Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Kasas Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
28-KASAS:
1-4- İfadesi güzel, parlak kitap, açıkça
ortaya koyup açıklayan kitap ki, kastedilen Kur'ân'dır. Levh-i Mahfûz, diyenler
de vardır. Tilavetle okuyacağız.
TİLAVET: Takip etmek, arkasına düşmektir.
Râgıb'ın açıklamasına göre özellikle Allah Teâlâ'nın indirilmiş kitaplarını ya
okumak veya içindeki emir ve yasağı, teşvik ve sakındırmayı dikkatle takip
etmektir. Demek ki tilavet okumaktan bir yönden daha özeldir. Burada ise
Cebrail aracılığı ile okumak ve indirmekten mecazdır. Onlardan bir zümreyi ki,
İsrailoğullarıdır. Deniliyor ki, kahinin birisi Firavun'a şöyle demiş: İsmail
oğullarında bir çocuk doğacak, senin devletin onun eliyle gidecek. Çünkü o
cidden bozgunculardandı. Bir maksadı için yeryüzünü bozguna uğratmaktan
çekinmezdi.
5-6- Onun için bu kadar günahsız çocukları,
peygamberlerin çocuklarını kesiyor, kızları erkeksiz bırakarak dilediği gibi
kullanmak istiyor. "Firavun ve Hâmân'a gösterelim" yani korktukları
şeyi başlarına getirelim, İsrail oğulları sebebiyle devletlerinin sona
ermesini, kendilerinin yok olmasını görsünler. Hâmân, Firavun'un veziridir. Hem
onları önderler yapalım, yani din ve dünyada öncül kendilerine uyulur imamlar.
Hem de onları o varisler yapalım, yani "Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi
de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına, batı taraflarına
mirasçı kıldık. Rabbinin İsrail oğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına
karşılık yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri
bahçeleri helak ettik" (A'râf, 7/137) âyetinde açıklanan varisler
7-8-9- "Musa'nın annesine
vahyettik..." Bu vahyin peygamberlik vahyi değil, ilham veya rüya demek
olduğunu söylüyorlar. Demek ki ilham, kelâmcıların dediği gibi genel için ilim
sebeplerinden olmamakla beraber, sahibi için ameli gerektirecek bir kuvvet
olabilir. Bundan dolayı burada "Çünkü biz sana onu geri vereceğiz ve onu
peygamberlerden biri yapacağız." ilâhî vaadi tahkik sigası ile kesinlik de
ifade etmektedir. Hem bir annenin yavrusunu emzirmek doğal duygusu kadar
kuvvetli bir kesinlik. Şu halde peygamberin peygamberliği değilse de velilerin
kerameti çeşidinden olduğunda şüphe yoktur. Anlaşılıyor ki bu ilham, Musa
doğduktan sonra olmuş ve biraz emzirilmiş, bu emzirme müddeti üç ay
denilmiştir. Nil, "hatâ"dan değil "hatîe" dendir. Çünkü
kelime "hatâ"dan olsaydı "muhtiîn" denilirdi. Bu âyet
"Kendilerine bir düşman ve bir tasa olması için" hikmetinin sebebini
açıklamaktır. Yani cani oldukları için Allah tarafından o şekilde imtihan olacaklardı.
Yoksa caniler onu bırakmazlardı.
10-13- Musa'nın anasının da kalbi yani gönlü
bomboş sabahı etti. Bunun açıkça ifadesi, ne olup bittiğinden hiçbir haber
almayarak şaşkınlık ve tasadan gönlüne hiçbir şey girmiyor, aklı sıfıra inmiş
bir halde, demektir. Az daha onu meydana çıkaracaktı, telaş ve acele ile haber
alacağım diye, yaptığını sezdirecek Musa'yı ele verecekti. Onun, yani Musa'nın
kız kardeşine kardeşinin izini takip et, ne olduğundan bir haber al, demişti.
Türkçede müzekker ve müennes zamiri
ayrılmadığından Türkçede "kızkardeşine" denilince annesinin kız
kardeşine denilmiş gibi anlaşılıyor. Halbuki değil dir. Şu halde görünen
"kendi kızına" denilmesi iken "Musa'nın kızkardeşi"
denilmesi şefkatin özellikle vurgulanması bakımından daha beliğ olmuştur. Yani
kendi kızı olduğu için değil. Musa'nın kızkardeşi olduğu için takibini
istemişti. O da onu uzaktan gözledi ve gördü onlar, yani Firavun ailesi,
farkında değillerdi, gözettiğinin veya kızkardeşi olduğunun farkına
varmıyorlardı.
Meâl-i Şerifi
14-21- 14- Musa yiğitlik çağına girip
olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle
mükafatlandırırız.
15- Musa, halkının habersiz olduğu bir sırada
şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından diğeri düşman tarafından olan iki
adamı birbirleriyle döğüşür buldu. Kendi tarafı olan, düşmana karşı ondan
yardım diledi. Musa da ötekine bir yumruk indirip onun ölümüne sebep oldu.
"Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşmandır"
dedi.
16- Musa, "Rabbim! Doğrusu kendimi ziyana
uğrattım. Beni bağışla!" dedi; Allah da, onu bağışladı. Çünkü, çok
bağışlayıcı, çok merhamet edici olan ancak O'dur.
17- Musa, "Rabbim! Bana lutfettiğin
nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım" dedi.
18- Şehirde korku içinde, (etrafı)
gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse
feryad ederek yine ondan imdat istiyor. Musa ona dedi ki: "Doğrusu sen,
besbelli bir azgınsın!"
19- Musa, ikisinin de düşmanı olan adamı
yakalamak isteyince, o adam dedi ki: "Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi,
bana da mı kıymak istiyorsun? Demek arabuluculardan olmak istemiyor da, bu
yerde ille yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!"
20- Şehrin öbür ucundan bir adam geldi ve dedi
ki: "Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere
ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini
isteyenlerdenim."
21- Musa korka korka, (etrafı) gözetleyerek
oradan çıktı. "Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar" dedi.
Meâl-i Şerifi
22- Medyen'e doğru yöneldiğinde: "Umarım
Rabbim beni doğru yola iletir." dedi.
23- Musa, Medyen suyuna varınca, orada
(hayvanlarını) sulayan bir çok insan buldu. Onların gerisinde de (hayvanlarını
suyun olduğu yerden) geri çeken iki kadın gördü. Onlara "Derdiniz
nedir?" dedi. Şöyle cevap verdiler: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz
(onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.
"
24- Bunun üzerine Musa, onların davarlarını
suladı. Sonra gölgeye çekildi ve "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her
hayra muhtacım" dedi.
25- Derken, o iki kadından biri utana utana
yürüyerek ona geldi. "Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın
karşılığını ödemek için seni çağırıyor." Musa, ona (Hz. Şuayb'a) gelip
başından geçeni anlatınca o, "korkma, o zalim kavimden kurtuldun"
dedi.
26- (Şuayb'ın) iki kızından biri:
"Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edeceğin en
iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır" dedi.
27- (Şuayb) Dedi ki: "Bana sekiz yıl
çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer on
yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem.
İnşaallah beni iyi kimselerden bulacaksın."
28- Musa şöyle cevap verdi: "Bu seninle
benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım demek ki, bana
karşı husumet yok. Söylediklerimize Allah vekildir."
22-28- "Medyen", yukarda geçtiği
üzere Şuayb (a.s)'ın memleketidir.
VÜRÛD, suya gitmek, SUDÛR, sudan dönmek olduğu
gibi, ISDAR da hayvanları sudan çekip götürmektir.
RİÂ': Raî'nin çoğulu, çobanlar, ZEVD: Engel
olmak ve geri çekmek; yani diğerleri sularken, bu ikisi hayvanlarını sakındırıp
duruyorlar. Burada iki mânâ vardır: Birisi harfi, "fakir" kelimesinin
sılası ve fiili muzari mânâsına olmak üzere "Yarab her ne hayır indirirsen
muhtacım" demektir. Birisi de harfi illet için olmak üzere "Yarabbi!
Hakkımda hayır olmak üzere başıma getirdiğin bu kadar olaylardan dolayı bir
fakir oldum, çok muhtacım" demektir ki, bu mânâ daha uygundur.
Meâl-i Şerifi
29- Artık Musa süreyi doldurup ailesiyle yola
çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Siz (burada) bekleyin;
ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber, yahut ısınmanız için o
ateşten bir parça getiririm" dedi.
30- Oraya gelince, o mübarek yerdeki vâdinin
sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: "Ey
Musa! Bil ki ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım."
31- Ve "Asânı at!" denildi. Musa
(attığı) asâyı yılan gibi debrenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı.
"Ey Musa! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın."
(buyuruldu.)
32- "Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz
çıkacaktır. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve
onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan
çıkan bir kavim olmuşlardır." (diye seslenildi)
33- Musa dedi ki: "Rabbim! Ben onlardan
birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum."
34- "Kardeşim Harun'un dili benimkinden
daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte
gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum."
35- Allah buyurdu: "Seni kardeşinle
destekliyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde
onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tabi olanlar üstün geleceksiniz."
36- Musa onlara apaçık âyetlerimizi getirince,
"Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini
işitmemiştik" dediler.
37- Musa şöyle dedi: "Rabbim, kendi
katından kimin hidayet rehberi getirdiğini ve hayırlı akibetin kime nasip
olacağını en iyi bilendir. Muhakkak ki zalimler, kurtuluşa eremezler."
38- Firavun: "Ey ileri gelenler! Sizin
için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi benim için çamur
üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap ki, Musa'nın ilâhına
çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir." dedi.
39- O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere
büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize
atıverdik. Bir bak, zalimlerin sonu nice oldu!
41- Onları ateşe çağıran öncüler kıldık.
Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.
42- Bu dünyada arkalarına lanet taktık. Onlar,
kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır.
29- "Musa süreyi tamamladı". İlk
bakışta hangi müddeti ödediği belli olmuyor gibi ise de düşünülünce fazlasını
ödediği, yani on yıl çalışma müddetini tamamladığı ve hiçbir müddeti kalmadığı
anlaşılır. Çünkü cömert olan sözünü yerine getirir, bu husustaki kaynaklar da
buna işaret etmektedir. Hatta bazılarına göre on sene daha fazla kaldığı
rivayet edilmiştir.
Ve ailesiyle yürüdü, yola çıktı, nereye
gidiyordu? Bu açıklanmıyor, bazıları Mısır'a demişler ve fakat "Beni hemen
öldürmelerinden korkarım." demesi buna aykırı görünür. Bazıları da Kudüs'e
demişler ki daha doğru ve daha uygun görünür. Tûr tarafından yani dağ yönünden
bir ateş hissetti, gördü. Dikkat edilirse bu ifade son derece basit ve açık
görünmekle beraber, işaret ettiği şeylerde açıklamalara sığmayacak bir çok
derinlikler vardır. Mesela "if'âl" babından veya "mufâale"
babından olması mümkün olan bir his ve duygu ifade etmekle birlikte, kaba bir
duygunun değil, yakınlık ifade eden derin ve insanî bir ince duygunun
ifadesidir. Nitekim "Eğer onlarda bir olgunlaşma hissedip görürseniz"
(Nisa, 4/6) âyetindeki "olgunluk görmek" de derin bir duygudur. Şüphesiz
"ehasse" denilmeyip de "ânese" denilmesi, özel bir incelik
taşımaktadır. Bunu ancak zevk takdir eder kelimesindeki tenvinin
belirsizliğindeki gariplik ve acaiplik de öyledir. Belki ondan size bir haber
getiririm. Demek ki yolda, bir haber almaya muhtaç sıkıntılı bir durumda
bulunuyorlardı, bunu şu rivayetlerle açıklamışlardır:
1- Kış mevsiminde ailesiyle, malıyla çıkmış ve
Şam melikinden korkarak ana yoldan başka bir yol tutmuştu, karısı hamileydi.
Çölde gidiyor, yollarını bilmiyorlardı, bu yürüyüş onu soğuk karanlık bir karlı
bir gecede Tûr'un sağına, batı tarafına götürmüştü.
2- Hanımına gösterdiği titizlikten geceleyin
arkadaşları ile buluşur, gündüz onlardan ayrılırdı. Bir gün yolu şaşırdı, gece
geldi çattı. Derken hanımının doğum sancıları tuttu. Çakmağını çaktı ateş
almadı, bir de baktı uzaktan bir ateş parlıyor; işte o vakit "Durun, dedi,
ben bir ateş hissettim, belki ondan size bir haber getiririm yahut ateşten bir
parça..."
30- Derken oraya varınca nida olunup
seslenildi vâdinin sağ kıyısından. Musa'ya göre sağ veya "eymen"
sözünün bir diğer mânâsıyla, vâdinin en uygun kıyısındaki. "Sağdan
itibaren" ifadesine göre, işaretle sağ demek olur. O mübarek buk'ada.
BUK'A: Yanındaki araziden bir başka türlü olan
arazi parçası demektir.
Mübarek olması, Allah Teâlâ'nın özellikle âyet
ve nurlarının orada ortaya çıkmış olması, yani peygamberliğin ve Allah ile
konuşmanın burada meydana gelmiş olması sebebiyledir. Ağaçtan seslenildi. Bu
ağacı bazıları Unnab kına; bazıları semüre, deve dikeni cinsinden bir çöl
ağacı; bazıları avsec, yani sincan dikeni veya Musa ağacı denilen dikenli bir
ağaç; bazıları da ulleyk, yani sarmaşık veya böğürtlen diye rivayet
etmişlerdir. Alûsî diyor ki: Bu günkü Tevrat'ta bahsedilen de Ulleyka'dır. Bu
ibaresi den bedel-i iştimaldir. Ağaç seslendi değil, ağaçtan seslenildi şöyle
diye:
Ya Musa! Hakikat ben'im, ben âlemlerin Rabbı
Allah. Tâhâ Sûresi'nde "Ey Musa muhakkak ben, senin Rabbinim" (Tâhâ,
19/12) diye seslenildi, Neml Sûresi'nde de "Ateşin bulunduğu yerdeki ve
çevresindekiler mübarek kılınmıştır! Âlemlerin Rabbi olan Allah, eksiklerden
münezzehtir!" (Neml, 27/8) diye seslenildi, diye geçmişti. İmam Fahreddin
Razî bu farkların sebebini anlatmak için der ki: "Bunların arasında zıtlık
yoktur. Allah Teâlâ hepsini anlatmış, fakat her sûrede o seslenmenin bir
kısmını nakletmiştir." Kâdî ve Ebu's-Suûd da "Fark yalnız sözdedir,
asıl kastedilen mânâda farklılık ve zıtlık yoktur" demişler; bu ise Kur'ân
yalnız mânâyı hikaye etmiş demek olacağından "nidâ" (seslenme)nin bir
söz ve ses değil, yalnız bir mânâdan ibaret olduğunu zannettirebileceği gibi,
kıssanın üç sûrede tekrar edilmesinin sebebini de açıklamıyor. Halbuki her
birinde kıssa, sadece bir tekrardan ibaret olmayıp diğerlerinde söylenmeyen bir
yönüyle açıklanmış olduğundan Razi'nin dediği gibi "nida"
(seslenme)nin içinde bulundurduğu ifade de budur. Hepsinin ortaya çıkardığı
gerçek Musa (a.s)'nın bir sözü, söz olarak işitmiş olmasıdır.
Burada Mûtezile demişlerdir ki açıkça
gösteriyor ki, Musa (a.s) seslenmeyi ağaçtan işitmiştir. Ve bu seslenme ile konuşan
da Allah Teâlâdır. Halbuki, yüce Allah bir cisimde olmaktan münezzehtir. Demek
ki, yüce Allah'ın konuşması, ancak bir cisimde söz yaratmaktır. Buna karşı
kelâm sıfatının ezelî olduğunu kabul eden Ebu Mansur Matüridî ve Maveraünnehir
Türk âlimleri derler ki: "Allah Teâlâ'nın zatı ile ezelî olan kelâm-ı
kadîm, işitilmez, işitilen ancak ses ve harflerdir. Ve işte ağaçta yaratılan ve
ondan işitilen, odur.
Ebü'l-Hasen-i Eş'arî de demiştir ki:
"Cisim ve araz olmayan zatının görülmesi mümkün olduğu gibi, harf ve ses
olmayan ilâhî kelâmının da işitilmesi mümkündür." İmam Gazali de, bunu
desteklemiştir. Sofiyye'den bazıları da demiştir ki; ses ile söylenen sözü
işitti ve bu, yüce Allah'ın hikmeti gereğince, dilediği şekillerden birinde
görünmesinden sonra oldu. Öyle ki, her türlü mekan, zaman ve eksikliklerden
beri olan Allah Teâlâ görünmesine rağmen, yine kendi zatî hali üzere, hatta bu
kayıttan bile uzak olarak bakî ve ebedî idi. Sahih hadiste rivayet edildiğine
göre, Allah Teâlâ, kıyamet gününde kullarına bir surette görünecek, ben
Rabbinizim, diyecek de tanımayacaklar, sonra diğer bir surette görünecek o
zaman tanıyacaklar. Eğer o zaman böyle görünse idi, daha sonra mikatta
"Bana (kendini) göster, göreyim" (A'râf, 7/143) dileğine ihtiyaç
duymaz veya "Sen beni asla göremezsin" (A'râf, 7/143) kelâmı ile
karşılanmaz veya "Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da
baygın düştü" (A'râf, 7/143) tecellisi daha o zaman olmuş olurdu.
Hasan-ı Basrî Hazretleri, Musa (a.s)'ya vahiy
seslenmesi ile seslenildi "Vahyedilene kulak ver" (Tâhâ, 20/13) âyeti
buna delildir, demiş; âlimlerin çoğunluğu buna razı olmamış. Allah Teâlâ ona
vasıtasız söz söyledi, buna delil, "Ve Allah, Musa ile gerçekten
konuştu" (Nisâ, 4/164) âyetidir. Zira vahiy olsaydı, peygamberler arasında
"kelim"ismi, Hz. Musa'ya özellikle verilmezdi. "Festemi' limâ
yuha" da vahiy ile değil, açık söz ile söylenmiştir, demişlerdir. Fakat
burada "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından
konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir,
Hakim'dir." (Şûrâ, 42/51) âyetini unutmamak gerekir. Çünkü diğer
müfessirler de Musa'ya olan konuşmanın "illa vahyen" kısmında dahil
olduğunu söylemişlerdir. Şu halde Hasan-ı Basrî Hazretlerinin maksadının bu
olması gerekir. Çünkü bu âyette vahiy, elçi göndermek suretiyle vahye karşılık
söylendiğinden vasıtasız vahiy demektir. Bu da yalnız mânânın kalbe
verilmesiyle olabileceği gibi, lafzın verilmesiye de olabilir ve Musa'ya da
böyle olmuştur.
31- Üzerine atfolundu, yani bir de şöyle
seslenildi: Bırak o asânı. Bu gibi "fâ"lara "fasîha"
denilir, hal delaletiyle hazfolunmuş cümleleri haber verir ki: "Bunun
üzerine bıraktı, bırakınca sanki bir yılan imiş gibi oynamaya başladı, öyle
oynuyor görünce" demektir.
"Ey Musa! Yaklaş, korkma. Çünkü sen
gönderilen peygamberlerdensin." Bu cümlede bir "kavl" takdir
edilmiştir. Yani böyle denildi. Çünkü Neml Sûresi'nde geçtiği üzere
"(Korkma) çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz" (Neml, 27/10)
buyurulmuştur. Ceyb aslında gömleğin, cübbenin baş tarafındaki açıklığa denir
ki, koyun dediğimiz yaka açığıdır. Bildiğimiz ceb için kullanılması daha sonra
olmuştur.
32-35- Korkudan açılan kollarını kendine çek.
Cenah'tan kastedilen iki koldur. Bu emir, iki mânâ'ya işaret eder: Birincisi,
bu yerde muhabbet ve sevgiden korkup kaçma da kollarını kavuşturup emre hazır
ol. İkincisi; herhangi bir korku durumundan da kaçma, etrafını derle topla,
cesaret göster demektir. İşte bu ikisi, asâ ile beyaz el ki, birisi korkutur,
birisi aydınlatır ve teşvik eder. Ve sizin için bir kudret ve saltanat
vereceğiz. Yani büyük bir sataşma ve galibiyet kuvveti vereceğiz de ikinize de
erişemeyecekler. Ne el uzatabilecekler, ne de manen ve maddeten, ilim ve delil
yönünden derecenize ulaşabilecekler...
Âyetlerimiz hakkı için, mucizelerimiz,
bilhassa o iki mucize sayesinde siz ve size tabi olan galip geleceksiniz. Demek
yalnız kendileri değil, kendilerine uyanlar da galip gelecekler.
36- Bu dediler, yani senin âyet diye
getirdiğin başka değil uydurma bir sihir, yani eskiden bilinmeyip yeni icad
olunmuş bir sihir veya hiç aslı esası olmayıp yalnız göz boyama kabilinden olan
bir sihir veya Allah'a iftira edilen bir sihir ki şimdiye kadar içimizde
görülmediği gibi biz bunu, böyle bir sihri veya bu davayı eski atalarımızdan da
işitmedik. Demek ki yeni muvaffakıyetler yeni âyetlerle meydana geliyor,
gerçekten faydalı olan şeyleri eskiden yoktur diye reddedenler mahrum kalıyor.
37- Onun için onların, yeni çıkmış sihir
demelerine karşı Musa da şöyle dedi: Rabbim daha iyi bilir. Katından hidayetle
gelen kim ve hayırlı akıbetin kimin olacağını, yani bu dünya yurdunun sonunda
hayırlı akıbet kimin olacak, akıbetin iyisi de olur, kötüsü de nitekim;
"Sonunda... akıbetleri pek fena oldu" (Rûm, 30/10) buyurulmuştur.
Fakat çoğunlukla "(En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir." (Kasas,
28/83) gibi ile kullanıldığı zaman hayırlısı demek olur. Burada da kaydıyla
hayra iyiliğe işaret olunmuştur. Muhakkak ki bu zalimler felah bulmaz, zulüm ve
haksızlık edenler murada eremez, Hakk'ın âyetlerini, delillerini uydurma
sihirdir diye reddedenlerin haksız zalimler olduğunda ise şüphe yoktur.
38- Firavun ise, bak ne zalim! Cemiyetini
toplayıp da dedi ki: Ey millet, ey şu gözler dolduran topluluk, ben sizin için
benden başka bir ilâh bilmiyorum. Çok iyi bilir ki, şu mahlukatı yaratan
kendisi değildir, kendisini de bir yaratan vardır. Fakat uluhiyetin yalnız
Allah'ın olduğunu tanımıyor. Yaratmak ve yaratıcılık kavramlarına haksızlık ediyor,
hukuk ve hukuk koyuculuğu kendi koyarmış ve kendi dilediği gibi yaparmış, ne
isterse o olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak üst bir makam ve kuvvet yokmuş
gibi gösteriyor. Bu sebepten insanlar, onun idaresine boyun eğmekten başka bir
şey tanımasın, hep onu sevsin, hep ondan korksun, hep ona kul olsun, ona tapsın
istiyor, hem mabudluk iddia ediyor, hem de sizin için benden başka bir ilâh
bilmiyorum diyor. İlk önce yoktur demiyor, bilmiyorum diye insaflı görünmek
istiyor. Göklerin ve yerin Rabbi sanki gökyüzünü araştırmakla görünmesi gereken
bir cisim ve bir cismi varmış gibi zannettirerek halka karşı ilim ve fen
yolunda bir oyun ve tuzak yapmak üzere de diyor ki: Ey Hâmân! Haydi benim için
çamur üzerine bir ateş yak, tuğla pişir demeyip bu sözü kullanması, kerpiçi
pişirip tuğla yapmayı ilk defa Firavun düşünmüş olduğundan bu şekilde sanatı
öğretmiş olduğu söyleniyor. Hem bana bir kule yap, gökyüzünü araştıracak bir
rasat kulesi yap. Belki çıkar Musa'nın ilâhını öğrenmiş olurum, ama sanıyorum,
o mutlaka yalan söyleyenlerdendir. Yani âlemlerin Rabbı tarafından peygamberlik
davasında yalancı olduğunu zannediyor ise de her ihtimale karşı sanki ilim ve
irfan içerisinde bilfiil araştırma yaparak o yalanı meydana çıkaracak ve eğer
onun ilâhını bulursa, sanki onun da hakkından gelecekmiş gibi görünmek istiyor.
Bazıları bunun sadece laftan ibaret kaldığını ve öyle bir kule ile göğe
çıkmanın akla ters düştüğünü söylemişlerse de, diğer taraftan böyle bir kulenin
yapılıp yıkıldığını nakletmişlerdir.
39- O ve askerleri haksız yere büyüklük
taslamak istedi. Bilmiyorum demekle kalmadı. Şuarâ Sûresi'nde geçtiği üzere
"Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindana
kapatılmışlardan ederim" (26/19) dedi. Nâziât Sûresi'nde de geleceği üzere
etrafındakileri toplayıp "Ben sizin en yüce rabbinizim" (79/24) diye
bağırdı. Ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Biz de onu ve ordularını yakalayıp da
denize atıverdik. Şimdi bir bak zalimlerin sonu nice oldu!
41- Biz onları öyle öncüller, öyle
başkumandanlar yaptık ki ateşe çağırırlar, cehenneme götürecek iş ve
hareketlere davet ederler de kıyamet günü yardım görmezler
42- hem bu dünyada arkalarına bir lanet
taktık. Allah'ın, meleklerin ve insanların lanetlerini hem de kıyamet günü
onlar, o çirkin, o nefret edilmiş ve o kovulmuşlardandırlar. Çünkü tekebbür
yalnız Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Bir kudsî hadiste "Kibriya benim ridam,
azamet izarımdır; her kim bunlardan birisinde benimle çekişirse, ben onu ateşe
koyarım" buyurulmuştur. Onun için, ondan başkasının kibirlenmesi, haksız
ve boş yere kibirlenmedir.
Gelelim kıssadan hisseye:
Meâl-i Şerifi
43- Andolsun ki biz, ilk nesilleri yok
ettikten sonra Musa'ya olur ki düşünür, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık
deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitab'ı (Tevrat'ı) vermişizdir.
44- (Resulüm!) Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz
sırada sen batı yönünde bulunmuyordun ve (o hadiseyi) görenlerden değildin.
45- Bilakis biz (o zamandan senin zamanına
kadar) nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen
onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin;
aksine biz (başka) peygamber göndermiştik.
46- (Musa'ya) seslendiğimiz zaman da, Tûr'un
yanında değildin. Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen
bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana
bildirdik), ola ki onlar düşünüp öğüt alırlar.
47- Bizzat kendi yaptıklarından dolayı
başlarına bir musibet geldiğinde, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber
gönderseydin de, âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık" diyecek
olmasalardı (seni göndermezdik).
48- Fakat onlara tarafımızdan o hak
(peygamber) gelince, "Musa'ya verilen (mucizeler) gibi ona da verilmeli
değil miydi?" dediler. Peki daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler
miydi? "Birbirini destekleyen iki sihir" demişler ve şunu
söylemişlerdi: "Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz."
49- (Resulüm!) De ki: "Eğer doğru
sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana ve Musa'ya inen kitaplardan)
daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!"
50- Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar,
sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi
hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette Allah zalim kavmi doğru yola
iletmez.
43- Andolsun biz Musa'ya o kitabı, yani
Tevrat'ı verdik. İlk nesilleri yok ettikten sonra. Demek ki, Kur'ân lisanında
birinci nesil Firavun'un helaki ile sona eriyor. Ve işte Tâhâ Sûresi'nde
Firavun'un "Öyle ise önceki milletlerin hali ne olacak!" (Tâhâ,
20/51) sorusuna "Musa, onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir
kitapta bulunur. Rabbim ne yanılır, ne de unutur" (Tâhâ, 20/52) cevabının
mânâsının bu olduğu, buradan anlaşılıyor. Firavun'un yok olmasından veya
Tevrat'ın indirilmesinden İslâm'ın doğuşuna kadar "Kurûn-ı vustâ (orta
nesiller) oluyor. İslâm'ın doğuşu ile de ahir zaman, yani "Kurûn-ı
uhra" (son nesiller) başlıyor. Demek ki, Hz. Musa'nın peygamber olarak
gönderilmesi ile birinci nesiller kapanıp orta nesiller açıldığı gibi, Hz.
Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi ile orta nesillere son verilip son
nesiller başlıyor. Ancak Hz. Musa'nın peygamberliğinden Firavun'un suda
boğulmasına kadar olan zaman ilk nesillere dahil edildiği gibi, Hz. Muhammed'in
hicretine kadar olan müddet de orta nesillere dahil edilerek İslâm tarihi
Hicret'ten başlamıştır.
İşte Tevrat'ı birinci nesillerin helakınden
sonra insanlar için apaçık deliller hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere
verdik olur ki, düşünür, öğüt alırlar, diye. Önceki nesillerin halini düşünür,
ibret alırlar da Firavun ve askerleri gibi zulüm, haksızlık etmezler, ateşe
girmezler, diye. Bu şekilde Tevrat'ın indiriliş hikmetini açıkladıktan sonra, Kur'ân'ın
indiriliş hikmeti ile Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini anlatmak için
buyuruluyor ki:
44- Sen ise batı tarafında, o dağın batı
yakasında Musa'nın levhaları aldığı mikat yerinde değildin. Musa'ya o emrimizi
vahyettiğimiz sırada, yani o vahiy ve Tevrat ile hüküm verip peygamberliği
işini sağlamlaştırdığımız zaman, Musa'nın yanında olmadığın gibi şahidlerden
de, görenlerden de değildin. O zaman o sırada hazır mevcutlardan da değildin.
45- Ve fakat biz nice nesiller var ettik,
birinci nesillerin helakinden sonra Tevrat'ın hidayet coşkunluğu ile orta
nesiller meydana geldi. Onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Zamanın
geçmesiyle kocadılar, şaşkınlaştılar, o neşe köreldi. O iman dinçliği, o amel
kudreti kalmadı, kalpler katılaştı, din duygusu söndü, çeşit çeşit bid'atlar,
ihtilaflar, bozmalar ile şeriat ve hükümler bozuldu, özellikle sonlarına doğru
günah ve uyuşukluk çoğaldı. Bundan dolayı ilâhî hikmet gereği yeni bir ruh ile,
yeni bir hukuk gerekti. Musa'nın hissettiği o ateşi yeniden duyurmak, Allah sevgisi
ile yeni bir hayat istek ve arzusu vermek için yeni bir kitap, yeni bir
peygamberle haberleri ve hükümleri yenilemek gerekti; bu sebeple, sana vahiy
gönderip bunları bildirdik. Tevrat, orta nesilleri aydınlatmak için verildiği
gibi, bu şekilde Kur'ân da orta nesillerin uyuşukluğuna son verip yeni
nesilleri aydınlatmak için gönderildi.
Fıkıhta "ezmanın teğayyürü ile ahkamın
teğayyürü inkâr olunamaz" (Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi
inkâr edilemez) kaidesinin bir aslı demek olan bu veciz âyet, Hz. Muhammed
(s.a.v)'in peygamber olarak gönderilmesinin bir sırrını ve hikmetini
göstermekte ve Kur'ân'ın her zaman hakim olabilmesinin esas yönünü
anlatmaktadır ki, uzun zaman geçerek eskimiş olan insan toplumunu ilâhî bir
emir olan bir doğuş "son bir doğuş" ile yenilemek kanunu, bunun
doğruluğunu ispat eden Hadid Sûresi'nde gelecek olan "İman edenlerin
Allah'ı anma ve O'ndan inen gerçek için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı
daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.
Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu
yoldan çıkmış kimselerdir. Bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü
canlandırıyor. Aklınız ersin diye gerçekten, size âyetleri açıkladık."
(Hadîd, 57/16-17) âyetidir. "Allah Teâlâ bu ümmete muhakkak her yüz sene
başında dinini yenileyecek kimse gönderir." mânâsındaki hadis-i şerif dahi
asırdan asra bu âyetlerin tatbikatına teşvik edici ilâhî bir vaaddir. Bunun
ilmî ve âmelî iki yönü vardır:
İlmî yönünü Kur'ân'da, amelî yönünü de
Resulullah'ın sünneti ile ümmetin yaşadığı tarih içerisinde aramalıdır.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir" Hadis-i Şerifinin mânâsı da bu
şekilde ortaya çıkar. Fakat dini yenilemek, dinde aslı olmayan bid'at meydana
getirmek, demek olmadığını unutmamalıdır. Asılsız bid'atlar, hevadır, toplumu
gençleştirmez bozar, ihtilafa düşürür, sapıtır. Hadis-i Nebevide buyurulduğu
gibi "her bid'at dalalettir, her dalalet ateştedir." Bu açıklamadan
anlaşılır ki, burada Peygamberin ilmindeki üstünlüğü anlatmak için getirilen bu
âyette ince ve apaçık bir icaz vardır. Sebep zikredilmiş nail olunmasının asıl
hedefi olan müsebbeb, hazfedilip sonra "aksine biz başka Peygamberler
göndermiştik" diye anlatılmıştır. Asıl mânâ da şudur: "Sen ne orada,
ne o zamanda hazır değildin ki, onları, bilesin, fakat biz vahiy ile
Peygamberlik verdik de bildin, sebebi de zaman uzamakla orta nesiller eskimiş,
dinler bozulmuş olduğundan, yenilemek için yeni bir peygamberin gönderilmesi
gerekmiş olmasıdır. Burada şöyle bir soru akla gelebilir. Hazır ve şahid değil
ise başkalarından öğrenmiş olamaz mı? buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Sen Medyen halkı içerisinde bulunup
âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değildin, burada Medyen halkı
"zikri hâs, irade-i âmm" kabilindendir. Maksat hiç kimseden okuyup
öğrenmedin, demektir. Bunun bu şekilde söylenmesi Musa ile mukayeseye bir
işaret olması içindir. Yani Musa'nın Medyen'e gittiği ve orada, eğleştiği
bilinmekte. O, orada bir talim görmüş olabilir, fakat sen öyle de değilsin.
Bulunduğun yerde kimseden okuyup öğrenmediğin herkesce bilinmekle beraber, onun
Medyen'e gidip eğleştiği gibi, dışarda kalıp ders almadığın da bilinmektedir.
Fakat peygamberlik verip gönderen biz olduk.
46- Hem o seslenmeyi, yani "Ey Musa, ben
bil ki âlemlerin Rabbiyim! Ve asânı at". seslenmesini yaptığımız vakit de
Tûr'un yanında değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin ki
senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için gerek
ki düşünürler, nasihat dinlerler, akıllarını başlarına alırlar diye.
Bu kavimden maksat Arab'dır deniliyor. Gerçi
Arab'a daha önceleri Hz. İsmail gelmişti. Fakat o Musa'dan önce evvelki
nesillere aittir. Söz ise orta nesillerdedir. Orta nesiller zamanında onlara
hiçbir peygamber gelmemiştir.
RAHMET, âlemler için rahmet, olmakla beraber,
korkutmaya bunlardan başlanılması, şimdiye kadar kendilerine hiçbir korkutucu
gönderilmemiş olmasından dolayı, hepsinden daha çok merhamete layık
olmalarındandır. Onun için bu nokta şu âyette özellikle hatırlatılıyor.
47-48 "Bizzat kendi yaptıklarından dolayı
başlarına bir musibet geldiğinde derler ki..." İşte sen bu hikmetlerle
Musa'ya verilenden daha önemli bir kitap ile rahmetin ta kendisi olarak
gönderildiğin halde bu suretle tarafımızdan kendilerine hak, o hak olan Kur'ân
geldiği zaman, ders almadılar da Musa'ya verilen gibisi verilse ya, dediler. Ya
bundan öne Musa'ya verileni inkâr etmediler de mi? İki sihir ortaya çıktı,
birbirlerine yardım ediyorlar, dediler. Tevrat'ı da Kur'ân'ı da cazibesiyle
insanı kandıran ve fakat aslı olmayan bir sihir saydılar. Ve biz hiç birine
inanmıyoruz dediler. Mekkeliler, yahudilere bir bayramlarında içlerinden bir
heyet gönderdiler, onlara Peygamber efendimizden sordular, onlar da "Biz
Tevrat'ta bütün vasıflarıyla buluyoruz" dediler. İşte bu heyet dönüp
yahudilerin söylediklerini haber verdiği zaman, Mekke müşrikleri böyle dediler.
İşte bu Kur'ân'ın fesahat ve belagatine hayran olmakla beraber hak ve gerçek
olduğuna inanmayan kâfirler de öyle derler.
49- De ki! Allah katından bu ikisinden, yani
Tevrat ve Kur'ân'dan daha doğru, daha hidayete ulaştıran bir kitap getirin ben
ona tabi olayım eğer doğrularsanız. Bunların insan aldatmak için uydurulmuş bir
sihir oldukları iddiasında doğru iseniz, daha doğrusunu getirmeniz gerekir;
getirin bakalım, fakat ne mümkün. Allah tarafından Tevrat ve Kur'ân'dan daha
doğru yolu gösteren bir kitap getirilebilir mi?
50- Eğer sana cevap verip uymazlarsa, daha
doğrusunu getiremezlerse -ki getiremeyecekleri muhakkaktır.- artık bil ki, sırf
hevalarına uyuyorlar. Halbuki Allah'tan hiçbir delil olmaksızın yalnız heva ve
hevesine uyandan daha sapkın, daha şaşkın kim olabilir? Elbette Allah zalimleri
doğru yola çıkarmaz.
Meâl-i Şerifi
51- Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsınlar
diye, sözü (vahyi) birbiri ardınca ulamışızdır.
52- Ondan (Kur'ân'dan) önce kendilerine kitap
verdiklerimiz, ona da iman ederler.
53- Onlara (Kur'ân) okunduğu zaman "O'na
iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de
müslüman idik" derler.
54- İşte onlara, sabretmelerinden ötürü
mükafatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar,
kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.
55- Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan
yüz çevirirler ve "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam
olsun. Biz kendini bilmezleri istemeyiz" derler.
56- (Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete
eriştiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek
olanları en iyi O bilir.
57- "Biz seninle beraber doğru yola
uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir
rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz
bir yere (Mekke-i Mükerreme'ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu
bilmezler.
58- Biz, maişetleriyle şımarmış nice memleketi
helak etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda pek az
oturulabilmiştir. Onlara biz varis olmuşuzdur.
59- Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan
bir peygamberi memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe, memleketleri helâk
edici değildir. Zaten biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helâk
etmişizdir.
60- Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim
vasıtası ve debdebesidir. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha
kalıcıdır. Hâlâ buna aklınız ermeyecek mi?
51- Onlara sözü uladık durduk, yani Kur'ân
âyetlerini birbiri ardınca göndermeye devam ettik ki düşüneler, dinleyip
düşünüp de iman edeler diye.
52-54- Bundan, yani Kur'ân'dan önce kitap
verdiklerimiz, yahudilerden içlerinde Ebu Rifaa bulunan on kişi iman etmiş,
kendilerine eziyet edilmişti. İncil ehlinden kırk kişi Resulullah'a
peygamberliğinden önce iman etmişlerdi; otuz ikisi Cafer b. Ebu Talib ile
beraber Habeşistan'dan gelmiş, sekizi de Bahîra, Ebrehe, Eşref, Amir, Eymen,
İdris, Nâfi' ve Temim Şam'dan gelmişlerdi. Bu âyetin indirilmesine sebep bunlar
olmuş ise de âyetin mânâsının gelişine göre kitap ehlinden bütün iman edenleri
içine almaktadır. Buna onlar, haklarında sözü uladıklarımız değil de onlar iman
ediyorlar iki kere, biri önceden İslâmları biri de sonradan İslâm oluşları
üzerine kötülüğü iyilikle savarlar, günahları ibadet ve taat ile giderirler,
çünkü "Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114)
âyeti açıktır. Peygamber efendimiz, Muaz (r.a)'a demiştir ki, "Kötülüğün
arkasından bir iyilik yap, onu mahveder." Bununla beraber, ezayı,
yumuşaklıkla; kötülüğü, iyilikle; şerri, hayır ile; bilgisizliği ilim ile;
öfkeyi, yutmakla; şirki "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet
etmekle" diye de tefsir etmişlerdir. Dilimizde:
İyiliğe iyilik her kişinin kârı (işi)
Kemliğe (kötülüğe) iyilik er kişinin kârı
(işi)
diye meşhur olan söz de bu mânâyadır.
55- Sakat söz, Mücahid, eziyet ve sövmek
demiş; Dahkâk, şirk demiş; İbnü Zeyd, Resulullah''ın vasıflarını yahudilerin
değiştirmesi demiştir. Ondan yüz çevirirler "Boş bir şeye rastladıklarında
vakar ile (oradan) geçip giderler" (Furkan, 25/72) âyetine uyarak vakar
ile. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size, diye ateşkes anlaşması
yaparlar. "Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kâfirûn, 109/6)
demek gibi. Bu selam, hayır dileme selamı değil. "Kendini bilmez kimseler
kendilerine laf attıklarında (incitmeksizin) 'selam!' derler (geçerler)"
(Furkan, 25/63) gibi veda selamıdır. Yani kavga etmeyelim, Allah'a ısmarladık,
yerindedir.
56- Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin.
Burada hidayetten maksat yalnız sözle iyiliğe sevk değil, bilfiil o yola
eriştirmektir. Onun için "Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin."
(Şûrâ, 42/52) âyetine zıt olmaz. Bu âyet evveline ve sonrasına bakarak
Resulullah'ı teselli içindir. Çünkü ilk önce merhamete layık görüldüğü için
korkuttuğu, müslüman olmalarını şiddetle istediği kavminin, yakından sevdiği
hemşehrilerinin, akrabasının, gelen hakka iman etmeyip bulundukları halde ısrar
etmeleri, Kur'ân'ı dinler dinlemez "Biz buna iman ettik, biz önceden de
müslümanlardan idik" diyen yabancıların aksine olarak peygamberlik
bereketinden mahrum kalmaları kendisini üzmüştü. Buharî, Müslim ve diğer birçok
hadis kitaplarında ve tefsirlerde bunun bilhassa Ebu Talib sebebiyle
indirildiği rivayet edilir. Bununla beraber, Fahreddin Razî, bu âyetin
görünüşünde Ebu Talib'in küfrüne bir delil olmadığını özellikle hatırlatmıştır.
57-60- Sözün gelişine göre, indiriliş sebebi
şu âyetle anlatılıyor denebilir: Bir taraftan da doğrusun amma dediler biz o
doğruya uyar, seninle beraber olursak derhal çarpılır yerimizden yurdumuzdan
oluruz.
HATF, yırtıcı kuşların av kapması gibi süratle
çarpıp almaya denilir.
TEHATTUF da bu şekilde çarpılmaktır. Haris b.
Osman b. Nevfel b. Abdi Menaf, Resul-i Ekrem (s.a.v) efendimize gelmiş de demiş
ki: "Biz biliyoruz sen şüphesiz hak üzeresin ve fakat korkuyoruz, sana
tabi olup da Araplara muhalefet edersek, biz bir yiyimlik başız, bizi
yerimizden çarpıp, kapışıverirler." Buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Ya biz onlara emin bir ev olan Harem'i mekan
kılmadık mı? Atıf olup Ma'tüfu mahzuftur. takdirindedir. Yani, biz onları
koruyup da mekanlarını emniyetli bir Harem kılmadık mı? Etrafında Arapların
çarpışıp durduğu Beytin hürmetiyle muhterem ve içindekiler için emniyet evi
bulunan bir Harem Ona her şeyin ürünleri toplanıp getirilecek, yani iman
edildiği takdirde çarpılıp alınmak şöyle dursun, emniyet ve hürmet daha da
artacak ve şimdiki gibi sınırlı bir şeklide toplanma ile kalmayıp ilerde her
taraftan her şeyin meyve ve ürünleri toplanıp getirilecek. Kendi katımızdan bir
rızık olmak üzere ve fakat onların çoğu bilmezler de Allah'tan korkacakken
başkalarından korkarlar. Başkalarının çarpmasından değil, Allah'ın azabından
korkulmak gerektiğini hatırlatmak için buyuruluyor ki:
"Biz refahlarından gelirlerinden dolayı
şımarmış nice memleketleri helak etmişizdir..."
Meâl-i Şerifi
61- Şu halde, kendisine güzel bir vaadde
bulunduğumuz, ardından ona kavuşan kimse, (sırf) dünya hayatının geçici zevkini
yaşattığımız ve sonra kıyamet gününde (azab için) huzurumuza getirilenler
arasında bulunan kimse gibi midir?
62- O gün Allah onları çağırarak, "Benim
ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz, hani nerede?" diyecektir.
63- (O gün) haklarında azaba itilme, hükmü
gerçekleşen kimseler, "Rabbimiz! Biz nasıl azmışsak, işte bu azmışları da
öylece azdırdık. (Onların suçlarından) beri olduğumuzu sana arzederiz. Zaten
onlar aslında bizlere tapmıyorlardı." derler.
64- "(Allah'a koştuğunuz) ortaklarınızı
çağırın!" denir, onlar da çağırırlar; fakat kendilerine cevap vermezler ve
(karşılarında) azabı görürler. Ne olurdu (dünyada iken) doğru yola girselerdi!
65- O gün Allah onları çağırıp
"Peygamberlere ne cevap verdiniz?" diyecektir.
66- İşte o gün onlara bütün haberler
kapkaranlık olmuştur; onlar birbirlerine de soramayacaklardır.
67- Fakat tevbe ederek, iman edip iyi işler
yapan kimseye gelince, o, kurtuluşa erenler arasında olmayı umabilir.
68- Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer.
Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve
şanı yücedir.
69- Rabbin, onların, sinelerinde
gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.
70- İşte O, Allah'tır. O'ndan başka tanrı
yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O'nundur, hüküm O'nundur. Ve ancak O'na
döndürüleceksiniz.
71- (Resulüm!) De ki: "Düşündünüz mü hiç,
eğer Allah üzerinizde geceyi tâ kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse,
Allah'tan başka size ışık getirecek tanrı kimdir? Hâlâ işitmeyecek
misiniz?"
72- De ki: "Haber verin bakayım, eğer
Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse,
Allah'tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek tanrı kimdir? Hâlâ
görmeyecek misiniz?"
73- Rahmetinden dolayı, Allah, geceyi ve
gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz (gündüzün) ise O'nun lütuf ve
kereminden (rızkınızı) arayasınız. Umulur ki şükredersiniz.
74- Ve hele o gün Allah onları çağırarak:
"Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz hani, nerede?"
diyecektir.
75- (O gün) her ümmetten bir şahit çıkarır,
"Haydin, kesin delilinizi getirin!" deriz. O zaman bilirler ki,
hakikat Allah'a aittir ve uydurageldikleri şeyler (putlar) de kendilerinden
ayrılıp kaybolmuşlardır.
61-75- İhzar edilenlerden. İHZAR yakalanıp hakkın
huzuruna getirilmek. Biz onları kendi azdığımız gibi azdırdık, yani biz kendi
hevamızla azdığımız gibi onları da zorla değil kendi istekleriyle azdırdık.
Onlar bize tapmıyorlardı, kendi keyiflerine tapıyorlardı. Rabbin neyi dilerse
yaratır ve seçer. Yani dilediğini yaratır ve yarattıklarından dilediğini de
seçer beğenir. Peygamberlik, şefaat gibi yüksek işlere getirir. Onların seçme
hakkı yoktur. Bundan dolayı onların Allah'tan başka ortaklar ve şefaatçiler
seçmeye ve tayine hakları yoktur. Sermedi, aralıksız, devamlı, demektir.
Meâl-i Şerifi
76- Karun, Musa'nın kavminden idi de, onlara
karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını
güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: "Şımarma!
Bil ki Allah şımarıkları sevmez."
77- "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun
yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma!
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde
bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez."
78- Karun ise: "O (servet) bana ancak
kendimdeki bilgi sayesinde verildi." demiştir. Bilmiyor muydu ki Allah,
kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan
kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların
hepsini bilir).
79- Derken Karun, ihtişam içinde kavminin
karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, "Keşke Karun'a verilenin
benzeri bizim de olsaydı. Hakikat şu ki o, çok büyük devlet sahibidir"
dediler.
80- Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise,
şöyle dediler: "Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre
Allah'ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir."
81- Derken biz onu da, sarayını da yerin
dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek taraftarları
olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.
82- Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler
de: "Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı çok da, az da verir.
Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi.
Demek ki inkârcılar iflah olmazmış" demeye başladılar.
76- Firavun siyasî zulüm ve baskıda alem
(sembol) olduğu gibi, Karun da malî baskı ve vurgunculukta alemdir. Bu şekilde
Karun hikayesi, ihtikarcı, vurguncu bir kapitalist kıssasıdır.
Musa'nın kavminden idi. Yani İsrail
oğullarından ve Musa'nın akrabasından idi. Derken onlara karşı azgınlık etti,
vurgunculuk yaptı, zekatını vermedi, Musa'ya isyan etti.
77-82- Ve dünyadan da nasibini unutma.
Dünyadan nasibi, bazıları helal dünya rızkı ve meşru dünya zevki diye anlamak
istemişlerse de, o geçici dünyanın kendisi demektir. Asıl dünyadan nasib ise
"Dünya ahiretin tarlasıdır." hadisi gereğince, ahiret için edinilen
faydalı şeyler, ahirete kalacak âmeldir. Yoksa dünyadan nasib bir kefendir.
"Bir kefen alma telaşı ile yokluk
çölünden varlık pazarına birkaç çıplak gelmiştir."
Yeryüzünde bozgunculuk aramaz. Bu kadar
hazineyi saklayıp da serveti hapsetmek aslında bozgundur. Kendimdeki ilim
sayesinde bu ilme bazıları ticaret ve iktisad ilmi demişler, bazıları da
"el-kimya" ilmi demişlerdir. Ya bilmiyor muydu? Yani, yalnız ilmi ile
olsa önceki nesiller içinde ondan daha kuvvetli ve daha çok servetli (Firavun
gibi) kimseleri Allah'ın helak etmiş olduğunu bilmiyor mu idi? Niye bu ilmi ile
istifade etmedi?
Halbuki suçlulara günahlarından soru da
sorulmaz. Yani filan suçu, günahı işleyen kimdir? diye araştırmak için ne
şundan, ne bundan ve ne de kendilerinden sorulmaya gerek görülmeksizin Allah
tarafından bilinmektedirler. Meleklerce de yüzlerinden bilinir ve derhal yaka
paça tutulurlar. "Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından
yakalanırlar." (Rahmân, 55/41).
Meâl-i Şerifi
83- İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde
böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet,
takva sahiplerinindir.
84- Kim bir iyilik getirirse ona ondan daha
üstün karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler,
ancak yaptıkları kadar ceza görürler.
85- (Resulüm!) Kur'ân'ı (okumayı, tebliğ
etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere
döndürecektir. De ki: "Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık
bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir."
86- Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını
ummuyordun. Bu ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka
çıkma!
87- Allah'ın âyetleri sana indirildikten
sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et.
Asla müşriklerden olma!
88- Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp
yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun zatından başka her şey helak
olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz.
83- O ahiret evi, son yurd, yani cennet. Biz
onu, o kimseler için kılarız ki yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu
istemezler. "Ulüvv"den maksat, ululanmak, imana tenezzül etmemek,
kibirlenmek, kafa tutmak; fesad ise, herhangi bir şeyi ve malları
faydalanılabilecek halden çıkarmak ve özellikle Rabbına isyan ile kendi nefsini
heder etmek, yok etmektir. Yani yeryüzünde Hakk'a karşı kibir ve ihtiras ile
Firavun gibi ululanmak, baskı yapmak da istemezler; Karun gibi baskı ve isyan
ile fesat da arzu etmezler. Hz. Ali (r.a) den rivayet edilir ki: "Bu âyeti
valilerden ve diğer kudreti bulunan insanlardan adalet ve tevazu sahibi olanlar
hakkında indi." der imiş. Hatem-i Tâî'nin oğlu Adiy, Peygamber efendimizin
huzuruna geldiği zaman kendisine bir minder konulmuştu, o yere oturdu.
Peygamber efendimiz de: "Ben şehadet ederim ki sen yeryüzünde ne ululuk,
ne fesat arzu etmiyorsun buyurdu; bunun üzerine derhal müslüman oldu".
Tâbiîn'den Fudayl bu âyeti okur okur, burada bütün emeller gitti, dermiş.Ömer
b. Abdulaziz de, vefatına kadar bu âyeti tekrar tekrar okur, dururmuş. Ve o
güzel akibet, Cennet korunan muttakiler içindir. Bu cümlenin tekrardan ibaret
olmaması için ayrıca bir faydayı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Kendileri
Firavun ve Karun gibi olmayı arzu etmemekle beraber Firavun ve Karun gibilerin
ortaya çıkmasına meydan vermemek için de sakınıp korunan muttakiler, demek
olur. Biraz sonra "Sakın kâfirlere arka çıkma", "Sakın
müşriklerden olma" âyetleri de bunu açıklar.
84- İyi amma ahirette ne var? Her kim iyilikle
gelirse, o takva ile sonunda Hakk'ın huzuruna varırsa o vakit ona ondan daha
hayırlısı, daha güzeli var, daha güzeli, daha fazlası. Her kim de kötülükle
gelirse artık o kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları ile cezalanırlar.
Kötülüğün cezası onun gibi kötülük olur, güzellik olmaz.
85- Herhalde sana bu Kur'ân'ı farz kılan, yani
bu Kur'ân ile ameli farz kılan Cenab-ı Hak elbette seni dönülecek yere
döndürecektir. Bu âyet Mekke'den hicret esnasında Cuhfe'de indiğine göre, meâd,
ölüm; döndürmekten maksat ise Mekke'ye geri döndürülmedir. Yani ahirete irtihal
etmeden önce seni bu çıktığın yere geri getirecek, Mekke'yi fethettirecektir.
86-87- Hem sen bu kitabın sana indirileceğini
umuyor değildin. Okur yazar değildin. Ancak bu, Rabbinden bir rahmet olarak
indirildi. İşte geri gelmen de, böyle ümid edilmezken yalnızca Rabbinden bir
nimet olarak meydana gelecektir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma,
topluluklarına katılıp, küfürlerine kuvvet vermekten korun. Ve sakın o kâfirler
seni, Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Geçmişe ve geleceğe ait bu
haberler, bu vaadler, bu emirler bu yasaklar hep Allah'ın âyetleridir. Bunların
sana indirildikten sonra, tebliğinden, tatbikinden vazgeçirtmesinler. Ve
Rabbine davet et, herkesi O'na ibadet ve tevhide çağır ve sakın o müşriklerden
olma, yani
88- Allah'ın yanında diğer bir ilâha çağırma
O'ndan başka ilâh yok, O'nun yüzünden başka her şey helak olacaktır. Yani O'nun
zatından başka herşey, her mevcud aslında, yokluk demektir. Çünkü O'ndan başka
her şeyin varlığı kendinden değil, Allah Teâlâ'ya dayandığından her an yok
olmayı kabul edici ve yok olmaya hazır olmakla aslında yok demektir veya yok
olacaktır. Ancak O zatında diri, ezelî ve ebedî, varlığı kendisiyle var
olandır. Çoğunun tercih ettiği mânâ budur. Diğer bir mânâya göre,
"vech", kastedilen ve yönelinen yön mânâsına olarak O'nun yüzünden,
yani O'nun rıza ve hoşnutluğu kastedilen yönden başka, her şey helaktedir demek
olur ki, ahiret nimetlerinin fani, geçici olmadığını anlatır. Bir de her şeyin
Allah Teâlâ'ya yönelik yüzü, Allah'ın ilmindeki gerçek şekli demek olur ki, her
şeyin Allah'a dönüşü bununladır. Hüküm O'nun, başkasının değil. O'ndan başka
hüküm ve hükümet, kanun çıkarmaya ve kanun yapmaya kalkışanların hepsinin hükmü
bozulur, ancak O'nunki bozulmaz ve hep O'na döndürüleceksiniz, hepiniz
ölümünüzden sonra O'nun huzuruna götürülecek, mahkeme olunacak, ona göre
cezanız, mükafatınız ne ise alacaksınız. İşte bütün kıssaların sonu işte bu
"Ve hep O'na döndürüleceksiniz." hükmüdür. Kimin haddinedir ki bu
hükme boyun eğmesin!
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
kasas - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.