Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Müminun Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
23-MÜ'MİNUN:
1- Gerçekten felah buldu o müminler.
FELÂH: Murada ulaşmaktır. Hayırda sonsuzluk
diye de tarif edilmiştir.
İFLÂH: Kurtuluşa erişmek mânâsına geldiği gibi
felâha girmek, yani bizi ifademizle selamete ermek, huzur bulmak mânâsına da
gelir ki, Kur'ân'da genellikle bu mânâda gelmiştir. Burada Allah Teâlâ, yedi
özelliği kendinde toplayan kimseler için kurtuluşun muhakkak olacağını
müjdelemektedir ki, bu yedi özellikten birincisi imandır. (İmanın tarif ve
tefsiri hakkında Bakara, 2/3. âyetin tefsirinde açıklama geçmişti, oraya bkz.).
2-İkincisi şudur: Ki onlar namazlarında huşû
içindedirler. Huşûu, bazıları korku, çekingenlik gibi kalp fiillerinden olmak
üzere tarif etmiş; bazıları da sükûnet içinde olmak ve sallanmayı terk etmek
gibi organlara ait fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalp'te,
tezahürü beden de olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe ait tarafı,
Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi, Hakk'ın
emrine baş eğdirip söz dinlettirecek ve edeb ve tazimden başka bir şeye
yönelmeyecek şekilde kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Dış
görünüşle ilgili yönü de, vücut organlarında bu duygunun belirlenmesiyle bir
sakinlik ve sükûnet meydana gelmesi, gözlerinin önüne, secde yerine bakıp, sağa
sola, şuna buna iltifat etmemesidir. Bundan dolayı, "huşû"un aslı
namazın şartlarından olan niyetin samimiliği ile; tezahürleri de namazın adâb
ve diğer tamamlayıcıları ile ilgilidir. Hasen'den ve İbnü Sîrin'den rivayet
olunduğuna göre Resulullah ve ashabı namazda gözlerini gökyüzüne kaldırırlardı,
bu âyetin inmesi üzerine önlerine eğdiler ve ihtisar'ı terk ettiler. Buharî ve
Müslim'de Hz. Aişe (r.anha) den de rivayet olunur ki: "Resulullah'a
namazda iltifat (yüzünü çevirip bakma) hakkında sordum, buyurdu ki: "O bir
çalmadı ki, şeytan onu kulun namazından çalar, kaçar."
Hakim Tirmizî'nin, Kasım b. Muhammed yoluyla
Esmâ binti Ebî Bekir'den Hz. Aişe'nin annesi Ümmü Ruman'dan rivayet ettiği bir
hadiste, muhterem Ümmü Ruman (r.anha) demiştir ki: "Namazımda
sallanıyordum. Ebû Bekir (r.a) gördü, beni öyle bir azarladı ki, az daha
namazdan çıkacaktım. Sonra da dedi ki: 'Resulullah'ı dinledim, şöyle
buyuruyordu: Herhangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun,
yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda azaların süküneti namazın
tamamındandır."
3- Ve onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz
çevirirler. Boş yere söylenilen sözden ve işlerden sakınırlar.
4- Onlar ki, zekat (vazifelerin)ı yerine
getirirler. Bundan ilk akla gelen mânâ mallarının zekatını verirler, demektir.
Fakat bazıları da bu ifadeye göre zekattan maksadın, temizlik ve temizleme
mânâsı olduğunu söylemişlerdir. bununla birlikte zekatı yaparlar demek nefsî,
bedenî, mâlî, zekatın hepsine de şâmil olabilir.
5-6-7- Ve onlar ki iffetlerini korurlar. Ancak
eşleri ve ellerinin sahip oldukları (cariyeler) hariç zira bunlar kınanmış
değillerdir. Şu halde, kim bunun ilerisine gitmek isterse işte onlar haddi aşan
kimselerdir. Bu âyetin görünen mânâsı müt'a nikahının da haram oluşunu ifade
eder.
8- Yine onlar ki, emanetlerine ve ahitlerine
riâyet ederler. Emanet yalnız mala has değildir. Bütün şer'î teklifler, Allah'a
ait haklar ve kullara ait haklar, vekaletler, velayetler, memuriyetler de
emanetlerdendir. Ahid de, gerek Allah'a ve Peygambere ve gerekse insanlara
karşı olan anlaşmaları ve taahhütleri içine almaktadır.
9- Ve onlar ki, namazlarını muhafaza ederler.
İlâhî emanetlerden olan farz namazlarını geçirmek veya eksik bırakmamak için
daima gözetirler de vakti vaktine şart ve âdâbı ile kılmaya devam ederler ve
namazlarını muhafaza etmek için mücahede ederler, gayret gösterirler.
10-*} İşte onlar, bu vasıfları kendilerinde
bulunduran müminlerdir ancak bu varisler. "Kullarımızdan, takva sahibi
kimselere verdiğimiz cennet, işte budur." (Meryem, 19/63), "Yeryüzüne
iyi kullarım varis olacaktır" (Enbiya, 21/105) âyetleriyle açıklanan mirasa
sahipler, o hakka layıklar.
11- Ki Firdevs'e varis olacaklar. Onlar orada
ebedî olarak kalacaklardır. Bazıları Firdevs, Habeş dilinde ve Rumcada, cennet
demek olduğunu söylemişlerdir. Resul-i Ekrem (s.a.v) den Ebu Musa el-Eş'arî
(r.a) rivayet etmiştir ki: "Firdevs, Rahmân'ın maksûresi (mahfili) dir.
İçinde nehirler ve ağaçlar vardır." Ebû Ümame (r.a) de şunu rivayet
etmiştir: "Allah'tan Firdevs'i isteyin, çünkü o cennetlerin en yücesidir.
Firdevs'de bulunanlar Arş'ın gıcırtısını işitirler."
Bu şekilde mutlu insanların vasıflarını
açıkladıktan sonra yüce yaratıcının, yaratışını ve kudretini düşündürmek ve
ahiretin hak ve gerçek olduğunu anlatmak için, genel olarak insan cinsinin
yaratılışının başlangıcını ve halden hale yaratılışı esnasında geçirmekte olduğu
değişiklikleri, dokuz derece üzere göstererek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
12- And olsun biz insanı, çamurdan, bir
sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık.
13- Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta
(rahimde) nutfe (sperma) haline getirdik.
14- Sonra nutfeyi bir alaka (embrio) yarattık,
derken o alakayı bir mudga (bir çiğnem et parçası halinde) yarattık, derken o
mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra
onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli
olan Allah, pek yücedir.
15- Sonra siz bunun ardından, muhakkak ki
öleceksiniz.
16- Sonra da siz, şüphesiz, kıyamet gününde
tekrar diriltileceksiniz.
12- 1- Çamurdan bir sülâleden.
SÜLÂLE kelimesi sell masdarından alınmadır.
Sell, bir şeyi bir şeyden incelik ve yumuşaklıkla sıyırıp çıkarmak demektir.
Nitekim dilimizde de bilindiği üzere, kılıcı kınından sıyırıp çekmeye
"Sell-i Seyf" denilir. Böyle "fuâle" veznindeki isimler,
alındıkları fiile göre bazan gaye olurlar, "hülâsa" gibi ki, sülâle
de buna benzer; bazan da olmazlar, "kulâme, künâse" gibi Keşşâf'ın
açıklamasına göre bu vezin, bir kıllet (azlık) mânâsıyla da ilgilidir.
Dilimizde bu veznin karşılığı (...inti) ekiyle yapılan kelimelerdir ki,
süzüntü, kuruntu, kırpıntı, süprüntü gibi. Fakat sell fiilini bir kelime ile
ifade edemediğimizden sülâle kelimesini bu şekilde terceme edememişizdir. Şu
halde bir şeyin sülâlesi o şeyden sıyrılıp çıkarılan bir netice demek olur.
Çoluk çocuğa da sülâle denilmesi bu mânâya göredir. Bundan dolayı, sülâle
tabirinden bir silsile mânâsı düşünürüz. Çünkü sülâle aslın değil, ondan
süzülüp çıkarılan hülâsanın ismidir.
İşte insan, yaratılış evrelerinde önce, böyle
çamurdan sıyrılıp çıkarılmış bir sülâleden yaratılmıştır ki, bu mertebe ilk insan
olan Âdem'in yaratıldığı ve dolayısıyla insan cinsinin, insan organlarının ilk
başladığı evre olmakla, hiçbir insan tohumu ile meydana gelmiş değildir.
Bazıları burada "tîyn" Âdem (a.s)in bir ismidir, demiş bazıları
sülâleden maksat Âdem'dir demiş ise de ikisi de doğru değildir. Zira Âdem,
insandır. "Biz muhakkak insanı yarattık" (Tîn, 95/4) âyetindeki
ifadeye dahildir. Ayetin açık mânâsı, bu sülâle'nin Âdem'den önce olmasıdır.
Hatta bir kısım tefsircilerin İbnü Abbas, İkrime, Katâde ve Mukatil'den nakledildiğine
göre, burada kelimesini Âdem diye tefsir etmişler. "lâm"ı ahid lâmı
olarak kabul etmişlerdir. Gerçi tahkîkçi âlimlerin görüşü cins için olmasıdır.
Sözün gelişi de buna uygundur. Nitekim
Ebussuud, demiştir ki: "el-insan"
ile kastedilen cinstir ve anlam şudur: Billahi insan cinsini Âdem'in
yaratılmasıyla "tıyn"den, yani çamurdan bir sülâleden toplayıp
yaratmakla halk ettik..." Bununla beraber ahd olduğu takdirde de zımnen bu
mânâ gerekir.
Demek ki, yüce yaratıcı, önce çamurdan seçerek
bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa o sülâleden yaratmıştır. Hıcr Sûresi'nde
"Yoluna girmiş, şekillendirilmiş balçık"(Hıcr, 15/26) denilmiş olan
bu çamur sülâlesinin, Fahreddîn Razî'nin de kaydettiği üzere, bir kısım
tefsircilerin açıklamasına göre insanlara gıda olarak insanlığın organlarına
ilk dönüşen maddeler olarak düşünülmesi mümkündür ki, bu maddeler çamurdan
sıyrılmış çıkmış madensel veya bitkisel veya hayvansal maddelerdir
(elementlerdir). Nitekim sülâle, nutfenin meydana geldiği gıda maddeleri ile de
tefsir edilmiştir ki, bu mânâ ile bu âyet, yalnız Âdem'e veya Âdem mânâsında
cinse ait olmakla kalmayıp her ferde de doğrudan doğruya uygun olur. Çünkü gıda
maddelerinden her insanda insan uzuvları yaratıldığı ve bu şekilde insanın
yaratılışına bu maddelerin seçilerek bir başlangıç oluşturduğu bilinmektedir.
Bu ise seçilip ayıklanınca ilk insanın yaratılış maddesini idrak için bir delil
olur. Ancak sonraki insanlarda bu maddeler, bir insan menisi ile geçmiş olan
bir vücut içinde hazım ve temsil olunduğundan bunu, insan bedenine daha önce
verilmiş olan hayat gücünün bir eseri olarak düşünmek ve bundan dolayı baba
menisinin kuvvetine aitmiş gibi görmek uygun olmaz. Halbuki ilk insanın
yaratılışında böyle bir düşünceye imkan yoktur. Çünkü bu maddeleri insan şekline
sokmak için henüz bir insan varlığı yoktur.
Bundan dolayı, o yüce yaratıcının ilk evvel
yaratmış olduğu açıktır. Âyetin hatırlattığı esas nokta da budur. Bu
açıklamadan anlaşıldığına göre demek olur ki, insan cinsinin ilk yaratıldığı
çamur sülâlesi, ilk insanın ve ilk insan hücreciklerinin yaratıldığı zamana
kadar, çamurdan seçilip çıkarılmış olan ve sonra insanın erzakı, hizmetini
yerine getirdiği üç mevcut şey'in özüdür. Allah Teâlâ, çamurdan madenleri,
bitkileri ve hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâlasasından da
insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonucu olmuştur.
Bize ulaşan eserlere göre insanın yaratılışı,
yukardaki üç maddenin yaratılmasından sonra olduğunda bir ihtilaf görülmüyor.
Şu halde topraktan insana kadar üç şeyin bütün cins ve nevileriyle gerçek bir
tasnifi tam mânâsıyla bilinse, kuru toprağın ilk insan hücresi haline gelinceye
kadar geçirmiş olduğu yaratılış ve seçilme evreleri anlaşılabilecekti. Bundan
dolayı madenlerin, bitkilerin ve hayvanların tasniflerine çok önem verilmiş ve
zaman zaman değişik bakış açılarından değişik tasnifler yapılmış ve türlü
düşünceler ileri sürülmüştür. Netice olarak İbnü Türkete'l-İsfahânî, Füsûs
Şerhinde demiştir ki :"Yeryüzünde ilk meydana gelen madenler, sonra
bitkiler, sonra hayvanlardır. Ve Allah Teâlâ bu mevcut şeylerin cinslerinden
her sınıfının sonunu, takip edenin başlangıcı kıldı da madenlerin sonunu ve
bitkilerin evvelini mantar, bitkilerin sonunu ve hayvanların evvelini hurma,
hayvanların sonunu ve insanın evvelini maymun kıldı ki, birbirine ulanma
birliği bozulmadan, değişmeden, aralanmadan, kesilmeden korunsun ve birbirine
bağlansın."
13-2- Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta
(rahimde) nutfe haline getirdik, yani o insan cinsini veya neslini sağlam bir
karargah olan rahimde yerleşen bir nutfe yaptık. Önce bir çamurdan, bir
sülâleden yaratılmış olan insan bundan sonra "Sonra onun zürriyetini
nutfeden, hakîr bir sudan üretmiştir" (Secde, 32/8) âyet-i kerimesine
göre, hakîr bir su sülâlesi olan nutfeden çoğalma yoluyla yaratılarak diğer bir
sülâle oldu. Hem her nutfe'den değil, rahimde yerleşen nutfeden; her rahimde
değil, rahimde yerleşen nutfeden; her rahimde değil, sağlam, aldığını tutan,
güçlü ve sağlam bir rahimde. Buradan anlaşılıyor ki, Kur'ân'da nutfe yalnız
menînin ismi değil, daha çok menî içindeki tohumun ismidir. Zira rahimde karar
kılıp yerleşen odur. Bir de zamirinin, çekilmiş, sıyrılmış mânâsı ile sülâleye
ait kılınması da caiz görülmüştür ki, o çamur sülâlesini nutfe yaptık, demek
olur.
İşte nutfe yapıldıktan sonra insan yaratılışı,
doğal ve kanunî denilen malum şeklini almış oldu. Yoksa ille başta çamurdan
sülâlenin, sülâleden insan veya nutfesinin yaratılışı doğa üstüdür. Çünkü henüz
bir insan ve tabiatı yoktu. Demek ki insanı yaratan yaratıcı kudret insan
tabiatından başkadır. Herhangi bir şeyin tabiatı ise o şeyin kendisinin dışında
olamaz. Onun için bir şey, kendisinin gayrısı olamayacağı gibi, tabiatının
gayrısı da olamaz. Bu yüzden tabiat ancak devamlı ve değişmez bir şey olmak
üzere düşünülebilir. Ve bir şey kendisi değişmedikçe tabiatının değişmesine
imkan yoktur. Bundan dolayı herhangi bir şeyin tabiatında bir değişme görüldüğü
zaman, o şeyin kendisinde bir değişme meydan geldiği anlaşılır ve ona dıştan
bir etki aranır. Tabiî ilimler adı verilen ilimlerin hiçbiri yoktur ki, tetkik
ettiği bir değişmenin ayrı bir sebebini aramasın da kendi kendine tabiatıyla
oluvermiş diyebilsin.
Hatta bu noktada, iyice düşünülünce
"Tabii ilimler" denilen ilimler, tabiatların kendi kendine
değişmesini kabul etmeyip, değişmenin dış etkenlerini arayan ve bu şekilde hiçbir
olayın tabiî olmadığını ispat eden ilimlerdir, denmekte tereddüt edilmez. Çünkü
bir tabiatın, kendisinin dışında bir eşinden etki almasıyla izah edilen
olaylara tabiat demek çelişki olur. Evet tabiatta değişme, seçilme, gelişme yok
değildir. Fakat o seçimi ve gelişmeyi yapan tabiat değil, tabiatlar üzerinde
hakim olan yaratıcıdır. Eğer tabiat hakim olsaydı, çamur normal olarak kalır,
ondan bir sülâle çıkamaz, insan ve nutfe gelişmesi ve seçilip çıkarılması
olamazdı. Hatta nutfe yaratıldıktan sonra nutfe tabiatından ileri geçemezdi. Bu
takdirde bilinmesi lazım gelir ki insanın, tabiî sayılan nutfeden meydana
gelmesi evrelerinde de insanı yaratan nutfe tabiatı değil, nutfeye ve rahime o
yaratılış değişimini veren yüce yaratıcıdır. Onun için buyuruluyor ki:
14-3- Sonra nutfeyi aleka olarak yarattık.
Rahime iliştirip aşılama yaptırarak tutturup pıhtı kan gibi bir tutuk haline
değiştirdik.
ALEKA: Esasen uluk ve tealluk gibi ilişmek ve
yapışıp tutmak mânâsından alınmış olarak ilişken, yapışkan şey demektir. Donuk
pıhtı kana da, denilir. Tefsirciler, genellikle "dem-i câmid" (donmuş
kan) diye tefsir etmişlerse de asıl maksat, rahimde aşılanmanın meydana
gelmesiyle oluşan alûktur. (Hac, 22/5. âyetin tefsirine bkz.)
4- Arkasından alekayı mudğa yarattık, bir çiğnem
et parçası haline değiştirdik.
5- Arkasından mudğayı kemikler yarattık. Yani
bir çiğnem et parçasından birtakım kemikler yarattık ki, bunlar hikmetin gereği
üzere vücudun çatısını meydana getiren direkleridir. Ne hoş ve güzel hikmettir
ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarı çıkınca
sertleştiği gibi, kemikler de rahimde iken yumuşak ve çocuk doğduktan sonra
sertleşecek bir yaratılışta yaratılmışlardır.
6- Arkasından o kemiklere bir et giydirdik,
bütün o kemikler, her birine uygun birer et ile donatılarak tamamı zarif bir et
kisvesiyle giydirilip, kuşatıldı.
7- Sonra onu bambaşka bir yaratık olarak inşa
eyledik. Yani organlarıyla, ruhuyla, kuvvetiyle, boyu posu ile onda öyle güzel
bir yaratılış meydana geldi ki, hiçbir mahluka benzemez, bambaşka bir halk,
"en güzel surette" dilber bir insan oldu. Şimdi yaratanların en
güzeli Allah, çok büyük, çok yüksektir. Yani bütün feyz ve bereketin esası
O'nda, her şeyin yaratıcısı o, O'nun yaratmasından sonra vücuda gelen hikmet ve
sebeblerin herbiri bir yaratıcı sayılsa ve bu şekilde birçok yaratıcılar
farzolunsa Allah, bütün o yaratıcıların en güzeli, en güzel yaratanıdır. Her
hilkatin her seçilmişliğin, her tekamülün, her güzelliğin ilk icadı, ilk
numunesi ancak O'nun yaratması ve diğerlerindeki yaratıcılığın bütün aslı
O'nundur. Mevcut olmayan tabiatları vücuda getiren, vücuda gelen tabiatları
dilediği gibi değiştirerek en güzel oluşlar için kıvamına koyan, cansız bir
çamurdan çoğalan bir sülâle çıkaran, bayağı bir sülaleden yukarda geçtiği üzere
gönülleri alıp götüren bir insan yaratan o Allah, öyle büyük, öyle yüksek ki,
ne kadar yaratıcı kabul edilse öyle güzel, öyle güzel yaratan düşünülemez.
Zehî zâtın nihân ü ol nihândan mâsivâ peydâ
Bihâr-ı sun'ına emvâc peyda ka'r nâpeydâ
Bülend ü pest-i âlem şahid-i feyz-i vucûdundur
Değil bîhude olmak yoğ iken arz u semâ peydâ.
Meâl-i hikmetin ızhâr-ı kudret kılmağa etmiş
Gubâr-ı tîreden âyîne-i kiti nüma peydâ.
Demâdem âks alır mir'ât-ı âlem kahr u
Lütfundan
Anınçün geh kudûret zâhir eyler geh safâ peydâ
Gehî toprağa eyler hikmetin bin mehlikâ pinhân
Gehî sun'un kılar topraktan bin mehlikâ peydâ
Cihan ehline tâ esrâr-ı ilmin kalmayan mahfî,
Kılıptır hikmetin küffâr içinde enbiyâ peydâ.
"Gizlidir zâtın ve o gizlilikten bütün
âlem görünür,
Yaratış denizinde dalgalar görünür, derinlik
görünmez.
Yüksek ve alçak, bütün âlem ebedî varlığının
şahididir.
Yok iken yeryüzü ve gök, ortaya çıkması boşa
değildir.
Hikmetinin mânâsı kudret ortaya koymak,
dilemiş,
Küçücük zerreden dünyayı gösteren bir ayna
yaratmıştır.
Âlemin aynası her an kahrından ve lutfundan
akis alır.
Onun için bazen bulanık görünür, bazen berrak
görünür.
Hikmetin bazen toprağı bin ay yüzlü gizler,
Yaratman bazen, topraktan bir ay yüzlü
çıkarır.
Dünya ehline ilminin esrarı, gizli kalmasın
diye,
Hikmetin, kâfirler içinde, peygamberler
çıkarır."
İnsanlar, böyle bambaşka bir oluşumda, en
güzel bir kıvam ile yaratılmış olduklarından dolayı kendilerini her murada
ermiş, kurtuluş ihtiyacından uzak olmuş zannetmemelidir. Ey insanlar:
15- 8- Sonra şüphesiz bundan sonra muhakkak
öleceksiniz.
16-9- Sonra da muhakkak kıyamet gününde tekrar
diriltileceksiniz. Bundan dolayı yukarda açıklanan vasıfları kazanarak,
kurtuluşa çalışmak gerekir.
İnsanların başlangıç ve sonucuyla yaratılış
evreleri hatırlatıldıktan sonra, hayat ve bekaları ve uyanmaları ve
sorumlulukları ile ilgili olan bazı sebebler ve ilâhî nimetlerin de
yaratılışına işaretle buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
17- Andolsun biz, sizin üstünüzde yedi yol
yarattık. Biz, yaratmaktan habersiz değiliz.
18- Gökten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu
yerde durgunlaştırdık. Bizim onu gidermeye de elbet gücümüz yeter.
19- Böylece onun (yağmurun) sayesinde sizin
yararınıza hurma bahçeleri ve üzüm bağları meydana getirdik ki, bunlarda sizin
için bir çok meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz.
20- Tûr-ı Sinâ'da (dahi) yetişen bir ağaç da
meydana getirdik ki, bu ağaç, hem yağ, hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri
(zeytin) verir.
21- Hayvanlarda da sizin için elbette ibretler
vardır. Onların karınlarındakilerden size içiririz. Onlarda sizin için birtakım
faydalar daha vardır; ayrıca etlerini yersiniz.
22- Hem onlara ve hem gemiye yüklenirsiniz.
17- Yedi tarîka; TARÂİK, tarîka nın çoğuludur.
Bunun tefsirinde birkaç değişik görüş söylenmiştir:
1- Tarîka kat mânâsına gelir. Nitekim denilir
ki, "bir biri üzerine kat kat elbise giydim" demektir. Bu şekilde
"seb'a terâik" yedi kat demek olur. Ve "Yedi kat gök..."
(Mülk, 67/3) mânâsını ifade eder.
2- Tarîk gibi yol demektir. O halde
"seb'a tarâık" yedi yol demektir. Bazıları yıldızların yolları
olmasından dolayı göklere tarâık denildiğini söylemiştir. Fakat bu şekilde
maksat "Her biri belli bir yörüngede yüzmeye (akıp gitmeye) devam
ederler." (Yâsîn, 36/40) âyetine göre yıldızların yüzdükleri gökler ve
yörüngeler olmuş olur ki, bu ise sadece yedi değil, çoktur.
Bundan dolayı uygun olan, diğer birçoklarının
tercih ettiği gibi meleklerin yukarı yükselme yolları olması itibariyle
göklere, tarâık, denilmiş olmasıdır ki, görünen gök bunların ancak birisidir.
3- Tarîkat, diğer bir deyişle sistem
mânâsındadır ki, son zamanlarda dilimizde manzume veya meslek diye de tercüme
edilmiştir. Nitekim güneş sistemi demek olan "sistem soler" güneş
manzumesi, güneş mesleki diye bilinmektedir. Buna göre "seb'a tarâık"
yedi sistem demek olur ki, güneş sistemi bunların birincisidir.
Görülüyor ki, bu üç mânânın üçünde de
"seba tarâık" yedi gök demek oluyor. Bizce bu görüşlerin en güzeli,
meleklerin çıkış yolları demek olan yedi yol mânâsına olmasıdır. Âyetin sonu da
bu yedi yolun ilim ile alâkasını anlatmaktadır. Bu delil ile biz, yedi gök
denilen bu yedi yoldan insanları yukarıdan kapsayan yedi anlama yolunu
anlıyoruz ki, bunlar beş duyu ile akıl ve vahiy yollarıdır. Zira buyuruluyor
ki; ve biz, yaratmaktan habersiz değiliz. Yani yüce yaratıcı, ne yaptığını
bilmez ve yaptığından haberi olmaz bir doğa değildir. Ne yarattığını, ne
yaratacağını bilir ve yarattığı yaratıkların durumlarından ve ihtiyaçlarından
haberdardır. Hiçbirini ihmal etmez, hepsini gözetir, hepsinin işlerini görür.
Tevbe edenlerin tevbesini, yalvaranların duasını duyar; yerin, göğün, dirinin,
ölünün her hal ve vaziyette içiyle dışıyla bütün özelliklerini bilir. Bundan
dolayı, ölenleri nasıl yeniden dirilteceğini de bilir. Fahreddin Razî'nin de
hatırlattığı üzere bu âyetin birçok konuya delâleti vardır. Şöyle ki:
1- Yaratıcının varlığına ve iradesine delâlet
eder. Çünkü yaratılışın değişmesi ve cisimlerin bir özellikten zıddı bir
özelliğe dönüvermesi, bir değiştiricinin varlığına ve eserdeki çeşitlilik,
eseri yaratanın irade ve ihtiyarına delildir.
2- Tabiat meselesinin yokluğuna delâlet eder.
Çünkü tabiat, yapıcı veya yaratıcı olsaydı, aynı şekil ve vaziyette kalması
gerekir ve bu değişme ve başkalaşma meydana gelmezdi. Buna karşılık bu
değişiklik, tabiatın kendisinde meydana gelen değişiklikten oluyor denemez,
çünkü böyle demek tabiatın bir yaratıcıya ve mucide ihtiyacını kabul etmek
demektir.
3- Bilerek yaratanın ilmini ve kudretini
gösterir. Gerçekte âcizin bir şey yapması mümkün olmadığı gibi, ilimli, şuurlu
yaratıkların, cahilden meydana gelmesine imkan olmadığı gibi, bu kadar hayret
verici işler ve beğenilip takdir edilen eserler de, cehalet eseri olamaz.
4- Yüce yaratıcının kudretinin, bütün olabilir
şeylere şâmil, ilminin bütün bilinen şeyleri kapsamış, toplu halde veya ayrı
ayrı her şeyin, koruması ve gözetimi altında bulunduğuna delalet eder.
5- Kudret ve ilmin genişliği de yeniden
dirilmenin, haşr ve neşrin mümkün olduğunu haber verir.
6- Yaratıcının yarattığından habersiz
olmaması, yaratıklar arasında sayılan insanların maddî hayatlarına ait yiyecek,
içecek vesair ihtiyaçların çaresi ve elde edilmesinden başka peygamberler
gönderilmesi ve kitapların indirilmesi gibi doğru yola sevk ve irşadlarına ve
manevî hayatlarına ait olan ihtiyaçların da çaresini ve elde edilmesini ifade
eder. Ve böylece peygamberlik ve elçilik meselesinin de esasını bir ispat
vardır. Ve gerçekte bunun arkasından su ve sudan meydana gelen bitkiler ve
hayvanlar gibi yaratılmış olan maddî nimet ve faydalı şeylerin başlıcalarına
işaret ve bunun ucunda insanların çalışması ve elde etmesiyle yaratılmış olan
gemi nimeti hatırlatıldıktan sonra, peygamberliğe ait kıssalar genişce anlatılacaktır.
Buna göre sözün neticesi şöyle olur: Yaratıcıların en güzeli olan ve insanı
yoktan var eden şanı yüce olan biz; yarattığımız yaratıklardan habersiz
olmadığımızdan üstünüzde yedi yol yarattık
18- ve gökten uygun bir ölçüde su indirdik.
Yani takdir ettiğimiz belirli bir miktar ve ölçüde yüksekten yağmur yağdırdık.
İnsanların tâ çamurundan beri hayatî gereklerinin en önemlisi olan suyun
kendisi bir nimet olduğu gibi, birçok nimetlerin meydana gelmesine sebep olduğu
da bilinmektedir. Fakat böyle olması her ihtiyaca göre bir ölçü ile sınırlıdır.
Fazlası tufân gibi yıkıcı ve yok edici olur. Onun için faydalı yağmurlar da
zaman zaman değişik ihtiyaca göre değişik miktarda yağarlar. Öyle ki bunların yağışı
ve miktarları normal bir şekilde bir düzeyde ve bir ölçüde değil, Allah'ın
dilemesi ve ilmine göre bir tasarrufa delalet eder bir şekilde az çok birbirine
benzer bir nizam içindedir.
Ve ilâhî yardımı ifade eden bu noktayı
özellikle ifade için "bi kaderin" (ölçü ile) kaydı konulmuştur. Bir
de suyun basit bir madde olmayıp iki ana madde, oksijen ve hidrojen'den meydana
gelen birleşik bir madde olduğu kimya ilminde daha sonra bilinmiştir. Demek ki,
suyun meydana gelişi bile tabii bir şey olmayıp dışardan tesir eden bir
yaratıcının sanatıdır. Bu bakımdan da su, semâvî bir tesirin neticesi ve
meyvesidir. Tabiat Bilgisi'nde yağmurlar, güneş sıcaklığı ile denizlerden ve
yerden buharlaşıp yukarıya çıkan su buharlarının toplanması, yoğunlaşması ve
suya dönüşmesi ile meydana geldiğinden bahsedilirken yağmurların doğal olarak
kendiliğinden meydana geldiğini zannetmemelidir. Bu taraf, yağmurların meydana
geliş nedenlerinden bir parça olsa da tamamı değildir. Fizik de ilmin tamamı
değildir. Gerçi ısınmakla suyun buharlaşması, soğumakla buharın su haline
gelmesi bir âdettir. Fakat gerek ısı ve gerek soğukluk suyun ve buharın bir
tabiatı olmayıp dışardan bir etkinin tesiri ile olduğu gibi, çevredeki
(temperatüre yani hava sıcaklığı)nin her an aynı seviyede durmayan değişmesi de
yüce yaratıcının emir ve tedbiri ve her seferinde oluşan yağmur miktarının
belirlenmesi ve tesbit edilmesi de ilâhî takdirin hükmünün ortaya çıkmasıdır.
Vermek istediği hayat nimetine göre özel bir miktar ile bazen normal şekilde,
bazen normalin üzerinde olarak o suyu gökyüzünden indiren O'dur.
Bir eczâhanede (labaratuarda) damıtılan,
damıltılmış suyu doğal sayan kimse görülmüyor. Çünkü bir iradenin tesiri
vardır. Halbuki onda tabiilik, yağmurun tabiiliğinden daha açık, yağmurda sanat
ve iradenin ortaya çıkışı daha yüksektir. Bundan dolayı, yaratıcıyı,
yarattıklarından habersiz zannedenler gibi yağmur duasını inkâra kalkışmamalı
ve tecrübe edilmiş olduğu üzere dua ile yağmur yağdığı zaman şaşmamalıdır.
Buyuruluyor ki, yarattığımızdan habersiz olmadık ve gökten bir ölçüde su
indirdik de onu yeryüzünde durdurduk. Irmaklarda, göllerde kaynaklarda,
kuyularda, havuzlarda, mahzenlerde, toprak içlerinde vesairede duruyor. Halbuki
bizim, onu giderivermeye de elbette gücümüz yeter. O indiriş ve durduruş zarurî
ve mecburî değil, yalnız bir nimet olarak yaratıkların hayatına ve iyiliğine
bir ilâhî yardımdır. Yoksa kurak zamanlarda görüldüğü gibi o sular kuruyabilir,
ısı çoğaltılıverilse yeryüzünde sudan eser kalmazdı. Düşünmeli ki o zaman hal
ne olurdu?
19-Fakat ne büyük bir nimet ve cömertliktir ki
böyle iken indirdik ve durdurduk da onunla sizin için bahçeler inşâ ettik. En
güzel, en faydalı bitkilere ve ağaçlara yetişip büyüme verecek. Türlü bitkilere
ve bahçeler yetiştirdik ki hurmalıklar ve üzümlükler cinsinden sizin için
onlarda bir çok meyveler var; hurma ve üzümden başka daha bir çok yemişler var
ki, faydalar temin edersiniz ve onlardan yersiniz. Yani o bağlardan bahçelerden
geçinirsiniz. Bunlardan yemek iki türlüdür: Birisi doğrudan doğruya meyveleri yemektir.
İkincisi o yüzden geçinmektir. Burada bağ ve bahçelerin hem hayati faydaları,
hem ekonomik faydaları hatırlatılmış oluyor. Bir de bunların mahsulleri,
insanların gıdasından mühim bir kısmını teşkil ettiğinden insan yaratılışının
ilk maddesi olan süzülüp çıkarılmış çamur özünün bir kısmını açıklamış olması
düşünülebilir.
20-Hurma ve üzüm gibi zeytinin de hayat ve
ekonomideki özel önemi nedeniyle buyuruluyor ki: Bir de Tûr-ı Sinâ'dan çıkan
bir ağaç meydana getirdik ki hem yağ bitirir, hem de yiyeceklere bir katık.
Burada zeytin ağacının Tûr-i Sinâ'dan çıkan bir ağaç tabiri ile ifade edilmesi
şüphe yok ki dikkat çekicidir. Deniliyor ki zeytin başlangıçta Tûr-i Sinâ'dan
çıkmış ve yayılmış veya önemli kısmı orada yetiştiğinden böyle denilmiştir.
Bununla beraber bunda Hz. Musa'nın Cenab-ı Hak ile konuşma yeri olduğu mübarek
Tûr-ı Sinâ'nın zikredilmesiyle zeytinin bereketine bir işaret bulunduğu gibi
Nur âyetindeki "mübarek bir zeytin ağacından..." (Nur, 24/35)
temsiline bir imâ da yok değildir. Zira açıklamanın hedefi, bu tecellilerden
ilâhî feyze yönlendirme ve ulaştırmadır. Çünkü aynı hava, aynı güneş ve aynı
toprakta bu çeşitli nimetlerin yaratılması, yüce yaratıcının gafil bir tabiat
olmadığını haykıran birer ibret delilleridir. (Ra'd, 13/3. âyetin tefsirine
bkz.)
21- Sizin için hayvanlarda da muhakkak bir
ibret vardır. O ağaçta ve bahçeler de hep birer ibret olduğu gibi hayvanlarda
ve özellikle en çok faydalanılan en'âm, yani koyun, keçi, sığır ve deve
cinsinde de bir ibret vardır ki, bundan habersiz olanlar o hayvanlar gibi ve
belki daha şaşkındırlar. Size onların karınlarındakinden içiririz. Kan ile
gübre arasından bembeyaz ve tertemiz süt çıkar, içilir; bir kör tabiatla bu
nasıl seçilir. Sizin için onlarda bir çok faydalar da vardır ki, bakıp gözetmek
şartıyla faydalanırsınız ve onlardan yersiniz. Meyvelerinden ve mahsullerinden
faydalandığınız gibi, kendilerinden de faydalanır ve etlerinden yersiniz
22- ve onların üzerine ve gemi üzerine
yüklenir taşınırsınız. Yine en'âm içinde sığır ve mandaya da yük çektirilir.
Fakat gemi gibi üzerine yük vurulan develerdir. Onun için Arap şairleri
develere "kara gemileri" demişlerdir ki, bizim trenlere kara vapuru
dememiz gibidir. Görülüyor ki, yaratılıştaki bu faydalı şeyler hatırlatılırken
insan yapısı olarak imâl edilen gemi hemen aşağıda getirilivermiş ve bu şekilde
"Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı." (Sâffât, 37/96)
âyetine göre insanın yaptığı şeylerin bile Allah'ın yaratığı olduğuna dikkat
çekildiği gibi, bununla kazanç bereketini yükselten ve insan toplumunun terbiye
ve kurtuluşuna kaynak olan peygamberlik nimetine karşı küfredenlerin ileride
gelecek olan kıssalarına bir giriş yapılmıştır.
Meâl-i Şerifi
23- And olsun biz, Nûh'u kavmine gönderdik.
"Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ
sakınmaz mısınız?"
24- Bunun üzerine, kavminin içinden kâfir
kodaman topluluğu "Bu, dediler, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka
bir şey değildir. Size üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber
göndermek) isteseydi, muhakkak ki bir melek gönderirdi. Biz geçmişteki
atalarımızdan böyle bir şey duymadık."
25- "Bu, yalnızca kendisinde delilik
bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp (durumu)
gözetleyin bakalım."
26- Nuh: "Rabbim! dedi, beni yalana
çıkarmalarına karşı bana yardım et!"
27- Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Bizim
nezaretimiz altında ve vahyimizle gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de tandır
kaynayınca, her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de içlerinden, daha önce
kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al.
Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle
boğulacaklardır!
28- Sen, yanındakilerle beraber gemiye
yerleştiğinde: "Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a
hamdolsun" de.
29- Ve de ki: "Rabbim! Beni mübarek bir
yere indir. Sen, konuklatanların en hayırlısısın."
30- Şüphesiz bunda sizin için birtakım
ibretler vardır. Çünkü biz, kullarımızı böyle denemişizdir.
23- And olsun ki biz Nuh'u kavmine
peygamberlikle gönderdik. A'râf Sûresi'nde (7/59-64) Hûd Sûresi'nde (11/36-49)
ve Nûh Sûresi'nde Hz. Nûh'un peygamberliği ve nasıl hakka davet ettiği hakkında
daha bazı geniş açıklama vardır. Bazı sûrelerde de daha kısa ve özlü bir
şekilde hatırlatma ve işaretler yapılmıştır ki, bunlar aynı kıssanın sadece bir
tekrarı değil, aynı konu üzerinde başka başka birer yönün açıklanmasıyla, ayrı
ayrı faydalar içeren çeşitli açıklamalardır. Mesela burada gemi nimetinin
kaynağı ve faydası hususunda peygamberlik meselesinin önemli bir noktasını
açıklığa kavuşturma vardır.
Gerçekte yarattığından habersiz olmayan Allah,
Nuh'u kavmine peygamber gönderdi de Nûh o peygamberlikle dedi ki: Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin. Size O'ndan başka hiç ilâh yoktur artık korunmaz mısınız?
Yani Allah'ı tanımadığınız ve vahdaniyetle ibadet etmediğinizden dolayı
başınıza gelecek olan büyük bir günün azabından kendinizi korumaz mısınız? Zira
diğer sûrelerde geçtiği üzere "Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir
günün azabından korkuyorum" (Arâf, 7/59) diye bildirmişti.
24- Bunun üzerine kavminden küfreden topluluk,
yani göz dolduran kodamanlar gürûhu peygamberliği inkâr ederek halka karşı dedi
ki : Bu ancak sizin gibi bir insan, üzerinize üstün ve hakim olmak istiyor.
Yani insanlık özelliği yönünden sizden hiçbir farkı, fazla bir özelliği ve
üstünlüğü olmadığı halde, peygamberlik davası ile sizin üzerinize çıkmak,
başınıza geçmek istiyor. Bu sözde iki mânâ gözetilebilir:
Birincisi: Adı geçen peygamberde normal
insanlardan fazla bir meziyyyet ve fazilet bulunmadığı iddiasıyla onu âdî bir
şahıs ve ehliyetsiz bir ihtiras sahibi gibi göstermeye çalışmak ve bu şekilde
onu sıkıntılandırmaktır ki, dünyalık mevki peşinde koşan hırslı ve hasetçi
kimselerin çoğunlukla ehliyet ve hak sahipleri kişilere karşı âdetleridir.
İkincisi: Peygamberlik davasını bütün
insanlığın üzerine çıkmak gibi fazla bir iddia zannetmek. Peygamberliği beşer
cinsinde bulunması mümkün olmayan bir fazilet davası şeklinde göstermektir ki,
Allah Teâlâ'yı yaratıklardan habersiz bir tabiat gibi zanneden Muattıla'nın
veya Allah'ın mücerred ruhânilerden başkasına tebliğatta bulunamayacağını
zanneden Sabiîlerin zanlarıdır. Onun için peygamber denildiği zaman böyleleri
onda insan üstü bir özellik bulunması, yani insan cinsinin en yüksek bir
ferdinde bile bulunmayan sırf ilâhî bir cevher ve kimlik bulunması gereğini
iddia ederler. Hıristiyanların Hz. İsa'da ilâhî bir cevher bulunduğunu iddiaya
kalkışmaları ve hatta Nastûrîlerin, biri ilâhlık biri insanlık diye iki cevher
kabul etmelerine bile razı olmamaları o iddiaya mağlubiyetlerinin bir
neticesidir. Zamanımızda birtakım Avrupalı yazarların Hz. Muhammed'in
peygamberliğini inkâr yönünde "Şüphe yok ki Hz. Muhammed, olağanüstü bir
beşer, pek büyük bir zat, fakat insanlık üstü bir vücut değil, bunun kendisi de
söylüyor 'Ben de sizin gibi ancak bir beşerim' (Kehf, 18/110) diyor."
demeleri, yani ilâhlık davasında bulunmadığından dolayı Allah'ın peygamberinin
peygamberliğini kabul etmek istememeleri de o zanna uyularak söylenmiş bir
safsatadan başka bir şey değildir. Bu zanda bulunanlar veya bu şekilde safsata
yapmak isteyenler bir insanın peygamberliği söz konusu olduğu zaman onu bütün
insan cinsinin üstünde yüksek bir kimlik iddia ediyormuş gibi anlatırlar da onun
bir ilâh veya bir melek olduğu kabul edilmedikçe Resul olduğu tasdik
olunamazmış gibi gösterirler.
İsrâ Sûresi'nde geçtiği gibi Resulullah'a
karşı Kureyş müşriklerinin bir kısmı da bu safsatayı ileri sürmüşlerdi. Buna
karşı burada bunun yanlış kaynağının yüce yaratıcıyı, yarattıklarından habersiz
zannetmek küfrü olduğu ve Nûh'tan İsa'ya kadar gelen büyük peygamberlere karşı
kâfirlerin de hep bunu söyleyegeldikleri ve ilmen iknâ olmak istemeyen bütün o
kâfirlerin sonunda peygamberliğin doğruluğu karşısında fiilen yok oldukları
anlatılmıştır. Yani Nûh'un peygamberliğine karşı kavminin kodaman kâfirleri
demişti ki: "Bu ne olursa olsun sizin gibi bir beşerden başka bir şey
değil, böyle iken insanlığın üzerine çıkmak insanlıktan daha yüksek olmak istiyor.
Allah'tan peygamberlik dava ediyor, insandan Resul mü olur?" Gerçi âyetten
ilk bakışta önceki mânâ hemen akla gelir Fakat daha sonra gelen bölümüne dikkat
edilince de ikinci mânâ; yani insanın peygamberliğinin inkârı mânâsı daha açık
görünür. Çünkü o kâfirler bunun arkasından şöyle delil getirmeye çalışıyorlar:
Ve eğer Allah dileseydi elbette melâike
indirirdi.Yani Allah insanlara elçi göndermek isteseydi yerdeki insandan değil,
elbette gökyüzünden melekleri elçi yapar indirirdi de herkes ondan Allah'ın tebliğatını
kendi alırdı. Buna "elbette" demeleri iki görüş açısındandır. Bir
kere batıl zanlarında Allah'ın beşerden birine tebliğat yapıp peygamberlik
nimeti vermesini mümkün görmüyorlar. Allah, doğrudan doğruya cisim sahibi
olanlara tesir edemez, zannediyorlar. Halbuki bu şekildeki istidlâlde bir
"müsâdere ale'l-matlûb" fesâdı (bir şeyi yine kendisiyle delil
göstermeye kalkışma yanılgısı) vardır. Yani delil davanın aynıdır. Bir de
tabiat ve vücup bakış noktasına tutunarak demiş oluyorlar ki, eğer bazı kimselere
melekleri indirmiş ise her ferde indirmesi gerekirdi, çünkü tabiat küllîdir. Bu
yanlış zan da Allah'ın mutlak yaratıcı olduğunu inkârdır.
İbrahim Sûresi'nde geçtiği üzere bu gibilere
karşı peygamberler: "Evet biz sizin gibi bir beşerden başkası değiliz.
Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lutfeder" (İbrahim, 14/11)
diye cevap vermişlerdi ki, burada da: "Biz yaratmaktan gâfil değiliz"
(Müminûn, 23/17) âyetiyle o yanlış zanları kökünden reddedilmiş ve nitekim
En'âm Sûresi'nde "Allah elçiliği kime vereceğini daha iyi bilir"
(En'âm, 6/124) buyurulmuştur. Fakat Allah'ın ilim ve iradesini bilmeyen ve
kafaları tabiat, âdet ve taklitlerle devamlı dolmuş olan kâfirler dediler ki
biz önceki atalarımızdan bunu işitmedik. Yani Nûh'un dediğini, Allah'tan başka
ilâh yoktur, kelâmını işitmemişler, yahut bazılarının sözüne göre Nûh gibi
peygamberlik iddia edeni işitmemişler, cehaletleri o kadar uzamış ki, peygamber
cinsini duymamışlar. Bununla beraber bizce bunun melâike indirilmesine işaret
olması ihtimali de vardır ki, melâike indirildiğini hiç işitmedik demiş
olurlar. Ve bu mânâ, gösterdikleri bahanelerin çürüklüğünü anlatmış olması
sebebiyle âyetin ahengine daha uygun gelir.
25-İşte o kâfirler, insanın peygamberliğini,
böyle inkâr ederek büyük peygamberlerden bir peygamber olan Nûh'u hiçbir
fazilete sahip olmayan basit bir hırslı iddiacı gibi göstermekle kalmayıp daha
ileri gittiler de halka karşı dediler ki, Bu yalnız kendisinde delilik bulunan
bir kimsedir. Yani acaib bir deli veya cin tutmuş, öyle ise onu, bir süreye
kadar gözetiniz bakalım, belki açılır.
26-30-ihayet bunlara karşı Nûh, ne dedi
bakınız: Rabbim, dedi, beni yalancı saymalarına karşı bana yardım et. O nasihat
dinlemeyen, bilimsel ve sözlü cevaplarla yola gelmek ihtimali olma yan
kâfirlere karşı fiilen başarı ile doğruluğunun ortaya çıkarılmasını Rabbından
dua etti ki, bu dua, Allah Teâlâ'yı, yarattıklarından gafil sanan o kâfirlerin
yok olması demekti. Anlamalı ki, bir peygamberin kavmi aleyhindeki duası ne
korkunç şeydir. Yüce Allah ise çok yakın ve duaları kabul edicidir. Bunun
üzerine ona şöyle vahyettik: "Gözlerimizin önünde ve bildirdiğimiz şekilde
o gemiyi yap..."
Meâl-i Şerifi
31- Sonra onların ardından bir başka nesil
getirdik.
32- Bunun üzerine, onlar arasından
kendilerine, "Allah'a kulluk edin; çünkü sizin O'ndan başka bir tanrınız
yoktur. Hâlâ Allah'tan korkmaz mısınız? (mesajını ileten) bir resul gönderdik.
33- Onun kavminden, kâfir olup ahirete
ulaşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kodaman
güruh dedi ki: "Bu dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin
yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer."
34- "Gerçekten, tıpkı kendiniz gibi bir
beşere itaat ederseniz herhalde ziyan edersiniz."
35- "Size, öldüğünüz, toprak ve kemik
yığını haline geldiğinizde, mutlak surette sizin (tekrar) meydana
çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?"
36- "Heyhât o size vaad edilen şey ne
kadar uzak!"
37- "Dünya hayatından başka gerçek
yoktur. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek
değiliz."
38- "Bu adam, sadece Allah hakkında yalan
uyduran bir kimsedir; biz ona inanmıyoruz."
39- O Peygamber: "Rabbim, dedi, beni
yalanlamalarına karşı bana yardımcı ol!"
40- Allah şöyle buyurdu: "Pek yakında
onlar pişman olacaklar!"
41- Nitekim, Hak tarafından korkuç bir ses
yakalayıverdi onları! Kendilerini hemen çepeçevre kuşattık. Zalimler
topluluğunun canı cehenneme!
31-32- Sonra onların ardından bir başka nesil
getirdik. Burada bu nesil belirtilmemiştir. Fakat Nuh Kavminden sonra
çoğunlukla Ad ve Semûd kavimleri anıldığına göre bu nesilden maksadın, Ad,
peygamberin de Hûd olması uygun olur. Semûd ve Sâlih de denilmiştir.
33- "Onun kavminden, kâfir olup ahirete
ulaşmayı yalan sayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kodaman
güruh dedi ki:" Nuh kavminin yalnız küfürlerini zikri ile yetinilmişti,
bunların hakkında ise küfürleriyle beraber ahirete gitmeyi yalanlama ve dünya
hayatında nimet ile şımarıklık özellikleri de bilhassa zikredilmiştir. Bu
özellikler, asrımız kâfirlerinin de en belirgin özelliklerini ortaya koyduğu
gibi, söyledikleri sözler de tamamıyla şimdiki kâfirlerin dillerine doladıkları
sözlerdir. Bunlarda insanın peygamberliğini kabul etmemekle beraber, peygamberi
normal bir insan seviyesinde göstermek için beşeriyeti yiyip içtiği şeylerle
mukayese ediyor ve insanlık toplumunu kökünden yıkacak olan şu propogandayı
ileri sürüyorlar.
34- Gerçekten, tıpkı kendiniz gibi bir beşere
itaat ederseniz o takdirde siz, hiç şüphesiz ziyandasınızdır. Hatırlatmaya
gerek yoktur ki, insanın insana itaatini kayıtsız şartsız inkâr eden bu söz,
hâricîlik ve anarşistlik davasıdır. Ve bir başkanın, başkanlığı altında
toplanmayan bir insan topluluğu yoktur. Cumhuriyetler bile bir başkanın
başkanlığı altında birleşmek zorundadır. Fakat kendi dünya hayatlarından
ilerisini hiç hesaba almak istemeyen ihtilâlci kâfirler, kendi garaz ve
menfaatlerini elde etmek için hürriyet davası altında itaat esaslarını yıkarak
milletlerin toplum düzenlerini yok etmekten zevk alırlar. Bunun gibi dünya
hayatının refahı ile şımarmış ve ahirete ulaşmanın yalan olduğunu diline
dolamış olan o kâfirler de Allah'ın emriyle, peygambere itaat duygusunu kırmak
için insanın insana meşru' olan itaat esasını bir esirlik ve ziyan şeklinde
göstererek kökünden baltalamaya çalışıyorlardı. Bir milletin ayakta kalmasına
en büyük darbe olan bu büyük cinayetin ahirete ait sorumluluğu söz konusu
edildiğinde diyorlardı ki:
35- Size, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını
haline geldiğinizde, mutlak surette sizin (tekrar) meydana çıkarılacağınızı mı
vaad ediyor?
36- Heyhât, heyhât! Size vaad edilen şey ne
kadar uzak!
37- Hayat, ancak bizim dünya hayatımızdır.
Ölür ve yaşarız. Yani kimimiz bir taraftan ölür, kimimiz de yeni doğar, hayata
geliriz, böyle gider ve biz bir daha diriltilecek değiliz. Öldükten sonra
dirilmeyeceğiz, o halde bu alçak hayata sarılalım keyfimize bakalım.
38- O peygamber ancak öyle bir adam ki Allah'a
karşı bir yalan uydurdu biz ise ona inanacak değiliz. İşte görülüyor ki,
zamanımız kâfirlerinin ve özellikle aydın olduğunu iddia eden zamanımız
zındıklarının dine karşı söyledikleri sözler de eski kâfirlerin bu sözlerine
benzer sözlerden başkası değildir.
39-Bunlar böyle söylediler de ne oldular? O
peygamber, yani Hûd (a.s) Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardımcı ol,
dedi.
40-Yarattıklarından habersiz olmayan Allah
Teâlâ da ne dedi bilir misiniz? Pek yakında onlar pişman olacaklar.
41- Derken Hak tarafından korkunç bir ses
yakalayıverdi onları da, biz onları bir gusâ haline getiriverdik. Yani
kendilerini bir sel köpüğü gibi savuruverdik. Artık defolsun öyle zalimler!
Meâl-i Şerifi
42-50- 42- Sonra onların ardından bir başka
nesil getirdik.
43- Hiçbir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne
de erteleyebilir.
44- Sonra biz peyderpey peygamberlerimizi
gönderdik. Herhangi bir ümmete peygamberlerinin geldiği her defasında, onlar bu
peygamberi yalanladılar; biz de onları birbiri ardından (yokluğa) yuvarladık ve
onları efsâne yaptık. Artık iman etmeyen kavmin canı cehenneme!
45- Sonra birtakım âyetlerimiz ve açık bir
ferman ile Musa'yı ve kardeşi Harun'u gönderdik.
46- Firavun'a ve ileri gelenlerine de (gönderdik).
Bunun üzerine onlar kibire kapıldılar ve ululuk taslayan zorba bir kavim
oldular.
47- Onun için: Biz, dediler, "kavimleri
bize kölelik ederken bizim benzerimiz olan bu iki adama inanacak mıyız?"
48- Böylece onları yalanladılar, bu yüzden de
helâk edilenlerden oldular.
49- Andolsun biz Musa'ya belki onlar yola
gelirler diye, o kitabı da verdik.
50- Meryemoğlunu ve annesini de (kudretimize)
bir alâmet kıldık; onları, yerleşmeye elverişli, sulu bir tepeye yerleştirdik.
Meâl-i Şerifi
51- Ey peygamberler! Temiz ve helal olan
şeylerden yiyin; güzel amel vehareketlerde bulunun. Çünkü ben sizin
yaptıklarınızı bilirim.
52- "Ve işte bu sizin ümmetiniz bir tek
ümmet ve ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının." (denildi).
51- Ey peygamberler! Temiz ve helal olan
şeylerden yiyiniz ve iyi amel işleyiniz. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı
bilirim. Yani karşılığını veririm. Her peygambere zamanında böyle hitap edilmiş
ve en sonra hepsinin ulaştığı nimetleri ifade etmek üzere bu hitap özellikle
peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e yöneltilmiştir. Burada peygamberlere
karşı "yediğinizden yiyor ve içtiğinizden içiyor diyenlerin sözlerine bir
cevap vardır. Yani peygamberler de yemeğe içmeğe izinlidirler. Fakat onlara
itiraz eden kodaman kâfirler gibi haram ve helalini ayırmadan, pisini, temizini
seçmeden yemezler, insanların haklarına tecavüz etmezler. İnsanların iliklerini
emmezler, helal ve pak olarak hoş ve temiz olan şeylerden yerler. Sonra
yedikleri de onlar gibi yalnız keyf ve zevk için değil, güzel çalışıp iyi
ameller yaparak Allah'a ibadet edip şükürlerini yerine getirmek hikmetiyledir.
Onun için maksatları, her ne olursa olsun dünya hayatının refahını yaşamaktan
ibaret olan kâfirlere, firavunlara, zalimlere itaat etmek ve onlara bağlanmak,
esirlik ve ziyan olduğu halde, peygamberlere ve onların yolundan giden Allah
adamlarına boyun eğmek ve uymak, dünya ve ahirette güzel ve temiz bir hayat
yaşatan bir nimet ve mutluluktur.
52-*} Ve işte bu, yani iyi ve temiz olan
şeylerden yiyip iyi amelleri işlemek üzere İslâm ve tevhid esasında toplanmak
bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Yani bütün peygamberlerin din ve
şeriatinin esası budur. Ve ben de sizin Rabbinizim öyle ise benden korkunuz,
benden başkasından korkmayınız.
Böyle iken:
Meâl-i Şerifi
53-77- 53- Derken insanlar kendi aralarındaki
işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip
böbürlendi.
54- Sen şimdi onları bir zamana kadar gaflet
ve sapıklıkları ile başbaşa bırak!
55- Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet
ve oğullar ile,
56- Kendilerine faydalar sağlamak için can
atıyoruz. Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar.
57- Rablerine olan saygıdan dolayı
titreyenler,
58- Rablerinin âyetlerine inananlar,
59- Rablerine ortak tanımayanlar,
60- Ve, Rablerine dönecekleri için yapmakta
oldukları işleri kalpleri titreyerek yapanlar;
61- İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve
iyilik için yarışırlar.
62- Biz hiç kimseyi, gücünün yettiğinden
başkası ile yükümlü kılmayız. Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır ve
onlar haksızlığa uğratılmazlar.
63- Hayır, onların kalpleri bu hususta cehalet
içindedir. Ayrıca onların bundan öte birtakım kötü işleri vardır ki, onlar bu
işleri yapar dururlar.
64- Nihayet, refah ve bolluk içinde olanlarını
sıkıntıya uğrattığımızda, bakarsın ki onlar feryadı basarlar.
65- Boşuna feryad etmeyin bugün! Zira bizden
yardım göremeyeceksiniz.
66- Çünkü âyetlerimiz size okunurdu da, buna
karşı siz arkanızı dönerdiniz.
67- Kafa tutardınız ve geceleyin hezeyanlar
savururdunuz.
68- Onlar bu sözü (Kur'ân'ı) hiç düşünmediler
mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi
geldi?
69- Yoksa peygamberlerini tanımadılar da bu
yüzden mi onu inkâr ediyorlar?
70- Yoksa onda bir delilik olduğunu mu
söylüyorlar? Aksine o, kendilerine hakkı getirmiştir. Halbuki onlar haktan
hoşlanmamaktadırlar.
71- Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine
uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi.
Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine
sırt çevirirler.
72- (Resulüm!) Yoksa sen onlardan bir haraç mı
istiyorsun? Rabbinin vergisi daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en
hayırlısıdır.
73- Gerçek şu ki sen onları doğru bir yola
çağırıyorsun.
74- Fakat ahirete inanmayanlar ise, ısrarla
yoldan çıkmaktadırlar.
75- Eğer onlara acıyıp da için de bulundukları
sıkıntıyı giderseydik, iyice körleşerek azgınlıklarında büsbütün direnirlerdi.
76- Andolsun, biz onları sıkıntıya düşürdük de
yine Rablerine boyun eğmediler, tazarru' ve niyazda da bulunmadılar.
77- Nihayet üzerlerine, azabı çok şiddetli bir
kapı açtığımız zaman, bir de bakarsın ki onlar orada şaşkın ve ümitsiz
kalmışlardır!
Meâl-i Şerifi
78- Halbuki sizin için o kulağı, o gözleri ve
o gönülleri yaratan O'dur. Ne de az şükrediyorsunuz!
79- Ve sizi yeryüzünde yaratıp türeden O'dur.
Sırf O'nun huzuruna toplanacaksınız.
80- Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve
gündüzün değişmesi O'nun eseridir. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?
81- Hayır, öncekilerin söylediklerinin
benzerini söylediler.
82- Dediler ki: "Sahi biz, ölüp de bir
toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle
mi?"
83- "Yemin ederiz ki, gerek bize, gerekse
daha önce atalarımıza böyle bir vaadde bulunuldu; (fakat) bu geçmiştekilerin
masallarından başka bir şey değildir!"
84- (Resulüm!) de ki: "Eğer biliyorsanız
(söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?"
85- "Allah'a aittir" diyecekler.
"Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız?" de.
86- "Yedi kat göklerin Rabbi, azametli
Arş'ın Rabbi kimdir?" diye sor.
87- "(Onlar da) Allah'ındır."
diyecekler. "Şu halde siz Allah'tan korkmaz mısınız?" de.
88- "Eğer biliyorsanız (söyleyin), her
şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi
koruyup kollayan; fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir?"
diye sor.
89- "(Bunlar da) Allah'ındır."
diyecekler. "Öyle ise nasıl olur da büyülenirsiniz?" de.
90- Doğrusu biz onlara hakkı getirdik; onlar
ise cidden yalancıdırlar.
91- Allah evlat edinmemiştir; O'nunla beraber
hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare
eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galip gelirdi. Allah, onların
yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.
92- Allah, gaybı da, açık olanı da bilir. O,
müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir.
78-92- "Bu, öncekilerin esâtîrinden başka
bir şey değildir. (dediler)"
"Esâtîr" kelimesi hakkında En'âm,
6/25. âyetin tefsirine bkz. Bugünkü kâfirlerin de din ve ahiret inançlarına
karşı yeğane sözleri esâtîr (masal) ve hurafe demekten başka bir şey değildir.
Hattâ esâtîr ve hurafe karışmış, bunları düzeltmeli diyerek dindarlık kisvesi
altında dinsizlik ilan eden nice kâfirler ve şeytanlar görüyoruz; halbuki İslâm,
esâtîr yani aslı esası olmayan geçmişlerin hikayeleri olmaktan ne kadar
uzaktır. Bakın bütün bunlara karşı Kur'ân gözün, kulağın, kalbin yaratılışını
hatırlatarak ne güzel bir manzara gösterip bildiriyor. "De ki: Yeryüz
kimindir?..."
"Eğer öyle olsaydı, her ilâh kendi
yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galebe
çalardı." Burada Allah Teâlâ'nın birliğini isbat için "temânü'"
delilinin açık bir anlatımı vardır. (Enbiya Sûresi'ndeki "Eğer, Allah'tan
başka tanrılar bulunsayd" (âyetinin tefsirine bkz. 21/22)
Meâl-i Şerifi
93-118- 93- (Resulüm!) De ki: Rabbim! Eğer
onlara yöneltilen tehdidi (dünyevî sıkıntıyı ve uhrevî azabı) mutlaka
göstereceksen,
94- Bu durumda beni, o zalimler topluluğunda
bulundurma, Rabbim!
95- Biz, onlara yönelttiğimiz tehdidi sana
göstermeye elbette ki kadiriz.
96- Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav,
çünkü biz onların yakıştırmakta oldukları şeyi çok iyi bilmekteyiz.
97- Ve de ki: Rabbim! Şeytanların
kışkırtmalarından sana sığınırım!
98- Onların yanımda bulunmalarından da sana
sığınırım.
99- Nihayet onlardan (müşriklerden) birine
ölüm gelip çattığında, "Rabbim, der, lütfen beni (dünyaya) geri
gönder,"
100- "Ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi
iş (ve hareketler) yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan
ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir
berzah vardır.
101- Sûr'a üflendiği zaman aralarında artık ne
soysop (çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini soruşturacaklardır.
102- Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa,
işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.
103- Kimlerin de tartıları hafif gelirse,
artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî
cehennemdedirler.
104- Orada dişleri sırıtır halde iken ateş
yüzlerini yalar.
105- (Allah Teâlâ,) Size âyetlerim okunurdu
da, siz onları yalanlardınız değil mi?... der.
106- Derler ki: Rabbimiz! Azgınlığımız bizi
altetti; biz, bir sapıklar topluluğu idik.
107- Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir
daha (ettiklerimize) dönersek, artık belli ki biz zalim insanlarız.
108- (Allah) buyurur ki: Alçaldıkça alçalın
orada! Bana konuşmayın artık.
109- Çünkü kullarımdan bir zümre
"Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi bağışla, bize merhamet et, sen,
merhametlilerin en iyisisin." diyorlardı.
110- İşte siz onları alaya aldınız; sonunda bu
davranışınız size beni yâd etmeyi unutturdu; çünkü siz onlara gülüyordunuz.
111- Bugün ben onlara, sabrettiklerinin karşılığını
verdim; onlar, hakikaten muradlarına erenlerdir.
112- (Allah inkârcılara) "Yeryüzünde kaç
yıl kaldınız?" diye sorar.
113- "Bir gün veya günün bir kısmı kadar
kaldık. İşte bilenlere sor." derler.
114- (Allah) buyurur ki: Sadece az bir süre
kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!
115- Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve
sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?
116- Mutlak hâkim ve hak olan Allah, çok
yücedir. O'ndan başka ilâh yoktur. O, bereketli Arş'ın sahibidir.
117- Her kim Allah ile birlikte diğer bir
tanrıya taparsa -ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur o kimsenin hesabı
ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki, kâfirler kurtuluşa eremezler.
118- Resulüm! De ki: "Rabbim, bağışla ve
merhamet et! Sen merhametlilerin en iyisisin."
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
müminun - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.