Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Hicr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
15-HİCR:
1- (Yunus Sûresine ve benzerlerine bkz.)
Bunlar, ilâhi bir sırrı kapsayan bu sûre, bu kitabın ve apaçık bir Kur'ân'ın
âyetleridir. Yani Allah'a ait bütün kitapların mükemmelliklerini kapsayan ve
hepsinden üstün olduğu için, kitap denildiği zaman doğrudan doğruya akıllara
gelecek olan ve şöhretinden dolayı vasıflandırmaya ihtiyacı olmayan o bilinen
kitabın, muhtevasını en güzel beyan ile anlatan eşsiz Kur'ân'ın âyetleridir.
Bundan dolayı bunları başka sözlerle mukayese etmeyip tam bir özenle okumalı ve
dinlemeliyiz.
2- O inkâr edenler, yani Kur'ân'ı tanımayan,
bu kitabın Allah tarafından indirildiğini inkâr edenler, bir zaman olur arzu
eder veya bir zaman gelecek arzu edecekler ki müslüman olsaydılar. Keşke onun
hüküm ve emrine boyun eğip müslüman olsaydık diye temenni ederler veya
edeceklerdir. Amma ya uzun bir alışkanlık ile küfrün uğursuzluğuna mağlup
olduklarından dolayı o arzuyu gerçekleştiremezler, İslâm fazileti ile
vasıflanmazlar veya vasıflansalar bile teklif zamanı geçmiş, ceza zamanı gelip
çatmış bulunur. Bu arzı ya müslümanların güzel durumlarını gördükleri zaman
veya ölüm sırasında veya kıyamet gününde veya günahkâr müslümanların
cehennemden çıktıklarını gördükleri sırada olacaktır.
Ebu Musa el-Eş'arî'nin rivayetine göre Hz.
Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: "Kıyamet gününde cehennemlikler
cehehnemde toplandıkları ve kıble ehlinden (müslümanlardan) Allah'ın dilediği
bir kısmı da beraberlerinde bulunduğu vakit kâfirler, bunlara: "Siz
müslüman değil miydiniz?" diyecekler. Onlar: "evet!" diyecekler.
"O halde gördünüz ya İslâm'ınızın hiç faydası yokmuş, işte siz de bizimle
beraber ateşte yanıyorsunuz." diye onları kınayacaklardır. Onlar: Hayır
öyle değil; bizim bir takım günahlarımız vardı. Yüce Allah, onunla bizi sorumlu
tuttu." cevabını verecekler. Bunun üzerine Yüce Allah o kâfirlere kızacak
ve rahmeti ve ihsanı ile kıble ehlinden olanların kurtuluşlarını emredecek de
onlar cehehnemden çıkacaklar. Ve işte o vakit kâfirler: "Ah keşke biz de
müslüman olsaydık diyecekler..."
İbnü Abbas (r.a)dan da Mücahid şunu rivayet
etmiştir ki: "Yüce Allah, müslümanları yavaş yavaş rahmet ve şefaatine
mazhar edecek ve sonunda 'Müslüman olan cennete girsin'' buyuracak ve işte o
zaman kâfirler müslüman olmalarını temenni edeceklerdir..."
Bununla birlikte gerçek şudur ki bu rivayetler,
şiddetli arzu zamanlarına yorumlanır. Yoksa ahirette kâfirlerin bu temenni ve
pişmanlığı her an ve sonsuza kadar devam edecektir.
3- Onları bırak, İslâm'dan ve hak nasihatından
faydalanmak ihtimalleri olmayan o kâfirleri yesinler. Yani onların derdi hayvan
gibi yiyip içmek, nefse hoş gelen şeyler ve şehvetler peşinde koşmaktır. Bundan
dolayı bırak yemeye devam etsinler ve faydalansınlar, yani hayvanca zevkleri
ile boğuşadursunlar. Allah korkusu, ahiret ve hesap düşüncesi ile
ilgilenmeyerek eğlence etmeye devam etsinler. Ve ümit, kendilerini oyalasın,
işlerimiz düzgün gidecek, uzun ömürler süreceğiz, dünyadan istediğimiz gibi
faydalanacağız diye kendilerini aldatarak sonuçtan gafil olsunlar ki sonra
bilecekler, başlarına geleceği görecekler. Ne hata edeceklerini anlayacaklar,
"ah!" diyecekler amma iş işten geçmiş bulunacak.
Fakat "Hesabı çabuk gören Allah, bu
kâfirleri niçin derhal mahvetmiyor?" gibi bir soru hatıra gelecek olursa:
Meâl-i Şerifi
4- Biz hiçbir memleketi (Allah katında)
bilinen bir zamanı olmaksızın helak etmedik.
5- Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve
onu geciktiremez.
4- hiçbir memleketi de başka şekilde helak
etmedik ancak bilinen bir kitabı olarak. Burada "bilinen" vasfı,
unutulmaz ve gaflet olunmaz ve bundan dolayı ileri geri şaşmaz demektir. Yani
gerek arazisini yerin dibine geçirip batırmak ve gerek halkını kırıp geçirmek
gibi, türlü türlü felaket ve afetler ile öteden beri mahvedilen memleketlerin
hiçbiri nasıl rastgelirse ve körü körüne değil, mutlaka herbiri Allah'ın hikmeti
gereğince tayin ve takdir edilip, Levh-i Mahfuz'a yazılmış şaşmaz, unutulmaz,
gaflet edilmez bir yazısı olarak ve dolayısıyla o yazıdaki kayıtlar ve şartlar
ve özel eceli gereğince helak edilmişlerdir.
5- Onun için hiçbir ümmet ecelinin önüne geçemez.
O yazıda belirlenmiş olan vaktinden önce helak olmaz. Geri de kalamazlar.
Bundan dolayı bu kâfirler de, yani senin şehir halkın olan Mekke kâfirleri de
böyledir ey Muhammed! Zamanı gelince bir an geri kalmıyacaklar, İbrahim
Sûresi'nin sonunda (49-50 âyetlerde) açıklandığı üzere el ve ayaklarına kelepçe
takılarak birbirine çatılıp katrandan gömlekler içinde cehennemi boylayacak ve
o zaman ne hata ettiklerini anlayacaklardır.
Meâl-i Şerifi
6- Dediler ki: "Ey kendisine Kur'ân
indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun."
7- "Eğer peygamberlik davanda doğru
kimselerdensen, bize melekleri getirmeliydin."
6- Bir de dediler ki Mükâtil'in açıklamasına
göre bu âyetin indirilmesinin sebebi; Abdullah b. Ümeyye, Nadr b. Hâris, Nevfel
b. Hüveylid, Velid b. Muğire'dir. Mekke müşriklerinin bu çok inatçı ve azgın
kodamanları ve bunlara uyan kâfirler, apaçık Kur'ân'a ve bunun, üzerine indiği
Hz. Peygambere şöyle küfretmişlerdi ki ey kendisine o zikir indirilen! O,
zikir, Kur'ân'dır. Çünkü Kur'ân Allah Teâlânın halka va'z ve öğütlerini
hatırlattığından dolayı bir ismi de "zikir"dir. Kâfirler bu tabirle
çağırmayı teslim olmak ve inanmak şekli ile değil, gelecek tarz üzere delilik
saçmalıklarının sebebi olmak üzere alay tavrı ile yapıyorlardı. Kısacası Musa
(a.s) hakkında Firavun'un "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka
delidir." (Şuarâ, 26/27) dediği gibi, bunlar da Kur'ân'ın uyarıları
hoşlarına gitmediği için, Kur'ân vahyini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini
akıl kabul etmez, delice bir iddia farzederek ve vahiy inerken Hz. Peygamber
(s.a.v)'e gelmesi alışılmış olan ve Hakk'ın vahyini, irade ile yapılan
düşünmeden tamamen ayıran ve soyutlayan istiğrak (gark olma, kendinden geçme)
durumunu bahane edinerek o hitap şekli ile demiş oluyorlardı ki, "Sana o
zikir (Kur'ân) indiriliyormuş, Kur'ân vahy olunuyormuş ha!... Hiç bu olacak şey
mi? Ey bu büyük ve olağanüstü vahiy ve peygamberlik davasının iddiacısı! Bu
davadan dolayı hiç şüphe yok sen kesin olarak delisin, cin tutmuş delirmişsin.
Yoksa bize o melekleri getirsene!... Sana o Kur'ân'ı indiren veya bize azab
getirecek olan melekleri getirsene bakalım eğer doğrulardan isen böyle yapman
gerekir. Sana görünen neden bize görünmesin?..."
Allah Teâlâ bunların bu hilelerini redderek
buyurur ki:
Meâl-i Şerifi
8- Biz o melekleri ancak, hak ile indiririz.
Ve indirildikleri vakit de onlara (kâfirlere) hiç mühlet verilmez.
9- Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik,
elbette onu yine biz koruyacağız.
7- Bir de dediler ki Mükâtil'in açıklamasına
göre bu âyetin indirilmesinin sebebi; Abdullah b. Ümeyye, Nadr b. Hâris, Nevfel
b. Hüveylid, Velid b. Muğire'dir. Mekke müşriklerinin bu çok inatçı ve azgın
kodamanları ve bunlara uyan kâfirler, apaçık Kur'ân'a ve bunun, üzerine indiği
Hz. Peygambere şöyle küfretmişlerdi ki ey kendisine o zikir indirilen! O,
zikir, Kur'ân'dır. Çünkü Kur'ân Allah Teâlânın halka va'z ve öğütlerini
hatırlattığından dolayı bir ismi de "zikir"dir. Kâfirler bu tabirle
çağırmayı teslim olmak ve inanmak şekli ile değil, gelecek tarz üzere delilik
saçmalıklarının sebebi olmak üzere alay tavrı ile yapıyorlardı. Kısacası Musa
(a.s) hakkında Firavun'un "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka
delidir." (Şuarâ, 26/27) dediği gibi, bunlar da Kur'ân'ın uyarıları
hoşlarına gitmediği için, Kur'ân vahyini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini
akıl kabul etmez, delice bir iddia farzederek ve vahiy inerken Hz. Peygamber
(s.a.v)'e gelmesi alışılmış olan ve Hakk'ın vahyini, irade ile yapılan
düşünmeden tamamen ayıran ve soyutlayan istiğrak (gark olma, kendinden geçme)
durumunu bahane edinerek o hitap şekli ile demiş oluyorlardı ki, "Sana o
zikir (Kur'ân) indiriliyormuş, Kur'ân vahy olunuyormuş ha!... Hiç bu olacak şey
mi? Ey bu büyük ve olağanüstü vahiy ve peygamberlik davasının iddiacısı! Bu
davadan dolayı hiç şüphe yok sen kesin olarak delisin, cin tutmuş delirmişsin.
Yoksa bize o melekleri getirsene!... Sana o Kur'ân'ı indiren veya bize azab
getirecek olan melekleri getirsene bakalım eğer doğrulardan isen böyle yapman
gerekir. Sana görünen neden bize görünmesin?..." Allah Teâlâ bunların bu
hilelerini redderek buyurur ki:
Meâl-i Şerifi
8- Biz o melekleri ancak, hak ile indiririz.
Ve indirildikleri vakit de onlara (kâfirlere) hiç mühlet verilmez.
9- Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik,
elbette onu yine biz koruyacağız.
8- Biz melekleri ancak hakk ile indiririz.
Yani melekler onların zannettikleri gibi getirilmez, Hareketlerinin gayesi öyle
kâfirlerin olması şöyle dursun, insanlardan hiçbirinin emri altına da
girmezler. Ancak Allah Teâlâ'nın yüce emri ile indirilirler. O da şunun bunun
arzusu gibi boş yere değil, hak bir yol ve hikmetle indirilir. Bundan dolayı
peygambere Allah'ın vahyini getiren meleklerin onlara da görünmesi hak
değildir. Bir de o takdirde mühlet verilenlerden olamazlar. Kendilerine göz
açtırılmaz, azab melekleri indirildi mi, derhal işleri bitirilir.
9- Hiç şüphe yok ki o zikri (Kur'ân'ı) biz
indirdik biz hiç şüphesiz onun koruyucusu da mutlaka biziz. Buradaki zamiri iki
ayrı şekilde yorumlanmıştır. Birincisi "zikr"e ait olmasıdır
tefsircilerin çoğunun görüşü budur. İkincisi Ferrâ ve İbnü'l Enbârî'nin
görüşleridir ki, Kur'ân üzerine indirilen Hz. Peygambere ait olmasıdır. Bu
durumda mânâsı onu cin ve şeytan şerrinden ve düşman tecavüzünden koruyan ve
koruyacak olan da biz şanı Yüce Allah'ız demek olur. Bu da doğru bir mânâ
olmakla beraber âyetten ilk bakışta anlaşılan, birinci mânâdır. Yani Allah
Teâlâ, bununla Kur'ân'ın fazlalık veya noksanlıkla bozma ve değiştirmeden
korumasını üzerine almış ve korunarak kalmasını anlatmıştır. O halde bu vaad
varken sahabe, Kur'ân'ın Mushaf'ta toplanması ile niçin meşgul oldular? Sorusu
da sorulamaz. Çünkü hafızların Kur'ân'ı ezberlemesi gibi, sahabenin onu
toplaması da Allah Teâlâ'nın koruma sebebleri cümlesindendir. Allah, onun
korumasını üzerine aldığı içindir ki, onları bu şekilde toplamaya ve zaptetmeye
muvaffak etmiştir.
Burada tefsirciler Allah Teâlâ'nın Kur'ân'ı
korumasının niteliği hakkında da birkaç ayrı görüş açıklamışlardır. Şöyle ki:
1- Bunu Allah'ın koruması, insan sözünden ayrı
bir mucize kılarak halkı, artırma ve eksiltmeden aciz bırakması şeklindedir.
Çünkü Kur'ân'a bir şey ilave edecek veya eksiltecek olsalar Kur'ân nazmı
değişir ve bütün aklı erenlere onun Kur'ân'dan olmadığı meydana çıkar. Bunun
için Kur'ân'ın icâzkâr olması (benzerini getirmekten insanları aciz bırakması)
bir şehri kuşatan sur ve istihkâm gibi onu korunmuş tutar.
2- Allah Teâlâ, hiç kimseye Kur'ân'a sözlü
mücadele edebilecek kuvvet vermemek suretiyle onu korumuş ve muhafaza etmiştir.
Bu iki yorum şekli birbirine yakındır.
3- Allah Teâlâ, teklif (yükümlülük) süresinin
sonuna kadar Kur'ân'ı koruyacak, okutacak ve halk arasında neşredecek bir
topluluğu görevlendirmek suretiyle, onu halkın iptal etmesinden ve bozmasından
koruyup muhafaza edecektir.
4- Korumadan maksadın şu olduğunu söylemişler:
Bir kimse Kur'ânın bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem
ona: "Bu yanlıştır, Allah'ın sözünü değiştirmektir" der. Hatta büyük
ve heybetli bir adam Allah kitabının bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla
bir hata veya bir lâhin yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, "Efendi
yanıldın, doğrusu şöyledir!" derler.
Fahreddin Râzî der ki: "Kur'ân'ınki gibi
korunma hiçbir kitaba nasib olmamıştır. Başka hiçbir kitap yoktur ki, az çok
tashif (kelimeyi yanlış yazma), tahrif (yazarken harflerin yerini değiştirme)
ve bozulma girmemiş olsun. Bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların
Kur'ânı değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları ve hırsları bulunduğu
halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması en büyük
mucizelerdendir. Bir de Allah bunun böyle korunmuş olarak kalmasını bu âyetle
haber vermiştir. Şimdiye kadar da altı yüz seneye yakın bir zaman geçmiştir.
Bundan dolayı, bunun bir gayb haberi olduğu gerçekleşmiş bulunuyor. Bu ise
üstün bir mucizedir. Bu satırların yazıldığı şu zamanımızda ise, yüce hicretin
bin üç yüz kırk dokuzuncu (günümüzde ise bin dört yüz on üç) senesinde
bulunuyoruz. Bu sûre, Mekke'de indiğinden dolayı demek ki bin üç yüz elli
seneyi geçen bir müddetten beri, bütün kâinat bu gayb haberinin gerçekleştiğine
şahid olmaktadır. Gerçekten Kur'ân'da bu âyet, açık bir ifade olmasaydı bile,
hiçbir kitaba nasib olmayan bir koruma ile bu kadar senedir korunması, Râzî'nin
dediği gibi başlı başına büyük bir fiilî mucize olurdu. Bunun, bu âyetle
başlangıçtan itibaren açık olarak ifade edilmesi, özellikle pekiştirilerek
anlatılmış olması ise, hiç söz götürme ihtimali olmayan ilmî bir mucizedir. Ve
işte on üç buçuk asırdan fazla bir zamandan beri, dünya böyle hem ilim ve hem
de amelle ilgili yönleri toplayan bir mucizenin şahidi olagelmiştir.
"Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'ân'ın âyetleridir." (Hıcr, 15/1).
Böyle apaçık bir Kur'ân'a ve bunun, üzerine
indiği Yüce Peygambere karşı, kâfirlerin neden insaf etmeyip de edepsizlikte
bulunduklarına gelince; Allah Teâlâ, bunun sebebini açıklamakla Peygamberini
teselli etme konusunda buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
10- Andolsun, senden önceki milletler arasında
da peygamberler gönderdik.
11- Onlara hiçbir peygamber gelmiyordu ki
onunla alay etmiş olmasınlar.
12- Biz o küfrü suçluların kalbine işte böyle
sokarız.
13- Kur'âna iman etmezler, halbuki öncekilerin
sünneti (inanmadıkları için başlarına gelenler) gelip geçmiştir.
14- Onlara gökten bir kapı açsak da oradan
yukarı çıksalar,
15- "Gözlerimiz perdelendi, daha doğrusu
bize büyü yapılmıştır" derler.
10-11-12- İşte öyle yani bütün önceki
peygamberlerin etrafında bulunan ve her gelen peygamber ile alay edenlerin
kalblerine yaptığımız gibi biz ona, o zikre bir yol veririz suçluların
kalplerinde, yani Allah'ın sözünün her kalbe girişi ve orada alacağı akım bir
değildir. Güzel bir tohuma iyi bir yerde verilen gelişme ve büyüme, çorak
yerlerde verilmediği gibi, Allah'ın sözünün de suçlu kalblerdeki
yankılanmaları, temiz kalblerdeki tecellilerine benzemez. Temiz kalblere edebî
bir hayatın yayılması ile girip dizilen sözünü Allah Teâlâ, suça bulaşa bulaşa
mizacı bozulmuş olan suçluların çürük kalblerine mızrak saplar gibi, aksi tesir
ile sokar.
13- Öyle ki ona inanmazlar. Halbuki önlerinde
öncekilerin sünneti geçmiştir. Yani geçmişte peygamberleri yalanlayanlar ve
onlarla alay eden imansızları o inanmadıkları şeylerle Allah Teâlâ'nın hep
mahvetmiş olduğu ve bunun öteden beri meydana gelen Allah'ın bir sünneti,
Allah'ın bir kanunu olduğu, tecrübe ile sabit bir gerçek iken ve bundan ötürü
ders alacak bunca tarihi ibret önlerinde geçmiş iken yine inanmazlar.
14-15- Onlara gökten bir kapı açsak da orada
göz göre yukarı çıksalar, yani melekler, o kapıda açıktan açığa inip çıkıyor
olsalar veya doğrudan doğruya kendileri çıksalar gözlerine inanmazlar da
mutlaka derler ki başka bir şey değil, muhakkak gözlerimiz perdelendi daha
doğrusu biz büyülenmişiz de gözlerimize kuruntular ve hayaller gerçek gibi
görünüyor. Yoksa gerçekten göğe çıkmak mümkün mü? diye inkâr ederlerdi.
Gerçekten;
Meâl-i Şerifi
16- Andolsun biz, gökte birtakım burçlar
yarattık ve bakanlar için onu süsledik.
17- Ve göğü taşlanan bütün şeytanlardan
koruduk.
18- Ancak kulak hırsızlığı eden şeytan hariç,
onu apaçık bir alev sütunu takip eder.
19- Yeryüzünü düzgün bir şekilde yarattık ve
oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada hikmetle ölçülmüş her şeyden bitkiler
bitirdik.
20- Orada hem sizin için, hem de sizin
rızıklarını veremediğiniz kimseler için geçim yollarını yarattık.
21- Her şeyin hazineleri yalnız bizim
yanımızdadır. Fakat biz, onu ancak ihtiyaca göre, belli ölçülerde veririz.
22- Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik
ve gökten bir su indirip sizi onunla suladık. O suyu hazinelerde tutan da siz
değilsiniz.
23- Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz!
Ve hepsinin varisleri de biziz.
24- Andolsun ki biz, içinizden İslâm'da öne
geçmek isteyenleri de biliriz, geri kalmak isteyenleri de biliriz.
25- Şüphesiz Rabbin O'dur ki, onları kıyamet
gününde hesaba çekmek için toplayacaktır. O, hikmet sahibidir, bilendir.
16- Şüphesiz ki biz gökte burçlar yarattık.
BURC: aslında yüksek köşk demektir. Gökte özel bir şekilde toplanmış bir takım
yıldızların toptan görünüşlerine de bu mânâ ile burc denilmiştir ki, bu takım
yıldızların meşhurları on ikidir. Bulundukları yerlere
"mıntakatü'l-bürûc" (burclar mıntıkası) denilir ki güneşin bir yerden
diğer bir yere geçme noktalarını sınırlayan Yengeç burcu yörüngesi ile Oğlak
burcunun yörüngesi arasındaki kuşaktır. Astronomi bilginlerinin teriminde
burçlar denildiği zaman Güneş ve gezegenlerin yörüngeleri sayılan bu on iki
burç anlaşılır. birçok tefsirciler de bu on ikiyi söylemişlerdir. Fakat gökteki
burçlar, yalnız bu on iki burçtan ibaret değil, sayıları pek çoktur. Çoğu bu on
iki burcun içinde ise de Büyükayı kümesi, Küçükayı kümesi gibi kutuplar
bölgesinde olanlar da vardır. Ve bu âyette, belirsiz çoğul kipi ile genel
olarak buyurulmuş olduğundan dolayı, bunu on iki ile sınırlamak görünüşe
aykırıdır. Öyle ise âyetteki güzel zevki tatmak için burc kelimesinin içerdiği
mânâlara dikkat etmelidir. Burc denildiği zaman ilk önce yüksek bir köşk mânâsı
vardır. İkinci olarak bu köşkün maddesinde yıldızlar vardır Üçüncü olarak
yıldız mânâsında ışık anlamı vardır. Bu şekilde buyuruluyor ki:
"Baksanıza, biz gökte birçok burclar, yıldızlardan yapılmış, ışıklarla
donanmış türlü türlü şekillerde yüksek yüksek köşkler yaptık. Yani tabiata
kalsaydı bunlar olamazdı. Gök meydana gelmez, meydana gelseydi bile basit bir
uzaklık olmaktan öteye geçemezdi. Yıldızlar ve özellikle bunların değişik
şekillerde teşekkülleri olamaz, yıldız tabiatı ile miktarları, uzaklıkları
farklı olamazdı, değişik manzaralara ayrılamaz, hepsi aynı şekilde, aynı vaziyette
eşit mesafelerde, bir boyda, bir tarzda olur, gök manzaralarında bu güzel
burçlar bulunmazdı. Sanat ve kuvvetimizle biz bunları yaptık."
Ve bakanlar için onu, o göğü süsledik. Yani o
çeşitli burçları, nurdan avizeleri, güzel manzaralarıyla gök öyle güzeldir ki,
dikkati çekmemesi, bakanların ibret almaması mümkün değildir. Fakat bunun için
bakacak, baktığını görecek, gördüğünün ilerisini sezip ibret alacak görüş
sahibi olması lazımdır. Görüş sahibi olanlar bu güzel sanata tutulup baksınlar,
bu yüceliği bu kudret eserlerini seyretsinler de yaratanın yücelik ve ululuğuna
delil getirmekle tevhide yükselsinler diye onu süsledik ve donattık.
17- Ve onu her taşlanmış şeytandan koruduk.
RACÎM: Recimden feîldir ki, fâil mânâsında
olur, mef'ûl mânâsına da olur. Recm, lügatta taşlamak demektir. Sonra
öldürülmüş mânâsına gelir ki, bu, benzetme yoluyladır. Kâzif (iftiracı) gibi
sövmek ve küfretmek ile haysiyete dokunan söz söylemek mânâsına gelir. Çünkü
çirkin söz atmaktır. "Seni mutlaka taşlarım" (Meryem, 19/48) gibi
yalnız zan ile söyleyivermek mânâsına gelir ki, dilimizde de "atma"
denilir.
"Karanlığa taş atar gibi" (Kehf,
18/22) zan ile söylemek terimi de bundandır. Atılan, "kendisi ile atış
yapılan" her şeye isim de olur. Çünkü "Ve onları, şeytanlar için
taşlamalar yaptık.." (Mülk, 67/5) âyetinde mermî mânâsınadır. Nihayet
taşlama, kovma ve lanet mânâsına gelir. Çünkü kovulan taşlanır ve Bu mânâlardan
her biri ile de tefsir edilmiştir. Şeytan taşlanmıştır, atar, kendi kendine
hükümler verir. Bilmediği şeyleri atar, yalan söyler, iftira eder. Yukarda adı
geçen alay edenler gibi küfreder ve söver; fırsat bulursa haksız yere öldürür.
Taşlanmıştır, ileride açıkça ifade edileceği gibi kovulmuş ve lanetlenmiştir.
Burada de "küllün" kapsamlı olması "racîm"in muhtemel bütün
mânâlarına, cin ve insan şeytanlarının hiçbiri dışarda kalmamak üzere, hepsini
içine almak suretiyle, yani herbirine birer kapsam ifade eder. Ve racîm
(taşlanmış) niteliği, diğerlerini dışarda bırakan bir kayıt olmayıp şeytanın
açıklayıcı bir niteliği olduğundan bu nitelik, "bütün şeytanlar"dan
hiçbirini kapsam dışında bırakmaz, yani her şeytan, her mânâsı ile racîmdir.
Racîm (taşlanmış) olmayan hiçbir şeytan yoktur. Özetle , "sûr" ipucu
ile bu mânâlardan her birinin yalnız başına ve nöbetleşe anlatılmasının
kastedilmiş olduğu anlaşılır. Kur'ân'a ve Hz. Peygambere dil uzatmak isteyen ve
insan şeytanlarından olan adı geçen kâfirler, bu recmin asıl konusu olduğundan
dolayı, mânâ açısından bu genelleştirme daha açıktır. Bununla birlikte şeytanın
kendisinden ayrılmayan genel bir özelliği olan racîm niteliğinin, akla gelen ve
bilinen mânâsı mercûm, (taşlanmış) yani kovulmuş ve lanetlenmiş mânâsı, tam
açıklayıcı vasıf olduğundan dolayı, diğer mânâlara ihtiyaç da kalmayabilir.
Bundan dolayı meâlin özeti şu olur: "Biz göğü bakanlar için süslemekle
beraber her taşlanmış şeytandan koruduk. İster cin ve ister insandan hiçbir
şeytan göğe çıkamaz, gökteki durumlar hakkında bilgi sahibi olamaz. Yerdeki
gibi orada şeytanlık yapamaz. Benzerlerine açık olan o güzel gök, gözleri
şeytanlıkta olan gizli açık bütün şeytanlara kapalıdır ve hepsi taşlanmış ve
kovulmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, o kâfirler de göğe baksalar bile
yükselmeye imkan bulamazlar, yükselemezler. Ve diyelim ki kendilerine gökten
bir kapı açılsa da açıktan açığa yükselecek olsalar, gözlerine inanmazlar da
gözlerimiz döndü veya büyülendik derler.
18-Ancak kulak hırsızlığı eden müstasnâ, yani
gök, korunmuş olup ona yükselemedikleri için melekler âlemini dinleyemez.
"Artık o şeytanlar 'mele-i âlâ'yı (melekler âlemini) dinleyemezler."
(Saffât, 37/8). Gökteki melekleri dinlemekle bilgi alamazlar. Ancak göğe ait
inen ilimler ve haberlerden işittikleri bazı şeyleri çalarak şeytanlık yapmak
için kulak hırsızlığı edenler vardır. (Saffât, 37/7-10. âyetler ile; Cin,
72/8-9. âyetlerin tefsirine bkz.) Onun da peşine açık bir alev sütunu
düşmüştür. Açık bir alev ardından yetişmektedir.
ŞİHÂB: Lugatte ateş alevi demektir.
Parıltılardan dolayı yıldızlara ve süngüye de denilir. Özellikle gökten yıldız
kayıyor gibi, görünen aleve denildiği çok olmuştur. Bunun bir alevleme olduğu
görünürse de fizikî olarak oluşma şekli henüz ilmi olarak açıklanmış değildir.
Bu konuda değişik varsayımlar vardır. Eskiden tabiat ilmi ile uğraşan
bilginler, yükselen buharların, yani havanın yüksek tabakalarına yükselmiş olan
birtakım gazların tutuşmalarına yorumluyorlardı. Son zamanlarda da şu görüş
ortaya çıkmıştır: Kıvılcımlar, uzayda sürüler halinde seyr ve hareket eden bir
takım küçük cisimlerdirler. Yer bunların birçok yörüngelerine rast gelir. Ve
bunlar yeryüzüne rast geldikleri zaman, atmosferin yüksek kısımları ile teması
sonucunda süratlerinin şiddetinden dolayı sürtünme ile meydana gelen ısı ile
tutuşurlar. Göktaşları da bunlardan düşer. Alev sütunlarının sürati saniyede
kırk ile yetmiş iki kilometre arasında değişir. Gök taşlarının hareketi ne
gezegenlerin düz yörüngeleri içinde, ne de onlarla aynı yönde olmayıp bunlar
yörüngelerinin cinsine göre daha fazla kuyruklu yıldızlara benzetildiğinden
astronomların bazısı bunları parçalanmış kuyruklu yıldızların bir döküntüsü
olarak düşünmek istemişlerdir. Şüphe yok ki şihâb (alev sütunu) ve gök taşları
konusu şimdiki astronomi ilminin üzerinde kurulduğu çekim kanununa tatbik
edilerek henüz açıklanabilmekten uzaktır.
Rastgele söylenen sözlere karışan herhangi bir
açıklama da ilmî bir açıklama olamayacağından bunlar göğe ait sırlardan
sayılır. Fakat ilâhiyyât ilmine yükselindiği zaman bütün o rastgele meydana
gelen olayların birer tasarruf olduğu anlaşılır. Ne olursa olsun şu açıktır ki,
alev sütunları atmosferin en yüksek sınırı üzerinden yeryüzüne doğru akan bir
tutuşma ve yanma olayıdır. Son teoriye göre de demek oluyor ki bunlar,
yukarıdan bir bomba gibi gelip yeryüzünün gök tarafında bulunan hava tabakasına
girerek tutuşmaktadırlar ki bu mânâ, Saffât Sûresi'ndeki "Her şeyi delip,
geçen alev" (37/10) mânâsına uygun düşer. Ve demek ki bu yanma ve tutuşma,
atmosfer havasının göğe doğru en yüksek sınırlarına çıkıp gizlenmiş olan
hararetle ilgili kuvvetleri ile bir temas halinde meydana gelmektedir. Bu gizli
hararetle ilgili kuvvetler ise biraz sonra âyette açıklanacağı üzere cinlerin,
gizli şeytanların yaratılmış oldukları "zehirli ateş" ile ilgilidir.
Ve işte Mülk Sûresi'nde (67/5) ve Cin Sûresi'nde (72/8-9) de geleceği üzere
Kur'ân'da özellikle şunu haber veriyor ki alev sütunları göğe doğru çıkmak
isteyen cin şeytanlarına atılan birtakım göğe ait mermilerdir. Bunlarda nitelik
itibarı ile hem yıldızlar, hem taş ve hem ateş mânâsı vardır. Ve şu halde ilâhî
hikmet açısından bunların tutuşması, birtakım kuvvetlerin ve kötü ruhların
yakılması ve kovulması ile ilgilidir.
Kurtubî tefsirinde der ki: "Şihablar
(kıvılcımlar) bunları öldürür mü, öldürmez mi? Bu konuda ihtilâf edilmiştir.
İbnü Abbâs (r.a) demiştir ki: Yaralar, yakar, yıkar, öldürmez. Hasan ile
beraber bir grup da öldürür demişlerdir. Fakat birinci görüş en doğru görüştür."
Bu alev sütunlarının insan şeytanlarını kovması ise ya bir manevî taşlama
yerine mecazi olarak kullanılmıştır veya cin şeytanları içindir. Çünkü kulak
hırsızlığını ilk önce gizli şeytanlar yapar ve âyetteki alev sütununun umumî
mecaz yolu ile maddî ve manevî şeyleri kapsaması, açıklama tarzına daha
uygundur. Ve bu üslubun zevkine ermek için Kur'ân hakkındaki "Ve biz onu
koruyacağız" (Hicr, 15/9) âyeti ile, gök hakkındaki âyetleri arasındaki
benzerliğe dikkat etmek gerekir. Yani Kur'ân gök gibidir. Allah'ın sanatı ve
kudretinin delilleri ile dolu olan gök, nasıl onurlu cisimleri ve yüksek
burçları ile bakanlar için süslenmiş ve şeytanlardan korunmuş ve kulak
hırsızları oradan bir ateş şulesi ile kovulmuş ise, Kur'ân da öyledir.
Yıldızlar ve burçlar gibi âyetler ve sûreler ile güzel nazmı, temiz kalplerin
sahipleri için süslenmiştir. Ve o günahkârlardan olduğu gibi, taşlanmış
şeytanlardan korunmuştur. Onlar, ona yükselemezler. İman ve iltifat ile almaz
ve dinlemezler. Olsa olsa kulak hırsızlığı ederek şeytanlık yapmak isteyenler
bulunur ki bunları da parlak bir ateş şulesi kovalamaktadır.
Ve apaçık Kur'ânın bu parlak ateş şuleleri ise
o şeytanlara, kâfirlere, suçlulara cehennem ateşi ile, Allah azabını gösteren
uyarı âyetleridir. Gök böyledir.
19- Yere gelince. Düşünce sahipleri için,
Allah'ın kudretinin delilleri onda da apaçıktır. Yalnız astronomi ilimleri ile
değil, yer bilimleri ile de Allah'ın birliği isbat edilmiştir. Başlıcaları: Onu
yaydık sündürüp serdik. (Ra'd, 13/3 âyetin tefsirine bkz.) Öyle ki bunda
şeytanlar da bulunabilir. Bununla beraber ona oturaklı ağır dağlar da oturttuk
ve onda ölçülü, yani her bakımdan birbirine uygun veya tartılı her şeyden
bitirdik.
20- Ve onda size ve rızık veremeyeceğiniz
kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim
yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Dünya serveti
biter, Allah'ın kudreti bitmez tükenmez.
21- Ve onda size ve rızık veremeyeceğiniz
kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim
yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Dünya serveti
biter, Allah'ın kudreti bitmez tükenmez.
22- Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik.
"Levâkih", "Likâh" tan türeyen "Lâkiha"nın
çoğuludur. Likâh, aşı demektir. Lâkiha da aşılı veya aşıcı mânâlarına gelir.
Bu âyetin bu mânâsı da başlı başına bir ilmî
mucizedir. İbnü Abbas'tan bunun tefsirinde: "Rüzgarlar ağaçların ve
bulutun aşılayıcısıdır" diye nakledilmiştir.
Hasan, Dahkâk, Katâde de bunu söylemişlerdir.
Râzî, bunu kaydettikten sonra der ki: Erkek dişiye suyunu boşaltıp da dişi gebe
olunca denilir ki "erkek aşıladı dişi tuttu, gebe oldu" demektir.
Bunun gibi rüzgarlar da bulutların erkekleri yerinde kabul edilir. İbnü Mesud
hazretleri bu âyetin tefsirinde demiştir ki: "Allah Teâlâ, rüzgarları
bulutlara aşılama için gönderir. Onlar da suyu taşıyıp bulutlara karıştırır.
Sonra bulutu sıkıştırıp bir aşı gibi akıtır." Bu açıklama, rüzgarların
bulutu aşılamasının bir yorumudur. Fakat ağaçları aşılamasının tefsirini zikretmemişlerdir.
Yani âyetin yukarda anlatıldığı gibi rivayet ile tefsirinde rüzgarların
ağaçları da aşıladığı nakledilmiş olmakla beraber nasıl aşıladığı açıklanmamış.
Bir tefsirci olduğu gibi, bir doktor da olan Fahrü'r-Râzî için de bu konu
bilinmez kalmıştır. Gerçi ağaç aşılamak eskiden beri bilinen bir şey ise de
bununla rüzgarın bir ilgisi yoktu. Bitkilerde rüzgarın yapabileceği bir aşılama
yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ra'd Sûresi'nde açıklandığı üzere
"Orada bütün meyvalardan iki çift yarattı." (Ra'd, 13/3) gerçeği
ortaya çıktıktan, yani bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek, dişi çifti
bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılaması ile meyveler meydana geldiği
anlaşıldıktan sonradır ki, rüzgarların bir aşıcı hizmetini yerine getirdikleri
anlaşıldı. Ve bu şekilde âyetinin de âyeti gibi bilinmeyen bir ilmî gerçeği
açıkladığı bin küsür sene sonra anlaşılmış ve açıklanmış ve bundan dolayı bu
âyetin de bir mucize olduğu ortaya çıkmıştır.
İşte rüzgarlar, taşıyıcı ve dağıtıcı oldukları
için faydalarından birisi de özellikle böyle ağaçları ve bitkileri
aşılamasıdır. Bunun meydana gelmesi için de rüzgarın belirli bir miktar ile
uygun ve yumuşak bir şekilde esmesi gerekir. Yoksa aşılama yerine bozma olur.
Rüzgar, havanın bir hareket ve akımıdır ki, havanın değişik şekilde ısınıp
soğumasındaki değişmeler ile meydana gelir. Tabiatta bu değişmeler ise sıcaklık
ve soğukluk tabiatları üzerinde hakim bir etkiye bağlı olduğundan, bütün
rüzgarlar doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf olduğu gibi, bunların aşılama
yapacak bir derecede esmeleri de doğrudan doğruya Allah'ın bir lütfudur.
Bununla beraber düşünülmelidir ki, su
olmasaydı bu aşılar ne olur, hayat ne olurdu? Onun için rüzgarlara bulutları da
aşılatarak gökten bir su da indirdik, yağmur yağdırdık da onu size sunduk; tabiata
kalsaydı ne rüzgar eser ne aşılama olur, ne yağmur yağardı. Onu hazinelerde
saklayan da siz değilsiniz, yani yağdıktan sonra dağlarda, pınarlarda,
kuyularda, göllerde, havuzlarda, mahzenlerde, küplerde, testilerde v.s. tutan
da siz değilsiniz, biziz. Burada rüzgarların gönderilme, suyun indirilme ile
anlatılması aynı zamanda bir de benzetmeye işaret eder. Çünkü
"erselnâ" peygamberlerin gönderilmesini; "enzelna" da
kitabın indirilmesini hatırlatır. Ve demek olur ki: İşte Allah tarafından
gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgarlar gibidir; Allah'ın feyizini
taşıyarak kabiliyeti olanlara yayar ve aşılarlar. İndirilen kitap da o gökten
inen su gibi hayatın mayasıdır.
23- Ve şüphesiz ki biz gerçekten hem
diriltiriz, hem öldürürüz. Bu, hiç delile muhtaç olmayan açık bir gerçektir.
Fakat amma "Ölünce mal ve mülk varislerimize kalacak mı?" diyecekler.
Hayır hepsine vâris de ancak biziz. Bu dünyada yaşarken mülk ve tasarruf iddia
edenlerin ve edecek olanların hepsi yok olur. Mecâzî mülkleri, görünürdeki tasarrufları
ellerinden alınır, her zaman bakî, kayıtsız ve şartsız herşeyin sahibi yüce
şanımızla biz kalırız.
24- Andolsun biz, sizden önce gelip geçenleri
de biliriz, geri kalanları da biliriz. Doğuşta, ölümde önde olan, miras
bırakmak isteyen önce gelip geçenlerinizi de, geri kalanları, miras almak
isteyen sonra gelenlerinizi de veya imanda, kâfirlikte, itaatte, isyanda ön
safta bulunmak isteyenleriniz de, geri kalan geri kalmak istiyenleriniz de
ezelde ve sonsuza kadar gerçekten bilgimiz dahilindedir.
25- Ve senin O Rabbindir ki, yani seni yaratan
ve terbiye edip gönderen o Allah'ındır ki ey Muhammed! Onları mutlaka
haşredecektir.
Ve önce gelip geçenleri ve sonra gelenleri
sonunda mahşere toplayıp hesaba çekecektir. Onun için şimdilik bırak o kâfirler
yiyip içip devamlı eğlensinler. O Rabbin gerçekten hikmet sahibidir, çok
bilendir.
Gerçekten:
Meâl-i Şerifi
26- Andolsun ki biz insanı kuru bir çamurdan,
şekillenmiş bir balçıktan yarattık.
27- Cinleri de daha önce insan vücudunun
gözeneklerinden geçebilen güçlü bir ateşten yarattık.
26- Andolsun ki biz insanı bir kuru çamurdan,
bir şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Yani insan cinsini başlangıçta biz
vurulduğunda ses çıkaran kuru bir çiğ çamurdan, değiştirip dönüştürme ile özel
bir şekilde yoluna konmuş kokar bir balçıktan yarattık.
SALSÂL; "Ses veren yani vurulduğu zaman
tıngırdayan, kuru pişmemiş çiğ çamur" ( ) dur ki, pişmiş olursa tuğla,
kiremit gibi ses çıkaran kuru bmir çamur olur. Çünkü Rahmân Sûresi'nde
"Vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru bir balçıktan..." (Rahmân,
55/14) buyurulmuştur.
HAME': Uzun süre su ile yumuşayıp bozulmuş
cıvık kokar çamur, yani balçık demektir. Tekili ölçüsünde dir.
MESNÛN: Bunun açıklanmasında tefsirciler
birkaç görüş nakletmektedirler:
1- İbnü Sikkît demiştir ki, Ebu Amr'i dinledim
"mesnûn, bozulmuş demektir" diyordu. Bunun açıklamasında Ebu Haysem
de demiştir ki, denilir ki "bozuldu", demektir. Ve buna delil
"henüz bozulmamış" ki, bu kelime dan, yani "yol güzergâhına
konulmuş" olmaktan alınmıştır. Çünkü böyle olan herhangi bir şey, bozulur.
2- Denilmiş ki, "mesnûn" sürtülmüş,
kazınmış veya bilenmiş demektir ki, taşı taşa sürttükleri zaman "Taşı taşa
sürttüm." deyiminden alınmıştır. Çünkü bileğiye ve sürtülürken ikisinin
arasından çıkan kazıntıya denilir ve bu da kokar. Bundan dolayı bozulma ve kötü
koku bunun da gereğidir.
3- Ebu Ubeyde demiştir ki, "mesnûn"
dökülmüş demektir. "Suyu güzelce yüzüne döktü", denilir.
4- Sibaveyh demiştir ki, "mesnûn"
bir şekil ve örnek üzere resimlenmiş demektir. Yüzün özel bir şekli olan den
alınmıştır. Ve herhangi bir şeyin sünneti deyimi de bu mânâdan alınmıştır ki,
üzerine konmuş olan örneği demektir.
Bu şekilde insan nevinin şekli için sünnet
olan özel bir şekle dökülmüş bir balçık demek olur. Sonra terkibinde de iki
ayrı yorum vardır.
Birincisi: e sıfat olmasıdır ki "özel bir
şekilde tasvir edilmiş, başka bir ifade ile kalıba dökülmüş bir balçıktan
meydana gelen bir çiğ çamurdan" demek olur. Böyle olunca salsâl,
"hame-i mesnûn"dan yapılmış demek olur. Ebu'l-Bekâ ve Zemahşerî bunu
tercih etmişler ise de faydalı bir görüş değildir. Çünkü kuru çamurun yaş
çamurdan meydana geldiğini anlatmak gereksiz olduğu gibi, insan hamurunun balçık
halinde iken insan şeklinde bulunduğu da genel olarak kabul edilmiş değildir.
İkincisi: Bedel olmasıdır ki, salsal'den, bir
hame-i mesnûn'dan demek olur. Ebu Hayyân'ın anlattığına göre tefsircilerin çoğu
bedel olmasını tercih etmiştir. Biz de bu görüşte ısrar etmek isteriz.
Önce salsâl, sonra da ondan özel bir şekilde
kalıba dökülüp insan mayasını meydana getiren şekillenmiş, kara balçık yapılmış
ve insan ondan düzgün bir şekilde yaratılmış demek olur. Ve şu halde salsâl, su
ile karıştırıldıktan sonra süzülüp kuru çamur haline gelmiş bulunan, yeryüzünün
rütubetsiz olan tamtakır durumunu gösteriyor ki, tabiat itibariyle bunda hayat
düşünülemez. Ve bunun özellikle "salsâl" deyimi ile anlatılması,
insanın, yeryüzünden bir tabiat eseri olarak ortaya çıkmasının mümkün
olamayacağını tam bir açıklıkla anlatmak içindir.
Öyle ya, tamtakır bir kuru çamurun tabiatı,
hayata ne kadar zıddır. Tabiata kalsa bunda, insan veya hayvan şöyle dursun,
bir otun bitme imkanı bile yoktur. Fakat şu bir gerçektir ki, bundan insan
yaratılmıştır. Bu ise doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kudretinin sanatına,
ilim ve hikmetine apaçık bir delildir. Tabiat, kendine bırakılınca hiç
değişmemesi gerekirken Allah Teâlâ onu yumuşatıp değiştirerek bir balçık haline
çevirmiş ve o balçığa sanat ve hikmeti ile öyle bir sünnet (ilâhî kanun)
vermiştir ki bununla insan yaratılışı için ilâhî kanunun meydana geldiği maya
ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı diyebiliriz ki; "hame-i mesnûn" insan
tohumu olan spermadır. Gerçekten sperma her anlamıyla mesnûn, yani hem değişen,
hem sürtülmüş, hem dökülmüş, hem de bir sünnet üzere tasvir edilmiş
(şekillendirilmiş) bir balçıktır. Bu şekillenmiş balçığa "yapışkan bir
çamur" (Sâffât, 37/11), "dayanıksız bir suyun özünden" (Secde,
32/8), "katışık bir sperma" (İnsan, 72/2) demek de doğrudur. Bu mânâ,
insan nevinin bütün fertlerini kapsar. Ancak insanın ilk ferdi olan Âdem, ilk
insan olduğu gibi, onun yaratıldığı o şekillenmiş balçık da ilk önce onda
sünnet olmuş ilk tohumdur. Özetle Âdem bile, ilk olarak sperma niteliğini almış
bir balçıktan yaratılmıştır. "O, insanı bir damla sudan yarattı"
(Nahl, 16/4) ifadesi, onun hakkında da geçerlidir.
Şu kadar var ki, o spermadan önce bir insan
yoktur. Onun seçimi, çocukları gibi bir insanın vücudunda meydana gelmemiştir.
Bununla beraber şimdiye kadar bütün insanlar da onun gibi kuru bir çamurdan,
şekillenmiş bir kara balçıktan yaratılmaktadır. Yalnız şu farkla ki, bu
şekillenmiş kara balçık, insanın gıda olarak yediği bitkiler ve hayvanların (et
ve sütleri ile) bünyelerinden geçerek yine bir insan bünyesinde seçimini
bulmaktadır. İşte insan denilen mahluk aslında böyle değersiz bir şeydir. Allah
Teâlâ'nın ilim ve hikmetini, kudretinin sanatını anlamalı ki, şu kuru topraktan
öyle şekillenmiş kara bir balçık yapmıştır. Ve o kokar balçıktan insan
yaratmaktadır.
27-
Cânnı da, Cin cinsini meydana getiren gizli mahluku da ondan önce şiddetli
zehirli ateşten yaratmıştık.
SEMÛM: Lugatte ateş alevi gibi esen sıcak
rüzgara denilir ki, sam yeli diye ifâde edilir. Ve kendisine harûr (sıcak
rüzgar) da denilir. İbnü Cerir'in açıklamasına göre bazı Araplar harûru, gündüz
esen rüzgara tahsis etmişlerdir. Bir hadis-i şerifte de: "Semûmun,
cehennemin bir harareti olduğu" bildirilmiştir.
SÂMM: "Semm" maddesinden fâil, Semûm
da onun mübâlağası olan "feûl" kipidir. Sem, zehir, bir de
"semmû'l-hıyât" gibi ince delik (iğne deliği) mânâsına gelir.
Çünkü vücuttaki terin çıktığı ve havanın nüfuz
ettiği gizli deliklere "mesemme", çoğuluna da "mesâm" veya
"mesemmât" ve çoğulun çoğuluna da "mesâmmât" denilir.
Bundan dolayı sâmm ve semûm, mesâmmâte nüfuz edici veyahut zehirleyici
mânâlarını ifade eder. Ve o rüzgarın bu isim ile adlandırılması da bu
itibarlardan birisini veya her ikisini gözönünde bulundurmaktan dolayıdır.
Cinlerin zehirli ateşten yaratılmış olması, cin ve şeytanın insana gizli deri
gözeneklerinden girecek, zehirleyecek, yakacak bir nitelikte olduğuna işaret
eder. İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir ki; "Şu bildiğimiz zehirli ateş,
cinlerin kendisinden yaratıldığı zehirli ateşin yetmiş parçasından bir
parçadır." demiştir. Demek ki insan yaratılmadan önce, cinlerin
yaratıldığı sırada yeryüzü çok dehşetli ateşler saçıyormuş.
Şimdi o vakti düşün ki:
Meâl-i Şerifi
28- Ey Peygamber! Rabbinin meleklere şöyle
dediğini hatırla: "Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş kokuşmuş çamurdan
bir insan yaratacağım."
29- Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona
ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın."
30- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan
secde ettiler.
31- Yalnız İblis hariç. O secde edenlerle
beraber olmaktan çekinmişti.
32- Allah buyurdu ki: "Ey İblis! Ne
oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?"
33- İblis şöyle dedi: "Kuru bir çamurdan,
şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edemezdim."
34- Allah şöyle buyurdu: "Öyle ise oradan
çık! Sen, artık kovulmuş birisin."
35- "Kıyamet gününe kadar lanet senin
üzerindedir."
36- İblis: "Rabbim! Öyle ise insanların
kabirlerinden kaldırılacakları güne (kıyamete) kadar bana mühlet ver" dedi.
37- Allah buyurdu ki: "Sen mühlet
verilenlerdensin."
38- "Allah katında bilinen vaktin gününe
kadar..."
39- İblis şöyle dedi: "Rabbim! Beni
saptırdığın için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve
onların hepsini mutlaka azdıracağım!"
40- "Ancak içlerinden ihlaslı kulların
müstesnâdır."
41- Allah şöyle buyurdu: "İşte bana
ulaşan dosdoğru yol budur."
42- "Sana uyan azgınlardan başka,
kullarımın üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur."
43- "Şüphesiz ki onların hepsine vaad
edilen yer cehennemdir."
44- "Cehennemin yedi kapısı vardır. O
kapıların herbiri için birer grup ayrılmıştır."
45- Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve
pınarların başındadırlar.
46- Onlara: "Selametle güven içinde oraya
girin" denir.
47- Biz o cennetliklerin kalblerindeki kinleri
çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak sevinç içinde karşılıklı koltuklara
otururlar.
48- Orada kendilerine hiçbir yorgunluk
gelmeyecek. Oradan çıkarılacak da değillerdir.
28- Rabbin meleklere demişti ki: Şüphesiz ki
ben, kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.
29- O halde ben ona şekil verdiğim, o balçığı
tam bir insan yaratılışına, düzgün bir insan kıvamına koyup içine ruhumdan
üflediğim zaman, burada tamlaması, bir şereflendirme tamlaması, üfürme deyimi
de bir örnektir. Yani maddenin kabiliyetini olgun bir duruma getirip, içine
"De ki ruh, Rabbimin işlerindendir..." (İsrâ, 17/85) mânâsına uygun
olarak Allah'ın bir işi olan ruhtan feyiz verdiğim vakit siz hemen onun için
secdeye kapanın. Allah'ın emrine itaat ederek yere düşün, o ruh olan insana
boyun eğin. İşte Allah, o balçıktan yarattığı insanı ruhu ile böyle
yükseltmişti.
30-38-Bunun üzerine bak ne oldu.
"Hepsi de toptan secde ettiler. Ancak
İblis müstesna." (Bakara, 2/34 ve A'râf, 7/11. âyetlerinin tefsirine bkz.)
Yani kıyamet gününe kadar değil, Allah katında bilinen vakte kadar ki
"Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde ve
yerde ne varsa hepsi düşüp ölecektir." (Zümer, 39/68) âyeti ile açıklanan
ilk üfürüş günüdür.
Ahmed b. Kays'tan nakledilmiştir ki: "O,
Medine'ye vardım demiş, maksadım emirü'l-müminin Ömer (r.a) idi. Bir de
vardığımda büyük bir cemaat toplanmış, orada Ka'bû'l-Ahbâr insanlara vaaz
ediyor ve şöyle diyordu:
"Âdem Aleyhisselâm'a ölüm emri geldiği
zaman 'Ya Rabbi! Düşmanım İblis, beni ölmüş bir durumda görünce kendisi kıyamet
gününe kadar mühlet verilmiş olmakla sevinecek, başıma gelene gülecek' dedi.
Ona şöyle cevap verildi: 'Ey Âdem! Sen cennete geri gideceksin, o lanetlenmiş
İblis ise öncekilerin ve sonrakilerin sayısı kadar ölüm acısını tatmak için
beklemeye bırakılacak. 'Sonra Âdem, Hz. Azrail'e, 'Ona ölümü nasıl
tattıracaksın? Niteliğini anlat.' dedi. Azrail onun ölümünü anlattı. Âdem: 'Ya
Rabbi, yeter!' dedi. Bunun üzerine insanlar, heyecana geldiler de Ka'b'e 'Ey
Ebu İshâk! O nasıl?' dediler. Ka'b, açıklama yapmaktan çekindi, insanlar ısrar
ettiler. Bunun üzerine Ka'b dedi ki: 'Yüce Allah, ilk üfürüşten sonra Hz.
Azrail'e diyecek ki: 'Sana yedi gök ve yedi yer halkının kuvvetini verdim ve bu
gün sana bütün öfke ve gazab kisvesini giydirdim. Öfke ve hücumunla in o
taşlanmış İblis'e. Artık ona ölüm acısını tattır. İnsan ve cinlerden önce ve
sonra gelmiş geçmişlerin acılarının kat katını kapsayacak şekilde, bütün
acıları ve hastalıkları ona yüklet. Beraberinde öfke ve kinle dolgun yetmiş bin
cehennem bekçisini, her biri ile de cehennem zincirlerinden, tomruklarından
zincirler ve tomruklar bulunsun. Cehennem, kancalarından yetmiş bin kanca ile o
lanetlenmişin, kokmuş canını çekip çıkarın. Mâlik'i de (Cehennemdeki meleklerin
başkanı) çağır. Cehennemlerin kapılarını açsın.' Bunun üzerine Hz. Azrail öyle
bir şekilde inecek ki ona göklerin ve yerlerin halkı baksa dehşetinden derhal
ölürlerdi. Azrail, inecek İblis'e varıp, 'Dur, ey pis! Artık sana ölümü
tattıracağım, çok ömür sürdün, Allah'a yakın nice kimseleri sapıttın. İşte bu o
bilinen vakittir.' diyecek. Mel'ûn doğuya kaçacak, bakacak Hz. Azrail
gözlerinin önüde, batıya kaçacak yine gözlerinin önünde, denizlere dalacak,
denizler onu kabul etmeyecek, kısacası yerin her tarafına kaçacak, sığınacak
kurtulacak hiçbir sığınak bulamayacak, sonra dünyanın ortasında, Hz. Âdem'in
mezarı yanında duracak veya doğudan batıya, batıdan doğuya topraklarda
sürünerek en son Âdem Aleyhisselâm'ın cennetten atılınca indiği yere varınca
yer, bir kor gibi olacak, zebâniler kancaları takıp didikleyecekler de
didikleyecekler. "Allah'ın dilediği zamana kadar" can çekişme ve
işkence içinde kalacak. O böyle can çekiştirirken Âdem ve Havva'ya da, 'Kalkınız,
düşmanınız ölümü nasıl tadıyor, bakınız' denecek. Kalkacaklar, onun çektiği
işkencenin şiddetine bakacaklar da 'Ya Rabbi! Bize nimetini tamamladın'
diyecekler."
39-O bilinen vakte kadar mühlet müsadesini
alan İblis Ya Rabbi! dedi, beni azdırmana karşılık yemin ederim ki veya
azgınlığıma hükmetmen sebebi ile; yani Allah katından kovulmuş, iyilik ve
rahmetten uzaklaştırılmış bir melûn, böyle bir mühlet müsaadesini elde edince
şımarır da onu azgınlığa bir teşvik vasıtası olarak kabul eder. Böyle şımartman
hakkı için veya çamurdan yaratılanı küçümseyip secde etmediğimden dolayı benim
azgın âsi olduğuma hükmetmenden dolayı mutlaka ben, yeryüzünde onlara süsleme
yapacağım. Yani maddelerini bahane ederek o kuru çamuru, o kokar balçığı, onlar
için süsleyip insanlığın esas yükselmesine vesile olan ruhtan daha hoş, daha
süslenmiş, daha kıymetli göstereceğim. Ve mutlaka hepsini azdıracağım.
40- Ancak içlerinden ihlaslı kulların
müstesna, yani yalnız tâatin için seçilmiş, lekesiz özel kulların aldanmazlar.
Başlangıçta insanlığın maddesine bakarak mutlaka aşağılığına hükmeden ve onlara
zorbalık edebileceğini söyleyen İblis'in, burada bu istisnası (ayırması), şüphe
yok ki Allah'ın söyletmesi olan bir itiraftır. Onun için:
41- Allah Teâlâ buyurdu işte bu dediğin,
sahiplerini istisna ederek azıtamayacağını itiraf ettiğin o ihlâs ve tevhîd bir
cadde, bir kanundur ki bana aitttir. Yani bana varır, yahut ben kefilim
dosdoğrudur. Yahut; işte benim üstüme aldığım dosdoğru yol, hak kanunu şudur:
42- Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin
yoktur. Yani ne sözlü olarak onları susturacak bir delilin, ne fiilî olarak
sataşacak ve kullanacak güç ve hakimiyetin yoktur. Ancak sana uyan azgınlar
müstesnâ, yani ancak bunları sürükleyebilirsin. Fakat o da senin hakimiyetin
ile değil, onların iradelerini kötüye kullanarak sana uymaları, arkana
düşmeleri dolayısıyladır. Yoksa ihlâslı kullara hakimiyet kuramadığın gibi,
diğerlerine de hakimiyet kuramazsın. Çünkü sonunda "Zaten benim size karşı
bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi inkâra çağırdım; siz de benim davetime hemen
koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin." (İbrahim, 14/22)
diyeceğin İbrahim Sûresi'nde açıklanmıştır.
43- Muhakkak cehehnem, onların hepsine vaad
olunan yerdir. O İblis, ona tabi olan azgınların kendilerine uyulanlarla
beraber hepsine vaad edilen yerleridir.
44- Onun, o cehennemin yedi kapısı vardır.
Yani gireceklerin çokluğundan dolayı yedi giriş kapısı veyahut azgınlığın çeşit
ve derecelerine göre, önce Cehennem, sonra Lezzâ, sonra Hutame, sonra Sa'îr,
sonra Sekar, sonra Cehîm, sonra Hâviye isminde yedi tabakası vardır. Her kapı
için, onlardan (o azgınlardan) bir grup ayrılmıştır. Ebu's-Suûd Tefsiri'nde deniliyor
k: "Muhtemelen yedi kapı ile sınırlanması, helak eden şeylerin beş duyu
ile hissedilen şeylerle şehvet ve öfke kuvvetlerini gereğine mahsus
olmasındandır." Bununla beraber bunda diğer bir ihtimal vardır ki, şeriat
dili açısından akla daha uygundur. Çünkü cehennem kapılarının yedi olması ile
cennet kapılarının sekiz olması arasında apaçık bir ilişki vardır. Bundan
dolayı denebilir ki, bu kapıların mükellef organlarla ilgili olması düşünülür.
Bilindiği gibi insanın mükellef organları
sekiz tanedir: Kalb, dil, kulak, göz, el, ayak, ağız, cinsel organ. Bunların
yedisi açık, birisi gizlidir ki, o da kalbdir. Doğrudan doğruya Allah'a bakan
kalp kapısı açık olursa, bu sekiz organın her biri Allah'ın emri üzere hareket
ederek cennete birer giriş kapısı olabilir. Ve bu şekilde cennete sekiz kapıdan
girilir. Fakat içte ruh körlenmiş, kalb kapısı kapanmış bulunursa dıştaki yedi
organın her biri cehenneme açılmış birer giriş kapısı olurlar. İşte cennet
kapıları sekiz olduğu halde, cehennem kapılarının her birine ayrılmış bir grup
olmak üzere yedi olması, Allah daha iyi bilir ki bu hikmetten dolayıdır.
"Ve ona ruhumdan üflediğim zaman..." (Hıcr, 15/29) ifadesinin
şerefine nail olmakla iman ve marifet kapısı olan kalb, cehenneme kapalıdır.
Ondan yalnız cennete girilir, Allah'a erişilir. Kalbi açık olan kimse şeytana
uymaz, Allah'ı inkâr etmekten ve O'na isyan etmekten sakınır. Onun için:
45-48- Şüphesiz takva sahipleri, şeytana
uymaktan sakınan, küfr ve isyandan korunanlar cennnetlerde ve pınar başlarında
yerleşeceklerdir. Ey takva sahipleri! Oraya emniyet ve tam selametle giriniz!
Yani ey insanlar, ey Muhammed ümmeti! İblis'e tabi olmaktan sakınınız, Allah'ın
koruması altında, tevhid ve İslâm dinine, Allah'ın Resulüne uyunuz, kalbinizden
kin ve hileyi çıkarıp takva sahibi olunuz da, takva sahiplerinin yeri olan o
cennetlere ve pınarlara emniyetler içinde, güle güle, selâmetle giriniz. O
cennetler ve pınarlar her yönden korunmuş, güvenli ve sağlıklı bir selamet
yurdudur. Ona dışardan tecavüz olunamayacağı gibi, biz onların, O cennetler ve
pınarlardaki takva sahiplerinin göğüslerindeki ilişikleri ve kinleri söküp
attık. Cennet ehlinin gönüllerinde kin ve hile kalmaz, fena niyet ve kin
durmaz. Yani İslâm takvasının şiârından birisi de kin tutmamaktır. Allah
takvalı kalblerde kin bırakmaz. Geçmişte kin varsa onu siler. Çünkü Hz. Ali'den
nakledilmiştir ki, o şöyle demiş: "Ümit ederim ki Osman ve Talha ve Zübeyr
ile ben bunlardan olayım". "Allah onların hepsinden razı olsun."
Öyle ki hepsi kardeşler olarak karşılıklı tahtlar, karşılıklı köşkler üzerinde
muhabbet ederler. Yani hiçbiri diğerine sırtını dönmeksizin yüz yüze sevişe
sevişe yaşarlar. Orada onlara hiçbir yorgunluk gelmez. Her ne isterlerse
zahmetsiz, sıkıntısız hemen meydana gelir hem onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.
Sonsuza kadar orada ebedî kalacaklardır.
Resulüm!
Meâl-i Şerifi
49- Kullarıma haber ver ki, gerçekten ben çok
bağışlayıcı ve pek merhamet ediciyim.
50- Bununla beraber azabım da çok acıklı bir
azabdır.
49-50-Bunları geçmişten bazı örneklerle açıklamak
üzere:
Meâl-i Şerifi
51- Hem o kullara, İbrahim'in misafirlerinden
de haber ver.
52- Hani melekler, İbrahim'in yanına
girdikleri zaman, "selam" demişler, İbrahim de onlara: "Biz
sizden korkuyoruz" demişti.
53- Melekler: "Korkma! Gerçekten biz sana
bilgin bir oğul müjdeliyoruz" dediler.
54- İbrahim dedi ki: "Bana ihtiyarlık
gelmişken, beni mi müjdeliyorsunuz, neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?"
55- Melekler: "Seni gerçekle
müjdeliyoruz. Sakın Allah'ın rahmetinden ümidini kesenlerden olma!"
dediler.
56- İbrahim dedi ki: "Rabbimin
rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?"
57- "Ey elçiler! Başka ne işiniz
var?" dedi. 58- Melekler şöyle dediler: "Biz suçlu bir kavmi
cezalandırmak için gönderildik.
59- Ancak Lût ailesi müstesnâdır. Biz, onların
hepsini muhakkak kurtaracağız.
60- Yalnız Lût'un karısı müstesnâ, çünkü onun
helak edilenlerle birlikte yok edilmesini takdir ettik.
61- Melek olan elçiler, Lût kavmine gelince,
62- Lût dedi ki: "Doğrusu siz ürkülecek
bir kavimsiniz."
63- Elçiler dediler ki: "Bilakis biz sana
onların şüphe ettiği azabı getirdik."
64- "Sana gerçeği getirdik; biz elbette
doğru söylüyoruz."
65- "Gecenin bir bölümünde aileni yola
çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere
gidin."
66- Biz, Lût'a şu kesin emri vahyettik:
"Bu kâfirler sabaha çıkarken muhakkak kökleri kesilmiş olacaktır."
67- Şehir halkı, insan şeklindeki güzel yüzlü
melekleri görünce, onlara iğrenç işlerini yapabileceklerini düşünüp sevinerek
geldiler.
68- Lût, kavmine şöyle dedi: "Bunlar
benim misafirlerimdir, beni rüsvay etmeyin."
69- "Allah'tan korkun! Beni mahcub
etmeyin."
70- Lût kavmi şöyle dedi: "Biz sana kimsenin
koruyuculuğunu yapmamanı söylememiş miydik?"
71- Lût şöyle dedi: "İşte kızlarım!
Düşündüğünüzü yapacaksanız (onlarla evlenin).
72- Resulüm! Ömrüne yemin olsun ki gerçekten
onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
73- Güneş doğarken o korkunç çığlık onları
yakaladı.
74- Biz, onların şehirlerinin üstünü altına
geçirdik ve üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
75- Gerçekten bunda, düşünen keskin
anlayışlılar için ibretler vardır.
76- Hem o Lût kavminin bulunduğu şehir
harabesi bir yol üzerinde bulunmaktadır.
77- Şüphesiz ki, bunda iman edenler için bir
ibret vardır.
78- Eyke halkı da gerçekten zalimlerdi.
79- Biz Eyke halkından da intikâm aldık. İkisi
de (Eyke ve Medyen) açık bir yol üzerindedir.
80- Şüphesiz ki, Hıcr halkı da peygamberleri
yalanladılar.
81- Biz, onlara âyetlerimizi vermiştik de
onlar, yüz çeviriyorlardı.
82- Onlar, dağlardan emniyetli emniyetli evler
yontuyorlardı.
83- Onları da sabahleyin korkunç bir çığlık
yakaladı.
84- Kazanmakta oldukları şeyler, onlardan
hiçbir zararı savmadı.
51-78- Eyke, Leyke gibi sık, birbirine
karışmış ağaç demektir. Eyke halkı da Medyen halkı gibi Hz. Şuâyb (a.s.)ın
gönderildiği bir kavimdir ki, yerleri ağaçlık olduğundan bu isim ile
adlandırılmıştır. Rivâyete göre ağaçları Günlük ağacı imiş.
79-80- "Onlardan intikam aldık"
(Şuâra Sûresinde ki "O gölge gününün azabı kendilerini yakalayıverdi"
âyetinin tefsirine bkz: 26/189) Gerçekten ikisi de, yani Lût kavminin Südumu
harabesi ile Eyke veyahut Eyke ile Medyen açık yolda, göz önündedirler. Daha
önce andolsun ki Hıcr halkı, yani Hıcr denilen yerde helak olan Semûd kavmi
Allah'ın gönderdiği peygamberleri, yani Salih (a.s)'ı ve dolayısıyla bütün
peygamberleri yalanlamışlardı.
81-83- Biz onlara mucizelerimizi de vermiştik.
O peygamberlerle mucizeler de göstermiştik. Ne varki, onlar mucizelerden yüz
çeviriyorlardı. Bakmıyorlar, aldırmıyorlardı ve dağlardan evler yontuyorlardı.
Böyle sanatkar ve kuvvetli idiler. Böylece emniyet içinde bulunduklarını
söylüyorlardı. Sanatlarına, kuvvetlerine, evlerinin, kalelerinin sağlamlığına
güveniyor, bunları yıkılmaz, kendilerini azab ve yok olmaktan korur
sanıyorlardı. Derken bir sabah kendilerini o çığlık hemen yakaladı, azabın vaad
olunduğu dördüncü günün sabahı tepelerinde patlayan yok etme çığlığı ki, onu
bir deprem takip etmişti. (A'râf, 7/73-78 ve Hûd, 11/61-68. âyetlerinin
tefsirine bkz.)
84- Öteden beri kazandıkları şeyler
kendilerini kurtarmadı. O güvendikleri sanatlar, kuvvetler, uğraşıp
kazandıkları servetler, yaptıkları evler, kaleler hiçbir şeye yaramadı.
Fakat çabalama ve kazanma, faydalı olmalıydı
değil mi? Neden faydalı olmadı? denilecek olursa:
Meâl-i Şerifi
85- Biz gökleri, yeri ve aralarındaki
varlıkları ancak hak ve hikmetle yarattık ve elbette ki, kıyamet kopacaktır.
(Ey Peygamber!) Şimdi sen onlara yumuşak davran ve güzel muamele et.
86- Şüphesiz Rabbin kemaliyle yaratandır ve
iyi bilendir.
87- Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi
âyeti (Fatihayı) ve yüce Kur'ân'ı verdik.
88- Sakın o kâfirlerden birtakımlarına verip
de kendilerini zevklendirdiğimiz şeye (mal ve servete) heveslenip göz dikeyim
deme. Onlardan dolayı üzülme. Müminlere merhamet kanatlarını indir.
89- De ki: "Şüphesiz ben apaçık bir
uyarıcıyım."
90- (İnanmazsanız başınıza) tıpkı o
taksimcilere (yahudi ve hıristiyanlara) indirdiğimiz azap gibi (bir azab
inecektir).
91- Onlar, Kur'ân'ın bir kısmına inanıp bir
kısmına inanmayarak onu kısım kısım böldüler.
92-93- Rabbin hakkı için biz, mutlaka onların
hepsini yaptıklarından dolayı hesaba çekeceğiz.
85- Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları
ancak hak ile yarattık. Batıl ve boş yere değil, haksızlıkla da değil, Hak
Teâlâ tarafından yerli yerinde yaratılmıştır.
Hepsi adalet ve hak ile ayaktadır ve özel
haklara sahiptir. Ve bütün bu hakların korunması Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Onun
için hak ve hukuk tanımayan, hakkın âyetlerini inkâr eden haksızların yok
edilmesi ve onlara hak ettikleri cezayı vermek ile sorumlu tutulması bütün
kâinatın genel hukukunun gereklerinden bir hak ve hakkı iptal etmek için
harcanan kazançların hakkı da bâtıl ve heder olmasıdır.
Ve kıyamet mutlaka kopacaktır. Seni
yalanlayanların Allah o vakit cezalarını verecektir. Ey Hak Peygamberi bundan
dolayı sen şimdi onlara güzel muamele et, güzel bir şekilde onlardan yüz çevir,
onlara aldırma, cezalarında acele etmeyip eziyetlerine sabrederek yumuşaklıkla
muamele et.
86- Şüphesiz ki senin Rabbin tek yaratıcıdır.
Seni ve onları ve diğer varlıkları yaratan ve çok yaratıcı olan ve mutlaka
yaratıcılık yalnız kendisinin hakkı bulunan bir yaratıcıdır ki, daha neler
yaratır neler! Hem tek Alîm (bilen)dir. Senin ve onların ve bütün yaratıkların
durumlarını her yönüyle bilir. Aranızda meydana gelen şeylerden hiçbiri ona
gizli değildir. Bundan dolayı her hususta O'na güvenmek, işleri onun hükmüne
havale etmek gerekir. O biliyorken bu gün güzel muamele etmek, senin için
kılıçtan daha uygun, daha hayırlıdır.
87- Andolsun ki biz sana namazlarda
tekrarlanan yedi âyeti ve o büyük Kur'ân'ı verdik. nın veya ın çoğulu olan
"mesânî" kelimesi çok anlamlı, çok kapsamlı bir kelimedir. Ki tesniye
ve istisnâ maddesi olan den de, den de türemiş olabilir. Bu örneklerden
bükülmek, kıvrılmak veya katlanmak veya tekrar edilmek suretiyle ikilenen veya
diğer bir şeyin eklenmesi ile takviye veya çeşitlendirilen herhangi bir şeye
denilir ki, ikişer, ikili, tekrarlanan, bükülü, pekiştirilmiş,
sağlamlaştırılmış, çifteli, büklüm, büklümlü, büklüm yeri, kat, katlı, kıvrım,
kıvrımlı, kıvrak, cilveli mânâlarına gelir. Bu şekilde herhangi bir şeyin
güçlerine katlarına, kıvrımlarına denildiği gibi, hayvanın dizlerine ve
dirseklerine ve bir vâdinin büküntülerine, dönemeçlerine aynı şekilde müsikide
ikinci tele veya çifte tellilere denir. Bağış ve iyiliği tekrar etmek,
demektir. İbnü Cerir'in, İbnü Abbas'tan yaptığı bir nakle göre mesânîde istisna
edilen mânâsı da vardır. Çünkü istisnâ da "seny"den türemiştir.
Bükülmüş ipe veya ipliğe mim harfinin üstünü veya esresi ile denildiği gibi,
tekrarlama ve yineleme mânâsı itibariyle çoşku ve terennüme veya ikişerli
mânâsı ile mesnevî dediğimiz nazma da denilir.
Bir de "isnâ" dan mimin ötresi ile
nın çoğulu olabilir ki, övgünün karar bulduğu yer demek olur. Sonra "Allah
sözlerin en güzeli olan Kur'ân'ı, âyetleri birbirine benzeyen, karşılıklı
hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'ân'dan, Rablerinden
korkanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalbleri de Allah'ın zikrine
karşı yumuşar." (Zümer, 39/23) buyurulduğu üzere, Kur'ân'a da mesanî
denilmiştir. (Kur'ân'a bu ismin verilmesinin sebebi için o âyetin tefsiren
bkz.)
Şimdi bu âyetteki den anlaşılan mânâ:
"Kendisine mesâni denilen şeyler cinsinden büyük benzersiz yedi şey"
demektir. Bu ise mücmeldir. Kendisinden kasdedileni belirlemek ayrıca delile
muhtaçtır. Atıf, değişiklik gerektirdiğine göre, âyetin zahirinden anlaşılan bu
yedi âyetin Kur'ân'dan başka olarak düşünülmesi lazım gelecek gibi görünür.
Aslında bunun Kur'ân'dan başka olarak Hz. Muhammed'in yüce özelliklerinden olan
yedi mucizeye işâret olması ihtimali yok değildir. Fakat bu şekilde bir
tefsirle ilgili hiçbir rivayet gelmemiştir. Bütün rivayetler bunun yine
Kur'ân'da aranması gerektiğini göstermektedir. Şöyle ki:
İbnü Ömer, Mücahid ve İbnü Cübeyr'den bu
yedinin, "Seb'-i tıvâl" denilen yedi sûre olduğu rivayet edilmiştir..
Fakat bu sûre, Mekke'de inmiş, "Seb'-i
tıvâle" (yedi uzun sûre) ise Medine'de indiğinden dolayı buna
ilişilmiştir. Bazıları bu rivayetten yalnız bu âyetin Medine'de inmiş olması
ihtimalini çıkarmak istemiş ise de zayıf bir rivayettir. Bazıları, bu yediden
maksat "yedi Hâ mîm" dir demiş, bazıları da bu yedi, Kur'ân'da
indirilmiş olan mânâlardır ki; emir, yasak, müjde ve uyarı, ata sözleri,
nimetlerin sayımı ve ümmetlerle ilgili haberlerdir. Çünkü: "Kur'ân yedi
harf (lehçe) üzerine indirildi." hadisi şerifinden de maksadın bu mânâlar
olduğu söylenmiştir.
Fakat Hz. Ömer, Hz. Ali, İbnü Mesud, İbnü
Abbas, Hasan, Ebu'l-Âli'ye, İbnü Ebi Melik'e, "Ubeyd b.Umeyr ve bir cemaat
demişlerdir ki, bu yedi " = fâtiha" âyetleridir. Übeyy b. Ka'b, Ebû
Hüreyre, Ebû Sa'îd b. Mu'allâ' rivayetleri ile Resul-i Ekrem (s.a.v) den:
"Ümmü'l- Kur'ân (fâtiha), o tekrarlanan yedi âyettir. Ve bana verilen yüce
Kur'ân'dır." hadisi şerifi de vardır ki, Ebû Sa'id ve Ebu Hüreyre'nin
rivayet ettikleri hadisler Sahih-i Buharî'de de zikredilmiştir. Bundan dolayı
den maksadın, Ümmü'l-Kur'ân olan Fâtiha Sûresi olduğu ve bundan dolayı
Fâtiha'nın ismini aldığı ve yüce Kur'ân'ın, bunun bir tefsiri olduğu bu
hadislerle anlaşılmıştır. Demek ki de yalnız bir kısmı mânâsına değil, aynı
zamanda beyaniyye (açıklama) mânâsınadır.
Mesânîden yedi mesânî demektir. Yani Fâtiha'yı
oluşturan yedi âyet, mesânîden, Kur'ân'dan olduğu gibi başlı başına yedi
mesânîdir. Ve bundan dolayı bütün Kur'ân'ın bir niteliği olan mesânî mânâsı
bunda ayrı bir şekilde katlanmıştır.
Her namazın her rekatında okunan, zammı sûre
ile katlanan Kur'ân'ın her hatminde, duaların başında ve sonunda tekrar edilen,
"nûn", "mim" fasılaları ile nağme (ahenk) üzerine akan, her
âyeti çifte bir anlamı kapsayan ve toplamında dünya ve ahirette kulların en
büyük maksatlarını göstermekle Allah Teâlâ'ya hamd ve senâ hakikatinde toplanan
ümmü'l-Kur'ân, gerçekten her senâya layık, öyle tekrarlanan ve istisna edilen
büyük bir nimettir ki, ancak Hz. Muhammed gerçeğinin ulaşabildiği seçkin
özelliklerdendir.
Görülüyor ki "sana tekrarlanan yedi âyeti
ve yüce Kur'ân'ı indirdik" buyurulmayıp "verdik" buyurulmuştur.
Çünkü maksat yalnız yüce nazm (âyetler) değil, ondaki gerçekler ve istenen
şeylerin de gerçekten bağışlanmış olduğunu açıklamaktır. Düşünmeli ki, o ne
büyük nimet ve ne büyük mutluluktur!
88-89- Sakın o kâfirlerden birkaç çiftini,
birtakımlarını zevklendirdiğimiz dünya malına göz dikme! Bunlar ne kadar zevkli
ve faydalı görünürse görünsün, o tekrarlanan yedi âyet, o yüce Kur'ân nimetinin
yanında hiçtir. Çünkü o "Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun
kimselerin yolu (olup) gazaba uğramışların ve sapmışların yolu değil"
dir.(Fâtîha, 1/7) Bunlar ise sapıklık ve gazabdan kurtulmayan, sonu kötü aldatan
dünya malıdır. Onun için onlara göz dikme, imrenme, kıskanma ve onlara üzülme,
yani iman etmediklerinden ve o mallarla müslüman fakirlere ve dine hizmet
etmediklerinden dolayı üzülme ve müminlere (merhamet) kanatlarını indir. Tam
bir alçak gönüllülük ve şefkat ile himayene al ve de ki şüphesiz ki ben apaçık
bir uyarıcıyım. Allah'ın azabından korkutmakla görevlendirilmiş hak ve hakikati
açıklayan, o fasih (düzgün konuşan) ve beliğ, tanınan uyarıcıyım.
90-91- Nitekim biz Kur'ân'ı kısımlara
ayıranlara, yani Kur'ân'ı parça parça etmek isteyen taksimcilere (azab)
indirmiştik. "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene
(Kur'ân'a) sevinirler. Fakat gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de
vardır." (Ra'd, 13/36) mânâsı gereğince hoşlarına giden bir kısmına
inanıp, bir kısmını da inkar etmek şeklinde Kur'ân'ı parça parça etmek isteyen
ve değişik kısımlara ayrılmış bulunan yahudiler ve hıristiyanlara önce
indirilmiş olan kitaplarda böyle bir uyarıcı geleceği haber verilmişti. Onlar
ise Allah'tan kokmuyor, kısım kısım olmuş Kur'ân'ı parçalamak istiyorlar.
92-93-İşte ey Muhammed! Sen bütün bunlara onun
apaçık uyarıcı olduğunu söyle Rabbine yemin olsun ki elbette ve elbette onların
hepsine soracağız, gerek böyle parça parça ayıranlara ve gerek kâfirlerin
gruplarının hepsini bütün yaptıklarından sorumlu tutacağız.
"Küfrettiklerinden" buyurulmayıp da
gerek kalble ilgili, gerek bedenle ilgili, gerek söz ve gerek fiil ve gerek
terk gibi bütün işleri kapsar şekilde, "Yaptıklarından" buyurulması
ne büyük ve müthiş bir uyarı olduğundan gaflet edilmemelidir. Kur'ân'ın bütün
birliğiyle hepsine iman ve itikat iddia edip de amele gelince, gönlüne göre
bölüşme ve ayırmaya kalkışanlar da bu dehşetli uyarının altına girmiş
oluyorlar.
Bundan dolayı:
Meâl-i Şerifi
94- Şimdi sen emrolunduğunu açıkça tebliğ et.
Müşriklerden yüz çevir.
95- Muhakkak ki alay edenlere karşı biz sana
yeteriz.
96- Onlar Allah ile birlikte başkasını ilâh
edinenlerdir. Onlar yakında bileceklerdir.
97- Gerçekten biliriz ki, onların
söylediklerine göğsün daralıyor.
98- O halde Rabbini hamd ile tesbih et. Ve
secde edenlerden ol.
99- Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine
ibadet et.
94- Sen, sana emrolunanını tebliğ et,
çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam ısrar ile ve hiçbir şeyden
çekinmeyerek emrolunduğunu açıkça beyan et ve vazifeni yerine getir.
Ve müşriklerden yüz çevir. Sözlerine kulak
verme, yaptıklarına aldırma, kendilerine önem verme.
95- Şüphesiz ki biz alay edenlere karşı sana
yeteriz.
96-97- Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâh
edinirler. Yakında bileceklerdir. Görülüyor ki burada bu fasılasının
tekrarlanmasıyla sûrenin sonundan baş kısmına tam bir dönüş yapılmıştır. Yani
yakında belâlarını bulup, ne büyük cinayet yaptıklarını anlayacaklar ve o
vakit, "ah! keşke biz de müslüman olaydık" diye yanıp yakılacaklar.
Andolsun ki biz biliriz onların sözlerinden
gerçekten senin göğsün daralır, için sıkılır; O şirk kelimeleri, Kur'ân'a dil
uzatılması, Peygamberlikle alay edilmesi, şüphesiz canını sıkar, bunalırsın.
98-O halde hemen Rabbine hamd ile tesbih et.
Yani küfür sözlerine canı sıkılmak da Rabbinin bir manevî temizlik terbiyesi,
şükretmeye değer bir nimetidir. Sıkıldın mı hemen Rabbine hamdederek ona tesbih
et ve onu ulula, için açılır ve bunun şükür alâmeti olmak üzere de secde
edenlerden ol, yani namaz kıl, genişlersin
99- ve rabbine ibadet et, bu tarz üzere
Rabbine ibadet etmeye devam et. Sana ölüm gelinceye kadar. Yani her canlı için
meydana gelmesi kesin olan ölüm gelip de Rabbine kavuşuncaya kadar.
Bilindiği gibi "Yakîn" kelimesi gibi
masdar ve sıfat olur. Masdar olduğu takdirde bir şeyi gerçeğe uygun, doğru
inanç ile şüphesiz olarak kesin bir şekilde bilmek demektir. (Bakara, 2/4.
âyetin tefsirine bkz.)
Sıfat olduğu takdirde ise aynı şekilde ilmin
veya mefûl mânâsına gelen "fe'îl" olarak bilinen şeyin sıfatı olur.
Fakat bu âyetteki "El-yakîn"den maksadın kesin ilim olmadığı açıktır.
Çünkü bu durumda Hz. Peygamberin kesin bilgisi yokmuş da gelecekmiş gibi
varsaymak gerekir. Böyle bir varsayımın yanlışlığı ise ortadadır. Şu halde
buradaki "yakîn"i bazı imansızların yaptığı gibi "kesin
bilgi" mânâsına, yorumlamak bir küfür olur. Onun için bütün tefsirciler
buradaki in bilinen mânâsına, yani henüz meydana gelmemiş, fakat meydana
gelmesi kesinlikle belli olan, o kesin olarak inanılan şey demek olduğunda
görüş birliğindedirler. Ancak başındaki Lâm-ı ahd (bilinen bir şeye delalet
eden tarif edatı) ile, o bilinen inanılan şeyden maksadın ne olduğu hakkında
iki rivayet vardır. Bir görüşe göre bu yakînden maksat, vaad edilen yardımdır,
denilmiş. Gerçekten Hz. Peygamber'e, Allah'ın yardımı kesinlikle vaad edilmiş
ve "Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine soracağız." (Hıcr, 15/92)
buyurulduğu üzere sözün gelişi de bunu bildirir. Ancak bu şekilde kastedilen
mâna düşürülmek veya maksat, hedefin içine konulmak veyahut gaye için diğer bir
hükmün gözetilmesi gerekir ki, bunlar, açıkça anlaşılan mânâya aykırı
görünürler.
Tefsircilerin çoğu ise bu "yakîn"
den maksadın ölüm olduğunu nakletmektedirler. Çünkü ölüm, her canlı için, en
fazla kesin olarak inanılan bir şeydir. Yükümlülük sınırının sonudur. Şüphe yok
ki burada ölümün, açıkça zikredilmeyerek "yakîn" deyimi ile
anlatılması çok anlamlıdır. Sözün gelişi Hz. Muhammed'i teselli yerinde
söylendiği için bunda ölüm açıkça söylenmediği gibi Peygamberin vefatı en
yüksek bir hayat gayesi ile anlatılmış, yani Bakara, 2/4) sırrına erişenler
için "Allah'ın huzuruna çıkmak", "Allah'ın huzuruna dönmek"
emrine kesinlikle inanıldığı için, Hz. Peygamberin vefatı, Allah'ın huzuruna
çıkmanın, hakka'l-yakîn (bizzat kesinlikle gerçekleşmesi) demek olduğuna işaret
edilmiştir.
Özetle herkes için kesin olarak inanılan ve
seni Rabbine hakka'l-yakin kavuşturacak olan ölümden bile çekinmeyerek
yaşadığın müddetçe Rabbine ibadet ve kullukta devam etmekle "Sana
emredileni, kafaları çatlatırcasına anlat" emrini yerine getir.
Hıcr Sûresi burada biterken bakınız Nahl
Sûresi bu sonucu nasıl mükemmel bir başlangıçla takip edecektir.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
hicr - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.