve yerine getirilmesi çok zor olan büyük bir
kelâmı üzerine indirip tatbikini ve uygulamasını sana emredeceğiz. Bu söz, ağır
yükümlülükleri ve sorumlulukları kapsayan ve savulması ve geri çevrilmesi
mümkün olmayan Kur'ân ile Peygamberlik emri, indirilmesi de onun vahyidir. Hz.
Peygamber (s.a.v)'e vahiy inerken o kadar ağır ve şidddetli gelirdi ki, derhal
yüzü değişirdi. Nitekim Hz. Aişe demiştir ki: Gayet soğuk bir günde vahiy
inerken baktım, açılırken alnından ter fışkırıyordu. Aynı şekilde Veda Haccı
sırasında Arafat'da "Gadba" adlı devesinin üzerinde iken vahiy
gelince ağırlıktan deve çöke kalmıştı. Vahy ve onun inişi böyle maddi olarak
bile bir ağırlık ve baskı ile geldiği gibi mânâsındaki hükümlerin ve ahlâk
kurallarının icra ve uygulaması da nice zorlukları beraberinde getiren ağırlıkları
kapsar. Kur'ân'ı okumak kolay olsa da onunla amel etmek zordur. Sonra, terazide
ecri ve mükâfatı da ağırdır.
6. İşte önce gece kalkmak ve Kur'ân okumakla
emir, bu cümleden olmak üzere gelecek olan ağır emirlerin uygulanabilmesine
imkan ve yetenek kazanmak üzere nefisleri terbiye etmek ve nefsi yenme
gayretlerini geliştirip kuvvetlendirmek için hazırlık mahiyetinde çalışmadır.
Bunun gündüz yapılmayıp da geceden başlamasının sebep ve hikmeti büyüktür.
Çünkü gece nâşiesi yani gece yetişen nefis, veya gece meydana gelen olay veya
gece neşesi ve olayı, "Daha baskın, daha samimidir."
VATI', lügatte; basmak, çiğnemek, yumuşatıp
döşemek, hazırlamak, uydurmak, yani uygun hale koymak ve uygunluk mânâlarında
mastardır. Bir de tümseklikler arasında basık ve engin yere denir.
Ebu Amr ve İbnü Amir kırâetlerinde vav'ın
kesri ve ta'nın fethasıyla ve uzatarak okunur. Bununla aynı baptan mastar olan
"muvatae", uygunluk, uyuşma demektir. Yani, gece yapılan amel daha
baskın, daha samimi yahut kalp ve vicdana daha uygun demektir. Gece sessizlik
ve her şeyden ayrılma zamanı olduğu için, uyanık olanların gözü gönlüne daha
uygun ve gündüzleyin çeşitli engeller ve meşgaleler içinde duyulamıyacak
olayları duymak için keşfi daha açık ve gösterişten, başkalarının bakısından kurtulmuş
olarak ihlaslı davranmaya daha uygun yahut daha keskin, daha dokunaklıdır.
Ve deyişce, söyleyiş ve anlayış açısından daha
sağlamdır. Söz daha iyi söylenir ve duyulur, gürültüler kesilmiş bulunacağı
için okuma ve düşünme, inceleme ve zikir, söylenen ve dinlenen söz daha sağlam
olur.
7. Çünkü senin için gündüzün uzun bir yüzüş
var. Burada sebh, yani yüzmek iki şekilde tefsir edilmiştir:
BİRİSİ, Gündüzün yer yüzünde hareket; insanı
meşgul edecek, okumaya ve ibadete engel işler vardır. Bunların arasında, geceki
huzur ve neşe bulunmaz demektir.
İKİNCİSİ de diğer ihtiyaçlarını ve önemli
işlerini görecek uygun bir zaman vardır, demek olur.
ÜÇÜNCÜ bir mânâ da, kalkmakla emrolunduğun bu
gecenin bir gündüzü gelecektir ki sen o zaman uzun bir paklığa ve temizliğe
ereceksin mânâsında gelecek için bir müjde olur. "Ve açtığı sıra o sabaha
andolsun."(Müddessir, 74/34) âyetinde olduğu gibi.
8. İşte bu iç ve dış sebeplerden dolayı
ilerisi için hazırlanmak üzere gece kalk ve tertil ile Kur'ân oku ve Rabbının
ismini an. Gece ve gündüz onu an. "Sübhanallah","Lâilahe
illallah" "Allahû Ekber" demek, Allah'ı ululamak, namaz kılmak,
Kur'ân okumak, ilim öğretmek, Allah için öğüt verip yol göstermek gibi
Resulullah (s.a.v)'ın gece ve gündüz bütün saatlerinde meşgul olduğu şeyler
buna dahildir. "Tam anlamıyla ona yönel" Kendini her şeyden çekerek
Rabbına çekil, samimi bir şekilde onun emir ve itaatı ile meşgul ol. İçinde
yüzdüğün dünya meşgale ve maksatları, alakası gönlünü asla işgal etmesin.
TEBETTÜL, lügatte, kesmek demektir. Nitekim
her şeyle ilgisini kesip Allah'a ibadet ettiği için Hz. Meryem'e
"betûl" denilmiştir. Erkeklere karşı istek ve arzu duymayan kadına da
betûl denir.
TEBTÎL, iyice ve tamamen kesmek; tebettül ise
çalışarak kesilip çekilmektir. Râzi şöyle der: veya buyurulmayıp buyurulması
ince bir mânâyı ifade eder. Şöyle ki, asıl maksat, herşeyden kesilip Allah'a
dönmektir. Tebtilde ise, Allah'a yönelmek için bir iş yapma mânâsı vardır. Bir
işle meşgul olan kendini tamamen Allah'a vermiş olamaz. Zira Allah'tan
başkasıyla meşgul olan, Allah için herşeyden ilgisini kesmiş olmaz. Fakat
"tebettül"ün yani Allah'a çekilmenin meydana gelebilmesi için de önce
"tebtîl" yani kendini her şeyden çekmek gerekir. Nitekim bir âyette,
"Uğrumuzda cihat edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidayet
ederiz."(Ankebut, 29/69) buyurulmuştur. Onun için, yüce Allah önce asıl
gaye olan "Allah'a yönelme"yi, sonra da onun şartı olan "bu iş
için çalışma" yı zikretmiştir.(1)
"Rabbinin ismini zikret ve ona
yönel" denilmek suretiyle zikrin ve yönelmenin Rab ismine bağlanması da
önce, yaratılanlardan ve kullardan ilgiyi kesip yüce Allah'ın ilâhlık
hükümlerini, kendi içimizdeki ve dışımızdaki idare şeklini ve tasarrufundaki
sırları düşünmeye dalmak; ikinci olarak da işten o işi yapana, hükümden o hükmü
verene nefsi teslim etmek mânâsına işarettir.
9. Bu nedenle açıklama yapılarak buyruluyor
ki, o senin Rabb'ın bütün doğu ve batının Rabbidir Âlemlerin Rabbidir. Âlemde
gerek parlayan gerek sönen her şeyin her hususta Rabbi, yöneticisi, terbiye
edicisi, maliki odur. Parlatan o, söndüren de odur. Herkes gerek bilsin gerek
bilmesin bütün âlem onun ilâhlığı altındadır. O'ndan başka ilâh yoktur. Tam bir
sevgiyle sevilip, gönül verilecek ve ibadet edilecek, emrine boyun eğilecek
ondan başka ilâh yoktur. İbadet edilecek varlık ancak odur. Akılların
kavrayabildiği ve kavrayamadığı bütün emellere arzulara hakim olan ancak odur.
Başkasından ummak boşunadır. Rablık da onun, ilâhlık da onundur. Onun için,
ancak onu vekil tut, bütün işlerini onun görmesini iste. Şuurlu dileklerin
hepsinde onun emir ve hükmü doğrultusunda yürü, ona dayan. Ne senin kendinin ne
de başkalarının arzusuna göre yürüme. Onun her hususta irade ve gücü
geçerlidir. Oysa onun hükmüne uymayan her düşünce ve emel batıl ve geçersizdir.
O senin bütün işlerini iyileştirmeye ve düzeltmeye, sana düşmanlık edecek
olanların hakkından gelmeye yeter.
İnsanların en önemli işleri asıl olarak sadece
iki durumla sınırlandırılmıştır. Birisi Allah ile olan muamelelerin nasıl
olacağı, birisi de yaratıklarla olan muamelelerin nasıl olacağıdır. Birinci
kısım daha önemli olduğu için sûrenin başından buraya kadar onunla ilgili
esaslar açıklandıktan sonra, ikinci kısım için de buyruluyor ki;
10. Onu vekil tut ve başkalarının
diyeceklerine sabret ve onları bir hecr-i cemil ile terket, şimdilik hallerine
bırak.
HECR-İ CEMİL, kalben ve fikren onlardan uzak
durup yaptıkları işlerde onlara uymamaklaberaber kötülülerine karşılık vermeye
kalkışmayıp hoşgörü, idare ve güzel ahlâk ile güzel bir muhalefet yapmaktır.
Bunun benzeri, "Onun için sen kendilerine aldırma, onlara öğüt
ver."(Nisa, 4/63) "Ve cahillerden yüz çevir."(A'râf, 7/199)
"Onlardan yüz çevir." (En'âm, 6/68) ve "Bizden yana her bakımdan
selamette olunuz. Biz cahillik edenleri aramayız." (Kasas, 28/55)
âyetleridir. Râzi der ki: Bir kısım tefsirciler bu âyetin "savaş"
emrinden önce inip sonra savaş emri ile hükmünün kaldırıldığı görüşünü
benimsemişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, bunun kabul edilmeye daha çok vesile
olan şeyler hususunda Allah'ın iznine tutunmak olduğunu ve bu gibi hususların
hükmünün kaldırılamıyacağını söylemişlerdir ki, en sahih olan da budur"
11. Ama onlar kötülüklerinde devam edip
gitsinler mi? diye kalbe bir sıkıntı ve şüphe gelmemek ve bunun kesinlikle
geçici olacağı anlatılmak için de buyruluyor ki, ve bana bırak o nimetler
içinde zevk sürerek rahat yaşamak isteyen bolluk içindeki inkârcıları ve mühlet
ver onlara biraz. Keşşâf'ın açıkladığına göre "na'me", Fatiha'da geçtiği
gibi bolluk ve nimet içinde yaşama; ni'me, nimet vermek; nu'me ise, sevinç ve
neşe mânâsınadır. "Refah sahipleri, zevkine düşkün kimseler" demektir
ki, Kureyş'in ileri gelenleri böyle idi. Dilimizde de bilindiği gibi "sen
onu bana bırak" demek, "ben onun tamamen hakkından gelirim"
demektir. Yani, "sen yorulma, merak etme, onları sedece bana bırak ve
acele etme, onlara çok değil biraz mühlet ver, ben onların tam olarak
haklarından gelmeye ve cezalarını vermeye yeterim."
12. Çünkü bizim yanımızda. Sende olmayan ve
başkalarının yanında bulunmayan nice tomruklar görülmedik ağır ağır bukağılar
ve son derece salgın bir ateş var.
13. Ve boğaza takılan bir yiyecek, zakkum,
irin, zehirli ve dikenli bitki gibi ki, boğaza girdi mi ne yutulur, ne
çıkarılabilir. Ve her acıdan daha elem verici, dayanılmaz bir azap vardır. Hz.
Peygamber (s.a.v)'in bu âyeti okuduğu zaman haykırdığı rivayet edilir.
Hasan Basri bir gün oruçlu iken iftar edeceği
sırada kendisine bir yemek getirilmiştir. Tam o anda bu âyet aklına geliverdi,
"yemeği kaldırın" dedi. İkinci akşam konuldu, yine hatırana geldi,
yine "kaldırın" dedi. Üçüncü akşam yine öyle. Sâbit-i Benânî'ye,
Yezid-i Dabbî'ye ve Yahya el-Bekkâ'ya haber verildi, onlar geldiler ve sonunda
biraz kavut şerbeti içmeyince bırakmadılar.
Razî şöyle der: Bu dört mertebeyi ruhani
cezalar şeklinde yorumlamak da mümkündür: Enkâl, nefsin cismâni ilgiler ve
bedensel lezzetler bağına bağlanıp kalmasıdır. Çünkü nefis dünyada bunlara
sevgi ve arzu yatkınlığı kazanmış olduğu için bedenden ayrıldıktan sonra hasret
ve kaygısı artar, kazanç aletleri harap olmuş kalmamış bulunduğu için, daha
evvel elde ettiği meleke ve yatkınlık onun kurtulup da ruh ve huzur âlemine
geçmesini engelleyen engeller, tomruklar halini alır. Sonra o ruhani
bağlantılardan ruhani ateşler çıkar. Çünkü nefsin bedensel durumlara aşırı
meyli ile beraber onları elde etme imkanı bulamaması, bir kimse aradığı şeyi
bulamayınca gönlünün yanması gibi, şiddetli bir iç yanmasını gerektirir ki,
işte o ikinci mertebe, yani âyette anlatılan "cehim" dir. Sonra da o
yoksunluk tasalarını ve ayrılık elemlerini yutmaya uğraşır ki, işte bu da
"taâmen zâ gussa"dır. Daha sonra o bu içinde bulunduğu durumlar
sebebiyle ilâhî nurun tecellisini görmekten ve mukaddes varlıklar zincirine
katılmaktan yoksun kalır ki, bu da hepsinden şiddetli olan "azaben
elima"dır. Razi bunları söyledikten sonra özellikle şu hatırlatmayı
yapmayı da unutmayıp şöyle der: Sözüm yanlış anlaşılmasın. Ben, âyetten maksat,
yalnız bu ruhani mânâlardır, demek istemiyorum. Diyorum ki, âyet hem cismani,
hem de ruhanî dört mertebenin meydana gelmesini ifade eder. Âyeti her ikisine
de yorumlamak imkânsız değildir. Her ne kadar lafız, cismani mertebelere göre
hakikat, ruhanî mertebelere göre meşhur ve herkesin bildiği mecaz ise de. Yani
genel mecaz ile hakikat ve mecazı bir araya toplamak veya işaret ve delalet
sahih olur.
Buna ipucu (karine) da sûrenin başından beri
gelen açıklamaların yalnız maddiliğe mahsus olmaması ve elem ve sıkıntıların
maddeden çok ruh ile ilgili bir iş olmasıdır. Zira ruh ile ilgisi olmayan bir
cansız varlığın yanarken azap çekmesi tasavvur olunamaz.
14. Bunların ne zaman olacağına gelince, yerin
ve dağların sarsılacağı, ve o sivrilip duran dağların erimiş kum yığınına
döneceği gün. O gün yeryüzü dümdüz olacak. Burada eriyen dağların olacağı
anlaşılıyor ki, bu değişimde hepsi sarsılmakla beraber özellikle büyüklerinin
yıkılacağına işaret vardır. (Hâkka Sûresi'ne bkz.)
15. Buraya kadar hitap Peygamber (s.a.v)'e
idi. Peygamber'i bu şekilde hazırladıktan sonra, ilk önce âyetlerin iniş sebebi
olan Mekke müşrikleri dahil olmak üzere inkârcılara hitap edilerek Hz. Muhammed
(s.a.v)'in Peygamber olarak gönderildiğini duyurmak için buyuruluyor ki:
Haberiniz olsun, biz size bir elçi gönderdik. Allah'ın emirlerini size ulaştıracak;
üzerinize şahit, kendisine karşı yaptıklarınıza şahit olarak inkârlarınıza,
yalanlamalarınıza o kıyamet günü aleyhinizde tanıklık edecek. Aynı şekilde biz
Firavun'a da bir elçi göndermiştik. O Musa idi. Bu benzetmede üç mânâ vardır.
BİRİSİ, Bakara ve Saff sûrelerinde geçtiği
üzere Tevrat'ta Hz. Musa'ya hitaben son Peygamber hakkında "Senin gibi bir
elçi" diye haber verilmiş olan elçinin bu elçi olduğunu açıklamaktır.
İKİNCİSİ, o vakit Mekke Cumhuriyeti'ni idare
eden müşriklerin Firavun gibi zalim ve zorba olduklarına işarettir.
16. ÜÇÜNCÜSÜ de netice olan şu korkutmayı
anlatmaktır. Ki Firavun o elçiye isyan etti de biz o Firavun'u korkunç bir
tutuşla tutup, alıverdik.
17. Firavun'un durumu böyle olunca inkâr
ettiğiniz takdirde siz nasıl korunabilirsiniz? Yeni doğmuş çocukları ak saçlı
ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl korunacaksınız? Bu o kadar korkunç, o
kadar şiddetli acı bir gündür. Çünkü "gam ve keder saç ağartır" diye
bir darb-ı mesel vardır. Bununla beraber bunda o günün gelmesine, yeni neslin
ihtiyarlık çağına girecekleri bir zaman kadar süre bulunduğuna ve kuşaktan
kuşağa olacak değişikliklere bir işaret de olabilir.
18. O gün sebebiyle gök çatlayacaktır. O öyle
dehşetli bir gün ki yalnız dağlar erimek, çocuklar kocalmakla kalmayacak, o
yüksek gök bile yarılıp ayrılacak, ilâhî emir gelip yeni bir âlem kurulacak.
Böyle şey olur mu? denilmesin. Allah'ın vaadi yapılagelmiştir.
19. İşte (bu hatırlatmaları, bu uyarıları
kapsayan) âyetler bir tezkire yani bir öğüt ve nasihat mânâsı taşıyan bir
duyurudur. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar. O günün şiddet ve dehşetinden
korunmak ve Rabbine esenlik içinde ermek için iman, itaat ve güzel amelle
Allah'a yaklaşmaya çalışır.
Meâl-i Şerifi
20. Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha
azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir
topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O,
sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size
ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın
lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar
olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun,
namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal
sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı
ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz
Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
20. "Senin Rabbin biliyor ki."
Yukarda geçtiği gibi, bu âyetin sonradan inip sûrenin başındaki "gece
kalk" emrini hafifletmiş ve değiştirmiş olduğunda ittifak vardır. Ancak
yine Mekke'de mi, yoksa sonradan Medine'de mi indiğinde ve hafifletme ve
hükmünü kaldırmanın nasıl olduğunu belirlemede ihtilaf edilmiştir.
Hz. Aişe'den bu âyetin "Ey örtüsüne
bürünen! Geceleyin kalk" âyetinden sekiz ay sonra inip baştan fariza gibi
yazılmış olan gece kalkışı (namazı)nı farza çevirerek fazlasını kaldırmış ve
nafile olarak bırakmış olduğuna dair de bir rivayet vardır. Lakin İbnü Cerir'in
yazdığı bu rivayetin dış görünüşüne bakılırsa, bütün sûrenin Medine'de inmiş
olması gerekiyor. Oysa sûrenin baş kısmının Mekke'de inmiş olduğunda bir
ihtilaf görülmüyor.
İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir:
"Müzzemmil sûresinin başındaki "azı hariç gece kalkıp ibadet et"
emri müminlere çok zor geliyordu. Ramazan ayında olduğu gibi geceyi ibadetle
geçiriyorlardı. Sonra bu hafifletildi. Yüce Allah merhamet buyurdu da bundan
sonra, "Allah sizin içinizde hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu
arayan başka kimseler... olacağını bilmiştir.. ondan kolayınıza geleni
okuyun." âyetini indirdi. Allah'a hamd olsun, genişletti de daraltmadı. Bu
sûrenin baş tarafının inişi ile sonunun inişi arasında bir sene oldu."
Katâde'den rivayet edildiğine göre, âyeti
indi. İnsanlar bir sene veya iki sene gece ibadeti yaptılar. O derece ki
ayakları ve baldırları şişerdi. Nihayet "Kur'ân'dan kolay geleni
okuyun." âyeti indi de insanlar istirahat etti.>
Hasen'den de şöyle rivayet edilmiştir: âyeti
inince müslümanlar bir sene gece ibadet ettiler. Kiminin gücü yetti, kiminin
yetmedi. Sonra bunun serbest bırakıldığını gösteren âyet indi. Allah'a hamd
olsun, farzdan sonra nafile oldu.
Abd b. Humeyd'in Yakub, Ca'fer kanalıyla,
Saiyd'den yaptığı rivayette ise yüce Allah Peygamberine âyetini indirdiğinde
Peygamber (s.a.v) bu hal üzere on sene kaldı. Gece Allah'ın emrettiği şekilde
kalkardı, ashabından bir grup da onunla beraber gece ibadet ederlerdi. Yüce
Allah on seneden sonra, "Muhakkak Rabb'ın biliyor" diye başlayan bu
âyeti "Ve namazı kılın" bölümüne kadar indirdi. On seneden sonra, bu
emri hafifletti.
Bazıları da bu âyetinin Medine'de inmiş olduğu
görüşündedirler. Ebu Hayyan buna çoğunluğun görüşü demiş ise de öyle
görünmüyor. Deniliyor ki bu âyetin Medine'de indiğini söyleyenler, bu âyette
"zekâtı verin" emrinin bulunmasını göz önüne almışlar. "Zekât
Medine'de farz kılınmış olduğu için bu âyetin de Medine'de inmiş olması
gerekir." demişlerdir. Buna cevap olarak da, "Medine'de farz kılınan
asıl zekât olmayıp, Berae sûresi âyeti gereğince harcanacak yerlerin ve
hisselerin belirlenmesi" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Mekke'de inen sûrelerde
de asıl olarak zekâtla ilgili âyetler bulunduğu inkâr edilemez. Bizim
kanaatımıza göre bu âyetin Medine'de inmiş olduğunu andıran bir ipucu daha
vardır. Bu da, "Diğerleri de Allah yolunda savaşacaklar." bölümüdür.
Zira bunda Allah yolunda savaşa izin mânâsı vardır. Oysa savaş izninin
Medine'de verildiğinde ittifak vardır. Gerçi burada "savaş edin" veya
"savaşa izinlisiniz" denilmiyor. "Savaşacaklar" veya
"savaş edenler olacak" diye haber veriliyor. Geleceğe ait olsa da,
derhal neshedilmenin sebeplerinden sayılması ve açıkça söz konusu edilmesi,
savaşa hazırlanmayı sağlama mânâsında bir izne delalet etmiyor da değil.
Halbuki bunun dışında Mekke'de inen herhangi bir âyette savaştan açıkça söz
edilmemiş olması göz önüne alınırsa, bu âyetin Medine'de inmiş olması, bize bu
âyette "zekât verin" bölümünün bulunmasından daha açık görünüyor.
Tefsirciler ise bundan söz etmemiş, yalnız zekât emri dolayısıyle ihtilafı
nakletmişlerdir. Bütün bunları düşünüp inceledikten sonra şu kanaat meydana
geliyor ki, bu âyetin hepsi değilse bile, en azından bir iki cümlesi Medine'de
inmiş olmalıdır. Bununla beraber, hangisi olursa olsun, bu âyet, sûrenin
başındaki "gece kalk" emrinin şiddetini, miktarını hafifletmiştir.
Beş vakit namaz farz kılındıktan sonra akşam ve yatsı, gece ibadetinin bir
parçası olarak kalmış ve teheccüd namazının vacipliği nafileye dönüşmüştür.
Buyuruluyor ki: Gerçekte Rabb'in biliyor ki
kuşkusuz sen, gecenin üçte ikisine yakın bir kısmını, yarısını ve üçte birini
ibadetle geçiriyorsun. Demek ki, gece ibadetin en uzun süresi, "veya
yarıyı biraz artır" âyetinden anlaşıldığı gibi üçte ikiden biraz eksik;
ortası, gecenin yarısı; en azı da "veya yarıdan biraz eksilt"
âyetinin gösterdiği gibi, üçte bir oluyordu. Bu kırâette lâfızları mansub
olarak kelimesine bağlanmıştır.
EDNÂ, yakın veya en az demektir. Nâfi, Ebu
Amr, İbnü Âmir, Ebu Cafer ve Yakub kırâetlerinde ise, kelimeleri kelimesine
bağlanarak şeklinde mecrur okunur. Buna göre mânâ, "sen gecenin üçte
ikisinden, yarısından ve üçte birinden az kalkıyorsun" demek olur. Bu
durumda gece yapılan ibadetin en uzun süresi üçte ikiden az, yarım veya biraz
fazla; ortası yarımdan az üçte bir; en azı da üçte birden az, dörtte bir
kadardır. Şu halde oniki saatlik bir geceden en az üç veya dört saat; ortası
dört veya beş saat; en fazlası da altı veya yedi saat kalkılıyormuş demek olur.
Sen de kalkıyorsun, seninle beraber olanlardan bir grup da. Yani ashabından bir
cemaat da kalkıyor. Demek ki, hepsi değil, demek ki hepsine farz değildi veya
hepsi dayanamıyordu. Geceyi de gündüzü de Allah takdir eder. İkisinin de gerçek
miktarını ancak o biçer ve o bilir. O, bütün zamanı bilir.
Başlangıcı olmayan ilmiyle bilmiştir ki siz
onu, o gecenin takdirini sayamazsınız. Bunda iki mânâ vardır. Birisi, her
gecenin saatlerini bütün parçalarıyla eşit ve tamamen sayacak şekilde takdir
edemezsiniz. Çünkü gece ve gündüz değişir. Geceyi bölümlere ayırdıkça ortaya
çıkan kesirleri takdir etmek insanın gücü dışında olup sonsuza kadar gider.
Uyku halinde ise ayırma gücü bulunmaz. Bu nedenle bu emri tam olarak yerine
getirmek hepinizin yapabileceği bir iş olmamakla beraber, sen ve bazı ashabın
gibi, bunu yapacak olanlarınız da bir tedbir olsun diye fazlasını tutarak
zahmet ve sıkıntılar çekersiniz.
"Onu sayamazsınız" fiilinin
sonundaki zamirin "takdir" kelimesinin yerini tuttuğu kabul edilerek
verilen ve Keşsâf'ın ve birçoklarının tercih ettiği bu mânâ aslında doğru
olmakla beraber, bu yalnız geleceğe ait değil bu emir verilirken de böyle
olduğu için, buna göre başta verilen emrin pek yerinde olmamış olması gibi
yanlış bir düşünce akla getirebilir. Bunun için kelimesinin sonundaki zamiri,
Taberi'nin rivayet ettiği gibi "gece ibadet etmek" isminin yerini
tutan bir zamir kabul ederek takdir ve saymayı şu mânâ ile anlamak daha sade ve
pürüzsüzdür: Daha ilerde hepiniz bu gece ibadetini başaramazsınız, baş
edemezsiniz. Geceyi, gündüzü, zamanların şu anda ve gelecekte uğrayacağı bütün
değişiklikleri takdir eden ve bilen Allah, sizin bu gece ibadetini ileriye
doğru hepinizin tamamıyla yerine getirmeye güç yetiremiyeceğinizi,
başaramıyacağınızı ezelden bilmiş ve bu şekilde "gece ibadet et"
emrini verirken de, bunu bilerek aslında geçici bir süre için olmak üzere ilk
olarak sûrenin başında işaret edildiği gibi, ilerisi için bir hazırlık mahiyetinde
vermiş, şimdiye kadar o hazırlık yapılmış, bundan sonra ise işin genişlemesi ve
genelleştirilmesi kastedilmiş ve hepinizin bu zor ibadeti hakkıyla yapamıyacağı
da Allah katında bilinmiş olduğundan onun değiştirilmesi ve hafifletilmesi
zamanı gelmiştir.> Onun için Allah sizlere ilim ve lütfu ile yeniden baktı.
Tevbe edip durumlarını düzelterek kendisine baş vuranlara, tevbelerini kabul
etmek suretiyle tekrar bakıp merhamet buyurduğu gibi, sizlere de yeniden lütuf
ve merhametiyle baktı. O zor ibadetin ağırlığını kaldırıp kolaylaştırarak
yeniden şu emri verdi: Bundan böyle Kur'ân'dan kolay geleni okuyun. Gece
ibadetinden, kırâetten büsbütün vaz geçin değil, asıl "gece kalk"
emrinin hükmü kaldırılmıyor, yine kalkın. Fakat gecenin yarısı veya daha azı
veya daha çoğu miktarlarıyla ve uzun uzadıya tertil üzere okumak kaydına bağlı
olmadan, "Kur'ân" ve "kırâet" denilebilmek şartıyla, ne
kadar kolayınıza gelirse o kadar okuyun, o kadar gece ibadeti yapın.
Burada zikredilmesi gereken üç mesele vardır:
BİRİNCİSİ, Kırâet. Bunda iki görüş vardır.
Tefsircilerden birçoğu demişlerdir ki, "gece kalk" emrine tam olarak
uygun düşebilmesi için burada kırâetten maksat namazdır. Kırâet namazın
rükünlerinden olduğu için, namazın bir bölümü zikredilip tamamı kastedilmiştir.
Nitekim kıyam, rüku ve sücuddan herbiriyle de böyle namazın tamamı anlatılmış
olur. Buna göre mânâ, "gece namazından kolayınıza geldiği kadar
kılın" demektir. Namaz mânâsı kastedilmiş olması nedeniyledir ki, önceki
zor olan gece kıyamı kaldırılmış, onun yerine kolayı emredilmiş olur. Buna
akşam ve yatsı namazları diyenler olmuş, teheccüd namazının vacip olma hükmü
kaldırılarak nafile yapıldığını veya tercihe bırakıldığını söyleyenler
olmuştur. Gerçekte bu kırâette namaz veya kıyam kaydı gözetilmediği surette
"gecenin birazı hariç olmak üzere kalk" emrindeki zorluğun
"Kur'ân'dan kolay geleni okumak"la hafifletilmiş veya kaldırılmış
olması gerekmez. Olsa olsa bu emir yalnız "Kur'ân'ı yavaş yavaş, güzel
güzel oku" emrine karşılık olmuş olur. Oysa bu âyetin devamı, zorluğun
hafifletilmesi içindir. Âyette geçen "kolay geleni" ibaresi de bunu
gösterir. Mecaza götüren şey ve karine (ipucu) de bu demek olur. Ancak bu
durumda "Kur'ân" isminin de "Çünkü sabah namazı
şahitlidir." (İsrâ, 17/78) âyetinde olduğu gibi kırâet mânâsına mastar
olarak "namaz"dan mecaz olması ve okumanın kolaylığının da daha sonra
değil, erkânından bulunduğu namazın kolaylığı dolayısıyle düşünülmesi gerekir.
Bunlar ise görünen mânânın pek aksinedir. Bunun için hem Kur'ân ve kırâetin
hakikat mânâsının korunması, hem de namaz mânâsının gözetilmesi için "gece
kalk" âyetinde "namaza kalk" takdirinde namaza kalkmak mânâsı
ile söz konusu edilen kıyamı "fâ" harflerinin bir sıralama ifade
etmesi karinesinden yararlanarak burada da okumaya kayıt olarak düşünmek
yeterlidir ki, mânâ: yani, "namazda Kur'ân"dan kolayınıza geleni
okuyun", o kadarı yeterlidir, demek olur ve hafifletme, sözün mânâsından
anlaşılmış olur.
Diğer bazı tefsirciler ise, okuyun emri, gece
namazla değil, Kur'ân'ın kendisini okumakla ilgili emirdir. Dolayısıyla her
gece en az elli âyet okumalı" demişlerdir.
İKİNCİSİ, emrin görünen mânâsı yine vücub yani
gereklilik içindir. Yani gece ibadet ve okuma yine farz, ancak önceki gibi
sayılamayacak şekilde çok olmak şart değil, kolayına geldiği kadar demektir. Bu
şekilde bunun da hükmünün kaldırılması, ikinci "okuyun" ve
"namazı kılın" emirleriyle gerçekleşmiş olur. Maksat yalnız Kur'ân
okumak olduğuna göre de, her gece biraz Kur'ân okumak bu şekilde farz olmuş
olur. Bu ise namazda olabileceği gibi, namaz dışında da olabilir. Fakat bazı
tefsirciler, "kolaya gelen" sözünden, bunu kişinin isteğine bırakmak
mânâsı anlaşılacağına dayanarak bu emrin nafile için veya mübah olmak için
olduğu kanaatına varmışlardır ki Ebu Hayyan buna "çoğunluğun görüşü"
demiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ, "Kur'ân'dan kolay gelen."
Kur'ân'dan kolay gelen ne kadar olabilir? Mutlak mânâda düşünülmesi durumunda
güç dahilinde olarak yormayacak, zahmet vermeyecek kadar demek olacağından bu
ise kişilerin ve durumun şartlarına göre değişebileceğinden, âyetin görünen
mânâsına göre bu miktarın ne olacağı belirlenemez. Bununla beraber bunu mutlak
şekilde okumak mânâsına yorumlayanlar, gelenekleri ve atalarımızın
alışkanlıklarını göz önünde bulundurarak "en az elli âyet olmalıdır" demişlerdir.
Fakat her farzda esas olarak sabit bir miktar belirlemek zaruri olduğu için
namazın bir rüknü olarak farz olan kırâetin en az ne kadar olacağı hususunda
İmam-ı Azam Ebu Hanife'den üç rivayet vardır: 1. En az, kısa bir âyet
olmalıdır. 2. Kur'ân ismi verilecek ve bir insan sözüne benzemeyecek kadar
olmalıdır. 3. En az üç kısa âyet veya bir uzun âyet olmalıdır. Çünkü en kısa
sûre, üç kısa âyetten meydana gelmiştir. Bu rivayet, İmam Ebu Yusuf ile İmam
Muhammed'in de görüşüdür. Fetva da buna göre verilmektedir. İmam Mâlik ve İmam
Şâfii: "En az Fatiha okumak farzdır. Zira "Fatihasız namaz
yoktur." hadisi bunu ifade eder demişlerdir. İmam-ı Azam vacip ile farzın
arasını ayırarak bu hadis ile namazda Fatiha'yı okumanın vacip olduğu sabit ise
de "Kur'ân'dan kolay gelen" âyeti ile sabit olan farzlığın mutlak
olduğu ve dolayısıyla kasten Fatiha'nın terk edilmesi durumunda namazın yeniden
kılınması gerekirse de unutarak terk edilmesi ve sehiv secdesi yapılmaması
halinde vakit geçmiş ise o namazı tekrar kılmanın vacip olmayıp müstehab
olacağı görüşüne varmıştır.
Burada bir de şuna dikkat etmek gerekir ki,
"Kur'ân'dan" sözünün başındaki ittifakla daha önce geçen ve
"şey" mânâsına gelen yı açıklamaktadır. Dolayısıyla "Kur'ân'dan
kolay gelen şey" sözü, Kur'ân'dan bir parça mânâsına yorumlanır. Yani bir
sûre veya bir ya da birkaç âyet gibi yine "Kur'ân" demek sahih olan
bir parça okuyun demektir.
Şimdi bu kolay olmanın ve daha önce yapılması
emredilen hükmü kaldırmanın gelecekle ilgili olmak üzere hikmeti açıklanarak
buyruluyor ki, Allah, başlangıcı olmayan ilmiyle bildi ki, sizin içinizde
hastalar olacak diğer bir takımları da olacak.
Allah'ın lutfettiklerinden bir şey aramak
üzere yeryüzünde yol tepecekler, ticaret için şuraya buraya yolculuğa
çıkacaklar. Diğer bir takımları da olacak, onlar da Allah yolunda
çarpışacaklar, cihat edecekler. Bunlar için ise, yukarıda sözü edilen gece
ibadeti imkânsız olacak, bu emri yerine getiremiyecekler.
Burada Allah'ın lütfundan kazanç elde etmek ve
ticaret yapmak için yolculuğa çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin
yanyana zikredilmiş olmalarında bunların ikisinin de mükâfatta birbirlerine
yakın olduklarına işaret vardır. Beyhaki "Şuab-ı İman" da ve daha
başkaları Hz. Ömer (r.a)'in: "Bana ölümün geleceği haller içinde Allah yolunda
cihattan sonra en sevgili hâl, ben bir dağın iki bölüntüsü arasında Allah'ın
lütfundan bir şey aradığım sırada ölümün bana gelmesidir." dediğini ve bu
âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir. İbnü Merduye'nin İbnü Mes'ud'dan rivayet
ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): "Her kim müslüman şehirlerden
birine bir yiyecek getirir de onu günün fiyatıyla satarsa, kesinlikle Allah
yanında onun bir mevkii olur." buyurmuş, sonra da şunu okumuştur:
Kısacası bunlar ve bunlar gibi gözetilmeleri
ve çalışmaları gereken bir takım mazeretli kişilerin gece ibadetini
başaramıyacaklarını Allah bildiği için bundan böyle, ondan, yani Kur'ân'dan
kolay geleni okuyun ve sade farz olan vakit namazını kılın ve zekâtı verin ve
Allah'a güzel bir ödünç takdim edin yani ilerde sevabını almak üzere iyi
niyetle ve samimiyetle, ödünç verir gibi hayır yolunda harcamalar yapın.
(Bakara, Hadid ve Teğabün sûrelerinde ve diğer sûrelerde geçen benzerlerine
bkz.) Çünkü nefisleriniz için önceden her ne hayır yapıp gönderirseniz Allah
yanında onu hayır ve mükâfatı daha büyük olarak bulacaksınız, hem de Allah'tan
mağfiret dileyerek bütün hallerinizde sizi bağışlamasını isteyin. Çünkü Allah
çok bağışlayan, çok merhamet edendir. İsteyenleri, bağışlaması ve rahmetiyle
arzuladıkları şeye ulaştırır. "Allah'ım! Peygamberlerin efendisi olan
Resulüne (s.a.v) indirdiğin Kur'ân hürmetine bizlere ve iman ile bizleri geçmiş
olan kardeşlerimize mağfiret buyur, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en
hayırlısısın. Amin.!
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
müzemmil suresi - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.