Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Mümin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
40-MÜ'MİN:
1-6- gibi ne kastedildiğini Allah bilir.
(Oraya bak!)
Gerçi muhkem muhkemat ümmülkitab-ı sînede
Kim bilir 'den maksûdı Rahmânım nedir?
"Hâ mîm", "Rahman, rahim"
harflerinden olduğu için o iki isme işaret veya yemin olduğu söylenmiş ve
"elif, lâm, râ", "Ha mim", "Nûn"un,
"Er-Rahmân" okunduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı olmalıdır ki
bazıları "Ha mim"in, "Havamim" veya "ha mimât"
"Hâ mîm"ler diye çoğul yapılmasını caiz görmemiş, sûrelerin birden
çokluğuna işaret kastolunduğu zaman "Âlü Hâ mîm" denilmesini tercih
eylemişlerdir. Bu yüzden "Ha mim" sûreleri, rahmânî ve rahimî
rahmetten birer örnektirler. Bununla birlikte "Ha mim" harfleri
Hamd'in başı, Muhammed isminin de ortasıdır. "Ey Muhammed" demek de
olabilir. Fakat çokları Kur'ân'ın veya sûrenin ismi olduğunu söylemekle
yetinmişlerdir. Bundan dolayı "alemiyet" (özel isimlik) ve te'nis
(dişilik) veya özel isimlik ve yabancı dilden gelme kelimeye benzemesi
sebepleriyle "Gayrı munsarıf" (okunurken cer ve tenvin kabul etmeyen
kelimelerden) olduğunu da söylemişlerdir.
7-8-9- Bu kelimenin açıklamısı Sâd Sûresi'nde
(11, 13. âyetler) geçmiştir. "Arş"ı taşıyanlar. "Arş"
hakkında "Âyetü'l-Kürsî" (Bakara, 2/255) ve A'raf Sûresi'nde
"Sonra Arş üzerinde hükümran oldu." (A'raf, 7/54) âyetine bakınız.
"Hamele-i Arş" (Arşı taşıyanlar), büyük meleklerdir ki el-Hâkka
Sûresi'nde "O gün Rabbinin arşını üstlerinde bulunan sekiz (melek)
yüklenir." (Hâkka, 69/17) âyetinde sekiz oldukları açıkça ifade
edilmektedir. Bazı eserlerde bugün dahi sekiz oldukları rivayet edilmiş ise de
bazıları bugün dört olup, kıyamet günü diğer dört melek ile desteklenerek sekiz
olacakları görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ki Muhyiddin Arabi de böyle der. Ve
etrafındakiler. "Melekleri görürsün ki Rablerine hamd ile tesbih ederek
Arş'ın etrafını kuşatmışlardır." (Zümer, 39/75) buyurulduğu üzere Arş'ın
etrafını donatan melekler ki bunlar çok, pek çoktur, sayılarını ancak Allah
bilir. Arş'ı taşıyan melekler ile bunlara "Kerubiyyun" derler ki,
kâf'ın üstün okunması, râ harfinin ötresi ve şeddesiz okunması ile "Kerubî"
kelimesinin çoğuludur. Şeddeli okumak hatadır. Fakat öyle yayılmıştır.
KERUB, "Kurb (yakınlık) mânâsına, kurb
(yakınlık) mastarından "Feul" ölçüsünde fiilimsidir. Allah'a en yakın
melekler demek olur. Onun için bazıları "Kerubiyyun" yalnız Arş'ı taşıyan
meleklerdir demişlerdir. İbnü Sina da Melaike Risalesi'nde şöyle demiştir:
Kerubiyyun melekler, "Tih-i a'lâ arasatının" (en yüce meydan olan
arasat meydanının) amirleri zümre zümre en şerefli yerde durmaktalar, en güzel
manzaraya bakmaktalar ki, bunlar Mukarrebun melekler ve temiz ruhlardır. Fakat
Amilûn melekler, Arş'ı, Kürsi'yi ve gökleri taşıyan meleklerin amirleridirler.
İşte bütün bunlar tesbih ve hamd ile Rablerine iman etmişler ve müminler için
öyle bağış dilerler ve dua ederler.
Meâl-i Şerifi
10- O kâfirlere mutlaka şöyle bağırılacaktır:
"Elbette Allah'ın buğzu, sizin nefislerinize buğzunuzdan daha büyüktür.
Çünkü siz imana davet ediliyordunuz da inkâr ediyordunuz."
11- Kâfirler diyecekler ki: "Ey Rabbimiz!
Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık.
Fakat çıkmaya bir yol var mı?"
12- (Onlara şöyle cevap verilir): "Bu
azab size şu sebeptendir: Siz tek Allah'a davet edildiğiniz zaman inkâr
ettiniz. Ama O'na ortak koşulunca inandınız. Artık hüküm, o yüce ve büyük
Allah'ındır."
13- Size âyetlerini gösteren, sizin için
gökten bir rızık indiren O'dur. Fakat onları ancak gönül verip düşünenler
anlar.
14- O halde siz, dini Allah için halis kılarak
hep O'na yalvarın. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.
15- O dereceleri yükselten Arş'ın sahibi
Allah, o buluşma gününün (kıyametin) dehşetini haber vermek için kullarından
dilediği kimseye emrinden ruh (melek) indiriyor.
16- O gün onlar kabirlerinden meydana
fırlarlar. Kendilerinin hiçbir şeyi Allah'a karşı gizli kalmaz. "Bugün
mülk kimindir?" (diye sorulur. Cevaben): "Tek ve kahhar olan
Allah'ındır." (denir).
17- Bugün her nefis kazandığı ile
cezalanacaktır. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
18- Yaklaşmakta olan o felaket (kıyamet)
gününü de onlara haber ver. O dem ki yürekler gırtlaklara dayanmıştır, yutkunup
dururlar. Zalimler için ne ısınacak bir dost vardır, ne de sözü dinlenecek bir
şefaatçi.
19- Allah, gözlerin hain bakışını da bilir, gönüllerin
gizlediğini de.
20- Allah hakkı yerine getirir. Onların O'ndan
başka yalvardıkları ise hiçbir şeyi yerine getiremezler. Çünkü hakkıyla işiten
ve gören ancak Allah'tır.
10- O inkâr edenler, Allah'ın âyetleri
hakkında mücadele eden, cehennemlikler oldukları beyan buyurulan kâfirlerin
cehenneme girdikten sonraki halleri anlatılıyor. Onlara şöyle bağırılacak:
Allah tarafından cehennemde zebaniler bağıracaklar! Elbette Allah'ın makti
-makt, buğzun, kinin şiddetlisidir sizin kendinize buğzunuzdan daha büyüktür.
Kâfirler kendi kendilerine üç sebepten kızacaklar. Bir kere, kıyameti, cenneti,
cehennemi gördükleri zaman bunları inkârda ısrar ettiklerinden dolayı kendi
kendilerine kızacaklar; sonra başkasına tabi olanlar, tabi oldukları başkanlara
kızacaklar; daha sonra cehenneme girdiklerinde İblis kendilerine seslenip de,
"Benim sizin üzerinizde bir otoritem yoktu, yalnız sizi davet ettim de
beni dinlediniz, "O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın."
(İbrahim, 14/22) dediği zaman da kendilerine kızacaklardır.
11- Diyecekler ki: Ey Rabbimiz! Bizi iki
öldürdün, iki de dirilttin, yani iki ölüm öldürdün, iki dirim dirilttin.
Buradan kabir azabının varlığına delil getirilmiştir. Deniliyor ki, birinci
öldürme, dünya hayatını bitiren ilk ölüm; ikinci öldürme kabirdeki birinci
diriltmeyi takip eden ölüm; ikinci diriltme de ölümden sonra kıyametteki
dirilmedir. Şu halde dünya hayatı dikkate alınmamıştır. Çünkü dünyada inkâr
ettiklerini kabul ve itiraf ile günahlarını itiraf ediyorlar. Buna karşılık
müminler Saffât Sûresi'nde "Biz ilk ölümümüzden başka bir daha
ölmeyecek... değil miyiz?" (Saffât, 37/58) demişlerdi. Duhan Sûresi'nde de
müttakiler hakkında "Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar." (Duhan,
44/56) buyurulacaktır. Bu münasebetle bunlardan birincinin bedene ait ölüm ve
hayat, ikincinin de ruha ait ölüm ve hayat diye düşünülmesi ve
değerlendirilmesi ve mümin ruhunun "Allah'ın diledikleri kimseler
müstesna" ifadesindeki zümrenin arasına dahil olarak doğrudan doğruya baki
kalacağına, ölmeyeceğine işaret olması da ihtimal dahilindedir. Burada
kâfirlerin sözlerindeki "iki"yi, "Sonra gözünü iki kere daha
çevir." (Mülk, 67/4) âyetindeki "ikil (tesniye) gibi sırf tekrar ve
çokluk mânâsına alanlar da olmuştur, güya şöyle demişlerdir: Sen bizi kaç
kereler öldürdün, kaç kereler dirilttin, bunları görüp kudretinin, büyüklüğünü
ve dolayısıyla iadeyi de yapabileceğini anladık.
Şimdi günahlarımızı itiraf ettik, tanıdık,
anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı? Bu ateşten, gerek dünyaya dönmek ve
gerek başka bir yere gitmek yahut bir daha ölmek gibi herhangi bir şekilde
olursa olsun çıkmaya bir yol var mı? Yok diye ümitsizliklerini dile
getiriyorlar veya sen istersen ona da yol bulursun demek istiyorlar.
12- Buna karşı redd ile cevap olmak üzere
şöyle buyuruluyor: Bu içinde bulunduğunuz azab şu sebepledir ki bir olarak
Allah'a çağırıldığı zaman inkâr ettiniz de O'na şirk koşulursa iman
ediyordunuz. O şirk koşanların hepsi yok olup gittikleri, hiçbirinin hükmü
olmadığı için İşte hüküm Allah'ın O ulu, büyük Allah'ın. Ululuğun ve büyüklüğün
son sınırı ile sıfatlı olup, zatında sıfatında ve fiillerinde "Onun
benzeri gibi hiçbir şey yoktur." (Şura, 42/11) diye anlatılan, ilâhlık
yalnız kendisinin hakkı bulunan Allah'ın. İşte O, size ebedî azabı hükmetti.
O'nun hükmünden kurtuluşa imkan yoktur. Müşriklere kini büyüktür, şirki
bağışlamaz. Bu şekilde o kâfirlerin hallerini beyandan sonra buyuruyor ki
13- O, O'dur ki size, siz insanlara âyetlerini
gösteriyor. İlâhlıkta ortaksız bir olduğunu ve büyüklüğünü anlatan âyetlerini
gösteriyor, onunla birlikte sizin için gökten bir rızık da indiriyor, yani
cismanî rızkınıza sebep olan yağmur, manevî rızkınıza sebep olan ilim ve Kur'ân
indiriyor. Bununla birlikte o âyetleri herkes anlamaz, ancak O'na dönen, gönül
veren, düşünen anlar. O halde siz gönlünüzü veriniz de
14- Allah'a dini halis kılarak ibadet ve dua
edin ey müminler! İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.
15- Dereceleri çok yüksek. Meleklere ve
sevdiği kullarına bahşeylediği dereceler çok yüksek, yahut dereceleri yükselten
O arşın sahibi, o saltanatın sahibi, kullarından dilediğine öyle yüksek
dereceler veriyor ki kullarından dilediği kimseye emrinden ruh indiriyor, yani
melek indirip vahiy veriyor o telâki (kavuşma) gününü ihtar etmek için, O'nun
korkunçluğunu haber vermek için.
16-19-TELÂKİ GÜNÜ: Kıyamet günüdür. Çünkü o
gün ruhlar ve cisimler, göktekiler ve yerdekiler, ameller ve amel edenler,
tapılan mabudlar ve kullar buluşacaklar, birbirlerine kavuşacaklar, yani o gün
ki halk hep meydana çıkmıştır, kabirlerinden çıkmış açığa fırlamışlardır.
Nefislerini örten, amellerini gizleyen hiçbir şey kalmamış, Allah'a karşı
hiçbir şeyleri gizli değildir. Ne kendileri, ne amelleri, ne de halleri hiçbir
şey, hiçbir zaman Allah'a gizli kalmaz. Fakat dünyada gizliyoruz zannedenler, o
gün kendileri de bir şey gizlemeye çalışmazlar, bütün uryanlıklarıyla Hakk'ın
huzurunda bulunurlar. Buyurulur ki Kimin mülk bu gün? Buna şöyle cevap verilir.
Bir olan ve kahredici bulunan Allah'ın.
VAHİD, zatında hiç ortaklığa, çokluğa ihtimali
yok, parçaları da yok, parçacıkları da yok.
KAHHÂR, bir ortağı olmak şöyle dursun, her şey
O'nun kahrına mahkum "Onun zatından başka her şey helak olacaktır."
(Kasas, 28/88) herşeye istediğini yapacak şekilde galip ve hakim "Bu gün
herkes kazandığının karşılığını görür." Bu ifade, mülk ve kahrın eserini
beyandır. Onları o felaket gününden de korkut.
ÂZİFE, yaklaşmakta olan felaket, ölüm saati
yahut ölümü aratan o kıyamet saati veya hesap görülüp ceza kesilip de cehenneme
girilmek üzere bulunulduğu saat ki kıyametin en acı saatidir.
20- Hem Allah hak ile kaza buyurur. Hak ile
hükmeder ve hükmünü tamamen icra eyler, hakkı gerçekleştirir, yerine getirir.
O'ndan başka tapınıp yalvardıkları ise, gerek cansız putlar, gerek diğerleri
hiçbir şeyi kaza edemezler. Kendiliklerinden hiçbir şeye kesinlikle hüküm verip
tamamıyla icra ve infaz edemezler, çünkü hepsi Allah'ın hükmü altında boyun
eğmektedirler. Onun için hiçbir şeyi yerine getiremezler. Çünkü Allah'tır ancak
hakkıyla işiten ve gören. İyi işitip görmeyen ise hakkı yerine getiremez, hüküm
veremez.
Allah'ın âyetlerinde mücadele eden o kâfirler:
Meâl-i Şerifi
21- Yeryüzünde bir gezmediler mi? Baksalar ya
kendilerinden öncekilerin sonları nasıl olmuş? Onlar yeryüzünde gerek kuvvetçe
ve gerek eserce kendilerinden daha üstündüler. Öyle iken Allah onları günahları
sebebiyle tutup alıverdi. Kendilerini Allah'ın azabından koruyacak biri
bulunmadı.
22- O, şundandı: Onlara peygamberleri apaçık
delillerle geliyorlardı. Ama onlar inkâr ettiler. Allah da tuttu kendilerini
alıverdi. Çünkü O'nun kuvveti çok, azabı şiddetlidir.
23- Andolsun Musa'yı âyetlerimizle ve açık bir
delil ile gönderdik.
24- Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a da onlar:
"Bu bir sihirbaz, bir yalancıdır" dediler.
25- Bunun üzerine Musa, kendilerine
tarafımızdan hakkı getirince de: "Onunla beraber iman etmiş olanların
oğullarını öldürün, kadınlarını diri tutun." dediler. Fakat o kâfirlerin
tuzağı da hep boşa çıkmaktadır.
26- Bir de Firavun: "Bırakın beni,
öldüreyim Musa'yı da o Rabbine dua etsin. Çünkü ben onun, dininizi
değiştirmesinden veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum"
dedi.
27- Musa da: "Ben hesap gününe inanmayan
her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım"
dedi.
21-27- "Firavun: 'Bırakın beni öldüreyim
Musa'yı da o Rabbine dua etsin." Bununla yukarıda geçen "Her ümmet
kendi resullerini yakalamak kastinde bulundu." (Mümin, 40/5) sözüne bir
örnek gösterilmiş de oluyor. Anlaşılıyor ki Hz. Musa'nın mucizeleri karşısında
Firavun'un istibdadı, baskısı kırılmış, dilediğini yapamaz olmuş ve şaşırmıştı.
A'raf Sûresi'nde geçtiği üzere mesele cemiyetin yalnız görüşüne müracaattan,
başvurmaktan ibaret kalmamış, bir müdahale mahiyetini almış olmalı ki bırakın
beni diye bağırıyor. Demek ki o cebbar, zorba Firavun, zorlamasını yürütemez
olmuş ve şaşırmış idi, şaşkınlığından saçma sapan konuşuyordu. Bir taraftan o
Rabbine dua etsin diye Allah'ı inkâr etmek veya hafife almak istiyor, bir
taraftan da dininizi değiştirecek diye dindarlık gösteriyor. Belki onun Allah
dediği kendi saltanatıdır.
Meâl-i Şerifi
28- Firavun ailesinden imanını saklayan bir
adam da şöyle dedi: "Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek
misiniz? Halbuki o size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Hem o bir yalancı ise
çok sürmez, yalanı boynuna geçer. Fakat doğru ise size yaptığı tehditlerin
birkısmı olsun başınıza gelir. Şüphe yok ki Allah aşırı giden bir yalancıyı
doğru yola çıkarmaz."
29- "Ey kavmim! Bugün mülk sizindir.
Dünyada yüze çıkmış bulunuyorsunuz. Eğer gelecek olursa Allah'ın hışmından bizi
kim kurtarır?" Firavun: "Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum
ve herhalde ben size doğru yolu gösteriyorum" dedi.
30- O iman etmiş olan kimse de: "Ey
kavmim! Doğrusu ben sizin hakkınızda Ahzab (önceki çeşitli toplumlar)ın günleri
gibi bir günden korkuyorum."
31- "Nuh Kavmi'nin, Âd'ın, Semud'un ve
daha sonrakilerin maceraları gibi (bir günün geleceğinden korkuyorum). Allah,
kulları için bir zulüm istemez."
32- "Ey kavmim! Ben size gelecek o
çağrışma gününden (kıyamet gününden) korkuyorum."
33- "O gün arkanıza dönüp kaçacaksınız.
Fakat sizi Allah'tan koruyacak olan yoktur. Her kimi Allah şaşırtırsa, artık
ona bir yol gösterici bulunmaz."
34- Bundan önce size delillerle Yusuf
gelmişti. O zaman da onun size getirdiği hakikatte şüphe edip durmuştunuz.
Nihayet vefat ettiğinde de "Bundan sonra Allah asla peygamber
göndermez" dediniz. İşte aşırı şüpheci olanları Allah böyle şaşırtır.
35- Onlar, kendilerine gelmiş bir delil
olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele ederler. Bu durum, Allah
katında ve iman edenler yanında büyük bir buğzu gerektirir. İşte Allah, her
böbürlenen zorbanın kalbini öyle bir tabiat ile mühürler.
36- Firavun dedi ki: "Ey Hâmân! Bana bir
kule yap, belki ben o yollara ulaşabilirim."
37- "Göklerin yollarına ulaşabilirim de,
Musa'nın ilâhının ne olduğunu anlarım. Ben onu mutlaka yalancı sanıyorum."
İşte böylece Firavun'a kötü ameli süslü gösterildi de yoldan çıkarıldı. Çünkü
Firavun düzeni hep boşa çıkar.
28-35- Bir de Firavun ailesinden bir mümin
adam ki imanını gizliyordu, şöyle dedi: Bazıları bu adamın İsrailoğullarından
olduğunu zannetmişlerse de "Firavun ailesinden" sıfatından anlaşılan
mânâ bunun daha çok Mısırlılardan ve belki Firavun'un kendi ailesinden olduğunu
anlatıyor. Nitekim Süddî bunu Firavun'un amcası oğlu diye rivayet eylemiştir.
Veliahdi ve "Sahib-i Şurtası" yani polis şefi olduğu da söylenmiştir.
Firavun'un Musa'yı öldüreyim derken Allah, kendi adamlarından böyle bir
kahramanı başına dikmiş, karşısına çıkartmıştı; bu sebeple Firavun ailesinin
mümini diye bilinmiş ve tanınmış olan bu adamın Firavun'a ve Firavun ailesine
karşı olan konuşmalarını ve mücadelesini Cenab-ı Allah burada özellikle hikaye
buyurduğu için, bu sûreye onun adına izafe olarak "Mümin Sûresi"
denilmiştir. Bu kişi önceleri imanını gizleyerek gizliden gizliye tedbirlerle
bir süre Firavun'u avutmuş ise de, nihayet Hz. Musa'nın kesin kararı karşısında
meydana çıkmak gereğini hissederek önce yavaş yavaş nasihata başlamış, sonra da
açıktan savaş meydanına atılmıştır. Onun için önce yine belli etmemek üzere
diyor ki A! Bir adamı, Rabbim Allah diyor diye öldürecek misiniz? Rabbinizden
size delillerle gelmiş iken, sonra da yavaş yavaş imanını açıklamaya kadar
gitmek üzere ihtiyat ve tedbir ile delil getirmeye kuvvet vererek ekliyor: Hem
eğer yalancı çıkarsa yalanı sırf kendi üzerine, kendi boynuna geçer, vebalini,
cezasını kendi çeker, size zararı olmaz. Dolayısıyla yalancılığı ortaya
çıkmadan öldürmeye ihtiyacınız yok. Buna karşılık ve eğer doğru çıkarsa size
yapmakta olduğu tehditlerin bazısı, hiç olmazsa bazısı başınıza gelir, size
isabet eder. Yani ahirete inanmıyorsanız dünyada azabı gelir. Şüphe yok ki
Allah yalancı, müsrif kimseyi doğru yola çıkarmaz, başarılı kılmaz. Bu iki
anlamlı, bir başka delil getirme biçimidir. Birincisi, o aşırı bir yalancı olsa
idi, Allah ona o delilleri vermez, o mucizelerle desteklemezdi. İkincisi, eğer
aşırı bir yalancı ise, toplum içinde yeri olamayacağından şüphe yoktur.
Öldüreceğiz diye uğraşmaya ne gerek var? Bu iki mânâ ile asıl maksat da
Firavun'a dokundurma ve taş atmadır. Yani sen bu kadar kan döken müsrif bir
yalancısın, Allah seni onu öldürmek gayesine erdirmez, kendin zarar edersin.
"Ey kavmim! Bugün mülk sizin." Bu
şekilde doğrudan doğruya kavme seslenmesinden anlaşılıyor ki bu konuşmalar özel
bir mecliste değil, genel bir ortamda geçmiştir, cereyan etmiştir. (A'raf
Sûresi, 7/103 vd. bkz.) Böyle olduğu özellikle şundan anlaşılır: "Firavun:
Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve herhalde ben size doğru yolu
gösteriyorum dedi." Çünkü Firavun bu kelamı ile yalnız görüşünü anlatmış
oluyor. Doğrudan doğruya icra emiri vermiyor. O iman eden zat, önce dünya azabı
ile tehdide girişiyor ki, bunlar o vaad edilenlerdir. TENAD GÜNÜ: Tenâdî günü,
çağrışma, bağrışma günü demektir ki kıyamet gününün ismidir. Çünkü o gün
birbirlerine feryat ve figan ile bağırıp çağırıp inleyecekler, yetişen yok mu
diye imdat dileyecekler veya "Cennettekiler cehennemliklere: Rabbimizin
bize vaad ettiğini gerçek bulduk... diye nida ederler." (A'raf, 7/44)
âyeti gereğince cennetlikler cehennemliklere, cehennemlikler de cennetliklere
nida edecekler. "Size Yusuf gelmişti." Bazıları buradaki
"Yusuf"tan maksat, Hz. Yusuf'un torunu Yusuf b. Efrayim b. Yusuf
demişlerse de doğrusu Yusuf b. Yakub (a.s.)'dur. Ancak Kurtubî Tefsiri'nde
belirtildiği üzere Hz. Musa'nın Firavun'u, Hz. Yusuf'un Firavun'u değildir.
Yusuf'un Firavun'u Amâlik'dan idi, Musa'nın Firavunu ise Kıbtî'dir.
36-37- Yine Firavun dedi ki: Ey Hâmân, bana
bir kule yap belki ben o sebeplere, o göklerin sebeplerine, yollarına ererim de
Musa'nın ilâhına muttali olurum, ne olduğunu anlarım. Bununla birlikte ben onu
mutlaka yalancı zannediyorum ya... Firavun bir gözetleme kulesi yaptırarak
teknik bir teşebbüste bulunmak ve bu şekilde Hz. Musa'yı güya yalancı çıkarmak
için bir şarlatanlık etmek istiyordu ki, bunda iki düşüncenin birisi vardı: Ya
halka diyecekti ki, Bakınız, işte gökleri de gözetledik oralarda Musa'nın
dediği ilâhı göremedik. Olsa idi görünmesi gerekirdi veya diyecekti ki, bakınız
biz bu kadar mali imkanlarımızla ve sınaî teşebbüsümüzle göklere çıkmanın
yolunu bulamadık; o halde Musa nereden çıktı da bize, onların Rabbi tarafından
memur olduğunu söylüyor. Ve işte Firavun'a kötü ameli böyle tezyin edildi süslü
gösterildi de bunları siyaset adına iyi bir şey yapıyormuş gibi yapıyordu. Ve
yoldan saptırılıyordu. Çünkü gökte bir yıldız arar gibi gözetleme ile cismanî
bir yoldan Allah aramaya kalkmak, Allah'ı aramak yolu değil; halkı bu şekilde
iğfale çalışmak da başarılı olacak bir siyaset yolu değildi. Gökler ve yer,
göklerde ve yerde her şey Yaratıcısının varlığını gösterip durmakta iken ve
Allah'ı eserinden anlamak için yerin gökten bir farkı olamayacağı da aklı
olanlarca malum olması gerekirken, Hz. Musa'nın Tâhâ Sûresi'nde "Bizim
Rabbimiz her şeye biçimini (hilkatini) veren, sonra da doğru yolu
gösterendir." (Tâhâ, 20/50), Şuara Sûresi'nde de "O meşrıkla mağribin
ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir." (Şuara, 26/28), "O
sizin de, önceki atalarınızın da Rabbidir." (Şuara, 26/26) diye herkese
öğrettiği açık yolu bırakıp da yetişemeyeceği uzaklara gitmeye kalkışmak
elbette çıkar yol değildir. Bununla birlikte Firavun bunu ciddi olmak için
değil, halkı aldatmak için bir hile, bir dalavere olmak üzere yapıyordu. Fakat
Firavun'un dalaveresi, hilesi, düzeni sırf hasar içinde sonuçsuzdur, verimsizdir.
Onun böyle yanlış yolda entrika çevirmeye kalkışması, kendisini başarılı kılmak
şöyle dursun, aksine, aleyhine olmuştur. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
38- O iman etmiş olan kimse dedi ki: "Ey
kavmim! Bana uyun ki size doğru yolu göstereyim."
39- "Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak
geçici bir menfaatten ibarettir. Ahiret ise durulacak karar yurdudur."
40- "Her kim bir kötülük yaparsa, ona
ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Erkek veya kadın, her kim de mümin
olarak iyi bir amel işlerse, işte onlar cennete girerler. Orada kendilerine
hesapsız rızık verilir."
41- "Hem ey kavmim! Niçin ben sizi kurtuluşa
davet ederken, siz beni ateşe davet ediyorsunuz?"
42- "Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve
bence hiç ilimde yeri olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben
ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah'a davet ediyorum."
43- "Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten
sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da, ahirette de bir davet hakkı
yoktur. Hepimizin dönüşü Allah'adır. Şüphesiz haddi aşanların hepsi
cehennemliktir."
44- "Siz benim söylediklerimi sonra
anlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını
görür, gözetir."
45- Allah o mümini, onların kurdukları
tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun'un adamlarını ise, o kötü azab
kuşattı.
46- Onlar, sabah akşam ateşe arzolunurlar.
Kıyamet kopacağı gün de: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine
tıkın!" (denilecektir).
47- Hele ateş içinde birbirlerini protesto
ederlerken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: "Hani bizler size tabi
idik. Şimdi siz bizden bir ateş nöbetini savabiliyor musunuz?" derler.
48- Büyüklük taslayanlar da şöyle derler:
"Evet, hepimiz onun içindeyiz. Allah kulları arasında hükmünü
vermiştir."
49- Ateştekiler, cehennem bekçilerine derler
ki: "Rabbinize dua edin de bir gün olsun bizden azabı biraz
hafifletsin."
50- Bekçiler de: "Size peygamberleriniz
mucizelerle gelmiyorlar mıydı?" diye sorarlar. Onlar: "Evet"
derler. Bekçiler: "Öyle ise kendiniz dua edin" derler. Kâfirlerin
duası ise hep çıkmazdadır.
38- O iman etmiş olan kişi, önceleri imanını
gizlemiş olan mümin adam dedi ki Ey Kavmim! Bana uyun, ardımca gelin, size
"Reşad" yolunu, murada erdirecek doğru yolu göstereyim. O doğru yol,
Firavun'un gösterdiği yol değil, benim göstereceğim yoldur. Bu söz gösteriyor
ki bu kişi, Hz. Musa'ya yardım etmek için Firavun'a karşı isyan etmiş, kavmini
kendisine uymak için davete başlamıştır. Bundan dolayı bazıları bunu Musa
zannetmişlerse de bu tercih âyetin ifadesinden çıkan mânâya terstir. Murad
Bey'in Tarih-i Umumî'sinde de Mısır kâhinlerinden "Uzarsif" adında
birisinin Hiksüsler tarafına geçerek önemli bir ordu ile Firavun aleyhine isyan
etmiş olduğu Mısır tarihlerinden nakledilmiş ve tarihçilere göre bu adamın Hz.
Musa olduğu hakkında bir dereceye kadar görüş birliği var gibidir diye bir
değerlendirme de ileri sürülmüş ise de, bu adamın Hz. Musa değil, Firavun
ailesi mümini olan bu kişi olması daha doğrudur. Şu halde bu söz artık istişare
meclislerinde değil, eline silah alarak karşıya çıkan bir mücahidin tebliği
halinde geliyordu. İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, bu zat yardımcıları
ve destekçileri ile bir dağa çekilmişti.
39- Ey kavmim! Bu dünya hayatı bir metadan
ibarettir. Durup eğlenecek, istirahat edecek bir yer değil, kullanılıp
yararlanılacak bir kazançtan, gelip geçici bir kazanç fırsatından
ibarettir." "Dünya ahiretin ekinliği, çiftliği, tarlasıdır"
hadisince, ahirette biçilip yararlanılmak için çalışılması lazım gelen bir kâr,
bir yararlanma vasıtası veya bir mesai saatidir. Ahiret ise, işte karar yurdu
odur, durulacak, istirahat edilecek yurt ancak O'dur. Orada kazanmak çalışmak
yoktur. Onun için dünyada eğlenceye bakmayıp çalışmaya, kazanmaya bakmalıdır ki
ahirette istifade edilsin.
40-Bunun, bu nimetlenmenin beyanı şöyle ki:
Her kim bir kötülük yaparsa başka değil, ancak onun kadar cezalanır. Yani
kötülüğün cezası, layık olduğu karşılığı iyilik olamaz. Onun gibi kötülük olur.
Kötü amel yapanın güzel ecir beklemeye hakkı yoktur. Onun bekleyebileceği
karşılık ancak bir kötülüktür. Gerçi kısmen veya tamamen affolunanlar olabilir.
Fakat bağışlanmak, o kötülüğün cezası değil, başkaca bir ihsandır. Adalet
kanunu, kötülüğün kendisi gibi bir kötülük ile cezalanmasıdır. Her kim de salih
bir amel, iyi bir iş yaparsa gerek erkekten olsun, gerek dişi işte onlar
cennete girerler. Orada kendilerine hesapsız rızıklar verilir. İyiliğin karşılığı
da iyiliktir. Adalet kanunu bunun da kendisi gibisinin olmasını isterse de
"ihsan" kanunu onun on mislinden, hesapsız katlarına kadar çıkar.
Arazisine, yerine iyi bir tane eken, on tane alabilir. Yüz, yedi yüz, daha
fazlasına kadar da katlanıp gidebilir. Onun için Firavun'a karşı mücadele
ederek iyiliği yerleştirmeye çalışmalıdır.
41-44- "Ey kavmim! Ben sizi kurtuluşa
çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz." Bu sesleniş de Firavun'a
karşı yapılan bir çıkış ve davetin azgınlık olmayıp meşru ve muhakkak bir
kurtuluş meselesi olduğunu beyandır.
45- Bu şekilde Allah onu, Firavun ailesinin
kurduğu hilelerin fenalıklarından korudu. Onlar Firavun ailesinin düştükleri
kötü amellere düşmedikleri gibi, Firavun ailesinin onlar hakkında kurdukları
fena tuzaklara da düşmediler. Firavun'un takipleri ilâhî koruma sayesinde
kendilerine bir zarar vermediği gibi Azabın kötüsü Firavun ailesinin başına
indi. İbnü Abbas'tan rivayete göre Firavun'un, onu takip etmek için gönderdiği
askerler telef olmuştu. Sonra da kendisi ve askerleri bilindiği üzere suda
boğulmuşlardı.
46-50- Ateş. Bu kelime mübtedadır, yani
dilbilgisi açısından öznedir, bu cümlenin haberi, yani yüklemi şu: Onlar ona
sabah ve akşam sunulup durmaktadırlar. Yani Firavun ailesinin dünyada kötü azab
ile mahvoldukları gibi, ahirete kadar Berzah âleminde de akşam sabah ateşe
sunulmak ile azap olunmaktadırlar. Sonra da "Kıyamet kopacağı gün de:
'Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!' denilecektir."
Şimdi "Kıssanın hisse"si beyan
olunarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
51- Biz peygamberimize ve inananlara hem dünya
hayatında hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde (kıyamette) elbette
yardım ederiz.
52- O gün zalimlere özür dilemeleri fayda
vermez. Onlara lanet vardır, onlara yurdun kötüsü (cehennem) vardır.
53- Andolsun ki biz Musa'ya o hidayeti verdik
ve İsrailoğullarına o kitabı miras kıldık.
54- (Bunu) Aklı başında olanlara bir yol
gösterici ve bir hatırlatma olsun diye (böyle yaptık).
55- O halde sabret. Çünkü Allah'ın vaadi
haktır. Hem günahından dolayı istiğfar et ve akşam sabah Rabbini hamdiyle
tesbih et.
56- Kendilerine gelmiş kesin bir delil
olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde ancak
yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen hemen Allah'a sığın. Çünkü her şeyi
işiten ve gören O'dur.
57- Elbette göklerin ve yerin yaratılması,
insanların yaratılmasından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler.
58- Kör ile gören bir olmaz, iman edip salih
ameller işleyen kimseler ile kötülük yapan da bir değildir. Ne kadar da az
düşünüyorsunuz!
59- Herhalde o saat (kıyamet) muhakkak
gelecektir. Onda şüphe yok. Fakat insanların çoğu inanmazlar.
60- Halbuki Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua
edin ki size karşılık vereyim. Çünkü bana ibadet etmekten kibirlenip yüz
çevirenler yarın horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir." buyurdu.
51- Biz gönderdiğimiz peygamberlerimizi ve
iman edenleri elbette "mansur" kılarız, yardım eder, delille, zaferle
ve kâfirlerden intikam ile murada erdiririz. Hem dünya hayatında hem de
şahitlerin şahitliğe duracakları gün. Kıyamet günü, yani hem dünya, hem ahiret,
ikisinde de bazı hallerde bir süre için onların meşakkatlere uğrayarak imtihan
geçirmeleri bu vaadin kesinliğini çürütmez. Çünkü göz önüne alınması gereken,
sonuç ve neticedir. Bununla birlikte peygamberin ve müminlerin zafer elde
etmeleri yalnız ahirete de kalmayacaktır. Musa'nın ve o iman eden kişinin
Firavun'a üstün gelmesi gibi dünyada da gerçekleşecek, ahirette de...
EŞHAD: "Şahit" kelimesinin
çoğuludur. "Sahib" kelimesinin "Eshab" olması gibi. Bunlar
kıyamet günü insanlara karşı şahitlik edecek olan melekler, peygamberler ve
müminlerdir.
52- O günkü zalimlere mazeretleri yarar
sağlamaz. Çünkü mazeretleri geçersizdir. Veya "Onlara da izin verilmeyecek
ki özür dilesinler." (Mürselat, 77/36) âyetinin mânâsınca özür dilemek
için kendilerine izin verilmez, ağız açtırılmaz. Ve onlara lanet vardır.
Allah'ın rahmetinden koğulmak, uzaklaştırılmak vardır. Ve onlara yurdun kötüsü
vardır: Cehennem.
53-54- Şanım hakkı için Musa'ya o hüdayı
verdik. Firavun'a karşı dünyada o başarıyı verdik, arkasından İsrailoğullarına
o kitabı yani Tevrat'ı miras bıraktık. Aklı başında, selim, halis akıl sahibi
olanlara bir irşad ve hatırlatmak için. Yani Allah'ın peygamberlerine ve
müminlere dünya ve ahiret yardımının muhakkak olduğunu ve Firavun gibi
zalimlere karşı mücadelenin gerekliliğini hatırlatmak için.
55- O halde sabret müşriklerin eziyetlerine
katlanarak dayan. Çünkü Allah'ın vaadi haktır, yardımı muhakkak olacaktır. Onun
için sabret ve günahına istiğfar et, gideremediğin eksiklikleri örtmesi için
Rabbinin mağfiretini iste. Ve Rabbinin hamdiyle tesbih et, akşam ve sabah. Bu
deyim,her zaman demek gibi devam ifade eder. Allah'a hamd ve şükrederek tenzihe
devam et, ne dil, ne kalp hiç zikirden gafil olmasın demek olur.
56- Kendilerine gelmiş bir "sultan":
Bir yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden
kimseler, Allah'ın âyetleri, Allah'ın varlığına, birliğine ve herhangi bir
hususun gerçekliğine dair koymuş olduğu deliller, indirmiş olduğu kitaplar ve
peygamberlerin de ortaya koyduğu mucizelerden daha geniş anlamlıdır. Bunlarda
mücadele için imkan verecek bir delil ve hüccet düşünülemeyeceğinden burada
"Kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın" kaydının muhalif mefhumu
kastedilmiş değildir. Ancak din işinde söz söyleyebilmek için hüccet ve delile
dayalı bir yetki gerekli olduğuna dair bir uyarıdır. Bununla birlikte
"nesih", "tahsis" ve "takyid" kabilinden olan
meselelerde olduğu gibi, Allah'ın âyetlerini yine Allah'ın âyetleriyle
karşılaştırarak bahsetmek caiz olduğuna işarettir denilebilir. Fakat hiç böyle
bir salahiyet, yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele
edenlere gelince, Onların sinelerinde, gönüllerinde kibirden başka bir şey
yoktur. Hakkı kabule tenezzül etmek istemeyen bir büyüklük davası, kuru bir
azamet kuruntusu, fakat bir kibir ki onlar, ona yetişecek değillerdir.
Hadlerinden çok aşkın ne şimdi, ne ilerde, gereğine erişmeleri ihtimali
bulunmayan bir kibir, çünkü Allah'ın âyetlerinin üstüne çıkılmaz. Allah'ın
vermediği değer ve mertebe zorla alınmaz. Peygamberliğe çalışıp çabalamakla
yetişilemediği gibi, Allah vergisinden fazla, bir selahiyete de erilmez. İşte
Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler, sırf böyle bir kazanç ile mücadele
ediyorlar. Delili ortada olan Hakk'a karşı, taassup, bağnazlık, ile mücadele
edenlerin hepsi bu hükme dahildirler. Hepsi böyle sinelerinde yetişemeyecekleri
bir kibir taşıdıklarından dolayı mücadele ederler. Bu âyetin iniş sebebi
konusunda iki rivayet vardır:
1- Kureyş müşrikleridir ki "Şu Kur'ân iki
memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf,
43/31), "Eğer bir hayır olsaydı bizden önce ona koşmazlardı." (Ahkaf,
46/11) diyorlardı.
2- Âyetin iniş sebebi diğer görüşe göre,
yahudilerdir. Mukatil demiştir ki, haklarında bu âyet inen mücadele edenler,
yahudilerdir. Deccal'e saygı gösterdiler, bu âyet indi. Ebu'l-Âliye de bu
görüşe varmıştır. Alûsî'nin nakline göre, Abd b. Humeyd ve İbnü Ebi Hatim sahih
sened ile ondan şöyle rivayet etmişlerdir: Yahudiler, Hz. Peygamber'e geldiler
de "Deccal dediler, ahir zamanda bizden olacak ve işte olacaklar o zaman
olacak ve şöyle yapacak böyle yapacak diye büyüttüler de büyüttüler."
Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu sûrenin 56. âyeti olan yukarıdaki
"Kendilerine gelmiş bir yetki ve burhan olmadan Allah'ın âyetleri hakkında
mücadele eden kimseler..." âyetini indirdi. Buna göre sûredeki bu âyetin
Medine inişli olması yakışır. Ebu's-Suud bunu şöyle nakleder: "Bir de
denildi ki mücadele edenler yahudilerdir. Diyorlardı ki, bizim Tevrat'ta
zikrolunan sahibimiz sen değilsin. O Mesih b. Davud, yani Deccal ahir zamanda
çıkacak, saltanatı karaya ve denize erecek, ırmaklar beraberinde gidecek,
Allah'ın âyetlerinden (delillerinden) bir âyet olacak, o zaman hükümranlık
tekrar bizim elimize geçecek." İşte yüce Allah onların bu temennilerine
(ideallerine) "kibir" ismini verdi ve kuruntularına eremeyeceklerini
ifade buyurdu. Yani yahudiler İsrailoğulları'ndan başkasında peygamberlik
görmek istemedikleri için, gerek Kur'ân'dan ve gerek diğer kitaplarda
peygamberin peygamberliğine delalet eden âyetleri sırf kibir ve kıskançlık
yüzünden mücadele ederek peygamberlerin en sonuncusunu bırakıp Deccal'a
sarılmışlar ve onun zamanında saltanatın kendilerine geçeceğini bir temenni
halinde ileri sürmüşler ise de, Deccal çıktığı zaman dahi mülk ve saltanat
kendilerine geri dönmeyecektir. Alûsî der ki: "Bu mücadelede yahudiler iki
yönden yalan söylediler. Önce Resulullah'a 'Sen bizim muteber olan sahibimiz
değilsin' sözleriyle yalan söylediler. İkinci olarak, Deccal'ı kastederek o
Mesih b. Davud'dur diyerek yalan söylediler. Çünkü hangi peygamber
gönderildiyse ümmetini mutlaka Deccal'den tahzir buyurmuş, yani sakındırmıştır.
O bir 'bişaret', yani müjde değil, fitne ve imtihan aracıdır. Onlar ise onu
peygamber yerine tutarak 'sahibimiz' demişlerdir ki bunun, Allah'ın âyetleri
ile 'bir yetki bir delil olmaksızın' mücadele olduğunda şüphe yoktur."
Hadislerde "Eşrat-ı saat"ten, yani
kıyamet alametlerinden olmak üzere iki Mesih zikrolunur. Birisi: Mesih İsa'nın
yeryüzüne inmesi, birisi de Mesih Deccal'ın ortaya çıkmasıdır. Müseylime gibi
yalan yere peygamberlik iddiasıyla çıkacak otuz kadar Deccal zikredilmiş, en
büyük fitne olan Mesih Deccal'ın ise ilâhlık iddiasıyla ortaya çıkacağı haber
verilmiştir. Ancak Mesih Deccal'e, Mesih b. Davud denilmiş olduğunu da bu âyetin
tefsirinde işitmiş oluyoruz. Halbuki Matta İncili'nin başında görüldüğüne göre
hıristiyanlar bu ismi "İsa el-Mesih b. Davud" diye Hz. İsa'ya
vermektedirler.
Buna sebep olarak da Meryem'in nişanlısı
dedikleri Yusuf'un Hz. Davud neslinden olduğunu söylemektedirler. İsa'nın
doğumu, Meryem'le Yusuf'un biraraya gelmelerinden önce Rûhu'l-Kudüs'ten oldu
diye açıklanmış iken, Yusuf babası imiş gibi onun vasıtası ile Hz. Davud'e
nisbet edilmesi bir çelişki teşkil eder. Fakat Matta İncili her nedense bu
çelişki ile birlikte Hz. İsa'ya Mesih b. Davud demekte ısrar etmiştir. Aynı
zamanda Hz. İsa'yı tanımadıkları malum olan yahudiler de ahir zamanda çıkacak
Deccal'e bu ismi vermişler, bu açıdan aralarında bir kaynaktan çıkmış olması
düşünülen garip bir bakış açısı benzerliği meydana gelmiştir. Biz bundan şunu
anlamış oluyoruz ki Mesih-i Deccal, yalancı Mesih demektir. Gelen haberlere
göre Deccal, yalancı, insanları aldatmakta hünerli bir sahtekardır ki,
kâfirliği, sahtekarlığı yüzünden belli olduğu halde birtakım harikalar
göstererek ilâhlık iddia edecek ve en büyük fitne olması da bundan olacaktır.
Bilginler demiştir ki: Yüce Allah peygamberlik iddia eden bir yalancıya onu
tasdik ihtimali bulunan bir mucize vermez, çünkü bu, şüpheye düşürme olur,
Allah'ın âyetleri ile mücadeleye "sultan" (delil) verilmiş olur.
Fakat ilâhlık iddia eden bir yalancıya imtihan için her türlü harikayı
verebilir. Çünkü kendisi hâdis olan (sonradan olan) yaratığın Allah olmadığına
aklî delil daima var olduğu için, onun yalancılığı haddi zatında ortadadır.
Ondan dolayı Allah'ın âyetleri ile mücadeleye herhangi bir "sultan"
(delil) verilmiş olmaz. Deccal'in bu şekilde yalancı bir Mesih olması, onun
Hıristiyanlık taklidi altında ortaya çıkacağını anlatır. Gerçek Mesih olan
İsa'ya ve peygamberlerin sonuncusuna kibir ve kıskançlıkla inkâra dalarak bütün
ümitlerini yalancı Mesih olan Deccal'a bağlamaları ne acaib bir bedbahtlık, ne
acı bir mahrumiyettir. Bu son senelerde yahudilere Filistin'de bir hükümet
yapıvermek isteyen İngiltere acaba onlara gözledikleri yalancı Mesih rolünü
oynayıverecek midir? Fakat yüce Allah, buyuruyor ki, "Onlar ona yetişecek
değillerdir." (Mümin, 40/56), Onun için sen hemen Allah'a sığın. Öyle
kibirden ve kibirli kıskançlardan veya Deccal'ın şerrinden Allah'a sığın. Çünkü
işitecek O'dur, görecek O. Yani senin ve onların bütün dediklerinizi işiten ve
işitecek olan ve bütün yaptıklarınızı gören ve görecek olan ancak O'dur. Bu bir
taraftan vaad, bir taraftan tehdittir.
57- Elbette göklerin ve yeryüzünün yaratılması
o insanların yaratılmasından daha büyüktür. Bu âyetin terkibinde birkaç mânâ
vardır. Bir kere, insanların Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı kibirli
olması ve mücadelesinin haddini bilmemek olduğunu hatırlatmaktadır. Yani o
kibredenlerin kibir, ne haddinedir ki, göklerin ve yerin yaratılışı onların
yaratılışından daha büyük, daha azametlidir. Öyle ki insan onların içinde bir
zerrecik gibi kalır, hatta insan yeryüzünün üzerinde bir mikrop, yer küre bütün
alemin içinde bir zerre mesabesindedir. O halde insanın yere göğe karşı bile
büyüklenmek haddi değilken, onları yaratan Yaratıcıya karşı kibir taslamaya
kalkması ne büyük cehalettir. İkincisi, yeniden dirilmeye ve yeniden ruh
verilmesine işaretle bir tehdit olmak üzere şöyle demektir: İlkin gökleri ve
yerküreyi yaratmak, yoktan var etmek insanları tekrar yaratmaktan daha büyük
bir iştir; o gökleri ve yeri hiç yok iken yaratan, ölen insanlara tekrar hayat
verip de yaratamaz mı? Yeniden hayat verme ilk yaratmadan elbette kolaydır.
Zemahşeri bu mânâyı tercih etmiştir. Üçüncüsü Nakkaş gibi bazı tefsir
bilginlerinin verdiği mânâya göre "Halkunnas" deyimini Arapça
dilbilgisi kurallarına göre öznesine (failine) muzaf olarak; gökleri ve yeri
yaratmak insanların yaptığı şeylerden elbette büyüktür, demek olur. Bundan
çıkan, gökler ve yerküre ile insanları mukayese değil, Allah'ın yaratması ile
insanların yapmasını mukayesedir, bu mukayesenin sebebi de mücadele edenlerin
sanatlarına güvenerek kibirleridir. Yani insanlara nisbet olunan keşifler,
sanatlar iddialarınca icatlar, yaratışlar, her ne olursa olsun hiçbir zaman
Allah'ın yaratışına benzeyemez. Göklerin, yerin yaratılışı gibi olamaz.
Dolayısıyla mücadele edenlerin deccallerin gösterecekleri harikalar insanları
aldatmamalıdır. Fakat insanların çoğu bilmez de aldanırlar, kendilerini veya
eserlerini göklerden ve yerden büyükmüş gibi varsayar gururlanırlar. Veya
insanların yaptığını Allah'ın yaptığından büyük zannederler, kibirlenirler.
Mesela Allah bir kulak yaratmıştır insan onunla uzak yakın mesafeden ses
işitir, sonra insanlar bir de radyo keşfetmişlerdir. Fakat ilmi olmayan
insanların birçoğu radyoyu insanın yaratması ve kulaktan daha önemli bir sanat
zanneder. Düşünmez ki kulak olmayınca radyo hiçtir. Ve bilmez ki gerçekte radyo
da Allah'ın yaratmasıdır. Muhyiddin-i Arabî, "Fütühat-ı Mekkî"sinde
der ki: Bu, "Elbette göklerin ve yeryüzünün yaratılması o insanların
yaratılmasından daha büyüktür." (Mümin, 40/57) âyetinde
"büyüklüğü" cisim ve sayı büyüklüğü sanma, çünkü o göz ve basireti
olan herkes için bellidir. O büyüklük yüce Allah'ın onlarda icra eylediği bir
mânâdan dolayıdır ki o insanda yoktur. "Biz emaneti göklere, yere ve
dağlara arz ve teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler."
(Ahzab, 33/72) âyeti ondandır. Onların yüz çevirmesini ve çekinmesini cahilliklerinden
sanma, aksine emaneti üstlenmek cahilliktendir. Onun için yüce Allah,
"Çünkü o çok zulümkar ve çok cahildir." (Ahzab, 33/72) diye insanı
nitelemiştir. Demek ki gökler, yerküre ve dağlar, emanetin değerini ve onu
üstlenenin tehkilede olduğunu, çünkü onu asıl sahibine vermeye kesin bilgisi
bulunmadığını bilmişler ve Allah'ın teklif ile maksadının aklı teraziye vurmak
olduğunu anlamışlardı. Demek ki yeryüzünün, dağların, gökyüzünün aklı insanın
aklından çok idi. Onlar kendilerini Allah'ın üzerlerine vacip kılmadığı şeye
sokmadılar, çünkü o bir teklif idi, bir emir değildi ki, Allah'ın emrine
ta'zim, saygı gereğine göre ister istemez uymak gereksin. Halbuki "İkiniz
de ister istemez gelin." (Fussilet, 41/11) Yani size bırakılacak şeyleri
ister istemez kabule amade, hazır olun dediği zaman, "İsteye isteye
geldik" (Fussilet, 41/11) dediler. Hakk'ın kendilerine yapmak istediği her
şeyi kabule hazır olduklarını söylediler.
Şeyh Muhyiddin-i Arabî'nin bu sözü insanı
büyük bir nüsha ve toplayıcı bir nüsha sayan sözlerine aykırı görünür. Çünkü
göklerin ve yerkürenin cismanî yönden bilinen büyüklüğünden başka aklî yönden
de büyüklükleri tesbit edilince insan için hiç büyüklük yönü kalmamış demektir,
bunu "O göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini kendi yanından sizin hizmetinize
verdi." (Câsiye, 45/13) âyeti ile bağdaştırmak lazım gelir ki, birinde
maddiyat, birinde maneviyat yönü açıktır. Bununla birlikte Şeyh'in bu ifadesi
bize fizyolojik açıdan bir karşılaştırma hatırlatmaktadır, garîzî, yani
fizyoloji açısından bakıldığı zaman da gökler ve yerküre, Hakk'ın emrine aykırı
hiçbir şey yapmaz. Teklif ile seçmeli emanet görevini kabul etmemiş, fakat emir
ile verilen emaneti hakkı ile saklar. Halbuki insan hem hata eder, hem isyan
eder emanetlerine zulüm de eder, yanılır da; bunun için gökler ve yerküre
Hakk'ın emrine itaat açısından insandan büyüktür, demek ki kibirlenenler
cahilliklerinden kibirlenirler.
58- Kör de gören ile bir olmaz, yani başında
ve sonunda Hakk'ı tanımaz olan kör kalpli ile Hakk'ı bilen ilim sahibi ve basiret
sahibi eşit olmaz. İlmi olup da gereğiyle amel etmeyenler, görüp de
görmezlikten gelenler de görmez hükmündedir. Onun için misalden gerçeğe
geçilerek buyuruluyor ki: İman edip salih ameller işleyenlerle de kötülük
yapan. Bunlar da eşit olmaz. O halde insan, "ahsen-i takvim" (en
güzel yaratılış) de olur, vücud açısından küçüklüğe karşılık "O göklerde
ne var, yerde ne varsa hepsini kendi yanından size ram etti, emrinize
verdi."(Casiye, 45/13) âyetinin mânâsınca hepsini toplayıcı olur. Siz pek
az düşünüyorsunuz.
59- Ey insanlar veya ey mücadele edenler
herhalde o saat, o ceza saati olan kıyamet, muhakkak gelecek. Onda şüphe yok,
şüpheye yer yok. Fakat insanların çoğunluğu iman etmezler,
60-halbuki Rabbiniz buyurdu ki; yalvarın bana
ki size karşılık vereyim. Hem dua, hem ibadet zikredilmiş olduğu için, ya
duanın ibadet ile yahut da ibadetin dua ile tefsir edilmesi gerektiği için,
tefsir bilginleri iki şekilde açıklamışlardır. Birincisi, Kur'ân'ın birçok
yerlerinde olduğu üzere dua, ibadet mânâsına olarak; bana ibadet ve kulluk edin
ki size sevap ve mükafat vereyim demek olur. İbnü Abbas, Dahhak ve Mücahid'den
rivayet edilen bu tefsire göre "isteme" dil ile değil, bunun yanında
"fiilen talep" şart edilmiş demektir. Bu şekilde şu açıklama bu
mânâya uygun olur: Çünkü ibadet etmekten yüz çevirenler, yani kibirlerinden
bana ibadet etmek istemeyenler, muhakkak yarın hor ve hakir olarak cehenneme
gireceklerdir. İkincisi, "Yalvarın bana ki size karşılık vereyim."
demek, isteyin benden vereyim size demektir ki, Süddi'den rivayet olunan ve ilk
bakışta anlaşılan da budur. Fakat buna göre de ibadetin dua ile tefsir edilmesi
gerekir. Bunu böyle iki şekilli olarak ifade etmedeki incelik, ibadetin duayı,
duanın da ibadeti gerektirdiğini ifade içindir; bir taraftan dua ibadetin iliği
mesabesinde olduğu gibi, ibadet de duanın kabulünün şartlarındandır.
Bu dua emri çok önemli ve dikkate değerdir.
Burada önce insanın cüz'î iradesinin bir ifadesi ile cebr'in reddi vardır.
Gerek ibadet mânâsına olsun, gerek sadece dua, ikisinde de istemek emredilmiş
ve Allah'ın karşılık vermesi için kulun istemesi şart kılınmıştır. Hem öyle
şart kılınmıştır ki şartın yokluğundan, şarta bağlanan şeyin yokluğu
gerekeceğinden terkine "cehenneme girecekler" diye tehdit
getirilmiştir. Şu halde emir vücub içindir ki, her duanın kabul edilip
edilmemesi konusuna gelince, "Hayır ancak O'nu, çağırırsınız, O da
kendisine çağırdığınız herhangi bir şeyi dilerse açar." (En'am, 6/41)
âyetinden anlaşıldığına göre, dileme ile kayıtlıdır. Yani buradan anlaşılan
kazıyye-i şartıyye (şart önermesi) külliye (tümel) değil, mühmeledir. "Güzel
kelimeler ancak O'na yükselir, onu da iyi amel yükseltir." (Fâtır, 35/10)
âyetin mânâsınca bazı kabul şartları ile de şartlıdır. Onun için burada ibadet
ile birlikte zikredilmiştir. Keşşaf'ta Ka'b'dan şöyle nakledilir: "Yüce
Allah bu ümmete üç özellik vermiştir ki onları geçmişte kendi katından
göndermiş olduğu peygamberlerden başkasına vermemiştir. Her peygambere
"Sen benim halk üzerine şahidimsin" demişti, bu ümmete de
"İnsanlara karşı şahitler olasınız." (Bakara, 2/143) buyurdu.
"Peygamberin üstüne Allah'ın farz ettiği
herhangi bir şeyde hiçbir vebal yoktur." (Ahzab, 33/38) âyetinin mânâsınca
"sana meşakkat yok" demişti, bu ümmete de: "Allah sizin
üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez." (Maide, 5/6) buyurdu."Bana dua
et, sana karşılık vereyim" demişti. Bu ümmete de "Bana yalvarın ki
size karşılık vereyim." (Mümin, 40/60) buyurdu."(1)
"Bana yalvarın size karşılık
vereyim" şöyle demek de olur: Çağırın bana ki size cevap vereyim. Bu şöyle
demek olur: Benden beni talep edin size icabet ederim, beni bulursunuz, beni bulan
da her şeyi bulmuş olur. Çünkü "O'nun emri bir şeyi dilediği zaman ona
ancak 'Ol' demesinden ibarettir. O da oluverir." (Yâsin, 36/82)
denilmiştir ki işte hiç reddolunmayan dua budur. Nitekim bazı haberlerde
"Beni talep eden, beni bulur" diye varid olmuştur. Bana ibadetten,
yani bana dua ile beni talepden kibirlenenler benden uzak kalarak mahrumiyet
cehenneminde zelil ve hakir olacaklardır.
Meâl-i Şerifi
61-68- 61- İçinde dinlenesiniz diye geceyi,
göz açıcı bir aydınlık olarak da gündüzü sizin için yaratan Allah'tır.
Gerçekten Allah insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu
şükretmezler.
62- İşte Rabbiniz, her şeyin yaratıcısı olan o
Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O halde (haktan) nasıl çevrilirsiniz?
63- İşte Allah'ın âyetlerini inkâr edenler
böyle çevriliyorlar.
64- Allah, O'dur ki sizin için yeri bir
karargâh, göğü de bir bina yapmıştır. Size şekil vermiş, sonra şekillerinizi
güzelleştirmiştir. Hoş nimetlerden size rızık vermiştir. İşte Rabbiniz o
Allah'tır. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!
65- Daimî bir hayat sahibi ancak O'dur. O'ndan
başka ilâh yoktur. Onun için dini halis kılarak O'na, hep O'na yalvarın. Hamd,
âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
66- De ki: "Bana Rabbimden apaçık
deliller geldiği zaman, ben o sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınıza ibadet
etmekten kesinlikle men edildim ve bana âlemlerin Rabbine teslim olmam
emredildi."
67- "Sizi (önce) bir topraktan, sonra bir
damla sudan, sonra bir aleka (embriyo)dan yaratan, sonra sizi bir bebek olarak
çıkaran, sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlar olmanız
için yaşatıp büyüten O'dur. İçinizden kimi de daha önce vefat ettiriliyor.
(Bunları Allah) belirli bir süreye ulaşasınız ve aklınızı kullanasınız diye
(böyle yapıyor)."
68- O, hem yaşatır, hem öldürür. O, bir şey
yapmak isteyince ona sadece "ol!" der, o şey de hemen oluverir.
Meâl-i Şerifi
69-78-69- Bakmaz mısın şimdi Allah'ın âyetleri
hakkında mücadeleye kalkanlara! (Haktan) nasıl döndürülüyorlar?
70- Kitaba ve Resullerimizi gönderdiğimiz
şeylere yalan diyenler, artık ilerde bilecekler.
71- O zaman boyunlarında halkalar ve zincirler
olduğu halde sürükleneceklerdir.
72- Kaynar suda, sonra da ateşte
kaynatılacaklardır.
73- Sonra da onlara: "Nerede o ortak
koştuklarınız?" denilecek.
74- O Allah'tan başkaları (nerede denilecek).
Onlar da diyecekler ki: "Hepsi bizden uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu biz
bundan önce hiçbir şeye ibadet etmiyormuşuz." İşte Allah, o kâfirleri
böyle şaşırtır.
75- Bunun sebebi şudur: Çünkü siz yeryüzünde
haksız yere seviniyor ve güveniyordunuz.
76- İçlerinde ebedî olarak kalmak üzere
cehennemin kapılarından girin. Bak ne kötü o kibirlenenlerin yeri?
77- Ey Muhammed! Sen sabret, şüphesiz Allah'ın
vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Onlara yaptığımız tehdidin bir kısmını
sana göstersek de veya seni vefat ettirsek de onlar mutlaka döndürülüp bize
getirileceklerdir.
78- Andolsun ki biz senin önünden nice
peygamberler göndermişizdir. Onlardan kimini sana anlatmışız, kimini de
anlatmamışızdır. Hiçbir peygamber, Allah'ın izni olmaksızın bir mucize
getiremez. Allah'ın emri gelince de hak yerine getirilir. Batıl bir dava
peşinde koşanlar, işte bu noktada hüsrana uğrarlar.
Meâl-i Şerifi
79- Kimine binesiniz, kimini de yiyesiniz diye
sizin için o yumuşak başlı hayvanları yaratan Allah'tır.
80- Sizin için onlarda daha nice menfaatler
vardır. Onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz. Hem onlar
üzerinde, hem de gemiler üzerinde taşınırsınız.
81- Allah size âyetlerini gösteriyor. Şimdi
Allah'ın âyetlerinin hangisini inkâr edersiniz?
82- Daha yeryüzünde gezip de bir bakmazlar mı?
Kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Onlar kendilerinden hem daha çok,
hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha
çetindiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerini kurtaramadı.
83- Çünkü onlara peygamberleri, delillerle
geldikleri zaman, kendilerinde bulunan ilme güvendiler de o alay ettikleri şey
onları kuşatıverdi.
84- O zaman hışmımızı gördüklerinde:
"Allah'ın birliğine inandık ve O'na şirk koştuğumuz şeyleri inkâr
ettik" dediler.
85- Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları
kendilerine fayda verecek değildi. Allah'ın, kulları hakkındaki geçe gelen
kanunu budur. İşte kâfirler bu noktada hüsrana düştüler.
79-85- "Onlardan kimine binesiniz diye o
yumuşak başlı hayvanları sizin için yaratan Allah'tır." Bu beyan ve nimeti
hatırlatma, özellikle yolculuğa teşvik için bir giriştir ki aşağıda 82. âyette
"Yeryüzünde gezip de bir bakmazlar mı" hatırlatması buna bir tefri
olacaktır. Peygamberleri kendilerine delillerle geldikleri zaman onlar ilim
adına kendilerinde bulunana güvendiler. Sanatlarına, felsefelerine güvenerek
peygamberlerin mucizelerini, haber verdikleri açık âyetleri tanımamak istediler
ki bunlar her zaman vardır.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
mümin - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.