Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
İbrahim Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
14-İBRAHİM:
1-2-(Yunus Sûresi'nden beri geçen benzerlerine
bakınız.) bu çıkış yeri belli ve sınırlı olmayan, karnın üst tarafından çıkıp
her harfin yardımına koşan elif gibi, tevhid (Allah'ın birliğine inanmak) ve
doğruluk delili olarak tecelli eden ve tilâvet ve okunması ile gibi dillerde
çalkalanarak birlikten çokluğa hitap eden bu seçkin harfler, yani mucizeli
nazmıyla bu sûreyi meydana getiren basit ve birleşik sesler öyle büyük bir
kitapdır ki, ey Muhammed onu sana yüceliğimizin şanı ile biz indirdik. İndirdik
ki insanları karanlıklardan çıkarasın Rablerinin izni ile aydınlığa o aziz
(yüce) ve hamdedilmeye layık olan Allah'ın doğru yoluna bütün izzet ve kudret
kendisinin, bütün hamd ve senâ kendisine mahsus olan ve bundan ötürü yoluna
girip korunmasına sığınanları izzet ve ihsanıyla çok değerli ve saygın kılacağı
malum bulunan o nimet veren Rabbin doğru yoluna, hak dinine, yâni o Allah'ın
yoluna ki bütün göklerdekiler ve bütün yerdekiler hepsi O'nundur, şu veya bu
devletin değil hep O'nundur. O'nun malı ve mülküdür.
O yalnız göktekilerin değil, yeryüzündekilerin
de Rabbidir. Ululuğuyla göktekileri yere indirir. İnâyet nuru ile yerdekileri
göklere çıkarır. İşte ey Muhammed! Bu kitap öyle indirilmiş bir nurdur ve sen
bütün insanlara gönderilmiş öyle yüce bir peygambersin. Yani hangi toplumdan
olursa olsun bütün insanları aydınlatacak, yeryüzünde bilgisizlik ve sefâheti
(zevk ve eğlenceye düşkünlüğü) ve küfür ve sapıklık inançlarına kapılarak
değersiz gayelere, yanlış mabudlara aldanarak kat kat karanlıklar içinde
kalmış, dünya ve ahireti tanımaz, nerede bulunduğunu, nereden gelip nereye
gittiğini bilmez olmuş bütün insanları sapıklık ve sefillikten kurtarıp iman
nuru ile yücelik ve hamd yoluna, ulu ve kendisine hamd edilen Allah'ın din ve
şeriatine hidayet edeceksin. Fakat kendi kudret ve irâdenle değil, hepsinin
Rabbi olan o âlemlerin Rabbinin izin ve yardımı ile. Çünkü nur O'nun, sen
O'nun, gökler ve yerde bütün saltanat ve ilâhlık O'nundur. Onun için müjde
inananlara ve vay kâfirlere! O nuru örtmek isteyen ve yücelik ile hamd yoluna
çıkmak istemeyen imansızlara şiddetli azabdan.
3- Onlar ki o alçak hayatı severler, dünyayı
ahiret üzerine tercih ederler. Bu gün yaşayalım da yarın ne olursa olsun
derler, dünya için ahireti satarlar. Ve Allah'ın yolundan çevirirler ve onun da
eğiriliğini isterler.
Doğruluktan hoşlanmazlar. Allah yoluna eğri
derler, aykırı gidilmesini isterler, doğruya eğri diye kovuculuklar yaparlar.
Düzenbazlıkla insanları sapıtmaya, doğru dini eğmeye, bozmaya ve değiştirmeye
çalışır, aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık görmek ve göstermek isterler.
İşte bunlar, uzak bir sapıklık içindedirler. Doğru yoldan o kadar uzağa
sapmışlardır ki ona yanaşmak, kurtuluş bulmak ihtimalleri yoktur. Onun için vay
hallerine!
Böyle büyük sapıklık içinde bulunan, eğrilik
peşinde dolaşan kâfirler, bu kitabın Arapça olmasına itiraz ederek "Sen
bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber olsaydın bu kitap Arapça mı olurdu?
Hem bu hangi peygamberde görülmüş? Şimdiye kadar hiç bir peygambere Arapça bir
kitap inmemiş iken bunun Arapça olması Allah'ın âdetine aykırı değil
midir?" Diyecek olurlarsa:
Meâl-i Şerifi
4- Biz, her peygamberi, ancak bulunduğu
kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın. Bu itibarla Allah
dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de hidayete erdirir. O her şeye
galibdir, hükmünde hikmet sahibidir.
4- Biz hiçbir peygamberi gerek özel, gerek
genel bir şeriat veya kitap getiren hiç bir peygamberi başka türlü göndermedik.
Ancak kavminin dili ile gönderdik. Yani Allah'ın adeti böyledir. Öteden beri
her Peygamber, gönderildiği ümmetin ve özellikle içlerinde oturduğu topluluğun
dili ile gönderilmiştir. Ki onlara açıklasın. Tebliğine emredilmiş olduğu
şeyleri kavmine anlatsın anlattırsın. Bilenin bilmeyene, hazır bulunanın
bulunmayana anlayacağı bir dil ile açıklaması ve tebliğ etmesinin bir vazife
olduğunu anlatsın. Çünkü bir peygamberin peygamberliği gerek kavmine ait olsun
ve gerek daha başkalarını da kapsasın ve bu kapsamlılık gerek Hz. Muhammedin
peygamberliğinde olduğu gibi bütün insanlara ve hatta insan ve cinlere kadar
genel olsun ve gerekse birkaç topluma ait bulunsun mutlaka o peygamber, kavmini
davet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini anlatmak olacaktır. Bu ise
onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri kendi dilleri, kendi lehçeleri ile
açıklamaya bağlıdır. Her şeyden önce "Önce en yakın akrabalarını
korkut.." (Şuârâ, 26/214) gereğince en yakından başlayarak peygamber,
kavmine bu açıklamayı yapar, Allah'ın emirlerini açıklar ve ilan eder. Bunun
üzerine Allah da dilediğini saptırır, yani gerek o kavimden olsun ve gerek
dışardan bulunsun bizzat veya vasıta ile etraflıca veya özetle o açıklamayı
işiten insanların kimisini Allah, yola getirmez, hakkı sevdirmez, o açıklamadan
faydalanmaz, imana başarılı kılmaz, sapıklığa mahkum eder. Dilediğini de
hidayete erdirir. Peygamberin dilinden, o açıklamadan faydalandırır, hakkı
sevdirir, iman ve ilim ve onun gereğince amel etmeyi nasib eder ve bundan ötürü
bir taraftan Arapça bilenler, bilmeyenlere bildikleri diller ile nakil ve
tercüme ederek Hz. Peygamberin açıklamalarını tebliğ ederler ve açıklarlar. Elçisinin
elçisi, peygamberlerin varisleri olmak şerefine erişirler. Diğer taraftan bu
şerefe erişmek için birtakımları da Arapçayı öğrenirler ve bu şekilde Hz.
Peygamberin dilini esas olarak anlatırlar ve onunla davet dilden dile ve bir
topluluktan diğer topluluğa yayılıp umumîleşir. Allah'ın saptırdığı bahtsız,
hidayet ettiği mutlu olur. Ve o Allah öyle aziz, her şeyden üstün, iradesi
bütün sebeplere ve etkenlere hâkimdir. Bundan ötürü iradesi ile çekişmek mümkün
değildir. Onun için onun sapıttığını yola getirecek, hidayet ettiğini
şaşırtabilecek hiçbir kudret, hiçbir irade bulunamaz. Ve Peygamberin açıklaması
ne kadar kuvvetli ve açık olursa olsun Allah'ın izni olmayınca hidayet için
yeterli olmaz, hem de öyle hakîmdir. Hiçbir sebebe muhtaç olmamakla beraber
yaptığını hikmet ile düzenli yapar, iradesi yalnız hikmet olur. Onun için de
açıklama yapmadan önce kimseyi sapıklığa mahkum etmez.
Saptırması da, hidayeti de hikmeti ile
gerçekleşir. Ululuğundan dolayı, Peygamberini dilediği kavimden seçer ve
hikmetinden dolayı açıklamasını o kavmin diliyle yaptırır. Bundan dolayı;
"Ey Muhammed! Bu, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa,
her şeye galip ve övülmeye layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için, sana
indirdiğimiz bir kitaptır." (İbrahim, 14/1) hitabıyla bütün insanları
Allah'ın izniyle aydınlatmak hidayet ve sapıklığın birbirinden ayrılmasında
kesin delil olmak için Hz. Muhammed'in peygamberliği ile gönderilen bu kitabın,
bu apaçık Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesinde ve indiği gibi Arapça hakim
kılınmasında da nice ilâhî hikmetler vardır. Kur'ân, başka bir dil ile
indirilseydi, Peygamberin içlerinde bulunduğu ve ilk önce hitap edeceği kavmi
anlamayacak, "Fussilet Sûresi"nde geleceği şekilde "Âyetleri
uzun uzadıya açıklansaydı ya, Araba yabancı dil mi?" (Fussilet, 24/44)
demeye hakları olacak ve diğer kavimlere tebliğ etmek ve umumîleştirmek için
ilk neşredenler yetişmeyecek ve bundan dolayı hiçbir topluluk hakkında Allah'ın
kesin delili gerçekleşmeyecekti. Ve eğer bütün dillerle indirilseydi de Arapçası
gibi birçok Kur'ân bulunsaydı böyle bir mucize büsbütün zararlı ve tevhid
hikmetine aykırı olurdu, kavimler arasında kavga ve anlaşmazlığı azaltacak
yerde çoğaltır, birleştirecek yerde dağıtırdı.
Çünkü her biri yalnız kendi dilini esas ve
hakim tanıtması gerekecek ve aralarında hakim ve furkan (hakkı batıldan ayıran)
bir kitap bulunmamış olacaktı. Hem bu sayının artması, terceme ihtiyacından
kurtarmayacak, her topluluk kendi dilindeki Kur'ân ile diğerlerinin birbirine
uygun olup olmadığını anlamak ihtiyacında bulunacak ve bundan dolayı sayıları
ne kadar çoksa terceme ihtiyacı da o oranda artacak ve bir çevirmenin bütün
dilleri bilmesi gerekecek ve dayanılmaz bir şeyi teklif etmek durumunu
alacaktı.
Bunun açıklaması:
Meâl-i Şerifi
5- And olsun ki Musa'yı âyetlerimizle
gönderdik. Ona şöyle dedik: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara
Allah'ın (felaket) günlerini hatırlat. Şüphe yok ki bunda her sabredip şükreden
için nice ibretler vardır.
5- Şüphesiz ki biz Musa'yı âyetlerimizle
gönderdik. Yani peygamberliğini açıklayan mucizeler ve kitap vererek
zikredildiği üzere kavminin dili ile elçi yapıp gönderdik. Şöyle diye ki
kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar. "İsrailoğullarını bizimle serbest
bırak." (Şuârâ, 26/17) buyurulduğu üzere Musa'nın kavmi İsrailoğulları
idi. İsrailoğulları da Mısır'da bulunuyordu. Yusuf'tan sonra Mısır'ın idaresi
kötüleşmiş, İsrailoğuları Firavun ailesinin zulüm ve işkencesi altında ne
yapacağını şaşırmış, cahillik ve sapıklık, zayıflık ve zillet ve ümitsizlik
gibi türlü türlü karanlıklar içinde kalmış idi. Bundan dolayı bundan sonraki
âyetten de anlaşılacağı üzere, bu emrin kısaca mânâsı şu olur: İsrailoğullarını
aydınlatarak Firavun'dan kurtar ve onlara Allah'ın (felaket) günlerini
hatırlat. Tarihte ümmetlerin başından geçen ve doğrudan doğruya Allah'ın
kudretini gösteren, Allah dedirten acı veya tatlı büyük olayları anlatarak veya
Allah'ın nimetlerini, musibetlerini hatırlatarak va'z ve nasihat et! Şüphe yok
ki onda, o hatırlatmada veya o günlerde hangi kavimden olursa olsun pek
sabırlı, çok şükreden her kimse için elbette birçok âyetler vardır. Ki Allah
Teâlâ'nın kudret ve birliğine, belâ ve nimetine delalet eder ve gönüllerini
uyanıklık ve ibretler, ümit ve genişlikle aydınlatır. Gerçi bunlar, herkes için
âyet iseler de sabrı veya şükrü veya ikisi de az veya hiç olmayan kimseler
onlardan faydalanamaz, gerçekten aydınlanamazlar. O aydınlanma hem çok
sabredenler, hem şükredenlere aittir ki, sıkıntı karşısında ümitsizlik ve
telâşa düşmez, nimetin kadrini bilir, devamlı şükrünü yerine getirmeye
çalışırlar. Bu iki tabiat iman huylarından olduğundan dolayı burada "çok
sabreden ve çok şükreden" mümin demekten kinâye olduğu da söylenmiştir.
Görülüyor ki Hz. Musa'ya "Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar"
buyurulmuş. Yüce Peygamberimize (s.a.v.) ise; "İnsanları karanlıklardan
aydınlığa çıkarasın." (İbrahim, 14/1) buyurulmuştur. Demek ki her
peygamberlikte esas, ortak değer bu aydınlatmadır. Fakat Hz. Muhammed'in
peygamberliği kavminden başlamak üzere bütün insanlar için oluyor. Hz. Musa'nın
peygamberliği ise kavmine ait bulunuyordu. Diğer âyetlerde geçtiği üzere onun
Firavun'a gönderilmesi de bilhassa İsrailoğullarından dolayı idi. Bununla
birlikte böyle olması Musa'ya emredilen hatırlatmalar, Tevrat'ta zikredilmiş
âyetler içinde yalnız Musa'nın kavmini değil, herkesi aydınlatacak âyetlerin
bulunmasına engel değildir. Onun için "Mâide" Sûresi'nde geçtiği
şekli ile Tevrat hakkında; "Onda hidayet ve aydınlık vardır." (Mâide,
5/44) buyurulduğu gibi, burada buyurulmuştur. İşte Allah'ın (felaket)
günlerinin hatırlatılmasındaki hikmetinden dolayı, bunun bir özetini
hatırlatması emredilerek Hz. Peygambere de buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
6- Musa kavmine demişti ki: "Allah'ın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, bir vakit sizi Firâvun ailesinden
kurtardı. Onlar sizi işkencenin en kötüsüne sürüyorlar ve oğullarınızı kesip
kadınlarınızı da diri bırakıyorladı. Ve bunda Rabbinizden size büyük bir
imtihan vardır."
7- Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle
bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi)
artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.
8- Musa dedi ki: Siz ve yeryüzünde
bulunanların hepsi nankörlük etseniz, iyi biliniz ki Allah hepinizden
zengindir, hamdedilmeye layıktır.
6-7-8- Ey Muhammed Ümmeti:
Meâl-i Şerifi
9- Sizden öncekilerin; Nuh, Âd ve Semûd
kavimlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri size gelmedi mi? Onları,
Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri onlara mucizeler getirdi de onlar
ellerini ağızlarına koydular ve dediler ki: "Biz sizinle gönderileni inkâr
ettik ve bizi çağırdığınız şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz."
9- "Size... gelmedi mi?" Bu hitap
görünürde Hz. Musa'nın sözü gibi görünürse de, birçok tefsircinin tercih
ettikleri görüşe göre, Allah tarafından Hz. Peygamberin kavmine bir hitap
başlangıcıdır. Gerçekten Tevrat'ta Âd ve Semûd'dan bahsedilmediği doğru ise, bu
açıkça belli demektir. Çünkü onları Allah'tan başkası bilmez. Yani Nuh, Âd ve
Semûd kavimlerinden sonra tarihin bilinmeyen safhaları içine gömülmüş, miktar
ve özelliklerini Allah'tan başkasının bilemeyeceği daha nice kavimler "ve
bu arada daha birçok nesilleri (Allah'ı inkâr etmelerinden dolayı helak
ettik")" (Furkân, 25/38) mânâsı gereğince ne kadar çok nesiller
mahvolmuş ve soyları tükenmiş ki bunlar hakkında da: "Onlardan sana
kıssalarını anlattığmız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz
kimseler de var." (Mümin, 40/78) buyurulduğu üzere, kısmen ve özetle de
olsa haber gelmedi mi? İbnü Mesud (r.a) bu âyeti okuduğu zaman dermiş ki:
"Neseb âlimleri yalancıdırlar". Yani biz nesebler ilmini biliyoruz
iddiasında bulunanlar ve Hz. Âdem'e varıncaya kadar bütün insan ırklarının soy
zincirini belirlemeye kalkışanlar yalan söylemiş olurlar. Çünkü Allahtan
başkası onları bilmez" buyurulmuştur. İbnü Abbas'dan (r.a) şöyle rivayet
edilmiştir: "Adnan ile İsmail arasında bilinmeyen otuz baba (batın) vardır."
Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet edilmiştir ki: "Maadd b. Adnân b.
Edd"i geçmezdi ve buyurmuştur ki: "Neseblerinizden yakın
akrabalarınızla ilişki sürdürecek kadarını öğreniniz, yolu bulabilecek kadar da
astronomi öğreniniz"
Bazı müfessirler de demişler ki, şu halde
bundan dolayı Hz. Âdem'in yaratılışından beri geçen senelerin sayısını da
kestirmek mümkün değildir. Onu da Ancak Allah bilir.
Bütün o kavimlere ne oldu bilir misiniz?
Onlara peygamberleri mucizelerle geldiler. Açık deliller, açıklamalar ve
mucizeler getirdiler de onlar ellerini ağızlarına ittiler, öfkelerinden
parmaklarını ısırdılar. Yahut bütün kuvvetleri ile ağızlarını tutmaya,
susturmaya çalıştılar. Yahut o peygamberlerin kendilerine uzatılan imdat
(yardım) elini ve hidayetlerini ağızları ile reddettiler, öpecek yerde
ısırdılar ve dediler ki kesinlikle biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri
inkâr ettik ve getirdiğiniz mucizelere inanmıyoruz. Davetinize gelince de bizi
davet ettiğiniz şeylerden de muhakkak ve şüphesiz kuşku içindeyiz öyle bir
şüphe ki gocundurucu, yani pireleniyoruz, kuşkulanıyoruz ve ürküyoruz.
Meâl-i Şerifi
10- 10- Peygamberleri dedi ki: "Gökleri
ve yeri yaratan, Allah hakkında da şüphe mi var? O, sizi günahlarınızı
bağışlamak için çağırıyor ve belirlenmiş bir süreye kadar size müsade
ediyor." Onlar da: "Siz sadece bizim gibi bir insansınız, bizi
babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir
delil getirin!" dediler.
Meâl-i Şerifi
11-17- 11- Peygamberleri onlara dediler ki:
"(Evet) biz ancak sizin gibi bir insanız, ama Allah kullarından dilediğine
nimetini lütfeder. Ve Allah'ın izni olmadıkça bizim size bir delil getirmemize
imkan yoktur. Müminler ancak Allah'a dayansınlar.
12- Bize yollarımızı göstermişken neden biz
Allah'a dayanıp güvenmeyelim? Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız.
Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler."
13- İnkâr edenler peygamberlerine dediler ki:
"Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize
döneceksiniz!" Rableri de onlara: "Zâlimleri mutlaka helak
edeceğiz" diye vahyetti.
14- Ve Onlardan sonra sizi mutlaka o yerde
yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir.
15- (Peygamberler, düşmanlarına karşı) fetih
istediler, ve her zorba inatçı hüsrana uğradı.
16- Ardından da Cehennem vardır, orada
kendisine irinli su içirilecektir.
17- Onu yutmaya çalışacak, fakat boğazından
geçiremeyecek ve her yandan ona ölüm gelecek, fakat o ölemez. Arkasından da
çetin bir azab gelecektir.
Meâl-i Şerifi
18-18- Rabblerini inkâr edenlerin durumu tıpkı
fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir küle benzer.
Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte asıl uzak sapıklık budur.
Meâl-i Şerifi
19-23- 19- Gökleri ve yeri gerçekten Allah'ın
yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi yok edip yepyeni bir halk getirir.
20- Bu, Allah'a göre önemli bir şey değildir.
21- (Kıyamet günü) İnsanların hepsi Allah'ın
huzuruna çıkacaklar. Ve zayıflar büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler:
"Bizler, sizlere uymuştuk. Şimdi siz, Allah'ın azabından en ufak bir şeyi
bizden savabilir misiniz?" Onlar da diyecekler ki: "Allah bizi
hidayete erdirseydi, biz de size doğru yol gösterirdik. Artık şimdi bizler
sızlansak da sabretsek de birdir. Çünkü kaçacak yerimiz yoktur."
22- İş bitince şeytan onlara şöyle diyecek:
"Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim,
ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi (küfür
ve isyana) çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi
kınayın! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben,
önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim." Doğrusu
zalimler için acı bir azab vardır!
23- İman edip salih ameller işleyenler ise,
Rablerinin izniyle içinde sürekli kalacakları ve altından ırmaklar akan
cennetlere konulurlar. Oradaki dirlik temennileri "selâm!"dır.
Meâl-i Şerifi
24-27- 24- Görmedin mi? Allah nasıl bir misal
verdi. Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç
gibidir.
25- (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman meyve
verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller verir.
26- Kötü sözün durumu da, yerden koparılmış,
kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.
27- Allah, iman edenleri, dünya hayatında da,
ahirette de sağlam bir söz üzerinde tutar; zalimleri de saptırır ve Allah,
dilediğini yapar.
Meâl-i Şerifi
28-34- 28- Allah'ın nimetlerine nankörlükle
karşılık veren ve sonunda milletlerini helak yurduna konduranları görmedin mi?
29- Onlar, cehenneme girecekler. O ne kötü
karargâhtır.
30- Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a
eşler koştular. De ki: "Şimdilik eğleniniz! Çünkü varacağınız yer ateştir.
"
31- (Ey Muhammed!) İman eden kullarıma söyle:
"Namazı dosdoğru kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün
gelmesinden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan açık ve gizli (Allah için)
harcasınlar."
32- Allah öyle bir Allah'tır ki; gökleri ve
yeri yarattı, gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli meyveler
çıkardı; emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi,
ırmakları da emrinize verdi.
33- Sürekli olarak yörüngelerinde hareket eden
ay ve güneşi, geceyi ve gündüzü sizin emrinize verdi.
34- O, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi
size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız! Doğrusu insan çok
zalim, çok nankördür.
Meâl-i Şerifi
35 -41-35- Hatırla ki; Bir zaman İbrahim şöyle
demişti: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara
tapmaktan uzak tut!
36- "Rabbim! Çünkü onlar (putlar)
insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa, o
bendendir; kim bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan ve çok
merhamet edensin.
37- "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir
kısmını namazı dosdoğru kılmaları için, senin Beyt-i Haram'ının yanında,
ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmını onlara
meylettir. Ve onları bazı meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler.
38- "Ey Rabbimiz! Sen bizim gizlediğimizi
de açığa vurduğumuzu da şüphesiz bilirsin. Çünkü yerde ve gökte, hiçbir şey
Allah'tan gizli kalmaz.
39- "İhtiyarlık halimde bana İsmail'i ve
İshak'ı lutfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitir.
40- "Ey Rabbim! Beni ve soyumdan
gelecekleri namazını dosdoğru kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz! duamı kabul et!
41- "Ey Rabbimiz! Herkesin hesaba
çekileceği günde beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!"
Meâl-i Şerifi
42-46- 42- Ey Peygamber! Sakın zalimlerin
yaptıklarından Allah'ın gâfil olduğunu sanma! Ancak Allah, onların cezalarını,
gözlerin dışa fırlayacağı güne erteler.
43- O gün, başlarını dikerek koşacaklar,
gözleri kendilerine bile dönmeyecek ve gönülleri bomboş kalacaktır.
44- Ey Peygamber! İnsanları, azabın geleceği
gün ile korkut. O gün, zalimler şöyle diyecekler: "Ey Rabbimiz! Bizi yakın
bir zamana kadar ertele de senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi
olalım." Onlara: "Daha önce ahirete intikal etmeyeceğinize dair yemin
etmemiş miydiniz?" denilir.
45- Siz, kendilerine zulmedenlerin yurtlarında
oturdunuz. Onlara nasıl azab ettiğimiz size apaçık belli oldu. Ve size misaller
de vermiştik.
46- Gerçekten onlar çeşitli hileler ve
tuzaklar kurdular. Allah katında da onlara hilelerine karşı azab var; isterse
onların hileleri dağları yerinden oynatacak olsun.
Meâl-i Şerifi
47- O halde sakın Allah'ın peygamberlerine
olan vaadinden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah her şeye galiptir, intikam
sahibidir.
48- O gün yeryüzü bir başka yere, gökler,
başka göklere çevirilecek ve bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne
karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna toplanacaklardır.
49- O gün, suçluların zincire vurulmuş
olduğunu görürsün.
50- Gömlekleri katrandandır ve yüzlerini ateş
kaplar.
51- Çünkü Allah, herkesi kazandığı ile
cezalandıracaktır. Gerçekten Allah, hesabı çabuk görendir.
52- Bu Kur'ân, kendisiyle uyarılsınlar,
Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar
diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.
47-48- "başka yer". Bu terkib, iki
anlama gelebilir. Birisi yeryüzünün yerden başka şeye, yani yer mahiyetinden
başkasına demek olur. Birisi de bu yeryüzünün, başka bir yere çevrilmesi demek
olur. Ve bu her iki mânâ ile yorum yapılmıştır. Çünkü bazı rivâyetlerde yeryüzü
ateş olacak, gökler cennet olacak denilmiş; bazı rivâyetlerde de yeryüzü gümüş
külçesi gibi bembeyaz, üzerinde kan dökülmemiş, günah işlenmemiş başka bir yer
olacak denilmiştir.
Sehl b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, ben
dinledim Peygamber (s.a.v) buyuruyordu ki: "Kıyamet gününde insanlar
tertemiz bir daire gibi beyaz ve parlak bir yer üzerinde haşrolunacaklar."
Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki: "O gün yer yüzü başka bir yere
çevrilir.' âyeti hakkında Hz. Peygambere sordum. 'Ey Allah'ın elçisi! O gün
insanlar nerede olacak?' dedim. Buyurdu ki: 'Öyle bir şey sordun ki ümmetimden
hiçbiri sormamıştı. O vakit insanlar cehennem köprüsü üzerinde, diğer bir
rivâyette sırat (köprüsü) üzerinde olacaklar" demiştir."
"Yeryüzü", belirli olarak
zikredilmiş ve tekrarlanmış olduğuna ve bu şekilde ikincisinin, birincinin
aynısı olması esas olduğuna göre de ikinci mânâ açıkça anlaşılır. Bununla
birlikte zamir ile buyurulmayıp da açık isim ile buyurulması birinci mânâya da
ihtimal vermektedir. Sonra her iki durumda da değiştirmenin de iki mânâya gelme
ihtimali vardır: Birisi tamamen yok ettikten sonra yeni yaratma, yani kendisini
değiştirmek; diğeri de maddesinin kalıcı olması ile değiştirilmesi yani vasfını
başka şeye çevirmek demek olur. Kelâm bilginlerinden bazıları birinci mânâyı
tercih etmişler. Çünkü değiştirmek yeryüzünün kendisine isnad edilmiş olduğu
gibi, "Ondan başka her şey yok olacaktır" (Kasas, 28/88) âyeti de
açıkça bunu gerektirir. Yukardaki hadise uygun olarak İbnü Mesud hazretleri:
"Yer, üzerinde kan dökülmemiş, günah işlenmemiş, süzülmüş beyaz gümüş gibi
bir yer ile değiştirilecek" demiş olduğundan bunun bizzat kendisinin
değişmesi olduğu da söylenmiştir. Bazı kelâm bilginleri de ikinci mânâyı tercih
etmişlerdir. Çünkü değiştirmenin çevirmek mânâsına kullanılması da meşhur
olduğu gibi, ölümden sonraki dirilme hakkındaki "kuyruk sokumundaki en
küçük kemik" hadisinde maddenin kalıcılığına bir işaret var gibidir. İbnü
Abbâs (r.a) dan rivayet edilmiştir ki: "Yeryüzü yine bu yeryüzüdür. Şu
kadar var ki sıfatı değişecek, birçok örneklerden biri dağları yürüyecek,
denizleri yarılacak, dümdüz olacak, eğrilik büğrülük görülmeyecek" demiş
ve şu beyti okumuştur.
Deneye dayanan bilimler ve bunlardan biri olan
kimya ilmi kurallarına göre, maddenin kalıcılığı şekli ile yeryüzünün başka bir
şeye çevirilmesinin mümkün olduğunu düşünmek kolay ise de, maddenin yok
edilmesi yolu ile değiştirilmesinin mümkün olduğunu düşünmek zordur. Onun için
maddenin başlangıcı olmayacak kadar eski olması ve kalıcı olmasını ileri süren
filozoflar, bunu imkansız saydıklarından, yalnız maddenin başka bir şeye
dönüşmesi görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte son zamanlarda maddenin
yalnız kuvvete dönüşmesinin mümkün olduğunu gösteren bazı deneylere
rastlandığından maddenin kalıcı olması kanunu "kuvvetin kalıcılığı"
kanununa, bu da "sebebin kalıcılığı" kanununa çevirilmiştir. İlletin
kalıcılığının ise şüphe yok ki Allah'ın ebedî kalıcı olmasıyla ilişkisi vardır.
Özetle maddenin yok olması akla göre de
imkansız değildir. Bundan dolayı maddenin değişmesine inanmakla geniş
açıklamasını Allah'ın bilgisine havale etmek daha uygundur. Bununla birlikte bu
hususta maddenin yok edilmesi şart olmadığından maddeyi başka bir şeye
dönüştürmeye inanmak da yeterli olabilir. Bir de İbnü Atiyye tefsirinde şunu da
rivâyet etmiştir ki, yeryüzü de değiştirilecek ve fakat her grubun durumuna
göre; kimine ekmek, kimine gümüş, kimine ateş v.s. olacaktır.
Bu rivayette, çeşitli rivayetlerin bir
toplaması ve uzlaştırılması vardır. Bununla birlikte bu çeşit değişiklikler,
dünyada da görülmektedir.
Kısacası, o şaşmaz vaad ve intikamın
gerçekleşmesi, o günkü yeryüzü, başka bir yerle değiştirilecek. "Yer
uzatılıp dümdüz edildiği, içlerindekini atıp boş kaldığı ve Rabbine boyun
eğdiği zaman ki, bu mutlaka gerçekleşecektir o zaman herkes yaptığının
karşılığını görecektir" (İnşikâk, 84/3-5) gibi âyetlere bak. Gökler de
öyle değişecek, yarılacak ve çatlayacak güneş ve ay, tutulup dürülecek,
yıldızları söndürülüp dağıtılarak dürülecek, başka göklere dönüştürülecek. Yani
kıyamet kopacak, bu dünyanın yeri ve gökleri yerine ahiret yeri, ahiret gökleri
kurulacak. Ve hepsi Allah için ortaya çıkacaklar, yani bütün halk ve bu arada
özellikle o zalimler durdukları kabirlerinden yürütülecek. Gizli yapıyoruz
iddia ettikleri bütün amelleri ile arasat meydanına dökülecek, hiçbir yerde
gizlenemeyerek ve başka hiçbir başvuracak yer bulamayarak Allah için, Allah'ın
hüküm ve cezası için büyük mahkemeye çıkacaklar. O Allah için ki, bir ve her
şeye galiptir. Vâhid, yani ortağı yok, bu dünyada ondan başka ilâh iddia
edenler, başka mabud, başka Rabb tanımak isteyenler veya nefislerine, nefsin
isteklerine tapanlar, o gün görecekler ve anlayacaklar ki Allah'tan başka ilâh
yok, O'na karşı (varlığını) iddia ettikleri ortaklar, menfaat umdukları, kuvvet
isnad ettikleri kendisine uyulanlar, hakim zannettikleri hayaller hiç imiş.
Allah bir ve kahhâr, yani her şeye gâlip, her şey onun hüküm ve kudretine yenik
ve mahkum, iradesine karşı gelinmek ihtimali yoktur. Kahrına yerler, gökler
dayanmaz, O'nun için yerler, gökler değişmiş. Herkes O'nun yüce huzurunda boyun
bükmüş ve aslında hepsi O'nun için yaratılmıştır. Kısacası burada Allah'ın
sıfatlarından özellikle vâhid (bir) ve kahhâr (kahredici) sıfatlarının
zikredilmesi, o günün çok korkunç ve ürkütücü olduğunu anlatmak içindir ki
bunun başka bir benzeri, "Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek
Allah'ındır." (Mümin, 40/16) âyetidir.
49-50- Ve o gün o suçluları göreceksin ki
birbirine yaklaştırılarak zincirlere vurulmuşlar. Gömlekleri katrandan.
Bilindiği gibi katran; siyah, çirkin ve sert kokulu, süratle tutuşur, sıcak ve
keskin bir sıvı maddedir. Araplar bunu uyuz develere sürerler. Denilmiş ki cehennemliklere
katran sürülecek ve o, basbayağı onların donu, gömleği olacak. Ve bu şekilde
kendilerinde dört çeşit azab toplanacak ki bunlar: çirkin renk, pis koku,
şiddetli hararet ve süratle tutuşma, kabiliyeti. Ancak unutulmaması gerekir ki,
bütün yeryüzü ve gökleri ile âlemin değiştiği o gün, eşyanın özellikleri ve
vasıfları da bambaşka bir halde değişmiş olacaktır. Bundan dolayı o günkü
katran, bu gün bildiğimiz katranla mukayese edilemeyecek ve belirlenemeyecek
bir şeydir. O halde buradaki anlatım, bir örnek vermek şeklindedir. Önce şurası
açıkça biliniyor ki, bu ifadeden son derece bir sefillik hemen akla gelir.
İkinci olarak Ebu's-Suud tefsirinde der ki: Bunun, nefsin özünü kuşatıp ona
acılar ve üzüntüler çeken, kötü alışkanlıklar ve kötü huylar olmasının ihtimali
vardır. Daha doğrusu zikredilen katran, onların bu dünyada bulaştıkları ve
kendilerine şiar edindikleri yanlış inançların türlü türlü işkenceleri celbeden
çirkin amellerin aynıdır ki, öbür dünyada yani ahirette o şekilde cesed şekline
girerek azablarının şiddetlenmesine sebep olacaktır. Ve yüzlerini ateş
bürüyecektir. "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. Öyle bir ateş ki gönüllere
işler." (Hümeze, 104/6-7) mânâsı gereğince ilk önce kalblerden tutuşacak
olan cehennem ateşi, yalnız içlerini yakmakla kalmayacak, o katranlık
cesedlerinin her tarafını kaplayacak ve hatta görünen uzuvlarının en kıymetlisi
olan ve duygularla hislerinin birleştikleri yer olan yüzlerini bile bürüyecek.
Müfessirlerin tercih ettikleri bu mânâ, "O gün yüzükoyun ateşe sürüklenecekler."
(Kamer, 54/48) mânâsı gibi cehennem içindeki bir durumları demek olur. Fakat
bunun, ondan önce haşir sırasında veya sırat üzerinde olması daha kesindir
hitabı da bunun bir ipucudur.
51- Çünkü Allah herkesi kazandığı ile
cezalandıracaktır. Yani bütün onlar; yer ve göklerin o dönüşüm ve değişimi, O
Allahın huzuruna çıkış ve günahkârların zincire vurulması, Allah'ın herkesi,
her insanın benliğini kazancına göre iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük
karşılığıyla cezalandırması hikmeti için yapılacaktır. Ve onun için o gün o
günahkarların cezalarını bulurken sen onları öyle göreceksin ey Muhammed!
Veya ey olgun mümin! Şüphe yok ki Allah hesabı
çabuk görendir. Çünkü onu bir iş, diğer bir işten meşgul etmez. İmha edip
dururken birden bire hesaba çeker. Ve isterse hepsini bir anda bitirir. Ra'd
Sûresi'nde
"Sana düşen, sadece duyurmaktır. Hesap
görmek de bize düşer" (Ra'd, 13/40) buyurulmadı mıydı.?
52- İşte bu kitap, yani bu İbrahim Sûresi veya
bu sûrenin sonunu oluşturan bu den ya kadar olan hatırlatması insanlara
gönderilmiş bir bildiridir. Yeterli ve mükemmel bir nasihattır. Bir de bununla
uyarılmaları için ve gerçekten Allah'ın bir, ancak bir olduğunu bilsinler diye
ve akıl sahipleri olanlar düşünsünler, yani ne yaptıklarını ve ne
yapacaklarını, şimdiye kadar hangi dinde, hangi mezhepte ve ne gibi amelde
bulunduklarını ve bundan sonra ne yolda hareket etmeleri lazım geleceğini
düşünmeleri ve anlamaları içindir ki bu Kur'ân indirildi. Buyurulmayıp da bir
"vâv" ın ilave edilmesi ile buyurulmasında ne kadar geniş anlamlı bir
belağat vardır. Bu vav, atıf edatı veya başlangıç edatı olarak
düşünülebileceğinden dolayı işin başlangıcında iki bağlaç şeklinde gelmesi
muhtemel olur. Atf edâtı olduğu takdirde kendisinden önce gibi sözün gelişinden
anlaşılan bir matufün aleyhi (üzerine atıf yapılan) hatırlatarak "nasihat
edilmeleri için..." mânâsını ifade eder. Başlangıç edatı olduğu takdirde
de gösterildiği tarzda lâm'ın bağlı olduğu fiilin, sözün sonunda olduğunu
düşündürür. Öyle ki bu önündeki sûreye bağlı olabilir. Bundan dolayı bu âyet,
bir taraftan İbrahim Sûresi'ni tamamlarken diğer taraftan ondan sonraki Hıcr
Sûresi'ne bir hazırlık denebilecek şekilde mükemmel bir özetleme olmuştur. Şu
halde İbrahim Sûresi'ni kapsamış olduğu inançla ilgili hükümleri açısından
insanlara özel bir tebliğ; Hıcr Sûresi'ni de uyarma, tevhid ve öğüt verme
hikmetleri ile onun bir tamamlayıcısı şeklinde düşünebiliriz.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
ibrahim - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.