Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Müddessir Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
74-MÜDDESSİR:
1."Ey, örtüsüne bürünen!" Müddessir
kelimesinin aslı mütedessir olup "disâr" denilen örtüye bürünen
demektir. Disâr; entari, cübbe, kaftan, ihram gibi "şiâr"ın üstüne
giyilen veya örtülen dış giysi veya bürgü demektir. Şiâr ise gömlek, don,
peştemal gibi vücuda değen iç çamaşırıdır.
Müzzemmil Sûresi'nde de geçtiği üzere
denilmiştir ki: Peygamber (s.a.v)'in büründüğü disâr, bir kadife idi.
İkrime'nin açıklamasına göre,
"Peygamberlik ve nefsi olgunluklara bürünüp giyinmiş olan" demektir.
Bu mânâlarla bu hitap Müzzemmil gibi Peygamberliğin ilk duyurulmasında şöyle
bir kinaye ile uyanık olmaya daveti hissettirir: Ey o bürünen, ey o kendisine
verilmiş olan hakikatı halkın bakış ve görüşünden gizlemeye çalışan Muhammed! O
bürünmek, uyumak, rahat etmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikatı
açıklamak, zahmetler çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu göstermek,
etrafı temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir
kararlılıkla kalkıp hareket etmek zamanı geldi.
2. Kalk yatağından kalk, yahut büyük bir kararlılıkla
kalk işe başla, artık uyarma görevini yap, etrafındakilere neticenin önemini ve
korkunçluğunu anlat, saygısızları gocundur.
3. Ve Rabbini artık büyükle. Büyüklüğün ancak
onun şanı olduğunu ve ona karşı her şeyin küçük ve değersiz bulunduğunu kalben
tanıdığın gibi, söz ve fiilinle de anlat, ilan et.
Rivayet olunur ki, bu âyet inince Resulullah
(s.a.v) "Allahu ekber" demiş; Hz. Hatice de tekbir almış, sevinmiş ve
bunun vahy olduğunu iyice anlamıştı. Burada nin önce söylenmesi "sadece
Rabbini" mânâsını ifade etmek içindir. kelimesinin başındaki
"fâ" harfi, bir şarta karşılık olma mânâsını ifade ederek önce gelen
kısmın sonra gelen kısma bağlı olduğunu anlatır. Buna göre mânâ şöyle demek
olur: Ve Rabbini, ancak Rabbini büyükle. Her ne olay olursa olsun hiçbir
nedenle artık onu tekbir ile büyükleme görevini bırakma.
4. Ve giysilerini, elbiseni artık temizle.
Giysi ve elbise, bazan bunları giyen kişinin kendisinden, bunların temizliği de
giyenin temizliğinden kinaye olur. Nitekim, "Filân kişinin eteği
temizdir." denildiği zaman onun iffetli ve ahlâkının temiz olduğu
anlatılmak istenir. Gaylân b. Seleme:
"Allah'a hamdolsun ben ne ahlâksız
elbisesi giydim, ne de bir özür ile maskelenirim." beytinde kendisinin ne
ahlâksızlık, ne de bir leke ile kirlenmediğini ve kirlenmeyeceğini anlatmıştır.
Antere:
"Uzun mızrakla giysisini parçaladım.
Kerim kişi mızrağa yabancı değildir." beytinde giysi kelimesini kullanarak
onunla nefisten kinaye etmiştir. İmrü'l-Kays da:
"Eğer benim bir huyum sana kötü geldiyse
benim giysilerimi kendi giysilerinden sıyırıver, kurtulursun." beytinde
giysi ile kalpten kinaye etmiştir.
Bunlar gibi bu âyette de "siyab" (giysi)
kelimesi nefisten veya kalpten kinaye olmak üzere birçok tefsirci âyetini
"kendini veya kalbini günahtan, haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyarıları
kabule engel olacak kirli huylardan sakın, öğütlerinin kabul edilmesini
sağlayacak olan güzel ahlâk ile ahlâklan" diye manevî ve ahlâkî temizlik
ile tefsir etmişlerdir. Fakat kinaye, hakikî mânânın da kastedilmesine engel
olmadığı için, bu şekilde bir tefsir aynı zamanda gerek bedenin gerek elbisenin
maddi temizliğinin emredilmiş olmasına aykırı olmaz. Çünkü "taharet"
ve "nezafet" kelimeleri dilimizde temizlik mânâsına gelmekle birlikte
taharet, nezafetten daha genel olarak maddî ve manevî temizliği kapsar. Bununla
beraber burada bundan başka bir mânâ daha vardır ki o da "siyâb"
kelimesinin bir şeyi yakından bürüyen, kuşatan şeyden ve zarftan kinaye ve
mecaz olmasıdır. Nitekim bir takım kişilerin üzerine atılıp binerek alıp
getirdikleri bir deveyi anlatmış olduğu şu beytinde Leylâ:
"Ona hafif hafif bazı giysiler attılar.
Şimdi onun ürkütülmüş deve kuşundan başka bir benzerini göremeyiz." derken
devenin üzerindeki insanları önce giysilere, sonra da koşan deve kuşunun
üzerindeki tüylere benzetmiştir. Yani "seni üzerindeki giysiler gibi
yakından sarmış olan cemaat ve topluluğunu, ilk önce etrafındaki kimseleri
temizle" demek olur ki bu mânâ "Önce en yakın akrabalarını
uyar."(Şuara, 26/214) âyetinin mânâsına da uygun düşer. Hem bunda Hz.
Peygamber (s.a.v)'in maddî ve manevî nefis temizliği öncelikle anlatılmış
olacağından onun nefsindeki temizliğini hatırlatmaya gerek kalmaz.
5. Ve o pislikleri artık savıp uzaklaştır.
"Rücz" ve "ricz" kelimeleri pislik ve azap mânâsına geldiği
gibi burada put ve heykel demek olduğunu da açıklamışlardır.
6. Hem çoksunarak mennetme. Burada da iki mânâ
açıklanmıştır. Birisi, menn, başa kakmak mânâsına olarak, "yaptığın işi,
hizmeti, iyiliği çok sayarak başa kakma, yaptığın işle nazlanma" demek
olur. Birisi de menn, iyilik ve lütuf mânâsına olarak, "bir iyilik
yaptığın, bir lütuf ve ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden karşılığında
daha çoğunu almak maksadıyla yapma" demek olur. Yani on para sadaka verip
de yirmi paralık hizmet ve saygı bekleyenler gibi dünya ticareti ve maksadını
gözeterek veya gösteriş ve iki yüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah için
iyilik et, başkasından bir karşılık bekleme. Bu mânâ İbnü Abbas'tan
nakledilmiştir.
Bu iki mânâda cümlesi, hâl ve durum bildirir,
demektir. Sonundaki "râ" harfi merfu olmayıp "başa kakma"
olumsuz emrine cevap olarak cezimli olsaydı, "yaptığın iyiliği başa kakma
ki çoğaltasın, çok hayır ve mükâfata eresin" demek olurdu. Fakat Kırâet-i
aşere'de bu okunuş şekli yoktur. Bununla beraber bir sıralanma ve bir önceki
cümleye bağlılık kast edilmeden şu mânâ da olabilir: Yaptığın hizmeti başa
kakma, daha çok hayırlara ereceksin.
7. Ve Rabbin için artık sabret yani bu
görevleri yapmak için her ne kadar sıkıntılar çekecek, eziyetler göreceksen de
sırf Rabb'ının hükmü için artık sabret.
8. Çünkü o boru çalındığı vakit:
"NÂKÛR, sur gibi ağızla üflenerek çalınan
boruya denir. Nakr, vurmak ve didiklemek mânâlarına geldiği gibi boru çalmak
mânâsına da gelir. Zira boru çalındığı zaman içinden hava sıkıştırma ile
didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği
için boruya "minkâr" gaga, didikleme âleti mânâsıyla ilgili olarak
nakur denilmiştir. "Boru çalınmak" örf ve âdette kervanın veya
askerin yola çıkması için hareket kumandası demek olduğu gibi, "borusu
ötmek" de, emir ve kumandasının dinlenmesinden kinaye olması nedeniyle,
boruyu çalmak, ahiret yolculuğuna çıkmak için "Çünkü o sura üfürülüş zorlu
bir kumandadır."(Sâffat, 37/19) ilâhî emrinin ortaya çıkması demektir.
"O sûra üflendiği zaman" âyetinin başındaki "fâ" harfi
sebep bildiren bir harf olarak âyetin mânâsı, "çünkü sûra üfürülünce, o
boru çalınınca" demek olur. Burada üfürmeden maksadın ilk üfürme olduğu
açıklanıyor.
9. "O gün." Kelimenin sonundaki
tenvin, muzafun ileyh (tamlayan) den bedeldir. Yani "o öyle olduğu
gün" demektir. Biz bunun mânâsını açıklarken "o gün" demekle
yetiniyoruz.
10. Kâfirlere kolay değil. Bir önceki âyette
"pek zor" denildikten sonra "kolay değil" demek ilk bakışta
gereksiz gibi görünür. Fakat zorluk iki türlüdür: Birisi, önce çok zor olmakla
beraber, gittikçe kolaylaşır, yenilebilir. Birisi de, gittikçe zorlaşır, hiç
kolaylaşmaz. O günün herkes için zor olacak olduğu bildirilmek üzere
denildikten sonra buyrulmuştur.
11. "Tek olarak yarattığım o kimseyi bana
bırak". Burada "tek olarak" mânâsına gelen kelimesi, hem
yaratanın hem de yaratılanın durumunu gösterebilir. Yani "benimle bırak,
hiçbir ortağım olmadığı halde tek başıma yarattığım o kimseyi" yahut
"kendisini tek başına, hiç kimsesi olmadığı halde yapayalnız yarattığım o
kimseyi" demek de olabilir. Bu mânâ "Andolsun sizi ilk defa nasıl
yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker teker huzurumuza
gelirsiniz."(En'âm, 6/94) buyrulduğu üzere her kişi hakkında sahih olur.
Bununla kıyametin de yaratılış gibi özellikle her fert için ayrı bir safhasının
olduğuna işaret edilmiş demektir. Âyetin özel bir olay ve şahısla ilgili olarak
inmesi hüküm ve uyarmanın vasıflara göre genel olmasına engel de değildir. Bu
âyetin iniş sebebinin Velid b. Muğire el-Mahzumi olduğu rivayet ediliyor.
Burada onun Nûn sûresinde geçtiği gibi soysuz, piç olduğuna ima ve
"vahid=tek başına" namiyle anıldığına işaret olduğu söylenmiştir.
12. Hem ona uzun uzadıya uzatılmış mal verdim
yani çok mal, servet, arazi ve çiftlik gibi geniş yahut gelişip boy atarak ya
da ticaretle artırılmış, uzatılmış mal verdim. Velid'in Mekke ile Tâif arasında
çeşitli türde malları ve Taif'te yaz kış meyveleri eksik olmayan bostanı ve
milyon kadar parası bulunduğuna dair rivayetler gelmiştir.
13. "Hem göz önünde oğullar verdim"
ŞÜHÛD, şahid kelimesinin çoğuludur. Yani hepsi
yanında hazır, göz önünde, çalışmak için şuraya buraya gitme ihtiyacı duymayan,
meclis ve lokallerde babalarının yanında hazır bulunan oğullar verdim. Yahut,
önemli işlerde şahitliklerine, görüşlerine ve bilgilerine başvurulan oğullar
verdim demektir. Rivayete göre Velid b. Muğire'nin hepsi mevki sahibi
kişilerden olmak üzere on veya onüç oğlu vardı. Fakat bilinenleri yedidir.
Velid b. Velid, Halid b. Velid, Umâre b. Velid, Hişam b.Velid, As b. Velid,
Kabis b. Velid, Abdişems b. Velid. Denildiğine göre bunlardan Halid, Hişam ve
Velid müslüman olma şerefi ile şereflenmişlerdir. Zemahşeri, "Bunlardan
üçü müslüman oldu: Halid, Hişam ve Umâre" diye zikretmiştir. Alûsî de
şöyle der: Umare'nin Bedir'de veya Habeş'te Necaşî tarafından öldürüldüğü
ihtilaflıdır. İki rivayet de kâfir olarak öldürüldüğü hususunda birleşmiştir.
Müslüman olduğuna dair Sa'lebi'nin Mukatil'den yaptığı rivayet sahih değildir.
İbnü Hacer bunun hata olduğunu yazmıştır. Bu hatayı Zemahşerî de yapmış ve onun
peşinden gidenler de bu hususta ona uymuşlardır. Bunların Velid b. Velid'i
İslâm'la şereflenenler arasında zikretmemeleri şaşılacak bir iştir. Oysa bütün
hadisçiler onun müslüman olduğunda görüş birliğine varmışlardır" Evet
Velid b. Velid'in de sonradan müslüman olduğunda ihtilaf görülmüyor. Fakat
Umare'nin durumu ihtilaflıdır. Bu dördün dışında kalanlar hakkında ise bir
bilgimiz yok.
14. Ona büyük imkânlar verdim, mal ve
oğullardan başka, birçok sebep ortaya çıkararak mevki, saygınlık ve şans
açıklığı verdim. Velid, Kureyş içinde ileri gelen saygın kişilerden sayılırdı.
"Vahîd" ve "Reyhâ-netü'l-Kureyş" takma adlarıyle anılırdı.
5. Sonra daha çok vereyim diye açgözlülük
eder. İşte o, öyle açgözlü birisi. Hatta demiş ki: "Eğer Muhammed doğru
söylüyorsa cennet benim için yaratılmış demektir."
16. Hayır, öyle şey yok
KELLÂ, reddetme edatıdır. Bir sözü, bir
iddiayı veya bir ümit ve isteği reddeder. Biz bunun yerinde, "hayır öyle
değil, öyle şey yok, yağma yok" gibi deyimler kullanıyoruz.
"Hayır" ifadesini yerine göre, kelimeleri yerinde de kullandığımızdan
tam karşılığı denemese de yakınıdır. Burada onun aşırı istek ve ümidini kesme
mânâsını ifade eder. Sebebi, Çünkü o, bizim âyetlerimize inatçı kesildi. O
nimetleri veren şahsın birliğini gösteren delillere veya Kur'ân âyetlerine
karşı inada kalkıştı. Bu ise nankörlüktür. Verilen nimeti inkâr etmek onun
artmasına değil, kesilmesine sebeptir.
17. Ben onu sarp yokuşa, dikine azaba
sardıracağım.
Tirmizî, Hakim ve daha başkalarının rivayet
ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): "Sa'ud, ateşten bir dağdır ki
kâfir ona yetmiş yıl çıkar, sonra içine düşer." buyurmuştur. Yine Hz.
Peygamber (s.a.v)'in, "Cehennemde bir yokuşa çıkması teklif olunur ki, ona
elini koydukça erir, kaldırınca yerine gelir. Ayağını koyunca erir, kaldırınca
yerine gelir." buyurduğu rivayet edilmiştir. Yine rivayet olunuyor ki,
âyetin inmesinden sonra Velid'in malı günden güne eksilmiş, nihayet yok
olmuştur.
18. Tehdidin niçin yapıldığı veya o kâfirin
nasıl inat ettiği açıklanmak üzere buyruluyor ki: Çünkü o düşündü ve bir takdir
yaptı, kafasında ölçtü biçti, bir tahmin yaptı.
19. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti Arapça'da
bu yahut tabirleri, "kahrolası, Allah canını alası" gibi asıl
itibarıyla beddua olmakla beraber, nazardan esirgemek şeklinde "yahu ne
yaman şey, anası ağlayası" gibi bir değere işaret olarak övgü yerinde ve
bazan da bu mânâda alay etmek ve dalga geçmek için kullanılır ki, burada, onun
düşüncesini beğenenlerin bu yoldaki övgülerini anlatarak hakaret ve küçümseme
mânâsında kullanılmıştır. Yani dedikleri gibi "kahrolası nasıl da takdir
etti ya!..."
20. Sonra kahrolası, nasıl da takdir etti
ya!.. Bu tekrar, hem hakareti vurgulamaya, hem de her iki âyette geçen takdirin
farklı olduğuna işarettir.
21. Sonra baktı etrafındakilere bir bakındı.
22. Sonra kaşını çattı ve ekşidi, surat astı.
BESR, vaktinden evvel acele olmasını istemek,
hamlık yapmaktır. Nitekim meyvenin hamına, hurmanın koruğuna "büsür"
denilir. Rağıb, burada bu mânâdan olduğunu söyler. Yani, vakti gelmeden kopmuş
ham koruk gibi ekşidi, surat astı.
23. Sonra ardını döndü ve büyüklendi. Anlamış
olduğu haktan yüz çevirdi, imana arkasını, küfre yüzünü döndürdü ve Allah'tan
korkmayıp gururlanarak büyüklük tasladı, hakkı kabul etmeyi kibrine yediremedi
de her şeyi bilen bir kişi edasıyla
24. hemen dedi ki: Bu Kur'ân, öteden beri öğretilegelen
bir sihirden başka bir şey değil.
Bu âyette geçen tabirinde iki mânâ vardır:
BİRİNCİSİ; me'sur, yani öteden beri öğretilip
rivayet olunagelen; sihirbazdan sihirbaza öğrenile geldiği söylenen bir sihir
demektir.
İKİNCİSİ; yü'ser, yani diğer sihirlere tercih
edilecek, beğenilecek bir sihir demek olur. Bu, "parlak sihir"
mânâsına "sihr-i mübin" demelerine benzer.
25. "Bundan aldatıcı bir albeni var"
demiş oluyor ve nihayet kararını şöyle veriyordu: Bu, insan sözünden başka bir
şey değil. Böyle deyip kararı bastı. Peygamberliği ve Kur'ân'ın Allah sözü
olmasını inkâr ediverdi ki, işte inatçı kâfirlerin Kur'ân ve Peygamber hakkında
söyledikleri nihayet budur. Bu, Allah'ın indirdiği kelâmı değil, Muhammed'in
kendi söylediği kitabıdır derler. Olay tefsirlerde şöyle anlatılır:
Velid b. Muğire Peygamber (s.a.v)'in yanına
gelmiş, Kur'ân dinlemiş ve etkilenmişti. Kalkıp Mahzum Oğulları'na varmış;
"Vallahi, Muhammed'den az önce bir söz dinledim; ne insan sözü, ne de cin
sözü. Onun bir tatlılığı, bir hoşluğu var. Yukarısı meyveli, aşağısı bolluk,
zemini bol sulu. O kesinlikle üste çıkar, onun üstüne çıkılmaz." demiş;
buna karşı Kureyş: "Velid saptı. Vallahi, bütün Kureyş sapacaktır."
demişler, bunu işiten Ebu Cehil, "ben size onun hakkından gelirim."
deyip kederli kederli yanına varmış; "Ey amca demiş, kavmin sana vermek
için bir mal topluyor. Çünkü sen Muhammed'den bir şey elde etmek için onun
yanına gidiyormuşsun." Velid: "Kureyş bilir ki, ben onların malca en
zenginleriyim." diye cevap vermiş. Ebu Cehil demiş ki: "O halde onun
hakkında bir söz söyle de kavmin işitsin, senin onu sevmediğini, inkâr ettiğini
anlasınlar." Velid: "Ne diyeyim, içinizde şiiri, mısraları kafiyeli
kısa vezinli nazmı, kasideyi ve cin şiirlerini benden iyi bileniniz yoktur.
Onun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor ki." demiş. Ebu Cehil,
"yok mutlaka bir şey söylemelisin." deyince kalkıp kavminin
toplandıkları yere varmış, "siz, demiş, "Muhammed mecnun"
diyorsunuz. Hiç kimseyi boğarken gördünüz mü? Kâhin diyorsunuz. Hiç kâhinlik yaparken
gördünüz mü? Şair diyorsunuz. Hiç şiir ile uğraşırken, şiir söylerken gördünüz
mü? Yalancı diyorsunuz. Hiç yalanını yakaladınız mı? Bunlara cevap olarak,
"hayır, ama peki o nedir?" demişler; "durun düşüneyim"
demiş düşünmüş, düşünmüş "Bu, öğretilegelen bir sihirdir; bu sadece bir
insan sözüdür." demiş, onun bu sözleri Kureyşlilerin hoşuna gitmiş,
salonlarında bir alkıştır kopmuş ve onun sözlerini alkışlayarak dağılmışlar.
Yukarıda geçtiği üzere bazılarının sözlerine
göre bu olay Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin iniş sebebi gibi nakledilmiş
ise de Velid'in dinlediği âyetlerin lerden olduğuna dair gelen rivayetlerden
anlaşıldığına göre bu, bu sûrenin başının değil, bu âyetlerin iniş sebebi
olmuştur.
26. Buyuruluyor ki: ben onu Sekar'a
yaslıyacağım. Bu âyet "Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım."
âyetinden bedel-i iştimâldir ve onun kapsadığı mânâyı açıklamaktadır.
SEKAR, cehennemin isimlerindendir. Bazıları
bunun Arapça bir kelime olmadığı görüşünü savunmuşlar ise de güneşin, yüzü
çalıp kavurması mânâsına gelen "sakr" kelimesinden türetilerek
"yakıcı" mânâsından alındığını söylemişlerdir.
27. Bilir misin, nedir o Sekar? Yani o öyle
bir Sekar'dır ki, sen aklınla onun mahiyetini ve özünü kavrayamazsın.
28. Ne geriye bir şey bırakır, ne yakasını bırakır.
Yani o öyle sırnaşık bir Sekar'dır ki, bir kere çattığı bir şeyi hiçbir zerresi
kalmayacak şekilde yok edip tüketir, sonra da yakasını yine bırakmaz. O yok
olan yeni bir yaratılışa çevrilir. O yine evvelki gibi azap ile çatmaya devam
eder.
29. "Durmadan derileri kavurucudur"
BEŞER, insan demek olduğu gibi,
"beşere" nin çoğulu olarak derinin, özellikle insan derisinin dış
yüzleri mânâsına da gelir. İnsana beşer denilmesi de bu yüzdendir.
LEVVÂHA, "levh" kökünden aşırılık
ifade eden bir siğa (kip)dır. Levh; susamak veya güneşin ısısı, yahut
susuzluğun bir adamın çehresini bozması, yani yakıp kavurarak karartmak veya
ortaya çıkmak, şimşek çakmak, gözle görmek mânâlarına gelir ki, Levvâha
kelimesinin bütün bu mânâlara ihtimali vardır. Deriye susamış, yahut hiç
durmadan derileri kavuran, yüzler karartan, yahut hep beşer gözeten beşere
saldıran mânâlarını ifade eder. İbnü Abbas'tan; "Sürekli olarak deriler
kavuran, yüzler karartan" mânâsı rivayet edilmiştir. Daha başka mânâlar da
söylenmiştir. Buna şöyle diyebileceğiz: Kanmak bilmez bir susuz, sürekli
beşersûz (deri yakan).
30. Üzerinde ondokuz var.
Bu "ondokuz"un ne olduğunu açıklayan
kelime zikredilmiyor. Ancak bundan sonraki âyetten bunun, o cehennemin
korucuları olan melekler yani zebaniler olduğu anlaşılıyor. İnsanoğlunun ruhî
ve ahlâkî kuvvetlerinin analizini yapıp sınıflandırarak bu sayının sır ve
hikmetini açıklamaya çalışmak isteyenler olmuşsa da, doğrusu bunun akılla
bilinebilecek bir ilim işi değil, mutlak bir iman işi olmak üzere bir sınama
için olduğu ikinci âyette özellikle anlatılmıştır. Onun için bunun, kayıtsız
şartsız bir iman ile inanılması istenen mutlak bir ilâhî haber olduğunu tasdik
edip "yorumunu ve mânâsını Allah bilir" demek gerekir. Özet olarak
şöyle diyebiliriz: Yüce Allah'ın şimdi sizin tam olarak bilip anlayamayacağınız
ve ilerde ortaya çıkacak öyle kuvvet ve güçleri vardır ki onların hakikatini
ancak kendisi bilir ve sizin ona mutlak surette inanmanız gerekir. İşte size
onlardan bir örnek haber veriyor. Bu, şu anda imanı olmayan ve kalplerinde bir
çürüklük bulunanlar için şaşırtıcı bir sır, bilinmez bir şey gibi gelir,
"böyle kapalı Allah sözü, Peygamber duyurusu mu olur?" diye alay ve
inkâra sapmalarına sebep olabilirse de, kitap ve peygamberin ne demek olduğunu
ve gelecek işinin bugünkü işlere kıyas edilerek bilinemeyeceğini bilenlerin
kuşkularını kesecek ve iman yeteneği olanların imanlarını artırarak onları
başarı ve kurtuluşa götürecek en önemli sebeplerden, hatırlatma ve haber verme
cümlesinden olduğu için bunların yorumuna çalışmayarak mutlak bir iman ile
inanılması gerekir.
31. Bunun böyle olduğunu açıklamak için
devamında şöyle buyruluyor: "Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler
yaptık. Sayılarını da ancak kâfirler için bir imtihan kıldık." Bu âyette
geçen "ashab-ı nâr" sonsuza kadar o ateşin içinde kalıp yanacak
olanlar mânâsına değil, o ateşe sahip olup koruyacak bekçiler, muhafızlar
mânâsına olduğu açıktır ki maksat, kendilerine "cehennem bekçileri"
denilen ve Tahrim sûresinde "Onun başında öyle melekler vardır ki iri mi
iri, çetin mi çetin.. Allah kendilerine ne emrettiyse isyan etmezler ve
kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar." (Tahrim, 66/6) diye nitelenen
ve başkanları malik olan zebani meleklerdir. Bu âyette geçen "onların
sayısı" sözünden maksat da, zikredilen "ondokuz" sayısı olduğu
açıktır. Yani bunların sayılarının ondokuz yapılması veya şahısları mı, türleri
mi ne olduğu belirtilmeyerek sade ondokuz sayısıyla bir muamma, bir sır halinde
ifade edilerek haber verilmesi sadece kâfirlere bir bela ve imtihan içindir.
Bunun faydası da diye başlayan bölümde anlatılanlardır. Bu âyetin iniş sebebi
hakkında iki rivayet anlatıyor:
BİRİNCİSİ, âyeti indiği zaman Ebu Cehil
Kureyş'e şöyle demişti: "Analarınız ağlasın, İbnü Ebi Kebşe'nin oğlunu
işitiyorum, size cehennem bekçilerinin ondokuz adet olduğunu haber veriyor.
Sizler ise demir pehlivanlarsınız. Sizin her onunuz onlardan bir adamı
yakalamaktan aciz mi?" Ebu'l-eşedd b. Üseyd b. Kelede el-Cümehi, Pençesi
pek kuvvetli yırtıcı bir adamdı. "Ben size onyedisinin hakkından
geliveririm, siz de bana ikisinin hakkından geliverin." demişti. Bunun
üzerine "Biz ateşin bekçilerini hep melekler kıldık." âyeti indi.
Onlar sizin güç yetireceğiniz adamlar değil, meleklerdir, diye haber verildi.
Ebu Cehil hakkında da Kıyame sûresindeki "Gerektir sana o bela gerek!
Evet, gerektir o bela sana gerek."(Kıyamet, 75/34-35) âyetleri indi.
İKİNCİSİ, Tirmizî ve İbnü Merduye'nin Hz.
Cabir'den ettikleri bir rivayete göre, yahudilerden bazı kimseler Peygamber
(s.a.v)'in ashabından bazılarına "Sizin Peygamberiniz cehennem
bekçilerinin adedini biliyor mu?" diye sormuşlar, onlar da Hz. Peygamber
(s.a.v)'e bunu haber vermişlerdi. Resulullah (s.a.v), şöyle ve şöyle deyip
elleri ile bir kere on, bir kere de dokuz işareti yapmışlardı. Yahudilerin
Medine'de bulunmasından dolayı bundan bazıları bu âyetin Medine'de indiğini
anlamak istemişlerse de Ashab-ı Kiram'dan bazılarının Medine'ye veya
yahudilerden bazılarının Mekke'ye gitmiş olmaları düşünülebileceğinden bunu
delil göstererek bir neticeye varmanın zayıf olduğu açıktır ve hatta âyetin
iniş sebebinden ziyade bir tefsir mânâsındadır.
"Rabbının ordularını ancak kendisi
bilir." İşte o muammanın asıl sırrı ve faydası bu hakikata kayıtsız
şartsız bir imanla iman etmeyi sağlamaktır.
CÜNUD, "cünd" kelimesinin çoğuludur.
Asker, bir adamın yardımcıları, alay ve ordu mânâlarına gelir. Kuvvet ve
sertliği itibariyle daha çok asker için kullanılır olmuştur. Aslı kalıbında
kelimesinden alınmıştır ki taşlık , sert araziye denir. Ve o (yani Sekar veya
bu âyetler) başka bir şey değil ancak insanlık için, insanın yararı için bir
öğüt, bir hatırlatıcıdır.
Bunu hafife alanları reddederek korkutmayı hem
desteklemek hem de olumlu bir gayeye yöneltmek suretiyle aydınlatma maksadıyla
buyruluyor ki.
Meâl-i Şerifi
32- Hayır, andolsun aya,
33- Döndüğü an o geceye,
34- Ve açtığı sıra o sabaha.
35- Kuşkusuz o Sekar, büyük belalardan
biridir.
36- Uyarmak için insanları..
37- İçinizden ileri gitmek veya geri kalmak
isteyen kimseleri..
38- Her nefis kendi kazancına bağlıdır.
39- Ancak amel defterleri sağından verilenler
hariç.
40- Onlar cennettedirler, sorup dururlar.
41- Suçluların durumunu.
42- "Nedir sizi Sekar'a sokan?"
diye.
43- Suçlular der ki: "Biz namaz
kılanlardan değildik."
44- "Yoksula da yedirmezdik."
45- "Boş şeylere dalanlarla dalar
giderdik."
46- "Ceza gününü yalanlardık."
47- "Nihayet bize ölüm gelip çattı."
48- Artık onlara şefaatçilerin şefaatı fayda
vermez.
49- Şimdi o Kur'ân'dan yüz çevirirlerken ne
mazeretleri var?
50- Sanki onlar ürkmüş yaban eşekleri.
51- Arslandan kaçmaktalar.
52- Hayır, onlardan her kişi kendisine açılmış
sayfalar verilmesini istiyor.
53- Yok, yok onlar ahiretten korkmuyorlar.
54- Hayır, hayır, O kur'ân kuşkusuz bir
öğüttür.
55. Dileyen onu düşünür.
56. Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar
öğüt alamazlar. Koruyacak da O'dur, bağışlayacak da.
32-34. "Hayır hayır, andolsun o
aya." Burada ve sonraki âyetlerde geçen kamer, gece ve sabah kelimelerinin
kendi mânâlarında ve ilâhî orduların görüldüğü parıltılara işaret olmaları
yanında dünyanın karanlıklara boğulduğu cahiliyye devri içinde Peygamberlik
nurunun doğuşu ve o gecenin yok olmaya yüz tutuşu ve parlamak üzere bulunan
hayır ve hakikat sabahının yaklaşışı anlarıyla İslâm güneşinin doğuşu anına da
dolaylı yoldan işaret vardır. Hatta asıl ifade edilmek istenen budur.
35. Kuşkusuz o Sekar herhalde büyük olaylardan
biridir yani en büyük felaketlerden biridir.
36-37. İnsanı korkutmak, gocundurmak için,
yahut insanı korkutucu olarak. Bazıları bunun, sûrenin evveline bağlı olduğunu
söylemişlerdir ki, "korkutucu olarak kalk" demektir.
38. Her nefis kazancına bağlıdır. Yani Allah
katında borçlu olarak kazancına rehindir. Mutluluğu ve felaketi kazancına uygun
düşer. Çalışır güzel işler yapar, Allah'a borçlarını öderse kendisini kurtarır.
(Geniş bilgi için Tûr sûresindeki "Herkes kendi kazancına
bağlıdır."(Tur, 52/21) âyetinin tefsirine bkz.)
39. Ancak amel defterleri sağdan verilenler bunun
dışındadır. Zira bunlar sadece kendi kazançlarına bağlı kalmayarak ezeli
takdirde yüce Allah'ın sırf lütuf ve ihsanından nasipleri, kısmetleri fazla
takdir edilmiş olan mutlu kişilerdir. Çünkü adalet ve hikmet sahibi olan yüce
Allah herkese kazancına uygun bir mükâfat verir, kimsenin hakkını kaybetmez.
Hukuk açısından hepsini eşit kılmış, kazancına bağlamış olmakla beraber (Allah)
yaptıklarından sorumlu tutulacak bir varlık olmadığı için sırf lütuf ve ihsan
açısından hepsinin takdirlerini, mazhar olacakları şeyleri eşit kılmamış;
kimine az, kimine çok vermiş, kimini de fazla olarak verdiği ihsanından yoksun
kılarak onu sadece kazancına bırakmıştır. İnsanları diğer canlılardan seçkin
olarak yaratması nasıl onların kazancına bağlı değil, sırf bir lütuf eseri ise,
insanları çeşitli mertebelerde yaratması, nebileri ve velileri yüksek
derecelere nail olmakla seçkin kılması, nebilerin bir kısmını bir kısmına üstün
tutması ve Hz. Muhammed (s.a.v)'in derecesini hepsinden üstün kılması da bu
türdendir. Bu şekilde yüksek mertebelerin bir çoğu çalışıp kazanılmakla elde
edilmez. Bu ise "Doğrusu insan için çalıştığından başkası
yoktur."(Necm, 53/39) mânâsı ile çelişkili olmaz.
Zira çalışıp kazandığından başkası insanın
kendi hakkı değil, sadece bir lütuftur. Bununla beraber âyette "illâ"
edatı ile yapılan istisnanın muttasıl olmasına göre, "ashab-ı yemin"
bunun da bir istisnası sayılmalıdır. Şu halde bu âyette geçen ashab-ı yemin
Vâkıa Sûresi'nde geçen ashâb-ı yeminden daha özel, sabikun yani imanda en ileri
gelenler gibi seçkin bir mânâda demektir. Bunun tefsirini yaparken ashab-ı
yeminden maksat melekler, ihlaslı müminler, müslümanların küçük çocukları,
yaratılış sözleşmesinde, sağ tarafta bulunanlar, yani "Şunları cennet için
yarattım, önem vermem, şunları da cehennem için yarattım, yine önem
vermem." kudsi hadisinde cennet için yaratılmış olanlardır şeklinde
çeşitli rivayetler vardır. Bunların, müslümanların küçük çocukları olduğuna
dair rivayetin Hz. Ali'den geldiği söyleniyor. Bunlar kendi çalışma ve gayretleri
olmadan atalarıyla beraber cennete girecekleri için istisna edilmiş oluyorlar.
Bu rivayet de gösteriyor ki bu istisna, çalışıp kazananlar içinde cennete
girecek yok demek değil, fakat bazılarının kazançlarına bağlı olmadan veya
kazançlarının değerinden fazla olarak sadece bir lütuf eseri ve müstesna bir
şekilde cennete gireceklerini anlatmış oluyor. Gerçi bunda, cennete girmenin
sadece bir lütuf eseri olduğunu gösteren bir mânâ varsa da bu mânâ
"Kazandığı hayır kendine"(Bakara, 2/286) düsturunu bozmaz.
Kazançta iyi amele muvaffak kılma da esas
itibarıyla yüce Allah'ın bir lütfu ve başarı ihsan etmesi demek olacağı için
hepsinin de ilâhî lütfun bir eseri olduğunu söylemek doğru olmakla beraber
burada maksat, çalışıp kazanmanın önemini düşürmek değil, "Kuşkusuz,
haklarında bizden en güzel müjdeler geçmiş olanlara gelince..."(Enbiya,
21/101) âyetinin mânâsınca kaderleri kendilerine yardımcı olan ve çalışmakla
elde edilemiyecek mertebeler kendilerine sırf bir lütuf olarak verilmiş bulunan
seçkin özel kişiler istisna edilmek şartıyla diğer bütün insanların kurtuluş ve
felaketlerinin kendi çalışma ve kazançlarına bağlı bulunduğunu beyan ederek
çalışma ve kazancın değerini göstermektir. Korkutmanın, öğüt vermenin asıl
faydası da budur. Dolayısıyla bu âyette "yemin" kelimesi iki mânâda
düşünülebilir:
BİRİNCİSİ, kaderde sağ tarafta bulunmuş, hiç
çalışma ve gayretleri olmadan kaderleri iyi kılınmış kimseler demektir. Mesela,
Hz. Peygamber (s.a.v)'in nebilik ve resullüğü, "Rabbinin rahmetini onlar
mı taksim ediyor?"(Zuhruf, 43/32) âyetinden de anlaşıldığı üzere
çalışmasının hiçbir etkisi olmayan bir bağış, bir ilâhî rahmettir.
İKİNCİSİ, "yemin" kelimesinin ahit
ve sözleşme mânâsına olmasıdır. Çünkü yaratılış sözleşmesi ile ilâhî ahde dahil
olmuş ve yeminlerini tutmuş olan kimseler kendi kazançlarından sorumlu ve
bundan istifade etmiş olmakla beraber sonuç itibariyle yalnız kazançlarına
bağlı kalmayıp kazandıklarından çok fazla nimet ve mutluluklara ererler ki
bunun misali, bir şahsın tek başına çalışmasıyla sosyal bir sözleşmeye bağlı
olarak toplum halinde çalışması arasındaki farktır. Zira toplumla yaşayanlar
yalnız kendi kazançlarından değil, toplumlarının değerine ve sözleşmelerine
bağlılıklarına göre birbirlerinin ortak ve karşılıklı mesailerinden yüksek bir
biçimde yararlanır. Dağınık çalışmaların zahmeti çok, verimi az olduğu halde
bir ahit ve sözleşmeye bağlı olarak çeşitli çalışmalarını samimi bir şekilde
birleştirmiş ve çalışmalarının dağınık ve ortak noktalarına hep bir ruh ile
sarılarak toplum halinde yürümüş olanlar herbiri kendi çalışmasından
yararlanmakla beraber birbirlerinin çalışmalarından da gittikçe artan bir
şekilde pay alırlar. İşte Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe iman edip de
Sekar'dan korunarak hak yolunda ruhlarını ve çalışmalarını birleştirmiş olan ve
aynı kıbleye yönelerek yürüyen samimi iman sahipleri kendi kazançlarına
bağlanmakla kalmayıp ilâhî lütuftan benzerlerinden ayrı bir şekilde nasip alan
"ashab-ı yemin"dirler.
40-41. Amel defterleri solundan verilenler,
çalışmayanlar, yahut tek başına çalışan, kendi keyfince uğraşan yeminsizler
kendi çalışma ve gayretleriyle boğuşurken, amel defterleri sağından verilen bu
ashab-ı yemin cennetlerdedirler suçluları soruştururlar, suçluların hallerinden
kendi aralarında konuşur, bahseder, birbirlerine sorar yahut sordururlar.
"Bu soru kınama ve hasret çektirme içindir." denilmiş ise de,
herşeyden önce hakkı ortaya çıkararak suçlarının mahiyetine göre şefaat
imkânını araştırmak için görüşüp dertleşme veya bir sorguya çekme olmak,
ardından "Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda
vermez."(Müddessir, 74/48) ifadesinin gelmesine daha uygun görünür.
Bu soruşturmanın bu şekilde anlatılıp
açıklanması da suçluların hallerini ve hüküm giymelerinin sebeplerini sorup
araştırarak hakkı ortaya çıkarmanın ve ona göre hayır ve iyi hal için
çalışmanın ashab-ı yeminin özelliği olduğunu anlatmak, bununla beraber
sayılacak olan suçların sahibi suçluların ahirette şefaat ile de kurtulmalarına
ihtimal olmadığını dünyadakilere hatırlatarak öğüt vermek içindir.
42. Sizi Sekar'a sokan nedir? Yani bu
cehenneme girmenize sebep olan suçunuz nedir? Bu soru, ashab-ı yeminin
birbirlerine değil de suçlulara doğrudan veya dolaylı olarak sordukları
sorudur. Zemahşerî şöyle der: Bu, ashab-ı yeminin birbirlerine sorduğu soruyu
açıklamak değildir. Öyle olsaydı "Onları Sekar'a sokan nedir?"
denilmesi gerekirdi. Bu, onların sordukları kişilerin verdiği cevabı hikâye
etmektir. Yani, sorulanlar şöyle anlatırlar: "O suçlulara sizi Sekar'a
sokan nedir?" dedik.
43. dediler ki: biz namaz kılanlardan
değildik,
44. ve düşküne yedirmezdik, fakire yemek
vermez, karnını doyurma çaresini aramazdık. Yani Allah'ın emrini tanımaz,
kullarına acımazdık.
45. Ve dalanlarla beraber dalar dururduk, boş
lakırdılar, boşuna işler, şunun bunun aleyhinde lehinde gereksiz sözlerle vakit
öldüren, keyif ve zevkle ilgili boş şeylere dalan gafillerle beraber
kendimizden geçer, dalar giderdik.
46. Din gününe, (yani ceza gününe) yalan
derdik, inanmazdık dediler. Namaz kılmamanın, fakirlere bakmamanın, dalanlarla
beraber dalıp gitmenin asıl sebebi de bu imansızlık, bu küfürdür.
47. Ta bize o yakın (yani ölüm) gelene kadar
bu halde devam ettik ancak ölüm gelince ceza gününün hak olduğunu iyice anladık
dediler. İşte kendilerini cehenneme sokan suçlarını böyle haber verirler.
48. Onun için de onlara şefaatçilerin şefaatı
fayda vermez. Zira imansız gitmişlerdir. Demek ki o gün müminlere şefaat
olacak, bunlar da yalanlamasalar, inkâra sapmasalardı belki ashab-ı yeminin
onlara şefaatı da mümkün olabilecekti. Fakat bu suçları işlemiş, inkâr ile
gitmiş oldukları ortaya çıkan suçlular kendilerini kurtaracak iş yapmamış
oldukları gibi şefaatçilerin hepsi de şefaat edecek olsa fayda vermez, gerçek
değiştirilmez. Onlar işledikleri suçların cezası olarak o Sekar'a dalar
giderler.
49. Şimdi o öğütten yüz çevirmekte kendilerine
ne fayda var? Bu Kur'ân'dan yüz çevirmekte, o ölüm hatırlatılarak yapılan
öğütten kaçınmalarında kendileri için bir fayda mı var? Öğütten yüz çevirmekle
o kötü sondan kurtulacaklarını mı zannediyorlar?
50. O Kur'ân'dan öyle yüz çeviriyorlar ki
sanki onlar ürkmüş yabani eşekler,
51. aslandan kaçmaktalar.
KASVERE, "kasr" kökünden türetilmiş
bir kelime olarak zorlu, zorba demek gibi olup "zorlu avcı alayı"
veya "arslan" mânâlarına geldiği açıklanıyor. Lugatçıların çoğu
kasvere'nin arslan mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Bunun Habeş lügati olduğu
da rivayet edilmiştir. İşte Kur'ân ile verilen Allah öğüdünden kaçan, onu
dinlemek istemeyen budalalar öyle ürküp kaçıyorlar. Oysa o zavallı vahşi
eşeklerin kaçmaları bir çaresizlik olmakla beraber yine de tehlikeden
kaçmaktır. Onda belki bir kurtuluş, bir fayda düşünülebilir. Öğütten kaçan bu
budalalar ise tehlikeden değil, kurtuluştan, kurtarıcıdan kaçıyor, faydalarını
bırakıp yok oluşa koşuyorlar.
52. Hayır o kadar da değil, aksine onlardan
her kişi kendisine ayrı ayrı dağıtılmış sahifeler halinde öğüt getirilmesini
istiyor. Genel bir öğüt ile yetinmek istemiyor. Herbiri ziyafete çağrılır gibi
özel davetiye ile ayrıca davet edilmesini istiyor. Görevine, çıkarına koşmak
için kibirleniyor da herbiri "yarın ecelin geldi, şu, şu görevleri yapıp
hazırlanarak gelmeniz duyrulur" diye ayrı bir uyarı ve çağrı bekliyor veya
her biri için bir Peygamber olmasını arzu ediyor ki bu budalalık öncekinden çok
fazladır.
53. Hayır, yok öyle şey herkes için ayrı bir
öğüt, ayrı bir kitap gelmesine ihtimal yok. Bununla beraber öyle de olsa yine
gelmezler. Doğrusu onlar ahiretten korkmuyorlar. Bu çağrı ve öğütü kabul
etmeyenlere sonunda ceza verileceğine inanmıyor, sonunu saymıyorlar.
54. hayır, iş zannettikleri gibi değil korkunç
bir ahiret var.
İşte o bir öğüttür bir uyarı, bir hatırlatmadır.
55. "Artık her kim isterse düşünsün"
içeriğini anlasın, gereğine göre hareket etsin.
56. Bununla beraber Allah dilemeyince
düşünmezler. Korkulacak olan da, bağışlayacak olan da odur. Azabından korkulup
korunulacak olan da o, bağışlayacak da odur. Ondan korkmayan ne ahirette ne
dünyada hiçbir şeyden korkmaz, korunmaz; ondan başkası da ne günahları
bağışlayabilir, ne koruyabilir. Onun için her hikmetin başı Allah korkusu,
Allah sevgisidir. İmam Ahmed, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, Hakim ve daha başkaları
Hz. Enes'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyeti yani
âyetini okudu da dedi ki: Rabbiniz şöyle buyurdu
"Ben korkulacak, korkulup himayesine
sığınılacak olanım. Benimle beraber başka bir ilâh yapılmasın. Her kim benden
korkar da benimle bareber başka bir ilâh tutmazsa onu bağışlayacak olan
benim."
Hakim-i Tirmizî "Nevâdiru'l-Usûl"de
Hz. Hasen'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle der: Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurdu: Yüce Allah buyuruyor ki, kulum bana iki elini kaldırır dua ederse ben
o elleri bağışlamadan geri çevirmekten utanırım. Melekler: "Ey bizim
ilâhımız! O, bağışlanacak kişilerden değil dediler. Yüce Allah, "fakat
korkulacak olan da, bağışlayacak olan da benim. Şahit olun, ben onu
bağışladım." buyurdu.
Ey Rabbim! Bu kulunu da o koruduğun,
bağışlamana erdirdiğin kulların arasına kat. Sensin koruyacak, sensin
bağışlayacak.
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
müddessir suresi - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.