Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Kehf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
18-KEHF:
1-2-3- Allah'a hamdolsun o öyle bir Allah'dır
ki Kitabı kuluna indirdi. Hem de onun için hiçbir eğrilik yapmayarak;
dolambaçlı değil, çarpık değil, yalanı, yanlışı yok. Dosdoğru bir hakim olmak
üzere indirdi. Ki kendi katından pek şiddetli bir azab olan ahiret azabı ile
(kâfirleri) uyarsın ve iyi işler yapan müminlere şunu müjdelesin onlara
kesinlikle öyle güzel bir mükafat vardır ki. Orada (cennette) devamlı
kalacaklardır.
4- Uyarmanın kimlere olduğuna gelince, Hem şu
kimseleri içindir ki onlar, Allah çocuk edindi dediler. Bunlar meleklere
Allah'ın kızlarıdır diyen Arap müşrikleri, Uzeyr'e Allah'ın oğlu diyen
yahudiler, Mesîh'e (Hz. İsa) Allah'ın oğlu diyen hıristiyanlardır. Öyle olmakla
beraber bu hususta hıristiyanlar hepsinden fazla ısrar ediyorlar. Çünkü bunu
dinlerinin birinci esası saymışlardır.
5- Bunun hakkında ne kendilerinin ne de
atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Yani bunu söyleyenler, bildiklerinden değil,
bilmediklerinden, babalarını, yani atalarını veya kendilerine baba dedikleri
papalarını taklid ederek söylerler. Halbuki babalarının sözleri de bilgiden
değildir.
Çünkü ilim bunu kabul etmez. O adi söz, yalnız
ağızlarından çıkan bir kelime olması açısından büyüdü. Allah'a karşı büyük bir
cüret, büyük bir günah olan koca bir laf oldu.
Burada "âbâ" (babalar) ve
"kelime" deyimlerinin hıristiyanlara ait deyimlerden olduğuna dikkat
edilirse bu kelimenin, en fazla onların ağzından büyüdüğüne bir dikkat çekme
olduğu anlaşılır. Tefsir bilginleri bunu hatırlatmaya lüzum görmemişlerse de bu
işaret açıkça anlaşılır. Hıristiyanların ataları, "Mesih oğlumdur diye
gökten bir ses geldi." derler dururlar. Onlar, yalan ve saçmalıktan başka
bir şey söylemiyorlar.
6- Belki eğer onlar, bu kitaba inanmazlarsa
sen arkalarından üzüntü ile neredeyse kendini öldürüp yok edeceksin. Yani ey bu
kitabı kendisine indirdiğim kulum ve Resulüm Muhammed! Bu kitaba inanmayanlar
helak olacaklar. Fakat sen o büyük söyleyen yalancıların iman etmediklerine
şimdiden öyle üzülüyorsun ki, iman etmezler de helak olurlarsa arkalarından
edeceğin üzüntü ve esefle neredeyse kendini tüketecek dereceyi bulacaksın. O
halde sen onlar için üzülme, kederlenme ve sana bu kitabı indiren Allah'a
hamdederek vazifeni yerine getir.
7- Çünkü biz yeryüzündeki şeyleri ona, yani
yeryüzüne bir süs kıldık. Mümin ve mümin olmayan insanların hangisi Allah'a
daha itaatkar ve daha güzel amel işliyor diye imtihan edelim. Yani tecrübe eder
gibi gerçekten meydana çıkaralım da ona göre güzel iş yapanlara, iyilik
yapanlara güzel mükafat; kötülere de şiddetli azab verelim.
8- Bununla beraber şu da bir gerçektir ki biz
o yeryüzündekileri kuru bir toprağa çevirmekteyiz.Bu gün gözleri kamaştıran o
süsler, zinetler, yarın bakarsın dünden yokmuş gibi harap ve toprak olup
gidecekler. Onun için güzel amel, o fani (geçici) süslere kapılmak değil, onun
sonsuza dek kalıcı olan yaratıcısına hizmet etmektir. Şu halde o yok olacak süs
ve zinetlere esef ile üzülmemeli, vakit geçirmemeli de bu imtihan meydanında en
güzel amel için çalışmalıdır.
9- Yoksa zannettin mi ki Ashab-ı Kehf ve
Rakîm, -"Kehf", dağda mağara ve özellikle geniş olanıdır ki, küçüğüne
"gâr" denilir. Türkçesi "in"dir. "Rakîm", bizim
kitabe dediğimiz yazılı taş veya maden veya diğer şeylerden levha demektir.-
Yani aşağıdaki şekliyle kıssaları anlatılacak olan Kehf ve Rakîm sahipleri
garip mucizelerimizden midirler? Yani kuru topraklardan hayrete değer süsler
çıkarıp insanları, onlara düşkün kılarak imtihan eden ve bu şekilde en güzel amelleri
düşkünlük içinde ortaya koyan ve nihayet bütün o süsleri mahvettiği halde güzel
iş yapanları güzel mükafat ile ebedileştirecek olan ilâhî kudretimizin hepsi
çok orijinal ve güzel olan eserleri ve mucizeleri arasında Ashab-ı Kehf ve
Rakîm tek hayret verici ve şaşılacak bir mucize mi oldular sandın? Hayır bunda
şaşılacak bir şey yoktur. En güzel amelleri, en şaşmaya değer alâmetleri sonu
toprak olan dünya zinetine, dünya hayatına aldanmayan, denenmiş kimseler
içinden ortaya çıkarmak Allah'ın âdetidir. Allah ona benzemez daha neler yapmış
ve yapacaktır. Bunun için başkaları hayret etseler de daha büyük mucizelere
mazhar olan ve daha güzel ameller kendisinden istenen sen, o zanda bulunmayarak
şunu hatırda tut:
Meâl-i Şerifi
10- O gençler mağaraya sığınınca şöyle
dediler: "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu
işimizden bir kurtuluş yolu hazırla."
11- Bunun üzerine biz de kulaklarını tıkayarak
mağarada onları yıllarca uyuttuk.
12- Sonra da iki gruptan hangisinin, onların
mağarada kaldıkları süreyi daha iyi hesapladığını anlamak için, onları tekrar
uyandırdık.
10-11-12- Derken kulaklarına perde vurduk,
yani yatırdık, uyuttuk bilelim ki iki gruptan hangisi, bekledikleri süreyi daha
iyi hesapladı. Burada "bilelim" demek, fiilen ortaya koyalım ve
gerçekleştirelim de kendileri bile anlasın ve iki gruptan birisi Allah'ın
birliğine inanan, mümin Ashab-ı Kehf, birisi de hasımları olan müşriklerdir.
Âyette görüleceği üzere Ashab-ı Kehf uyandıkları zaman işlerinde başarılı
olduklarını, gayelerinde isabet ettiklerini gördüler ve Allah'ın rahmetine
kavuştular.
Bu özetlemeden sonra bunların dinleri, işleri
ne idi? Mağaraya niçin çekildiler ve orada nasıl kaldılar, sonra da nasıl
uyandırıldılar? Ayrıntısına gelince:
Meâl-i Şerifi
13- Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak
anlatacağız. Hakikaten onlar, Rablerine iman eden birkaç genç idi. Biz de
onların hidayetlerini artırdık.
14- (Oranın hükümdarı karşısında) ayağa
kalkarak dediler ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz,
O'ndan başkasına ilâh deyip tapmayız, yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
15- Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka ilâh
edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a
karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?
16- (İçlerinden biri şöyle demişti:)
"Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız,
o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetinden size genişlik versin ve
işinizi rast getirip kolaylaştırsın."
17- Ey Muhammed! Baksaydın güneşin doğduğu
zaman mağaranın sağ tarafına yöneldiğini, batarken de sol taraftan onları
makaslayıp geçtiğini görürdün. Onlar, mağaranın geniş bir yerinde idiler. İşte
bu Allah'ın mucizelerindendir. Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka
ulaşmıştır; kimi de hidayetten mahrum ederse, artık ona doğru yolu gösterecek
bir dost bulamazsın.
18- Bir de onları mağarada görseydin uyanık
sanırdın. Halbuki onlar uykudadırlar. Biz onları sağa sola çevirirdik.
Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer onları
görseydin, arkana bakmadan kaçardın ve için korku ile dolardı.
19- Onları bir mucize olarak uyuttuğumuz gibi,
birbirlerine sorsunlar diye kendilerini uyandırdık da içlerinden bir sözcü
şöyle dedi: "Ne kadar durup kaldınız?" (Kimi) "Bir gün ya da günün
bir parçası kadar kaldık" dediler. (Kimi de) şöyle dediler: "Ne kadar
durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla
şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size azık
getirsin. Hem çok dikkatli davransın ve sizi kimseye sezdirmesin."
20- "Çünkü şehir halkı, sizi ellerine
geçirirlerse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine
çevirirler ki, o zaman siz dünyada da ahirette de asla kurtuluşa
eremezsiniz."
21- Böylece insanları onlardan haberdar kıldık
ki, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu ve kıyamet gününden şüphe
edilemeyeceğini bildirmek için, öylece şehir halkına buldurduk. Onları mağarada
bulanlar, aralarında durumlarını tartışıyorlardı. Dediler ki: "Üstlerine
bir bina (kilise) yapın. Bununla beraber Rableri, onları daha iyi bilir."
Sözlerinde üstün gelen müminler: "Üzerlerine muhakkak bir mescid
yapacağız." dediler.
22- Ashab-ı Kehf'in sayılarında ihtilaf
edenlerden bazıları: Onlar, üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler.
Diğer bazıları da "Onlar, beş kişidir, altıncıları köpekleridir "
diyecekler. Her ikisi de bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (kimileri de:)
"Onlar, yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir" derler. De ki:
"Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir." Onları ancak pek azı
bilir, Bu sebeple onlar hakkında bu bildirilenler dışında bir münakaşaya
girişme ve bunlar hakkında hiç kimseye de bir şey sorma!
13- Biz sana onların kıssasını olduğu gibi
dosdoğru anlatacağız. Şöyle ki: Gerçekten onlar bir takım gençlerdir.
"Fitye", genç delikanlı, yiğit demek
olan "fetâ" nın ondan az sayıya delalet eden çoğuludur. Demek ki
kıssanın ibret teşkil eden hakikatinde bunların isimleri ve sayıları ve
memleketlerinin bellenmesi lâzım değildir. Hüviyetleri olmak üzere ehemmiyete
değer olan birinci nokta şu vasıflarıdır: Bir kaç genç yiğitten oluşan az bir
topluluk ki kendilerinin Rabbine iman ettiler ve biz de kendilerine
hidayetlerini artırdık. Onların kalplerini metin kıldık.
14- O yiğitler ayağa kalkarak dediler ki bizim
Rabbimiz, bütün göklerin ve yerin Rabbidir.
Biz O'ndan başkasına hiçbir zaman ilah
demeyiz. Doğrusu o vakit akıldan uzak, haddinden fazla bir yalan söylemiş
oluruz. Çünkü O'ndan başka ilâh imkansızdır, yalandır. İşte bu yiğitlerin
işlerinin aslı şu idi: Müşriklere karşı ayaklanma ile tevhidi ilân.
Bu ayaklanmanın meydana gelme şekli hakkında
değişik rivayetler vardır. Muhammed b. İshak'ın nakline göre şöyle
zikredilmiştir: İncil ehlinin işi altüst oldu, içlerinde suçlar büyüdü, krallar
azgınlık etti. Bu krallar putlara tapıyor, putlar için kurbanlar kesiyorlardı.
Bu konuda pek ileri gidenlerden biri de Rum krallarından Dekyanus idi. Rum
ülkesini dolaşıp putperestliği kabul etmeyen hıristiyanları öldürüyordu.
Nihayet Ashab-ı Kehf'in şehri olan "Dekinos"a indi. İner inmez iman
ehlinin takip edilmesini ve yakalanmasını emretti. İman edenler, şuraya buraya
kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tayin ettiği zabıtaları iman
edenleri takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus'a
getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbahalara sevkedip putperestlikle
öldürülme arasında seçim yapmalarını öneriyordu. Alçak dünya hayatına rağbet
edip bu ölümden korkanlar, onun dediğini yapıyorlar. Ebedî hayatı tercih
edenleri de öldürüp, parçalayıp şehrin suruna ve kapılarına asıyordu.
Bunu gören o birkaç genç, Rum soylularından ve
bir görüşe göre kralın ileri gelenlerinden hür gençlerdi, çok etkilendiler. Bu
fitnenin def edilmesi için Allah Teâlâ'ya göz yaşları ile boyun eğerek namaz
kılıp dua ediyorlardı.
Zorba kralın yardımcıları bu gençleri ihbar
ettiler, bundan dolayı onları, hücrelerinde bastırıp huzuruna getirtti ve bazı
şeyleri söyledikten sonra bunları ya putlara ibadet veya ölüm arasında seçim
yapmalarını teklif etti. O vakit o yiğitler de dediler ki: "Bizim bir
ilâhımız vardır ki, ululuk ve yüceliği gökleri ve yeri doldurmuştur. Biz ondan
başka birine ilâh demeyiz, asla putlara tapmayız, senin teklifini kabul etme
ihtimalimiz sonsuza dek yoktur, hükmün ne ise yap!" Bundan dolayı
üzerlerindeki kıymetli elbiselerin soyulmasını emredip onları yanından çıkardı
ve kendisi önemli bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri dönünceye kadar
onlara düşünme için mühlet verdi, Onlara uyarlarsa uyarlar, yoksa diğer
müslümanlara yaptığını yapacaktı. Bunun üzerine yiğitler dinlerini korumak için
karar verip şehrin yakınındaki "Benclüs" dağında sarp bir mağaraya
gizlenmeye karar verdiler. Her biri babasının evinden bir şey aldı, bir kısmını
sadaka verdiler, kalan kısmını nafaka edindiler ve gidip mağaraya sığındılar;
gece gündüz namaz kılıyorlar, Allah Teâlâ'ya inleyiş ve feryad ile
yalvarıyorlardı. Nafaka işini Yemlihaya bıraktılar. O sabahleyin bir miskin
kıyafetine girerek şehre giriyor, lazım olanı alıyor, biraz da havadis
araştırıp arkadaşlarına dönüyordu.
Zorba kral, şehre dönünceye kadar bu şekilde
durdular. Kral gelir gelmez bu gençleri aradı ve babalarını yanına getirtti.
Babaları onların kendilerine isyan ve mallarını yağma etmekle çarşılarda israf
edip dağa kaçtıklarını söyleyerek özür dilediler. Yemliha, bu kötülüğü görünce,
pek az miktarda azık alıp ağlayarak vardı ve arkadaşlarına dehşeti anlattı.
Onlar, ağlaşarak secdelere kapanıp Allah'a yalvardılar, sonra başlarını
kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşuyorlardı. Derken Allah Teâlâ,
bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş uçlarında uyudular kaldılar.
Beride Dekyanus hiddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uyutan Allah
Teâlâ bunun gönlüne de mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine
Dekyanos mağaranın kapısının ördürülmesini emretti. "Açlıktan, susuzluktan
ölsünler, mağaraları kabirleri olsun" dedi, öyle yaptılar. Dekyanos'un
evinde imanını gizleyen iki mümin vardı. Birinin adı "Pendros",
diğerinin ki "Runas" idi. Bunlar, Ashab-ı Kehf'in isimlerini ve
neseplerini ve kıssalarını iki kurşun levhaya yazıp bir bakır tabuta koyarak
yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırdılar ve yaptılar."
Özetle bu yiğitler Allah'dan başka ilâh
tanımaz, gerçekten mümin idiler. İşleri de Allah'ın hidayet ve korumasıyla
dinlerini korumak için zorba müşriklerin zor ve baskısına karşı ayaklanma
olmuştu. Şirke sapan ve İsa'ya Rab ilâh diyen, dünya süsüne ve hayatına rağbet
eden hıristiyanlara benzemiyorlardı. Kalktılar, sözü bir edip tam bir bağlılık
ve kalb sağlamlığı ile tevhidi ilân ederek dediler ve kendileri ile beraber
böyle demeyip şirke sapan milletlerini küçümsemek ve çirkin görmek için de
şöyle söylediler:
15- Bak hele şunlar, şu bizim kavim O'ndan
(Allah'tan) başka ilâhlar edindiler. Gizli değil ki her ne şekilde olursa olsun
putlara boyun eğenler ve genel olarak müşrikler bu ifadeye girdikleri gibi,
Mesih (İsa), ilâhdır diyenler de bu ifadeye dahildirler. Onlara açık bir delil
getirselerdi ya!. Yani Allah Teâlâ'nın ulûhiyyetine ve Rab oluşunun yüceliğine
delalet eden gökler ve yer gibi şahitler, açık deliller var. Fakat O'ndan başkasının
ilâh olduğuna dair öyle bir şahit, açık bir delil getirseler ya bakalım? Hiç
mümkün müdür? Delilsiz dava kabul edilir mi? Veya şunun bunun keyfi, zorbalık
etmesi, musallat olması delil tutulur mu?
Burada şu anlam da muhtemeldir: Onlar aleyhine
bizim yaptığımız gibi ilmî, âmelî, sözlü ve fiilî etkili bir delil
getirmiyorlar da o yalancılık suçunu işliyorlar. Artık bir yalan uydurup da
Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bu fâsılanın yukarıda geçen
fasılasına döndürülüp redif kılındığı (tekrarlandığı) açıktır. Bu şekilde
kıssanın müşrikler aleyhine olan hükmü özetlenirken aynı zamanda bunun
"Allah çocuk edindi" (Kehf, 18/4) diyenler aleyhine hüküm içeren bir
delil olduğu da anlatılmıştır.
16-O yiğitler, kavimlerinden de böyle nefret
ettikten sonra çekilip kendi kendilerine dediler ki: Ve madem ki siz onlardan
ve Allah'tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız. O halde mağaraya sığının ki
sizin için Rabbiniz rahmetinden yaysın, yayıp döşesin. Çünkü iman nurunun
sonunda Rahmân olan Allah'ın rahmetine kavuşturacağı şüphesizdir. Ve size
işinizde bir kolaylık hazırlasın. Kolaylıklar yaratsın da ayaklandığınız
maksadınızda başarılı kılsın. İşte bunun üzerine idi ki, yukardaki özetlemede
anlatıldığı üzere, mağaraya çekilip "Ey Rabbimiz! bizlere tarafından bir
rahmet ihsan et ve bize işimizden bir başarı hazırla!" (17/10) dediler ve
Allah tarafından kulaklarının üzerine vurulup (işitilmelerine engel olduk),
yani o zalimler tarafından kaygı verici bir şeyin işitilmemesi için yatırılıp
veyahut mağaranın kapısına bir bina kurdurulup senelerce uyutuldular
17-Hem öyle rahat uyudular ki ve (baksaydın)
görürdün ki, güneş doğduğu zaman, mağaralarının sağ tarafına yönelir battığında
da onları soldan makaslar kırkar. Yani üzerlerine gün bile değmez, değse değse
son olarak batış sırasında sol taraflarına gelen yönden biraz kırkar geçer.
Demek ki mağaranın vaziyeti budur. Her tarafı korunmuştur ancak kapısı biraz
batıya meyilli olarak kuzeydedir. onlar ise mağaranın bir meydanında; mağaranın
bir geniş yerinde sıkıntısız yatıyorlar.
O yok mu, yani Ashâb-ı Kehf'in o şekilde Allah
için ayaklanması ve kavimlerini terk edip Allah'a tevekkül etmiş olarak
mağaraya sığınmaları ve mağaradaki durumları yok mu? Allah'ın âyetlerindendir.
Allah'a ait alâmetlerden, Allah'ın kudret ve rahmetinin delillerinden biridir,
bir keramettir. Allah, her kime hidayet ederse, doğru yolu tutan odur. Nitekim
Ashab-ı Kehf böyledir. Allah, her kimi de şaşırtırsa artık onu irşad edecek bir
dost asla bulamayacaksın.
Ashâb-ı Kehf gibi keramet sahiplerinin
irşadlarıyla yola gelmemiş, iman ve İslâmiyet'ten ayrı kalmış, gitmişlerdir.
18-Allah'ın âyetini anlamalı ki baksan onları
uyanık zannedersin, halbuki uykudadırlar. Demek ki uykuda oldukları halde
gözleri açık ve biz onları sağa ve sola çeviririz. Köpekleri de ön ayaklarını
mağaranın girişine doğru uzatmış. Eğer sen onları görseydin, üzerlerine
çıkıverseydin mutlaka döner kaçardın. Ve mutlaka için korkuyla dolardı.
Durumları öyle heybetli, öyle korkunç idi. Demek ki kendilerine kimsenin
bakması mümkün değildi.
19- Ve İşte böylece, yani bir mucize olarak
senelerce uyutup koruduğumuz gibi onları uyandırdık, yani bir mucize olmak
üzere diriltir gibi uyandırdık ki birbirlerine sorsunlar. Kendi durumunu bilmek
her şeyden önce geldiği için uyandırılmalarının ilk hikmeti kendi durumlarını
anlamak için, şu şekilde birbirlerine sormaları oldu: Bunun için içlerinden
biri: "Ne kadar durdunuz?" dedi. "Bir gün veya daha az bir zaman
kaldık" dediler. Kimi öyle dedi, kimi de öyle. Nasıl ki kıyamette
uyandırılarak haşre gönderilecek olanlar hep böyle sanacaklar (Bakara
Sûresi'ndeki âyetinin tefsirine bkz.: 2/279) Bu karşılıklı konuşma esnasında
kimi de fazla durulduğunu sezerek anlaşmazlığa son vermek için "ne kadar
kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir." dediler.
Bundan dolayı aranızdaki ihtilafı bırakınız da
Şimdi birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderiniz de hangi yiyecek daha temiz
baksın ve size ondan bir rızık getirsin ve çok dikkat ve nezaketle hareket
etsin ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.
20- Çünkü eğer onlar sizi ellerine geçirecek
olurlarsa ya sizi taşlayıp öldürecekler veya kendi dinlerine döndürecekler.
İrtidad ettirecekler ve o zaman siz ebediyyen kurtulamayacaksınız. Yani recm
edildiğiniz takdirde şehid olur kurtulursunuz, fakat dönüp kâfir olursanız
dünyada kurtulamayacağınız gibi ahirette de asla kurtulamayacaksınız. Çünkü
dünya hayatı fanidir, herkes muhakkak ölecektir, ahirette küfrün azabı ise
ebedidir.
Burada şöyle bir soru vardır. Böyle taşlayıp
öldürme tehdidi altında zorlanma bir mazeret değil midir? Bunlar kalplerindeki
imanı bozmadan zorlanma ile, zahiren (dış görünüşe göre) dönmüş olsalardı.
"Kalbi imanla mamur olduğu halde, inkâra zorlanan hariç" ( Nahl,
16/10) istisnası hükmü içine girmezler miydi. O halde asla kurtulamayacaksınız
demeleri neden?
Cevap: Bunun bir kaç hikmeti vardır:
Birincisi: Bunlar kesin kararlı yiğit
adamlardır. Gözettikleri kurtuluş, yalnız sorumluluktan kurtulma değil, açık ve
gizli olarak rahmeti yaymaktır. Onun için ruhsat ile amel etmeyi "İyi
insanların iyilikleri, Allah'a yakın olanların günahlarıdır" ifadesi
gereğince sakıncalı olmaktan uzak görmemişlerdir.
İkincisi: Bu söz henüz zorlanma durumunda
değil, zorlanma durumuna düşmekten son derece sakınmak için söylenmiştir. Çünkü
sakınmada kusurlu davranıp da zorlanma durumuna düşüldüğü zaman sorumluluk
ortadan kalkmaz.
Üçüncüsü: Küfrü gerektiren amellere alışkanlık
gibi herhangi bir sebeple, kalbin imana kanmasını sarsacak şekilde devam
edeceği kesin olan zorlamaları uygun görmenin de "Eğer onlara uyarsanız
muhakkak ki Allah'a ortak koşanlar olursunuz" (En'âm, 6/121) tehlikesi
vardır.
21- Özetle öyle dediler ve işte böylece onları
şehir halkına buldurduk. Yani o sözü kabul ettiler ve o şekilde içlerinden
birini şehre gönderdiler. Fakat Allah'ın takdirine bakın ki, o derece
sakınmalarına rağmen Allah, bu şekilde kendilerini tanıttırdı. Rivayete göre
gidenin elindeki para yakalanmasına sebep olmuş ve bu yüzden Allah Teâlâ onları
şehir halkına buldurmuş ki Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve kıyamet günün
meydana geleceğinde hiç şüphe olmadığını bilsinler diye. Çünkü ne kadar
durduklarını bilemeyen Ashâb-ı Kehf senelerce yattıkları mağaralarından,
kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktiyle ayaklandıkları
müşriklere karşı başarılı olduklarını ve isteyip umdukları Allah merhametinin
bir tecellisini görmüş ve dolayısıyla önceden iman ettikleri şekilde Allah'ın
vaadinin hak olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı.
İşte bu şekilde gerek kendileri ve gerek
diğerleri için kıyametin şüphesiz olduğuna da bir delil ve misal olmuş
bulunuyorlardı. Hani bir zaman halk aralarında Ashâb-ı Kehf'in durumu hakkında
münakaşa ediyorlardı. Yani o vakti düşün ki, bunlar ayaklanıp mağaraya
çekildikleri zaman kavimleri bunların işi için münakaşa ediyorlardı. Bazıları:
"Mağaranın ağzına bir bina yapınız" demişlerdi. Mağarayı mezarları
olsun diye üzerlerine bir bina ile tıkamışlardı. Rabbleri, onların durumunu
daha iyi bilir. "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan
başka hiçbir ilâha tapmayız." (Kehf, 18/14) diye iman ve ilan ettikleri
Allah Teâlâ din uğrunda uğraşmalarını boşa çıkarmadı. "İki taraftan
hangisinin mağarada kaldıkları süreyi daha iyi hesapladığını ortaya koymak
için" (Kehf, 18/12) buyurduğu şekilde, en sonunda maksatlarına
ulaştıklarını gösterdi, münakaşa eden hasımlarını mağlub etti. Onların işi
hakkında sözlerinde üstün gelen müminler, yani Ashâb-ı Kehf'in takip ettiği
durum üzerine giderek düşmanlarına karşı galip gelen grup elbette biz onların
üzerine bir mescid yaparız dediler.
22-Bununla beraber ihtilaf ettiler. Onlar üç
kişidir, dördüncüleri köpekleridir, diyecekler. Onlar, beş kişidir, altıncıları
köpekleridir, diyecekler. Bunlar, gayb hakkında tahmin yürütmektir. Demek ki bu
iki söz delilsiz zanna dayanan bir sözdür: (Onlar) yedi kişidir, sekizincisi
köpekleridir de diyecekler. Demek ki bu söz, öncekiler gibi delilsiz zanna
dayanan bir söz değildir. Gerçeğin kendisi olmasa bile ona en yakın sözdür.
Doğrusu de ki: Onların sayısını Rabbim daha
iyi bilir. Sayılarının bilinmesi kıssa açısından herkese lazım değildir. Onları
gerçekten bilenler pek azdır. Onun için Ashâb-ı Kehf hakkında, sathî tartışma
dışında derin münakaşaya girme. Pek az kimsenin bilebileceği Ashâb-ı Kehf
hakkında yukarıda söylendiği gibi Rabbim en iyi bilendir, bilenler azdır, çoğu
bir delile dayanmaksızın söyler. Onun için sathî bir münakaşadan başka bir
tartışmaya ve karşılıklı konuşmaya dalma. Ve haklarında onlardan, değişik
sözlerin sahiplerinden hiçbir şey sorma. Çünkü kıssanın bilinmesi lazım gelen
noktaları hakkıyla bilindi. Şu halde Ashâb-ı Kehf kıssasını yalnız Kur'ân'ın
açıklamasına dikkat ederek okumalı, şundan bundan sormaya kalkışmamalıdır.
Şimdi bu kıssadan alınacak hisseyi açıklamak
için aşağıda gelecek talimat ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
23- Hiçbir şey için, Allah'ın dilemesi
dışında: "Ben yarın onu yapacağım deme"
24- Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Ve
unuttuğun vakit Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın
olana eriştirir." de.
25- Onlar, mağaralarında üçyüz yıl kadar
kaldılar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir.
26- De ki: "Onların ne kadar kaldıklarını
Allah daha iyi bilir." Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel
görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur.
O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.
23- Ve sakın hiçbir şey için "ben yarın
onu yapacağım" deme! İnsanın azim ve iradesi bir şeyin meydana gelmesi
için yeterli sebep değildir. "Kimse yarın ne kazanacağını bilmez."
(Lokmân, 31/34).
24-25- Ancak Allah'ın dilemesi hariç. O vakit
yapabilirsin. Bundan dolayı gelecekte bir işi yapmaya azmederken işi Allah'ın
iradesine bağlamalı, "inşaallah" demeyi unutmamalı. Unuttuğun zaman
da Rabbini an. Yani bu istisnayı (inşaallah demeyi) insanlık icabı olarak
unutmuş bulunursan, hatırladığın zaman "inşaallâh" diyerek veya tesbih
ve istiğfar ederek Allah'ı zikret ki, bu şekilde sözün hükmü değişmezse de
kusura keffâret olur, günahtan kurtulunur. Veya herhangi bir şeyi unuttuğun
zaman insanın beceriksizliğini düşünüp Allah'ı an ki, unuttuğunu
hatırlayabilesin. Özetle Allah'ın iradesinin sözünü etmeyerek yarın muhakkak
şöyle yapacağım, böyle yapacağım demenin sakıncalarını anlamak için bir insan
için en azından unutup yalancı çıkacağını düşünmesi bile yeter.
Bu yasak ve emri ile Allah Teâlâ, Resulüne her
azmini Allah'ın dilemesine bağlamasını öğrettikten sonra, kıssadan hisseyi
tebliğ etmek için buyuruyor ki: Ve de ki: "Rabbim'in bundan (yani Ashâb-ı
Kehf'in başarılı olmasından) daha çok yakın bir şekilde beni başarıya
ulaştırması pek umulur." Onlar ne kadar durdular? Onlar, mağaralarında
üçyüz sene durdular dokuz yıl da ilave ettiler. Denilmiş ki güneş yılı hesabı
ile üçyüz, dokuz yıl fazlası da kamerî yıl (ay yılı) hesabı iledir. Bazı tefsir
bilginleri bu müddetin Allah'ın açıklaması olduğunu söylemişler, bazıları da
İbnü Mesud'dan rivayet edildiği üzere "ve dediler ki" cümlesinin
takdiri ile, sayılarında ihtilafa düşenlerin sözünü anlatma, olduğunu söylemiş
ve diğer bazıları da ta yukarıda daki nin mekûlüne (mefûlüne) atfedilmiş olarak
mescid yapalım diyenlerin sözü olmasını tercih etmişlerdir. Bununla beraber
bunun böyle kıssadan ayrı olarak özel bir şekilde zikredilmesi bize yeni bir
mânâ telkin etmektedir. İsti'nafiye (söz başı) ve daki zamiri Ashâb-ı Kehf'in
taraftarları demek olan ve mescid yapalım diyen ya ait olmak suretiyle bunu
şöyle anlayabiliriz: "Onların işine galip gelenler ve mağaraya mescid
yapan Ashâb-ı Kehf taraftarları, o galibiyete ulaşıncaya kadar mağaralarında,
saklandıkları yerde üçyüz dokuz sene durdular." Gerçekten hıristiyanların
müşrik Romalılara galip gelmeleri ile meydana çıkmaları miladî IV. asrın
başlarında meydana geldiğine göre, o zamana kadar üç yüz küsür sene durmuşlar
demektir. Bu şekilde üçyüz dokuz yıl bu müddeti tashih etmek için açıklanır. Ve
işte onlar, galip gelinceye kadar, üç yüz dokuz sene gizli durdukları halde,
Hz. Muhammed'in peygamberliği ile İslâm dininin bundan çok az bir müddet içinde
ve daha hızlı ve daha güzel bir şekilde galip gelmeye muvaffak olacağı vaad
edilmiş ve gerçekten hicretten itibaren bu görünme ve galip gelme başlamıştır.
26- Bunların durdukları bu üç yüz dokuz sene
müddet hakkında daha çok veya daha azdır, diye ihtilaf edecek olurlarsa. De ki:
Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Çünkü Ashab-ı Kehf
kendileri de "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir." (Kehf,
18/19) demişlerdi. Çünkü göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O ne güzel görendir,
ne güzel işitendir. Onların Allah'tan başka bir yardımcısı yoktur. Yani Ashâb-ı
Kehf "Allah çocuk edindi." (Kehf, 18/4) diyenlerden değildir. "O,
hükmünde hiç kimseyi ortak etmez."
Meâl-i Şerifi
27-31- 27- Rabbinin kitabından sana
vahyolunanı oku! Onun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Ve O'ndan başka bir
sığınılacak da bulamazsın.
28- Nefsince de, sabah akşam rızasını
isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber candan sabret. Sen dünya hayatının
süsünü isteyerek onlardan gözlerini ayırma. Kalbini, bizi anmaktan gafil
kıldığımız, nefsinin kötü arzusuna uymuş ve işi hep aşırılık olan kimseye uyma.
29- Ve de ki: O hak Rabbimizdendir. Artık
dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Çünkü biz zalimler için öyle bir ateş
hazırlamışız ki, duvarları, çepeçevre onları içine alacaktır. Eğer feryad edip
yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir.
O ne kötü bir içecek ve ne kötü bir dayanma yeri!
30- İman edip de güzel davranışlarda
bulunanlar var ya, şüphe yok ki biz öyle güzel işler yapanların mükafatını zayi
etmeyiz.
31- İşte onlara Adn cennetleri vardır;
altlarından ırmaklar akar, orada altın bileziklerle süslenecekler, ince ve
kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine dayanıp kurulacaklar.
O ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!
Meâl-i Şerifi
32-32- Onlara, şu iki adamı misal olarak
anlat: Biz bunlardan birine her türlü üzümden iki bağ vermişiz, her ikisinin
etrafını hurmalarla donatmışız, aralarında da bir ekinlik yapmışız.
33- İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş,
hiçbir şey noksan bırakmamış, ikisinin ortasından bir de nehir akıtmışız.
34- İki bağın sahibinin ayrıca başka geliri
vardı. Bundan dolayı bu adam arkadaşıyla münakaşa ederken: "Ben malca
senden daha zengin ve insan sayısı bakımından da senden daha güçlü ve
üstünüm" dedi.
35- Adam, bu şekilde kendine zulmederek bağına
girdi ve şöyle dedi: "Bunun hiç yok olacağını sanmıyorum"
36- "Kıyametin kopacağını da zannetmem.
Şayet Rabbimin huzuruna götürürlürsem, muhakkak orada bundan daha hayırlı bir
sonuç bulurum".
37- Bunun üzerine kendisiyle münakaşa eden
arkadaşı da ona şöyle dedi: "Seni topraktan, sonra seni bir damla sudan
yaratan, daha sonra da seni insan haline getireni mi inkar ediyorsun?
38- "Fakat ben iman ederek diyorum ki: O
Allah, benim Rabbimdir, ben Rabbime kimseyi ortak koşmam."
39- "Kendi bağına girdiğin zaman:
"Bu Allah'dandır, benim kuvvetimle değil, Allah'ın kuvveti ile olmuştur,
deseydin ya! Her ne kadar beni, malca ve evlatça kendinden az görüyorsan
da."
40- Belki Rabbim, bana, senin bağından daha
hayırlısını verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de, bağın
yalçın bir toprak haline gelir."
41- "Yahut, bağının suyu yerin dibine
çekilir de bir daha suyunu çıkarıp bağını sulayamazsın."
42- Derken serveti yok edildi. Bunun üzerine
bağına yaptığı masraflara karşı ellerini oğuşturmaya başladı. Bağ, çardakları
üzerine yıkılmış kalmıştı, "Ah Keşke Rabbime hiçbir şeyi ortak
koşmasaydım" diyordu.
43- Onun Allah'tan başka yardım edecek
adamları yoktur ve Allah'a karşı kendi nefsini de kurtaramadı.
44- İşte burada yardım, yalnız hak olan
Allah'a aittir. O'nun verdiği mükâfat da daha hayırlıdır, netice de daha
hayırlıdır.
Meâl-i Şerifi
45-53-45- Ey Muhammed! Sen onlara dünya
hayatının misalini ver. Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu
su sayesinde yeryüzünün bitkileri (her renk ve çiçekten) birbirine karışmış,
nihayet bir çöp kırıntısı olmuştur. Rüzgarlar onu savurur gider. Allah her şeye
muktedirdir.
46- Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür.
Bakî kalacak olan iyi ameller ise, Rabbinin katında, sevabca da hayırlıdır,
ümid yönünden de daha hayırlıdır.
47- O kıyamet gününü hatırla ki, dağları
yürüteceğiz ve yeryüzünü çırılçıplak göreceksin. Bütün insanları, mahşerde
toplayacağız hiçbir kimseyi bırakmayacağız.
48- Onlar, saf halinde Rabbine arz
edilmişlerdir. Allah, onlara şöyle diyecektir: "Şüphesiz sizi ilk önce
yarattığımız gibi bize geldiniz. Fakat, size kıyamet için yaptığımız vaadi
yerine getirmeyeceğimizi sanmıştınız, değil mi?
49- O gün herkesin amel defteri ortaya
konulmuştur. Ey Muhammed! Günahkârların, amel defterlerinden korkarak:
"Eyvah bize! Bu nasıl deftermiş ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan
hepsini saymış dökmüş" dediklerini görürsün. Onlar, bütün yaptıklarını
hazır bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
50- Yine o vakti hatırla ki biz, meleklere:
"Âdem'e secde edin!" demiştik. İblis hariç olmak üzere onlar hemen
secde ettiler. İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz
beni bırakıp da İblis'i ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin
düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişmedir.
51- Ben, onları (İblis ve soyunu) ne göklerin
ve yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında şahit tutmadım ve
hiçbir zaman doğru yoldan çıkanları yardımcı edinmiş değilim.
52- Ve o (kıyamet) günü Allah kâfirlere şöyle
buyuracak: "Ortaklarım ve şefaatçılarınız diye zannettiğiniz putlarınızı
çağırın." Müşrikler onları çağırırlar, fakat kendilerine cevap vermezler.
Biz, kâfirlerle ilâhları arasına ateşten bir engel koymuşuzdur.
53- Günahkârlar ateşi görmüşler de artık ona
düşeceklerini anlamışlardır. Fakat ondan kaçıp sığınacak bir yer bulamazlar.
Meâl-i Şerifi
54-59- 54- Şüphesiz biz, bu Kur'ân'da
insanlara çeşitli mânâları türlü misallerle açık olarak verdik. İnsan ise, her
şeyden çok mücadelecidir.
55- Kendilerine doğru yolu gösteren peygamber
geldiğinde insanları, iman etmekten ve Rabblerinden günahlarının mağfiretini
istemekten alıkoyan şey sadece geçmiş milletlerin başlarına gelen felaketlerin
kendilerine de gelmesini veya ahiret azabının ansızın göz göre göre gelip
çatmasını beklemek olmuştur.
56- Halbuki biz peygamberleri ancak müjdeciler
ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise hakkı, batılla ortadan
kaldırmak için mücadele ediyorlar. Onlar, âyetlerimizi ve korkutuldukları azabı
da alaya almışlardır.
57- Rabbinin âyetleriyle nasihat edilip de
onlardan yüz çeviren ve daha önce işlediği günahları unutandan daha zalim kim
olabilir? Biz onların kalbleri üzerine (Kur'ân'ı) anlamalarına engel olan bir
ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Ey Muhammed! Sen onları doğru yola
çağırsan da onlar asla hidayete ermezler.
58- Bununla beraber rahmet sahibi olan Rabbin
çok bağışlayıcıdır, tevbe eden kullarına rahmeti boldur. Eğer Allah,
işledikleri günahlar yüzünden onları hemen cezalandıracak olsaydı, onlara hemen
azab ederdi. Fakat onlara vaad edilen bir zaman vardır ki, o geldiğinde
Allah'ın azabından bir kurtuluş yeri bulamazlar.
59- İşte zulmettikleri için helak ettiğimiz
şehirler! Biz onların helâkleri için de belirli bir zaman tayin etmiştik.
Meâl-i Şerifi
60- Ey Muhammed! Bir vakit Musa genç adamına
demişti ki: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, yahut
senelerce gideceğim."
61- Bunun üzerine ikisi de iki denizin
birleştiği yere vardıklarında balıklarını unuttular. Bu arada balık, denizde
yolunu bulup kaybolmuştu.
62- İki denizin birleştiği yeri geçtikleri
zaman, Musa genç arkadaşına: "Kuşluk yemeğimizi getir. Gerçekten biz bu
yolculuğumuzda epey yorulduk" dedi.
63- Adam: "Gördün mü! dedi. Kayaya
sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı, muhakkak
şeytan bana unutturdu. O denizde garip bir yol tutup gitmişti."
64- Musa da demişti ki: "İşte aradığımız
o idi." Bunun üzerine izlerine dönüp gerisin geri gittiler.
65- Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki,
biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
66- Musa ona: "Allah'ın sana öğrettiği
ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" dedi.
67- (Hızır) dedi ki: "Doğrusu sen benimle
asla sabredemezsin.
68- "İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl
sabredeceksin?"
69- Musa: "İnşaallah beni sabırlı
bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim" dedi.
70- (Hızır) dedi ki: "O halde bana tabi
olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru
sorma!"
Meâl-i Şerifi
71- Bunun üzerine ikisi beraber yürüdüler.
Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul (Hızır) gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi:
"Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş
yaptın."
72- (Hızır:) "Sen benimle asla
sabredemezsin, demedim mi?" dedi.
73- Musa dedi ki: "Unuttuğum şeyden
dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma."
74- Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa
rastladıklarında Hızır hemen onu öldürdü. Musa: "Kısas olmadan masum bir
cana nasıl kıyarsın? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın" dedi.
60- Bir vakit Musa genç adamına demişti ki,
yahudiler Hz. Musa'nın bu kıssasını kabul etmek istememişler. Muhaddisler ve
tarihçilerden bunun, Musa b. İmran değil, Musa b. Mişa olduğunu zannedenler de
olmuştur.
Nitekim Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve
diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere Said b. Cübeyr şöyle demiştir:
"İbnü Abbas (r.anhüma) ya dedim ki: 'Nevf-i Bükalî, Hızır'ın arkadaşı olan
Musa'nın, İsrailoğulları'nın peygamberi olan Musa değildir iddiasında
bulunuyor.' Bunun üzerine İbnü Abbas: 'Allah'ın düşmanı yalan söylemiş' deyip
uzun bir hadis ile bunun bilinen Hz. Musa olduğunu Resulullah'tan naklederek
anlatmıştır. Ve gerçekten Kur'ân'da zikredilen Musa'dan diğer bir Musa
anlaşılmaz.
Musa'nın delikanlısı da rivayetlerin çoğuna
göre Yûşa' b. Nun'dur. Çünkü o hizmet ediyor, öğreniyordu. Hizmetçiler
çoğunlukla genç yaşta olduklarından Araplarda hizmetçiye genç denilmesi de
edebî bir üsluptur. Bir hadis-i şerifte de: "Hizmetçilerinize kölem,
cariyem, demeyiniz; delikanlım deyiniz" buyurulmuştur. Gerçi bazılarının
dediği gibi bir başkası olması da muhtemeldir. Fakat sahih haberlerde Yûşa'
olduğu belirtilmiştir. O halde olay, Musa Mısır'dan çıktıktan sonra, Tîh
sahrasında iken meydana gelmiş demek olur. Bu kıssanın sebebi bir rivayette
şöyle nakledilmiştir.
Musa Rabbine sorup: "Ya Rabb! Kullarının
sana en sevgilisi hangisidir?" demiş. Buyurulmuş ki: "Beni zikreden
ve unutmayan." Ey (Rabb!) en hakim kulun hangisi?" demiş. Buyurulmuş
ki: "Hak ile hükmeden ve arzularına uymayan kimsedir." "En
bilgili kulun kimdir?" demiş. Buyurulmuş ki; "Belki bir kelimeye rast
gelirim de bir doğru yolu gösterir veya bir felaketten kurtarır diye insanların
ilmini araştırmakla kendi ilmine ekleyen kimsedir." Bunun üzerine Musa
(a.s) demiş ki: "Ya Rabbi! Kullarından benden daha bilgilisi varsa bana
göster". "Var" buyurulmuş. "O halde onu nerede
arayayım" demiş. "Her iki denizin birleştiği yerde, kayanın yanında
balığı kaybedeceğin yerde..." diye tarif edilmiştir.
İki denizin birleştiği yer ki, açıkça
anlaşılan bir boğaz olmasıdır. Nitekim Ka'b-i Kurazî'den Tanca, yani Sebte
boğazı olduğu rivayet edilmiştir. Übey'den de Afrikiyye olduğu nakledilmiştir.
Fakat Mücahid ve Katade'den İran denizi ile Rum denizinin birleştikleri yer
olduğu rivayet olunmuştur. Bu şekilde maksat bir boğaz değil, dar bir dil, bir
engel olması gerekir. Çünkü İran denizi, Basra körfezi; Rum denizi de Akdeniz
olduğuna göre, Basra körfezi ile Akdenizi birleştiren bir boğaz yoktur. Bundan
dolayı bu olsa olsa İran denizinin bağlantılı olduğu Hint okyanusu ile Akdeniz
arasında Süveyş kanalının açıldığı dar bir dil olsa gerektir. Kayadan açıkça
anlaşılan Kudüs'teki tanınmış Sahratullah (Allah taşı) olması çok muhtemeldir.
İbnü Atiyye demiştir ki: "O, yani İran denizi Hint okyanusunun bir koludur
ki Azerbaycan'ın arkasından başlayan İran toprağında kuzeyden güneye doğru
uzanır. Şu halde bu görüşe göre iki denizin birleştiği yer, iki denizin, Suriye
toprağı tarafında bulunan yönden iki denizin birleşmesine esas olan
yerdir." Tefsir bilginleri burada "bahreyn" (iki deniz)
kelimesinin, bahr (deniz) kelimesinin ikili olmak üzere iki deniz mânâsına
sayılmış, bir özel isim olmasını göz önünde bulundurmamış görünüyorlar. Halbuki
Mu'cemü'l-Büldân'da anlatıldığı gibi Bahreyn, Hint Okyanusu denizi sahilinde
Basra ile Umman arasında birçok ülkeyi kapsayan bir kıt'anın özel ismi olduğu
da bilindiğinden bu mânâ düşünülecek olursa, iki denizin birleştiği yer,
Bahreyn kıtasının (bölgesinin) toplu yeri veya merkezi demek olur. Özel isim,
genel isimden daha açık olması itibariyle bu mânâ, hem açık, hem de Sebte
boğazından daha yakındır. Daha önce Medyen'e gitmiş olan Musa'nın ondan sonra
Bahreyn'e bir seyahata çıkması da uzak görülen bir görüş değildir. Ancak tefsir
bilginleri, buna değinmemiş olduklarından bunu destekleyen naklî bir delil
bulunamıyor, Nitekim İstanbul boğazı hakkındaki yayılmış haber de böyledir.
Tefsir bilginlerinin bu mânâ üzerinde durmamalarının sebebi -Allah daha iyi
bilir bundan sonraki âyette ikil zamiri ile buyurulmuş olmasıdır. Çünkü özel
isim olsaydı zamir tekil olacaktı. Öyle olmakla beraber bu ikil zamirini Musa
ile arkadaşına gönderenler de olmuştur. Bir de bazıları buradaki bahreyn'in
(iki denizin) biri acı, biri tatlı; yani bir nehir olduğunu söyledikleri gibi,
diğer bazıları da Azerbaycan tarafındaki "Kürr ve Ress" nehirleri
olduğunu söylemiştir. "Res halkını ve bu arada daha birçok nesilleri
(inkârları yüzünden helak ettik)" (Furkan, 25/38 âyetinin tefsirine bkz.)
Nihayet, "mecme'a'l-bahrayn" iki ilim denizi demek olan Musa ile
Hızır'ın birleştikleri yer demektir diyenler de olmuştur. Keşşâf bunun hakkında;
bid'at tefsirlerinden demiş. Ebu Hayyan da: Bu batıniyye tefsirine benziyor
demiş. Bu görüş, daha birçokları ile beraber tasavvufçulardan olan Nişaburî
Tefsiri'nde bile red ve tenkid edilmiştir. Bununla beraber şunu itiraf etmek
gerekir ki, bu mânâ lafız itibariyle uzak olmakla beraber, mânâya göre
sabittir. Çünkü yukarıda naklolunan ihtilaflar karşısında ifadesinden
anlaşılabilen, kesin olarak anlatılan şey Musa ile Hızır'ın buluşacakları bir
yer olmasından ibaret kalıyor.
61- İkisi, iki denizin birleştiği yere varınca,
-burada buyurulmayıp da araya bir de ilave edilmiş olmasının nüktesi
düşünülmelidir.- balıklarını unuttular, yani aradıklarını bulmak için alamet
olacak olan balığın ne halde olduğuna dikkat etmek hatırlarına gelmedi. Sözün
gelişinden anlaşılıyor ki Musa, sormayı unuttu. Delikanlısı da söylemeyi
unuttu. İlerideki "kuşluk yemeğimizi bize getir" ifadesinden
anlaşılacağı üzere bu balık demek ki yiyecekleri gıdaları idi. Bundan dolayı
diri değil idi. Halbuki o denizdeki yolunu tutmuş, bir deliğe girmişti. Demek
ki, ölülerin dirilmesine numune olan bir mucize meydana gelmiştir. Musa'nın
haberi olmadığına göre bu artık aranan zatın bir mucizesi oluyordu. Delikanlı
bunu görmüş, her nasılsa haber vermeyi unutmuştu. Onun için varacakları yere
vardıklarının farkına varamayarak geçtiler gittiler.
62- "Geçtikleri zaman Musa genç adamına:
Kuşluk yemeğini bize getir dedi." Delikanlı dedi ki
63- gördün mü, kayaya sığındımız vakit ben
balığı unutmuşum. Yani orada ne olduğunu söylememişim. Tefsir bilginlerinin
sözlerinden buradaki kaya deniz kenarında tanınmayan bir kaya imiş gibi
anlaşılıyor. Çünkü balığın denize gittiğinin anlatılmasından bu kayanın da
deniz kenarında olması gerekir gibidir. Fakat biz bunun Kudüs'teki herkesçe
bilinen kaya olduğuna hükmetmek istiyoruz. Çünkü "es-sahra= kaya"dan
açıkça ve hemen anlaşılan budur. Balığın denizdeki yolu tutup bir deliğe girmiş
olması da orada bir su deliğine sıçramış olmasıyla açıklanabilir. Gerçekten bu
kayanın yanında Musa ile Hızır buluştuğundan sonra ileride "ikisi birlikte
gittiler, nihayet gemiye bindiklerinde..." (18/71) buyurulacağı gibi
gemiye bininceye kadar hayli gitmiş olduklarına göre buradan denize kadar epey
bir mesafe bulunduğu da anlaşılmaz değildir. Ve Allah daha iyi bilir, bu
şekilde bu olayda, kayanın mukaddesliğinin esası bulunur. Onu söylememi bana
ancak şeytan unutturdu. Yoksa bu unutulacak gibi bir şey değildi. O şaşılacak
bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.
64- Delikanlının bu haber verme ve özür
dilemesine karşı Musa: "İşte bizim istediğimiz de buydu" dedi. Burada
"nebğı" fiili cezmedilmiş müzari (geniş zaman) olmadığından genel
kurala uygun olarak "nebğî" okunmalı idi.
Fakat genel kurala aykırı olarak
"yâ" düşürülmüştür ki, bu kaldırma genel kurala aykırı olmakla
beraber dildeki kullanışa aykırı değildir. Tilavette daha fasih olmuş. Artık
aramanın uzamadığına bir işaret olması itibariyle mânâda beliğ düşmüştür.
Bununla beraber "yâ" ile okunuşu da vardır.
Bunun üzerine o ikisi izlerini takip ederek
gerisin geriye döndüler,
65- derken salih kullarımızdan birini buldular
ki biz nezdimizde ona bir rahmet vermiştik. Yani vahiy ve peygamberlik nimeti
ile nimetlendirmiş ve tarafımızdan kendisine ilim öğretmiştik. Bazıları bu
zatın kim olduğu hakkında ihtilaf etmişlerse de tefsir bilginlerinin çoğu Hızır
olduğunu nakletmişler ve açıklamışlardır. Tasavvufçular, hadis bilginlerince
sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat etmediğini ve
arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki rahmeti, uzun süre
yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin
"Futuhât-ı Mekkiyye" sinde Hızır'ın hayatına dair birtakım bahisler
ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı yüce zatlar, Hızır'ın
yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini nakletmişler, fakat takip
olunmuşlardır. (eleştiriye uğramışlardır.) Buna karşılık bir çok âlimler de
bazı hadislerle "Ey Muhammed! Biz senden önce hiçbir insana ebedilik
vermedik..." (Enbiyâ, 21/34) âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller
getirerek vefat etmiş olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü
olduğunu kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde
olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir.
İbnü Kayyim-i Cevzî, Hızır (a.s)ın hayatı
hakkında zikrolunan hadislerin hepsi yalandır. Yaşadığına dair sahih bir hadis
bile yoktur demiş. Alûsî de bu konuyla ilgili sözleri ve delilleri uzun uzadıya
inceleyip araştırdıktan sonra demiştir ki: Her türlü hesaptan sonra Hz.
Peygamberin sahih hadisleri ve aklın tercih ettiği deliller, vefat etti
diyenlerin sözüne tamamen uygun ve iddialarını tamamen desteklemektedir. Ve bu
haberlerin dış görünüşlerinden sapmayı gerektiren bir şey yoktur. Olsa olsa çok
hayırlı bazı salihlerden -ki sahih olduğunu Allah bilir rivayet edilen
hikayelerin dış görünüşlerini gözetme ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Hızır'ın
yaşadığını söyleyen bazı tasavvuf ulularına iyi fikir besleme meselesi kalır
ki, bu da bir delil meydana getirmez. Eğer yalnız söyleyen kimsenin değerinin
yüceliğinden ve onun hakkındaki iyi kanaatten dolayı, o gibi sözlere değer
verip de kabul edersen kıyamete kadar Hızır'ın yaşadığına inanabilirsin. Eğer
Hz. Ali'nin "söyleyene bakma, söylediğine bak" dediği gibi söyleyen
kimsenin onurunun yüceliğine aldanmayıp da sözü, delilin bulunması ve
bulunmamasına göre kabul veya reddedeceksen iki tarafın delillerini, faydasına
ve zararına olan delilleri öğrendikten sonra, vicdanından fetva sor, vereceği
fetva ile amel et. Sakın birtakımlarının yaptığı gibi, bir konuda tasavvufçulara
uymayanı hemen doğru yoldan sapıtmaya kalkışma. Çünkü İslâm hukukuna göre veya
akla göre bir delilin, red edemeyeceği konularda ehlinden işitilen bir söze
inanmamak bir mahrumiyet olabilirse de şer'î veya aklî delilin reddettiği bir
dava tasavvufçularca da kabul edilmez.
Biz de şunu söylemek isteriz ki, bu konu
görünen hayat açısından üzerinde düşünülürse Hızır'ın yaşadığını kabul etmeyen
âlimlerin sözü açık olduğunda şüphe yoktur. "Ondan önce de peygamberler
gelip geçmiştir" (Maide, 5/75) âyeti bu konuda yeterli bir delildir. Fakat
işaret, şiarları olan tasavvufçuların sözlerini de dış görünüşü üzere tartışma
konusu yapmamak icab eder. Özellikle Musa ve Hızır kıssası bir zâhir ve bâtın
kıssası olduğuna göre o bâtın (gizlilik), Hızır meselesinin konusunu meydana
getirir. Tasavvufçuların sözünde buna delil de yok değildir. Şeyh Sadreddin
İshak Konevî "Tebsıratü'l- Mübtedî ve Tezkiretü'l-Müntehî" isimli
eserinde: "Hızır (a.s)ın varlığının misal âleminde" olduğunu
nakletmiş. Abdurrezzak-ı Kâşî: "Hızır, ruhun ferahlığından, İlyas ruhun
sıkıntısından ibarettir" demiş. Bazıları da Hızriyyetin, Hızır (a.s)ın
derecesi üzere bazı salih kimselerin erdiği bir rütbe olduğunu söylemiştir ki,
bu üç sözü, bu konunun anahtarı olmak üzere kabul edebiliriz.
LEDÜNN: "yanında" gibi bir zarftır.
Türkçede katımızdan veya tarafımızdan demek gibidir. Ve görülüyor ki ilmin
değil, öğretmenin kaydıdır. Bununla beraber öğretmenin, O'nun katından olması,
ilmin de O'nun katından olmasını gerektirmez değildir. Şüphe yok ki bütün
peygamberlerin ilmi Allah tarafından vahiy ve öğretmek itibarı ile Ledünnî
(Allah katından)dir. Fakat burada dikkate değer bir husus şudur ki "ve
kendisine tarafımızdan ilim öğrettik." kaydı ile Hızır'a öğretilmiş olan
ilim, Musa'nın ilminden bambaşka bir ilim, yani Allah tarafından öğretilen
ilimlerden özel bir ilim olduğu anlatılmıştır ki, âyetteki kıssalar karinesi
(ipucu) ile tefsir bilginleri, bunu "Gayıplar ilmi ve gizli ilimlerin
sırları" diye tefsir etmişlerdir. Diğer bir ifade ile demişlerdir ki:
"Musa'nın ilmi, şer'î hükümleri bilmek ve dış görünüşe göre fetva
vermekti. Hızır'ın ilmi ise işlerin iç yüzünü bilmekti." Sahih-i Buharî'de
rivayet edilmiştir ki, Hızır şöyle demiş: "Ey Musa! Ben Allah'ın ilminden
bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın
ilminden sana öğrettiği bir ilim üzeresinki ben onu bilmem." Bu şekilde
ilm-i ledünnî (Allah bilgisi) deyimi, bu özel ilimde en özel bir mânâ ile terim
olmuştur ki, buna hakikat ilmi ve batın (gözle görülmeyen şeyler) ilmi de
denilmiş ve tasavvufçular, bu kıssaya bir delil olarak tutunmuştur. Özetle
ledünnî ilim, kafa çalıştırmakla elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah
vergisi olan bir mukaddes kuvvetin tecellisidir. Etkiden etki yapana, duygudan
varlığa doğru giden bir ilim değil, etki yapandan etkiye (ize), varlıktan
duyguya gelen birinci derecede bir ilimdir. Nefsin olagelene geçişi değil,
olagelenin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya bir keşiftir. Fakat
ledünnî deyimi, bunun özellikle Allah'ın sırlarına ait olanından daha fazla
deyim olmuştur. Türkçede bir işin ledünniyatı demek iç yüzündeki gizli
incelikleri ve sırları mânâsında herkesçe bilinir. Bu kıssada ilim için
araştırma yapmak ve yolculuğa çıkmaya bir teşvik delili ve bununla beraber
ledünnî ilmin çaba harcamak ve istemekle kazanılmasının mümkün olmadığını
anlatmak vardır.
66- Bakınız Musa ile delikanlısı Allah'tan
böyle bir rahmet ve ilme erişmiş özel bir kulu bulduklarında ne yaptılar: Musa
ona dedi ki: "Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi
olabilir miyim?"
RÜŞD, hayrı, doğru yolu bulmaktır. Bu sözde
âlime karşı alçak gönüllülüğün gereğine ve ilim tahsilinden esas maksadın rüşdü
kazanmak olduğuna ve ilim öğrenmede gönül alçaklığı, edeb, nezaket, ardına
düşme ve hizmetin şart olduğuna delalet vardır.
67-69-Bu izin istemeye cevap olarak o kul;
Musa'ya dedi ki: "Sen benimle arkadaşlığa asla sabredemezsin." Bu
sözle Hızır, Musa'nın psikolojik durumu hakkındaki ilk keşfini göstermiş ve ona
kendini anlatmış oluyordu ki, sonunda doğruluğu gerçekleşecektir. Gerçekten bu
istekle Musa'nın alacağı ders, kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktan
ibaret olacaktır. Yani bu konuda çok sabır lazımdır. Senin ise şüphesiz ki
benimle beraber sabretmek elinden gelmez ve bunda mazursun. Çünkü iç yüzünü
bilemediğin bir şeye nasıl sabredeceksin?
Yani beraberimde birtakım şeyler göreceksin
ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre ise iyi
görünmeyecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle onları dış görünüşlerine
göre uygun göremeyip itiraz etme gereğini duyacaksın.
70- Musa dedi ki: "İnşallah beni sabırlı
bulacaksın, sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım." dedi. Allah dilemezse
başka.
71- "Hızır dedi ki: "Eğer bana
uyacaksan, ben sana sırrını anlatmadıkça hiçbir şey hakkında bana soru
sorma." Yani tartışma, itiraz şöyle dursun, sorup anlama için bile soru
sorma! Demek ki başka ilimlerde meseleyi ortaya koyarak bilginin yarısını
oluşturan soru, bu ilimde yasaktır. Bunda öğrencinin nefsi, faaliyetten çok
kabiliyette hazırlanacaktır.
72-75- Böylece ikisi yola koyuldular. Demek
ki, bu ilimden bir şey bellenirse bir yerde oturup söyleşmek veya düşünmek
yoluyla değil, gerçekten işleri yapmakla bellenecektir. Sözleşme tamamen olur
olmaz ikisi birlikte hareket etmişler. Görülüyor ki burada delikanlı
zikredilmemiştir. O, Musa'ya uyduğu için, artık kendisinden söz edilmemiş ve
onu bir yerde bırakmış da olabilirler. İkisi denize doğru gemiye bininceye
kadar gittiler. Nihayet gemiye bindiklerinde, Ebu Hatem'in Rebi' b. Enes'ten
rivayet ettiğine göre yer korkunç idi, gemiciler bunlardan şüphelendiler,
bindirmek istemediler. Fakat başkanları: "Ben bunları yüzleri nurlu
adamlar görüyorum, bindireceğim" dedi, bindirdi. Buharî ve Müslim ve diğer
hadis bilginlerinin İbnü Abbas'tan rivayetinde ise "Hızır'ı tanıdılar,
ücretsiz bindirdiler. Gemiyi yaraladı. Bunun bazı rivayetlerde zikredildiği
gibi keser veya balta gibi aletler ile olağan bir iş şeklinde olması
muhtemeldir. Ve gemiciler Hızır'ı tanıdıklarından dolayı belki ses
çıkarmamışlardır. Fakat nazmın beyan zevkine ve gemicilerin ses çıkarmamasına
göre bir harika şeklinde sessizce yapılıvermiş olması daha uygundur. "Musa
: "Gemiyi yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş
yaptın" dedi. Yine gittiler, yani özrünü kabul etti de gemi ile sahile
çıktıktan sonra yine gittiler. Nihayet bir oğlana rastladılar. Hızır onu hemen
öldürdü. Oğlan deyimi gibi gulâm deyimi de çoğunlukla buluğ çağına ermeyenler
de yaygın olarak kullanıldığından dolayı, Cumhur bunun henüz büluğ çağına
ermemiş bir çocuk olduğunu söylemişlerdir. Fakat İbnü Ebî Hatem, Said b.
Abdülaziz'den yirmi yaşında bir genç olduğunu rivayet etmiştir.(1) Gerçekten
böylelerine de gulam denilebilir. Musa dedi ki: "Bir can karşılığı
olmaksızın masum bir cana nasıl kıydım? Yani bir kısas hakkın yok iken, bir
masum veya suçsuz kimseyi mi öldürüverdin? Demişlerdir ki, maksat, öldürmenin
haksız yere olduğunu söylemektir. Yalnız kısas hakkının olmaması bu duruma en
uygun olması itibariyledir. Veyahut Musa'nın şeriatinde çocuğu (öldürmede) de
kısas gerektiğini bildirmektir. Doğrusu çok fena bir şey yaptın"
Meâl-i Şerifi
75- Hızır dedi ki: "Doğrusu sen benimle
asla sabredemezsin demedim mi sana?"
76- (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra
sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri
sürülebilecek son mazerete ulaştın.
77- Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir
köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir
etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır
hemen onu doğrulttu. Musa: "İsteseydin elbet buna karşı bir ücret
alırdın" dedi.
78- Hızır dedi ki: "İşte bu, seninle
benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü
haber vereceğim."
79- "Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula
aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye
zorla el koyan bir hükümdar vardı."
80- "Oğlana gelince, onun ana-babası
mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden
korktuk."
81- "İstedik ki Rabbleri onun yerine
kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini
versin."
82- "Duvar ise, o şehirde iki yetim
oğlana ait idi. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir
kimse idi. Onun için Rabbin istedi ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler
ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların
hiçbirini kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri
budur."
76-77- Nihayet bir köy halkına vardılar.
İleriden anlaşılacağı üzere bu bir şehir idi. Birçokları Antakya olduğunu
söylemiş. Şehre Antakya ismi sonradan verilmiş olduğuna göre eski isminin başka
bir şey olması gerekir. Bundan başka Übülle denilmiş. Berka denilmiş.
Hıristiyanların nisbet edildiği Nasıra denilmiş, Bacırvan denilmiş. Rum
topraklarında bir köydür denilmiş, Endülüs'te Hadrâ adasıdır denilmiş. Şu halde
bu köyün sağlam bir şekilde belirlenmesi mümkün değildir. Aslında Kur'ân'da
köyün belirlenmesi istenmediğinden dolayı belirsiz gösterilip yalnız şöyle bir
niteliği anlatılmıştır:
Öyle bir köy ki halkından yiyecek istediler
(köy halkı) onları konuklamaktan kaçındılar. Burada in iki defa söylenmesi,
birisi şehrin asıl hükümeti, biri de genel halkı olması gibi iki mânâya işaret
olsa gerektir. İkisinden de kastedilen, aynı mânâ ile halk demek olduğuna göre
kelimesinin tekrarlanması sırf onları ayıplamak için olmuş olur. Gerçekten bu
köyün ileri gelenleri ve halkıyla, bütün halkı o kadar alçak imişler ki, iki
kişiyi konuklamaktan çekinmişler.
Bu alçaklığa karşı gösterilen büyüklüğe
bakınız: O vakit orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular; (Hızır) hemen
onu doğrulttu. Nakledildiğine göre bu bir kale duvarı gibi yüksek ve kalın bir
duvar imiş. Bazılarının zannettiği gibi bunu yıkmış ve durup yeniden yapmış
olabilir. Fakat böyle bir memlekette o tuhaf durumda bulunan bir duvarı yıkmaya
kalkışmak bile olağan bir şey olamayacağı dikkatle düşünülürse, sözün
gelişinden bunun bir mucize şeklinde hemen doğrultulduğunu anlamak gerekir.
Nitekim İbnü Abas'tan ve İbnü Cübeyr'den rivayet edildiğine göre: "El ile
dokunmuş ve (duvarın) hemen doğrultulmuş olduğu" söylenmiştir. Gerçekten
peygamberlerin durumlarına ve kıssanın meydana gelmesine yakışan da budur.
Bunu gören Musa dedi ki: İsteseydin buna karşılık
bir ücret alırdın. Yiyecek istemek gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir
sırada, mümkün olan bir kazancı bırakıp boşu boşuna bir iyilik yapmaya
kalkışmak Musa'ya anlamsız göründü de sabrını tutamadı. Şu kadar ki bu defa
öncekiler gibi öfke ile değil, yumuşaklıkla itiraz etti ve yukarıdaki sözü
gereğince, arkadaşlığın sona ermesi gerekeceğinden çekinmedi. Onun için Hızır
da:
78- Dedi ki: "İşte bu, benimle senin
aramızın ayrılmasıdır. Artık sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana
söyleyeceğim." Yani gemi, oğlan ve duvar hakkında yaptığım şeylerin sana
gizli kalan mânâ ve maksadını, gizli olan sebep ve hikmetini anlatacağım.
79-Şöyle ki: "Gemi, denizde çalışan bir
takım yoksullarındı. Ben onu ayıplandırmak istedim. Çünkü ötelerinde bir melik
vardı" Bu melik Gassân hükümdarı Cülendâ b. Kerber idi denilmiş. Endülüs
yarımadasında Mıkvâd b. el-Cülbend idi denilmiş. Ünü böyle zulüm ile destan
olmuş olan bu kral her gemiyi gasbederek alıyordu. Yani sağlam, kusursuz olan
her gemiyi zorla alıyordu. Bundan dolayı gemiyi biraz yaralayıp ayıplandırmak,
o gasptan kurtarmak için iki kötülüğün en az zararlısını seçmek ile, o
yoksullara yardım cinsinden yararlı bir iş idi. İşte Allah'ın hükümlerinde
böyle dış görünüşe göre zarar gibi görünen şeylere rastlanır ki, Allah
katındaki sırları bilinirse onların zarar değil, fayda olduğu anlaşılır.
80- Oğlana gelince, onun anası babası mümin
insanlardı. Bundan dolayı bunları azgınlık ve nankörlüğe sokmasından korktuk.
Yani sakındık. Yani oğlan göründüğü gibi masum (günahsız ve suçsuz) değildi.
Büluğa ermiş, azmış bir kâfir idi ki, anasını babasını da küfür ve azgınlığının
istilası altına almak üzere idi. Yahut henüz çocuk ise de öyle küfür ve
azgınlığa kabiliyetliydi ki, sağ kalırsa ileride anasını babasını bile azıtacak,
onları da küfre bürüyecekti. Halbuki o ana ve babanın imanlarındaki samimiyyeti
Allah tarafından böyle bir kötülükten korunmaya layık ve onun çocuk iken ölmesi
hepsi hakkında hayırlı idi.
81- İstedik ki: bu iki müminin Rableri
kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin. Hem oğlanın
yüzünden görecekleri kötülükten kurtulacaklar, hem de onun ölümüyle duyacakları
acıya karşılık daha sevimli bir oğlana erişeceklerdir ki, o oğlan ölmeyince bu
olmayacaktı. Rivayet edildiğine göre onun yerine Allah, bunlara bir kız vermiş
ve bu kız bir peygamber annesi olmuş ve o peygamberin eliyle ümmetlerden bir
ümmet, hidayete ermiştir.
82- Duvara gelince şehirde iki yetim çocuğun
idi altında bunlar için bir hazine vardı. Yani bunlar, için saklanmış bir altın
ve gümüş hazinesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve öğütleri kapsadığı, bir
altın levha olduğu da rivayet edilmişse de birincisi açıktır. Ve babaları iyi
bir kimse idi. Yani o hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helalinden
kazanılmış ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu. "Altın
ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azab ile
müjdele" (Tevbe, 9/34) âyetinde kötülenen yerilmiş hazinelerden değildi. O
iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden
faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi. Bu zatın iyi bir insan olması
misallerinden biri olmak üzere denilmiştir ki; O çok güvenilir bir adamdı.
İnsanlar ona emanetleri bırakırlar, o da verdikleri gibi teslim ederdi.
Özetle iki oğlu yetim kalmış olan o iyi
babanın iyiliği Allah katında boşa gitmeyecekti. Bu yüzden Rabbin o iki yetimin
büluğ çağına ve erginliğe erişmelerini ve erişip hazinelerini çıkarabilmelerini
istedi. Bunlar büyümeden duvar yıkılmış olsaydı, o hazineyi başkaları bulacak
ve zayi olacaktı. Düşünmeli ki o durum ve vaziyette yıkılmak üzere bulunan bir
duvarın altında, iki yetime ait bir hazinenin var olduğunu bilip de onun
belirli zamanına kadar korumasını temin etmek ne kutsal bir iştir. Bunlar hep
Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ve ben bunu, bu yaptıklarımı
kendiliğimden yapmadım. Yani kendi görüş ve ictihadımdan değil, Rabbinin
bildirdiği emri ile, O'nun bir rahmeti olmak üzere yaptım, bu benim bir
görevimdi. İşte senin, hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.
Kıssanın burada bitmesinden anlaşılıyor ki bu
açıklamaya karşı Musa bir şey dememiştir. O halde bu açıklama ve yorumda
reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek ki Musa'nın görünürde zararlı ve
beğenilmez gördüğü şeyler gerçekte öyle değilmiş. Onun beğenmemesi, gözünden
gizli olan sebepleri ve hikmetini anlamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o
gizli sebepler, açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, Allah'ın hükmünde
çelişme kalmıyor. O halde demek oluyor ki iç yüzün gereği, görünüşün gereğine aykırı
olabilir. Fakat bundan dolayı hakikat ile şeriatın uyuşmazlığı gerekmez. Çünkü
şeriat, Hakk'ın hükmüdür. Hakk'ın hükmü de hakikatte (gerçekte) ne ise odur.
Onun için iç yüze göre emredilmiş olan Hızır, Hakk'ın emri olan şeriat ile âmel
ettiği gibi; şeriatla emrolunmuş bulunan Musa da hakikat (gerçek) açıklandığı
zaman şeriat bakımından itiraza yer olmadığını görüyor. Bunun için İmam-ı
Rabbanî Mektûbât'ının birinci cildinde kırk üçüncü mektupta demiştir ki:
"Bazı insanlar dinsizlik ve zındıklığa meylederek esas gayenin şeriatın
ötesinde olduğunu hayal etmişlerdir. Asla ve hayır, sonra asla ve hayır böyle
kötü bir inançtan Allah'a sığınınız. Tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır.
Aralarında kıl ucu kadar uyumsuzluk yoktur. Şeriata aykırı olan herşey reddedilir
ve şeriatin reddettiği her hakikat iddiası bir zındıklıktır."
Yine aynı ciltte kırk birinci mektupta şeriat,
tarikat ve hakikat bahsinde demiştir ki: "Mesela dilin yalan söylememesi
şeriat, kalbden yalan hatırasını yok etmek eğer zorlanıp çalışmakla olursa
tarikat ve eğer külfetsiz yapılması kolay olursa hakikattir. Kısacası bâtın
(gizli) olan tarikat ve hakikat, görünen şeriatın tamamlayıcısıdırlar. Şu halde
tarikat ve hakikat yoluna girenlerden, yol esnasında görünürde şeriata aykırı
ve ona ters düşen işler görünürse hep bunlar, o anki sarhoşluktan ve kendini
kaybetmektendir. O makamı geçip ayıldıkları vakit, o şeriata aykırı olan durum
tamamen ortadan kalkar ve o zıd ilimler tamamıyla dağılmış olur."
Ancak burada dikkate değer bir nokta vardır ki
o da Hızır'ın öldürdüğü çocuk meselesidir. Eğer bu çocuk büluğ çağına ermiş
idiyse derhal küfür ve azgınlığına hüküm vermek şeriata uygun olur. Fakat
âlimlerin çoğunun dedikleri gibi, henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk idiyse,
onun kâfirliği ve azgınlığı nihayet gelecekte meydana çıkacak bir gerçektir.
Hızır, Allah'ın kendisine bağışladığı ilim ile, onun o zamanki ve gelecekteki
bütün gizli bilgilerini bilmiş dahi olsa, bir çocuk şöyle dursun bir ergini bile
ileride yapacağı suçtan dolayı öldürmek şüphe yok ki İslâm hukukuna aykırıdır.
Çünkü Hz. Ömer (r.a) Muğire'nin kölesini görünce: "Bu beni öldürecek"
demiş, kendisinin katili olacağını bilmişti. "O halde niye bırakıyorsun,
ey müminlerin emiri!" dediklerinde "Ne yapayım henüz bir şey
yapmamıştır. Ve yalnız kalbindeki şeyden dolayı da şeriata göre sorumlu
olunmaz" dedi. Ve dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu halde Hızır'ın
öldürdüğü eğer çocuk ise bundaki hüküm, hakikat ile şeriat arasında bir uyumsuzluk
noktası meydana getirmez mi? Ve bu durumda Musa bu yoruma nasıl kanaat etmiş
olur? Buna söylenebilecek cevap şu iki tarzdan birisi olabilir:
1- Musa'nın yoruma itiraz etmemesinden açıkça
anlaşılan şudur ki onun diye bir masum (suçsuz) zannettiği oğlan, çocuk değil,
ergin azgın bir kâfir, öldürülmesi vacib bir genç imiş. Bu ipucu karşısında
çocuktu sözü kabul edilemez.
2- Şeriatın hakikatı Allah'ın emridir. Hızır
da bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yaptığını söylemiş. Musa'nın
itiraz etmemesine sebep de bu olmuştur. Çünkü bu şekilde Hızır, özel durumlarda
özel bir şeriat ile emredilmiş bir peygamber olduğunu anlatmış demektir. Bundan
dolayı o çocuk hakkında gerçekleştirdiği öldürme hükmü, genel kurala aykırı
olmakla beraber, Hızır için özel vahye dayanan özel bir şeriat olur. Bu ise
şeriat ile hakikat arasında bir uyuşmazlığa değil, iki peygamberin şeriatleri
arasında bir farka dayanır. Ve Musa'yı Hızır'dan ayıran en önemli nokta da bu
farktır. Açıklanan üç olaydan, üçü de Hızır'ın hem ilminin şeklinde, hem de
yaptığı işin şeklinde başka bir özellik gösterdiği gibi, bilhassa çocuk olayı
onun şeriatında da bir özellik göstermektedir:
Birincisi, ilim açısından bakıldığı zaman onun
gemi, genç ve duvar hakkındaki ilminde olduğu gibi, eşyanın görünmeyen şeylerle
ilgili olan Allah bilgi ve sırlarını, gelecekteki takdir edilmiş şeyleri,
geçmişteki gizli hususları, şimdi gözönünde olduğu gibi hemen bildiği
anlaşılıyor. Onun için buna gayb ilmi, gizli ilim, özel mânâsı ile Ledünnî
(Allah'ın bilgisi ve sırları) ilmi demişlerdir.
İkincisi, fiil yönünden bakıldığı zaman
yaptığı şeyler, halktan Hakk'a doğru giden işler değil, Hak'tan (Allah'tan)
halka doğru olan fiillerdir. Bundan dolayı Musa gibi halkı Hakk'a götürmeye
emredilmiş değil, Hak'tan halka olan mukadderatın (yazılmış olanların) yerine
getirilmesine emredilmiş demektir. Ve şu halde oğlanı öldürmesi de, Allah'ın
emri ile ölen çocukların ruhlarını almaya vekil tayin olunmuş olan Azrail'in
görev ve sorumluluğu gibi olur.
Üçüncüsü, İslâm şeriatına uygun olmak, başka
bir ifade ile güzellik ve çirkinlik açısından bakıldığı zaman Hızır'ın
yaptıkları, gözle görülmeyen gizli sebeplere dayandığı için görünürde çirkin ve
hikmetsiz görünüyor. Sebeplerinin açıklanmasıyla gerçeğe uygun olduğu zaman
ise, üçte ikisi genel kurala uygun ve biri genel kurala aykırı bir istihsan
(güzel sayma) olduğu anlaşılır. Musa onun ilmindeki özelliği, daha önce
Allah'ın ilmi ve sırrından haber almış, ondan doğruyu bulmasına yardımcı olacak
ilmi öğrenmeye gelmişti. Gördüğü örnek ise ona, amel ve şeriat yönünden
kendisinin memurluğuna uymayan ve bununla beraber itiraz etmeye de hak vermeyen
özellikler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine aralarında birbirinden ayrılma
gereği gerçekleşmiştir. Demek ki Musa, ilmini tebliğ ve ortaya koymaya emredilmiş
Ulü'l-azim bir peygamber olduğu halde Hızır, tebliğe değil, verilen emirleri
hemen yerine getirmeye emredilmişti. Bundan dolayı Hızır'ın bir peygamber
değil, bir veli olduğunu söyleyenler olmuştur. Fakat yalnız veli olsaydı oğlanı
öldürmek için özel hükme sahip olamazdı. Bu şekilde kıssa Hızır'ın Musa'dan
daha faziletli olduğunu gerektirmez. Ancak Musa'nın herşeyi bilen (bir
peygamber) olmadığını ve Allah ilminden Musa'ya verilmeyen şeyler bulunduğunu
anlatmış olur. Bu da hem Hızır'ın, hem Musa'nın Allah'ın lutfuna nail
olduklarını toplayan bir zü'l-cenaheyni (dünya ve ahirete ait bilgisi geniş
olan kimse) göz önüne getirmeyi telkin ile Hz. Muhammed'in makamının en
mükemmel bir makam olduğunu anlatmak için bir giriş yapılmış demektir. Onun
için bu kıssadan Zülkarneyn'le ilgili soruya geçilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
83- Bir de sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De
ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım.
83- Bir de sana Zülkarneyn'den soruyorlar veya
sorarlar. Soranlar, bazı rivayetlere göre müşrikler, diğer bazı rivayetlere
göre kitab ehli idi. Sûrenin iniş sebebinde zikredilen rivayette yahudilerin
telkini ile Kureyş müşriklerinin soru sorduğu (baş tarafta) geçmişti. Taberî'de
Ukbe b. Amir'den rivayet olunduğuna göre o demiştir ki: "Bir gün Resulullah'a
(s.a.v) hizmet ediyordum, huzurundan çıktım. Kitab ehlinden bir topluluk bana
rastlayıp: 'Biz Resulullah'a soru sormak istiyoruz. İzin iste' dediler. Ben de
girdim, haber verdim Peygamber: 'Onların benimle ne işleri var? Ben Allah'ın
bildirdiğinden başkasını bilmem' buyurdu. Sonra 'Bana su dök' dedi. Abdest
aldı, namaz kıldı. Namazı bitirince yüzündeki sevincini anladım. Sonra
Peygamber: 'Onları ve ashabımdan kimi görürsen içeri al' buyurdu. Bunun üzerine
onlar içeri girdiler, Peygamberin huzurunda dikildiler. Peygamberimiz buyurdu
ki: 'İsterseniz kitabınızda yazılı bulduğunuz şeylerden sorunuz, ben size cevap
vereyim ve isterseniz ben size bilgi vereyim'. Bunun üzerine onlar: 'Sen bilgi
ver' dediler. Peygamber: 'Zülkarneyn'den ve kitabınızda bulduğunuz şeylerden
soruyorsunuz?' buyurdu." Bir de Alûsî'nin belirttiğine göre İbnü Ebu
Hatem'in Süddî'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v)e yahudiler
demişler ki "Ey Muhammed! Sen ancak İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve bazı
peygamberleri anlatıyorsun. Çünkü onlarla ilgili haberleri bizden işittin.
Şimdi bakalım bize öyle bir peygamberden haber ver ki, Allah Teâlâ onu
Tevrat'ta ancak bir yerden başka zikretmemiştir. O kimdir? demişler.
"Zülkarneyn" buyurmuş.
ZÜLKARNEYN, deyimi, zü'l-yedeyn (iki el sahibi)
gibi bir lakabdır ki zü'l-cenaheyn (çifte kanatlı) niteliğine benzer. Kamus'ta
ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere "karn" bir çok mânâlara gelir.
Bunlardan bazıları; boynuz, asır, bir zamanda beraber yaşamış olan topluluk
mânâlarına geldiği gibi insanın tepesine ve özellikle başının yanlarına, yani
şakaklarına ki hayvanda boynuzunun yeridir ve erkeklerin perçemine, kadınların
zülüflerine, güneşin çemberinin kenarına ve bir toplumun başında olan
efendisine... denilir. Bundan dolayı Zülkarneyn lakabının, isim olarak
konmasının sebebinde "karn" kelimesinin mânâlarından her birine göre
değişik düşünceler mümkün olduğundan birçok sözler söylenmiştir. Bu sözlerin en
meşhuru Kur'ân'ın açıklamasından da anlaşılacağı üzere, yeryüzünün doğu ve
batısına sahip, demek olmasıdır ki, Türkçede cihangir diye ifade edilir.
Hüseyin Vâiz tefsirinde anlatıldığı üzere, görünen ve görünmeyene sahip mânâsı
da Kur'ân'ın zevkine uygun yönlerdendir. Buna da Türkçede zülcenaheyn (hem
dünya, hem ahirete ait) denilir. Tefsir bilginlerinin açıklamalarından
Zülkarneyn lakabı ile lakablandırılmış olan zatların bir değil, birçok kimse
olduğu anlaşılıyor. Kur'ân'da anılana Büyük Zülkarneyn" deniliyor.
Vaktiyle Yemen'de Tebâbia denilen Himyer
hükümdarlarından bazı büyük fatihler, bu cümleden olarak Mekke'nin yapımında
Hz. İbrahim ile görüşüp ondan feyiz aldığı rivayet edilen, Sa'b ve Semerkand
isminin adına nisbeti nakledilen Şemmer Yer'aş, Zülkarneyn olarak anılmış
oldukları gibi, Afrîdun ve İskender gibi Arap olmayan fatihlere de bu lakab verilmiş
ve bunların en son yaşayanı, İskender olması dolayısıyla tarih bilginleri
arasında "Zülkarneyn" şöhreti İskender'in olmuştur. Yahudilerin
kitaplarında, Zülkarneyn Rum'dan çıkan bir genç idi ki, Mısır'ı ve
İskenderiye'yi kurdu ve şöyle yükseldi, böyle yükseldi diye anılmış olduğu
hakkında bir rivayetinde görülmesinden dolayı, bu konuda tarihî tartışmayı
ortadan kaldırmak isteyen bazı tefsir bilginleri de Büyük Zülkarneyn'in
İskender olduğunu kabul etmek istemişlerdir. Nitekim Alûsî de bu görüştedir.(3)
Allah'ın birliğine inanan bir hükümdar olan ve
olağanüstü fetihleriyle dünyada özel bir tarih açmış bulunan İskender'in,
Zülkarneyn'lerden birisi olduğunu inkar etmeye yer yoksa da, Kur'ân'da
zikredilen büyük zatların peygamberlik makamına da sahip bulunduğuna göre
İskenderin bu derece yükseltilmesi kabul edilebilir görülmemiş ve İskenderin
bir set yaptığı bile tarih olarak belli olamamıştır. Bir de İskender, başka bir
tarihte meşhur olduğu ve bilindiğinden dolayı, bunu Peygambere sormak, soru
soranların maksadına uygun olmazdı. Hakkında vahiyden başka bir şekilde bilgi
alınması düşünülen bir soruyu peygamberliği imtihan etmek isteyen ve bunun için
soru soran kimselerin maksatlarına nasıl uygun düşer? Onun için bu soru, eski
tarihin karanlıklarına kadar dalan bir konu olması gerekiyor.
Gerçi İskender'den sonra da doğu ve batıya
savaş açmış, set yapmış fatihler yok değildir. Mesela Roma kayserlerinden
(hükümdarlarından) birinin, İngiltere'de Kisra Nuşirevân'ın Kafkas dağlarında
"Bâbü'l-Evvâb", başka bir ifade ile "Demir kapı" denilen
yerde birer set yapmış olduklarını tarihler gösteriyor. Fakat bu sorunun, doğu
ve batı da pek çok fetih yaptıktan sonra Kuzey'de Askitler'e kadar varan ve
aynı zamanda Akdenizden Şab denizine kadar bir set yaptığı rivayet olunan
Mısırlı büyük Ramses gibi maddî ve manevî bir üne sahip olan daha eski ve daha
yüksek bir cihangiri hedef edinmiş olması rivayet ve dirayet açısından daha
uygundur. O halde bu Zülkarneyn kimdir?
Bazıları bunun İbrahim (a.s) zamanına tesadüf
eden Afrîdun b. Esfiyan b. Cemşîd olduğunu söylemişlerdir ki, İran'ın adalet
önderlerinden olup, adalet ve güzel ahlâkı ile meşhurdu. Zülkarneyn'den önce
Hızır bulunuyordu. Hızır, Afrîdun zamanında peygamber olarak gönderilmiş olup
Hz Musa zamanına kadar kalmıştı. Zülkarneyn, İbrahim (a.s) zamanındaydı gibi
ilk kitap ehlinden rivayet edilmiş bazı sözler bununla ilgili görünür. Belhli
Ebu Zeyd "Suver-i Ekâlîm" ismindeki kitabında Afrîdun'un vahiy ile
desteklenmiş olduğunu söylemiş ve tarihler onun büyük bir fatih olduğunu
nakletmişler.
İbnü İshak, "Zükarneyn"in isminin,
Merziban b. Merduye olduğunu söylemiş, bazıları onun ismi Abdullah b.
Dahhâk'tır demiş, bazıları da Mus'ab b. Abdullah b. Feynan b. Mansur b.
Abdullah b. el-Ezr b. Avn b. Zeyd b. Kehlân b. Sebe b. Ya'rub b. Kahtan demişler.
Ebu Reyhan Bîrûnî "el-Asârü'l-Bâkiye ani'l-Kurûni'l-Hâliye" isimli
eserinde "Zülkarneyn, Ebu Kerb Semiyy b. Ubeyd b. Efrîkış el-Hımyerîdir.
Bunun mülkü yer küresinin doğu ve batısına ulaşmıştı ve Himyerli şairin:
"Dedem zü'l-karneyn müslüman bir melikti.
Yeryüzünde yüceldi, zayıf görüşlü değildi .
Doğulara ve batılara ulaştı .
Doğru yolu gösterecek bir hakîmden padişahlık
yollarını arıyordu." diye iftihar ettiği de odur deniliyor ki bu görüş
doğruya en yakın görüştür. Çünkü Zülmenâr, Zûnüvâs, Zünnûn, Zuruayn, Zûyezen,
Zûceden gibi zû'lar hep Yemen'dendir" demiş. Durum böyle iken Afrika
kıtasını adına nisbetle tanımakta olduğumuz Afrikış, Zülmenâr unvanı ile Himyer
hükümdarlarının tanınmışlarındandır. Tanca'ya kadar ulaştığı, Afrikıyye şehrini
yaptığı, Berberîleri Filistin, Mısır ve sahilden Mağribe (Cezayir'e) naklettiği
tarihlerde zikrediliyor. Fakat bunun torunu olduğu söylenen "Ebu Kerb
Semiyy veya Şems b. Umeyr" adında birisi tarih itibariyle tesbit
olunamamış ve bundan dolayı, Ebu Reyhan'ın nakline itiraz edilip bunun,
"Şemmeryeraş" kelimesinden değiştirilmiş olması ihtimali ileri
sürülmüştür. Gerçekten bir rivayette, Şemmer, Afrîkış'ın oğlu olup Irak ve
Çin'e doğru hareket ederek vardığı yerlerde kitabe (yazıt)ler diktirdiği ve
Semerkand kalesini söktüğü ve hatta Semerkand "Şemmer"in kopardığı,
yani "Şemmerkent" yahut "Şemmer şehri" demek olduğu
zikredilmiş ve Huzâ'a şairi Dıbil, Yemen hükümdarları ile iftihar ederken buna
işaret ederek şunu söylemiştir:
Bazıları bu "Şemmer"in başında iki
saç örgüsü olduğundan dolayı Zül-karneyn diye adlandırıldığını nakletmiş ise de
en çok tercih edilen rivayette Şemmer, Efrikîş'in oğlu değil,
"Nâşirunniam"ın oğlu olduğu gibi, Süleyman (a.s) zamanındaki
Belkıs'tan sonra olmasından dolayı Kur'ân'daki Zülkarneyn'in daha önce olması
gerekeceği ileri sürülmüştür. Nitekim Ebu'l-Fidâ tarihinde der ki:
"Zülkarneyn, Râyiş'in oğlu Sa'b'dır. Babası Râyiş ilk Tübba', Küçük
Sebe'in oğlu Sayfî'nin oğlu Kays'ın oğludur denilmişse de Lokman'ın biraderi
Züsü-ded'in oğlu Haris Râyiş'tir. İbnü Said, İbnü Abbas hazretlerine, Kur'ân'da
zikrolunan Zülkarneyn'den sordu Himyer'dendir dedi ki o, adı geçen Sa'b'dır
diye nakletmiştir. Şu halde yüce kitapta zikredilen Zülkarneyn, Rum İskender
değil, adı geçen Sa'b b. er-Râyiş'dir."
Kamus mütercimi Asım Efendi de İskender
kelimesinde bu görüşü destekleyerek daha bazı detaylı bilgileri nakletmiştir.
Fakat bir taraftan Sa'b'ın bir taraftan da Afridun'un İbrahim (a.s) zamanında
oldukları hakkındaki rivayetleri birleştirmek de pek zor ve güç görünüyor.
Gerçi Kur'ân'ın bir kaç yerinde geçmişteki parlaklığı hatırlatılan Sebâ
medeniyetinin, dünyada benzeri yaratılmamış olduğu hatırlatılan "İreme
zâti'l-'imâd" cennetinin sahipleri olan ve Semûd kavmini Yemen'den kovarak
çıkaran Himyer ve Tebâbia devletinin, Şeddad'a karşılık Lokman ve Zülkarneyn'e
de ortaya çıkış yeri olması en yakın ihtimaldir. Ve bunlardan birinin ve belki
bir kaçının Zülkarneyn olarak anılmış olduğu da anlaşılmaz değildir. Bununla
beraber tarihin bilinmeyen karanlıkları içinde bunların incelenmesi zor olduğu
gibi, Kur'ân'da zikredilen Zülkarneyn'in bunlardan o ünvanı almış birisi mi;
yoksa İbnü İshak'ın, Lafes'in çocuklarındandır dediği gibi Arap milletinden
başka bir milletten gelen, büyük fatihlerden birisi mi olduğunu kestirmek mümkün
olamıyor. Onu için İbnü Hişam'ın "Siyer" kitabının şarihi Süheylî'nin
kabul ettiği şekliyle, bu konuda en sağlam hükmü Hz. Ali'den rivayet olunan şu
fıkrada buluyoruz: "Zülkarneyn, salih bir kuldu ki, Allah'ı sevmiş Allah
da onu sevmişti". Gerçekten bunun ismi ve şahsiyeti ile belirlenmesine
kalkışmak Kur'ân'ın zevkine de uygun değildir. Çünkü soru, Zülkarneyn niteliği
üzere sorulmuş olduğu gibi, cevapta da ismin ve şahsiyetin belirtilmesine
ilişilmeyip ancak o vasıfla ilgili hususları açıklayan kıssayı hatırlatmakla
buyuruluyor ki: de ki size ondan bir haber anlatacağım. Bir zikir, yani onu
andıracak unutulmaz bir hatıra, belleklerde tutulacak, dillere destan olacak
bir anı, şöyleki:
Meâl-i Şerifi
84- Gerçekten biz onu (Zülkarneyn'i)
yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde
etmesinin bir yolunu verdik.
85- Derken o da bu yollardan birini tutup
gitti.
86- Nihayet güneşin battığı yere vardığı
zaman, güneşi, (sanki) kara bir balçıkta batıyor buldu. Bir de bunun yanında
bir kavim buldu. Biz ona dedik ki: "Ey Zülkarneyn! Onları ya
cezalandırırsın veya onların hakkında iyi davranırsın."
87- O da demişti ki: "Kim haksızlık
ederse muhakkak ona azab edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, O da onu
görülmemiş bir azabla cezalandırır."
88- "Amma her kim de iman edip iyi bir iş
yaparsa, buna da en güzel mükâfat vardır. Biz ona dünyada kolaylık gösterir zor
işlere koşmayız."
89- Sonra Zülkarneyn yine bir yol tuttu.
90- Nihayet güneşin doğduğu yere varınca, onun
kendilerini güneşten koruyacak hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine
doğduğunu görmüştü.
91- İşte Zülkarneyn'in kudret ve saltanatı
böyleydi. Ve biz onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.
92- Sonra yine bir yol tuttu.
93- Nihayet iki dağ arasına ulaştığında
onların önünde, hemen hiç söz anlamayan bir kavim bulmuştu.
94- Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Ye'cuc ve
Me'cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Onun için, bizimle onlar arasında bir sed
yapman şartıyla sana bir vergi versek olur mu?"
95- Dedi ki: "Rabbimin bana vermiş olduğu
servet ve saltanat, sizin vereceğiniz şeyden daha hayırlıdır. Bana maddî
yardımda bulunun da sizinle onların arasına en sağlam seddi yapayım.
96- "Bana, demir kütleleri getirin."
Nihayet dağın iki ucunu denkleştirdiği vakit: "Ateş yakıp körükleyin"
dedi. Demiri bir ateş koru haline getirince. "Bana erimiş bakır getirin
üzerine dökeyim" dedi.
97- Artık Ye'cuc ve Me'cuc bu seti ne
aşabildiler ne de delebildiler.
98- Zülkarneyn dedi ki: "Bu Rabbimin bir
lütfudur. Rabbimin vaadi geldiği vakit de onu dümdüz yapacaktır. Rabbimin vaadi
de haktır.
84- Gerçekten biz ona yeryüzünde maddî manevî
kuvvetleri, kudretleri hazırladık. Ve ulaşmak istediği her şeyden ona bir sebep
(vasıta) verdik. Önemli şeylerden takip ettiği maksadına ermek için açıktan ve
gizliden ilim, kudret, âletler ve vasıtalar gibi her türlü sebebi ihsan
eyledik. Öyle ki neye yapışsa ondan maksadına yol bulur, muvaffak olurdu. Yani
sebepsiz, düzensiz hareket etmezdi. Fakat her neyi de tutsa o bir sebep olurdu.
Çünkü sebep olmak, eşyanın aslına ait değildir, Allah'ın bir tahsisidir.
85- Bunun üzerine o da bir yolu takip etti.
Bir yolla batıya doğru yürüdü .
86-88- Nihayet güneşin battığı yere ulaştı.
Yerleşmiş olduğu yerin gün batı tarafından ta sonuna kadar vardı. Tefsir
bilginlerinin de yaptıkları açıklamaya göre, Okyanus denilen Atlas Okyanusunun
batı kenarına ulaştı. Bu Okyanus denizinde "Halidat" ismi verilen
adaların bir zamanlar uzunluk (boylam) başlangıcı olarak kabul edildiklerini
kaydediyorlar. Bununla birlikte biz bugün bu Halidat adalarının ne olduğunu
tayin edemiyoruz. Özetle uzak batıya vardığı vakit güneşi (sanki) siyah bir
çamura batıyor buldu. Veya "hâmiye" kırâetine göre, kızgın bir pınar
içinde batıyor buldu. Tefsir bilginleri buradaki aynı, su pınarı; hamieyi
balçıklı; hâmiye'yi de kızgın mânâsına tefsir etmişlerdir ki, güneşi balçıklı
veya kızgın bir pınar içinde batıyor buldu demek olur. Bu şekilde bu su
pınarından maksat, okyanus ve özellikle denizin ufuktaki batış noktasıdır.
Batıya varıncaya kadar geçtiği memleketlerde birtakım saltanatların batışını
görerek giden Zülkarneyn, uzak batıda geçtiği yolda önüne çıkan Okyanus
kenarında güneşin batışını seyretmek için ufka baktığı zaman Allah mülkünün
genişliği ve yüceliği içinde o koca okyanus etrafı gök ile çevrilmiş bir kuyu
havzası gibi sınırlı bir su kaynağı manzarasını alıyor. Fakat içilebilecek
parlak ve duru bir kaynak gibi değil, kara balçıkla bulanmış, dibi görünmez
karanlık bir kuyu gibi görünüyor ve güneş bunun ufkunda batarken zayıflamaya
başlayan parıltısı, allı morlu yansımalarıyla puslar içinde çalkalanarak
karanlık bir batağa batıyor da, battığı nokta balçıklı bir göz gibi bulanıp
kararırken aynı zamanda renk ve buharıyla kaynayan kızgın bir köz halinde
bulunuyor. Demek Zülkarneyn'in vicdanında güneş batışının bıraktığı intiba bu
olmuştur ki, bu müşahedenin en ibret verici mânâsı, en son bir sınırda duracağı
kesin olan dünya ululuğunun sınırlı olduğunu görmek ve geçici olduğunu
anlamaktır.
"Biz dedik ki: Ey Zülkarneyn!..." Bu
söz, doğrusu
Zülkarneyn'in peygamber olduğuna açıkça
delalet eder.
"Zülkarneyn dedi ki: Her kim haksızlık
ederse ona azab edeceğiz..." Demek ki Zülkarneyn azab verme veya iyilikte
bulunmak gibi dilediğini yapmakta serbest bırakıldığı halde, yine sebebsiz
hareket etmedi. Azab etmeyi zulmedenlere, iyiliği ve mükâfatı da iman edip
faydalı işler yapanlara tahsis etti. Güç ve seçimini kötüye kullanmaya
kalkışmadı. Çünkü kendisinin de sonunda Rabbine geri gideceğini biliyordu.
89-90- Sonra da, yani batıda yapacağı icraatı
yaptıktan sonra da bir yol tuttu. Batıda batan güneşin doğuya dönmesi gibi,
batıdan doğuya giden bir yol peşine düştü, nihayet güneşin doğduğu yere kadar
gitti. Yani yeryüzünde güneşin arada engel bulunmaksızın doğduğu noktaya kadar
gitti ki bu noktanın, Afrika'nın doğu kıyıları olması ihtimali olsa da açıkça
anlaşılan Asya'nın uzak doğusu olmasıdır. Vardığında onu (güneşi) öyle bir
kavim üzerine doğuyor buldu ki biz onlara, güneşin berisinde bir siper yapmamıştık.
Binaları yok, hatta elbiseleri yok. Güneşin altında yanıyorlar. Nitekim bugüne
kadar bile Sudan'da, Avusturalya'da böyle çıplaklar vardır. Bununla birlikte
maksat, örfte herkesçe bilindiği üzere önemli bir örtü ve siper olduğu takdirde
çadırlar bile önemli bir örtü olamayacağından dolayı, bu mânâ çölde
yaşayanların çoğunu kapsar.
91- İşte o böyle idi. Halbuki onun yanında
neler vardı, biz onları tamamen biliyorduk. Yani onların öyle çıplaklığı
karşısında Zülkarneyn'in mülkünde o kadar çok sebepler ve vasıtalar vardı ki,
tamamını ancak Allah biliyordu. Zülkarneyn'e her şeyden sebep (vasıta) veren
Allah, bunları güneşin altına koymuş, bir örtü vasıtası bile vermemişti. Bundan
dolayı bunları gördüğü zaman, Zülkarneyn'in ne hisler duyduğunu, ne işler yaptığını
da Allah bilir.
92- Sonra da diğer bir yol tutmuştu. Batı ile
doğu arasında bir yolda gitti ki, bu da ya güneye veya kuzeye doğru olabilir.
Bununla beraber tefsir bilginlerinin anlattıklarına göre kuzeye gitti.
93- Nihayet iki seddin arasına vardığında,
SEDDETMEK: Bir şeyin gediğini sağlam
kapamaktır. İki şey arasına engel olan perdeye sed denildiği gibi, dağa da sed
denilir. Nitekim burada iki dağ diye tefsir edilmiştir. Bazıları tabii olana
sin in ötresi ile "süd"; insan tarafından yapılana da üstünü ile
"sed" deniliyor, demiş. Bazı bilginler de birincisi "süd"
gözle görünen, ikincisi "sed" gözle görülmeyendir demiştir. Bu âyette
iki şekilde de okunduğundan ikisinin de aynı mânâda olduğu anlaşılır denilmiş
ise de, bu iki okuma şeklinin değişik birer nükteyi kapsamış olmaları da
düşünülebilir. Buna göre iki sed, yapma iki engel olabileceği gibi iki deniz,
iki yer kıtası, iki dağ gibi yaratılmış (tabiî); yahut görünen ve görünmeyen de
olabilecektir. Tefsir bilginleri, bu "seddeyn"i "iki dağ"
diye tefsir etmişlerdir. Ancak bu iki dağı belirlemek için ipucu yoktur. Bu
konuda rivayetler ise üç görüşte toplanıyor:
1- Bu iki dağ, kuzeyde doğu tarafında Türk
toprağının bittiği yerdedir. Denilmiştir ki Zamehşerî ve Ebu's-Suud bu görüşü
benimsemişlerdir. Türk toprağından maksat, Maverâünnehir denilen küçük
Türkistan ise, bu görüş, Çin seddi yerine işaret demek olur.
2- Ermenistan ile Azerbaycan tarafında
Türkistan topraklarının bittiği yerde denilmiştir. Kâdî Beydâvî bu görüşü
tercih etmek istemiştir. Bu görüşe göre bu dağlar, Kafkas dağları ve iki sed
arası, Demirkapı yeri oluyor ki İbnü Haldun ve Ebu'l-Fidâ gibi tarihçilerin
açıklamasına göre, burada Nûşîrevân bir sed yapmıştı. Ebu Reyhan demiştir ki,
bu yerin, insan bulunan meskun yerlerin Kuzeybatı tarafında olması gerekiyor.
3- Kuzeyin son kısımlarında iki yüksek dağdır
ki, Hazkiyal (a.s.)'ın kitabında "âhirü'l-cirbiya" denilmiştir. Bu
cirbiya ismi ise bize Sibirya ismini andırıyor. Bunun ise batı tarafının son
bölgesi, Ural dağları, doğu tarafında da Behreng boğazı tarafları olmasından
dolayı önceki sözlerle de ilişkisi vardır. Bu şekilde iki dağın arası İstanoy
dağları ile Ural dağlarının arası demek olan Sibirya'nın kendisi midir?
Batısındaki Ural dağları ile Kafkas dağları arası mıdır? Yoksa doğusunda Behreng'e
doğru Kamçatka tarafındaki dağların arası mıdır, tam olarak belirlemek mümkün
olmuyor.
Kur'ân'ın ifadesinde ise bu iki seddin yerini
anlayabilmek için, batı ve doğu yönlerinden başka bir ipucu yoktur. Bundan ise
Rusya'nın batı tarafı ihtimali olduğu gibi bir zamanlar Asya'nın Behreng
boğazından Amerika'ya bağlantısı bulunduğuna ve Zülkarneyn de eski tarihte
yaşadığına göre, Asya'nın doğusunda, Amerika'nın batısında bulunan Behreng
ismindeki yer olması da pek muhtemeldir. Bunlardan başka doğuda Çin seddi,
batıda Bâbü'l-ebvâb meşhur olduğuna göre iki sedden maksat, bunların olması
daha açıktır denilebilir. Her ne kadar Zülkarneyn'in zamanında bunlar henüz
bulunmuyorsa da Kur'ân'ın inişi sırasında bulunmaları ve meşhur olmaları
tanımlama için yeterli olabilir. Bu şekilde bu iki sed arasından maksat,
Türkistan olması gerekir. Bu da bundan sonraki kavim hakkında zikr edilecek
rivayete uygun oluyor.
Kısaca iki sed arasına vardığında onların
ötesinde bir kavim buldu ki neredeyse söz anlayamayacak bir durumdaydılar. Yani
başka dil bilmedikleri gibi zihinleri basit, anlayışları kıt idi. nın ötresi ve
ın esresiyle kırâetlerine göre; hemen hemen söz anlatamayacak bir halde idiler.
94-Dilleri tuhaf, ifadeleri yetersizdi.
Zülkarneyn'e her şeyden bir sebeb (vasıta) verilmemiş olsaydı bunlara söz
anlatamayacak, onlar da dertlerini anlatamayacaklardı. Bununla beraber bunlar,
şimdi anlaşılacağı üzere ehlini bulunca güç oluşturabilecek işe yarayacak bir
kavimdi. Kur'ân bunun hangi kavim olduğunu açıkça anlatmamıştır. Fakat tefsir
bilginleri, Türk kavmidir denilmiş olduğunu öteden beri nakletmişlerdir. O
halde demek oluyor ki, Ye'cûc ve Me'cuc'e karşı yapılacak seddi Zülkarneyn,
Türklerin kuvvet ve yardımıyla yapacaktır. Şöyle ki: O söz anlamaz veya
anlatamaz gibi bulunan kavim, dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cuc
ve Me'cuc yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Yani işleri, yeryüzünü bozmaktır.
Bu memleketi, harap ediyorlar, önlerine geleni tahrib ediyorlar. Bırakılırlarsa
bütün yeryüzünü bozacaklardır.
YE'CÛC ve ME'CÛC; Yahut Yacûc ve Macûc
isimleri Arapçaya başka bir dilden nakledilmiş Arapça olmayan kelimeler olduğu
anlaşılıyor. Avrupalılar da bunlara Yagug ve Magug demişler ve onları şeytan
soyundan sayarlarmış. Nitekim orta çağları açan kavimler göçünde Batı Roma
İmparatorluğunu istila eden Hunlara böyle demişlerdir ki, Barbar deyiminden
daha şiddetli demek oluyor.
Gerçekten kitap ehlinden bazılarının Ye'cûc ve
Me'cûc'u Hz. Âdem'in bir ihtilamından meydana gelmişler diye bir efsane
naklettiklerini bazı tefsirler de rivayet etmişlerdir. Halbuki Tevrat'ın
birinci sifrinin onuncu faslında Yecûc, Yâfis'in oğullarındandır diye açıkça
ifade edildiği gösteriliyor. Bu sebeple olmalıdır ki, Vehb b.Münebbih ve daha
bazı zatlar, Ye'cûc ve Me'cûc'un Yâfis'in çocuklarından iki kabile olduklarını
kesin olarak ifade etmişler ve müteahhirîn (hicrî 3. asırdan sonraki)
bilginlerden bir çokları da bu görüşe dayanmışlardır. Bununla beraber Kur'ân'da
tesniye (ikil) zamiri ile "Yüfsidâni" denilmeyip de "Müfsidûne"
denilmesinin, sayıca kalabalık olduklarına işaret olması gerekir. Onun için iki
değil, yirmi kabile diyenler olduğu gibi, yeryüzündeki insanların onda dokuzuna
kadar Yecûc ve Mecûc'un çok kalabalık olduğunu nakledenler de olmuştur. Ebu
Hayyan der ki: "Bunların sayı ve şekilleri hakkındaki sözlerin hiçbiri
sahih haber değildir." Kısaca Ye'cûc ve Me'cûc vaktiyle bir veya iki
kavmin özel ismi olsa da doğrusu İslâm dilinde herkesin bildiği mânâ şudur:
Aslı ve soyu belirsiz, din ve millet tanımaz karma bir insan topluluğudur ki, çıkmaları
kıyamet alâmetlerindendir. Yeryüzünü bozacaklardır.
Bundan dolayı bizimle onların arasında bir sed
yapman için sana vergi verelim mi? Burada da nin fethası ile de ötresi ile de
okunuş vardır.
95-Buna cevap olarak Zülkarneyn dedi ki:
Rabbimin bana vermiş olduğu servet ve saltanat, sizin vereceğiniz şeyden daha
hayırlıdır. Yani ona ihtiyaç yoktur. Allah tarafından bulunduğum makam, malî
kuvvet, ve diğer vasıtalar itibariyle sizin tasarladığınız dereceden daha
yüksek ve daha faydalıdır. Ben, sizin öyle malî ücretinize tenezzül etmeksizin
istediğinizden daha iyisini bağış ve armağan olarak yapabilecek bir güç ve
yetenek içindeyim. Öyle ise siz, bana güç ile yardım ediniz. Yani malî masrafa
karışmayınız da adamla, işçi, sanatkâr, araç gereç temin etmede emrimde hazır
bulunarak fiilen yardım ediniz. Ben onlarla sizin aranıza sağlam bir duvar
yapayım. Yani sedden daha sağlam bir şey, daha büyük, daha sağlam bir gergi
yapayım. Bu duvarın o kavim ile Ye'cûc ve Me'cûc arasında yapılması,
söylendiğine göre adıgeçen iki sed arasında değil, onların ötesinde bir yerde
olması gerekir. Çünkü bunu isteyen o kavim, seddin ötesinde bulunduğundan
dolayı, Ye'cûc ve Me'cûc ile araları daha ilerde olması gerekiyor.
96- Bana demir kütleleri getirin.
"ZÜBER" "Zübre"nin
çoğuludur. Zübre, büyük demir parçası demek olup Kamus'ta zikredildiği üzere
örs mânâsınada gelir. Yani demir aletler ve takımlar ile demir kütlelerini,
demir cinslerini getiriniz dedi, getirdiler. Nihayet iki ucun arasını
denkleştirince iki sadef, karşılıklı iki baş veya iki yanı meydana getiren iki
eğik ki; buna iki dağ, iki dağın tepeleri veya tepeleriyle kenarları arasındaki
yanları, yani yamaçları demişlerse de o kavim ile Ye'cûc ve Me'cûc arasında
seddin bir sınırını oluştaran karşılıklı iki uç veya sedde konulan kütlelerin
bitiştirilecek yanları demek de olabilir.
Karşılıklı iki uç arasını düzeltince
"Körükleyin" dedi. Onu tam bir ateş haline getirdiği vakit "Bana
erimiş bakır getirin üzerine dökeyim" dedi. Bunu bazı bilginlerin dediği
gibi demir kinetli, bakır perçinli kayalardan meydana gelmiş bir bina gibi
anlamak mümkün olabilir. Fakat ifadenin görünüşü bundan çok yüksek bir sanat ve
işleme bağlı olan demir tuğlalı, bakır sıvalı öyle bir bina tasvir etmektedir
ki, zamanımızda çok ilerlemiş olan sanat eseri ve sanayi vasıtaları ile bile
onu imal etmeyi düşünmek zordur. Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de
körükleyerek tamamını bir ateş haline getirdikten sonra üzerine erimiş bakır
dökmek şüphesiz korkunç bir işlemdir. Acaba eski medeniyette demircilik böyle
dehşetli bir ateşi idare edecek, böyle büyük bir işlemi yapabilecek kadar
yükselmiş miydi? Olabilir. Fakat bunu ya tefsir bilginlerinin dedikleri gibi
Zülkarneyn'in bir mucizesi kabul etmek veya bununla beraber sanatın gelecekte
ilerlemesinin mümkün olduğuna işaret etmekle, yapılan duvarın son derece kuvvet
ve sağlamlığından bir kinaye ve misal gibi anlamak daha açıktır. Yardım etme
işi daha fazla bu mânâya bir ipucudur denebilir. Yani o kavmin kuvvet ve
gayreti ile Zülkar-neyn'in o yardımı, Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı öyle herkesi
aciz bırakacak bir duvar meydana getirdi ki, bunun sağlamlık derecesini
anlayabilmek için, körüklenerek ateş haline getirilmiş demir kütleleri ile;
harcı, sıvası erimiş bakırdan meydana gelen yalçın bir sed tasarlamak gerektir.
97-Bu şekilde hem bir sed, hem bir süd (kapı)
olan bu duvar öyle yüksek ve sağlam bir şey oldu ki, o Ye'cûc ve Me'cûc artık
onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. Halbuki ne yüksek dağlar aşılmış, ne
sağlam istihkamlar delinmiştir. Demek ki bunun sırrı Zülkarneyn'in döktüğü
akıcı maddedeydi. Demek ki o, normal bir madde değil, ilâhî bir kuvvetti.
98- Onun için dedi ki : Bu Rabbimden bir
rahmettir. Yani ne sizin işinizdir, ne benim; yalnız Allah'ın nimetlerinden
Allah'ın bir lütfudur. Bununla beraber bunun da bir eceli (sonu) vardır.
Rabbimin vaadi geldiği vakitte, onu yerle bir eder. Ve Rabbimin vaadi hakdır.
Kıyamet muhakkak kopacaktır. İlerde Enbiyâ Sûresi'nde geleceği üzere
"Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc'un (seddleri) açılıp da her dere tepeden
boşaldıklarında" (21/96) âyetinin sırrı belirip Ye'cûc ve Me'cûc çıkacak,
yeryüzünün düzeni bozulacak, kıyamet kopacaktır. Bazıları bunu Çin seddi
zannetmişler ve bundan dolayı Ye'cûc ve Me'cûc'un, Moğollar ve Tatarlar olduğu
hayaline kapılmışlardır. Gerçi Pekin civarında denizden başlayarak Altay
dağlarının altlarına doğru yüzlerce saatlik bir mesafede uzanıp giden Çin
seddi, hicretten dokuz asır kadar önce dördüncü Çin sülalesi devrinde, kuzeyden
Moğol ve Tatarların saldırılarına karşı yapılmış olduğu tarihî bir bilgi olarak
naklediliyor ve büyük eserlerin en büyüklerinden sayılıyorsa da yapılmasından
fazla bir zaman geçmeden aşılmış, geçilmiş olan bu seddin sağlamlığı ve yapılış
şekli, Kur'ân'da zikredilen vasıflara uygun olmadığı anlaşılıyor. Diğer
taraftan bazıları da Demir kapı seddi demişler ve bundan dolayı Ye'cûc ve
Me'cûc'u bu günkü Rusya sahasında düşünmüşlerdir ki, bu sed de harap olmuştur.
Doğrusu Kur'ân'daki vasıflar, ikisine de uygun olmadığı gibi, diğer yerlerde
bilinebilen sedlerin de hiçbirine uymuyor. Allah doğrusunu daha iyi bilir ya,
Kur'ân'ın bahsettiği bu duvar, Zülkarneyn'den onun yapılmasını isteyen kavmin
bu sayede oluşturdukları toplantı kurulları olsa gerektir ki, demir kütleleri
gibi dayanıklı ve sağlam olan unsunlarına akıtılan Allah feyzi ile meydana
gelmiş olan maddî ve manevî bir sed demek olur. Eğer bu kavim tefsir
bilginlerinin naklettikeri şekli ile Türk idiyse, burada, Zülkarneyn'e kuvvetle
yardım eden Türklerin geçmişte yeryüzünü bozgunculuktan kurtarmak için ettikleri
hizmetin önemi anlatılmış olduğu gibi, yüce Peygamberimizin peygamber olarak
gönderilmesinden sonra İslâm'a yapacakları hizmete de işaret edilmiş demektir.
Ve şu halde Türklerin yok olması, Ye'cûc ve Me'cûc seddinin yıkılması ve
yeryüzü düzenini bozulması demek olacaktır ki, kıyametin alâmetlerindendir.
Özetle doğu ve batıyı dolaşan Zülkarneyn'in en
büyük işi, sırf Allah'ın bir rahmeti olan bu duvarın yapılmasıdır ki, yıkılması
yer yüzünde insanlığın pek büyük bir felaketi olacaktır.
Nizameddin Hasen Nişâbûrî
"Garaibü'l-Kur'ân ve Reğâibü'l-Furkân" isimli tefsirinde burayla
ilgili sofilerin yorumlarından olmak üzere der ki: İnsan için terbiye ve irşad
ile elde edilmesi mümkün olan gizli bir olgunluk ve gömülü bir hazine bulunduğu
açıklandıktan sonra, Zülkarneyn kıssası ile şu da açıklanmış oluyor ki, yer
yüzünde halife olmaya layık olan ancak olgun insanlardır. O ise iki yöne, yani
hem ruhlar âlemi yönüne ve hem vücutlar âlemi yönüne sahip olan Zülkarneyn'dir.
Çünkü ona yeryüzünde sağlam bir yer verilmiş ve vasıtalar ve sebebler âleminde
her şeyin sebebine erdirilmiştir. Bu şekilde o hem nefsinde olgun, hem de
başkalarını tamamlayıcı olmuştur. Bundan dolayı bir sebep takip ederek aşağı
âleme doğru gitti ki, o insan ruhunun güneşinin battığı yerdir. Onu bir
"kara balçıklı bir göze" de batıyor buldu ki, o tabiat ve cesedler
âlemidir. Ve orada bir kavim buldu ki onlar, vucuttaki kuvvet ve yerdeki
ruhlardır. Ey Zülkarneyn! dedik: Ya onları riyazat (terbiye ve ıslah) bıçağı ve
mücadele kılıcıyla öldürmek suretiyle eziyet edeceksin veyahut da haklarında
yumuşaklık ve yüze gülme ile güzellik yapacaksın. Değerini yerinden başkasında
kullanmakla alçaltarak zulmedene eziyet edeceğiz, istek ve maksadına aykırı
olarak kahredeceğiz, sonra Rabbi olan Allah Teâlâ'ya geri döndürülecek, O da
onu ebedî azab ile cezalandıracak. İman edip hayırlı iş yapana ise ödül olarak
en güzel mükafat var ki o, vusûl ve visâl (Hakka ermek) makamıdır. Hem ona
emirlerimizden kolaylığı söyleyeceğiz ki, o da fânilik ve mücahadeden sonra hafiflik
ve istirahattır. Sonra ruhlar âlemine ulaşma sebeplerinden bir sebebi takip
etti ki, o insanın konuşan nefsi, güneşin doğduğu yerdir. Onu bedene ait
ilişkilerden soyutlamış bir kavim üzerine doğuyor buldu.
Nihayet iki sed arasına vardığında ki, o yaşama
ve uygarlaşma âlemi ve vücudun düzelmesi, ahirete doğru bir vücut şekliyle
varıp durma sebeplerinin dolaşma sahasıdır. Onların önünde hemen hemen söz
anlamayacak gibi bir kavim buldu. Bunlar, nihayet hiçbir şey anlayamayan halk
idiler. Dediler ki Ye'cûc ve Me'cûc, yani çeşitli tabiat kuvvetleri, insanlığa
ait yeryüzünde, kabiliyetlerini yaratıldığı gaye dışında kullanarak bozgunculuk
yapıyorlar. Biz sana vergi versek, varlığımızı terk etsek ve elimizde bulunan
malları karşılıksız sana bol bol bağışlasak da bize bir sed yapıversen olur mu?
Zülkarneyn dedi ki: Bana kuvvet ile yani gerçek bir gayret ve sadakatle yardım
edin, demir kütleleri, yani yerleşmiş yetenekler veya demir gibi sağlam kalbler
getirin. İki ucu denkleşince; "beşikten mezara kadar." olunca
üfleyin. Ve dedi ki: Zikirlere ve virdlere (belirli zamanlarda okunan dualara)
devam edin. Nihayet kalb demirinde itaat ve zikir hararetinin etkisiyle onu
ateş haline getirince, getirin. Ve dedi ki: Ona bakır kaynağı dökeyim. Şeytanın
hilesi işlemeyecek şekilde o kalblerin içine sevgi cevheri, sağlamlık kimyası
dökeyim de, ona Rahmândan başkası yükselemesin. "Yalnız Allah bana
kâfidir" Zülkarneyn'in sözü bitti. Şimdi bakın Allah'ın vaadi nasıldır?
Yüce Allah buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
99- Biz o gün (kıyamet günü) onları
bırakıvermişizdir. Dalgalar halinde birbirlerine girerler, Sûr'a da
üfürülmüştür. Böylece onların hepsini bir araya toplamışızdır.
100- Ve cehennemi o gün kâfirlere öyle bir
göstereceğiz ki!
101- Onlar ki, beni hatırlatan âyetlerimden
gözleri bir örtü içindeydi. İşitmeye de tahammül edemiyorlardı.
102- O kâfirler, beni bırakıp da kullarımı
dostlar edineceklerini mi sandılar? Doğrusu biz cehennemi o kâfirlere bir
konukluk olarak hazırladık.
103- De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size
bildirelim mi?
104- Onların dünya hayatında çalışmaları boşa
gitmiştir. Oysa onlar güzel işler yaptıklarını sanıyorlardı.
105- İşte onlar, Rabblerinin âyetlerini ve
O'nun huzuruna çıkacaklarını inkâr etmişlerdir de bu yüzden iyilik altında
yaptıkları bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir
ölçü tutturmayız.
106- İşte böyle, onların cezaları cehennemdir.
Çünkü inkâr etmişler ve benim âyetlerimi, peygamberlerimi alaya almışlardır.
107- İman edip salih ameller işleyenlere
gelince, onlar için Firdevs cennetleri konak olmuştur.
108- İçlerinde ebedî olarak kalacaklar, oradan
hiç ayrılmak istemeyeceklerdir.
99-108- Bu hatırlatma ve uyarmayı yeterli
görmeyip de daha fazla açıklama isteyenlere karşı ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
109- Deki: "Eğer Rabbimin sözlerini
yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz
muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile."
110- De ki: "Ben de sizin gibi ancak bir
beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun
için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı
ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."
109- BAHR: Deniz cinsi, bütün çeşitleriyle
denizler.
MİDÂD: Aslında bir şeyin uzatılmasına sebep
olan şeyin ismidir. Fakat örfe göre kendisiyle yazı yazılan mürekkebe tahsis
edilmiştir.
"Rabbimin kelimeleri için" Allah'ın
sözleri ki Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmeti, kelimeleri "bir mislini daha
yardımcı getirsek bile." Çünkü Allah'ın kelimeleri sonsuzdur, denizler ise
sınırlıdır. Tükenen bir şeye tükenen şeyi eklemenin toplamı da biter, tükenir.
Tükenen şeyin bitmeyen ve tükenmeyen şeye uygun gelmesi imkansızdır,
çelişkidir.
110- De ki: "Ben ancak sizin gibi bir
insanım. Yani Allah Teâlâ'ın bütün sözlerini tam bilemem, kavrayamam. Öyle bir
iddiada bulunmuyorum. Şu kadar ki bana şöyle vahyediliyor: Hepinizin ilâhı
ancak bir ilâhdır ki Allah'dır. Bundan dolayı her kim Rabbine kavuşmayı
umuyorsa; Allah'ın huzuruna varmak, hesabından kurtulup sevabına ermek,
rızasını bulmak veya cemalini (güzelliğini) görmek arzu ediyor, Allah'ın
huzuruna ulaşanlardan olmak ümidini besliyorsa, salih, o kavuşmaya lâyık hâlis
amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiçbir kimseyi ortak koşmasın. Ne
yukarıda geçtiği üzere Allah'ın âyet ve huzuruna kavuşmayı inkâr edenler gibi
açıkça ortak koşma, ne de riya (iki yüzlülük ) gibi Allah'a gizli ortak koşmayı
amellerine karıştırmasın.
Kehf Sûresi'nin bu son kısmı, Meryem Sûresi'ne
geçmek için ne büyük bir temel, ne güzel bir ön hazırlık olmuştur.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
kehf - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.