Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Hud Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
11-HUD:
Elif-Lâm- Ra, (bunun anlamı için Yunus
Sûresi'nin baş tarafına bakınız.) Bir kitap ki, âyetleri muhkem kılınmış, ihkam
edilmiştir. Muhkem, yani her bakımdan boşluktan uzak, bozulmak ihtimali
olmayan, gayet sağlam ve muntazam veya hakîm, yani yüce hikmetleri içeren,
hikmet nizamı ile düzenlenmiş, sonra tafsil de olunmuştur.
Tafsil: Aslında bir şeyi fasıl fasıl bölmek,
belli ve farklı bölümlere ayırmak demektir. Bu mânâda, mesela, bir inci
dizisine ara ara, yer yer iri daneler geçirildiği, veya bir tesbih dizisinin
taneleri aradaki imamelerle ayrıldığı gibi diziye fasıla geçirmek anlamına
gelir, denilir ki, "yani, içine fasıla yerleştirdi," demek olur. Ve
bir şeyi beyan eylemek açıklamak anlamına gelir: denilir ki,
"açıkladı" demek olur. Kamus Şarihi der ki, "İcmal karşıtı
olarak tafsil bu kökten gelmektedir. Zira asıl tafsil, bir şeyi, belli ve
belirgin özelliklerine ayırmak demektir. Bunun gereği de uzatmak ve
çoğaltmaktır. Bundan dolayı, tafsil, özet söylenen bir sözü çoğaltarak
açıklamak anlamına kullanılmıştır. Kur'ân'ın tafsilatlı, yani, mufassal olması
da birçok vecihler iledir: Bir kerre âyetleri nesrin seci'inden, şiirin
kâfiyesinden bambaşka bir güzellik sergileyen fasılalar ile birbirinden
ayrılmıştır. Ayrıca sûre sûre bölümlere ayrılmıştır. Nitekim âyetleri kısa kısa
olan sûrelere bu mânâ ile "Mufassal" denilir ki, fasılaları çok
demektir. Ancak bu anlamda fasıla her âyetin sonunda mevcut olduğu ve muhkem
olan âyetleri de ilgilendirdiği için burada 'deki tafsilden murad, daha aşağı
mertebede bir fasıl ve fasıla ile başka bir anlamda olması gerekir. Onun için
tefsir alimleri başlıca şu anlamları tercih etmişlerdir:
1- Kur'ân'ın kelimeleri muhkem bir nazımla
dizilip fasılalar ile âyet âyet ayrıldığı gibi, âyetleri de yer yer tevhid
delilleri, peygamberlik delilleri, ahkam, öğüt, kıssa, emsal ve ahbar gibi
metalib ve çeşitli faydaları olan kısımlardan dikkat çekici fasılalarla ayırd
edilip fasıl fasıl, bölüm bölüm kılınmış, ince ilişkiler ve hoş geçişler ile
konudan konuya, kıssadan kıssaya geçen bir sanatlı üslup üzerine kurulmuş ve bu
arada bazan terkibi, bazan da tercii andıran, bir cihetten fasıl, diğer
cihetten vasıl, bir bakıma bir mukaddime, bir bakıma bir hatime gibi bend
âyetleriyle bezenmiş ve düzenlenmiş ve bu minval üzere sûre sûre bölünmüş ve
birçok mesele ve kıssalar çeşitli yerlere ve sûrelere serpiştirilerek, tevhid
inancı, uluhiyet ve ubudiyet konuları üzerinde çeşitli ve değişik açılardan
ilişkiler söz konusu edilmiştir. Böylesine ayrıntılı ve geniş serpiştirmelere
rağmen gerek ayrıntılar, gerek ana konu sapasağlam ve muhkem olarak kalmıştır.
Onun muhkemliğine ve metanetine asla halel gelmemiştir. Ki, bu anlamda tafsil,
inci dizisine fasıla geçirmek anlamından alınmıştır.
2- Beyan mânâsınadır. Çünkü Kur'ân âyetlerinde
insanların geçim çabaları ve gelecekleri için muhtaç oldukları ve
olabilecekleri şeyler hem asılları, hem de ayrıntıları ile beyan olunmuştur. Bu
beyanın hayat gibi, yaratılıştan gelen doğal gelişme ile icmalden tafsile,
tafsilden telhise doğru giden akışı hakkında Fatiha Sûresi'nde biraz açıklama
yapılmıştı, (oraya bakınız.)
3- Kur'ân âyetleri değişik suretle nazil
olmuştur. Velhasıl bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri bir bakıma muhkem, bir
bakıma mufassaldır. Ne ihkamı tafsilini engeller, ne de tafsili muhkemliğini ihlal
eder.
Bir hakim-i habir tarafından yani, bu öyle bir
kitaptır ki, ilim ve hikmette eşi, benzeri olmayan, olma imkân ve ihtimali de
bulunmayan Hak Teâlâ tarafındandır. O'nun hikmetiyle ihkam edilmiş, O'nun
bilgisiyle tafsil olunmuştur. Kur'ân'ın nazmı Allah tarafından böyle icazkâr
bir hikmetli yapıya kavuşturulmuş, muhkem ve mufassal kılınmış, özene bezene
işlenip gönderilmiştir.
2- Şunun için ki: Allah'dan başkasına ibadet
etmeyesiniz, O'ndan başkasını mabud tanımayasınız diye Hiç şüphesiz ben size
O'nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim,
3- Ayrıca Rabbinize istiğfar eyleyesiniz diye.
O'nun mağfiretini isteyiniz ki, Rabbiniz Allah Teâlâ, günahlarınızı bağışlasın,
ayıplarınızı örtsün. Biraz ileride "Ancak iman edip iyi ameller işleyenler
başkadır, onlara mağfiret ve büyük ecir vardır." (Hûd 11/11)
buyurulmasından da anlaşılır ki, bu mağfiret dileme ve bağışlanma isteme işi,
iman ve amel-i salih ile olacaktır. Onun için kuru bir istekle kalmayıp sonra
da O'na tevbe ediniz. Sizi O'ndan çevirmiş ve uzaklaştırmış olan günahlarınıza
pişmanlık duyup O'na tam bir samimiyetle yöneliniz, O'na dönünüz. Çünkü hak
yolundan yüz çevirmiş olanlar, yine hak yoluna dönmedikçe muradlarına
eremezler. O'nun bağışlanma isteğine de tevbe ile birlikte tevessül etmek,
tevbe ile varmak lazımdır. Ki, sizi bir ecel-i müsemmaya kadar güzel bir
temettü ile faydalandırsın. Yani, belli bir zamana kadar, takdir edilmiş olan
ömürlerinizin sonuna, eceliniz gelinceye kadar güzel güzel yaşamanızı sağlasın,
sizi güven ve huzur içinde yaşatsın, hayattan faydalandırsın. Yani şirk ve
isyanda, taşkınlıkta ısrar hayattan güzel güzel yararlanmaya engel olan
şeylerdir. Şirk ve günahta ısrar, edenlerden bir kısmının hayattan
faydalanmaları söz konusu olsa da, aslında bu güzel ve hakiki bir faydalanma
sayılmaz. İsyan ve günah ehlinin hayatı hiçbir zaman "hayat-ı
tayyibe" olmaz. İsyanda direnen günahkârlar, dünya nimetleri içinde
yüzseler bile kalb huzurundan, gönül rahatlığından mahrum kalırlar ve durumları
daima tehlikelidir. İman ve amel-i salih ehli olanlar, ne kadar sıkıntı
çekseler, ne kadar iptilalara uğrasalar yine de gönülleri huzur içindedir.
Bundan dolayıdır ki, bir isyankâr, tevbeye muvaffak olduğu zaman vicdanı büyük
bir huzura kavuşur, sevinçle dolar. Mesela, bir sarhoş içkiden tevbakâr olup
kurtulsa, yeniden hayata gelmiş gibi neşe bulur. Fert açısından böyle olduğu
gibi, cemiyet açısından da mesele daha büyük ve önemli boyutlara sahiptir. Bir
kişinin, ilâhî emre isyan edip elde edeceği herhangi bir dünya menfaatı, toplum
için bir zarar demektir. Toplumun zararı ise haddi zatında o isyankârın da
zararını içermektedir. Ki, tevbe ve istiğfar etmeyip, günahta ısrar ettiği
takdirde o, bu zararı bugün duymazsa bile yarın mutlaka duyar. Halbuki her
tevbe eden fert ile toplum, bir işe yarar kişi kazanmış olur. Böylece hayattan
güzel faydalanma yolunda bir adım daha atılmış olur. İşte "sizi güzel
güzel faydalandırır." şeklinde "hasen=güzel" yaşamaya dikkat
çekilmesi bu gibi inceliklerden dolayıdır. Dahası var:
Ve her fazilet sahibine faziletinin
karşılığını versin. Yani, taat ve amelde daha ziyadesini yapan, veya mükellef
olduğundan fazlasıyla, mesela nafile ibadetlerle Allah'a yakınlaşmaya çalışan
veya vazifesinden fazla çaba ve gayret gösterip "İnsanların hayırlısı
insanlara faydası dokunandır." hadisi şerifi gereğince Allah için
insanların menfaatına hizmet eden fazıl ve fazilet sahiplerinin hepsine kendi
Rabbani fazlından fazlasıyla mükafatını versin. Görülüyor ki, burada
"belli bir ecele kadar" kaydı yoktur. Cümlenin böylece herhangi bir
kayıttan uzak tutuluşu ise ahirette veya hem dünyada, hem ahirette anlamlarını
içine almaktadır. Binaenaleyh bu durumda birçok fazilet ehlinin dünyada mükafat
görmemeleri ile ilgili bir soruya da yer kalmaz. Bununla beraber bu ifade şunu
da hatıra getiriyor ki, küfür ve isyan ile fazilet birleşemeyeceği gibi,
isyankâr bir toplum içinde de fazilet takdir edilemez; bu yüzden de fazilet
sahibi kimseler harcanır gider. İstiğfar ve tevbe ise günahtan iğrenmeyi
gerektirdiği gibi faziletin gelişmesini de gerektirir. Tevbekâr olanlar
çoğaldıkça fazilete karşı ilgi ve temayül artar, fazilet sahipleri kendi
derecelerine göre takdir edilmiş, ve faziletli olmanın bir anlamda karşılığını
görmüş olurlar. Çünkü fazilet ehlinin en büyük arzusu, hakkın rızası ve halk
arasında fazilet duygu ve sevgisinin gelişip yayılmasıdır. Bunun böyle olduğu
düşünülünce, çevrede iyilik ve faziletin revaç bulduğunu görmek bütün fazilet
ehli için dünyada en büyük zevk ve mükafat demek olduğu muhakkaktır, ancak
onların asıl mükafatları ise ahiretteki mükafat olduğu derhal anlaşılır.
İşin müjde tarafı böyledir. İnzar, yani uyarı
tarafına gelince:
Ve eğer yüz çevirirseniz, yani şu emrolunan
tevhid, istiğfar ve tevbeden dönerseniz. Muhakkak ki, ben bir peygamber olarak
sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum, yani başınıza gelecek azaptan
dolayı size acıyorum. Ki, o büyük gün kıyamettir.
4-Zira nihayet dönüşünüz ancak Allah'adır. Siz
isteseniz de, istemeseniz de, tevbe etseniz de, etmeseniz de akıbet ölümden
sonra dönüp varacağınız, ba's olunup huzurunda toplanacağınız son merci,
başkası değil, sadece ve sadece Allah'dır. O da herşeye kadirdir." Şu
halde O'nun huzuruna imansız, tevbesiz varmak ne korkunç bir şeydir.
5- Evet amma, muhakkak ki, onlar göğüslerini
bükerler ondan gizlenmeleri için. Bizim dilimizde "göğüs bükmek"
şeklinde bir deyim bilinen bir şey değildir. Fakat bilinmektedir ki, kalabalık
bir mecliste başkalarından gizli birşeyler yapmak isteyen bir kimse göğsünü öne
doğru eğer veya yan tarafa çevirir veya sırtını döner. Aynı şekilde gocunduğu
bir kimseye rastgeldiği zaman yüzünü gizlemek isteyen de bunu yapar. Rivayet
olunduğuna göre, Mekkeli müşriklerden bir kısımları, Resulullah geçerken böyle
göğsünü büker, sırtını döner, elbiselerini başlarına çeker de bürünürlerdi.
Allah'ın Resulünden böyle gizlenmekten maksatları da Allah kelâmını işitmekten
kaçınmak, bu da bir anlamda Allah'dan gizlenmeye çalışmak demek olduğu için
burada buna işaret olunmakta, kâfirlerin haktan yüz çevirmelerinden kinaye
olarak bu deyim kullanılmaktadır. Yani, "göğüs bükmek" mecaz ve
kinaye olarak, Allah'dan gizlenmek, O'ndan yan çizip kaçınmak anlamına gelmektedir.
Ayrıca "göğüs bükmek" deyimi, kalb çarpıklığından, dıştan iyi
görünüp, dost görünüp içten içe münafıklık etmek mânâsından da kinaye olabilir.
Nitekim yine rivayet olunduğuna göre; müşriklerden bir kısmı,
"Kapılarımızı kilitler, perdelerimizi indirir, örtülerimize bürünür de
sinelerimizi Muhammed'e kin ve düşmanlık üzere dürer bükersek o bizi nasıl
tanıyabilecek" demişlerdi. Ki, bu tabirlerin hepsi kalblerindeki kin ve
düşmanlığı son derece gizlemekten kinayedir. Bu mânâyı şu da teyid eder ki,
Abdullah b. Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu âyet, Ahnes b. Şurayk sebebi
ile nazil olmuştur. Bu Ahnes çok tatlı dilli, güzel söz söyleyen bir adamdı.
Resulullah'a sevgi ve muhabbet gösterir, kalbinde de zıddını gizlermiş.
Evet amma onlar örtülerine bürünürlerken, yani
sadece göğüslerini büktükleri zaman değil, bütün bütün gizlenmek için
örtülerine büründükleri zaman bile ne sır saklar, neyi açığa vururlarsa Allah
hepsini bilir. Çünkü O, hiç şüphesiz zatussüduru bilir. Sinelerde gizli olanı
veya sinelerin sahibi olan nefislerin zatını, özünü bilir.
Meâl-i Şerifi
6- Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir
canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de, emaneten durdukları
yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır.
7- O, öyle bir Allah'dır ki, hanginizin daha
güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı.
Arşı da su üstündeydi. Onlara "öldükten sonra tekrar dirileceksiniz"
dersen, o kâfirler de kesinlikle sana: " Bu apaçık bir sihirden başka
birşey değildir." diyecekler.
8- Ve eğer bunlardan bir kısmının göreceği
azabı belli bir süreye kadar erteleyecek olursak, o zaman da "onu
engelleyen nedir ki?" diyecekler. İyi bilin ki, o azap onlara geldiği gün
kendilerinden geri çevrilecek değildir. Ve o alay ettikleri şey kendilerini
kuşatmış olacaktır.
6- Yeryüzünde hiçbir dâbbe, yani deprenip
duran hiçbir canlı yoktur ki, kesinlikle onun rızkı Allah'a ait olmasın. Burada
"yerde" ifadesi tahsis için değildir, "dâbbe" yalnızca dört
ayaklı canlılar zannedilmesin diye bütün canlılara ait bir genelleme yapmak
içindir ki, insan da bunlar arasındadır. Yani, gerek insan, gerek diğer
canlıların rızkı, kuvveti, gıdası ve beslenmesi, yaşamak için gerekli olan
bütün şartlar ve sebepler Allah'a aittir, O'ndandır. Tabii veya iradi olarak o
canlının o rızka kavuşması Allah'ın yükümlülüğü altındadır. Gerçi yaşatmak
istemediği vakit, rızkını kesiverir ve O kesince kimsenin vermesine imkân ve
ihtimal yoktur. Fakat yaşatmak istediği sürece de bütün âlem onu önlemeye ve
engellemeye çalışsa yine de göndereceği rızkı gönderir. Ve herbirinin
müstekarrını ve müstevdaını bilir. Karar ettiği yeri de bilir, emaneten
bulunduğu yeri de bilir. Durduğu, oturduğu yeri de bilir, gezdiği dolaştığı
yeri de bilir. Sulbü de, rahimi de bilir. Yattığı yeri de bilir, öleceği yeri
de bilir, veya öleceği vakti de bilir. Bütün bunları bilir ve ona göre rızkını
verir. Hepsi bir kitab-ı mübindedir. Bütün o kımıldayan canlılar, rızıkları,
müstekarları ve müstevda'ları takdir olunup, levh-i mahfuza yazılmış, Allah'ın
bilgisinden yaratılış alanına çıkarılmıştır ki, bu kitabı görebilen melekler
oradaki yazıyı açıktan okur ve anlarlar. İşte Allah'ın ilim ve kudreti böyle
geniş ve fazl-u keremi ile rablığı böyle kapsamlıdır. Şu halde insan rızkını
Allah'dan istemeli ve rızık için değil, Allah için çalışmalıdır. Rızık meselesi
o kadar endişe edilecek bir şey değildir. Allah'dan başkasından rızık beklemek
boşunadır.
7- O, öyle bir yaratıcıdır ki, gökleri ve yeri
altı günde yarattı. (Bu konu için A'raf Sûresi 7/54. âyetin tefsirine bkz.) Ve
O'nun Arşı su üzerinde idi. "Asam tafsiri"nde "arşın su üzerinde
olması göğün yer üzerinde olması kabilindendir, bitişik anlamına değildir"
denilmiş. Galiba âlemde mevcut olan suyun arşın altındaki bütün kâinatı
doldurabilecek kadar çok olmadığı düşünülmüş ve bundan kâinattaki boşluğun
boyutlarına istidlal edilmiştir. Fakat diğer taraftan "arş suyun sırtı
üzerinde idi" diye de eser varid olmuş bulunduğundan Keşşaf ve
izleyicileri ifadenin her iki anlama gelme ihtimalini göstererek "Arş ile
su arasında hiçbir mahluk, hiçbir şey yoktu" diye tefsir etmişlerdi ki, bu
mânâ aralarının açık olup olmamasından daha geniş kapsamlıdır. Göklerin ve
yerin yaratıldığı günlerde, arşın altında sudan başka şeyler de yaratılmış
bulunacağı için arşın ve suyun yaratılması, göklerin ve yerin yaratılmasından
önce olduğu söylenmiş ve bu görüş birçoklarınca daha yerinde görülmüştür. Oysa
âyetteki ifadeye göre bu ihtimal dahilinde olsa da o kadar açık ve yerinde
değildir. Belki aksi doğrudur. Bir de bunlar arşın herşeyi kaplayan bir cisim
olması anlamıyla ilgilidir. Fakat Ebu Müslim İsfehani, burada kelimesini masdar
olmak üzere bina etmek mânâsına hamlederek "Onun binası, yapısı su üzerine
kurulmuş idi" diye te'vil eylemiştir ki, Allah'ın gökleri ve yeri binası
su üzerine vaki oldu, demektir. Bu da göklerle yerin yaratılışına yakın olmuş
olur. Bu bakımdan bu tevil ifadenin dış görünüşüne uygun düşüyor ise de
"arş" ismine göre biraz uzak kalıyor. (Arş ve kürsî hakkında Bakara
Sûresi (âyet 255) ve A'râf Sûresi (âyet 54)'e bakınız.) Acizane kendi
anlayışıma göre "O'nun Arşı su üzerinde idi." ifadesini "Sonra
O, arş üzerine istiva etti." (A'râf 7/54) âyetiyle karşılaştırarak ele
almak gerekir. Her ikisinde de arş, saltanat tahtı anlamından alınmış
hükümdarlık ve saltanattan kinayedir. Allah'ın arşı demek, O'nun hükümranlığı
ve saltanatı, hakimiyet ve iktidarı demektir. Şu halde arşın su üzerinde olması
mekana ve cisme bağlı bir anlam ile değildir. Ve "Sonra O, arş üzerine
istiva etti." karşılığında "arşın su üzerinde olması" da söz
konusu istivaya karşılık olarak bir başka açıdan ifadedir. Nitekim bu
saltanatın cereyanı mânâsını Fahreddin Razi, Fatiha Sûresi'nin tefsirinde dile
getirmiştir. Âyette göklerin ve yerin yaratılmasından maksat, yücelikleriyle ve
aşağılık yanlarıyla bütün âlem olması zahirdir. "Arz" altımızdaki
yerin kara parçaları ve denizleriyle bütününe şamil olduğu gibi,
"semavat" da yerin üstünde bulunan irili ufaklı gökcisimleri ve
üzerlerindeki her şeyin hepsine şamildir. Buradaki konu da "ilk yaratılış"
meselesidir. İlk yaratılış olayından önce ise "Allah vardı ve O'nunla
birlikte hiçbir şey yoktu". Bundan dolayı "O'nun arşı su
üstündeydi." ifadesine bakarak arşın yaratılmasının âlemin yaratılmasının
dışında ve ondan önce olduğu ihtimali yoktur. Âyette açıkça görülen de bunun
âlemin yaratılması günleri demek olan altı gün sırasında yaratılmış olmasıdır
ki, daha sonra "arş üzerine istiva etmiş." olabilsin. A'râf sûresinde
de açıklamaya çalıştığımız üzere, ilk yaratılış olayında altı gün, hiçbir
şekilde tabiatın tekdüzelik ilkesiyle ilgili olmayan çeşitli yaratılış
şekillerinin ilk ve değişken anlarını, aşamalarını ifade ettiği için, o
vakitlere göre, ilâhî kudret ve saltanatın cereyan şeklinde bugün için
"sünnetullah, âdetullah" dediğimiz tekdüzelik ve sürgit olarak
periyodik akışlar şeklindeki tabiat kanunlarının hiçbirinden söz edilemez.
Çünkü o ilk yaratılış günleri, daha önce hiçbir benzeri olmayan mutlak anlamda
yoktan var ediş aşamalarından ibarettir. Her birinde ilâhî hüküm ve kudret
yeniden yeniye bir ibda ile tecelli eylemekteydi. O günlerde tabiat kanunları
dediğimiz şeyler de hep harika, hep mucize dediğimiz eşsiz, benzersiz oluşumlar
vardı. İlke veya kanun dediğimiz kuralların hepsi ancak uzun süreli tekrarlar
sonucunda bilim açısından "ilke" adını alırlar. Bunlarda düzenli
tekerrür yoksa "kanun", yada "ilke" adını alamazlar. İşte
tabiat olaylarındaki tekdüzelik ve tekrarlanma konusu, ancak ilk yaratılıştan
sonra ve ondan itibaren söz konusu edilebilir. Levh ve kalem yaratılmadan
kitab-ı mübindeki yazılar yazılmış olmaz. İnsan yaratılmadan insan tabiatından
söz edilemez. İşte bütün bunlardan dolayı "arş su üzerinde idi"
demek, "Göklerin ve yerin ilk yaratılış günleri demek olan o sıralarda
ilâhî saltanat âdetsiz cereyan ediyordu." demektir. zira diğer âyetlerde
de varid olduğu üzere "sonra arş üzerine istiva etti." bundan sonra
düzenli tecellilerle saltanatını sürdürdü. Yani Allah'ın yaratılışla ilgili
kanun ve kuralları ancak yaratılıştan sonra açığa çıktı. Gerçi ilk yaratılış
olayından sonra da her zaman için ilâhî kudreti gösteren, kural dışı ve mucize
olaylar yine mevcuttur. Fakat bununla, henüz hiç bir tabiat kanununun
bulunmadığı durumlar arasında büyük fark vardır. İlk yaratılış sırasında âlem
(cosmos) sırf bir tufan halinde idi, denilebilir. Bu sebeple "Arşı su
üstündeydi." ifadesinin sözlük anlamı değil, kinaye yoluyla ifade etmek
istediği mecaz anlamı alınmalıdır. Bunu böyle anlamanın "Sonra arş üzerine
istiva etti." ifadesindeki karşılığıyla birlikte bütün yönlerden uyum
sağladığı ortaya çıktıktan sonra şunları da kaydedelim:
Evvela gaflet edilmemeli ki, bu saltanat
cereyanı, kinaye olarak suyun özelliğinden çıkan bir anlamdır ve onun
gerektirdiği bir mülahaza şeklidir. Bunun doğrudan doğruya suyun akışı ile
ilgisi yoktur. Bundan dolayı olsa gerek ki, eserde yani "suyun sırtı
üzerinde"(2) tabiri varid olmuş ve böylece kinaye anlamına yardımcı olan
bir kaynak gösterilmiştir. Öbür açıdan da yine bunun hakikat anlamına
olmadığını göstermek faydalı olacaktır:
Ayrıca bilinen bir husustur ki, kinayeler,
gerekli olan düz ve doğrudan mânânın anlaşılmasına engel değilse de onun
mutlaka söylendiği gibi olması da şart değildir. Bundan dolayı ilk yaratılış
sırasında suyun bilfiil mevcut olması gerekmez. Fakat bu saltanat cereyanı,
çeşitli ve değişken anlamına gelebilecek şeylerden, mesela rüzgardan kinaye
yapılmayıp da özellikle suyun seçilmiş olmasında elbette suyun önemine işaret
eden bir incelik ve faydalarını düşünmeye yönelik bir nükte bulunmaktadır. Bunu
her zaman için hesaba katmak gerekir. Biz bunda "Biz her canlı şeyi sudan
yarattık.." (Enbiya, 21/30) ifadesinin altında yatan mânâya bir işaret
buluyoruz. Bazı hadislerden ve eserden anlaşıldığına göre, ilk yaratılışın
altıncı günü, yani son aşaması canlıların yaratıldığı devirdir ki, Âdem aleyhisselam
bunun ikindi vaktinde, yani sonuna doğru yaratılmıştır. Demek ki, o gün ilâhî
saltanat su üzerindeydi ve hayatı yaratma olayı üzerinde cereyan ediyordu. Ve
bu cereyanın tecelli ettiği yer de su idi. Bakınız bu nükteyi şu ta'lil ve
hikmet ne güzel destekliyor ve açıklıyor.
Bu yaratma şunun içindir ki, bakalım hanginiz
en güzel amel yapacaksınız, sizi imtihan etsin diye. İşte o yaratma veya arşın
cereyanı olayının başlıca hedefi ve hikmeti, sonunda sizin yaratılmanız ve
yeryüzünde yaşamanızdır. Bu dünyanın size sorumluluk ve görev yeri yapılmasıdır
ki, burada bakalım en güzel ameli hanginiz yapacaksınız? Sizi buradaki
hayatınızdan imtihana çekip daha sonra size ona göre muamele edilmek içindir.
"Arşın su üzerinde" olmasını
göklerin ve yerin yaratılmasından önce olan bir olay şeklinde gören tefsir
bilginleri, işbu 'deki "lâm"ın yani yaratmak fiiline müteallik
olduğunu söylüyorlar. O zaman bütün göklerin ve yerin yaratılması, insanın
yaratılması ve imtihana çekilmesi hikmeti ve sonucu ile ilişkili olur. Ancak
izah ettiğimiz mânâ ve nükteye göre bu "lâm"ın fiiline müteallik
olması daha yakın ve daha münasip olur. (Yunus Sûresi'nde 14. âyetin tefsirine
bakınız.)
Bu konuda Hz. Peygamber'den şöyle bir tefsir
rivayet edilmektedir "Sizi imtihana çekmek için ki, hanginiz akılca en
güzel, Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O'nun taatine
koşmakta en hızlı olacak?". Görülüyor ki, bunda en güzel amel tarif ve
tefsir buyurulmuştur. Bunun da birinci şartının güzel akıl, yani iyiyi kötüyü
birbirinden ayıran, hayrı şerri seçen akıl olduğu anlatılmıştır. Şu halde akıl,
yiyeceği rızkı değil yaratılışın esas hikmeti olan en güzel amelin hangisi
olduğunu düşünmeli ve onu yapmaya çalışmalıdır. Allah Teâlâ'nın rızasına uygun
en güzel ameli yapsın ki, kendini kurtarabilsin.
Bununla beraber yemin olsun ki, sen onlara
"siz öldükten sonra muhakkak yeniden ba'solunacaksınız." dersen,
burada belağatlı bir icaz vardır. Uzun uzun anlatılacak bir söz kısaca
anlatılmıştır: Yani sorumluluk ve imtihanın gereği, bu dünyanın sonunda bir ahiret
olması ve insanların burada yaptıklarından orada Allah huzurunda hesap
vermeleri, amellerinin iyiliğine ve kötülüğüne göre sevap veya ceza ile
karşılık görmeleridir. Hiç şüphesiz insanlar öldükten sonra tekrar
ba'solunacaklardır. Bununla beraber ey Allah'ın Resulü, emin ol ki, sen
insanlara bunu tebliğ edip, "Siz ister güzel amel yapın, ister çirkin
işler işleyin, her hal ü kârda öldükten sonra dirilecek, yani
ba'solunacaksınız." dedin mi, o kâfirler, akıl ve iradelerini imansızlıkla
örtbas etmiş olanlar, elbette ve elbette diyecekler ki ... açık bir büyüden
başka bir şey değildir, yani bu söz düpedüz adam aldatmaktan, göz boyamaktan
ibarettir, diyecekler. Ahiret, öldükten sonra dirilmek, sorumluluk, din sözünü
veya bunlar gibi iman konularını anlatan Kur'ân-ı Kerîm'i, cahil halkı
aldatmak, onları dünya zevklerinden ve hürriyetlerden yoksun bırakmak suretiyle
üzerlerinde baskı kurmak için uydurulmuş bir hile, bir oyun ve bir büyü, hem de
apaçık bir büyü sayacaklar, "Hiç ölen dirilir mi! ÉÊ}Bu da artık açıktan
açığa hurafe değil mi?" deyip gavurluk edecekler, ki bunların hepsine azap
vaad olunmuştur.
8- Ve eğer bunlardan sayılı (yani sayısı belli
olan az bir kısmına, yahut belli) bir süreye kadar azabı ertelersek, o zaman da
kesinlikle: "Onu ne durduruyor?" diyecekler. Yani "Allah
kâfirlere azap edecekmiş de peki şu birkaç azılı kâfire ne diye azap
etmiyor?" diyecekler. Azap etmediğine göre, "Eğer siz tevbeden yüz
çevirirseniz sizin için o büyük günün azabından korkarım." gibi tehditler
demek ki, boş şeylermiş, diyerek ve zaman zaman da alay ederek o azabın acele
olmasını istiyecekler. İyi bil ki, o azap onlara geleceği gün, geri çevrilecek
değildir, gelip çattıktan sonra onlardan uzaklaştırılacak değildir. Ve alay
edip durdukları o şey kendilerini kuşatmış olacaktır.
Meâl-i Şerifi
9- Ve şayet insana tarafımızdan bir rahmet
tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör
bir kimse olur.
10- Ve şayet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra
bir nimet tattırırsak, "Artık benden bütün kötülükler silinip gitti."
der, mutlaka böbürlenir ve şımarır.
11- Ancak (her iki halde de) sabır gösterip
iyi ameller işleyenler müstesnadır. İşte onlara bir mağfiret ve büyük bir
mükafat vardır.
12- (Ey Resulüm!) Şimdi belki sen, "Ona
bir hazine indirilse, ya da beraberinde bir melek gezip dolaşsa ya!"
diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terkedecek olursun ve bundan
dolayı da göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye
vekildir.
13- Yoksa "onu kendi uydurdu" mu
diyorlar? O halde sen de onlara de ki: "Haydi siz de onun gibi uydurulmuş
on sûre getirin. Allah'dan başka çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma
çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız" (bunu yaparsınız).
14- Yok eğer bunun üzerine size cevap
vermedilerse, artık bilin ki, bu Kur'ân ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir.
O'ndan başka ilâh yoktur. Artık müslüman oluyorsunuz, değil mi?
15- Her kim dünya hayatını ve güzelliklerini
isterse biz onlara amellerinin karşılığını orada tamamen öderiz. Bu hususta
kendilerine bir densizlik yapılmaz.
16- Fakat onlar öyle kimselerdir ki, ahirette
kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşuna
gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları da batıldır.
17- O dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık
bir belge üzere olan kimse gibi midir? O belgeyi yine Allah'dan gelen bir şahid
olarak Kur'ân izliyor, ondan önce de bir rehber ve rahmet olan kitap, Musa'nın
kitabı yine onu destekliyor. Böyle olanlar Kur'ân'a inanırlar. Hangi hizipten
olursa olsun kim onu inkâr ederse, ona vaad edilen yer ateştir. İşte bütün
bunlardan dolayı sen de bu Kur'ân'dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o haktır,
Rabbindendir. Fakat insanların çoğu iman etmezler.
18- Üstelik bir yalanı Allah'a iftira edenden
daha zalim kim olabilir? Bunlar Rablerinin huzuruna arzolunacaklar, şahitler de
şöyle diyecekler: "İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir".
İyi bilin ki: Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.
19- Onlar ki, Allah yolundan döndürmeye
çalışırlar ve o yolu eğri büğrü yapmak isterler. Üstelik onlar, evet onlar
ahirete de inanmazlar.
20- Onlar yeryüzünde (herkesi) yıldıracak
değillerdir. Kendilerini koruyacak Allah'dan başka kimseleri de yoktur. Onların
azabı kat kat olacaktır. Üstelik onlar hakkı işitmeye tahammül edemiyorlardı ve
de görmüyorlardı.
21- Onlar kendilerine yazık etmiş olan
kimselerdir. O iftira edip uydurdukları da kendilerinden yüz çevirip
gitmişlerdir.
22- Kesinlikle bunlar ahirette de en ziyade
hüsrana uğrayacak olanlardır.
23- Fakat iman edip salih amel işleyenler ve
Rablerine karşı edepli olanlar, güvenen ve itaat edenler var ya, işte bunlar da
cennet ehlidirler. Onlar orada ebedi kalırlar.
24- Bu iki ayrı grubun meseli, kör ve sağır
ile gören ve işiten gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Hâlâ düşünmeyecek
misiniz?
9- Gerçekten Biz, insana (yani en iyi işi ortaya
koymak için imtihan vermek üzere yaratılmış olan insan cinsinden herhangi
birine) tarafımızdan bir nimet, bir rahmet tattırır da sonra onu ondan çekip
alırsak şüphe yok ki, o insan ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek
hakkında bütün ümidini yitirir. "Allah yine verir." demez. Geçmişi de
hemen unutur. "Bugün vermediyse dün vermişti." deyip şükretmez.
Büsbütün nankör biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini
toptan inkâr etmeye varıncaya kadar ileri gider. Günaha girer, tevbe ve istiğfar
etmek hatırına gelmez.
10- Ve şayet ona dokunmuş olan bir sıkıntıdan
sonra ona hoş bir nimet tattırıverirsek, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken
zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli
bir göreve atanırsa Kesinlikle şunu der: "Bütün o kötülükler benden
uzaklaşıp gitti". Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Artık o
ferih ve fahurdur. Sevinçlidir ve şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez
olur. Ferahlanır ve gururlanır. Verilen nimetin hakkını eda edecek ve
şükredecek yerde, onunla şuna buna caka yapmaya başlar. Hasılı insan dünyada
nimetten veya zorluktan boş kalmaz, bolluk veya yokluk içinde ömür sürer: Bazan
yoklukla imtihan olur, bazan bollukla imtihan olur. Ve insanoğlu yaratılıştan
gelen bir özellikle rahmetten, nimetten hazzeder, onun kaybından dolayı da
üzüntü duyar, acı çeker. Her iki halde rahmetten Rahmân'ı, rahmetin elden
gidişinden de yine Rabbin gazap ve azabını düşünerek, gereğince hareket edip
ahiretini düşünmek, en iyi davranışı ortaya koymak lazım gelirken, insan
cinsinde öyle "zalum ve cehul" bir ruh hali vardır ki, çokları nimeti
düşünür de nimeti vereni düşünmez. Nimet veya sıkıntının esas gayesini ve
hikmetini gözardı eder. Onun hikmetiyle ilgilenmez, nimet tecrübesi gördüğü
halde o nimet elinden alınınca hemencecik her şeyi unutur, bir karamsar ve bir
nankör oluverir çıkar. Buna karşılık yokluk ve sıkıntı tecrübesi gördüğü halde
bir nimet tadınca, bir daha hiç acı görmeyecekmiş gibi ve o nimet sırf
kendisinin emeği ve icadı imiş gibi, artık geleceğinden emin olarak ferahlanır,
iftihar eder, şımarır, kibirlenir ve böbürlenir. İşte daha yukarıda sözü
edilen, Kur'ân'la ve kutsal şeylerle alay etme psikolojisi de bu ruh hali ile
ilgilidir.
11- Ancak sabreden, sıkıntıdan dolayı
ümitsizliğe düşmeyen, nimetlerden dolayı şımarıp kibre kapılmayan, yani her iki
halde de sabreden ve salih salih, (yani Allah'a yaraşır, Allah'ın rızasına
uygun) ameller işleyenler bambaşkadır. İşte bunlar için bir mağfiret ve büyük
bir ecir vardır. Öbürlerine de yukarıda bildirildiği gibi, azab.
12- İmdi sen belki, öyle inkârcı, alaycı,
nankör ve şımarık insanlara karşı sana vahy olunanların bir kısmını terkedecek
olursun, yani nübüvvet ve risaletini ispat edecek olan âyetleri onlara okumayıp
bırakacak olursun. Onunla göğsün daralır, yani o vahy olunan âyetlerin bir
kısmını onlara okuyup tebliğ ederken belki sıkılırsın. Ona bir hazine
indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi ya, diyorlar diye. Yani haktan
göğüslerini çeviren o nankör ve şımarık kâfirlerin bir kısmı: "O, Allah'ın
resulü ise neye uğraşıyor, üzerine gökten bir hazine indiriliverse ya."
diyorlar. Nitekim Mekke'nin ileri gelenleri "Şu Mekke dağları altın
oluverse ya." demişlerdi. Diğer bir kısımları da "Beraberinde bir
melek gelip onun peygamberliğine şahitlik etse de görsek ya." diyorlardı.
Böyle diyorlar diye beşerî bir duygu ve düşünceyle insanın sıkılıp çekinmesi
ise tabii olmakla beşeriyet icabı senin de sıkılman ve bundan dolayı bazı
âyetleri onlara okuyup tebliğ etmekten çekinmen ihtimali vardır. Fakat sakın
sıkılma ve bırakma. Sana ne vahy olunuyorsa onlara oku ve tebliğ et. Onların
ileri geri konuşmalarına hiç önem verme. Sen ancak bir nezirsin, uyarıcısın.
Allah da herşeye karşı vekildir. Her hususta ona tevekkül et ve güven. O seni
korur, dilerse hazine de gönderir, melek de gönderir. Nitekim daha sonra Bedir
Savaşı'nda bir tane değil, binlerce melek gönderdi ve melek neymiş onlara
gösterdi: "Boyunlarının üstüne ve parmaklarına vurun!" (Enfâl, 8/12)
diye emreyledi.
13- Yoksa onu, (o Kur'ân'ı Muhammed'in
kendisi) uydurdu, da Allah'tan diyerek Allah'a iftira etti mi diyorlar? Öyle
ise, haydi siz de buna benzer uydurulmuş on sûre getirin, ve Allah'dan başka
kimi yardıma çağırabilirseniz çağırın. Yani kendisine güvendiğiniz, tanıdığınız
şair ve ediplerinizden, sözünüzün geçtiğine inandığınız putlardan ilâhlardan
gücünüzün yettiğine başvurunuz, eğer sadık kimseler, doğru ve sözüne inanılır
kimseler iseniz, böyle yapmanız gerekir. Yani, Muhammed Kur'ân'ı kendisi
uydurdu da Allah'a isnad ve iftira ediyor diye iddianızda doğru söylüyorsanız,
her hal ü kârda kendiniz bizzat olmasa bile dilediğiniz kimselere ve tapmakta
olduğunuz putlarınıza başvurup bu Kur'ân sûrelerine benzer en azından on sûre
kadar birşey ortaya koymanız gerekir. Hepsine eşdeğer olarak büyük bir kitap
değil, üçer dörder âyetli kısa sûrelerden on sûre bile ortaya koymanız yeter.
İşte böyle diyerek onlara meydan oku ve onları yarışmaya davet et! Allah'dan
başka herkese meydan oku, hiç sıkılma ve çekinme!
14- Bunun üzerine size cevap vermezlerse, yani
Kur'ân'ın on sûresine bile nazire olabilecek bir şey ortaya koymaktan aciz
kalırlarsa ki, Bakara Sûresi'nde (âyet 23, 24) bu teklif bir sûreye kadar
indirilmiş, böyle olduğu halde yine aciz kalmışlardır. O halde hepiniz şunu bilin
ki:
1- O hiç şüphesiz Allah'ın ilmiyle
indirilmiştir. Kur'ân, gerek açık Arapça olan nazmı, yani sözleri, gerek
mânâsında içerdiği gaybe ait haberleri, emirleri ve yasakları, müjdeleri ve
uyarıları ile bütün akılların ve anlayışların üstünde Allah Teâlâ'nın özel
bilgisiyle indirilmiş olan bir mucize, bir ilâhî belgedir.
2- Ve ondan başka ilâh yoktur. Tanrılıkta ve
Tanrılığa ait hükümlerde Allah Teâlâ'nın eşi, benzeri ve ortağı yoktur. Onun
yapabildiğini kimse yapamaz. Yapmak şöyle dursun akıl bile erdiremez. Artık
müslüman mısınız? Yani İslâm dininde karar kılıyor musunuz? İhlas ile Allah'a
teslim oluyor, şüphe ve tereddütleri bir yana bırakıp, peygamberle didişmekten
vazgeçip selamet yoluna giren halis muhlis, mümin ve muvahhid olmaya kararlı
mısınız? Öyle amma, dünyada lüks ve ihtişam içinde ferih fahur yaşayan bunca
kâfir var. "Bunlar bu kadar malı mülkü nereden buluyor?" diye bir
şüphe akla gelecek olursa şunu da bilmelidir ki:
15- Her kim dünya hayatını ve ziynetini
isterse, yani muradı ve niyeti dünya nimetleri olur ve hep buna çalışırsa
dünyada amellerinin karşılığını kendilerine öderiz, ne kadar çalışmış, neyi hak
etmişlerse eksiksiz veririz. Ve onlar bu dünyada hiç mağdur edilmezler. Yani
hakları yenmez, emek ve çalışmalarının bedelinden hiç bir şey eksik verilmez,
bekletilmez ve ertelenmez. Hepsi emeklerinin karşılığını bu dünyada muhakkak
alır. Hasılı uluhiyetin şanı, kullarının istediklerini çalıştıklarından daha
aşağı olmamak üzere vermeyi gerektirir. Ameller de niyetlere göredir. Onun için
muradı sırf dünya olanların çalışma ve gayretlerinin karşılığı bütün değeriyle,
hatta fazlasıyla bu dünyada kendilerine verilir, alacak verecek kalmaz, hesap
kesilir ve iş bitirilir. Bundan "Onların hepsinin eşit olarak bütün dünya
muratları hasıl olur." gibi mânâ çıkarılmamalı ve böyle bir vehme
kapılmamalıdır. Zira onlara ödenen muratları ve emelleri değil, amelleridir.
Bundan anlaşılacak olan şudur ki, dünyada insanlar güzel amellerde yarış yapmak
ve imtihan vermek için yaratılmış olduklarından, her amelin üzerine gerekecek
iyi ve kötü bir ürün vardır. Her çalışan, çaba ve çalışması ölçüsünde mutlaka
bir yere gelir, bir sonuca, bir ürüne kavuşur. "Ve emeği ilerde
görülür." (Necm, 53/40) ki, söz konusu ürün kendi muradı ve arzusu kadar
olmasa bile Muhakkak ki, ameli ve çalışması kadardır. Verdiği emekten daha az,
daha aşağı olmaz. Mesela bir inci bulmak niyetiyle denize dalan bir kimse arzu
ettiği inciyi bulamazsa da denize dalıp çıkarak dalgıçlığı öğrenir. Denize
dalmayı öğrenme niyetine erer. Buna da acı veya tatlı bir sonuç bir semere
terettüp eder. Ya inci avcılığına devam eder, belki beklediğinden de fazla inci
daneleri elde eder, ya da bir kazaya uğrar, ölür veya sakatlanır. İşte her
amelin asıl semeresi ve akıbeti Allah'ın ona takdir ve tayin etmiş olduğu
neticesidir. Bunun azami hakkı da bundan amel sahibinin gözetmiş olduğu maksat
ve hedefi geçmemektir. Bundan dolayı en büyük muradları, fani olan bu dünya
hayatının lüksünden ibaret olan kimselerin emek ve çalışmalarının ecri de dünya
hayatından ileri geçmez. Baki olan ahiret hayatına birşey kalmaz. Bunlar maksat
ve niyetlerine göre emek ve gayretlerinin bütün mükafatını dünyada iken almış
tüketmişlerdir. Sonuna gelince:
16- Bunlar, yani, dünya hayatının nimetini ve
lüksünü gaye edinmiş bulunanlar o kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten
başka hiç bir şey yoktur. Ve bütün yaptıkları orada yok olmuş olur. Yani dünya
hayatında bir iyilik de işlemiş olsalar, ahiret sevabı elde etmek gibi bir
niyetleri bulunmadığı, bütün çabalarını ve niyetlerini dünya hayatına yöneltmiş
bulundukları için ahirette hepsinin eli boş kalır; amelleri, fani olan dünya
hayatı ile birlikte yok olup gitmiştir. Ahirette durum böyle tezahür eder. Ve
yaptıkları herşey batıldır. Hadd-i zatında boştur, temelsizdir, sonu yoktur. Çünkü
zaten dünya hayatı fanidir, onu tutmak veya donatmak için her ne yapılsa
boştur. Ecel gelince hepsini siler, süpürür götürür. Açıkçası Allah'dan başkası
fani olduğundan, sırf Allah için yapılmış olmayan her amel batıldır. Çünkü
"Yeryüzünde ne varsa hepsi fanidir, baki kalacak olan yalnızca celal ve
ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır". (Rahmân, 55/26-27).
17- İmdi Rabbinden bir beyyine, bir belge
üzerinde olan, yani aklı ve iz'anı olan ve onu O'ndan bir şahit izleyen, yani
yine Rabbinden bir şahit olarak gelen Kur'ân mucizesinin şahitliği ile de
ayrıca doğruluğu desteklenen ve belgelenen, yine ayrıca ondan daha önce bir
rehber ve rahmet olarak indirilmiş olan Musa'nın kitabı da onun şahidi olan
kimse artık onlarla bir tutulur mu? Yani o şımarık ve alaycı kâfirlerle bütün
bu iman özelliklerine sahip olan kimse benzer olabilir mi?
İşte bunlar, bu vasıflara sahip olanlar, yani
yanında Rabbinden bir belgesi, parlak bir delili, irfanı, iz'anı, önünde ve
ardında iki mukaddes şahidi bulunan kimseler, yani Hz. Muhammed ve ashabı ona
iman ederler, yani İslâm dinini tasdik ederler, ve muhtelif hiziplerden,
(farklı görüşlere sahip değişik cemaatlerden gruplardan) her kim buna inanmaz,
kâfirlik ederse, O'nun vaad olunan yeri ateştir. İşte bundan dolayı bunda,
(yani bu kitapta) hiç şüphen olmasın. Lâkin insanların çoğu iman etmezler.
Çünkü akl-ı selimleri ve vicdanları doğruya çalışmaz. Dünya hırsı ile kalbleri
kararmış, akılları karışmıştır. 18-24- âyetinden âyetine kadar, yani âyet
18-24- Arasındaki âyetler sözkonusu kâfirlerin
Allah yolundan caydırmak için ortaya koydukları çeşitli çaba ve taktikleri
bildiriyor, onların bütün çalışmalarının körü körüne ve şuursuzca yapılmış
işler olduğunu sergiliyor ve müminlere yılmamaları ve sabır göstermeleri
öğütleniyor. Şimdi gelecek âyetlerde daha önceki peygamberlere karşı
imansızların giriştikleri mücadeleden bazı önemli misaller veriliyor:
Birinci misal Hz. Nuh ve kavmi arasında geçen
olaylardır:
Meâl-i Şerifi
25- Andolsun ki, vaktiyle Nuh'u da kavmine
gönderdik, O, onlara şöyle dedi: "Ben sizin için apaçık bir
uyarıcıyım."
26- "Allah'dan başkasına ibadet etmeyin!
Ben, size gelecek acı bir günün azabından korkarım."
27- Buna karşılık, kavminin ileri gelen
kâfirlerinden bir kısmı dediler ki: "Biz seni bizim gibi insanlardan biri
olarak görüyoruz, başka değil. İlk bakışta bizim ayak takımımızdan başkasının
senin arkana düştüğünü görmüyoruz. Sizin bizden fazla bir meziyetinizi de
görmüyoruz. Aksine sizi yalancılar sanıyoruz."
28- Nuh dedi ki; "Ey kavmim! Peki şu
söyleyeceğime ne diyeceksiniz? Ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O,
bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmişse, size de onu görecek göz
verilmemişse biz, istemediğiniz halde onu size zorla mı kabul
ettireceğiz?"
29- "Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir
mal mülk istemiyorum. Benim mükafatım ancak Allah'a aittir. Ve ben ona iman
edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rablerine kavuşacaklar. Fakat ben de
sizi cahillik eden bir kavim görüyorum."
30- "Ey kavmim, ben onları etrafımdan
kovacak olursam, Allah'dan beni kim kurtarabilir? Siz hiç düşünmez
misiniz?"
31- Ben size "Allah'ın hazineleri benim
yanımdadır." demiyorum ki. Ben size "Ben bir meleğim." de
demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında "Allah
onlara hiçbir hayır vermez." de demiyorum. Onların içlerindeki niyeti, en
iyi Allah bilir. (Bu söylediklerimin aksini iddia etseydim) asıl o zaman
zalimlerden olurdum.
32- Dediler ki; "Ey Nuh! Bizimle didişip
durdun, didişmende de çok ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit
ettiğin şu azabı getir de görelim."
33- Nuh dedi ki; "Onu ancak Allah dilerse
getirir. Ve siz O'nu yıldıracak değilsiniz."
34- Ben size öğüt vermek istemiş olsam da,
eğer Allah sizi helâk etmeyi murad ediyorsa, zaten öğüt vermemin size bir
faydası olmaz. Rabbiniz O'dur ve nihayet O'na döndürüleceksiniz.
35- Yoksa "Onu uydurdu" mu diyorlar?
De ki; "Eğer uydurdumsa vebali benim boynumadır. Bense sizin yüklendiğiniz
vebalden uzağım".
36- Ayrıca Nuh'a şöyle vahyettik: "Bil ki
kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman
etmeyecektir. Onun için yaptıkları şeylerden dolayı kederlenme."
37- Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize
göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar
kesinlikle suda boğulacaklardır.
38- Gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri
gelen gruplar, onun yanından gelip geçtikçe, onunla alay ediyorlardı. Nuh dedi
ki: "Bizimle eğleniyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle eğlendiğiniz
gibi alay edip eğleneceğiz."
39- O perişan edici azabın kime geleceğini ve
o sürekli azabın kimin başına ineceğini ilerde bileceksiniz.
40- Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır
veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; "Erkeği ve dişisi
olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında,
aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle". Zaten beraberinde iman
edenler çok az idi.
41- Nuh dedi ki; "Allah'ın adıyla binin
içine. Onun akışı da, duruşu da (O'nun adıyladır). Hiç şüphesiz Rabbim
gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.
42- Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi
dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna
bağırdı: "Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber
olma!"
43- O, dedi ki; "Ben, beni sudan
koruyacak bir dağa çıkacağım". Nuh da "Bu gün Allah'ın merhamet ettiğinden
başkasını, Allah'ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur." dedi. Derken
dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.
44- Allah tarafından denildi ki: "Ey
yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de suyunu kes! Ve sular çekildi. Emir yerine
gelmiş oldu. Gemi de Cudi dağı üzerine oturdu. O zalim kavme böylece dünyadan
uzak olun denildi.
45- Nuh Rabbine niyaz edip dedi ki: "Ey
Rabbim! Oğlum benim ehlimdendi senin vaadin de elbette haktır ve gerçektir. Ve
sen hakimler hakimisin."
46- Allah: "Ey Nuh! O kesinlikle senin
ehlin (âilen)'den değildir. Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir.
Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben, seni, cahillerden olmaktan
sakındırırım."
47- Nuh: "Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir
şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Sen beni bağışlamazsan, bana
merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum.
48- "Ey Nuh!" denildi, " Bizden
bir selâm sana ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere, kutluluk
dileğiyle gemiden in. İlerde kendilerini bir çok nimetten faydalandıracağımız,
sonra da bu yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice
ümmetler olacaktır."
25-37- And olsun ki, vaktiyle de resul yaptık
gönderdik. Nuh'u kavmine... Bu sûrenin kıssaları da A'raf Sûresi'nin
kıssalarına benzer. Bunda da onda olduğu gibi önce Nuh ile başlanmış, sonra
Hud, sonra Salih, sonra Lut, şu farkla ki, burada buna İbrahim ile bir giriş
yapılmıştır. Sonra Şuayb, Sonra da Musa ve Harun kıssaları anlatılmıştır. Fakat
bunlar oradaki kıssaların aynen tekrarı değildir. Başka başka açılardan
nükteleri ve hikmetleri, ibretleri içermekte ve açıklamaktadırlar. Konu ve gaye
aynı olmakla beraber, altında yatan mânâların ayrı özellikleri bulunmaktadır.
Bu kıssalar o kadar güzel ve canlı hikmetleri, ibretleri ve öğütleri
içermektedir ki, her biri ciltlerle ayrıntıları ilham edecek birer hikmet
çekirdeği gibidirler. Lâkin biz bunların böyle özetlenmiş olarak
bildirilmesindeki hikmeti ve beyan güzelliğini ihlal etmemek için bir çoğunda
sadece misallerle yetiniyoruz. Bununla beraber tavsiye ederiz bunları basit
birer hikâye gözüyle okuyup geçmemeli, üzerinde iyice düşünmeli, çok yönlü
ibret ve ilham almak için okumalıdır:
38-39- Gemiyi yapıyordu. Hz. Nuh'un gemisinin
vasıfları hakkında bazı sözler nakledilmiştir. Bu arada denilmiştir ki, boyu
üçyüz arşın, eni elli arşın, su kesiminin üstünde kalan yüksekliği otuz arşın,
sactan yapılmış üç ambarlı bir gemi idi. Hasen'den naklen rivayet olunduğuna
göre, boyu bin iki yüz, genişliği altı yüz arşın imiş. Fakat bu gibi
ayrıntılara girişmek boşuna uğraşmak olur, doğrusunu tayin imkânsızdır. Bu
konuda Kur'ân'dan öğrenilen şudur ki, kavmin müminlerini ve ihtiyaçları olan
yiyecekleri ve her çeşit hayvanattan iki taneyi, yani birer çifti sığacak
genişlikte imiş. Ancak bu geminin yelkenli olmayıp, vapur gibi, ocaklı ve istim
gibi feveranlı, yani kaynayıp fışkıran bir kuvvetle harekete geçtiğini
hatırlatan şu cümle çok dikkat çekicidir:
40-41-42- Ta ki emrimiz geldi ve tennur
feveran etti. Yani bu gayeye gelinceye kadar Nuh gemisinin yapımına devam
ediyordu. Kavmi de kendisiyle alay ediyordu. O vakit yükle dedik ona...
Tennur: Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır
ki, dilimizde "tandır" olarak kullanılır. Leys demiştir ki;
"tennur" genellikle bütün dillere gelmiş olan bir kelimedir. Bir
benzeri de "tennar" teleffuzudur. Ezheri de demiştir ki; "Bu
gösterir ki, isim bazan A'cemi olur, Arap onu Arapçalaştırır da sonra Arapça
olur. Ve buna delil aslı tennar olmasıdır. Bundan önce Arapça'da
"tennur", bilinen bir şey değildir. Bunun benzeri başka dillerden
Arapça'ya geçmiş olan dîbâc, dinar, sündüs, istebrak gibi kelimelerdir. Arap
bunları konuşmaya başlayınca artık Arapça olmuşlardır."
Feveran kelimesi de biliniyor ki, kuvvet ve
şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır. Şimdi biz gemiden söz edilirken tam ocak
feveran ettiği sırada yük emri verildiğini işittiğimiz zaman o geminin hareket
etmeye hazır bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz. Lakin vapuru
görmemiş olanlar bunu anlayamazlar ve "Acaba bu ocağın feveranı da ne
demektir? Bu olsa olsa bir işaret olacaktır." diye düşünmekte mazur
olurlar.
İlk devir müfessirleri (eslaf) bunun hakkında
muhtelif mânâlar kayd ve nakletmişlerdir ki, bunları burada özetleyelim:
1- Müfessirlerin çoğu, "tennur"un
gerçekten bir ocak anlamına geldiğinde görüş birliği içindedir. Ancak kimisi
Nuh'a mahsus bir tennur idi demiş, bir çoğu da ekmek pişirilen bir fırın idi
demişler. Kimi Âdem'den kalma idi, kimi de Hz. Nuh'un zevcesinin ekmek
pişirdiği bir tandır idi, demiş. Kimi taştan idi, kimi Kûfe tarafında idi demiş
ve hatta Hz. Ali'den Kûfe mescidinin yerinde idi diye bir söz de
nakledilmiştir. Kimi Şam diyarında "Ayn-i Verdan" denilen mevkide,
kimi de Hint diyarında idi demişler. Ve bütün bunlar, feveranı suyun kazanda
kaynar gibi fırından kaynayıp fışkırmasıyla izah etmişlerdir. Böyle bir feveran
âyette niçin geminin inşasına bir sonuç ve yüklenmesi emrine bir şart ve
başlangıç olarak gösterilmiş? Bunun çeşitli açılardan yorumuna gelince de,
Allah Teâlâ, bunu Hz. Nuh'a tufanın başlayacağına bir alâmet olmak üzere tayin
buyurup önce haber vermiş ve böylece bu alâmet ve mucize zuhur ettiği vakit
yüklemek emrini vermiş demişler. Fakat bir kısım müfessirler, bu izahı kabul
edilebilir bulmamışlar ve başka mânâlar vermişlerdir.
2- Araplar arasında bazan yeryüzüne de
"tennur" denildiği görüldüğünden, tennurun feveranı yer yüzünden
suların fışkırması olacaktır. Nitekim Kamer Sûresi'nde "Bunun üzerine
şakır şakır akan sularıyla göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar halinde
fışkırttık. Ezelde takdir edilmiş bir emir üzere sular birleşti." (Kamer,
54/11-12) buyurulmuştur, demişler. Yer kürenin bir büyük fırın anlamında
olduğunu hatırlatan bu görüş dahi dikkate değer ise de bu şekilde feverana
yakışan mânâsı su fışkırması değil, ateş püskürmesi olurdu. Çünkü tandır ateş
yakılan bir yerdir, bir su kuyusu değildir.
3- Tennur'dan murad yeryüzünün yüksek ve
şerefli mevkileri demektir ki, harikulade bir olay olarak oralara bile sular
fışkırmıştır, demişlerdir.
4- "Farettennur", şafak attı, tan
yeri ağardı, sabah oldu mânâsına gelir, denilmiş ve bunun Hz. Ali'den menkul
bir tefsir olduğu söylenmiş.
5- İş kızıştı, şiddetlendi mânâsına
"fırın kızdı" denildiği gibi, "farettennur" da böyledir,
denilmiştir. Lâkin bu dört mânânın dördü de mecazdır. Ancak meselenin özü,
harikulade bir olaya ait olduğundan tefsir âlimlerinin hemen hepsi (cumhur), bu
mânâları, tennur kelimesinin gerçek ve lügat mânâsından saymaya sebep teşkil
etmediğini söylemektedirler.
6- Ebu Hayyan, tefsirinde Hasen'den rivayetle
"tennur"un "gemide suyun toplandığı yer" olduğunu
nakletmiştir, ki bu ifade hemen hemen geminin kazanını andırıyor.
Görülüyor ki, tefsir âlimlerinin rivayetlerinin
bazı noktaları yukarıda arzettiğimiz mânâya değinir yapıdadır. Yani geminin
yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır
niteliktedir. Rivayetlerdeki bu ayrıntılar da görüldükten sonra biz şimdi
hakkıyla diyebiliriz ki, tennurun gerçek anlamıyla bir ocak olması, aynı
zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olmasına da engel
değildir. Cumhurun ocak olduğu hakkındaki rivayetiyle bu rivayet arasında
çelişki de yoktur. Harf-i tarif ile "ettennur" buyurulması, bunun
gemiye ait bir tandır, bir ocak olmasını açıkça belli eder. Ayı zamanda Hz.
Nuh'a ait bir tennur olması da buna engel değildir. Çünkü bu onun bir
mucizesidir. "Keşşaf" sahibinin, sarahatle belirttiği üzere, âyette
gayesi yukarıdaki fiiline müteallik olup, mânâ demek olduğundan, tennurun
feveranı gemideki yapım işinin sona ermesi, yükleme ve hareket emrinin de
başlangıcı ve şartı olarak gösterilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde
bulundurulursa, tennurun feveranı gemiyi harekete geçiren kuvvetin kendisini
ifade ettiği anlaşılır. Bu günkü söylenişi ile "nihayet emrimiz gelip gemi
ateşlendiği vakit" demek olur. Ve bunda tennur ve feveran kelimeleri
gerçek anlamda kullanıldığı ve âyetin bu mânâda gayet zahir olduğu da
şüphesizdir. Şu halde nassta hakikat anlamını ve zahiri bırakıp da te'vil
aramaya hiç de sebep yoktur. Geminin yapımı tamam olup "fayrap"
haline gelmesi, ilâhî emir olan tufanın başlayacağına bir alâmet olmasına da
engel olan bir durum değildir. Âyetin bu zahirine karşı, "O zaman öyle bir
vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?" gibi
vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda
bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların olduğu bile tarihi
misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh, gemisini beşerin bilgi ve tecrübe
birikimiyle değil, doğrudan doğruya "Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve
vahyimize göre yap!" âyetinde de ifade buyurulduğu gibi, Allah'ın vahyi
ile ve yine O'nun gözetiminde yapmıştır. Her çiftten iki tane, yani erkeği ve
dişisi olan her canlıdan ikişer tane ki, bunun miktarını Allah bilir, gemiye
alınmıştır. Bu kadar canlıyı alabilen ve bunlarla beraber Hz. Nuh'un bir
oğlunun dışında bütün aile fertlerini ve az da kavminden kendisine iman etmiş
olanları, gerek insanlar, gerek diğer hayvanlar için gerekli olan yiyecekleri
dahi yüklenerek, dağlar gibi dalgalar içinde akıp giden bir geminin harikulade
bir gemi olması ve bunun basit bir yelkenli gemi gibi düşünülmemesi gerekiyor.
"O devirde böyle bir gemi yapılabilir miydi?" sorusuna karşılık,
"Öyle fırtınalı ve dalgalı bir tufanda bu kadar yükü küçük bir yelkenli
taşıyabilir mi?" sorusuyla cevap vermek gerekir.
43- Bu gün Allah'ın emrinden kurtaracak
yoktur. Yani, bu gün bazı basit tedbirlerle bu afetten kurtulmaya imkân yoktur.
Bu gün başka yağışlı günlere benzemez ve bu olay senin zannettiğin gibi basit
yağmur ve fırtına olayı değildir. Allah'ın emriyle kesinleşmiş olan büyük bir
azap ve helâk günüdür. Bundan sen değil, dağlar bile kurtulamaz. Ancak Allah'ın
merhamet ettikleri müstesna, ki bunlar da gemide bulunanlardır. Bu ifadeden söz
konusu tufanın umumi olduğu, yani bölgesel ve yerel bir tufan değil, bütün
dünyaya yaygın bir tufan olduğu anlaşılıyor ki, meşhur olan da budur. Fakat bu
umumiliğin yerkürenin dışındaki âlemlerle ilişkili olmadığı da kesindir.
Nitekim Nuh Sûresi'nde Hz. Nuh'un duası "Ey Rabbim , kâfirlerden hiçbirine
yeryüzünde adım atacak bir yer bırakma!" (Nuh, 71/26) şeklindedir. Buna
göre, tufanın yerküre üzerindeki alanı da, kutup bölgeleri de dahil olmak üzere
bütünü ve her tarafı değildir. O devirde insan ile meskun olan kısımlarını
hesaba almak gerekecektir. O devirde Hz. Nuh'un bütün insanlara mı yoksa, kendi
kavmine mi peygamber gönderildiği bahis konusu edilecektir, ki, bu noktada
ihtilaf vardır. O devirde henüz insanlar Âdem'den beri bir tek kavim halinde
miydiler, yoksa değişik kavimlere ayrılmış ve çeşitli bölgelere dağılmış
mıydılar? Şurası kesindir ki, Hz. Nuh'un peygamber olarak gönderildiği kendi
kavminin bulunduğu yerde tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir.
Nuh Sûresi'ne (sûre 71) bakınız.
44-47- Derken aralarına dalga giriverdi, bunun
üzerine o da boğulanlardan oluverdi. Ve denildi. Ey yer, suyunu yut! Ey gök,
sen de kes artık! Bu emirlerin ifade ettiği heybeti ve kudreti tasavvur etmeli.
Yere, göğe böyle emir veren ve onlara hükmeden ilâhî saltanatın azamet ve
büyüklüğünü düşünmeli. Bu kudrete kim karşı durabilir? Sular çekildi ve emir
icra edildi. Yani azap emri, azap hükmü yerine getirildi. Boğulacaklar boğuldu,
kurtulacaklar kurtuldu. İş bitirildi. Gemi de Cudi üzerine oturdu.
Cudi: Engince bir dağdır ki, Musul'da
denilmiş, El-Cezîre'de, Âmid'de, Şam'da denilmiş. Ebu Hayyan diyor ki,
Cezire'de veya Âmid'de denilmesi Musul'a yakınlığı dolayısıyladır. Bir de
denilmiş ki, Cudi her dağa söylenilebilen bir cins ismidir. Nitekim Zeyd b. Amr
b. Nufeyl'in şu beyti bu kabildendir:
"Sübhanellah, sübhanellah diyerek tekrar
tekrar O'nu tesbih ederiz.
Bizden önce O'nu dağ da, buz da tesbih
etti."
Ve o zalim kavme, defolun denildi. Nuh'a karşı
tavır alan ve yukarıda da açıklandığı gibi, sürekli alay eden ve haklarında
Allah tarafından "O zalimler hakkında bana bir niyazda bulunma." diye
onlar hakkında hayır dua edilmesine bile izin verilmeyen işte o zalim kavim
böylece helâk edilmiş oldu.
48- Ey Nuh! denildi. in, Bizden selamet ve
bereketlerle in. Sana ve seninle beraber olanlardan gelecek nice ümmetler, daha
nice ümmetler de olacak ki, Biz onları faydalandıracağız, dünya nimetleri ile
nimetlendireceğiz, sonra da kendilerine bizden acı bir azap dokunacak. Yukarıda
"Yanında ona iman edenler ancak çok az kimselerdi." buyurulduğu için
Hz. Nuh'un aile fertlerinden başka yanında çok az mümin vardı. Allah Teâlâ
bunlara öyle bir selamet ve bereket ihsan buyurdu ki, bunlar çoğaldıkça
çoğalacaklar ve kendilerinden bir çok ümmetler gelecekti. İşte Hz. Nuh'a bu durum
önceden haber veriliyor ve "Acaba az sayıda bu müminlerin ve aile
fertlerinin akıbeti ne olacak?" şeklindeki endişesi gideriliyordu. Bu
endişeyi Hz. Nuh, kendi içinde duymuş olmalı ki ona, içe dönük bir ifade
tarzıyla "denildi" meçhul fiili ile hitap ediliyor. Hz. Nuh'un
soyundan gelecek olan ümmetler de iki kısım olacak. Bunlardan birinci kısım
yine o selamet ve berekâta nail olup kıyamete kadar üremeye devam edecek, diğer
bir kısmı da bir müddet dünya nimetlerinden istifade ettikten sonra yine acı bir
azaba çarptırılacak ve ahiret selametine eremeyecek. Görülüyor ki, bu âyet eski
zamanlarda yaygın olan bir kanaata da açıklık kazandırıyor: Demek oluyor ki,
tufandan sonraki insanlar yalnızca Hz. Nuh'un üç oğlunun soyundan ibaret
değildir. Hz. Nuh'un yanında bulunan az sayıda müminlerin sülâleleri de
berekâta mazhar olmuşlardır. Zira Hz. Nuh'un yanında bulunan oğulları "ve
ehleke" ifadesinden de anlaşılacağı üzere ailesine dahildir. Yani onunla
birlikte olup ona iman edenler ise aile fertlerinin dışında kalan müminlerdir
ki, selamet ve berekât ile ayrıca taltif edilen "Yani seninle beraber
olanlardan üreyecek ümmetler." ifadesi gayet açık olarak diğerlerini
kapsamına alır. O halde bütün ümmetlerin Hz. Nuh evlatlarından üremiş oldukları
hakkındaki tarihi görüş, mutlak bir hakikat değil, çoğunluğu Nuh'un soyundan
anlamına gelir. Zira bu selamet ve berekâtta en büyük hisse Hz. Nuh ile
evlatlarına aittir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Nuh Recep ayının onunda gemiye
binmiş ve Muharrem ayının onunda inmiş, o gün şükür orucu tutmuş ve bu orucu
tutmak sünnet olmuştur.
Ya Muhammed!
Meâl-i Şerifi
49- İşte bunlar gayb haberlerindendir. Bunları
sana vahiyle bildiriyoruz. Bundan önce bunları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O
halde sabret, akıbet muhakkak muttakilerindir.
49-Burada Nuh kıssasından alınacak ibret ihtar
olunurken, Yunus Sûresi'nin sonuna da bir işaret ve te'yid yapılmış ve böylece
sûreye adını veren Hud kıssasına geçilmiştir. Bu kıssaların burada böyle
ardarda anlatılması, her birisi bir başka yönden Hz. Muhammed'in Mekkeli
müşriklere karşı verdiği mücadeleyi andırmasından dolayıdır. Bir de o
müşriklere, yaptıkları hırçınlıkların daha önceki devirlerde kâfirlerin
tutumlarına benzediğini ihtar etmek içindir. Hûd Aleyhisselam'a karşı
direnenlerin kıssasına gelince:
Meâl-i Şerifi
50- Âd kavmine de kardeşleri Hud'u gönderdik.
Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir ilâhınız
yoktur. Siz sadece iftira edip duruyorsunuz."
51- "Ey kavmim! Bu iş için sizden bir
ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak beni yaratana aittir. Artık akıllanmayacak
mısınız?"
52- "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret
isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol bereket indirsin ve
sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Gelin günahkâr olarak dönüp gitmeyin."
53- Dediler ki; "Ey Hud! Sen bize açık
bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı terk etmeyiz. Ve biz
sana inanmayız."
54- "Ancak şu kadarını diyebiliriz ki;
"tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış". O da dedi ki;
"Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahid olun ki ben, Allah'a koştuğunuz
ortaklardan uzağım."
55- "O'ndan başka herşeyden uzağım, artık
hepiniz toplanın bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra hiç bekletmeyin.
56- "Ben muhakkak ki, hem benim Rabbim,
hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a dayanmaktayım. Yeryüzünde hiçbir canlı
yoktur ki, idaresi ve yönetimi O'nun elinde olmasın. Benim Rabbim, hiç şüphe
yok ki, doğru yoldadır."
57- "Eğer, yine de yüz çevirirseniz, ben
size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ayrıca Rabbim, sizin
yerinize başka bir kavmi getirir de siz O'na zerrece zarar veremezsiniz. Hiç
şüphesiz O, herşeyi koruyup gözetendir.
58- Ne zaman ki emrimiz geldi, Hud'u ve
beraberindeki iman edenleri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık, ayrıca
onları çok ağır bir azaptan da kurtardık.
59. İşte Âd kavmi buydu. Rablerinin âyetlerini
bile bile inkâr ettiler ve peygamberlerine isyan ettiler. Başa geçen her
zorbanın emrine uyup arkasından gittiler.
60- Hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde bir
lânetle izlendiler. Bilin ki, Âd kavmi, gerçekten Rablerini inkâr ettiler. Yine
bilin ki, Hud'un kavmi olan Âd, defolup gittiler.
50- Ad'e de kardeşleri Hud'u peygamber
gönderdik. Yani Hud aleyhisselam soy bakımından başka bir kavminden değil,
gönderildiği Ad kavminin bir ferdi idi.
Tefsir kitaplarında Hud'un nesebi hakkında iki
rivayet vardır.
Birincisi: Nuh'un oğlu Sam, Sam'ın oğlu İrem,
İrem'in oğlu Avs, Avs'ın oğlu Hulud, Hulud'un oğlu Rebah, Rebah'ın oğlu
Abdullah, Abdullah'ın oğlu Hud'dur.
İkincisi: Nuh'un oğlu Sam, Sam'ın oğlu
Erfahşad, Erfahşad'ın oğlu Salih, Salih'in oğlu Hud'dur. Ad ise Nuh'un amcası
oğlunun oğlu imiş. Buna göre Hud'un atası ile Ad kavminin atası olan Ad kardeş
olmuş olur. Hud aleyhisselam için "kardeş" sözünün kullanılması,
kardeş bir kavme gönderildiğine işaret eder. Ancak bu yorum, Kur'ân'da
bildirilen genel teâmüle; yani her kavme kendi içinden peygamber gönderilmesi geleneğine
aykırı olur. Zaten bu bölümün en son âyetinde (âyet 60) de açıkça belirtildiği
gibi, "Hud'un kavmi olan Ad defolup gittiler." ifadesinde
"Hud'un kavmi" denilmektedir. Hasılı bu kardeşliği iki kabilenin
kardeşliği açısından ele almak, her yönüyle ifadeyi zora koşmak olur. Aslında
burada Hud'a kardeşleri denmesinin sebebi, onun kendi kavmine dostça, kardeşçe
yaklaşımını bildirmek, yani baş olmak ve onlara hükmetmek arzu ve niyetinde
olmadığını vurgulamak, onun kardeşçe tavrını ve tutumunu belirlemek içindir.
Hud onlara gönderildi de ne dedi bilir
misiniz? Ey benim kavmim, dedi. Allah'a ibadet edin. Ancak O'nu mabud olarak
tanıyın, ancak O'na kulluk edin. Size O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Siz
iftiracılardan başka birşey değilsiniz. İlâh diye başkalarına tapıyorsunuz.
51- Ey kavmim! Buna karşılık ben sizden bir
ücret istemem. Yani bu sözüm sizden garaz ve fayda gözeterek söylenmiş bir söz
değildir. Halis muhlis bir nasihattır. Bu ihtarı hemen her peygamberin
kıssasında görürüz. Çünkü samimiyet, ihlas ve doğruluk, peygamberliğin ve
nasihatın birinci şartı ve hak ile batılın en esaslı farkıdır. Tevhid inancının
da gereği bu olduğundan, her peygamber kendi ümmetine bu uyarıyı yapmıştır.
"O halde ihlas nedir?" denecek olursa benim ecrim ancak beni yaratana
aittir. Bana bu yüce fıtratı veren yaratıcıma aittir. Bana ne verecekse O
verecektir. Artık siz akıl etmez misiniz? Aklınızı kullanıp, böyle halisane
söylenen ve doğrudan doğruya sizin yararınıza olan bu hak öğüdü tutarak Allah
hakkında iftiradan vazgeçmez misiniz?
52- Ey kavmim! Rabbinize istiğfar edin, O'na
karşı günahlarınızı itiraf edip af ve mağfiret dileyip sonra da O'na tevbe
edin, şirk ve isyandan pişmanlık duyup, imana ve doğru yola gelerek O'na
yönelin, O'na kulluk edin, ki, üzerinize gökten bol bol rahmet ve bereket
göndersin. Size kuraklık ve kıtlık çektirmesin, hayatınızı kuru maddelerin
baskısından kurtarıp yüceltsin. Ve kuvvetinize kuvvet katsın. Bilinen cismani
kuvvetinizi, henüz tanımadığınız manevi kuvvetle ikiye katlasın, kat kat
arttırsın. Ve mücrim mücrim yüz çevirmeyin. Yani günahlarınızda ısrar ederek,
bu güzel öğütleri dinlemekten yüz çevirmeyin, dinlememezlik etmeyin.
Görülüyor ki, Hz. Hud'un bu tebliğatı, bu
sûrenin başındaki ilkelerdir. Hud Aleyhisselam'ın bu nasihatlarında. "Ben
size şu mucize ile geldim" gibisinden kesin bir açıklama yoksa da doğuştan
gelen akıl ve kalbe hitap eden deliller vardır. Kur'ân'da sürekli üzerinde
durulan şey de bu çeşit deliller ve belgelerdir. Aslında bunlar Salih
Aleyhisselam'ın devesinden ve Hz. Musa'nın asasından daha kesin ve daha
kuvvetli belgelerdir. Zira asıl mesele, akla uygun olan tevhid inancıdır.
53-Fakat Hud kavmi, fiilen imana zorlayacak ve
ona mecbur edecek bir kuvvet olmadıkça o gibi akli belgelere önem
vermediklerinden, dediler ki; ey Hud, sen bize bir beyyine ile gelmedin, bizi
inanmaya mecbur bırakacak bir açık delil, bir mucize getirmedin. Bu tıpkı Mekke
müşriklerinin Resulullah'a indirilen âyetleri âyet ve delil saymayıp "Ne
olurdu ona bir başka âyet indirilseydi." (Yunus 10/20) ve "Ne olurdu
ona bir hazine indirilseydi ve beraberinde bir melek gelseydi..." (Hud
11/12) demelerine benzer.
Ve biz, senin sözünden dolayı ilâhlarımızı
terketmeyiz, ve biz sana inanmayız.
54-55- Ancak deriz ki: İlâhlarımızdan bazıları
her halde seni fenalıkla çarpmış. Yani onlara dil uzattığın için seni
delirtmiş, aklına fenalık getirmiştir. Burada bazısı demelerinin sebebi,
putlardan her birine başka başka özellikler vermiş olmalarıdır: Şu filan
hususun tanrısı bu filan işin tanrısı gibi isimler uydurduklarından dolayıdır.
Bu inkâr ve inada, bu hezeyana karşılık Hz.
Hud bizzat kendisinin en büyük ilâhî belgelerden birisi olduğunu anlatan şu
gerçekleri öne sürerek cevap verdi ve dedi ki, ben Allah'ı şahit tutarım siz de
şahit olunuz ki, O'ndan başka sizin uydurduğunuz şeriklerden ben kesinlikle
uzağım. İmdi siz hepiniz toplanarak bana istediğiniz oyunu oynayabilirsiniz
Yani bundan daha açık ne gibi bir belge arıyorsunuz? Yalnızca bana fenalık
yaptığını iddia ettiğiniz bazı ilâhlarınız değil, bütün şerikleriniz ve sizin
hepiniz toplanarak bana fenalık yapmak için dilediğiniz planı yapıp
uygulayabilirsiniz, istediğiniz oyunu yapabilirsiniz. Sonra bana hiç süre de
tanımayınız. Yani elinizden geleni geri koymayın, ne kötülük biliyorsanız hemen
yapın, ne sizden ne de tanrı diye taptığınız putlardan hiç korkmuyorum.
56- Ben Allah'a tevekkül ettim, O'na
güveniyorum, O'nun beni koruyacağına inanıyorum, ki, O Rabbim ve Rabbinizdir.
Benim de malikim ve efendim, sizin de Rabbiniz ve malikiniz. O'nun iradesi ve
dilemesi olmadan ne siz bana birşey yapabilirsiniz, ne de başkaları. Çünkü
hiçbir kımıldayan canlı yoktur ki, Rabbim onun alnını tutmuş olmasın. Yani
hepsinin alın yazısı, yaşaması ve yönetilmesi O'nun kudret elindedir. Bütün
ipler O'nun elindedir. Herşey onun mülkiyetinde ve tasarrufundadır. Hiçbirini
kaçırmaz, isterse hiçbirini kımıldatmaz. Alnından tutmak, perçeminden
yakalamak, zapt u rapt altına almak anlamına deyimdir. Şüphe yok ki, Rabbim
doğru yol üzerindedir. Doğruluğun himayecisi, doğruların yardımcısıdır. Rızası
hak, doğruluk ve adalettedir.
57- Artık siz yine de yüz çevirirseniz, yani
bu açık ve kesin hakikatleri dinlemez ve doğruluğun yolu olan tevhid yolunu
tutmazsanız ben size tebliğ için gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Ben kendi
vazifemi yaptım. Rabbim -beni sorumlu tutmaz fakat sizin yerinize başka bir
kavmi getirir. Yani sizi helâk eder, yerinize başka bir kavmi halef yapar.
Hilafeti, yani yönetimi onlara verir. Ve siz de O'na hiçbir zarar veremezsiniz.
O'nun emrinden yüz çevirmenizin bütün zararı kendinize ait olur. Çünkü benim
Rabb'im herşey üzerinde gözetici ve koruyucudur. Hiç bir şeyi gözden kaçırmaz
ve yaptıklarınız O'ndan gizli kalmaz. Şu halde O'na hiç bir zarar verme
ihtimali olmaksızın cezanızı bulursunuz.
Şimdi "Acaba işin sonu ne oldu? Hud'un
dedikleri gerçekleşti mi?" denilecek olursa, bakınız ne oldu?
58- Ne zaman ki, emrimiz geldi, yani Hud'u
dinlemediler, direndiler ve azabı hak ettiler. Sonunda azap emrimiz geldi
çattı, işte o vakit Hud'u ve beraberinde iman edenleri tarafımızdan bir rahmet
ile kurtardık. 'deki harfi sebebiyyedir ve rahmetin tenvini de
"tefhim" içindir, tarafımızdan büyük bir rahmet sebebiyle demektir.
Ve büyük rahmetten murad da iman nimetine hidayet etmek ve muvaffak kılmaktır.
Ve Biz bunları koyu, katı bir azaptan kurtardık. Yani, iman etmeyenler şiddetli
ve şumullü ağır bir azap ile helâk edilirlerken Hud ile müminler böyle büyük
bir rahmetle o tehlikeden kurtuldular. Söz konusu galiz azap "Semum"
azabıdır ki, bu bir "rîh-i sarsar" idi: Kâfirlerin burnundan giriyor
kıçlarından çıkıyordu, evlerini, mallarını yıkıp, sürükleyip götürüyordu,
herşeyi silip süpürüyordu. Her parçasını bir tarafa atıp savuruyordu. Bununla
beraber bazı müfessirler burada başka bir mânâ daha olduğunu söylemişler:
"Kurtardık" fiili iki defa tekrar edildiğine göre, bunun birisi Ad
kavmini helâk eden kum fırtınasından, diğeri de ahirette cehennem azabından
kurtarmaktır demişler ki, bu çok yerinde ve güzel bir mânâdır. Nitekim bundan
sonraki âyette hem dünya, hem ahiret açıkça tasrih olunmuştur. Buna göre, esas
mânâ şu demek olur: Biz bunları koyu bir azapdan da kurtardık".
59-Ey dinleyen! İşte onlar, bugün gider
oralarda dolaşırsanız görürsünüz ki, o harabeler, o yıkıntılar ve kabirlerdir
Ad kavmi. Bunlar ne diye böyle oldular, neden o katı azaba uğradılar bilir
misiniz? Rabblerinin, (yani Allah'ın) âyetlerini inkâr ettiler ve Allah'ın
Resullerine isyan ettiler. Bu kavme gönderilen Hud peygamber olmakla beraber
bunun öğretileri esas itibariyle evvelki peygamberlerin de öğretilerine uygun
olduğundan ona isyan etmekle bütün peygamberlere isyan etmiş durumuna düştüler.
Ve her inatçı zorbanın arkasına düştüler
60- kendileri de hem bu dünyada lanetle
izlendiler hem de kıyamet gününde. Evet, Ad kavmi, gerçekten de Rab'lerine
küfür ettiler, O'nu inkâr edip kâfir oldular. Evet, defolup gitti Ad, o Hud'un
kavmi. İşte "Onlardan bir ümmet ki, onları bir süre dünya nimetlerinden
faydalandırır, sonra da tarafımızdan bir azaba uğratırız." (Hud 11/48)
âyetinde bildirilen ümmetlerden biri bu Ad kavmi idi ki, bunlara "Onu
helâk etti, önce gelen Ad'i." (Necm 53/50) âyetinde de bildirildiği üzere
yani "Önceki Ad" denilir.
Üçüncüsü Semud kavminin durumudur: O da
şöyleydi:
Meâl-i Şerifi
61- Semud kavmine de kardeşleri Salih'i
gönderdik. Dedi ki, "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka
bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür
sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe
edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder."
62- Dediler: "Ey Salih,! Bundan önce sen
bizim içimizde ümit beslenir bir zat idin. Şimdi bizi babalarımızın
taptıklarına tapmaktan mı engelliyorsun?
Biz, doğrusunu istersen bizi davet ettiğin
şeyden kuşkulandıran bir şüphe içindeyiz."
63- Salih dedi: "Ey kavmim! Eğer ben
Rabbimden açık bir mucize üzerinde isem ve o bana tarafından bir rahmet
bahşetmiş ise, ben Allah'a isyan ettiğim takdirde beni O'ndan kim kurtarabilir?
Demek ki, siz bana zarar vermekten başka bir şey yapmıyorsunuz."
64- "Ey kavmim! İşte şu, Allah'ın dişi
devesi, size bir mucizedir. Bırakın onu Allah'ın yer yüzünde (otlaklarında)
otlasın. Ve ona kötü bir maksatla el sürmeyin, sonra sizi yakın bir azap
yakalar."
65- Derken, o deveyi kestiler. Bunun üzerine
Salih dedi ki: "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalan çıkmayacak
olan kesin bir vaaddir."
66- Ne zaman ki, azap emrimiz geldi, Salih'i
ve beraberindeki iman edenleri, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtardık,
üstelik o günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz Rabbin güçlüdür,
mutlak üstündür.
67- O zalimleri, korkunç bir gürültü
yakalayıverdi de oldukları yerde çöküp kaldılar. 68- Sanki orada güzel güzel
yaşayıp durmamışlardı. Bak işte Semud, gerçekten de Rablerine küfretmişlerdi.
Bak işte nasıl yok olup gittiler.
61-68- "Semud'a da kardeşleri Salih'i
gönderdik." Semud, kadim Arap kabilelerinden bir kavim olup esas ataları
"Sam'ın oğlu İrem'in oğlu Amir'in oğlu Semud"dur. Diğer bir kavle
göre de az su anlamına gelen "semed" den alınmış bir kelimedir.
Yaşadıkları yerin suyunun az olması sebebiyle bu ismi almışlardır. Salih
Aleyhisselam'ın nesebi ise "Semud'un oğlu Cader'in oğlu Ubeyd'in oğlu
Maşih'in oğlu Esef'in oğlu Ubeyd'in oğlu Salih" olarak geçmektedir.
Kendisi Semud kavminin ileri gelenlerinden imiş. "İşte size Allah'ın şu
dişi devesi bir mucizedir." (Âyetin tefsiri için Şuara Sûresi 155-159.
âyetlerin tefsirine bkz.)
Dördüncü misal Lut Kavmi'nin akıbetidir:
Meâl-i Şerifi
69- Andolsun ki, İbrahim'e de elçilerimiz
(melekler) müjde ile geldiler ve "selâm" dediler, o da
"selâm" dedi ve hemen gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi.
70- Fakat onların o buzağıya el sürmediklerini
görünce, tuhafına gitti ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar da
"Korkma, biz Lut'un kavmine gönderildik." dediler.
71- İbrahim'in karısı ayakta duruyordu bunun
üzerine yüzü güldü. Ona İshak'ı ve İshak'ın arkasından da Ya'kub'u müjdeledik.
72- "Vay başıma gelene!" dedi,
"Ben bir kocakarıyım, kocam da yaşlı bir adam. Bu gerçekten çok tuhaf bir
şey!" 7
3- Dediler: "Sen Allah'ın emrine mi
şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve berekâtı üzerinizdedir. Ey ev halkı! Muhakkak
ki O, hamiddir (övülmeye lâyıktır), meciddir (cömertliği boldur)."
74- İbrahim'den korku iyice geçip gidince, bu
müjde de kendisine gelince, bizim (meleklerimiz)le Lut kavmi hakkında
tartışmaya girişti:
75- Çünkü İbrahim, çok yumuşak huylu ve çok
yufka yürekli (yanık kalbli) idi.
76- Melekler: "Ey İbrahim! Bu konuda bizimle
tartışmaktan vazgeç. Çünkü Rabbinin emri kesin olarak geldi ve onlara geri
çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.
77- Ne zaman ki, elçilerimiz Lut'a geldiler,
bunların gelişleri yüzünden Lut fenalaştı, eli ayağı birbirine dolaştı ve
"Bu gün çetin bir gündür." dedi.
78- Daha önceleri çirkin işler yapmış olan
kavmi harıl harıl koşup geldiler. Lut onlara: "Ey kavmim! İşte size
kızlarım, onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah'tan korkun, beni
misafirlerime rezil rüsvay etmeyin. İçinizde hiç aklı başında bir adam yok
mu?" dedi.
79- Onlar: "Sen de bilirsin ki, bizim
senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi
biliyorsun." dediler.
80- Lut dedi: "Ne olurdu size karşı bir
kuvvetim olsaydı, ya da çok sarp bir yere sığınabilseydim."
81- Melekler dediler: "Ey Lut! Şundan
emin ol ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla zarar veremezler. Sen,
gecenin bir kısmı olunca ailenle birlikte hemen buradan çık git. İçinizden hiç
kimse geri kalmasın, eşin başka. Çünkü ona da onlara gelecek olan musibet
gelecektir. Haberin olsun, helâk zamanları sabah vaktidir. Zaten sabah yakın
değil mi?"
82- Ne zaman ki, emrimiz geldi, o ülkenin
altını üstüne getirdik ve üzerlerine istif edilip pişirilmiş çamurdan taşlar
yağdırdık.
83- Bu taşlar Rabbinin katında
damgalanmışlardı. Bunlar zalimlerden uzak şeyler değildir.
69-76- Andolsun ki, gerçekten de elçilikle
görevlendirilmiş olan meleklerimiz İbrahim'e müjde ile vardılar. Burada elçi
meleklerden maksat Cebrail ile diğer iki melek diye rivayet edilmiştir. Bu iki
meleğin de Mikail ve İsrafil oldukları da ayrıca nakledilmiştir.
Muhammed b. Kâ'b'den gelen rivayette Cebrail
ile birlikte yedi tane daha, Dahhak'tan gelen bir rivayette dokuz, Suddi'den
gelen bir rivayette, yüzleri parlak genç oğlanlar suretinde onbir, Mukatil'den
gelen bir rivayette ise oniki oldukları söylenmiştir. Görülüyor ki, bu kıssanın
başında ifadenin üslubu değişmiştir. Zira bu kıssaların anlatılış sebebi helâk
olan kavimlerin durumunu bildirmektir. Bu kıssada anlatılan da helâk olmuş olan
Lut kavmidir. Halbuki Lut aleyhisselam Hz. İbrahim'in yakın akrabasından ve
onun şeriatı üzere gönderilmiş olan bir peygamberdi. Bundan dolayı olay Hz.
İbrahim'i de ilgilendireceğinden önce İbrahim'in durumuyla ilgili bir kıssa ile
konuya giriş yapılmıştır. Peygamberler atası olan Hz.İbrahim anlatılınca da
O'nun Allah katındaki değerinin yüceliğini belirtmek için kıssa, ta yukarıdaki
cümlesinin benzeri olan bir cümle ile diye başlamıştır. Nitekim Musa kıssası da
böyledir. Burada söz konusu elçi melekler Lut kavmine gönderilmiş
olduklarından, Hz. İbrahim'e gelişleri, dolayısıyla bir geliş demek olduğundan
buyurulmuştur ki, selamet ve evlad müjdesi için gelmişlerdi.
77- Ne zaman ki, elçilerimiz Lut'a geldiler,
Hz. İbrahim'in bulunduğu kasabaya dört fersah uzaklıkta olan ve Lut kavminin
bulunduğu bölgenin en büyük şehri olan bu kasabanın adı "Sedum" veya
"Sodom" imiş.
Melekler Hz. Lut'a gayet güzel yüzlü gençler
şeklinde gelmişlerdi. Onun için âyette Lut onların gelişinden fena halde sıkıldı,
ve eli, ayağı dolaştı, telaşa kapıldı.
78-81- Kavmi de ona harıl harıl koşup
geldiler. Rivayet olunduğuna göre, karısı o azgınlara haber göndermiş. Ve onlar
daha önceden kötülük yapıyorlardı. Yani utanıp sıkılmıyorlardı, çirkin işler
yapageliyorlardı, buna alışmışlardı. Utanma duyguları silinmişti, hayaları
kalmamıştı. Onun için hiç utanmadan ve arlanmadan fenalık niyetiyle koşup Lut'a
kadar gelmişlerdi.
İşte şunlar kızlarım. Bunlar sizin için gayet
temizdirler. Yani onlardan istediğinizi nikah edip güzel güzel alırsınız,
pisliğe ve günaha bulaşmazsınız. Katade, "kızlarım" tabirinden maksat
Hz. Lut'un kendi öz kızları olduğunu söylemiş ise de, Mücahid ve Said b.
Cübeyr'den rivayet olunduğu üzere, kavmin kızlarıdır, muhtar olan görüş de
budur. Bir peygamber ümmetinin babası durumunda olduğundan sevgi ve şefkatten
dolayı kızlarım, demiştir. Nitekim "Peygamberin hanımları ümmetin
analarıdır." (Ahzab 33/6) buyurulmuştur.
82- Ne zaman ki, emrimiz geldi, yani azap
vakti gelip çattığında o ülkenin üstünü altına çevirdik ve üzerlerine taş
yağdırdık. Öyle taşlar ki, siccildendir.
83- Kil taşından, yani kumla, çamurdan
yapılmış dondurulmuş, cehennemde pişirilmiş ve taşlaşmış, Rabbin katında
damgalanarak istif edilmiştir. Yani, her taşın kime ve nereye isabet edeceği
ezelde takdir edilmiş, suretine nakşedilip işlenmiş idi. Ve bunu Allah'dan
başka bilen yoktu. Yaratılışta böylece yapılmış, kendi özel yerlerine istif edilmiş,
hazırlanmıştı. Yani bu gibi olayları tesadüfen meydana gelmiş, durup dururken
kendiliğinden meydana gelmiş bir tabiat olayı gözüyle görüp geçmemek gerekir.
Çünkü gerçekte tesadüf diye birşey yoktur. Âlemleri yaratan yüce kudretin
tasarrufu vardır.
Ve bunlar zalimlerden uzak değildir. Yani,
böyle taşlar, genellikle, zalim olan kimselerden, özellikle de sûrenin başında
geçtiği üzere haktan göğüs büken ve yüz çeviren, sıkışınca "Bu bir
sihir" diyen, "peki o azabı engelleyen nedir?" diyerek küstahlık
eden Mekke müşrikleri içindeki zalimlerden ve kıyamete kadar gelecek olan öteki
zalimlerden uzak değildir.
Beşinci misal de Medyen ahalisidir:
Meâl-i Şerifi
84- Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'i gönderdik.
Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız
yoktur. Ölçeği de, teraziyi de eksik tutmayın. Ben sizi hayır (bolluk) içinde
görüyorum. Bununla beraber yine de sizi kuşatacak bir günün azabından
korkuyorum."
85- "Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken
adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde
fesatçılık yaparak fenalık etmeyin."
86- Eğer mümin iseniz, Allah'ın helâlinden
size ihsan ettiği kâr sizin için daha hayırlıdır. Bununla beraber ben sizin
üzerinize gözcü değilim."
87- Dediler ki; "Ey Şu'ayb, atalarımızın
taptıklarını terketmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi
sana namazın mı emrediyor? Oysa ki sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir
adamsın."
88- Şu'ayb dedi ki: "Ey kavmim! Şayet ben
Rabbimden ispat edici bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şayet bana, O kendi
katından güzel bir rızık ihsan etmişse, söyleyin bakalım ben ne yapmalıyım? Ben
size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben
sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeye çalışıyorum. Muvaffakiyetim de ancak
Allah'ın yardımı ile olacaktır. Ben yalnızca O'na dayandım ve ancak O'na
döneceğim."
89- "Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın
sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen
musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Lut kavmi de sizden uzak değildir.
90- Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na
tevbe ile yönelin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.
91- Dediler ki: "Ey Şu'ayb! Biz senin
söylediklerinin çoğundan birşey anlamıyoruz. Ayrıca seni içimizde çok zayıf
biri olarak görüyoruz. Eğer akrabaların olmasaydı mutlaka seni recmederdik
(taşa tutardık). Senin bize hiçbir üstünlüğün yoktur."
92- Şu'ayb dedi: "Ey kavmim! Benim
akrabalarım size Allah'dan daha mı değerli ki, Allah'a sırt çevirip, onu
unuttunuz? Muhakkak ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre
kuşatmıştır."
93- "Ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız
ne varsa yapın! Ben de görevimi yapmaya devam edeceğim. Perişan edecek azabın
kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu ilerde anlayacaksınız. Bekleyiniz,
ben de sizinle beraber bekleyeceğim."
94- Ne zaman ki, emrimiz geldi, Şu'ayb ve
beraberindeki müminler, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtuldular. Ve o
zalimleri korkunç bir gürültü yakaladı da oldukları yerde çöküp kaldılar.
95- Sanki orada hiç güzel gün görmemişlerdi.
Dikkat edin, Semud kavmi nasıl helâk olup gittiyse Medyen de öyle yok olup
gitti.
84- Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'i gönderdik.
Medyen Hz. İbrahim evladlarından Medyen'in nesli olan bir kavim olup,
merkezleri Şap Denizi kıyısında onun kurduğu bir şehir imiş. Şu'ayb
Aleyhisselam da bu kavmin soylularındandır. Bildirildiğine göre nesebi: Medyen
oğlu Yeşcür oğlu Mekil oğlu Şu'ayb'dir. Ve kavmine karşı güzellikle yaptığı
uyarılardan ve öğütlerden dolayı Peygamberlerin hatibi ünvanıyla anılır:
kendisine "Hatibü'l-enbiya" adı verilmiştir. Kasas Sûresi'nde
geleceği üzere Musa Aleyhisselam, Şu'ayb peygambere hizmet etmiş ve kendisine
damat olmuştur. Şu'ayb Aleyhisselam'ın kıssalarına dikkat edilirse zamanımız
medeniyetinin genel ahlâk anlayışına değinen önemli noktalar görülür. Şu'ayb
Peygamber de diğer peygamberler gibi tevhid emriyle başlayarak:
Ey benim kavmim, dedi. Allah'a ibadet edin,
O'ndan başka tanrınız yoktur. Ölçeği ve tartıyı eksik tutmayın. Bundan
anlaşılır ki, Medyen halkının en önemli işleri ticarettir. Şüphesiz ben sizi
bir hayır ile görüyorum. Yani nimet ve bolluk içinde görünüyorsunuz, bu da
hakkınızda hayırdır. Bunun gereği haksızlık etmek değil, insanların hakkını
hukukunu gözetmektir, halkın yararına hizmet etmektir ve Allah'a şükretmektir.
Şu halde ölçüyü ve tartıyı noksan yapıp da hayrı berbat etmeyin. Bununla
beraber hiç şüphesiz ben hepinizi içine alacak, topunuzu birden kuşatacak bir
günün azabından korkarım. Yani böyle devam eder giderseniz, noksan ölçü ve
tartı ile haksızlığı sürdürürseniz, elinizdeki hayrı yitirdikten başka, bir gün
gelecek ki, onun azabı hepinizi kuşatacak, hiçbiriniz ondan kurtulamayacaksınız.
Sizin böyle topyekün bir azaba uğramanızdan korktuğum size acıdığım için bu
nasihatları yapıyorum.
85- Ve ey kavmim, o günün azabına uğramamak
için ölçüyü ve tartıyı adalet ile yapın ve insanların malına, eşyasına
haksızlık etmeyin ve fesatçılık yaparak yeryüzünde karışıklık çıkartmayın. Bu
bölümlerde verilen öğütler, onların dahili ve harici siyasetlerini ve iş
ahlâklarını dahi açıkça göstermektedir. Nitekim A'raf Sûresi'nde "Her
yolun başını tutup da tehdit ederek, Allah'a iman edenleri Allah yolundan
çevirmeyin ve o yolun eğriliğini arzu etmeyin." (A'raf, 7/86) diye
özellikle açıklık kazandırılmıştır. Dini ve dünyevî her çeşit fesatçılığı ve
bozgunculuğu içine alır. Durum böyle iken bir de "fesatçılar" diye
hâl ile kayıtlanması, Hızır'ın gemiyi delmesi ve çocuğu öldürmesi gibi cidden
iyilik için yapılan hareketleri, bunun dışında tutmak hedefine yöneliktir.
Bunların yaptıkları bozgunculuk, iyi yapıyoruz diyerek yapılan ve kötü sonuç
veren yanlışlıklar cinsinden bozgunculuk değildir. Kötü olduğunu, fenalık
olduğunu bile bile yapılan bozgunculuktur.
Doğru amma, ticarette ve siyasette biz böyle
hakka, hukuka riayet ederek adaletle hareket ettiğimiz takdirde, doğru dürüst
iş yaptığımız takdirde fazla bir şey kazanamayız, diyecek olursanız:
86- Allah'ın bakıyyesi, haramını attıktan
sonra Allah'ın helâlinden size ihsan edeceği o temiz ve helâl bakıyye, helâl
kazançtan size kalan sizin için daha hayırlıdır. Müfsitlikle, haksızlıkla,
eksik ölçüp yanlış tartmakla toplayacağınız haram fazlalardan netice itibariyle
daha kârlı, daha faydalıdır, eğer mümin iseniz yani bunun daha hayırlı olduğuna
inanıyorsanız bu böyledir. Yani hayır, iman şartına bağlıdır. İnanıyorsanız
hayır görürsünüz. Yoksa ben üzerinize bekçi değilim. Siz iman edip korunmadıktan
sonra ben sizi koruyamam. Velhasıl bu öğütleri iyi dinleyin ve tutun, yoksa
karışmam ha!
87-Buna karşılık Medyen ahalisi ne dediler
bilir misiniz?
Ey Şu'ayb, dediler atalarımızın taptığı
şeyleri terketmemizi, veya mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan
vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Aslında sen hakikaten çok yumuşak
huylu, çok akıllı ve dirayetli bir adamsın. Şu'ayb Aleyhisselam çok namaz
kılardı ve öyle tanınıyordu. İbadetler içinde dinin direği olan namaz ise
"Gerçekten de namaz Allah'a saygılı olanların dışındakilere ağır
gelir." (Bakara, 2/45) âyeti gereğince huşu ehlinden olmayanlara pek ağır
gelen, Allah'dan başkasını bir yana bıkarıp, Allah huzurunda divan durmanın,
secdelere varmanın zevk ve ulviyyetini idrak edemeyenlere boş ve faydasız bir
uğraş gibi geldiğinden, namaz kılanlarla alay edip eğlenmek küfrün gereği ve
azgın kâfirlerin ötedenberi âdetleridir. Bundan dolayı Şu'ayb Aleyhisselam'ın
kavmi de onun tevhid inancına, hukuk ve ahlâka ilişkin bildirilerini doğrudan
doğruya red ve inkâr edemedikleri için, özellikle dolaylı yoldan değersiz
göstermek üzere bütün bunları onun kıldığı namaza bağlayarak, geçersiz ve
değersiz göstermeye çalışıyorlar, onun peygamberliğiyle alay etmek üzere
namazıyla alay ediyorlar.
Yalnızca Allah'a ibadet edip, türlü türlü
mabudlara kul olmaktan kurtulmayı ve ticaretle siyasette hukuk ve ahlâk
kurallarına riayet etmeyi, hürriyete engel ya da budalalık sayıyorlardı. Hz.
Şu'ayb onlara, mallarınızda istediğiniz gibi tasarruf etmeyin, demiş değildi,
"İnsanların mallarına haksızlık etmeyin" demişti. Bu ise hürriyeti
engellemek değildi, tam aksine hakları ve hürriyetleri tesbit ve teyid etmekti.
Çünkü herkesin malları ve hakları güvence altına alınmadıkça kimse hakkından
emin olamaz, mallarında dilediği gibi zaten tasarruf edemezdi. Fakat onlar
insanların mallarını kendi malları imiş gibi kabul ediyor, güçlerinin
yetebildiği kadar haksızlık yapmaktan geri kalmıyorlardı. Hakka, hukuka ve
adalete riayet etmiyorlar, haramdan sakınmıyorlardı. Fesatçılıktan çekinmeleri gerektiği
konusunda Şu'ayb Aleyhisselam'ın uyarılarını da kendi serbestliklerine engel
sayıyorlar, "Malımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi bu
kıldığın namaz mı emrediyor? Sofu sen ne akıllı adamsın be!" gibi
demagojilerle söz dokundurmaya ve alaya yelteniyorlardı. İşte böyle bir
taraftan putlara tapıyor, bir taraftan da Allah'a karşı kibir ve gurur taslayıp
namazı hor görüyorlardı. Bir başka taraftan da hürriyet ve ticaret adı altında
hilekârlık, haklara saygısızlık, terbiyesizlik ve küstahlık ederek vahiy ve
nübüvvete ukalâlık demek günümüz kâfirlerinde de en çok görülen cahiliyet devri
hastalıklarındandır. Bu bakımdan günümüz insanları Şu'ayb kıssasını ve Medyen
ahalisinin akıbetini çok dikkatle ve ibretle dinlemelidirler.
Bakınız Şu'ayb, bunlara ne kadar nazikane, ne
kadar dikkatli ve ince bir cevap ile karşılık veriyor:
88- Ey kavmim dedi gördünüz mü, yani şu
halinizi görüp beğendiniz mi? Gördünüzse söyleyin bakalım ya ben Rabb'imden bir
belge, bir beyyine üzerinde isem, "sen o sensin" dediğiniz ben,
Rabb'im Teâlâ'dan kesin ve açık bir bürhan, bir belge üzerinde bulunuyorsam,
söylediklerimi de vahiy ve nübüvvet bilgisiyle söylüyorsam ne dersiniz? Ben
Rabb'imin vahyine ve emrine karşı gelebilir miyim? Oysa Rabbim beni kendi tarafından
güzel bir rızıkla rızıklandırmıştır. Yani benim kendi çabamla değil, sırf
Allah'dan bir ihsan olarak, lütuf ve kerem hazinesinden beni maddeten ve manen
güzel bir şekilde rızıklandırmıştır. Hem helâlinden mal mülk vermiş, ebedi
hayatı sağlayan peygamberlik ve hikmet nasip eylemiştir. Ve ben sizi
engellemeye çalıştığım şeylere kendim konmak maksadıyla size karşı çıkıyor
değilim. Yani, sizi şirkten, başkalarının hakkını yemekten, fesatçılıktan
engelliyor; tevhide, tam ölçü ve tartı ile hak ve adaleti gözetmeye davet
ediyorsam, gelenek ve alışkanlıklarınızın tersine olan bu nasihatlerden,
tekliflerden asıl muradım ve maksadım, hürriyetlerinizi elinizden alıp, sizi
onlardan uzaklaştırdıktan sonra o yasakları kendim işlemek değildir. Allah'a
karşı siz günaha girmeyin de ben gireyim, siz aldatmayın da ben aldatayım,
halkın malını siz yemeyin de ben yiyeyim, siz istediğiniz gibi, zevk u safa
sürmeyin de ben süreyim diye bunu yapmıyorum. Size bir oyun yapmak, elinizdeki
nimetleri kendime mal etmek maksadıyla hareket etmiyorum, maksadım sadece ve
sadece gücümün yettiği kadar ıslaha çalışmaktan ibarettir. Muvaffakiyetim de
ancak Allah iledir, ancak O'nun yardımı sayesindedir. Onun hidayeti ve
inayetiyledir. Ben ancak O'na tevekkül ettim ve ancak O'na inabe ederim, hep O'na
yönelirim, her işimde O'na sığınırım, O'na teslim olurum.
89- Ve ey benim kavmim, sakın bana karşı
direnmeniz, menimle didişip, bana düşmanlık yapmanız, sizi Nuh kavminin veya
Hud kavminin veya Salih kavminin başına gelen bir musibet ile cezalandırmasın.
Zaten Lut kavmi sizden uzak değildir, yakın zamandadır. Veya yakın bölgededir.
Veyahut yakın zaman ve mekanda olduğu gibi, küfür ve fesatçılık bakımından da
siz onlara yakınsınız. Görülüyor ki Lut kıssasının sonuna eklenen "Bu
zalimlere hiç de uzak değildir." fâsılasına benzer bir fâsılayla, adeta
"terci" yapılarak o olay ihtar edilmektedir.
90-Hasılı bunları sakın unutmayın Rabbinizden
mağfiret dileyin ve O'na tevbe ile yönelin, çünkü o benim Rabbim çok
merhametli, çok sevgilidir, çok şefkatlidir. Binaenaleyh günahlarınız ne kadar
çok olursa olsun, vazgeçer de bağışlanma dilerseniz, tevbe ederseniz, rahmetine
erer, sevgisine ve muhabbetine nail olursunuz.
91-İşte bu güzel öğütlere kavmi ne dedi bilir
misiniz?
Ey Şu'ayb, dediler söylediklerinden çoğunu pek
anlamıyoruz. Anlamıyorlardı, çünkü kulak vermiyorlardı, dikkatle
dinlemiyorlardı, vahiy ve nübüvvete önem vermiyorlardı. Genellikle bütün fena
insanlarda olduğu gibi, herkesin arzularını kendi arzu ve istekleri gibi
zannettiklerinden dolayı, bir insanın dünya çıkarlarından ve kişisel
duygulardan kurtularak, sırf Allah rızası için çalışıp çabalayacağını "Ben
ıslahtan başka bir şey istemiyorum." sözünde samimi olacağını kafalarına
sığdıramıyorlardı. İhlas ve tevekkülün ne olduğunu anlayabilmeleri için
kendilerinde de biraz ihlas ve tevekkül bulunması gerekiyordu. Kendilerinde
böyle bir duygu bulamadıkları, özellikle tevhid inancını tanımadıkları için kör
bir tabiatçı kafayla düşündüklerinden, beşerin işlediği günahlarla birtakım
semavi afetler arasında bir ilişki bulunabileceğine ihtimal vermiyorlardı.
Allah'ı bırakıp, şuna buna tapmakla, ölçüyü, teraziyi, eksik yapmakla, fitne
fesat çıkarmakla dünyadaki düzenin bozulacağını, tufanlar ve zelzeleler
olacağını anlamıyorlardı. Velhasıl sarih ve apaçık olan bu sözlere inanmak
istemiyorlar, bu gibi sözlerin arkasında gizli niyetler, art düşünceler ve başka
maksatlar aramaya çalışıyorlar, bu sözlerden gocunuyorlar da "biz senin
söylediklerinin çoğundan bir şey anlamıyoruz", "sen ne demek
istiyorsun?" "Ben neye güvenip de bizi böyle tehdit ediyorsun?"
Kesinlikle biz seni kendi içimizde zayıf biri olarak görüyoruz, eğer rahtın
(yani hısım akrabandan, saygı duyduğumuz yakınlarından beş on kişi) olmasaydı
muhakkak ki seni recmederdik, taşa tutar, öldürürdük. Sen bize karşı güçlü biri
değilsin, aziz değilsin. Yani bizim gözümüzde şahsen senin bir değerin, bir
önemin yoktur, bize göre sen hatırı sayılan, kıymet verilen biri değilsin. Yani
sana saygımızdan dolayı değil, senin yakınlarından olup da bizimle beraber
olan, sana uymayıp bizim dinimizde bulunan bir kaç hısım akraban var ki, işte
biz onların hatırı için şimdiye kadar sana dokunmadık.
92-Hz. Şu'ayb, bunlara şöyle cevap verdi:
Ey Kavmim, dedi benim hısım akrabam, size
Allah'dan daha mı değerli? Yani, ben size ancak Allah'a dayandığımı, O'na
güvendiğimi ve muvaffakiyetimi yalnızca O'ndan beklediğimi söylemiş ve
binaenaleyh değer ve kuvvetimin başkasıyla değil, yalnız Allah ile olduğunu
anlatmış iken size göre benim birkaç yakınım mı Allah'dan daha değerli oluyor
da "eğer rahtın olmasa" diyorsunuz. Oysa siz Allah'ı unutup arkanıza
attınız. Arkaya atılmış, unutulmuş, kıymetsiz, geçersiz bir şey gibi hiçe
saydınız, hesaba katmadınız, O'na ve emirlerine hiç değer vermediniz. Çünkü
ancak O'na dayanan ve ancak O'nun emriyle hareket eden bana da önem vermediniz
ve O'nun beyyinesiyle, O'nun vahyi ile bildirdiğim açık öğütlerime kulak
vermediniz. Allah'ı düşünmediğiniz için söylediklerimi de anlamak istemediniz,
"birşey anlamıyoruz" deyip çıktınız. Üstelik yakınların olmasaydı
seni recmederdik diyerek tehdide kalkıştınız. Şunu iyi bilin ki, Rabb'im yaptığınız
ve yapacağınız her şeyi kuşatmıştır. O'ndan hiçbir şey gizli kalmaz, hiçbir şey
O'nun kudretinin dışında kalmaz ve hiçbir kuvvet O'nun izzet ve şanına, değer
ve önemine gölge düşüremez. Şu halde her ne yaparsanız mutlaka cezanızı verir.
93- Ve ey kavmim, haydi bütün gücünüzle
bildiğinizi yapınız. Muhakkak ki, ben de bildiğimi yapmaya devam edeceğim.
Allah'a güvenerek, O'na sığınarak, gücümün yettiğince ıslaha çalışacağım ve
irşada devam edeceğim. Yakında bilip anlayacaksınız ki, o rezil ve rüsvay eden,
o perişan edecek olan azap kime gelecek. Ve yalancı kimdir? Şu halde
gözleyiniz, hiç şüphesiz ben de sizinle beraber gözleyeceğim.
94- Ne zaman ki, emrimiz geldi. Şu'ayb'i ve
beraberindeki iman ehlini, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık, o zulüm
edenleri de çığlık yakaladı. A'râf ve Ankebût sûrelerinde ise "Onları
zelzele yakaladı." (7/91 ve 29/37) buyurulmuştur ki, "racfe"
zelzele, deprem demektir. Demek ki, müthiş bir çığlık ile zelzeleye
yakalandılar. Veya zelzeleye yakalandıkları için çığlıklar kopardılar. Diyarlarında,
oldukları yerde bir çöküntü gibi yığılıp kaldılar.
95- Sanki o diyarda hiç yaşamamış gibi
oldular. Evet, defolup gitti o Medyen Semud'un defolup gittiği gibi, zira Semud
kavmi de böyle bir çığlık ve zelzele ile helâk edilmişti. Ancak deniliyor ki,
Semud'un çığlığı üstlerinden, Medyen'in çığlığı altlarından gelmişti.
Burada fiilinin sarahaten gelmesi ile
yukarıdan beri devam ede gelen masdarının da mânâsı açıklık kazanmıştır. Zira
masdarı "kurb"ün (yakın) zıt anlamlısı olarak uzak olmak anlamına
geldiği gibi, bir de yok olmak, helâk olmak anlamına gelir. Çünkü helâk olan
dünyadan ve bulunduğu yerden uzak olmuş olur. Ve aralarındaki farkı belirtmek
için öncekinin fiili "ayn"ın zammiyle beşinci baptan kullanıldığı
halde, helâk mânâsına olanın mazi sigasında "ayn"ın kesri ve muzaride
fethi ile dördüncü baptan kullanılır.
Binaenaleyh burada buyurulmakla kıssaların
sonunda tekrar olunagelen masdarlarının dua maksadıyla ve helâk anlamında
söylenmiş olduğu da açıklık kazanmıştır ki, aslında bu tasrih de o bedduayı bir
tekid gibidir.
Bu misallerden altıncısı da Musa ile Firavun
örneğidir:
Meâl-i Şerifi
96- Andolsun Musa'yı da âyetlerimizle ve
apaçık bir belge ile gönderdik.
97- Firavun'a ve cemaatine. Bunlar Firavun'un
emrine uydular. Halbuki Firavun'un emri hak değildir.
98- Kıyamet günü, kavminin önüne düşer. Artık
o bunları ateşe götürmüştür. O varılan yer, ne kötü bir yerdir.
99- Hem burada, hem de kıyamet gününde lanetle
izlendiler. Onlara verilen bu karşı destek ne fena bir destektir!
96- Ve andolsun ki, Musa'yı da âyetlerimizle
ve bir açık belge ile Firavun'a ve adamlarına gönderdik. Görülüyor ki, burada
da atfın üslubu değiştirilmiş "biz gönderdik" diyerek kasem ve fiil
tekrarlanmış, ayrıca tasrih olunarak konu vurgulanmıştır. Böylece Hz. Musa'nın
da Hz. Nuh ve Hz. İbrahim gibi bir tarih başlangıcı, bir dönüm noktası olduğuna
dikkat çekilmiş ve işaret edilmiştir. Özellikle doğrudan doğruya Nuh kıssasına
bağlanmasıyla da onun bir benzeri olduğuna dolaylı bir telmih yapılmıştır.
Çünkü bu olayda da bir tufan ve suda boğulma meydana gelmiştir.
Burada Hz. Musa'nın Firavun'a gönderilmesi
meselesi söz konusu olduğundan, buradaki "âyetlerimizle" ifadesinden
murad Tevrat değil, A'raf Sûresi'nde geçen dokuz mucizedir ki, bunlar asâ,
beyaz el, tufan, çekirge, böcek, kurbağa, kan, kıtlık ve ölet olaylarıdır.
Sultan: Aslında üstün gelmek, galip olmak ve
istila edip saltanat kurmak anlamına mastardır. Belge, burhan ve hüccet
anlamına da gelir. Vali veya hükümdara da sultan dendiği bilinmektedir. Fakat
bu mânâya geldiği zaman kelime müennes olur. Kur'ân'da genellikle burhan, delil
ve belge anlamında kullanılmıştır. Burada da kuvvetli burhan, kesin belge diye
tefsir edilmiştir. Bununla da Hz. Musa'nın en açık mucizesi olan asaya da
özellikle işaret edildiği söylenmiş ise de asanın âyetlere dahil olması
gerektiğinden "Ve ikinize öyle bir yetki vereceğiz." (Kasas, 28/35)
âyetinde olduğu gibi, galebe, üstünlük ve hakimiyet mânâsı olması ve Hz.
Musa'nın Firavun'a karşı ortaya çıkan üstünlüğünü ifade etmesi daha uygun
görülüyor. Bununla beraber asa ve beyaz el mucizesi bu anlamı ifade ettiğinden
önceki tefsir de sıhhatli sayılır.
Mübin: Bilindiği gibi ibaneden ism-i faildir.
"İbane" ise hem lazım, hem de müteaddi olur. Lazım olunca mübin açık
demektir. Müteaddi olunca mübeyyin anlamına gelir, açıklayıcı, aydınlatıcı veya
furkan anlamına ayırıcı demek olur.
97- Firavun'un emrine tabi oldular, onun
emrine uydular Halbuki Firavun'un emri reşid değildir. Firavun'un kumandası
veya işi ve hükumet işlerini yürütüş şekli, sonu hayra çıkan isabetli bir emir
ve karar değildir. Burası aslında zamir mevkii iken "Onun emri
değildir." denilmeyip de doğrudan doğruya Firavun'un isminin sarahatle
ifade edilmesi çok anlamlıdır. Zira öncekinde Firavun'un şahsı, bu ikincide
vasfı kastolunmuştur. Çünkü Firavun ismi fesada, bozgunculuğa, zorbalık ve
zulme, sapmaya ve saptırmaya delalet etmesiyle meşhurdur. Bundan dolayı önceki
özellikle Firavun'un emri demek olduğu halde, ikincisi genellikle Firavun emri,
yani Firavun kısmının emri demek olur.
Ebu Hayyan, tefsirinde der ki: Firavun
Yaratan'ı ve ahireti inkâr eden bir dehri idi. Diyordu ki, âlemin ilâhı yoktur.
Her belde ahalisinin görevi kendi sultanına itaatla meşgul olmaktan ibarettir.
Bundan dolayı Firavun'un emri olgunluktan tamamıyla uzaktı. Naziat Suresi'nde
de geleceği üzere Firavun "Ben sizin en yüce Rabbinizim." (Naziat,
79/24) diyor ve kendinden üstün bir Rabb'in varlığını kabul etmiyordu. Onun
için verdiğim emir, doğru mudur, gerçekten de Allah'ın emrine uygun mudur, değil
midir? diye düşünmüyordu. Hak Teâlâ'nın emirlerine ve hükümlerine uymakla
kendini bağımlı görmüyordu. Yalnızca kendi açısına, kendi eğilimlerine, kendi
arzu ve isteklerine göre emir veriyor, ne emrederse hakikatın öyle
oluvereceğini sanıyordu. Kendisini asaleten ve mutlak hakim sayıyor, kendi
emrinde melei, yani danışma meclisi ve onların arkasında da kavmi bulunuyordu,
hepsi birden Firavun'a uyuyorlardı. İşte böyle hakkın hakimiyetini hesaba
katmayarak asalet ve mutlakıyet iddiasıyla verilmiş emirlere "Firavun
emri" adı verilir. Böyle emirlerin ise reşid olmayacağı açıktır. Zira
insanlığın kaderi de dahil olmak üzere bütün kâinatı idare eden hakkın
kanunlarının bir şahsın veya belli bir cemaatın emir ve iradesiyle
değişmeyeceği bellidir. Böyle iken Firavun kısmı kendisinin Hakk'a boyun eğmek
zorunda olduğunu düşünmez. Hakk'ın bir memuru gibi hareket etmek istemez de
kendi emriyle hak ve hukuk ortaya koymaya kalkar, Hakk'ın kanunlarını
değiştirip bozmaya hayra şer, şerre hayır iyiye kötü, kötüye iyi demeye kalkar.
Allah'ın "ateştir" dediğine kendisi "su" deyip saldırmak
ister ve nihayet hem kendisini, hem de kendisine uyan yandaşlarını yakar.
Nitekim bunu açıklamak üzere buyuruluyor ki:
98- Kıyamet günü kavminin önüne düşer, bir de
bakarlar ki, su diye kendilerini ateşe götürmüştür. Ve ne fena virddir o
mevrud. Tuh, ne kötü sudur o varılan ateş!... Çünkü suya hararet söndürmek,
ciğer soğutmak için gidilir, ateş ise bunun zıddıdır. İşte Firavun emrinin
akıbeti böyle ciğer yakan bir sonuçtur. Ve Firavun'a uyanlar böyle bedbaht
kimselerdir. Musa'ya bakmadılar da sonucu böylesine fena olan bir emre,
Firavun'un emrine uydular, onun arkasına düşüp gittiler.
99- Ve böylece hem bu dünyada, hem de kıyamet
gününde bir lanete metbu kılındılar. Yani lanetle izlendiler ve lanetlilerin
başında gelenlerden oldular. Ne fena rifttir bu merfud. Ne kötü ianedir bu
yapılan iane, yani şu lanetle anılma işi, lanetle anılma bahşişi. Veya ne kötü
bir ücret, ne kötü bir ödüldür şu lânetle anılma ödülü.
Rifd: Aslında dayansın diye bir başkasına
sağlanan destektir. Mesela eğerin veya semerin altına vurulan keçe, birine
yapılan yardım, verilen atıyye ve ihsan rifdtir. Burada cehennem ateşine vird,
lanete de rifd denilmesi tehekküm yani ciddi görünür gibi yapılan alay ve
istihzadır, gayet veciz ve belagatli bir istiaredir.
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
100. İşte bu helâk olmuş memleketlerin önemli
haberlerindendir. Sana onu kıssa olarak anlatıyoruz. Onlardan yerinde duranlar
da var, biçilenler (yok olup gidenler) de.
101. Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi
kendilerine zulmettiler. Allah'ı bırakıp da taptıkları tanrılar, Rabbinin emri
gelince kendilerine hiçbir fayda sağlayamadılar. Hasarlarını arttırmaktan başka
bir şeye yaramadılar.
102. İşte Rabbin, zalim memleketleri
cezalandırdığı zaman böyle cezalandırır. Çünkü O'nun cezası çok acı, çok
çetindir.
103. Ahiret azabından korkanlar için bunda
muhakkak ki, bir ibret vardır. O, öyle bir gündür ki, bütün insanlar onun için
toplanacaktır ve o, öyle bir gündür ki, mutlaka görülecektir.
104. Biz onu sadece belli bir süreye kadar
geciktiriyoruz.
105. O gün gelince Allah'ın izni olmadan hiç
kimse konuşamaz. Onların kimi bedbaht, kimi de mutludur.
106. Bedbaht olanlar ateştedirler. Onlar orada
başka türlü soluyacak, başka türlü haykıracaklar.
107. Onlar orada gökler ve yer durdukça
duracaklar. Ancak Rabb'inin diledikleri başka. Çünkü Rabbin dilediğini
yapandır.
108. Mutlu olanlar ise cennettedirler. Orada
gökler ve yer durdukça duracaklar, ancak Rabbinin diledikleri başka. (Bu) ardı
arası kesilmeyen bir ihsan olacak.
109. O halde sakın şunların ibadet
edişlerinden şüpheye düşme. Daha önce ataları nasıl ibadet ediyor idiyseler
bunlar da öyle ibadet ediyorlar. Biz de kendilerine nasiplerini elbette
eksiksiz olarak öderiz.
100- İşte bunlar, yani ta baştan beri
anlatılanlar, O sitelerin haberlerinden önemli kısımlardır ki, onu sana kıssa
(öykü) olarak anlatıyoruz. Yani ayrıntılara girmeden, sözü uzatmadan, yalnızca
ibret noktalarını özetleyerek dillere destan olacak şekilde açıklıyor ve hikaye
ediyoruz. Onlardan, (yani o şehir medeniyetlerinden) bir kısmı ayaktadır,
kalıntıları durmaktadır bir kısmı da hasad edilmiş ekin gibidir. Silinip
gitmiş, yıkılıp, yok olup gitmiştir. Ve Biz onlara, (o helak olan kavimlere)
zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah'ı bırakıp,
yalvara geldikleri o sürü sürü tanrıları, Rabbinin emri geldiği vakit onlara
hiçbir fayda vermedi. Allah'ın emrinden zerrece birşeyi önleyemedi. Üstelik
onların helak ve hüsranlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.
101- İşte bunlar, yani ta baştan beri
anlatılanlar, O sitelerin haberlerinden önemli kısımlardır ki, onu sana kıssa
(öykü) olarak anlatıyoruz. Yani ayrıntılara girmeden, sözü uzatmadan, yalnızca
ibret noktalarını özetleyerek dillere destan olacak şekilde açıklıyor ve hikaye
ediyoruz. Onlardan, (yani o şehir medeniyetlerinden) bir kısmı ayaktadır,
kalıntıları durmaktadır bir kısmı da hasad edilmiş ekin gibidir. Silinip
gitmiş, yıkılıp, yok olup gitmiştir. Ve Biz onlara, (o helak olan kavimlere)
zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah'ı bırakıp,
yalvara geldikleri o sürü sürü tanrıları, Rabbinin emri geldiği vakit onlara
hiçbir fayda vermedi. Allah'ın emrinden zerrece birşeyi önleyemedi. Üstelik
onların helak ve hüsranlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.
102-103- Ve Rabbinin yakalaması işte böyledir.
O memleketleri zulme dalmış gitmiş bir halde yakaladığı vakit gerçekten O'nun
yakalaması acı ve çetin bir yakalama olur. Muhakkak ki onda, yani o yakalamada
veya anlatılan her kıssada ahiret azabından korkan herkes için elbette birer
âyet vardır. Yani ibret alacak, ders alacak açık seçik noktalar vardır. Adam
sen de, ben bugünümü geçireyim de sonra ne olursa olsun diye, ilerisini
düşünmeyen, ahireti hatırına getirmeyen saygısızlar, bu gibi olayları kulların
işlediği günahlarla ilişkili görmezler, tesadüflere ve tabiata yükleyip
geçerlerse de cidden aklı ve izanı olan ve ahiret korkusu bulunan kimseler
bunda ahirete bir delil bulacaklar ve bu dünyada yapılan zulüm ve
haksızlıkların oradaki sonucunun korkunç olduğunu anlayacaklar. İşte bu
düşüncelerle Allah Teâlâ'nın azgınlara hazırladığı ahiret azabının ne kadar
çetin, ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edeceklerdir.
Ayrıca peygamberlerin, dünya azabına ve
helakine ilişkin olarak verdikleri haberlerin gerçekleşmesinden, peygamberliğin
Allah'ın emriyle olmuş bir iş olduğunu daha iyi anlayacak ve onların ahiretle
ilgili haberlerine de akıl ve mantık yorup yakîn hasıl edecektir. Gerçekten de
dünyaya ait cezalardan anlaşılır ki, bunları önceden haber veren peygamberler
doğru, peygamberlik ise emri vakidir. Ve bundan dolayı peygamberlere haksızlık
edip bildirdiklerine inanmamanın ve ahiret azabından korkmamanın akıbeti, Nuh
kavminin, Ad ve Semud kavimlerinin, Lut kavminin, Medyen halkının, Firavun ile
adamlarının akıbetleri gibi çok acı, çok korkunç bir akıbettir.
İşte o, ahiret azabının olacağı kıyamet günü,
Öyle bir gün ki, bütün insanlar onda toplanacak, haşr olacak. Ve o toplanış
günü, öyle bir gün ki, muhakkak görülecek. Yani olmamak ihtimali yoktur,
mutlaka olacak ve herkes toplanıp onu gözüyle görecek, müşahede edecektir.
Yahud o günde her şeye şehadet edilerek, çok şahit bulunacak. Çünkü bütün
canlılar, bütün varlıklar, yerde ve göklerde bulunanlar orada şahit olacak.
Bütün diller, eller ve ayaklar kendi yaptıklarına şahitlik edecektir. Bu ikinci
mânâya göre "meşhud" meşhudun fihin muhaffefidir ki, birçok müfessir,
bunu tercih etmişlerdir.
104- Ve biz onu ancak sayılı ve belli bir
süreye kadar tehir ediyoruz. Yani sonsuza dek tahir edip geciktirmiyoruz. Ancak
sayısı belli olan bir süreye kadar erteleyip geciktiriyoruz. Dünyanın ömrü
sonsuz ve sınırsız olarak devam edip gitmeyecektir. O, haddi zatında sayılı,
sınırlı az bir süreden ibarettir. Bir gün olup son bulacak ve o vakit ahiret
gelip çatacaktır. Onun için o kıyamet günü az bir süre sonra mutlaka görülecek,
yani meşhud olacaktır, sonsuza kadar gecikmeyecektir.
105- O gün gelir ki, kimse söz söyleyemez.
Ancak O'nun izni olursa, (yani Allah'ın izniyle) konuşacaklar müstesnadır.
"Rahman'ın izin verdiklerinden başka hiç kimse konuşmayacak." (Nebe',
78/38). Bununla beraber bu izin de herkese ve her yere ait bir izin değildir.
"Bu gün, konuşamayacakları ve özür dilemek üzere kendilerine izin de
verilmeyeceği bir gündür." (Mürselat, 77/35, 36) buyurulduğu üzere, bu
günün öyle yerleri de vardır ki, bütün insanların nutku tutulur, bir özür
dilemek için izin verilmez. İşte o gün kimi bedbaht, kimi mutludur. Bir kısmı
şakî, bir kısmı saiddir. Hiç konuşturulmayanlar bedbaht, sefil ve
perişandırlar; konuşmasına izin verilenler de mutlu ve bahtiyardırlar.
106- O şakî olanlara gelince, işte onlar
ateştedirler. Orada onlara düşen şey zefir ve şahiktir. Tıp dilinde
"zefir" nefes almak, "şehik" de nefes vermektir. Fakat asıl
lügatta zefir, soluğu uzun uzadıya içeri çektikten sonra dışarı vermektir.
Dertli ve sıkıntılı olanın halidir ki, iç çekmek, göğüs geçirmek deyimleri ile
ifade edilen haldir. Şehik de ağlarken hıçkırmaktır ki, bu da fazla acıdan
kaynaklanır. Ve çocukların ağlaması hıçkıra hıçkıra olur. Bundan başka bir de
eşeğin anırmasının evveline zefir, sonuna şehik denilir ki, biri içeri doğru
çekilerek, diğeri dışarı doğru verilerek ses çıkarmaktır. Hasılı lügat
açısından zefir ve şehik normal nefes alıp verme değildir, ıstıraplı, acılı bir
nefes alıp vermedir. Ayrıca zefir ve şehikteki tenvinler tenkir ve tehvil
içindir ki, o zaman mânâ şu demek olur: Bambaşka ve feci bir soluk alıp
vermeleri, solurken göğüs geçirip hıçkırmaları vardır. Görülmemiş şekilde nefes
alıp vereceklerdir. Hasen'den nakledilen bir mânâya göre, zefir cehennem
alevinin yükselmesidir. Cehennem alevleri kabarıp yükselecek ve içindekiler,
fırlatılıp atılacak gibi tam cehennemin en yüksek tabakasına varıp çıkmak
ümidine düştükleri vakit, melekler öyle bir çarpacaklar ki, derhal gerisin geri
en derinlere ve diplere doğru yutuluverilecekler ve bu mânâ "Ondan her
çıkmak istedikleri zaman geriye döndürülürler" (Secde, 32/20) âyetinde
bildirilen bir husustur. Şu halde cehennem alevlerinin köpürüp kabarması zefir,
geriye bükülüp dibe doğru kıvrılması şehikdir.
107-Ateş içinde işte böyle bir yukarı, bir
aşağı inip çıkacaklar, hepsi orada muhalled olarak kalacaklar. gökler ve yer
daim olup durdukça, onlar da orda duracaklar. Bu ifadede bir vakit tayini yok
mudur, şu halde bu söz diğer âyetlerdeki ebedî kaydına aykırı değil midir?
gibisinden bazı münakaşalar vardır. Ancak bu "gökler ve yer durdukça"
deyiminin Arapçada "yıldız ışıdıkça", "gece gündüz karşılıklı
sürüp gittikçe", "denizde su oldukça" ve bizim dilimizde
"dünya durdukça" gibi deyimler ebediyetten kinaye olarak kullanılır,
şeklinde cevaplar da verilmiştir. Lâkin bu suretle ebediyyet anlamına olduğu,
ve dil geleneğinde bunun ebediyyet demek olduğu yolundaki cevaplar, ifadenin
lügat anlamına da alınabileceği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmadığı için,
bunun bu yoldaki münakaşayı sona erdireceği hayli su götürür bir meseledir.
Halbuki bu âyetlerde söz konusu "ecel-i ma'dud" un, yani belli sonun
gelmesinden sonra gelecek olan kıyamet gününden ve bunu takip edecek olan
ahiret hallerinden sözedilmektedir. Bundan dolayı buradaki gökler ve yerden
murad bu dünya ve bu gökler değil. "O gün yeryüzü, başka yeryüzüne çevrilir,
gökler de başkalaşır" (İbrahim, 14/48) âyetiyle haber verilen yer ve
göklerdir. Ahiret hayatının da kendine göre gökleri ve yeri olacağı açıkça
bellidir. Onun ise bu dünyadaki gibi sayılı bir eceli olmayıp, devamı da ahiret
hayatının devamı gibi sonsuz olduğundan, binaenaleyh bu kaydın örfi ve mecazi
anlamda bir ebediyyet değil, gerçek anlamda bir ebediyyet ifade ettiğinde şüphe
yoktur. Nitekim bundan sonraki âyette kesintisiz ihsan olarak "Öyle bir
ihsan ki kesilmesiz" buyurulduğuna göre, bu sürekliliğin kesintisiz
olacağı da açıkça ortaya konulmuştur. Bir de Abdullah b. Abbas hazretlerinden
nakledilmiştir ki, "Gökler ve yer ahirette kaynakları olan nura
dönüşeceklerdir". Binaenaleyh arşın nurunda ebedî olacaklar demektir.
Fakat bu sonsuza dek sürecek olan devam ve
huludun, Allah'ın zatına mahsus olan ebediliğe benzer bir ebediyyet şeklinde
düşünülmemesi ve öyle vehmedilmemesi için buyuruluyor ki:
Ancak Rabbin dilediği vakit müstesnadır. Yahut
Rabbinin dilediğinden başka. Şayet dilerse devam etmeyenler, muhalled
olmayanlar, ateşte kalmayanlar veya daha başka şekilde azaplara çarptırılacak
olanlar bulunabilir. Muhakkak ki, Rabb'in dilediğini yapandır. Ne dilerse onu
yapar. O dilerse huludun devamını engeller veya zefir ve şehiki keser, dilerse
cehennemin aynı tabakasında tutmaz da başka başka tabakalarına veya ateşten
alıp zemherire nakleder ve daha başka yollarla azap eder veya dilediğini
cehennemden çıkarır cennete koyar, bedbahtlıktan kurtarıp mutluluğa erdirir.
Diler mi, dilemez mi? İşin o tarafı başka. Onu yalnızca kendisi bilir, ancak
dilediği takdirde O'na engel olabilecek bir güç yoktur. Ancak genellikle
bildiriyor ki, ahiret âleminin ebedî olarak devamını ve o devam süresince de
azgınların ateşte ebedî kalmalarını dilemiştir. Ve bu arada bazıları hakkında
istisnai olarak birtakım meşiyyetleri ve özel muameleleri de olabilecektir ki,
bu da kiminin lehine, kiminin aleyhine olabilir. Yine bir hadisi şerifte varid
olduğuna göre, cehennemin günahkar müminlere mahsus olan bir tabakası bir zaman
gelip boşalacaktır.
108- Mesud olanlara gelince işte onlar da
cennettedirler. Öyle ki, gökler ve yer daim oldukça, (yani, yerinde durdukça,
yani sonsuza kadar,) hepsi orada muhalled olarak kalacaklar. Ancak Rabb'inin
dilediği başka. Yani cennetin devamı ve ebediliği, Allah'ın vücub-i zatisi gibi
kendinden değildir, Allah'ın dilemesine bağlıdır. Allah dilerse böyle
olmayabilir. Nitekim cehenneme giren herkes orada ebedî kalmayacaktır, günahkar
müminler bir müddet cehennemde kaldıktan sonra cennete girecekler ve saadete
erecekler. Veya Allah katında burada sözü edilen cennet saadetinden daha büyük
saadetler de olabilecektir. Nitekim bir kısım bahtiyarlar cennetten daha ileri
mertebelere yükselecek, "Allah'dan gelen Rıdvan en büyüktür." (Tevbe,
9/72) ve "Ve nice yüzler de o gün ışıl ışıl ışıldar ve Rabbine
bakakalır." (Kıyamet, 75/ 22,23) âyetlerinin sırrına mazhar olacaklardır.
Fakat bu gibi istisnalarla cennetin genel gidişinde bir son veya bir kesinti
olacakmış vehmine düşülmesin. "Öyle bir ata ve ihsan olacak ki,
kesilmesiz." Dünyadaki gibi belli bir süre ile sınırlı ve sonlu değil,
kesintisiz sürüp giden bir ata ve ihsan, sonsuz bir Allah vergisidir.
Bu kayıt, ya cümlesinden hâl veya cümlesinden
temyizdir. Cennetin hâli olduğu takdirde, cennet nimetlerinin kesintisiz
olduğunu açıkça belli eder: Nitekim "Yiyecekleri de, gölgesi de
süreklidir." (Ra'd, 13/35) âyeti de bunu destekler. Temyiz olduğu takdirde
cennetin üstünde ve müstesna bir surette ilâhî meşiyetle ilgili olan rıdvan
nimetinin kesintisiz olduğunu açıklar, aynı zamanda cennetin sonsuz olduğuna da
işaret eder. Zira bundan anlaşılır ki, ahiret hayatında böyle sürekli ve
kesintisiz bir ihsan vardır. O halde buna karşılık bazı kesintili kişiler olsa
bile, kesintisiz bir ihsanın gerçekleşebilmesi için dahi, ahiretin sonsuz ve
ebedî olması gerekir. Bu ise cenneti kaplayan ahiret göklerinin ve yerinin
sonsuza dek devamlı olmasını gerektirir. Şu halde "kesintisiz ihsan"
işaretiyle "gökler ve yer durdukça" ifadesindeki ebediliği de tefsir
etmiş, açıklamış olur. O halde âyetteki ""gökler ve yer
durdukça" kaydının da sonsuza dek demek olduğu kendiliğinden anlaşılır ki,
genellikle âyetlerde "ebeden" kayıtları da bunda açıktır. Şu halde
"kesintisizlik" kaydının cehennemle ilgili âyette değil de cennetle
ilgili olan ikinci âyette vurgulanmasından dolayı, bazı kimselerin "cennet
sevabı ebedidir, fakat cehennem azabı genellikle bir yerden sonra bitecektir,
kesilecektir" şeklinde zannetmeleri doğru değildir.
Velhasıl yukarıdan beri anlatılagelen kıssalar
iyice düşünülünce anlaşılır ki, sûrenin baş tarafında geçtiği üzere, "Bu
dünya hayatını ve nimetlerini isteyenler." (11/15) sayılı ve belli bir
eceli bulunan bu dünya hayatında nasipleri ne ise onu tamamiyle alırlar. Sonra
da "Ahirette kendilerine ateşten başka birşey kalmaz" (Hud, 11/16).
Böyle ebedî bedbahtlardan olurlar. Bunlara karşılık "İman edip salih
ameller işleyenler ve Rablerine karşı terbiyeli" kimselerden olanlar da
"Cennet ehlidirler, orada ebedî kalırlar." (Hud, 11/23). Böylece
ebedî mutluluğa ererler. İşte iki grup arasındaki fark bu kadar büyüktür. Bir
de şakî olan bedbahtlar grubunun Firavunları ve elebaşıları gibi, said olan
bahtiyarlar grubunun da peygamberleri, sıddıkları ve önde gelenleri vardır. Her
iki grubun ileri gelenleri vardır ki, bunların azap ve sevapları da belli
ölçüde öbürlerinden farklıdır. Azgınların elebaşılarına cehennem ehli içinde
ötekilerden farklı olarak Allah Teâlâ'nın dilediği öyle müthiş bir azap vardır
ki, bunun ne kadar korkunç olduğu hayal dahi edilemez. Şu halde bunlar sıradan
bedbahtlardan daha bedbaht bir durumdadırlar. Mesutların önde gelenlerine de
Allah Teâlâ'nın, cennet ehli içinde özel olarak hazırlamış olduğu öyle
saadetler vardır ki, "Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği,
beşer cinsinden hiçbir kalbin hissetmediği." nimetlerdir ki, bunları tarif
etmek için cennet tabiri bile az gelir. Bu artık bütün nimetlerin ve istihkak
edilmiş bütün mükafatların üstünde sırf Allah'ın fazlı ve keremi ile olan
rabbani ihsanlar, kesintisiz ihsanlardır. Şu halde buna nail olacak olanlar da
bahtiyarlar bahtiyarıdırlar.
109-Şimdi geçmişteki o kıssalar, gelecekteki
bu akıbetler sana bildirilmekle ey Muhammed! Artık şunların, şu yukarıdan beri
anlatılan müşriklerin tanrı diye taptıkları şeylerden hiçbir şüphen olmasın,
hepsi boştur. Bundan önce ataları nasıl tapıyor idiyseler bunlar da başka
değil, aynen öyle tapıyorlar. Yani boşu boşuna tapmaya devam ediyorlar.
Yukarıda beyan olunduğu üzere "Allah'ı bırakıp da taptıkları o şeyler
kendilerine zerre kadar fayda sağlamadı." (Hud, 11/101) âyetinde
bildirildiği şekilde, bunların ataları putlara tapmakla nasıl zarardan başka
birşey görmedilerse, bunlar da tıpkı öyle olacaktır. Ve elbette biz, bunların
nasiplerini eksiksiz olarak kendilerine ödeyeceğiz. Yani ecelleri gelinceye
kadar dünya hayatındaki kısmetlerini kesmeyeceğiz, sonra da ahirette hak
ettikleri cezalarını da vereceğiz.
Meâl-i Şerifi
110. Andolsun ki, Musa'ya kitabı verdik, yine
de onda ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir karar olmasa
idi, elbette haklarında hüküm verilmiş bitmişti. Muhakkak ki onlar, bundan
kuşkulu bir şüphe içindedirler.
111. Gerçekten de onların her biri öyle
kimselerdir ki, yaptıklarının karşılığını Rabbin kendilerine hakkiyle
ödeyecektir. Çünkü O, onların yaptıkları her şeyden haberdardır.
112. İşte bundan dolayı emrolunduğun gibi
doğru ol! Beraberindeki tevbe edenler de (doğru olsunlar). Aşırı gitmeyin!
Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır.
113. Ve zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin
ki, size de ateş dokunmasın. Allah'dan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra
yardım da göremezsiniz.
114. Gündüzün her iki tarafında ve gecenin
saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik
kötülükleri giderir. Bu ise, düşünebilenlere bir öğüttür.
115. Ve sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin
mükafatını yitirmez.
110- Andolsun ki, Musa'ya da kitap verdik de
çok geçmeden üzerinde ihtilaf edildi. Yani merak etme ya Muhammed! Yalnızca
sana ve sana verilen kitaba karşı anlaşmazlık çıkarılmıyor. Yukarıda da
bildirildiği üzere Firavun'a galebe çalan, üstünlük sağlayan Musa'ya da kitap
verildiği zaman ümmeti olan İsrailoğulları tarafından ihtilaf çıkarıldı. Oysa
Musa'ya kitabın verilmesi, Tevrat'ın inzal olunması, onun, Firavun ile
adamlarına üstün gelmesinden, hatta onların suda boğulmasından ve
İsrailoğulları'nın kurtarılmasından sonra olmuştu. Böylece İsrailoğulları
Tevrat gelmeden önce bütün bunları gözleriyle görmüş ve Musa'nın
peygamberliğini kabul etmişlerdir. Böyle olmasına rağmen Tevrat nazil olunca
hepsi birden hemen iman etmediler de onun Allah'dan olup olmadığında ihtilaf
ettiler. Bir kısmı iman etti, bir kısmı da iman etmedi, direndi. (Bakara,
2/40-150 ve A'raf, 7/100-188 arasındaki âyetlere bkz.). Sana gelince ya
Muhammed, önce kitap nazil oluyor, şu halde sana gönderdiğimiz kitap hakkında
kavminden bazılarının "ona bir hazine indirilse ya" veya "onunla
beraber bir melek dolaşsa" veyahut "onu sen uyduruyorsun"
diyerek inkâr edenlere, Allah kelâmı olduğunu inkâr ederek ihtilaf
çıkarmalarına önem verme! Eğer Rabbinden bir kelime sebketmiş olmasa idi, yani
hikmet gereği olarak bir ecel takdir edilmemiş olsa idi, derhal haklarında
hüküm icra edilirdi. Yani, kavminden ihtilaf çıkaranların hepsi için hemen
şimdi aleyhlerinde hüküm verilir ve icra edilirdi, hiç beklemeden işleri
bitirilirdi. Ve şüphe yok ki, onlar bundan dolayı kuşku dolu bir şüphe
içindedirler. Yani bu sûrenin baş tarafında geçtiği üzere, "Kur'ân'ı
Muhammed'in kendisi uydurdu" diye inkâr eden iftiracılar, yaptıkları bu
iftiraya kendileri bile inanmıyorlar. Kur'ân'dan dolayı onlar öylesine derin
bir şüphe içindedirler ki, bu şüpheleri kendi içlerini yiyip bitirmekte,
yüreklerini kemirmektedir.
111- Ve hiç şüphe yok ki, onlardan her biri o
takımdandır ki, Rabbin amellerinin karşılığını kendilerine kesinkes
ödeyecektir. İşlerini bitirecek, yaptıklarını kafalarına çalacaktır. Yani
bunların hepsi, sûrenin baş tarafında bildirildiği üzere "Her kim dünya
hayatını ve ziynetini dilerse, biz onlara burada amellerinin karşılığını
tamamen öderiz. Bu hususta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar." (11/15),
"Fakat onlar öyle kimselerdir ki, ahirette onlara ateşten başka birşey
yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları
batıldır" (11/16) âyetleri ile durumları ve akıbetleri açıkça ortaya
konulan ve yalnızca dünya hayatı ve lüksü peşinde koşan körler kısmındandırlar.
Gerçekler hakkındaki şek ve şüpheleri hep dünya çıkarları yüzündendir. İşte bu
şüphe ve tereddüt içinde sürüp gidecek, dünya hayatlarında ne yapacaklarsa
yapacaklar, dünyadan ne zevk alacaklarsa alacaklar ve sonra bütün yaptıklarının
cezasını çekecekler. Çünkü muhakkak ki O, (yani Rabbin) her ne yapıyorlarsa
hepsinden haberdardır. Yaptıklarının hiç birini karşılıksız bırakmaz.
112-İşte bundan dolayı sen emrolunduğun gibi
dosdoğru ol! Hakkiyle doğru ve dürüst ol! Bu emrin "fa" harfiyle
öncesine bağlanması şu anlamı ifade eder: Sen her hususta doğruluk ile
emrolunmuş bulunuyorsun. Ve senin, her işte Kur'ân'da emrolunduğun gibi, sıratı
müstakim üzere tam bir doğrulukla hareket etmen ve her hususta aldığın vahye
uyman, Kur'ân ahlâkı ve ahkamı uyarınca hareket edip bilfiil canlı bir doğruluk
örneği olman gerekmektedir ki, hakkında hiçbir şüpheye ve tereddüde yer
kalmayacaktır. Doğruluğun ve dürüstlüğün senin peygamberliğine ve başarılı
olmana en büyük delil ve belge olacaktır. Bundan dolayı sen sana karşı
çıkanların laflarına bakma, onları Allah'a havale et de gerek müminlerle
müşterek olan inanç ve amele ilişkin genel görevlerinde, gerek özellikle
peygamberlik görevleriyle ilgili olarak yalnızca sana ait olan özel
görevlerinde tam emrolunduğun gibi, hakkiyle doğru ol, doğruluktan ayrılma! Şu
halde sûrenin baş tarafında "Belki sen, sana yapılan ithamlardan dolayı,
sana vahyolunanların bazısını terkedecek olursun ve bundan da üzüntü
duyarsın" (11/12) geçtiği üzere vahyolunan emrin yerine getirilmesi ne
kadar ağır olursa olsun; ne o emrin tebliğinde, ne de icra ve uygulamasında
hiçbir engelden yılmayarak emrolunduğun gibi dosdoğru olmaya devam et.
Abdullah b. Abbas demiştir ki. Bütün Kur'ân
içinde Resulullah'a bu âyetten daha ağır ve daha çetin bir âyet nazil
olmamıştır: Ve bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Hud Sûresi
ve benzerleri beni ihtiyarlattı" ve bazı rivayette "Beni Hud Sûresi
ihtiyarlattı." buyurmuştur.
Demek ki, Hakk'a vasıl olmak için istikametten
başka yol olmadığı gibi, her hususta istikamet kadar yüksek bir makam ve onun
kadar zor hiçbir emir yoktur. Herhangi iş olursa olsun, herhangi hedef olursa
olsun ona ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla beraber her şeyden
önce, bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin ve tespit etmek çok
zordur; ayrıca onunla ilgili çeşitli noktalardan ilişkisini kesip, sarsılmadan
dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha zordur. Ve yine istenilen
hedefe ulaştıktan sonra aynı şekilde o doğruluk üzere, hiç eğilmeden devam ve
sebat edebilmek büsbütün zordur. Bununla beraber şu kadarını hatırlatmalıyız
ki, bu âyette Resulullah'a "beni ihtiyarlattı" dedirtecek kadar zor
gelen nokta, istikamet emrinin asıl kendisiyle ilgili olan kısmından ziyade,
ümmetiyle ilgili olan kısmı olsa gerektir. Zira buyuruluyor ki: Seninle beraber
tevbe edenler de. Yani şirkten tevbe edip de imanda seninle beraber bulunan,
müslüman olan herkes de tıpkı senin gibi dosdoğru olsun. Ve azmayın, yani
Allah'ın tayin ettiği sınırı aşıp da onun dışına çıkmayın, doğruluktan ayrılıp
da ifrat veya tefrite sapmayın, aşırı gitmeyin ey müslümanlar Çünkü muhakkak ki
O, (yani Rabb'in) bütün yapacağınızı görür. Gözünden hiçbir şey kaçmaz. Görür
ve ona göre karşılığını verir; ceza veya mükafat, karşılıksız bırakmaz.
113- Ve zulüm yapmış olanlara rükun etmeyin,
yani, zulüm ve haksızlık yapanlara herhangi bir şekilde destek vermek, yakınlık
gösterip yaltaklanmak şöyle dursun, meyil bile etmeyin, yüz vermeyin, ilgi
göstermeyin ki sonra size ateş dokunur. Ve sizin Allah'dan başka dostlarınız
yoktur, sonra mansur da olmazsınız, Allah'ın yardımına nail olamazsınız. Size
dokunacak olan ateşten kendinizi kurtaramaz, kurtarıcı da bulamazsınız.
114- Ve namazı kıl, ve kıldır, gündüzün her
iki tarafında ve gecenin zülfelerinde yani gündüzün başlıca değişme saatlerinin
ikisinde ve gecenin zülfeleri, saçakları demek olan eteklerinde, gündüze yakın
olan saatlerinde.
Zülef: Zülfe'nin çoğuludur ve Arapça'da çoğul
en az üç sayıdan oluştuğu için bu âyetteki ifadeden anlaşılan sonuç, ikisi
gündüzün taraflarında, üçü de gecenin eteklerinde olmak üzere tam beş vakit
namaz emredilmiş olduğu açıkça bellidir. Gündüz namazlarının kırâetinde cehir
(sesli okuma) meselesinde sabah namazı gece namazlarından sayıldığı için
"tarafeyi'n-nehar" dan murad öğle ve ikindi vakitleri, "zülefen
mine'l-leyl"den maksat da akşam, yatsı ve sabah namazları olmak lazımgelir
ki, İsra Sûresi'nde de "Güneşin öğle vakti zevalinden, gecenin karanlığına
kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı gerçekten de
şahitlidir." (İsra, 17/78) diye buyurulmuştur. Böylece öğle ile ikindiye
tarafeyi'n-nehar denilmesinin sebebi şudur: Sabah gündüzün kökü, güneşin
doğuşundan öğleye kadar geçen vakit ise gövdesidir. Zevalden sonra öğle ile
ikindi de, ta batıncaya kadar olan kısım da taraflarıdır. Şer'an de gündüz
vaktinin sabah, öğle ve ikindi olmak üzere başlıca, üç bölümü, üç tarafı
vardır. Nitekim bir başka âyette "Gündüzün tarafları" (Tâhâ, 20/130) diye
gündüzün üç tarafından söz edilmiştir. Sabah namazı güneş doğmadan önce olduğu
için, sabah ve akşam namazları "zülefen mine'l-leyl" in kapsamı
içinde kalmış olurlar. Böylece gündüz namazına iki taraf kalmış olur. Bununla
beraber mutlak anlamda "gündüzün iki tarafı" tabiri gündüzün iki ucu
veya ortasının iki yanı mânâsına geldiğinden, şer'î anlamda gündüz de fecir
vaktinden geçerli olduğundan birçok âlim, bunun "Güneş doğmadan önce ve
batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et." (Tâhâ, 20/130) âyetini örnek
alarak sabah namazı ile ikindi namazı olması gerektiğini öne sürmüşlerdir.
Fakat bu şekilde tefsir edildiği takdirde, başka âyetlerde sarahatle yer almış
olan öğle vakti burada hiç zikredilmemiş olur. Keşşaf sahibi gibi, birçokları
da iki taraftan maksadın bir tarafın öğleden önce, bir tarafın da öğleden sonra
demek olduğunu ifade etmişler, yani "gudüvv ve aşiyy" şeklinde
anlamışlardır. Böyle alındığı takdirde birinci tarafta sabah namazı, ikinci
tarafta da öğle ve ikindi namazları yer almış olur ki, böylece gündüz namazı
olarak üç vakit namaz bulunmuş olur. Bu şekilde "tara-feyi'n-nehar"
ifadesi ile diğer âyetteki aynı anlama gelmiş olur. Ve sabah namazı onun biri
olur, diğer ikisi de öğle ve ikindi namazları olmuş olur. Gündüzün iki tarafında
üç namaz yer almış olursa "zülefen mine'l-leyl" sözü de çoğul
olduğudan ve en az üç namazı ifade etmesi gerektiğinden, o takdirde farz
namazların sayısı beş değil, altı vakit olmuş olur, ki, bu altı vaktin biri
bizzat peygamber efendimiz hakkında "Ve gece namazından olmak üzere
teheccüd namazını da kıl, sırf sana mahsus nafileten bir namaz olarak."
(İsrâ, 17/79) uyarınca fazla olarak teheccüd, ümmet hakkında da vitir altıncı
namaz olmuş olur. Nitekim "Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında
da tesbih et." (Tâhâ, 20/130) ifadeleri de en az altı sayıyı içerir. Şu
kadar var ki, beş, bütün vecihlerce kesin, altıncısı ihtimal olarak vitir
itikadi farz değil, ameli farzdır, başka bir deyişle vaciptir. Gerçekten de
mutlak anlamda gündüzün iki tarafı denildiği zaman sabah ve ikindi, hatta sabah
ve akşam dahi açıklık kazanırsa da burada bu iki tarafın karşılığı olan
"zülefen mine'l-leyl" den olmadığı da belli olmak karinesiyle
"tarafeyi'n-nehar" ifadesinden gündüzün iki ucu veya ortasının iki
yanı demek olmayıp örfte başlıca üç kısım sayılan etrafı nehardan ikisi demek
olması bizce bütün açılardan tercih edilmesi gereken bir tefsirdir. Gündüzün
taraflarından iki taraf: Öğle ile ikindi ve geceden üç zülfe: Akşam, yatsı ve
sabah olmak üzere hepsi tam beş vakit namazdır ki, ikamet aynı zamanda namaz
kıldırmak anlamına da geldiğinden bunlar cemaatle kılınan namazlardır, ikamet
sünnet, cemaat vaciptir.
Hasılı işte bu beş vakit namazı ikame et. Zira
şurası kesindir ki, iyilikler kötülükleri giderir. Yani her namaz bir hasenedir,
beş vakit ise hasenattır. Hasenata devam edildikçe seyyiat, yani kötülükler
silinir gider, işte bu muhakkaktır. Binaenaleyh beş vakit namaza devam
edildikçe arada beşeriyet icabı işlenen bazı seyyiat da silinir gider. Beş
vakit namaz, arada meydana gelebilecek küçük günahlara keffaret olur. Nitekim
bir hadisi şerifte de varid olmuştur ki "Namazdan namaza kadar ikisi
arasındakilere keffarettir, büyük günahlardan uzak durulduğu sürece".
Ayrıca "Muhakkak ki, namaz, çirkin ve kötü şeylerden uzak tutar."
(Ankebut, 29/45) buyurulduğundan, namaza devam edildikçe, genellikle namaz
kılanda kötülüklere ve günahlara karşı nefret duygusu gelişir. Böylece namaz
insanları büyük günanlardan da uzaklaştırmaya, şayet alıştığı şeyler varsa onda
pişmanlık uyandırıp tevbeye de sebep olur.
O, (yani) namaz, yahut "doğru ol!"
emrinden buraya kadar anlatılanlarla ilgili bu bölüm, düşünmeyi bilenlere bir
hatırlatmadır. Yani aklıbaşında olan ve düşünebilen herkese bir öğüttür, bir
vaaz ve nasihattır. Bu âyetlerde geçen emirler ve nehiyler bakınız ne kadar
dikkat çekicidir: Emirler ve diye dış görünüşte müfred olarak yalnızca Hz.
Peygamber'e hitap edilmiştir, oysa mânâ itibariyle umuma, yani bütün ümmete
aittir. Nehiylerde ise "azmayın" ve "zulmedenlere arka vermeyin."
diye yalnızca ümmete yöneltilmiştir. Ne ince, ne zarif bir ifade tarzıdır ki,
hayır olan fiillerde Hz. Peygamber muhatap tutulmuş da ümmete ondan sirayet
ettirilmiştir. Sakınca teşkil eden işlerden, yasaklanmış fiillerden nehye
gelince de Hz. Peygamber'e hitaptan çekinilip ümmete geçilmiş ve bunun
Peygambere ancak ümmeti dolayısıyla zımmen bir ilişkisi bulunduğu
anlatılmıştır. Ve Hz. Peygamber'in şahsı bu gibi işlerden uzak tutulmuştur.
Çünkü usul ilminde beyan olunduğu üzere, bir fiilden nehiy, o fiilin muhataptan
sadır olması düşünülür ve tasavvur edilir olmasına bağlıdır. Vukuu ihtimali
olmayan fiil nehyedilmez. Bundan dolayı nehiylerinin Peygamber'e yöneltilmeyip
de ümmete yöneltilmesi ve ümmetin muhatap kabul edilmesi, bu gibi işlerin Hz.
Peygamber hakkında asla düşünülemiyeceği ve ihtimal dahilinde bile olmadığı
gerçeğini ortaya koyar. Şu halde Hz. Peygamber'e verilen doğruluk emrinin
doğrulukta devam ve sebat etmesini temin demek olduğunu ve fakat buna rağmen
ümmette doğruluktan ayrılmanın ve zalimlere meyil etmenin yine de mümkün ve
muhtemel bulunduğunu ihtar vardır. Ve işte Hz. Peygamber'e "Hud Sûresi
beni kocalttı" dedirten de âyetin bu ince belagati ile ümmetin doğruluktan
sapma tehlikesinin bulunmasıdır. "Düşünmeyi bilenlere bir hatırlatmadır."
O halde bunlara iyi dikkat et.
115- Ve sabreyle, bu emirlerin icra ve ifası
sırasında karşı karşıya kalacağın acılara katlan ve zalimlere karşı nusreti ve
başarıyı hiç acele etmeden bekle. Çünkü muhakkak ki, Allah iyilik edenlerin
ecrini zayi etmez. İyilik yapanların emeğini boşa çıkarmaz, bu muhakkak.
Görülüyor ki buradaki sabır emri ile Yunus Sûresi'nin sonundaki "Sen sana
vayolunan şeye uy ve sabret." (Yunus 10/109) emrine bir defa daha vurgu
yapılarak, burası o icmalin bir tafsili ve bir tavzihi (bir ayrıntısı ve açıklaması)
olduğu anlatılmıştır. Bunun üzerine geçmiş ümmetlerin ardarda azaba
uğratılmalarının sebepleri özetle bir kere daha hatırlatılıyor. Böylece
Muhammed ümmetini aydınlatmak ve Resululah'ı teselli etmek siyakında
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
116. Sizden önceki devirlerden bakıyye
sahipleri (kitap ehli) yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı ne
iyi olurdu. Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O
zulmedenler ise şımartıldıkları refahın peşine düştüler ve hepsi de suçlu
oldular.
117. Senin Rabbin, halkları iyi ve ıslahatçı
iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.
118. Eğer Rabbin dileseydi elbette bütün
insanları tek bir ümmet yapardı. Halbuki yine de ihtilaf edip duracaklardı.
119. Ancak Rabbinin rahmetle yarlığadığı
kimseler başka. Onun içindir ki, onları yarattı. Ve Rabbinin "Andolsun ki
cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım" sözü böylece
tamam oldu.
116- Şimdi sizden önceki çağlardan yeryüzünde
fesattan engelleyen bazı bakiyye sahipleri bulunsaydı (yani, Musevi ve İsevi
gibi eski dinlere mensup olanlardan bakiyyeye hizmet eden, dindar, hayra yarar,
faziletli gruplar bulunsaydı) da yeryüzünde bozgunculuğa engel olsalard Ancak
içlerinden kurtuluşa erdirdiğimiz pek az kimselerden başkası yoktur. İçlerinden
o zulüm yapanlar ise, (yani, azınlıkta olan o kurtulmuşları dinlemeyip bilfiil
fesat yaparak veya kötülükten vazgeçirme görevini terkederek, kendilerine
zulmetmiş, kendi helaklerine sebep olmuş olanlar ise) refahla zevk arkasına
düştüler. hep mücrim oldular. İşte daha önceki çağlarda helak olan kavimlerin
helaklerine sebep olan şey başlıca bu ikisidir: Birincisi içlerinde fesattan
engelleyecek faziletli bir cemaatın bulunmayışı, bulunsa bile yetersiz kalışıdır.
Birisi de refaha ermiş olanların zevk ve safa düşkünlüğü ve bu suretle halkın
baştan çıkmasına sebep olmaları.
117- Yoksa ahalisi muslihler, (yani salih ve
ıslahtan yana kişiler) olan bir memleketi durup dururken, Rabbinin haksız
olarak helak etmesi olur şey değil. Hak etmeden helak olmaz. Yani, bir
memleketin gerek idare eden ve gerek edilen ahalisi, zulme ve bozgunculuğa
meydan vermeyen salih ve ıslahatçı kimseler iken, Allah herhangi bir zulüm ile
o memleketi helak etmez. Böyle bir ihtimal yoktur. Allah'ın kendisi zalim
olmaktan münezzeh olduğu gibi, ahali iyiliği ve ıslahatı sürdürdüğü müddetçe
zaten zulmetme niyetinde olanlar da zulüm ve haksızlık için meydan bulamaz.
Bunun için salih olmak kâfi gelmez, ayrıca muslih olmak da gerekir. Allah,
memleketleri, ancak halkları ıslahkar "ahalisi ıslahat yapan
kimseler" oldukları sürece helak etmez. Hakkın ihlak edişi, ancak memleket
ahalisinin ıslahattaki eksiklikleri, zulüm ile fesadın meydan almasına
sebebiyyet vermeleri yüzündendir. Nitekim "İçimizde salihler varken yine
de helak olur muyuz?" diye Resulullah'a sorulduğunda, o da "Evet,
eğer hubüs, (yani pislik) çoğalırsa" diye cevap vermiştir. (Maide,
Sûresi'nde "Ey iman edenler, size düşen kendinizi düzeltmektir. siz doğru
yolda olduğunuz sürece yolunu şaşırmışlar size zarar veremezler." (5/105),
Enfal Sûresi'nde "Öyle bir fitneden korkun ki, içinizden yalnızca zulüm
yapanlara dokunmakla kalmaz...(8/25) âyetlerine bkz.) Hud Sûresi'ndeki bu
âyetin bir benzeri de En'âm Sûresi'nde geçmişti, fakat orada "Bunun sebebi,
Rabbinin, bir memleket halkını gaflette oldukları bir halde, haksız yere helak
etmeyişidir." (6/131) buyurulmaktadır. Bunun bir benzeri de ilerde Kasas
Sûresi'nde gelecektir ki, orada da "Rabbin memleketlerin ana merkezine,
kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe onları helak etmiş
değildir. Biz o memleketleri, halkı zalim olmadıkça helak edecek
değildik." (Kasas, 28/59). Bu son âyet gafletin mânâsını açıkladığı gibi,
ıslahatın karşıtının da zulüm ve haksızlık yapılması demek olduğunu ortaya
koyar.
118- Bununla beraber Rabbin dileseydi, elbette
insanların hepsini bir tek ümmet yapardı. "İnsanlar bir tek ümmetten başka
bir şey değillerdi" (Yunus, 10/19) âyeti gereğince zaten balangıçta hepsi
bir tek ümmet ve bir tek aile idi. Âdem ailesi idi. Sonra dileseydi hepsini
hakka hidayet ederdi, İslâm üzerinde birlik ve beraberlik halinde tutardı,
ihtilafa, anlaşmazlığa, bölünüp parçalanmaya izin vermezdi. Sonuna kadar bir
tek millet, tevhid inancı üzere giden bir tek cemaat yapardı. Halbuki öyle
yapmamış da sürekli olarak anlaşmazlıklar çıkarıp duruyorlar. Demek ki, Allah
Teâlâ, hepsinin bir ümmet olmasını dilememiş. Hepsine tevhid inancını ve
doğruluğu emretmekle beraber, ihtilaflara imkân bırakmış da çeşitli zevkler,
çeşitli tutkular ve farklı isteklerle Hakk'a karşı çıkıp duruyorlar.
119- Ancak Rabbi'nin merhamet ettikleri,
rahmetine mazhar kıldıkları müstesnadır. Ki bunlar, ihtilafa düşmezler, Hakk'a
karşı gelmezler. Tevhidden ve istikametten ayrılmazlar, birlik ve beraberlik
içinde bir ümmet olurlar. Ve zaten onları bunun için halketti, yani tevhidden
ayrılmasınlar, anlaşmazlıklara düşmesinler ve bir tek ümmet olsunlar diye
yarattı. İşte bu müstesnaları bunun için yarattı veya rahmet kılınmış olanların
dışında kalanları ihtilafa düşsünler diye yarattı. Veyahut bütününü
"Bakalım hanginiz daha güzel ameller işleyecek." (Mülk, 67/2)
hikmetiyle imtihan ve yarışma gerçekleşsin, muhalif ve muvafık ayrılsın diye
yarattı. Ve böylece ihtilaf edip duranlar hakkında Rabbinin işte şu kelimesi
tastamam yerini buldu: Bir kısmı cinlerden ve bir kısmı insanlardan olmak üzere
cehennemi elbet dolduracağım. (Bakara, 2/253. âyetin tefsirine bkz.)
Meâl-i Şerifi
120. Peygamberlere ait haberlerden kalbini
yatıştıracak olanlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da
sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.
121. İmana gelmeyen o kâfirlere de ki:
"Elinizden geleni geri koymayın! Biz de yapacağımızı yapacağız."
122. Siz bekleyin görün, biz de bekleyip
göreceğiz.
123. Göklerin ve yerin gaybını bilmek yalnızca
Allah'a mahsustur. Her iş O'na döndürülür. Sen yalnızca O'na ibadet et ve
yalnızca O'na dayan. Rabbin yaptıklarınızın hiçbirinden gafil değildir.
120- Sana peygamberlerin hayatlarıyla ilgili
bilgilerden bazı önemli kısımları, kalbini onlarla yatıştırmak, onlarla
pekiştirmek için hikaye ediyoruz. Önemli kısımların her türlüsünü sana
anlatıyoruz ve daha anlatacağız. Bunda, (yani bu sûrede) de sana hak geldi.
Anlaşmazlık ihtimali olmayan hakikatın kendisi geldi. Aynı zamanda müminler
için bir mev'iza ve muhtıra, (yani bir öğüt ve ibret niteliğindeki bilgiler)
geldi.
121- İmana gelmeyen o kâfirlere de de ki:
Halinize ve gücünüze göre yapabileceğinizi yapın. Yani sizin bütün gücünüz
imansızlığa yetiyor, o imansızlıkta da istediğiniz kâfirliği yapın.
Yapabileceğinizi yapmaktan geri kalmayın bakalım. Muhakkak ki, biz de
yapacağımızı yapacağız. Şurası kesindir ki, hakkı tasdik edeceğiz ve
Rabbimizden gelen emir ve uyarıları kabul edip iman yolunda çalışmaya devam
edeceğiz. Ve gözleyin. Şu müminlere felaket gelecek diye bekleyip durun,
muhakkak ki, biz de gözlemekteyiz. Yani Rabbimizin vaatlerini ve sizin gibi
imansızların başına gelebilecek kötü akıbetleri, sizin korkunç sonunuzu biz de
inançla gözleyip durmaktayız.
122- İmana gelmeyen o kâfirlere de de ki:
Halinize ve gücünüze göre yapabileceğinizi yapın. Yani sizin bütün gücünüz
imansızlığa yetiyor, o imansızlıkta da istediğiniz kâfirliği yapın.
Yapabileceğinizi yapmaktan geri kalmayın bakalım. Muhakkak ki, biz de
yapacağımızı yapacağız. Şurası kesindir ki, hakkı tasdik edeceğiz ve
Rabbimizden gelen emir ve uyarıları kabul edip iman yolunda çalışmaya devam
edeceğiz. Ve gözleyin. Şu müminlere felaket gelecek diye bekleyip durun,
muhakkak ki, biz de gözlemekteyiz. Yani Rabbimizin vaatlerini ve sizin gibi
imansızların başına gelebilecek kötü akıbetleri, sizin korkunç sonunuzu biz de
inançla gözleyip durmaktayız.
123-Bakalım kim zararlı çıkacak göreceğiz.
Onlara şunu da haber ver ve de ki: Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır.
Göklerdeki ve yerdeki bütün gizlilikler, bütün sırlar yalnızca Allah'a aittir.
Onları bilmek de Allah'a mahsustur. Yani gayb olan gizli sırları yaratmak, icad
etmek, bilmek ve bildirmek, zamanı gelince açığa çıkarmak vs. bütün bu
hususlar, gayb ile ilgili bütün işlemler Allah'a mahsustur. Bütün külli
varlıkları, bütün cüz'i parçacıkları, varı ve yoğu, hazırları ve gaipleri,
olmuşları ve olacakları bilen ancak O'dur. O'na gizli olan hiçbir şey yoktur.
Ve emir, bütünüyle O'na irca olunur. Bütün emirler, kararlar, hükümler ve
işler, hepsi, hepsi O'na döndürülür. Hazırda veya gaipte hiçbir emir yoktur ki,
O'na dayanmasın. O'na dayandırılmadan hakkında bir hüküm verilmek mümkün
olabilsin. O'na dayandırılmadan iki kere iki dört eder demek bile mümkün olmaz.
İşte bundan dolayı, sen yalnızca O'na ibadet et, O'na kulluk eyle! Ve O'na
tevekkül eyle! Her işte emir ve kumandayı, yetkiyi O'na verip, O'na güvenip,
O'nun emirlerine uygun hareket eyle! Yani, ibadetsiz ve amelsiz kuru kuruya
tevekkülün de faydası yoktur. Sen kulluğunu yap, O'nun emrini yerine getir ve
öyle tevekkül eyle. Rabbin amellerinizin hiçbirinden gafil değildir.
Bu sûrenin sonu ile Tevbe Sûresinin sonu
arasında belagatlı bir tekrar ve teyid bulunmaktadır. Zira onun son emri de
yalnızca Allah'la yetinmek ve yalnızca O'na güvenmek gerektiğini vurguluyordu.
Bu sûrenin bu şekildeki hatimesi, bundan sonra
gelecek olan Yusuf Sûresi'ne de bir geçiş, bir hazırlık özelliği taşır. zira
Yusuf Sûresi, Allah'a tevekkül eden bir kulun, ne kadar çok yönlü haksızlığa
uğrarsa uğrasın, Allah'ın yardımıyla hepsinden kurtulup düze çıkacağını
göstermektedir.
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
hud - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.