Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
İsra Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
17-İSRA:
Tesbih ona ki, tesbihin türetilmesi ve mânâsı
hakkında Bakara Sûresi'nde açıklama geçmişti. (Bakara, 2/30. âyetin tefsirine
bkz.). Keşşâf sahibi der ki: " tesbihin özel ismidir. Osman, bir adamın
ismi olduğu gibi. Zikredilmesi terkedilmiş gizli bir fiile nasb edilmiştir ki,
takdiri; dir, sonra fiil yerine konmuş ve onun yerini tutmuştur. Ve Allah'ın
düşmanlarının O'na nisbet ettikleri kusurların hepsinden tam bir şekilde uzak
olduğuna delalet etmektedir." Nur Sûresi'nde de demiştir ki: "Bunda
aslolan, Allah'ın acaib (şaşılacak ve hayret verecek) bir sanatı görüldüğü zaman
Allah'a tesbih etmektir. Sonradan kendisinden hayret edilen her şeyde bile
kullanılmıştır. "Demek ki esas mânâsı tesbih ve Allah'ın noksan
sıfatlardan tam uzak olduğuna delalet eden beliğ bir tenzihtir. Bununla beraber
hayret yerinde kullanılır. Bazıları bu şekilde tesbih mânâsının düşeceğini
zannetmişlerse de doğru değildir. Çünkü aslolan, hayret üzerine tesbih
etmektir. Bununla birlikte nin Osman gibi özel isim olmasına ilişenler ve özel
isim olmasını tamlama durumu dışındaki durumlarına tahsis etmek isteyenler olmuştur.
Onun için Kâdî Beydâvî: "tesbihin ismidir" demekle yetinmiştir. Nasıl
ki İbnü Cerir de: "Masdar (mutlak meful) yerine konmuş bir isimdir.
Masdarın yerinde bulunduğu için nasbedilmiştir" demiştir. Kâmus sahibi
(Firuzâbâdî), Besâîr'de der ki: "Tesbih, Allah'ı takdis demek olup dan
alınmıştır. Allah'a ibadette acele etmek mânâsında kullanılmış olup ondan sonra
bütün sözlü ve yazılı ibadetlerde kullanılmıştır. "Sübhane" kelimesi
de aslında "Gufrâne" gibi masdardır, daha sonra tesbihin ismi
olmuştur. Masdar olarak da kullanılır. Fakat âlimlerin çoğu bunun masdar
olduğunu kabul etmeyerek Kamus sahibinin (Firuzâbâdî'nin) görüşünün yanlış
olduğunu belirtmişler. Çünkü tesbih fiilinin sülâsîsi (üç harflisi)
kullanılmıyor. Ve onun içindir ki buna masdar yerine konmuş isim denilmiştir.
Ancak şöyle bir sorunun sorulması gerekir: nin yerine konduğu masdar nedir?
Tesbih masdarı, tenzih ve takdis gibi tefil ölçüsündedir. Bunda tesbih olunan
Allah Teâlâ'nın vasfı ise, nezahet (paklık) ve mukaddeslik gibi Allah'tan ayrılmayan
bir mânâ olması yaraşır. Bundan dolayı Ebûs-Suud'un da naklettiği, tarzda,
burada yi tenzih ile değil, "Allah zâtıyla noksan vasıflardan uzaktır ve
yücedir" diye noksanlıklardan uzaklaştırmak ile yorumlamak daha
anlamlıdır.
Demek ki sübhan, tesbihin üç harfli masdarı
değil ise, onun yerine konmuş bir isimdir ki, yüce Allah'ın zatının temizliğini
ve kutsallığını ifade eder. Biz, buna sübhaniyyet veya sübbuhiyyet diyebiliriz.
Çünkü sübhan Allah'ın güzel isimlerinden de olur. Gerçi tesbih masdarı, edilgen
olarak masdardan elde edilen mânâ ile tefsir edilirse, yani kötü şeylerden uzak
olma mânâsına yorumlanırsa, bu mânâ'ya yaklaşırsa da Allah'ın zatının
temizliğinde kesin delil olmayacağı için aynı değildir. Tesbih dan alınmıştır.
Ve nin failine muzâf olması daha açıktır. Takdir edilen fiili de yerine göre
takdir olunur. Nitekim "Akşama girdiğiniz vakit ve sabaha erdiğiniz vakit
Allah'ı tesbih edin." (Rûm, 30/17) âyeti "Noksan sıfatlardan münezzeh
olan Allah'ı tesbih ediniz " mânâsı ile emir mânâsına gelir.
Hazreti Peygamberden rivayet edilen bir
hadiste "O'nun yüzünün sübuhatı yaktı" (1) diye geçmiştir ki, bunu
bazıları Allah Teâlâ'nın yüzünün nurları, güzelliği; bazıları da Allah'ın
yüceliği ve ululuğu ile tefsir etmişlerdir. Bununla birlikte bunda da açık olan
mânâ "Allah'ın noksan vasıflardan uzak olma tecellileri" demek
olmasıdır. Konumuzla ilgili olan bu hadis, İbnü'l-Esir'in "en-Nihâye fî
Garibi'l-Hadis"de naklettiğine göre şöyledir: "Yani Cibril (a.s) dedi
ki, Allah'ın arşı önünde yetmiş perdesi vardır. Biz bu perdelerden birine
yaklaşsak Rabbimizin yüzünün nurları bizi hemen yakardı."
Diğer bir hadiste "Yani, nur veya ateş
perdesi vardır. Onu açsa yüzünün sübühâtı gözü ilişen her şeyi hemen
yakardı." Nitekim "Rabbi o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti.
Musa da bayılarak yere düştü." (A'râf, 7/143). Sonra bu sûrenin böyle
mükemmel ve yüksek bir tesbih ve tenzih ile başlaması, daha sonra zikredilecek
hayret verici işlerin önemi ile ilgilidir. Bunda birinci olarak, akıllara
hayret veren imkanların üstünde olan İsrâ hadisesini yüceltmek ve onu
doğrulamak için, kalblerin temizlenmesini hazırlamak ve makamın nezaketi
dolayısıyla benzetme kuruntularından genellikle korunmayı hatırlatma vardır.
İkinci olarak, onu mümkün görmeyen dinsizlere karşı yüce Allah'ın noksan
vasıflardan beri bulunduğunu ve dolayısıyla acizlik ve yalan gibi kusurlardan
uzak olduğunu açıklamakta, kudret ve bağışlamasının yücelik ve büyüklüğünü ilan
etmek vardır. Üçüncü olarak, aşağıda anılan Mescid-i Aksâ'nın yıkılması dolayısıyla
da bu tenzihin özel bir önemi vardır. Dördüncü olarak, genel bir şekilde bu
sûrenin mânâsının Allah'ın temiz ve kusursuz olması ile ilgisine işaret vardır.
Evet O, öyle bir Sübhandır ki kulunu ona
ibadet etmekle seçkin olan, bilinen özel kulunu, yani Muhammed Mustafa
(s.a.v)'yı geceleyin, yani bir gecenin az bir kısmında Mescîd-i Haram'dan,
-Mescid-i haram, Ka'beyi kuşatan ve Harem-i Şerif denilen camidir. Bunun
etrafını kuşatan yer de özel ve belirli sınırlara kadar Harem'dir.- O Harem-i
Şerif içinden veya etrafından Mescid-i Aksâ'ya -ki beytü'l-makdis'tir-
geceleyin götürdü. O Mescid-i Aksâ ki, etrafını mübarek kıldık, yani çevresini
din ve dünya bereketleriyle bereketlendirdik. Çünkü Musa (a.s.) dan İsa
(a.s)'ya kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibadetgâhı olmuş, hem de
nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve meyvelerle donanmış idi. Bu defa da İsrâ
şerefi ile bereketli kılındı.
MESCİD-İ AKSÂ: Kudüs'deki
"Beytü'l-Makdis"dir. Nitekim İsrâ hadisinde de "Burak'a bindim
Beytü'l-Makdis'e vardım" diye geçmiştir. Bunun etrafı da, Kudüs ve civarı
demek olur. Şifâ-i Şerif şerhinde Aliyyü'l-Kârî, Dülcî'den naklederek şöyle bir
hadis rivayet eder: "Allah, Ariş ile Fırat arasını mübarek (bereketli)
kılmış ve özellikle Filistini mukaddes kılmıştır."
Görülüyor ki âyetin bu bölümünde üçüncü
şahıstan birinci şahısa geçme sanatı meydana gelmiş ve bu iltifat (hitabın
yönünü değiştirme sanatı) ile İsrâ hikmeti şöyle açıklanmıştır:
Gece yolculuğuna çıkarttık ki, ona bazı
âyetlerimizi göstermek için, yani büyük acaib şeylerimizden göstereceğimizi
göstermek; Mirac'a çıkarmak için. "Gerçekten Rabbinin varlığının en büyük
âyetlerini görmüştür." (Necm, 53/18). Buharî ve diğer hadis kitaplarında
sahih rivayetlerle rivayet edildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.v) Burak ile
Beytü'l Makdis'e vardıktan sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı.
Her bir gökte peygamberlerden biriyle görüştü, nice nice melekler gördü. Cennet
ve cehennemin durumlarını gördü, Sidre-i Müntehâ'ya geçti, Allah'ın melekût
âleminden bir çok acaib şeyler gördü. (Necm Sûresi'nin baştarafındaki âyetlerin
tefsirine bkz.). Nihayet beş vakit namazın farz kılınması emri ile aynı gecede geri
döndü. Sabahleyin Mescid-i Haram'a çıkıp Kureyş'e haber verdi. Hayret etmek ve
kabul etmemekten kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. İman etmiş
olanlardan bazıları dönüp irtidâd etti (dinden çıktı). Birtakım erkekler Ebû
Bekir'e koştular. Ebu Bekir; "Eğer o, bunu söylediyse şüphesiz
doğrudur" dedi. Onlar: "Onu bu konuda da mı tasdik ediyorsun?"
dediler. O da: "Ben onu bundan daha ötesinde tasdik ediyorum, sabah akşam
gökten getirdiği haberleri yani peygamberliğini tasdik ediyorum" dedi.
Bunun üzerine kendisine Sıddık unvanı verildi. Kureyşliler içinde
Beytü'l-Makdis'i o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar, onun vasıfları ve
durumuyla ilgili sorular sordular, tanımlamasını istediler. Derhal Hz.
Peygambere Beytü'l-Makdis gösterildi. Bunun üzerine ona bakıp anlatıyordu.
"Gerçi Beytül-Makdis'i tanımlamada isabet etti." dediler. Sonra:
"Haydi bakalım bizim kervandan haber ver, o bizce daha önemlidir, onlardan
bir şeyle karşılaştın mı?" dediler. Peygamber (s.a.v) "Evet, falancanın
kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ'da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı.
Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden
olduğu gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar
mı?" buyurdu. "Bu da diğer bir alâmettir" dediler. Sonra
sayıların, yüklerini ve görünüşlerini sordular. Bu defa da kervan olduğu gibi
Hz. Peygambere gösterildi ve sorduklarının hepsine cevap verdi ve buyurdu ki:
"İçlerinde falan ve falan önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş iki
harar olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler". Bunun
üzerine: "Bu da diğer bir âyettir" dediler ve o gün hızla Seniyye'ye
doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye
bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi: "Güneş doğdu!" diye haykırdı.
Diğer birisi de: "İşte kervan geliyor, önünde boz bir deve ve içlerinde
falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed'in) dediği gibi" dedi. Böyle
olduğu halde yine iman etmediler de: "Bu apaçık bir büyüdür." (Neml,
27/13; Saff, 61/6) dediler. (Miracın etraflıca açıklaması için hadis
kitaplarına müracaat edilmelidir.)
Bazıları göğe yükselmenin de "Burak"
üzerinde meydana geldiğini söylemişler ise de gerçek olan şudur: Mescid-i
Aksâ'ya kadar İsrâ (gece yolculuğu) Burak ile olmuş. Ondan sonra Mirac, asansör
kurulmuştur. Ebu Sa'îd-i Hudrî'den rivayet olunduğu üzere Resulullah
buyurmuştur ki: "Beytü'l-Mak-dis'te olanları bitirdiğim zaman Mirac
getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. Ve o, odur ki, ölünüz can
çekişme vaktinde gözlerini ona diker. Arkadaşım, beni, onun içinde kapılardan
bir kapıya ulaşıncaya kadar çıkardı ki, ona "Koruyucu melekler
kapısı" denir. Koruyucular kapısı, gök koruyucularının beklediği dünya
göğü kapısıdır. Nitekim bu konuda "Ve onu, her kovulmuş şeytandan
koruduk" (Hicr, 15/17) buyurulmuştu. Ve Ebu Sa'îd-i Hüdrî'nin diğer bir
rivayetinde şu detaylı açıklama vardır: "Sonra Mirac getirildi -ki
insanların ruhu onda göğe yükselir Baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli;
görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl gözünü diker? Bunun üzerine
dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrail kapının açılmasını
istedi."O kimdir?" denildi. "Cibril" dedi. "Yanındaki
kim?" denildi. "Muhammed" dedi. "Öyle mi? O Peygamber
olarak gönderildi mi?" denildi. O, "evet" dedi. Hemen kapıyı açtılar
ve beni selamladılar. Bir de ne bakayım görevli bir melek gördüm ki göğü
koruyor ve ona İsmail deniliyor, emrinde yetmişbin melek ve her birinin emrinde
yüzbin melek var. "Burada Resulullah (s.a.v) şu âyeti okudu:
"Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir" (Müddessir, 74/31) ve
buyurdu ki: Derken bir adam ile beraberim ki, şekli Allah'ın yarattığı günkü
gibi, ondan hiçbir şey değişmemiş, kendisine soyundan olan insanların ruhu
arzediliyor: "Mümin ruhu, hoş ruh, hoş kokuludur. Bunun kitabını (iyilerin
defterin)de kılın" diyor. "Kâfir ruhu ise; kötü ruh, kötü kokuludur.
Bunun kitabını (kötülerin defterin) de kılın" diyor. "Ey Cibril! bu
kim?" dedim. "Baban Âdem" dedi. Ve o, bana selam verdi, gönlümü
aldı, hayır ile dua etti "Hoş geldin salih peygamber ve salih evlad"
dedi. Sonra baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara
bir takım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına
ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar makadlarından çıkıyordu. "Ey Cibril!
Bunlar kimler?" dedim. O: "Yetimlerin mallarını haksızlıkla
yiyenlerdir" dedi. Sonra baktım bir toplum vardı ki, derilerinden sırım
kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor. Ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor. Ve bu
onlara en iğrenç bir şey oluyor. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim.
"Bunlar o koğucular, fitnecilerdir ki, insanların etlerini yerler ve
sövmek ile ırz ve namuslarına saldırırlar." dedi. Sonra baktım bir toplum
var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en
güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri
bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar. "Bunlar kim? Ey Cebrail!"
dedim. O: "Bunlar zinakarlar" dedi. "Allah'ın helal kıldığını
bırakırlar da haram kıldığını yerler." Sonra baktım bir toplum var ki,
karınları evler gibidir. Bunlar Firavun ailesinin yolu üzerinde bulunuyor.
Firavun ailesi sabah ve akşam ateşe atılırken bunlara uğruyor, uğradı mı bunlar
bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının ağır basması ile düşüyor ve bunun
üzerine Firavun ailesi bunları ayaklarıyla çiğniyorlar. "Ey Cibril! Bunlar
kimler?" dedim... Dedi ki: "Bunlar, karınlarında faiz yiyenlerdir.
"onların misali kendisini şeytan çarpmış olan kimse gibidir". Sonra
birtakım kadınlar memelerinden asılmış ve birtakım kadınlar, baş aşağı ayaklarından
asılmış. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O: "Bunlar zina eden
ve çocuklarını öldüren kadınlardır" dedi. Sonra ikinci göğe çıktık. Orada
Yusuf ile buluştum.
Ümmetinden kendine tabi olanlar da etrafında
idi. Yüzü, ayın ondördündeki dolunay gibiydi. Bana selam verdi, hoş geldin
dedi. Sonra üçüncü göğe geçtik. Orada iki teyzeoğlu; Yahya ve İsa ile buluştum.
Giyimleri ve saç sakalları birbirine benziyordu. Bana selam verdiler. Hoş
geldin dediler. Sonra dördüncü göğe geçtik. İdris ile buluştum. Bana selam
verdi, hoşgeldin dedi. Nitekim yüce Allah: "Biz onu yüce bir yere
yükselttik" (Meryem, 19/57) buyurmuştur. Sonra beşinci göğe geçtik. Orada
milletine sevdirilmiş olan Harun ile buluştum. Etrafında ümmetinden birçok
tabileri vardı, uzun sakallı idi. Sakalı hemen hemen göbeğine değecekti. Beni
selamladı, hoşgeldin dedi. Sonra altıncı göğe çıktık, Orada Musa b. İmran ile
buluştum. Çok kıllı idi. Üzerinde iki gömlek olsaydı kılları onlardan çıkardı.
Musa dedi ki: "İnsanlar beni "Allah katında en şerefli olan
yaratık" diye iddia ederler. Bu ise Allah katında benden yalnız daha
şerefli olsaydı aldırış etmezdim. Fakat her peygamber ümmetinden kendine
uyanlarla beraberdir. "Sonra yedinci göğe geçtik. Ben, orada İbrahim ile
buluştum. Sırtını Beyt-i Ma'mur'a dayamıştı. Beni selamladı "Salih
Peygamber ve Salih evlad hoş geldin" dedi. Bunun üzerine bana denildi ki:
"İşte senin yerin ve ümmetinin yeri." Sonra Resulullah
"Gerçekten İbrahim'e insanların en yakını, zamanında ona tabi olanlarla şu
Peygamber (Hz. Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah müminlerin
yardımcısıdır." (Al-i İmran, 3/68) âyetini tilavet etti ve buyurdu ki:
"Sonra Beyt-i Ma'mur'a girdim, içinde namaz kıldım. Ona her gün yetmişbin
melek girer, Kıyamete kadar geri de dönmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki bir
yaprağı bu ümmeti bürür. Bunun kökünde bir kaynak akıyor, iki kola ayrılıyordu.
"Ey Cibril! Bu nedir?" dedim. O: "Şu rahmet nehri, şu da
Allah'ın sana verdiği Kevser'dir" dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde
yıkandım, geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlandı. Sonra Kevser'in akış
istikametini tuttum ve nihayet cennete girdim. Bir de ne bakayım orada hiçbir
gözün görmediği, kulağın işitmediği, insan kalbine gelmeyen şeyler var. Sonra
yüce Allah bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı. Ondan sonra Musa'ya
uğradım. "Rabbin ne emretti?" dedi. "Üzerime elli namaz farz
kıldı" dedim. O: "Dön, azaltması için Rabbine yalvar. Çünkü ümmetin
bunun altından kalkamaz" dedi. Rabbime döndüm, azaltması için yalvardım. O
benden on vakit namaz indirdi. Sonra Musa'ya döndüm. Bu şekilde Musa'ya
uğradıkça Rabbime dönüyordum. Sonunda beş vakit namaz farz kıldı. Musa, yine:
"Rabbine dön, azaltmasını iste" dedi. Ben: "Çok müracaat ettim,
artık utandım." dedim. Bunun üzerine bana denildi ki: Sana bu beş vakit
namaz, elli namazdır. Bir iyilik on katı iledir. Her kim iyilik yapmaya gayret
eder de onu işlemezse, onu bir iyilik yazılır, işleyene de on iyilik yazılır.
Her kim de bir günah yapmaya teşebbüs eder de işlemezse bir şey yazılmaz,
işlerse bir günah yazılır."
Kütüb-i sitte (Alt hadis kitabı) ve diğer
hadis kitaplarında Mirac hadislerinin birçok rivayetleri vardır. Bu
naklettiğimiz hadisin senedleri de İbnü Cerir tefsirinde zikredilmiştir.
Görülüyor ki, bunda dünya göğüne kadar yükselmenin Mirac ile ilgili olduğu açıkça
belirtilmiş, daha ilerisinde ise muhtemeldir. Fakat Alâî Tefsiri'nden Âlûsî'nin
naklettiğine göre, Resulullah'ın İsra gecesi biniti beş tane idi. Birincisi
Beytü'l-Makdis'e kadar Burak. İkincisi dünya göğüne kadar Mi'rac; üçüncüsü
yedinci göğe kadar meleklerin kanatları; dördüncüsü Sidre-i Münteha'ya kadar
Cibril'in kanadı; beşincisi Kâbe Kavseyn'e (Mirac gecesi iki yay arası kadar
Allah'a yaklaşmasına) kadar Refref (manevî bir binek)
Gerçi Allah'ın kudretine göre bu vasıtalara
gerek yoktur. Yüce Allah'ın dilediğini bir anda herhangi bir yere ulaştırmaya
gücü yeter. Fakat bütün bunlar, âyetlerini göstermek ve ikramını ortaya koymak
cümlesinden sayılır. Çünkü "Ona âyetlerimizden gösterelim diye"
ifadesi gereğince İsrâ'nın hikmeti âyetleri (alâmetleri) göstermektedir.
Tefsircilerden bazıları gök cisimlerinin hareketlerinin süratlerinden bilimsel
misaller getirerek İsrâ ve Mirac'daki süratli yürüyüşü akıllara yaklaştırmaya
çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya ilâhî âyetlerden olan bir harika, tabiî
bir görüş açısı ile açıklanabilmekten uzaktır. Tabiî bir tasarı, benzerlerine
göre düşünmek demektir. Halbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzerleri ile
düşünmeye kalkışmak çelişki olur. O, ancak müşahede veya haber ile bilinir.
Gerçi İsrâ'yı iyice tetkik edebilmek için Burak hadisi bize bir düşünce
prensibini vermiyor değildir. Çünkü Burak kelimesinin berk (yıldırım)
maddesinden türemiş olduğu apaçıktır. Peygamberimizin hadisinde onun
tanımlanması şu şekildedir: "Boyu merkebden büyük, katırdan küçük bir hayvandır
ki, ayağını gözünün (gördüğü yerin) son noktasına basar". Bu ise şimşek ve
elektrik süratini anlatır. Biz bu prensiple İsrâ'nın süratini bir dereceye
kadar düşünmek ve böyle bir nakliye vasıtası üzerine binenin elektrikten
etkilenmeyerek hiç sarsılmaksızın tam sükunet ve huzur içinde mesafeyi
katlayabileceğini düşünebiliriz. Ve bu şekilde Burak ve Mirac vasıtalarının
özel olarak tahsisine bir hikmet yönü de düşünebiliriz. Fakat bütün bunlar, en
fazla noksan akıldan tam akla yaklaştıracak iman delilleri olabilir. Yoksa yer,
zaman, hareket, ruh nitelikleri meselelerinin mahiyetiyle ilgili bulunan ve
yüce Allah'ın kudretinin en büyük âyetlerinden olan Mirac mucizesi üzerinde
düşünmek, aklın anlayış ölçüsünden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki o
Mirac nitelendirilemeyecek kadar yücedir. Bu konuda şundan başka ne
söylenebilir? O, her şeye gücü yeten ve sevendir. Hiçbir şey O'nu aciz
bırakamaz. Nurundan yarattığı dostunu (Hz. Muhammed'i) ziyaretine davet etmiş,
meleklerinin ileri gelenlerinden gönderdiklerini göndermiş. Cibril, binitinin
özengisini, Mikail de yularını tutmuş. Nihayet bir sınıra kadar varmış, sonra
da noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah, dilediği şekilde o işi kendisi
üslenmiş. Şimdø O Allah'ın dostuna uzun gelecek hangi mesafe ve nurlu cesedine
engel olacak hangi cisim düşünülebilir?
"Huzvâ'yı geç, orada latîf bir âlem
vardır ki Ruhlar onun cesetlerinin kalıntılarındandır."
Farsça bir şiirde şöyle denilmiştir:
"Renk Onu, yani Muhammed (s.a.v.)'i
âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük. Bu şekilde Mirac,
Peygambere âyet göstermekten ibaret değil, Peygamberin kendisini bir âyet
olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten Necm Sûresi'nin inişi daha önce
olduğuna göre, Peygamber hakkında; "Andolsun, O, Rabbinin âyetlerinden en
büyüğünü gördü" (Necm, 53/18) anlamı daha önce gerçekleşmiştir. Ve o,
kendisi Allah'ın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ'nın hikmeti de ona
göstermeden çok, onu göstermeye daha uygundur.
Muhakkak ki, ancak o, herşeyi işiten ve
herşeyi görendir. Tefsircilerin çoğu, bu zamiri yüce Allah'a işaret etmek üzere
tefsir etmişler ve meâlini şöyle açıklamışlardır: O noksan sıfatlardan münezzeh
zattır ki, ancak o, kulunun gizli ve açık bütün hallerini gerçek anlamda gören
ve haberdar olan ve bundan dolayı, bu yüksek makama ehil ve layık olduğunu
bilendir. Onun için bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde ikramda
bulunmuştur. Bu şekilde âyet, gıyabdan (üçüncü şahıstan) birinci şahısa iltifat
(çevirme) ile başlamış ve birinci şahıstan üçüncü şahısa iltifat ile son bulmuş
olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir tehdid mânâsını da gerektirir.
Ebu'l-Bekâ'nın naklettiğine göre, bazı tefsirciler de zamirin Peygambere işaret
ettiğini söylemiş ve âyetin meâlinde demiştir ki: "Gerçekten sözümüzü
işiten ve zatımızı gören yalnız o kuldur". Bu şekilde üçüncü şahısa
iltifat yoktur. Ve âyet, zahirine göre yorumlanmıştır. Ancak "zatımızı
gören" diye tefsir etmek için açık bir ipucu yoktur. "O gösterdiğimiz
âyetleri gören" demek daha açıktır. Bununla birlikte Tıybî demiştir ki:
"Zamirin böyle iki ayrı yoruma muhtemel olarak gelmesinin sırrı, Hz.
Peygamberin yüce Allah'ı görmesi ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın
sözünü işitmesi ve ancak, "Benim yardımımla işitir ve benim yardımımla
görür." Hadisi şerifin mânâsı üzere olduğuna işaret olsa gerektir. (Yunus
Sûresi'ndeki "Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir?" (âyetin
tefsirine bkz. 10/31)
Şimdi İsrâ'dan bahsedilirken mutlaka Hz.
Musa'nın mikatı (Onun için belirlenen zaman) hatırlanacaktır. Dolayısıyla
Musa'nın: "Sen asla beni göremeyeceksin." (A'râf, 7/143) hitabı ile
karşılandığı "Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya
geldiğinde..." (A'râf, 7/143) âyeti ile Hz. Muhammed'i Allah'ı görmeye
götüren bu İsrâ âyeti arasında bir düşünülürse, Allah ile konuşan Hz. Musa'nın
makamı ile, Allah'ın habibi Hz. Muhmmed'in makamı arasındaki fark açıkça
anlaşılır. Buna işaret etmek üzere sözü İsrâ'dan Musa'ya nakletmekle
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
2- Musa'ya da kitap verdik ve beni bırakıp
başkasını vekil edinmeyiniz diye onu İsrail oğulları için bir hidayet rehberi
kıldık.
3- Ey Nuh'la beraber gemiye taşıyarak
kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar! Doğrusu o çok şükredici bir kuldu.
2- Şöyle diye ki, yani Tevrat'ın hidayetinin
esası şu idi ki benden başka vekil edinmeyin, işlerinizi havale edecek, benden
başka Rab tanımayın.
3-4- Nuh ile beraber yüklediklerimizin
çocukları. Ey Nuhun gözetiminde gemiye bindirip tufandan kurtardığımız birkaç
müminin çocukları!Yani ey bugünkü insanlar! Siz bu aslınızı düşünmelisiniz.
Yalnız bunu düşünseniz başka vekil edinilemeyeceğini anlarsınız. Doğrusu o Nuh
çok şükreden bir kuldu. Her durumunda şükrederdi. Yani siz niye nankörlük
ediyorsunuz?
Meâl-i Şerifi
4- Biz İsrailoğulları'na Tevrat'ta şu hükmü
verdik: "Muhakkak siz, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve
muhakkak büyük bir yükselişle yükseleceksiniz."
5- Birincisinin zamanı gelince,üzerinize güçlü
kuvvetli kullarımızı gönderdik. Onlar, evlerin aralarına girip araştırdılar. Bu
yerine getirilmesi gereken bir vaad idi.
6- Sonra sizi tekrar o istilacılar üzerine
galip kıldık ve size mallarla ve oğullarla yardım ettik. Ve toplum olarak sizin
sayınızı artırdık.
7- Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik
etmiş olursunuz ve eğer kötülük ederseniz yine kendinizedir. Artık diğer
fesadınızın zamanı gelince, yüzlerinizi üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları
ve ilk kez girdikleri gibi yine Beyt-i Makdis'e girmeleri, ele geçirdikleri
yerleri mahvetmeleri için onları tekrar göndereceğiz.
8- Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama
siz tekrar dönerseniz biz de döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir
zindan yaptık.
Biz, kitapta İsrail oğullarına şu hükümleri
bildirmiştik. Muhakkak siz, bu mukaddes toprakta iki defa fesat çıkaracaksınız
ve muhakkak ki çok büyük bir azgınlıkla taşacaksınız. Fesadın çıkış yeri bu
olarak.
5- Onlardan birinci fesadın zamanı gelince,
birinci fesat devrinizin zamanı olup ceza sırası geldiği zaman ki, İbnü
İshak'ın rivayetine göre, Şa'ya (a.s.)yı öldürdükleri zamandır.
İbnü Cerir Tefsiri'nde geniş bir tarzda
açıklanmış olan bu kıssa, ibret alınacak öğütleri kapsadığından burada
nakledilmesi faydalı olacaktır. Şöyle ki:
İsrailoğulları'nda bir çok olaylar meydana
gelmiş, günahlar işlenmişti. Yüce Allah, bunlarla onları sorumlu tutmamış,
kendilerine iyilik ve ihsan ile muamele etmişti. Nihayet, İsrailoğulları
padişahlarından Sıddıka ismindeki padişahları zamanında olaylar büyümüştü. O
zaman Şa'ya (a.s) onlara peygamber olarak gönderilmiş ve Babil hükümdarı
Sencarib'in hücum ve istilası bertaraf edilmişti. Şa'ya b. Emsiya (a.s.) İsa ve
Muhammed (a.s)i müjdeleyen bir peygamber idi. Sıddıka, onun vahiy ve
nasihatları ile amel etmiş ve başarılı olmuştu, O vefat edince İsrailoğulları'nın
işleri karışmış, hükümranlıkta yarışmaya düşmüşler, birbirlerini öldürmeye
başlamışlardı. Şa'yâ'yı dinlemiyorlar, nasihatlarını kabul etmiyorlardı. O
vakit, yüce Allah, Şa'ya (a.s)ya buyurmuş ki: "Kalk! Kavmin içinde senin
dilin üzere vahy edeceğim". Adı geçen kalkmış yüce Allah da onun dilini
vahy ile konuşturup buyurmuş ki:
"Ey gök dinle! Ey yer sus! Çünkü Allah
Teâlâ İsrail oğulları'nın durumunu anlatacak."
O İsrailoğulları ki, kendi nimetiyle büyütmüş,
kendisi için seçmiş, ihsanı ile seçkin kılmış, kullarına üstün kılmış ve
ihsanıyla başkalarına üstün tutulmuştu. Halbuki onlar, çobanı olmayan kaybolmuş
davar gibi idiler. Öyle iken ürkenlerini yatıştırdı, kaybolanlarını topladı,
kırıklarını sardı, hastalarını tedavi etti, zayıflarını semizlendirdi,
semizlerini korudu. Bunu yaptığı zaman azdılar, koçları tosuşmaya başladı,
birbirlerini öldürüyorlar, hatta kırığı kendine sarılacak sağlam bir kemik bile
kalmadı. Yazıklar olsun bu hata yapan ümmete! Yazıklar olsun şu hata yapan
topluma ki, ölümün kendilerine nereden geldiğini anlayamıyorlar. Deve bile
vatanını hatırlar da ona döner gelir. Eşek bile üzerinde doyduğu bağı hatırlar
ve ona geri döner. Öküz bile semizlendiği şenliği hatırlar ve ona döner gelir.
Bu toplum ise öküz değil, eşek değil, akıl sahipleri oldukları halde, ölümün
kendilerine nereden geldiğini farketmiyorlar. Ben onlara bir misal vereceğim,
dinlesinler, onlara de ki:
"Bir zaman boş, harap, bayındır olmayan
ölü bir arazi vardı. Ve bunun kuvvetli ve bilgili bir de sahibi vardı. Onu imar
etmeye başladı. Kendi kuvvetli iken arazisinin harap olmasını veya bilgili iken
boşuna harcadı denilmesini istemedi. Etrafını duvarla çevirdi, içinde sağlam
bir köşk yaptı, ortasından ırmak geçirdi. Zeytinden, nardan, hurmadan, üzümden
ve türlü türlü meyvelerin hepsinden cins cins ağaçlar dikti ve onu kuvvetli,
güvenilir, görüş sahibi, çalışkan bir korucunun korumasına emanet bıraktı, gelişmesini
bekledi. Tomurcuklandığı ve meyveleri keçi boynuzu çıktığı zaman, "Aman bu
ne kötü arazidir! Bunun duvarını, köşkünü yıkalım, ırmağını kapayalım,
bekçisini yakalayalım, ağaçlarını yakalım; eskiden olduğu gibi harap olsun,
imardan iz ve eser kalmasın" dediler. Bu davranışı nasıldır, buna ne
dersiniz? Allah buyurdu ki: "O duvar benim zimmetim (koruluğum), köşk
şeriatım, nehir kitabım, koruyucu peygamberim, dikilen ağaçlar da onlar, o
ağaçların çıkardığı keçi boynuzu da onların kötü amelleridir. Ben de onlara,
kendi aleyhlerine verdikleri hükümle hükmettim. O, onlara Allah'ın verdiği bir
misaldir. Bana sığır ve koyun kesmekle yaklaşmak istiyorlar. Halbuki et, bana
ulaşmaz ve ben onu yemem. Bana takva ile, haram kıldığım nefisleri
boğazlamaktan sakınmakla yaklaşmayı bırakıyorlar. Kanlarla elleri boyanmış,
elbiseleri bulaşmış. Benim için evler ve ibadet edilecek yerler yükseltip
sağlamlaştırıyorlar ve onların içlerini temizliyorlar da kendi kalblerini ve
vücutlarını pisliyorlar ve kirletiyorlar. Benim için evleri ve ibadet yerlerini
yaldızlı nakışlarla süslüyorlar da akıllarını, fikirlerini bozuyorlar. Benim
evleri yükseltip sağlamlaştırmaya ne ihtiyacım var? Ben o evlerde oturmam,
benim nakışlı ibadet yerlerine ihtiyacım mı var? Ben onlara girmem, ben onların
yükseltilmesini ancak içlerinde zikir ve tesbih edilmem için ve namaz kılmak
isteyenlere bir alâmet olması için emrettim."
Diyorlar ki: "Eğer Allah'ın, bizim
dostluğumuzu ve kaynaşmamızı pekiştirmeye gücü yetse idi elbette toplardı. Ve
eğer bizim kalblerimize anlatmaya Allah'ın gücü yetse idi mutlaka anlatırdı.
"İki kuru ağaç al, en çok birleştikleri bir sırada birleştikleri yere var.
O iki ağaca hitap ederek Allah da size ikinizin bir ağaç olmanızı emrediyor.
Bunu söyleyince iki ağaç birbirine karışıp hemen birleştiler. Bundan dolayı
Allah, buyurdu ki: "Söyle onlara gördünüz ya ben, iki kuru ağacı
birleştirmeye kadirim. Dileseydim sizin dostluğunuzu birleştirmez miydim veya
kalplerinize söz geçiremez miydim? Halbuki ona ben şekil verdim."
Diyorlar ki: "Oruç tuttuk, orucumuz kabul
makamına yükselmedi, namaz kıldık namazımız nurlanmadı, sadaka verdik
sadakalarımız sebebiyle malımız artırılmadı, güvercin gibi inleyerek dualar
ettik, kurtlar gibi uluyarak ağladık hiç biri işitilmedi, dualarımız kabul
edilmiyor."
Allah buyurdu ki: "Onlara sor, benim
duaları kabul etmeme engel olan nedir? Ben işitenler içinde en fazla işiten,
bakanlar içinde en fazla gören, cevap verenlerin en yakını, merhamet edenlerin
en merhametlisi değil miyim? Elimdeki şeyler mi azdır? Nasıl olur ki? Benim
kudret ellerim iyilik yapmaya açıktır, dilediğim gibi harcarım ve bütün
hazinelerin anahtarları benim yanımdadır. Onları benden başkası ne açar, ne
kapatır. Gerçekten benim rahmetim her şeyi kapsar. Birbirlerine merhamet
edenler ancak o sayede ederler. Yoksa sonradan cimri mi oldum? Ben cömertlerin
en cömerdi, bütün iyilikleri yapmayı sevenim; verenlerin en cömerdi,
kendisinden dilek istenenlerin en fazla kerem sahibi değil miyim? Eğer şu kavim
benim kalblerinde parlattığım, ondan sonra kendilerinin onu atıp da dünyayı
satın aldıkları hikmet ile nefislerine bir göz atsalardı, nereden
vurulduklarını görürler ve en büyük düşmanlarının, kendi nefisleri olduğunu tam
olarak bilirlerdi."
"Ben onların yalan sözle ayıp ve
kusurlarını örterek iyi göründükleri, haram yemekle kuvvet almak istedikleri
oruçlarını nasıl kabul ederim? Onların kalbleri benimle savaşmaya, yarışmaya
kalkışan, haram kıldıklarımı işleyenlere kulak verip dururken namazlarını nasıl
nurlandırırım? Veya sadakaları benim katımda nasıl zekat yerine geçer
(Mallarını temizler) ki? Onlar başkalarının mallarını sadaka olarak veriyorlar.
Ben onlarla ancak kendilerinden gasbedilmiş olan sahiplerini mükafatlandırırım.
Hem dualarını nasıl kabul ederim ki? O ancak dilleri ile söyledikleri bir
sözdür, yaptıkları ise ondan çok uzak ve farklıdır. Ben ancak yumuşak huylunun
duasını kabul ederim, ancak zavallı zayıf yoksul kimselerin sözünü dinlerim ve
yoksulların, miskinlerin rızası benim rızamın alâmetlerindendir. Fakirlere
merhamet, zayıflara yanaşma, mazluma insaf, malı gasb edilene yardım, hazırda
bulunmayana adalet etseler dullara, yetime, yoksula ve her hak sahibine hakkını
verseler! Bana insanla konuşmak yaraşsaydı ben onlarla konuşurdum."
"Ve o vakit gözlerinin nuru, kulaklarının
duyma gücü, kalblerinin anlayışı olurdum. Ve o vakit bellerini doğrultur,
ellerinin ve ayaklarının kuvveti olurdum. Ve o vakit dillerini ve akıllarını
sağlamlaştırırdım."
"Sen benim peygamberlik işlerimi tebliğ
edip, onlar sözümü işittikleri zaman: "Bunlar uydurma laflar, birinden
birine miras kalan lakırdılar, büyücülerin ve kâhinlerin yazdıkları eserlerden
bir eserdir" diyorlar. Ve kendileri de böyle bir söz söylemek isteseler
yapabilirler ve şeytanların onlara yapacağı vahy ile gaybden haberdar olabileceklerini
iddia ediyorlar. Ve hepsi bu söylediklerini gizliyor, sır tutuyor. Durum böyle
ise onlar bilirler ki, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve onların
açıkladıkları ve gizledikleri şeyleri de bilirim. Ben gökleri ve yeri
yarattığım gün, kendim için var ettiğim bir hüküm verdim. Ve ona önünde süreli
bir zaman belirledim ki mutlaka o, gerçekleşecektir.
Eğer onlar gayb ilminden çalmalarında doğru
iseler, haydi sana haber versinler ben o hükmü ne zaman tatbik edeceğim, o ne
zaman olacak?. Eğer onların, dilediklerini yapmaya güçleri yetiyorsa, benim onu
yapacağım kuvvet gibi bir kuvvet göstersinler. Ben onu müşriklerin istememesine
rağmen, her dinin üstüne çıkaracağım. Eğer onların, dilediklerini söylemeye
güçleri yetiyorsa, o hüküm emrini vereceğim. Hikmetin benzerini telif etsinler
(yazsınlar). Çünkü ben gökleri ve yeri yarattığım gün şöyle hükmettim:"
Peygamberliği, ücretle çalışanlar içinde kılayım, mülkü çobanlara, yüceliği
alçak kimselere, kuvveti zayıflara, zenginliği fakirlere, serveti malı en az
olanlara, şehirleri kırlara, kaleleri çöllere, beredayı enginlere, ilmi
cahillere, hükmü okuma-yazma bilmeyenlere çevirip vereyim."
Şimdi onlara sor bu, ne zaman? Ve bunun başına
geçecek kimdir? Kimin eli ile ben bu sünneti açacağım? Bu işin yardımcıları ve
destekleyenleri kimlerdir? Biliyorlarsa söylesinler. Ben bunun için okuma,
yazma bilmeyen bir peygamber göndereceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda
bağırmaz, edebe ve terbiyeye uymayan davranışta bulunmaz, edebe aykırı söz
söylemez. Ben, ona her güzellik için doğru bir davranış vereceğim, her güzel
ahlâkı ona bağışlayacağım. Sükuneti elbisesi, iyiliği prensibi, takvayı gönlü,
hikmeti düşüncesi, doğruluk ve vefakarlığı tabiatı, affı ve şeriatın hoş
gördüğü şeyleri ahlâkı, adalet ve iyiliği yaşantısı, hakkı şeriati, hidayeti
imamı, İslâmı milleti, Ahmed'i ismi kılacağım. Sapıklıktan sonra onunla hidayet
edeceğim. Cahillikten sonra onunla öğretim yapacağım, düşkünlükten sonra onunla
yükselteceğim, tanınmazken onunla şan vereceğim, azlıktan sonra onunla çoğaltacağım,
darlıktan sonra onunla zenginleştireceğim, ayrılıktan sonra onunla
toplayacağım. İhtilafa düşen kalbleri, dağınık arzuları, bölünmüş ümmetleri
onunla birleştireceğim. Ümmetini, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet
yapacağım.
Benim birliğime inanmak için bana iman ve
ihlas ile şeriatın uygun bulduğunu emredecek ve şeriatın yasakladıklarını
nehyedecekler. Ayakta, oturarak, rukua vararak ve secde ederek bana namaz
kılacaklar. Benim yolumda saf tutarak ve düşmana karşı yürüyerek savaşacaklar. Benim
rızamı elde etmek için mallarından, yurtlarından çıkacaklar. Ben onlara
camilerinde, meclislerinde yattıkları, gezdikleri yerlerde tekbir, tevhid,
tesbih, hamd, övgü ilham edeceğim, Sokak başlarında tekbir, tehlil ve takdis
edecekler. Benim için yüzlerini, el ve ayaklarını temizleyecekler, bellerine
elbiseler (ihramlar) bağlayacaklar, kurbanları kanları, kitapları göğüsleri,
gece rahip, gündüz arslan. O benim bir lütfumdur ki, dilediğime veririm. Ve ben
çok büyük lütuf sahibiyim.
Şa'yâ (a.s) sözünü bitirince öldürmek için
üzerine saldırmışlar. O da kaçıp bir ağaca gizlenmiş, eteğinin dışarda kalan
ucunu görmüşler, testereyi dayayıp onu ağaç ile beraber biçmişler. Sonra Ermiyâ
(a.s.)'yı da hapsetmişler. Allah Teâlâ da Buhtu Nassar'ı onlara musallat edip belalarını
vermişti.
Nitekim buyuruyor ki: Şiddetli savaşçı ve
güçlü, kendisinden hoşlanılmayan kullarımızdan üzerinize saldık. Burada
izafette (tamlama ile) marife olarak: "kulumuz" buyurulmayıp nekire
olarak "bir kulumuz" buyurulması bunların, Allah'a nisbet edilerek
anılacak, marifet ve ibadetleri makbul kulları olmadığına işarettir. Yani bu
belirsiz yapmada "O'nun kulu" ifadesindeki belirlilik gibi özel
tamlama ile bir şereflendirme mânâsı değil, şiddetli bir korkutma ve dehşet
mânâsı vardır. Gerçekten yüce Allah, âlemlerin Rabbi olduğu için, aslında mümin
de kâfir de onun kuludur. Ve düşünmeli ki, mümin iken azan bir kavme, kâfir bir
kavmin musallat kılınması ne korkunç şeydir. Salih ellerle ıslah kabul etmeyen
kavimleri bekleyen sonuç ta budur. Bazı tefsirciler, bu olayın Câlut olayı
olduğunu söylemişlerse de çoğunluk, "Buhtu nassar" olayı demişlerdir.
Bununla beraber esas önemli olan taraf, olayın zaman ve şahısları değil, özel
mahiyeti ile hikmetidir. Kur'ân'da da ancak bu nokta anlatılmıştır. Onun için
en doğrusu şahıslar ve zamanların belirlenmesi ile uğraşmayarak olayı,
Kur'ân'ın açıklaması yönüyle kökü ve hikmeti ile ele almaktır.
Allah'ın yüceliği, onlara o korkunç kulları
saldırttı da evlerin aralarını yokladılar. Yani öyle istila ettiler, öyle can
kırımı yaptılar ki, herkese açık genel yerlerden başka, evlerin aralarını
arayıp öldürecek İsrailoğulları'nı aradılar ve bu, yerine getirilmiş ve vaad
oldu. Yani birinci fesat döneminde vaad edilen hüküm ve alın yazısı bu şekilde
gerçekleşti, tamam oldu. (Bakara Sûresi'ndeki "Veya altı üstüne gelmiş bir
şehire uğrayan kimseyi görmedin mi?" (2/259) âyetinin tefsirine bkz.).
6- Sonra da size, onlar üzerine tekrar
saldırma imkânını verdik. Devletinizi tekrar verdik ve sizi malllarla ve
oğullarla destekledik ve sizi orduca çoğalttık.
7- Şöyle diyerek ki: Eğer iyilik ederseniz;
Allah'a itaat, emir ve yasaklara riayet etmekle güzel çalışır, iyilikler
yaparsanız kendinize iyilik etmiş olursunuz. Çünkü o iyilik ve itaatin
bereketleriyle yüce Allah, size her türlü iyilik ve bereket kapılarını açar ve
eğer kötülük yaparsanız o da kendi aleyhinizedir. Allah'a isyan eder, yasak
şeyler ve bozgunculuk peşinde olursanız, kendinize kötülük etmiş olursunuz.
Çünkü isyan ve bozgunculuğun uğursuzluğu ile, üzerinize dünya ve ahiret
cezalarının kapıları açılır. Demek ki İsrailoğulları devletinin bu şekilde geri
verilmesi Allah'ın bir yardımı olmakla beraber, aynı zamanda kendilerinin iyi
çalışmalarıyla da ilgili idi. O acı terbiye ile tevbe etmişler, durumları
düzelerek güzel çalışmışlar. "Allah onu yüz sene öldürdü."
(Bakara,2/259) âyetinin mânâsı gereğince, yüz seneden sonra da olsa
başarmışlardı. Fakat bu iyilik, devam etmeyip ikinci bozgunculukları başlayacak
ve o vakit son cezalandırma zamanları gelecek, kötülükleri yüzlerine
çarpılacak, devletleri başlarına yıkılacaktı. Nitekim şöyle buyurulmuştur:
Bunun üzerine sonraki cezalandırma zamanı gelince; önce haber verilen iki defa
fesat çıkarmaktan sonuncusunun cezalandırılma zamanı gelince ki bu da Yahya
(a.s)yı öldürme ve İsa (a.s)yı öldürme ve çarmıha germeye kalkıştıkları
zamandır yüzlerinizi kötü duruma sokmak için ve ilk kez girdikleri gibi
Mescid'e (Kudüs'e) girmeleri için ve her istila ettiklerini mahvetmeleri
içindir. Krallar taifesinden Babil kralı Cuder veya Cürdus diye rivayet edenler
olmuşsa da bu üç facianın sonucu bir olayın safhaları veya birçok olayların
zincirleme ardarda meydana gelmesi olarak düşünülebilir. Her birinde
"lâm"ın açıkça ifadesi ikinci ihtimali daha fazla andırır. Bu yıkımı
yapan şiddetli kuvvet sahipleri de tarihi bilgilere göre Totistan Kostantin'e
kadar Romalılar olmuştu.
(Bakara Sûresi'ndeki "Allah'ın
mescidlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların harab olmasına
çalışandan daha zalim kim vardır?" (Bakara, 2/114)
8-Bundan sonrasına gelince:
Rabbinizin size rahmet etmesi yakındır. Yani
âlemlere rahmet olan ahir zaman peygamberinin gönderilmesi ve sizin o
saldırılardan kurtulmanız ümidi artık yakındır. Şu şartla ki siz düzelme yolunu
tutarsanız. Şayet siz yine dönerseniz; eskisi gibi bozgunculuğa geri dönerseniz
biz de döneriz. Yine cezalandırırız. Ve biz cehennemi kâfirler için bir
kuşatıcı, çıkılması imkansız bir hapishane kılmışızdır. Yüce Allah'ın hükmü ve
yargısı olan bu hükümler, vaktiyle İsrailoğulları'na gönderilen kitapta Tevrat
ve ekleri olan sahifelerde bildirilmiş idi. Onların takdirleri böyle idi.
Şimdi o yakın olan rahmet nerededir, diyecek
olurlarsa, işte:
Meâl-i Şerifi
9- Şüphesiz ki bu Kur'ân, insanları en doğru
ve en sağlam yola iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir ecir olduğunu
müjdeler.
10- Ahirete inanmayanlara da can yakıcı bir
azab hazırlamışızdır.
9-10- Gerçekten işte bu Kur'ân en doğru, en
sağlam yola irşad eder ve salih amelleri, yani Kur'ân'da açıklanan iyi işleri
yapan müminleri müjdeler ki: Kendileri için büyük bir mükafat muhakkak vardır.
Ahirete inanmayanlara da çok acı bir azab hazırladığımız gerçektir. Şu halde
buna karşı insanların yapacağı şey, iman ile iyi amelleri işleyip o büyük
mükafatı istemek ve o acı azabdan korunmaktır. Fakat:
Meâl-i Şerifi
11- İnsan, hayrın gelmesine dua ettiği gibi
kötülüğün gelmesine de dua eder. İnsan pek acelecidir.
12- Biz geceyi ve gündüzü varlığımıza delalet
eden birer delil kıldık. Sonra Rabbinizden bir lütuf aramanız, yılların
sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip (yerine) eşyayı
aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz her şeyi uzun uzadıya
anlattık.
13- Her insanın amel defterini boynuna
doladık, kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız.
14- "Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak
sana nefsin yeter!" deriz.
15- Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği
için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar
başkasının günah yükünü çekmez. Biz bir Peygamber göndermedikçe, hiç kimseye
azab edecek değiliz.
16- Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz
zaman, şımarık varlıklılarına emrederiz, onlar itaat etmeyip orada kötülük
işlerler. Böylece, o ülke helaka müstahak olur, biz de onu yerle bir ederiz.
17- Hem Nuh'tan sonra nice nesilleri helak
ettik. Kullarının günahlarını bilmek ve görmekte Rabbin yeter.
18- Her kim peşin isterse, dünyada ona,
istediğimiz kimseye, dilediğimiz kadarını peşin veririz. Sonra ona cehennemi
hazırlarız; kınanmış ve (rahmetimizden) kovulmuş olarak oraya girer.
19- Kim de ahireti isterse ve mümin olarak
kendine yaraşır bir çaba ile onun için çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının
karşılığı verilir.
20- Hepsine; (dünyayı isteyenlere de, ahireti
isteyenlere de) Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış
değildir.
21- Bak! Onların bir kısmını diğerine nasıl
üstün kıldık! Elbette ahiret, hem dereceler bakımından daha büyüktür, hem de
üstünlük bakımından daha büyüktür.
22- Allah ile birlikte başka bir ilâh edinme!
Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.
11- İnsan hayra dua eder gibi, şerre de dua
eder veya şerri davet eder. Sanki o büyük mükafata dua ediyormuş gibi, o acıklı
azaba dua eder. Veya yaptıkları ile o azabı davet eder. Bunun sebebi de şudur:
İnsan pek acelecidir. Sonra olacak şeyin vaktinden önce hemen olmasını ister.
Sabır ve tahammül zoruna gider de iman ile yararlı işlerden önceye alarak o
büyük mükafatı isteyecek yerde, acelesinden imansızlar hakkında hazırlanmış
olan çok acı azaba dua eder. Onun bir an önce hemen yerine getirilmesini bir
iyilik ister gibi ister ve bu şekilde kendisine kötülüğü davet etmiş olur.
Çünkü bir şeyin vaktinden önce acele, olarak gerçekleşmesini isteyen kimse, o
şeyden mahrum edilmekle azarlanır. Bundan dolayı müminler, kötülüğe dua
etmemeli, sabır ve ihtiyat ile hayra dua etmeli ve yararlı işleri yapmaya
teşebbüs ile hayra davet etmelidir.
İnsanın çok aceleci olması bir de şu mânâyı
kapsar: İnsan peşincidir. Veresiyeden daha fazla peşine heves eder. Ahireti,
dünyada görmek ister. Onun için insanların birçoğu ahireti bırakır da dünyayı
ister. O büyük ücrete önem vermez, o acıklı azabı hesaba almaz. Ve bu şekilde
kendisine hayır istiyormuş gibi kötülüğü davet eder. Ki bu mânâ biraz sonra
(17/18) âyeti ile açıklanacaktır. Özetle her kişisinde veya bütün durumlarında
değil, cinsi itibarı ile veya bazı durumlarda insan çok acelecidir. Ve
acelesinden iyilik ve kötülüğü birbirinden ayırmaz, sonunu gözetmez. Zaman
âyetlerini hesaba almaz da kendine iyiliği davet ediyormuş gibi bir tehlike ile
kötülüğü davet eder.
12- Halbuki biz gece ve gündüzü iki âyet
yaptık. Gece ve gündüz denilen iki alâmet ki değişme ve birbirini takip etmekle
zamanın akışına ölçü ve onun üzerinde hüküm ve tasarruf icra eden Allah'ın
kudretinden birer nişanedirler. Bunları yaparken gece âyetini sildik. Bu nazım,
ihtibâk sanatı cinsinden bir icaz ile şu mânâya işaret eder ki, gece ve
gündüzün kendilerini iki âyet yaparken, her biri için de birer âyet yaptık ve
bunun için gece âyetini sildik. "Gündüz âyetini gösterici kıldık."
Gece âyeti karanlık veya ay, gündüz âyeti de ışık veya güneştir. Fakat burada
gece âyeti, karanlık ile tefsir edilecek olursa; karanlığın silinmesi, gündüz
âyetinin mânâsı demek olacağından bu fıkra, ikincisinden fazla bir fayda ifade
etmemiş olacaktır. Şu halde gece âyetinden maksadın ay olması ve karanlığın
bunun mahvedilmesinden anlaşılması daha açıktır. O halde ayın mahvedilmesinden
maksat nedir? İbnü Abbas demiştir ki: "Gece âyeti olan ay, güneş gibi
aydınlatıcı idi, aydınlığı mahvedildi ve ayın yüzündeki karaltı o mahvın izidir."
İbnü Ebi Hâtem'in rivayet ettiğine göre, Muhammed b. Ka'b-ı Kurazî demiştir ki:
Gece bir güneş, gündüz de bir güneş vardı. Gece güneşi mahvedildi ve işte
aydaki silinti odur." Delâilü'n-Nübüvve'de Beyhaki ve İbnü Asâkir, Saîd-i
Makbürî'den şöyle rivayet etmişlerdir ki: "Abdullah b. Selam, Peygamber
(s.a.v) den aydaki karaltıyı sordu. Resulullah dedi ki: 'İkisi de güneş idi,
yüce Allah "Biz gece ve gündüzü iki Ayet kıldık ve gece âyetini
sildik" buyurdu. Şimdi gördüğün karaltı o silintidir." Bunlar, gibi
daha diğer izler de vardır. Demek ki ay önce güneş gibi aydınlatıcı olarak
yaratılmıştı, o da bir güneş demekti. Ve o halde güneş gibi ısısı da vardı.
Sonra yüce Allah o güneşi sildi, yani söndürdü ve böylece şimdi bildiğimiz gece
âyeti olan ay meydana geldi. Şu halde gerek ayın yüzündeki karaltı ve gerek
aksettirdiği ışığının büyüyüp küçülmesi ve nihayet kamerî ayın son üç gününde
kaybolup yeni bir hilâl olarak ortaya çıkması, o silmenin bir eseri ve
neticesidir. Ayın nuru kendiliğinden olmayıp güneşten elde edildiği, eskiden
beri astronomi ilmi bilginlerince bilinirse de ayın, önceleri güneş gibi
aydınlatıcı iken, sonradan böyle mahvedilip sönmüş olduğu bilinmiyordu.
Kur'ân'ın bildirmiş olduğu bu gerçeği nihayet zamanımız bilim adamları almış
kabul etmiş ve bu günkü bilimsel düşüncelerini bu temel üzerine takip etmekte
bulunmuşlardır. Gök cisimlerinin meydana gelme şekilleriyle ilgili teorilere
yol açmış olan bu ayın silinmesi meselesi, bilimsel açıdan çok önem taşıdığı
gibi, dini açıdan da öyledir. Çünkü kıyamet hallerinden "Güneş dürülüp
söndürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp düştüğü zaman..." (Tekvîr, 81/1-2)
âyetleri ile bildirilen güneşin dürülüp söndürülmesi, yıldızların kararıp
düşmesi hadiselerinin düşünülüp tasdik edilmesini önceden bir misal ile ibret
bakışına sunmaktır. Kıyamet ve ahireti hesaba aldırmak için, zamanın değişim
seyrini mütalaa ettirmek hikmetiyle gece ve gündüz âyetlerini söz konusu eden
bu âyetin gelişi de özellikle bu ibret ile ilgilidir. Böylece buyuruluyor ki,
gece âyetini mahvettik ve gündüz âyetini bir gösterici kıldık. Yani güneşi,
gözü olanlara herşeyi görecek bir görme vasıtası olan ışık ile parlak yaptık ve
mahvetmedik ki Rabbinizden lütuf isteyesiniz. Bu hitabın insan cinsine yönelik
olduğu dikkate alınırsa bundan anlaşılır ki, yer üzerinde insan cinsi ayın
silinmesinden sonra yaratılmış ve gece ile gündüzün birbirinden ayrılması insan
hayatının feyiz sebeplerinden birisi olmuştur. Bu şekilde mânâ şöyle olur:
Bunların böyle yapılması şu hikmetler içindir ki siz, hayata mazhar olup görüş
ve düşünce sahibi insanlar olasınız da bunları yapan ve sizi yetiştiren
Rabbinizin büyüklüğünü anlayarak çalışsanız; fakat kötülük ve noksanlık için
değil, O'nun lütuf ve kereminden hayırlı kazanç ve ilerleme istemek için
çalışasınız ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. Geceleriyle ve
gündüzleriyle, aylarıyla ve yıllarıyla zamanı ölçüp önünü sonunu, dünyayı ve
ahireti hesap edesiniz ve dünyaya güvenip ahiretteki hesabı unutmayasınız diye,
bunları böyle yaptık. Ve her şeyi geniş olarak açıkladık. Yani yaratılış
âleminde her şeyi ayırd edip gündüz âyeti ile gösterdiğimiz gibi, Kur'ân'da da
din ve dünyanızla, iyilik ve kötülüğünüzle ilgili her şeyi âyetleri ile
açıkladık; bu şekilde Kur'ân, gündüz âyeti gibidir. Bunun karşısında önceki kitaplar
ise, mahvedilmiş gece âyeti gibi neshedilmiştir.
13-Bu geniş açıklama cümlesinden olmak üzere:
Her insanın da amelini kendi boynuna taktık. Yani şans ve kaderini, gayb
âleminden uçup gelecek olan iyi veya kötü nasibini kendi zimmetine bağladık.
Sorumluluğu kendi istek ve ameline tahsis ettik veyahut vebalini kendi nefsine
bağladık. Ve ona kıyamet gününde bir kitap, amellerini kaydeden ve hesabını
gösteren bir defter çıkaracağız ki, o kitap açık olarak, veyahut neşrolunarak
ona şöyle çatacak: Kitabını oku! Bugün hesap görme bakımından sen kendine
yetersin. Onun için insan, dünyada da her gün kendini okumalı, hesaba
çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz." buyurulmuştur.
14-Bu geniş açıklama cümlesinden olmak üzere:
Her insanın da amelini kendi boynuna taktık. Yani şans ve kaderini, gayb
âleminden uçup gelecek olan iyi veya kötü nasibini kendi zimmetine bağladık.
Sorumluluğu kendi istek ve ameline tahsis ettik veyahut vebalini kendi nefsine
bağladık. Ve ona kıyamet gününde bir kitap, amellerini kaydeden ve hesabını
gösteren bir defter çıkaracağız ki, o kitap açık olarak, veyahut neşrolunarak
ona şöyle çatacak: Kitabını oku! Bugün hesap görme bakımından sen kendine
yetersin. Onun için insan, dünyada da her gün kendini okumalı, hesaba
çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz." buyurulmuştur.
15-Böyle her insanın amelinin kendi boynuna
takılmasının mânâsının özü daha fazla açıklanarak buyuruluyor ki: "Kim
doğru yola gelirse, sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa, ancak kendi
aleyhine sapar..." İyi amma herkes hidayet ve sapıklığı nasıl belirlesin,
denecek olursa, bu varsayılan soruya cevap olarak buyuruluyor ki: Biz bir
peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz. Peygamber gönderilince de hidayet
ve sapıklık tebliğ edilmiş olur. Fakat onu kabul edip etmemek herkesin kendi
boynuna, kendi iradesine bağlıdır.
16- Böylece herkesin amellerinin kendi boynuna
takılmış olması, her insanın yalnız kendi boynundaki vebali ile sorumlu
tutulması, yalnız kişilere mahsus olmayıp her topluluğun yıkımının da kendi
içinden, kendi boynuna geçirilen baykuşlarından ileri geldiğini anlatmak için
de buyuruluyor ki: "Biz bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman
varlıklı kimselerine (itaat) emrederiz de onlar kötülük işlerler. Böylece orası
azabı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz."
17- Böylece herkesin amellerinin kendi boynuna
takılmış olması, her insanın yalnız kendi boynundaki vebali ile sorumlu
tutulması, yalnız kişilere mahsus olmayıp her topluluğun yıkımının da kendi
içinden, kendi boynuna geçirilen baykuşlarından ileri geldiğini anlatmak için
de buyuruluyor ki: "Biz bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman
varlıklı kimselerine (itaat) emrederiz de onlar kötülük işlerler. Böylece orası
azabı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz."
18- Kim geçici dünya hayatını isterse, yani dünya
için çalışır, amelinin mükafatını bu dünya hayatında almak isterse ona burada,
bu dünyada peşin veririz. Fakat eşit olarak herkese istediği kadar değil
istediğimiz kimseye dileyeceğimiz kadar. Çünkü herhangi bir amelin değeri,
çalışanın istediği ile değil, çalıştıranın kabul etmesi ile belirlenir. Bununla
birlikte: "Kim dünya hayatını ve onun süslerini isterse, Biz onlara
dünyada yaptıklarının tam karşılığını veririz. Onların orada bir şeyleri de
eksiltilmez." (Hûd, 11/15) âyeti gereğince hepsinin ameli tam olarak
verilir. Hiçbirinin hakkı yenmez. "Sonra da ona cehennemi
hazırlarız." İşte çok aceleci olmanın önü hoş gibi görünürse de sonucu
böyle korkunçtur.
19- Kim de ahireti diler ve ona iman ederek
onun için gerekeni yaparsa. İşte bunların çalışmaları Allah katında makbuldür.
Dünya için çalışanlara da, ahiret için çalışanlara da, her ikisine de Rabbinin
nimetlerinden veririz.
20- Yani amellerinin karşılığı olarak değil,
Rabbine ait olan sonsuz ihsan ve bahşiş olarak yardım ederiz. Ve Rabbinin ihsan
ve bahşişi men edilmiş değildir. Peşin karşılığını almak için çalışana da
verilir, veresiye çalışanlara da verilir. Bundan dolayı dünya için çalışanlara
dünyalıkları verilirken, ahiret için çalışanlar dünyada mahrum edilir
zannedilmemelidir.
21- Bak, onların bir kısmını diğer kısmından
nasıl üstün kılmışızdır. Her iki kısımdan insanların bu dünyadaki ihsan ve
yardım yönüyle derecelerinin ne kadar farklı, dünya menfaatlerindeki
oranlarının ne kadar birbirinden üstün olduğu hissedilmektedir. Bu fark ve değişikliğin
esası, yalnız yüce Allah'ın bir tercihi ve üstün tutmasıdır ve ancak O'nun
iradesinin eseridir. Her insanın kaderi boynuna böyle bağlanmıştır.
Elbette ahiret dereceler bakımından daha
büyüktür, faziletçe de daha yüksektir. Bundan dolayı insan acele etmemeli,
çalışmasının makbul olması için bütün maksatlarında ahireti tercih etmelidir.
22-Ey insan! Allah ile beraber başka bir ilâh
uydurma! Sonra kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.
Allah katında kınanmış olur, kendini kurtaracak hiçbir yardımcı bulamazsın.
Çünkü Allah'a ortak koşmak, çok büyük zulüm,
en büyük haksızlıktır. Zalim ise her zaman kınanmış ve netice itibariyle
yardımdan mahrum kalmıştır. Halbuki her çalışma ve çaba harcama kuvvete
dayanır. En büyük kuvvet ise haktır. Hakkın başı da Allah'ın birliğine
inanmaktır. "Allah'ın güç ve kuvvetinden başka hiçbir güç ve kuvvet
yoktur" Ahirete uygun çaba için ilk şart iman olduğundan dolayı, ilk önce
imanın birinci rüknü olan tevhidden başlamakla, çalışma ve amelde hareket kanunu,
edinilmesi gereken ahlâk ve faydalı amellerin esaslarını tesbit eden ve nihayet
yine tevhid işini pekiştirerek Allah'a ortak koşmayı kınayacak olan aşağıdaki
emirler ve yasaklar, dikkat ediniz ne güzel hikmetlerdir:
Meâl-i Şerifi
23-38- 23- Rabbin kesin olarak şunları
emretti: Ancak kendisine ibadet edin, anne ve babaya iyilik edin. Onlardan biri
veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara "öf" bile deme
ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.
24- İkisine de acıyarak tevazu kanatlarını
indir. Ve şöyle de: "Ey Rabbim! Onların beni küçükten terbiye edip
yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et."
25- Rabbiniz içinizden geçenleri çok iyi
bilir. Eğer iyi kimseler olursanız elbette Allah çok tevbe edenleri bağışlayıcıdır.
26- Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını
ver. Bununla beraber malını saçıp savurma.
27- Çünkü (malını) saçıp savuranlar,
şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.
28- Eğer Rabbinden beklediğin bir rahmet
(rızık) için, onlardan yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan, o vakit de onlara
yumuşak ve tatlı bir söz söyle.
29- Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma),
hem de onu büsbütün açıp saçma (israf etme); aksi halde kınanmış olursun ve eli
boş açıkta kalırsın.
30- Gerçekten senin Rabbin, kullarından
dilediğinin rızkını genişletir ve dilediğini kısar. Şüphesiz ki Allah,
kullarının durumlarından haberdardır, her şeyi görendir.
31- Bir de geçim korkusuyla çocuklarınızı
öldürmeyin, onlara da, size de rızkı biz veririz. Şüphesiz ki onları öldürmek,
çok büyük bir suçtur.
32- Zinaya da yaklaşmayın, çünkü o pek
çirkindir ve kötü bir yoldur.
33- Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın
öldürülmesini haram kıldığı canı öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse, biz
onun velisine bir yetki verdik. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü ona (dinin
kendisine verdiği yetki ile) yardım olunmuştur.
34- Yetimin malına da yaklaşmayın. Ancak
rüşdüne erinceye kadar en güzel bir şekilde yaklaşabilirsiniz. Ahdi de yerine
getirin. Çünkü verilen sözde elbette sorumluluk bulunuyor.
35- Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi
ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve sonuç itibariyle de daha güzeldir.
36- Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına
düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar.
37- Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü
sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.
38- Kötü olan bütün bu yasaklar, Rabbinizin
sevmediği şeylerdir.
Meâl-i Şerifi
39-40- 39- İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği
hikmetlerdendir. Sakın Allah'la beraber başka bir ilâh uydurma. Aksi halde
kötülenmiş ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.
40- Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de,
kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Gerçekten siz çok büyük bir söz
söylüyorsunuz.
Meâl-i Şerifi
41- Biz, bu Kur'ân'da akıllarını başlarına
almaları için türlü şekillerde (ikaz ve ihtarı) açıkladık. Fakat bu açıklamalar
ancak onların nefretini artırmıştır.
42- (Ey Muhammed!) De ki: "Eğer dedikleri
gibi Allah ile birlikte ilâhlar olsaydı, o zaman bu ilâhlar Arş'ın sahibine bir
yol ararlardı."
43- Allah, onların dediklerinden çok münezzeh
ve çok yüksek, hem pek büyük bir yükseklikle yücedir.
44- Yedi gök, yer ve bunların içinde
bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık
yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir
çok bağışlayandır.
45- Sen Kur'ân'ı okuduğun zaman biz, seninle
ahirete inanmayanların arasına görünmez bir perde çekeriz.
46- Ve kalblerinin üzerine, Kur'ân'ı
anlamalarına engel perdeler geçiririz ve kulaklarına bir ağırlık veririz.
Rabbini Kur'ân'da bir tek olarak andığın zaman da ürkerek arkalarına döner
kaçarlar.
47- Biz onların, seni dinlerken nasıl
dinlediklerini çok iyi biliriz. Birbiriyle fısıldaşırlarken de o zalimlerin:
"Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!" dediklerini biz
çok iyi biliriz.
48- Bak senin için nasıl misaller verdiler de
bu yüzden nasıl sapıklığa düştüler! Artık hak yolu bulmaya güçleri yetmez.
49- Bir de onlar dediler ki: "Biz, bir
kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz mi,
yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?
50- De ki: "İster taş olun, ister
demir..."
51- "İsterse gönlünüzde büyüyen başka bir
yaratık olun, (Muhakkak öldürülecek ve diriltileceksiniz.) "Onlar:
"Bizi kim tekrar diriltecek?" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa
yaratmış olan o kudret sahibi." Sana başlarını sallayarak: "Ne
zamandır bu." diyecekler. De ki: "Yakın olması gerekir!".
52- (Allah) sizi çağıracağı gün, tam bir
hürmetle onun emrine koşacaksınız ve zannedeceksiniz ki, kabirlerinizde pek az
bir müddet kaldınız.
41-52- O takdirde mutlaka hepsi Arşın sahibine
bir yol ararlardı. Bu âyete, iki mânâ verilmiştir: Birisi, "Her biri o
bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah'a galip gelme çaresini arardı. Çünkü
galip olmadan ilâh olamazdı. "Bu durumda "Eğer yerle gökte Allah'tan
başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak bozulurdu, yok olurdu." (Enbiyâ,
17/22) âyeti gereğince "bürhan-ı temanü"ya (Kelâm ilminde âlimlerin
devir ve teselsülün mümkün olmadığını isbat eden delillerine) işaret olur.
İkincisi de "Her biri, Allah'ın tek zatından kuvvet ve kudret elde
etmeksizin bir şey yapamayacaklarını, bir cumhuriyetin başkansız olamayacağını
bildiklerinden, hepsi ona yaklaşmak için bir yol arardı. Bu şekilde ise hiçbiri
ilâh olamaz, Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmiş olurlardı." demektir.
Ve Allah'a hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey
yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Çokları, bu tesbihin hal
dili ile delaletten veya hal ve sözden daha umumî olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bazı tefsirciler, hakikî mânâsı üzere, sözle tesbih etmek olduğunda ısrar
etmişlerdir. Çoğunluğun görüşü, halkın akıllarına ve anlayışlarına en çok
dokunur görünürse de Alusî Tefsiri'nde uzunca anlatıldığı üzere, Resulullah'ın
elinde taşların tesbihinin duyulması gibi rivayet edilen bir çok hadis ve eser
bazı tefsircilerin görüşünü desteklemektedir. Muhyiddin-i Arabi ve diğer birçok
sofiler de bu görüştedirler.
Meâl-i Şerifi
53- Mümin kullarıma söyle de (kâfirlere) en
güzel olan sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Şüphesiz
şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.
54- Rabbiniz sizi çok daha iyi bilir. Dilerse
tevbeniz sebebiyle size merhamet eder, dilerse azab eder. Seni de onların
üzerine vekil göndermedik.
55- Rabbin göklerde ve yerde olan kimselerin
hepsini en iyi bilendir.
Andolsun ki biz, peygamberlerin kimini kimine
üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik.
53-55- Burada özellikle Davud ve Zebur'un
zikredilmesinin sebebi:
1- Kureyş Peygambere karşı mücadele etmek için
yahudilere müracaat ediyorlar. Yahudiler de: "Musa'dan sonra peygamber
yoktur, Tevrat'tan sonra kitap yoktur" diyorlar. Şu halde bununla onların
bu iddiaları çürütülmüştür.
2- Bununla üstünlüğün değerine işaret
edilmiştir. Çünkü Davud (a.s) büyük bir hükümdar idi. Böyle iken burada onun
hükümdarlığı gözönünde bulundurulmayıp da Zebur'un tahsis edilmesi, zikr edilen
üstünlükten maksat, mal ve mülk ile değil, ilim ve din ile üstünlük demek
olduğunu gösterir.
3- Zebur'da peygamberlerin sonuncusu (Hz.
Muhammed) ve onun ümmetinin, ümmetlerin en hayırlısı olduğu yazılmıştı. Nitekim
"Andolsun ki biz, Tevrat'tan sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne mutlaka salih
kullarım varis olacak' diye yazmıştık." (Enbiya 21/105) buyurulmuştur,
(Enbiyâ Sûresi'ndeki bu âyetin tefsirine bkz.)
Meâl-i Şerifi
56- De ki: "Allah'tan başka, ilâh
olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden
sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.
57- Onların yalvardıkları da, Rablerine daha
yakın olmak için vesile ararlar. Ve O'nun merhametini umarlar, azabından
korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.
58- Hiç bir şehir (halkı) yoktur ki, kıyamet
gününden önce biz onu helak etmeyelim, yahut şiddetli bir azab ile
azablandırmayalım. Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfuzda) yazılıdır.
56-58- Buradaki kitaptan maksat Levh-i
Mahfuzdur.
Meâl-i Şerifi
59- Bizi, âyetler (mucizeler) ve peygamber
göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.
Semûd'a, açık bir mucize olarak o dişi deveyi vermiştik de ona zulmetmişlerdi
(deveyi boğazlayarak kendilerine yazık etmişlerdi). Oysa biz, o mucizeleri
ancak korkutmak için göndeririz.
60- Vaktiyle sana şöyle vahyettiğimizi
hatırla: "Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır." (İsrâ gecesi) sana
açıkça gösterdiğimiz o temâşâyı ve Kur'ân'da lanet edilen ağacı da, yalnız
insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Biz onları, korkutuyoruz, fakat bu
onlara ancak büyük bir taşkınlıktan başka bir sonuç vermiyor.
59- O âyetlerle (mucizelerle) peygamber
göndermekten bizi hiçbir şey alıkoymuş değil, ancak onları öncekiler yalanlamış
oldular.
Ve bundan dolayı tamamen imha ve yok
edildiler. Âyetler, yani Allah'ın kudretine delalet eden alâmetler üç kısma
ayrılır. Bir kısmı herşeyi kapsar.
"Her şeyde onun (Allah'ın) bir âyeti
vardır ki, bir olduğuna delalet eden." Âlimlerin düşüncesi bu âyettedir.
Bir kısmı gök gürültüsü, güneş tutulması gibi alışılagelmiş âyetlerdir.
Cahillerin düşüncesi de bundadır. Bir kısmı olağanüstüdür. Ki peygamberlerin
mucizeleri, velilerin kerametleri bu çeşittendir. Mucizeler arasında inadına
istek ve ısrar edilen bir kısım vardır ki, bunlara "âyât-ı mukteraha"
denilir. Bunlar, gösterildiği zaman (Peygambere) inanmayanlar, Semûd kavmi gibi
köklerini kesecek bir azab ile derhal yok edilmişlerdir.
Buradaki belirli bir şeye delalet eden
belirleme edatı "lâm-ı ahd" ile, işte bu cinsten "âyât-ı
mukteraha"ya işarettir ki, Kureyş müşriklerinin inadına olarak istedikleri
âyetler (mucizeler) demektir. Nitekim biraz sonra "Dediler ki: Biz sana
asla inanmayız tâ ki bizim için şu yerden bir pınar akıtırsın." (İsrâ,
17/91) diye açıkça ifade edilecektir.
Halbuki biz bu âyetleri ancak korkutmak için
gönderiyoruz. Yani ey Muhammed! Sana gönderdiğimiz âyetleri azab ve yok etmek
için değil, ahiret azabından korkutmak için gönderiyoruz. Bundan dolayı onların
inat ederek istedikleri mucizelerin gönderilmemesi Allah'ın kudretine karşı bir
engel bulunduğundan dolayı değil, Hz. Muhammed'in ümmeti hakkında Semûd kavmi
gibi hepsinin kökünü kesecek bir azab Allah'ın maksadı olmadığından dolayıdır.
Bu âyetin iniş sebebinde İbnü Abbas'tan
yapılan rivayete göre, Mekke halkı Safa tepesinin altın yapılmasını ve Mekke
etrafındaki dağların ortadan kaldırılıp ekilebilir bir arazi haline
getirilmesini istemişlerdi. Resulullah (s.a.v) bunu yüce Allah'tan dileyince
buyuruldu ki: "İstersen yaparım. Fakat şu şartla: Eğer dinden çıkarlarsa
önceki kavimler gibi onları da yok ederim." Bunun üzerine: Ya Rabbi! bunu
yapmanı istemem. Sabır dilerim." dedi. Ve bunun üzerine bu âyet indirildi.
Bu rivayeti, Ahmed b. Hanbel, Nesaî, Hakim, Taberânî ve diğer muhaddisler rivayet
etmişlerdir.
60-Buna karşı belki bunlar, (daha sonra)
Peygamberi yalanlamazlardı gibi bir ihtimalin hatıra gelmemesi için buyuruluyor
ki; Hani hatırlarsın ya, biz sana: Hiç şüphe yok ki Rabbin, insanları çepeçevre
kuşatmıştır demiştik. Yani ilmi ile insanları kuşatmıştır. "Rabbin,
göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir." (İsrâ, 17/55) buyurulduğu
üzere hepsinin içini, dışını, önünü, sonunu tamamen bilir. Bundan dolayı
istedikleri mucizeler gönderildiği takdirde, önceki insanlar gibi bunların da
Peygambere inanmayacaklarını Allah bilir. Her insanın amelini veya kaderini
boynuna bağlayan O'dur. Bir de onların Peygamberi yalanlayacakları şu delilden
hareketle de anlaşılır:
Baksana: Biz, Mirac gecesi o sana
gösterdiğimiz manzaraları, ancak insanları imtihan etmek için sana gösterdik.
Rüyayı, bazıları Fetih Sûresi'nde gelecek olan Mekke fethi rüyası, bazıları da
Bedir'de müşriklerin ileri gelenlerinden her birinin yıkılacakları yerleri
gösteren Bedir'le ilgili rüyadır, demişlerdir. Fakat bu âyet, Mekke'de indiğinden
dolayı Medine'de olan o rüyalarla yorumlanması uygun olamaz. Doğru olan görüş,
âlimlerin çoğunun açıkladığına göre, bu gösterme ve görmenin, sûrenin başında
geçen İsra âyetindeki "Ona âyetlerimizi göstermek için" görmesine
işaret olmasıdır. Çünkü orada uzun uzadıya açıklandığı gibi bu olağanüstü Mirac
olayı üzerine o müşrikler iman etmek şöyle dursun, iman edenlerden bazılarının
bile dinden çıkması gibi büyük bir fitne olmuşlardı. Burada rüya olarak ifade
edildiğinden dolayı Mirac'ın uykuda meydana gelen bir rüya olduğunu zannedenler
olmuşsa da bu da doğru değildir. Çünkü uykuda görülen rüyada şuraya buraya
gitmek, göklere çıkmak herkesin başına gelebilir. Ve açıkça biliniyor ki, böyle
bir rüya gördüğünü söyleyen kimseye karşı çıkarak onun bu rüyasını kabul
etmemekle de hücum edilmez. Eğer Mirac uykuda görülen bir rüyadan ibaret olsa
idi, onun bir fitne yapılmasının anlamı olmazdı. Doğrusu rüya aslında vezninde
masdardır. Örfe göre uyku halinde görülen şeylere isim olmuşsa da aslında
mânâsı, görmektir, görmek demektir. Bu âyette de bu esas mânâsı üzerine
söylenmiştir. Ancak burada buna rü'yet (görmek) denilmeyip de rüya denilmesinin
nüktesini düşünmek gerekir. Bunda üç görüş vardır: Birincisi, bu görme
geceleyin meydana gelmiş bir görmedir. İkincisi, bu anlatıldığı zaman
müşrikler, sen bir rüya görmüşsün demişler. Üçüncüsü, Mirac hadislerinde
görüldüğü üzere, o geceki görmeler arasında rüyadaki gibi örnek olarak
gösterilmiş kısım da vardı. Mesela cennet ve cehennemi açıkça görürken
içlerindeki bütün cennetlikleri ve cehennemlikleri de görmüştü. Halbuki
bunların birçoğu henüz dünyaya bile gelmemiş olduklarından bunların, olmadan
önce kendilerine benzeyen şekilleriyle görülmüş oldukları anlaşılır. Öyle ise
mânânın özeti şu olur: İsrâ gecesi sana gerçekten bizim gösterdiğimiz o Mirac
görüşü âyetlerimizden en büyük bir âyet olduğu halde, biz onu inat ederek âyet
(mucize) istemekte olan o insanlar için sırf bir fitne ve imtihan vesilesi
yaptık. Gösterilen olağanüstü alâmetlere rağmen inanmadılar da inadına yalanladılar.
Bundan dolayı Rabbinin bildiği gibi, bu imtihan ile de anlaşılır ki, hangi âyet
gösterilse yalanlayacaklardır.
Kur'ân'da lanet edilmiş olan ağacı da, aynı
şekilde onlar için bir fitne (vesilesi) kıldık. Bu lanetlenmiş ağaçtan maksat,
Buharî ve diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere zakkum ağacıdır. Ki
Sâffât Sûresi'nde: "Yoksa zakkum ağacı mı? Biz o ağacı zalimler için bir
fitne (vesilesi) yaptık O, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları,
şeytanların başları gibidir. Onlar, ondan yiyecekler ve karınlarını onunla
dolduracaklar. Sonra üzerine kaynar su katılmış bir içki, şüphesiz onlar
içindir" (Sâffât, 37/62-67); Duhân Sûresi'nde: "Şüphesiz zakkum
ağacı, günahkârların yemeğidir. Pota gibi karınlarında kaynar. Sıcak suyun
kaynaması gibi." (Duhân, 44642-46); Vâkıa Sûresi'nde: "Sonra siz ey
doğru yolu kaybetmiş yalanlayıcılar! Mutlaka zakkum ağacından yiyeceksiniz.
Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Onun üzerine de kaynar su
içeceksiniz." (Vâkıa, 56/51-54) buyurulmuştur. Rivayet ediliyor ki, bu
âyetler indiği zaman Ebu Cehil demiş ki: " Muhammed sizi öyle bir ateşle
korkutuyor ki, taşları yakarmış. Sonra da diyor ki o ateşte ağaç biter!"
İbnü'z-Ziba'ra da: "Biz zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanırız"
demiş. Bunun üzerine Ebu Cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatmış
ve arkadaşlarına: "haydi zakkumlanın!" demiş ve bunun üzerine zakkuma
aşık olup İslâmiyet'ten çıkanlar olmuştu. Bu beyinsizler, deve kuşunun köz ve
kızgın demir yuttuğunu ve yeşil ağaçta ateş gizlendiğini gördükleri halde,
bunları yapan Allah'ın kudretinin ateşin kökünden cehennemin dibinden
çıkaracağı ağacı inkâr etmek ve küçümsemekle ne kötü aldanmışlardı. Bu
lanetlenmiş ağaç hakkında birkaç söz daha söylenmiş ise de en güvenilir ve en
doğru görüşe göre zakkum ağacı olmasıdır. Bunun bu şekilde bu âyetin sonunda
zikredilmesi ise, İsrâ'yı yalanlayan o inatçıların lanete hayranlıklarına
işaret eden dehşetli bir uyarıdır. Nitekim buyuruluyor ki ve biz onları
korkutuyoruz da o korkutma onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey
artırmıyor. Neden mi?
Meâl-i Şerifi
61- (Yine unutma ki) Bir vakit meleklere:
"Âdem'e secde edin" demiştik. İblis'ten başka hepsi secde ettiler. O
ise: "Ben bir çamurdan yarattığın kimseye mi secde ederim?" demişti.
62- (Yine İblis) dedi ki: "Şu benden
üstün kıldığını gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar
ertelersen, pek azı hariç, onun zürriyetini kendi buyruğum altına
alacağım."
63- Allah buyurdu ki: "Haydi git!
Onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz ki, cezanız cehennemdir, hem de mükemmel bir
ceza. "
64- "Onlardan gücünün yettiğini yerinden
oynat. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas! Mallarda ve
çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaadlerde bulun." Fakat şeytan
onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.
65- Doğrusu benim (ihlaslı) kullarım üzerinde
senin hiçbir hakimiyetin yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.
61-65- "Benim kullarım" ifadesindeki
tamlama şereflendirme içindir. Maksat, ihlaslı kullardır. "Doğrusu
şeytanın, inananlar ve yalnız Rabblerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu
yoktur." (Nahl, 16/99) âyetinde buyurulduğu gibi.
Ey İnsanlar!
Meâl-i Şerifi
66-70- 66- Rabbiniz, lütfundan nasib
arayasınız diye, sizin için denizde gemileri yürüten kudret sahibidir. Şüphesiz
O, size çok merhametlidir.
67- Denizde başınıza bir felaket geldiği
zaman, Allah'tan başka yalvardığınız bütün putlar kaybolur. Allah sizi
tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok
nankördür.
68- (Denizden karaya çıktığınızda) O'nun sizi
karada yerin dibine geçirmeyeceğinden, yahut üzerinize taş yağdıran bir kasırga
gördermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil de bulamazsınız.
69- Yoksa sizi tekrar denize döndürüp de
üzerinize kasırgalar göndermeyeceğinden ve böylece ettiğiniz nankörlük
sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz? Sonra bu yaptığımıza karşı, bizim
aleyhimize size yardım edecek bir koruyucu bulamazsınız.
70- Andolsun ki biz, insanoğlunu şan ve şeref
sahibi kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve temiz yiyeceklerden
onları rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.
Meâl-i Şerifi
71- Kıyamet günü bütün insanları önderleriyle
çağıracağız. O gün, kimin amel defteri sağ eline verilirse, işte onlar
kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklar.
72- Her kim bu dünyada (manen) kör ise
ahirette de kördür. Ve gidişçe daha şaşkındır.
73- (Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana
vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye
düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi.
74- Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık,
nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin.
75- O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de
azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı
bulamazdın.
76- (Ey Muhammed!) Yakında seni yurdundan
çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız edecekler ve o takdirde onlar da senin
ardından pek az kalacaklardır.
77- Bu, senden önce gönderdiğimiz bütün
peygamberlerimiz hakkındaki sünnetimizdir. Bizim sünnetimizde herhangi bir
değişme göremezsin.
71-77- Her insan toplumunu önderleriyle
çağıracağımız o günü düşünmeli. İmam, hidayet ve delalette öne geçirilip
arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse demektir ki, bir peygambere, bir
kitaba, bir dine, bir mezhebe veya herhangi bir başkana, bir kumandana
denilebilir. Şu halde o gün, her insan topluluğu ilâhî veya şeytanî önderlerine
nisbet edilerek, mesela: Ey İbrahim ümmeti, ey Musa ümmeti, ey İsa ümmeti ve ey
Muhammed ümmeti diye veya ey Firavun halkı, ey Nemrud halkı v.s. diye veyahut
dinlerine, kitaplarına, mezheplerine nisbet ile ey falan ümmet, falan millet
diye çağırılacaklar. "Kimin kitabı sağ eline verilirse işte onlar
kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklar" Ve
bu dünyada kör olan, yani bu dünyada kalp gözü kör olup da doğru yolu görmeyen,
hak imama uymayan, o üstün kılınma ve şereflendirme nimetlerine karşı nankörlük
eden ahirette, yani ahiret hususunda daha kör ve yolca daha yanlıştır. Onun
için ahirette kör, sağır ve dilsiz olarak ve yüzün koyu sürünerek haşr olunacaklar
ve kitapları sollarından verilecektir.
Sen şuna bak:
Meâl-i Şerifi
78- Güneşin batıya kaymasından, gecenin
karanlığına kadar (belirli vakitlerde) gereği üzere namazı kıl, bir de sabah
namazını kıl. Çünkü sabah namazında, gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.
79- Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus
bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur'ân ile teheccüd namazı kıl, Rabbinin
seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.
80- (Ey Muhammed!) De ki: "Rabbim! Beni,
takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve huzur içinde koy ve çıkacağım yerden de
dürüstlükle ve selametle çıkmamı sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet
ver."
81- (Ey Muhammed!) De ki: "Hak geldi,
batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkumdur."
82- Biz Kur'ân'dan, iman edenler için bir şifa
ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını
artırır.
83- Biz insana nimet verdiğimiz zaman, Allah'ı
anmaktan yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe kapılır.
84- De ki: "Herkes bulunduğu hal ve
niyetine göre iş yapar. Bu durumda kimin en doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha
iyi bilir."
78- Namazı devamlı kıl ve kıldır. Güneşin
zevali (batıya kayması) dolayısıyla gece karanlığına kadar ki öğle, ikindi,
akşam, yatkı vakitlerini içine alır.
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber
buyurmuştur ki: "Güneşin batıya kayacağı vakitte Cebrail geldi, bana öğle
namazını kıldırdı" Sabah Kur'ân'ını da, yani kırâeti özellikle önemli olan
sabah namazını da dosdoğru kıl. Muhakkak sabah Kur'ân'ı şahitlendirilmiştir.
Ona gece melekleri de gündüz melekleri de hazır ve şahid olur ve bütün kâinat
uyanır, insanın gözle görme zevki yükselir.
79- Gecenin bir bölümünde de sadece sana ait
bir nafile olarak teheccüd namazını kıl Rabbinin seni öğülmüş bir makama
göndermesi kesindir. Burada "Kulum nafile namazları kılmakla bana
yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onun kulağı, gözü ve kalbi olurum."
kudsi hadisinin mânâsıyla olan ilgi açıktır. Makâm-ı Mahmud: Herkesin hamd ile
yücelteceği muazzam makam demektir ki, hamdin gerçek anlamının dayanağı olan
mutlak yakınlık makamı, yani hadislerde rivayet edildiği üzere Livaül'l-hamd
altında büyük şefaat makamıdır.
80- Ve de ki, yani teheccüd namazını kılıp
şöyle dua et ki: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla ve çıkacağım
yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Yani herhangi bir işe veya herhangi bir
yere koyarken tam dürüstlükle kabul olunan ve razı olunan bir şekilde koy ve
herhangi bir işe veya bir yere çıkarırken de yine tam bir dürüstlük ile kabul
olunan ve razı olunan, övülen bir şekilde çıkar. Bundan dolayı emrettiğin
kulluk vazifelerinin girişinde, çıkışında, yüklediğin peygamberlik görevinin
yerine getirilmesinde ve tamamlanmasında doğruluk ve dürüstlükle başarı ihsan
edip ahiretin girişi olan mezara koyduğunda dürüstlükle koy ve çıkarıp öldükten
sonra dirilttiğinde de dürüstlükle dirilterek gönder ve tarafından bana,
kâfirleri, mağlup edecek kudretli bir yardımcı ver. Bana gizli kahredici bir
delil, mağlup edici bir kudret tahsis et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler
mağlub ve kahredilmiş, iman edenler üstün gelmiş ve zafer kazanmış olsun.
81- Dikkat etmeye değerdir ki, bu duanın kabul
edildiğini müjdeleme tarzında da şöyle buyurulmuştur: Yine de ki:
Hak geldi batıl yok oldu Gerçekten batıl,
daima yok olmuştur. Hz. Muhammed'in peygamberliği ile hak dinin gelmesi anından
itibaren gerçekten kâfirlik ve Allah'a ortak koşmanın yok oluşu başlamış, daha
sonra Mekke fethedildiği zaman Ka'be'den putları atarken Hz. Peygamber bu âyeti
okuyarak önce verilen bu haberin doğruluğunu ilan etmişti.
82- Hak ne ile geldi, denecek olursa, işte
cevabı şudur: Biz Kur'ân'dan öyle âyetler indiriyoruz ki, müminler için şifa ve
rahmettir. Burada dünya türlü türlü kaygı ve hastalıklar, bela ve sıkıntı ile
dolu bir hastahaneye, Peygamber bir doktora, Kur'ân da şifa verici ilaç ve
yeterli gıdaya benzetilmiş oluyor. Şüphe ve iki yüzlülük, kâfirlik ve
uyuşmazlık, zulüm ve haksızlık, hırs, ümitsizlik, işsizlik , cahillik, taklid,
bağnazlık, kötü niyetli olmak gibi ahlâkî ve sosyal, psikolojik hastalıklara
karşı Kur'ân'ın şifa ve rahmet olduğu kesin bir gerçektir. Bundan başka maddî
hekimliğin, tedavisinde aciz kaldığı nice vücut hastalıklarına karşı da
Kur'ân'ın şifa bağışlayan özellikleri, yetkili kimselerin öteden beri
gördükleri bir husustur. Bununla beraber zalimlerin ise, ancak zararını
artırır. Hakkı sevmeyenler inanmazlar da o şifa ve rahmetten faydalanamazlar ve
bu şekilde zararlarını artırmaktan başka bir şey yapmazlar, kendi nefislerine
zulmederler.
83-Bunun sebebi de biz o insana, o çok zalim
ve çok bilgisiz olan insana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizerek
uzaklaşır. Nimetle şımarır, nimet verenden yüz çevirir, nankörlük eder. Ona
zarar ziyan dokununca da son derece ümitsizliğe düşer. İşte böyle nimet halinde
teşekkür, zarar halinde ümit ve dua özelliği bulunmayan insanlardır ki, o
zalimlerdir. Kur'ân böylelerinin zararını artırır. Böyleleri, müjdelemekle de
yola gelmez, korkutmakla da.
84- De ki hepsi, iman edenler de etmeyenler de
kendi hal ve niyetine göre iş yapar.
"ŞÂKİLE" kelimesi tabiat, âdet, din,
ahlâk, niyet, mizaç ve yaratılış, birbirine benzeyen yollar gibi değişik ve
fakat birbirine yakın mânâlarla tefsir edilmiş ise de en kapsamlı mânâsı
sonuncusudur. Yani herkes kendi durum ve mizacına uygun olan yolda hareket
eder. Başka bir ifade ile özel hislerine göre iş yapar. Bu durumda en doğru
yola gideni Rabbiniz en iyi bilendir. Yani herkes kendi mizacına göre hareket
ederek hoşuna giden yolu tutmakla doğru yol tutmuş olmaz. Bir din veya mezheb
herhangi bir kişinin veya toplumun mizaç ve duygularına uygun gelmekle hemen
doğru olamaz. Hak din, Allah'ın kitap ve Resulü ile bildirdiğidir. Buna göre
mizacı hakka uygun olan kimselere ne mutlu! Mizac, ruh meselesine temas etmek
dolayısıyla:
Meâl-i Şerifi
85- Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De
ki: "Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey
verilmiştir."
86- Yemin olsun ki, dilersek sana
vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bize karşı kendine bir vekil
(koruyucu) bulamazsın.
87- Fakat Rabbinden bir rahmet olarak (biz
bunu yapmadık). Gerçekten O'nun senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.
88- Ey Muhammed! De ki: "Yemin olsun,
eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve
birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana
getiremeyeceklerdir."
85-86- Sana ruhtan da sorarlar veya soruyorlar
Siyerde İbnü Abbas'tan nakledildiğine göre Kureyş Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî
Muayt'ı Medine'deki yahudi hahamlarına gönderip: "Onlar, kitap
ehlindendirler, siz de bulunmayan bilgiler onlarda bulunur. Muhammed'i sorun
bakalım" demişler. Bunun üzerine ikisi birlikte Mekke'den çıkıp Medine'ye
varmışlar ve sormuşlar.
Yahudiler: "Ona mağara halkından,
Zulkarneyn'den ve ruhtan sorunuz. Eğer hepsine cevap verir veya susarsa
peygamber değildir. Ve eğer bir kısmına cevap verip bir kısmından susarsa
peygamberdir" demişler. Çünkü ruh, Tevrat'ta kapalı olarak ifade edilmiş.
Onlar, gelmişler sormuşlar. Bunun üzerine iki kıssa, yani Ashab-ı Kehf ve
Zülkarneyn kıssaları açıklanıp ruh kapalı bırakılmış olmakla sorduklarına pişman
olmuşlardır. (Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn Kıssaları için Kehf Sûresi, 18/9-22,
83-101Ayetlerinin tefsirine bkz.)
Ahmed, Nesaî, Tirmizî, Hakim ve İbnü Hıbban ve
daha birtakım muhaddisin İbnü Abbas'tan yaptıkları rivayette ise; Kureyş,
yahudilere demişler ki: "Bize bir şey veriniz şu adama soralım."
Onlar da "Ruhtan sorunuz" demişler. Onlar sormuşlar, onun üzerine bu
âyet inmiştir. "Sana ruhtan sorarlar..." Bunlara göre bu âyet de
Mekke'de inmiştir. Fakat Buharî'de ve Müslim'de ve diğer kitaplarda rivayet
edildiğine göre Abdullah b. Mes'ud (r.a.) demiştir ki: "Ben Hz. Peygamber
(s.a.v.) ile Medine'de bir tarlada yürüyordum ve o, bir değneğe dayanıyordu. O
sırada bir bölük yahudi rastladılar, birbirlerine: "Şuna ruhtan
sorunuz" dediler. Bunun üzerine bir kısmı kalktı, ruhtan sordu. Sorunca
Resulullah, ona karşı bir şey söylemeyip sessizliğe daldı. Ben derhal bildim
ki, kendisine vahiy geliyordu. Olduğum yerde dikildim. Vahiy inince buyurdu ki:
"Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden
sadece az bir şey verilmiştir." Buna göre ise bu âyet Medine'de inmiştir.
Bu bakımdan bazıları bu âyetin biri Mekke'de biri Medine'de olmak üzere iki
defa indiğini söylemişlerdir.
Yukarılarda da geçtiği üzere ruh denildiği
zaman başlıca üç görüş açısı göz önünde bulundurulmuştur: Kendisi ile hareket
yapılan şey, yani hareketin başlangıcı; kendisi ile hayat olan şey, yani
hayatın başlangıcı; kendisi ile anlaşılan şey, yani anlayışın başlangıcı.
Hareketin başlangıç noktası olması
düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak kuvvet demek olur. Madde veya
kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu düşünce kastedilir. Bu mânâ, ruhun en
genel mânâsıdır. Mesela elektrik bu mânâya göre bir ruh ve her hareket edici
güç bir ruh demektir.
Hayatın başlangıcı düşüncesi ile ruh ise,
bundan daha özel bir şeydir. Fakat bunda da iki ayrı düşünce vardır. Birisi
genel mânâsı ile hayattır ki, bitkilerin hayatını da kapsar. Bu mânâya göredir
ki, genel olarak bitkilere bile ruh (canlı) denildiği olmuştur. Birisi de meşhur
mânâsı ile hayat, yani hayvanlara ait hayattır ki insana ait hayat ile son
bulur. Bu mânâya göre ruh, bitkilere ait ruhtan daha özel olup onu da
kapsamaktadır.
Sonra idrak (anlayış)ın başlangıcı, yani
duyumla beraber olan sade vicdandan, bilgi, anlama, ilim, irade, konuşma ve
diğer şeyler gibi en yüksek derecelere kadar şuurla ilgili bütün olayların ve
dolayısıyla bir manevî hayatın vasıtası olması itibariyle ruh gelir ki, ruhun
en seçkin özelliğini ifade eden bu mânânın en açık görüntüsü insanın nefsinde
tecelli ettiğinden buna insan ruhu denilmiştir. İnsanın nefsini hayvanî ruhtan
ayıran ve insana ait bilgiyi hakka ulaştırarak kendini ve başkalarını bildiren
bu ruh hakkındadır ki "Ruhumdan ona üflediğim zaman..." (Hıcr, 15/29)
buyurulmuştur. Biz bunu (ruhu) kendisi ile duyar, vicdan, irade, akıl erdirme,
içten konuşma gibi etkileri ile tanırız. Her insanda bu ruhun bir parıltısı
bulunduğunda şüphe yoksa da insan nefsinin, bu ruhun aynı olup olmadığında
ihtilaf edilmiştir. Fakat ruh gerçeği, insan gerçeğinin ötesinde olmasaydı,
insan, eşyanın bizzat kendisinden hiçbir gerçeği anlayamaz veya bütün gerçeğin,
insandan meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki insanın bilmediği pek çok şey
vardır. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Bundan dolayı,
idrakin başlangıcı olan ruh, insanın fizikî hayatında vücuduna üfürülen hava,
ışık, sıcaklık gibi manevî hayatında nefsine üfürülen bir başlangıçtır ki,
insan nefsinin yaratılışı hidayet ve doğru yolu kaybetmemedeki payı olan üfürme
derecesi ile uyumludur.
De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Burada emr,
"ümur"un müfredi (tekili), yani iş; yahut "evâmir"in
tekili, yani kumanda mânâsına gelir. Tefsircilerin bir çoğu min" in
beyaniye veya bazısı, bir kısmı mânâsına tebîziye, emrin (işin) Rabbe
izafeti'nin (rabb ile tamlama halinde bulunması) de bilginin tahsis edilmesi
mânâsına olması üzere şöyle tefsir etmişlerdir: "Ruh, ancak Rabbinin
bileceği iştendir, ruhun hakikatı öyle şeylerdendir ki, onunla ilgili bilgiyi
Allah Teâlâ kendine tahsis etmiştir" Bu şekilde cevap, "İlim, ancak
Allah katındadır" (Mülk, 67/26) denilmiş gibi olur. Eğer ruh hakkındaki
soru "niçin herkese aynı derecede ruh verilmiyor da yaratılış değişiyor
diye herkesin ruhî durumlarındaki ayrılığın hikmetinden sorulursa bu tefsire
diyecek yoktur. Çünkü bu husus, yaptığından sorumlu olmayan yüce Allah'ın
yalnız varlıklar üzerindeki iradesine ait olduğundan ancak onun bileceği bir
iştir. Âyetin hemen ardında "eğer biz dileseydik" buyurulması da
bununla ilgilidir.
Fakat ruhun gerçek mahiyeti veya hükümleri
açısından soru düşünüldüğü zaman, bu cevapta hiçbir şey bildirilmemiş denemez.
Bilakis bunda ruhun özü ve hükmüyle ilgili bütün fizik ötesi tartışmaları kesip
atan bir tanımlama verilmiştir. Şöyle ki: "Bir şeyin olmasını dilediği
zaman, O'nun emri sadece "ol" demektir. O da hemen oluverir."
(Yasin, 36/82) âyeti gereğince Rabbin emri, bir şeyi irade edince Allah'ın işi
başka hiçbir şart ve sebebe muhtaç olmaksızın yalnız "ol" demekle
hemen oluvermekten ibaret bir emirdir: Fiilî bir yaratılıştır, bir gereklilik
ve etkidir ki "Bizim emrimiz bir defadır. Ve göz kırpması gibidir."
(Kamer, 54/50) âyetinin mânâsına göre basit bir göz kırpmasının ifade ettiği
ani bir irade veya his işi gibi bir defadır. Şu halde ruhun, Allah'ın emrinden
olması, yüce Allah'ın yalnız "ol" emrinden yaratılan ve başka bir
unsur ve çıkış yeri bulunmayan ilâhî bir harika olması demek olur. Birtakım
müfessirler de bu mânâyı tercih etmişlerdir.
Bu mânâda "emir" kelimesinin fâiline
mûzaf olduğu bellidir. "Min" başlangıç mânâsına olduğu takdirde ruh,
emrin eseri olan basit ve yaratılmış özel bir cevher olarak düşünülebilir.
"Min", maddeyi açıklama mânâsına geldiği takdirde ise ruh, Rabbin
emri cinsinden yalnız bir iş, özel bir etki demek olur. Burada şöyle meşhur bir
soru vardır: "Allah her şeyin yaratıcısı ve herşey Allah Teâlâ'nın yaratma
emri ile meydana getirilmiş ve yaratılmış olduğuna göre bu mânâ, "ruh,
eşyadan bir şey veya işlerden bir iştir" demeye eşit olmaz mı? Ve o
durumda bununla ruhun özelliğini anlatan bir tanımlama verilmiş olduğu nasıl
söylenebilir? Yukardaki açıklamalarda bu soruyu geçersiz kılan kayıtlar ve
işaretler vardır .Bunu daha fazla bir açıklıkla anlamak için de "İyi
biliniz ki, yaratmak ve emretmek O'na mahsustur." (A'râf, 7/54) yüce
âyetini göz önünde tutmak gerekir. Görülüyor ki orada emir, yaratmaya karşılık
olarak zikredilmiştir. Burada ise iki yorum vardır:
Birincisi: Yaratma, takdir, yani miktar ve
nicelik vermek mânâsı itibariyle madde ve cisimleri yaratma ve icad etmektir.
Kayıtsız yaratmada kullanılması ise genelleştirme iledir. O halde buna karşılık
emir, maddeye karşılık ve hacimsiz olarak düşünülen genel kuvvetler gibi, soyut
olan işleri gerektiren fiil ve etkidir. Nitekim Âdem hakkında "Allah
Âdem'i topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi ve o da oluverdi."
(Al-i İmrân, 3/59) buyurulması bu farkı gösterir.
İkincisi: Emirde kumanda mânâsının esas
olmasıdır. Bu yönüyle emir, yaratılan bütün yaratıklar üzerinde yapılan ve
yapılacak olan tasarruf ve egemenlik işleri ile, bu işleri meydana getiren gereklilik
ve etki fiiline uygun olur ki, Rab olma sıfatının tecellisi bununladır.
"Daha sonra kudretiyle Arşı kuşatan Allah'tır. Bütün işleri nizama koyan
O'dur." (Yunus, 10/3) ifadesi, bunu gösteriyor. Şu halde yaratma, emrin
tatbik yerini meydana getiren iş, emir de mahlukatın zorlama veya iradeye bağlı
terbiye işlerini ifade eden fiildir. Ve ruhun tarifindeki emir, yaratılışın
karşılığı olan Allah'a ait bu itibarı ifade için, özellikle Rab ismine muzâf
(tamlanan) kılınmıştır. Bununla beraber bu tamlama, ruhun bütün kuvvetleri
kapsayan genel mânâsını ortaya koyarsa da özel mânâsı ile ruhun ancak cinsini
bildirir. Bu cins içinden özel mânâsı ile ruhu tanıtacak olan husus ise Rab
kelimesinin birinci şahsa olan "Rabbî = benim Rabbim" izafetidir. Şu
halde ruhun cinsi, Rabbin kendisine özel olarak izafeti de bir bölümü hükmünde
olarak ruhun bir gerçeği ile ilgili olarak bir sınırını ifade eden
tanımlamasını vermiş olur. Mânâsı şu olur: "Ruh, benim malikim olup beni
terbiye eden Rabbimin bütün mahlukatı üzerindeki ilâhlık emrinden bir emirdir
ki, bana kendimi ve Rabbimi tanıtır". Demek ki bir ruh tasarlanmasında
aslolan şu üç duygudur: ben, emir, Rab. Ruh, işte eneye Rabbin özel bir etkisi
ile tamlamasını ifade eden emirdir. Bu özel tamlama, bu emir olmayınca kimse kendini
duymaz, herkes bu tamlama nisbetinin özelliğine göre kendisini duyar, kendini
duymayanda ruh olmaz. Kendini tanımayan, o izafet nisbetinden hissesine göre
ruhu duyar; ruhu duyan, Rabbini duyar. Bundan dolayıdır ki, ruhu Rab
zannedenler, Rabba ruh diyenler, üçlü ilâh inancına sapanlar olmuştur. Onun
için cevabında bu yanlışlar da düzeltilerek anlatılmıştır ki ne ben, ne de ruh,
rab değildir, Ruh, enenin Rabbinin emrindendir.
Burada dikkate değer önemli bir nokta daha
vardır. hitabında Rabbin muzafın ileyhi (tamlayanı) olan birinci şahıs zamiri
yâ, her şeyden önce Resulullah'ın sidir. Ona olan izafet-i Rabbaniye (Rab
kelimesinin tamlaması), Muhammed realitesinde meydana çıkan tecelliler ise
"Gerçekten Rabbinin sana lütfu çok büyüktür" diye açıkça ifade
edileceği üzere çok büyük olduğundan bu görüş açısından tamlamanın ifade ettiği
tanımlama kendisine Rûhü'l-Kudüs ve Rûhü'l-Emîn denilen Cebrail'i bile
kapsamına alan yüksek bir topluluğu içine alır. Bu itibarla tarifinden
tasarlaya bileceğimiz mânâ şu olur: "Ruh, beni terbiye eden, bu cümleden
bana vahiy ve peygamberlik veren, beni İsrâ ile Mirac'a yükselten, beni bir
şefaat makamına gönderen ve bana Kur'ân'ı indirmekte bulunan Rabbimin emrinden
bir emirdir ki, ben kendimi ve Rabbim olan yüce Allah'ı onunla bilirim."
Ve size ilimden ancak biraz verildi. Hiç
verilmedi değil, fakat az verildi. Bildiğiniz de az, bilişiniz de azdır. Çünkü
ilminiz, sonradan olmuştur, bağıntılıdır. Sofestâîlerin dediği gibi hiçbir şey
bilmez değilsiniz, bazılarının iddia ettikleri gibi bütün gerçekleri bilir de
değilsiniz. Hak'tan bazı şeyler bilirsiniz, amma gerçeğin bütün derinliğine
değil, bazı yönler ile, ruhunuzun mertebesine göre, Rabbinizi tanıyacak,
vazifelerinizi anlayacak kadar orantılı bir şekilde bilirsiniz. Şu halde ruh
hakkında bilebileceğiniz de bu kadardır.
Bazı müfessirler bu hitabın soruyu soranlara
ait olduğunu söylemişlerdir. Çünkü " = de" emrinin söylenilenin
içinde bulunarak cevabın tamamlayıcısından olması akla daha yakındır. Fakat
rivayet olunuyor ki: Yahudiler, bu cevabı işitince: "Bu hitap bize mi
muhtaç?" demişler. Hz. Peygamber (s.a.v) de: "Bilakis biz ve
siz" buyurmuş. Bunun üzerine demişler ki: "Durumun amma da tuhaftır,
bazen "Kime hikmet verilirse ona, çok hayır verilmiş olur" (Bakara,
2/269) dersin, bazen de böyle söylersin. Bize Tevrat verildiğini ve onda her
şeyin açıklaması bulunduğunu Kur'ân'dan okuduğun halde, bize verilen ilme nasıl
az dersin?" Resulullah (s.a.v) da: "O, Allah'ın ilmine göre azdır.
Allah, size o kadarını vermiştir ki amel ederseniz faydalanırsınız"
buyurmuş ve bu sebeple "Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa
ve yedi deniz de katılsa da yazılsa, Allah'ın kelimeleri bitmezdi..."
(Lokmân, 31/27) âyeti inmiştir. Şu halde bu hitap, emrinin içinde olmayıp,
yeniden başlayarak ona eklenmiş bir cümle olmak üzere bütün insanlara genel bir
hitap demektir. Bütün insanlık ilmi, Allah'ın ilmine göre azdır. O'nun
tarafından verilmiş, itibarî, bitmeye mahkum ve sınırlıdır. Allah'ın ilmi ise
zatına ait olup herşeyi kuşatmış ve bilgileri sonsuzdur. İlmin tamamı yüce
Allah'ın zatî hakikatini bilmeye bağlıdır ki, onu ancak kendi bilir.
Burada şunları da kaydetmemiz yararlı
olacaktır:
1- Demek ki "Allah, Âdem'e bütün isimleri
öğretti". (Bakara, 2/31) âyeti gereğince Âdem'e bütün isimlerin
öğretilmesi, ismi olan her şeyin gerçeğinin öğretilmesi demek değildir.
İsimleri öğretmek Allah'ın ilmine göre az bir ilimdir. Bu nokta felsefede
"ismiyye" ekolüne bir temel olabilir.
2- "Herşeyi açıklamak için..."
(En'âm, 6/154), "Herşeyi etraflıca beyan etmek için..." (Nahl, 16/89)
gibi âyetler, bütün eşyanın hakikatı mânâsına olmayıp insanların din ve ahkâm
(şerî hükümler) açısından muhtaç oldukları her şey mânâsına izafî (göreli) bir
kapsama sahiptir demektir. Ve nitekim öteden beri öyle tefsir edilmiştir.
3- İnsan bilgisinin azlığı, yalnız ruhu bilme
açısından zannedilmemelidir. Çünkü diğer şeylerle ilgili bilgilerimizin bile
dayanağı ruh olduğundan onlarla ilgili bilgimiz, ruhumuza ait olandan çok
değildir.
4- Bu hitapta insanlara ilimden pay veren bir
şeref ve aynı zamanda insanlığın ilmî gururunu kıran bir darbe ile, Hakk'ın
huzurunda "Biz seni, sana layık olan bir şekilde tanıyamadık" itirafı
ile alçak gönüllü olmaya davet eden bir uyarı vardır. Demek Allah katında ilmin
sonsuzluğu, insanlar için her hususta ilmin elde edilmesinin mümkün olduğunu
ortadan kaldıran bir ümitsizlik delili değil, ilimde ilerleme imkanının
sonsuzluğunu sağlayan bir bilgi başlangıcıdır. Bundan dolayı insan sonsuzluğa
giden bir aşk ve inanç ile Allah için ilme çalışması ve fakat ilimde hangi
ilerleme mertebesine ulaşırsa ulaşsın insan ilminin az yine az; Allah'ın ilmine
göre, denizlere oranla bir damladan bile az olduğunu bilerek hiçbir zaman
gururlanmaması gerekir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, insanın ilmi
Allah tarafından verilmiş olduğu gibi, yok olabilir de. Bir insana en büyük
ruhun, en yüksek ilmî mertebenin verildiği de farzedilse, onu emriyle dilerse
bir anda alıverir. İşte gururdan sakınmak için bu gerçeğin bilinmesi çok önemli
olduğundan bakınız, yüce Allah, Peygamberine olan üstünlüğünün büyüklüğünü
âyette ifade etmekle ona verdiği ilmin azlıktan istisna edilmiş olduğunu
açıklama sırasında, her şeyden önce bu gerçeği öne alıp, açıkça ifade ederek,
hem de yemin ve pekiştirme ile, yücelik ve ululuk ifade eden çoğul kipi ile ve
diğerlerine son derece etkili ve anlamlı bir ibret olması için özellikle
Hz.Peygambere hitapta açıkça anlatarak buyurmuştur ki: "And olsun ki,
dilersek o sana vahyettiğimizi elbette ortadan kaldırırız." Yani Rûhü'l-
Kudüs ile indirdiğimiz, bütün fitnelere karşı tesbit ettiğimiz, müminlere şifa
ve ilmimizin ruhu olan o yüce Kur'ân'ı bile hafızalarınızdan siler alıveririz.
Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı da bulamazsın. Yani aldığımızı bizden
bizzat kendin geri alamayacağın gibi vasıta ile geri alabilmek için, ne ruhtan
ve ne başka şeylerden dayanacak bir vekil, tutunacak bir kuvvet bulmana da
imkan yoktur.
87- Ancak Rabbinden bir rahmet olursa başka.
Her zaman yalnız ona dayanabilirsin ve işte ona vahyettiğimiz gibi onu koruyan
ve sürekli kılan da O'dur. Rabbinin sana özel izafeti ile nimet vermesi ve
ihsanı ve bu yüzden âlemlere yaymak istediği geniş rahmetidir. Gerçekten
Rabbinin sana olan fazileti, ihsanı ve lütfu çok büyüktür. Diğerlerine benzetme
kabul etmeyecek derecede büyüktür.
88-Onun için tam güvenle Yemin olsun ki bütün
insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için bir araya gelseler
hiçbir zaman onun bir benzerini getiremezler. İnsanlar ayrı, cinler ayrı
uğraşsalar getiremezler ya. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile
(benzerini) getiremezler. Kur'ân böyle büyük bir mucizedir. Şimdi yalnız bu
âyetin ne kadar kapsamlı, ne kadar kuvvetli, bütün insanlar ve cinler ile
gelecek üzerinde böyle en yüksek bir yakîn (kesinlikle) hüküm vermenin, ne
büyük bir gayb ilmini kapsadığını ve dolayısıyla başlı başına nasıl büyük ve
kalıcı bir mucize meydana getirdiğini insaf ile etraflıca düşünmeli. Bu sözün
Allah'ın ilminden bir ilim getirmiş olduğuna nasıl şüphe edilebilir?.
Bu âyetin iniş sebebinde rivayet ediliyor ki,
önceki yahudilerden bir grup: "Ey Muhammed!" demişler. "Bize şu
getirdiğin hakkı açıkla, bu Allah katından gelen bir hakk mıdır? Çünkü biz bunu
Tevrat'ın düzenli bir şekilde dizilişi gibi birbirine uygun olup nizamlı bir
şekilde dizilmiş olarak görmüyoruz" Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuş ki:
"Vallahi siz, bunun Allah katından gelen bir hakk olduğunu çok iyi
biliyorsunuz." Bunun üzerine onlar: "Amma bu senin getirdiğin
gibisini biz de sana getiririz." demişlerdi ve bunun üzerine yüce Allah,
bu âyeti indirdi. Diğer taraftan Kureyş'ten bir topluluk da: "Bize bu
Kur'ân'dan başka olağanüstü bir âyet getir, yoksa bunun benzerini biz de
yapabiliriz." demişlerdi ki, olağanüstü âyet dedikleri bundan sonra
"Kâfirler şöyle dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak
çıkarmadıkça sana iman etmeyeceğiz." (İsrâ, 17/90) âyetlerinde açıklanacak
olan öneriler olacaktır. Bu âyet, ile bütün bunlara kesin cevap verilmiş, o gün
bu gün bunca asırlardan beri bütün tecrübe ve teşebbüslerin karşısında bu
cevap, tam bir doğrulukla gerçekleşerek heybet ve ululuğunu artırmış durmuştur.
(Bakara, Sûresindeki "Onun benzeri bir sûre meydana getirin."; (2/23)
Hûd Sûresi'ndeki, "De ki: Siz de Kur'ân'ın benzeri, on uydurma sûre
meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda doğruysanız, Allah'tan başka yardımını
isteyebileceklerinizi de çağırın..."; (11/13) Hıcr Sûresi'ndeki "Onun
(Kur'ân'ın) koruyucusu da şüphesiz ki biziz" (15/9 âyetlerinin tefsirine
bkz.) İşte Kur'ân'ın her hükmü böyle ilim, böyle şüphesizdir.
Meâl-i Şerifi
89- Yemin olsun ki biz bu Kur'ân'da insanlar
için çeşitli misaller vermişizdir. Yine de insanların çoğu inkârlarında ısrar
ederler.
90- Kâfirler şöyle dediler: "Sen, bizim
için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla
inanmayacağız."
91- "Veyahut hurmalıklardan ve
üzümlüklerden senin bir bahçen olsun da ortasından şarıl şarıl ırmaklar
akıtmalısın."
92- "Yahut söyleyip zannettiğin gibi,
göğü başımıza parça parça düşüresin veya Allah'ı ve melekleri söylediğine şahit
getiresin. "
93- "Yahut altından bir evin olsun, ya da
göğe çıkmalısın. Ona çıktığına da asla inanmayız. Ta ki bize, okuyacağımız bir
kitap indiresin." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de,
peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim."
89-93-Böyle bir peygamberi gören o kâfirlerin
iman etmeyip de bu kadar inat etmelerinin sebebi nedir, denecek olursa:
Meâl-i Şerifi
94-100- 94- Kendilerine doğru yolu gösteren
peygamber gelince, insanların iman etmelerine engel olan sebep sadece:
"Allah bir insanı mı Peygamber gönderdi?" demeleridir.
95- (Ey Muhammed! Mekkelilere) şöyle de:
"Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette
onlara gökten peygamber olarak bir melek indirirdik."
96- De ki: "Benimle sizin aranızda şahit
olarak Allah yeter. Çünkü O, kullarının yaptığından haberdardır, yaptıklarını
çok iyi görendir."
97- Allah kime hidayet verirse, o doğru
yoldadır. Kimi de hidayetten uzak tutarsa, artık bunlar için Allah'tan başka
hiçbir yardımcı bulamazsın. Ve biz, o kâfirleri kıyamet günü kör, dilsiz ve
sağır oldukları halde, yüzleri üstü sürünerek haşredeceğiz. Varacakları yer
cehennemdir; ateşi dindikçe onun ateşini artırırız.
98- Bu onların cezasıdır! Çünkü onlar,
âyetlerimizi inkâr etmişler ve: "Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış
toz olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?"
demişlerdir.
99- Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın,
kendilerinin aynı olan insanları yaratmaya da kadir olduğunu görüp bilmediler
mi? Allah onlar için şüphe edilmeyen bir vâde takdir etmiştir. Fakat zalimler,
inkârlarında yine de ısrar ederler.
100- (Ey Muhammed!) De ki: "Eğer siz
Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, fakirlik korkusunu yine de elden
bırakmazdınız." Doğrusu insan çok cimridir.
Meâl-i Şerifi
101- Andolsun biz Musa'ya apaçık dokuz mucize
verdik. (Ey Peygamber!) İsrailoğullarına sor, Musa kendilerine geldiğinde
Firavun ona: "Ey Musa! Ben senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum"
demişti.
102- Musa dedi ki: "Ey Firavun! Pekâlâ
bilirsin ki, bu mucizeleri, birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin
Rabbi indirdi. Ey Firavun! Ben de seni helak olmuş zannediyorum."
103- Derken Firavun, Musa'yı ve
İsrailoğullarını Mısır'dan sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin
hepsini suda boğduk.
104- Arkasından İsrailoğullarına şöyle dedik:
"Firavun"un sizi çıkarmak istediği arazide siz oturun! Sonra ahiret
vaadi (kıyamet) geldiği vakit, hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz."
101-104- Ahiret vaadi (kıyamet) geldiği vakit,
hepinizi toplayıp biraraya getireceğiz. Buradaki ifadesinin sûrenin başında
geçen yani "ikinci defa olan fesadın zamanı" mânâsına olması
düşünülebilirse de "eğer siz kötülüğe dönerseniz, biz de cezalandırmaya döneriz."
(17/8) âyetinin) mânâsına bakılarak "ahiret yurdu vaadi" mânâsına
olması tekrardan uzak ve daha açıktır ki, kıyamet demek olur...
Özetle ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
105- Biz bu Kur'an'ı hak olarak indirdik, O,
bütün hakikatleri içinde toplayarak indi. Ey Peygamber! Biz seni ancak müjdeci
ve uyarıcı olarak gönderdik.
106- Sana Kur'ân'ı verdik ve onu insanlara
sindire sindire okuyasın diye (kısımlara) ayırdık ve biz onu yavaş yavaş
indirdik.
107- Ey Muhammed! De ki: İster ona (Kur'ân'a)
inanın, ister inanmayın; o daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğunda
onlar, yüzleri üstü secdeye kapanırlar.
108- Ve derler ki: Rabbimizi tenzih ederiz.
Şüphesiz ki Rabbimizin vaadi gerçekleşir.
109- Ve ağlayarak yüzleri üstü secdeye
kapanırlar. Hem de bu Kur'ân'ı işitmek onların Allah'a teslimiyetlerini daha da
artırır.
110- (Sen onlara) de ki: İster
"Allah" deyin, ister "Rahmân" deyin, nasıl çağırırsanız
çağırın. En güzel isimler O'nundur. Namazında sesini pek yükseltme, çok da
gizli okuma, orta yolu seç.
111- Ve şöyle de: Hamd o Allah'a ki, hiçbir
çocuk edinmedi, mülkte ortağı yoktur, aciz olmayıp bir yardımcıya da ihtiyacı
yoktur. Tekbir getirerek O'nu noksanlıklardan yücelt de yücelt.
105- Onu, Kur'ân'ı hak ile indirdik ve o, hak
ile indi. Yani hiç bozulmadan indirdiğimiz gibi hakkıyla indi; nazmı da hak,
inişi de hak, indiği de haktır. Hakk'ın hikmeti ile hakikaten hak Peygambere
inmiştir. Onun haber verdikleri muhakkak olacaktır. Ve seni ancak bir müjdeci
ve uyarıcı olarak gönderdik. İman ve itaat edenlere sevabın ve kâfirlere, isyan
edenlere azabın olacağını bildireceksin. Yoksa herkesin istediğini yapacak,
inatçı kâfirlere zorla iman verip kurtaracak değilsin. O halde sen müjdeleme ve
uyarma vazifeni yap, sonundan korkma! Fakat o müjde ve uyarma bir defada
bitecek değil, devam etmesi gerekir.
106- Hem bir Kur'ân olarak ki ağır ağır zaman
zaman insanlara okuman için, biz onu ayırt ettik, kısım kısım yaptık ve onu
peyderpey indirdik. Yani hepsini birden değil, asıllardan ayrıntılara doğru,
insanların her türlü menfaat ve ihtiyaçlarına ve durumların gereğine uygun
olmak üzere yavaş yavaş indirdik. Onun için Kur'ân'dan bir hizib (cüzün dörtte
biri) veya bir aşır (on âyet) ve hatta bazen bir âyet, bağımsız bir kitap gibi,
başlı başına müjdeleme ve uyarmayı kapsayan bir derstir.
Alûsî, tefsirinde der ki: "Beyhakî,
Şuâb'ında Ömer (r.a) den şöyle dediğini rivayet etmiştir: 'Kur'ân'ı beşer âyet,
beşer âyet öğreniniz. Çünkü Cebrail (a.s) onu beşer beşer indirdi". İbnü
Asâkir de Ebu Nadre kanalıyla rivayet etmiştir ki: "Ebu Sa'id-i Hudrî bize
Kur'ân'ı sabah beş ve akşam beş âyet öğretir ve Cebrail (a.s) beşer âyet, beşer
âyet indirdi, diye haber verirdi." demiştir. Bununla birlikte beşten daha
fazla ve daha az olarak inmesinin de gerçekleştiği sahih rivayetlerle sabit
bulunduğundan maksat, çoğu demektir."
107- De ki: Ey bu Kur'ân'a inanmayan cahiller!
Siz buna ister inanın, ister inanmayın; yani Kur'ân'ın doğruluğuna ve kemaline
karşı sizin gibilerin inanıp inanmamasının hiç önemi yoktur. İnanmanız onun
kemalini artırmaz, inanmamanız da ona eksiklik vermez; iman ederseniz faydası
kendinize, etmezseniz zararı yine kendinizedir. Artık siz düşünün. Şüphesiz ki
bundan önce kendilerine ilim verilen kimseler, Kur'ân inmeden önce, daha evvel
indirilen kitapları incelemiş olup da vahyin, kitabın, din ve şeriatin ne
olduğunu anlamış, peygamberlik delillerini öğrenmiş değerli âlimler kendilerine
Kur'ân okununca çeneleri üstü düşerek secdelere kapanıyorlar.
108- Ve diyorlar ki: "Rabbimizi tesbih
ederiz, ne büyük şan. Rabbimizin vaadi gerçekten yerine getirildi." Yani
önceki kitaplarda vaad ettiği o Peygamber geldi. Haber verdikleri şeylerin
hepsi olacaktır diye tesbih ve şükrediyorlar.
109- Ve ağlayarak çeneleri üstü kapanıyorlar
ve o Kur'ân okundukça onların huşularını (boyun eğmelerini) artırır.
Bunun bir benzeri de "Peygambere
indirileni işittikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı,
gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Ey Rabbimiz! İman ettik
derlerdi." (Mâide, 5/83)
110- De ki: İster "Allah" diye dua
edin, ister "Rahmân" diye dua edin Hangi isimle çağırırsanız,
güzeldir. Çünkü en güzel isimler hep O'nundur, O eşsiz zatındır. Resulullah
(s.a.v) bir gün Mekke'de "Ey Allah, ey Rahman " diye dua ederken
müşrikler işitmişler. Ve "Muhammed bir ilâha davet ediyordu, halbuki
kendisi iki ilâha dua ediyor" demişler. Onlara cevap olarak Allah'ın bu
emri inmiştir. Yani yüce Allah'ın bir çok isimleri vardır ki onlar, en güzel isimlerdir.
En yüksek güzellik, ululuk ve saygı ifade eden en güzel isimler hep O'nundur.
Bunların herhangisiyle olursa olsun dua caizdir. Çünkü ismin bir kaç tane
olmasından, isim sahibinin birkaç tane olması gerekmez. Bütün esma-i hüsna (en
güzel isimler) ile dua, ortağı olmayan o bir zata (Allah'a) duadır.
Hem namazda sesini fazla yükseltme. Namazda
okurken veya dua ederken bağırma, gösteriş ve saygısızlık lekesi olmasın.
Büsbütün gizli de okuma. Yani kendin işitmeyecek kadarda gizli okuma, Allah'tan
başkasından korkuyormuş gibi olmasın. Bunun arasında bir yol tut.
111-Ve de ki Hamd, Allah'a, her türlü yüceltme
ile şükür, Allah'a. O Allah ki çocuk edinmedi. Doğurmaktan uzak olduğu gibi
evlatlık da edinmedi. Bundan dolayı çocuk edindi diyenler onun şanını
bilmediler. Yalan söylediler. Mülkte O'nun ortağı yok. İki veya üç (Allah)
diyenler, başkalarını karıştıranlar iftira ettiler. O'nun acizlikten ötürü bir
dosta da ihtiyacı yoktur. Yani acizliğinden meydana gelen, zilletten korunmak,
izzet (yücelik) bulmak için yardım etmesine muhtaç olunan dosttan, sevgili ve
yardımcıdan ve ittifak eden kimseden de uzak ve beridir. Üstünlük ve rahmetiyle
sevdiği, velilik verdiği, Allah'ın dostları denebilecek dürüst kulları olmaz
değil ise de herhangi bir ihtiyaçtan dolayı dost edindiği hiçbir veli de
yoktur. Alçaklıktan uzak bizzat aziz ve kuvvetlidir. "Kuvvet ve kudret
tamamıyla Allah'ındır." (Fatır, 35/10) Ve onu tekbir ile yücelt de yücelt.
Zatında da yücelt, sıfatında da yücelt; yaptıklarında da yücelt, isimlerinde de
yücelt. "Allah, en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah'tan başka hiç bir
ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah'a
mahsustur."
Rivayet ediliyor ki, Abdulmuttalib
çocuklarından konuşmaya başlayan her oğlan çocuğa Hz. Peygamber (s.a.v) bu
âyetini belletirdi. Ve buna "yücelik ve ululuk âyeti" ismini
vermişti.
Tesbih ve İsrâ (gece yolculuğa çıkartma) ile
başlayan bu sûrenin bu de hamd ve tekbir emirleriyle bitmesi ne kadar güzel, ne
kadar beliğdir. Bu hamd ve tekbir emrinin "Gerçekten Rabbinin sana lütfu
çok büyüktür" (İsrâ, 17/87) nimetine şüphesiz özel bir bağlantısı vardır.
İmam Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Nesaî ve
diğerleri Hz. Aişe (r.a) den rivayet etmişlerdir ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) bu
sûre ile Zümer Sûresi'ni her gece okurdu. Sahih-i Buharî'de İbnü Mesud'dan
rivayet olunduğu üzere yüce Peygamber (s.a.v) bu sûre ile bundan sonra gelen
Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya Sûreleri hakkında buyurmuştur ki: "Bunlar ilk
değerli sûrelerdendir, yani Mekke'de inen sûrelerdendir ve bunlar, benim eski
servetimdendir." Yani Hz. Muhammed'e ait şan ve makama özel ilişkileri
olan, eskiden beri ezberlediğim sûrelerden, bana ait virdlerimdendir. İşte
"Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a ulaştıracaktır." (17/79) müjdesini
veren İsrâ Sûresi'nden "Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik." (Enbiyâ, 21/107) ululamasını veren Enbiya Sûresi'ne kadar bu
beş sûrenin tertibi de bu temel üzeredir. Bakınız hamd ve tekbir emri ile biten
İsrâ Sûresi'nden sonra Kehf Sûresi'nin hamd ile başlaması ne ahenklidir!
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
isra - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.