Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Enbiya Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
21-ENBİYA:
1-10- "Gizli fısıltı yaptılar."
Necvâ, gizli fısıltı demek olduğu halde; bir de bunun gizlice söylendiğini
açıkça belirtmek, fısıltının gizlilik derecesini göstermek içindir. Böyle
olduğu halde Hz. Peygamber, Allah'tan aldığı bilgi ile onlara ne söylediklerini
haber verdi. Bunun üzerine şaşırıp kaldılar da nereden duydun dediler. Cevap
olarak dedi ki "Rabbim gökte ve yerde (söylenen) her sözü bilir." Bu
durumda peygamberliği itiraf etmeleri gerektiği halde, yine de kendi
aralarında. Hayır bunlar karışık rüyalardır, (Yusuf, 12/44. âyetin tefsirine
bkz.) fakat yalan karışık rüya ile bir gerçeğin bilinemeyeceği hususu açık
seçik olduğundan, dediler ki hayır uydurdu. Kendiliğinden altı üstüne vurdurdu.
Bu iftirayı da beğenmediler de hayır o bir şairdir, bir şiir söylüyor dediler.
İşte Rablerinden gelen ihtarı eğlenceye alan, Kur'ân nazil oldukça onunla alay
eden, o kalpleri gaflette olan zalim kâfirler peygamberliğin bir Allah vergisi
olduğuna inanmak istemeyip, kendi gönülleri o yönde olduğundan dolayı nefislerine
kıyaslamak suretiyle, onu (peygamberliği) gizlice tertipledikleri
toplantılarında bir sihirbazlık, bir hilekârlık olarak değerlendirmek
isterlerken, o gizli sırlarını açığa vurup haber veren vahyin icazı (mucizeliği
herkesi acze düşüren konumu) karşısında şaşırarak yok rüya, yok uydurma, yok
şair diye saçmaladılar da nihayet "Önceki peygamberler gibi, o da bize bir
mucize getirsin." dediler. Sanki inanacaklarmış gibi önceki peygamberlerin
mucizelerini istediler ki, bu gün de üzerinde kısa bir inceleme yapıldığı zaman
inkârcıların ileri sürdükleri iddiaların bunlardan ibaret olduğu görülecektir.
"Biz onları yemek yemez birer cesed kılmadık." yani cansız
heykellerden ibaret değillerdi. Zikriniz bunda, yani muhtaç olduğunuz öğüt ve
dillere destan olacak şan ve şerefiniz bundadır.
Meâl-i Şerifi
11- Biz halkı zalim olan nice memleketleri
kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka milletler var ettik.
12- Onlar azabımızın şiddetini hissettikleri
zaman oradan kaçmaya koyuluyorlardı.
13- "Koşup kaçmayın; size nimet verilen
yere, yurtlarınıza dönün ki, sorguya çekileceksiniz" dedik.
14- Onlar da: "Vay bizlere! Biz gerçekten
zalimler idik" dediler.
15- Biz, onları biçilmiş bir ekin ve bir yığın
kül haline getirinceye kadar hep sözleri bu feryad olmuştur.
16- Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri,
boş bir eğlence için yaratmadık.
17- Eğer bir eğlence edinmek isteseydik,
elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık.
18- Hayır, biz hakkı batılın başına çarparız
da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın (batıl) o anda yok olup gitmiştir.
Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan ötürü size yazıklar olsun.
19- Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar
O'nundur. Katında olanlar O'na kulluk etmekten ne çekinirler, ne de yorulurlar.
20- Gece gündüz (hep Allah'ı) tesbih ederler,
usanmazlar.
21- Yoksa (Mekke müşrikleri) birtakım ilâhlar
edindiler de yerden ölüleri onlar mı diriltecekler?
22- Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar
olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş'ın
Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün
noksanlıklardan) beridir, münezzehtir.
23- O, yaptığından sorumlu olmaz, onlar ise
sorumlu tutulacaklardır.
24- Yoksa O'ndan başka ilâhlar mı edindiler?
De ki: "Kesin delilinizi getirin. İşte benimle beraber olanların kitabı ve
benden öncekilerin kitabı." Hayır, onların çoğu gerçeği bilmezler de onun
için yüz çevirirler.
25- Senden önce hiçbir peygamber göndermedik
ki, ona şöyle vahyetmiş olmayalım: "Gerçek şu ki benden başka ilâh yoktur.
Onun için bana ibadet edin."
26- Böyle iken dediler ki: "Rahmân çocuk
edindi." Allah bundan münezzehtir. Doğrusu melekler (Allah'ın çocukları
değil.) ikram olunmuş kullardır.
27- Onlar Allah'ın sözünün önüne geçmezler,
hep O'nun emriyle hareket ederler.
28- Allah, onların önlerindekini de,
arkalarındakini de (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar, Allah'ın
hoşnud olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler. Hepsi de O'nun korkusundan
titrerler.
29- İçlerinden kim: "Ben, O'ndan başka
bir ilâhım" derse, biz ona cehennemi ceza olarak veririz. Zalimleri biz
böyle cezalandırırız.
11-21- Oyuncu olarak yaratmadık, yani
üzerinizde her türlü güzel süslemelerle dolu yükseltilmiş bir tavan halinde
yükselip duran gök ve altınızda ince menfaatlerle dopdolu, kurulu bir beşik
gibi döşenmiş olan yer ve aralarındaki harika yaratıklar, gönülleri oyunda olan
ve Rahmân'ın ihtar ve öğütlerini eğlence yerine koyan o zalimlerin hayal etmek
istedikleri gibi oyuncak değildir. Hakkı tanımak ve ebedî hayat yolunda yüksek
menfaatlerinden istifade edilmek üzere hak ve hikmetle yaratılmış Allah'ın
kudretinin göstergesidir. Eğer bunlar yalnız insanların dünya hayatı için
yaratılmış olsaydı "dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden
ibarettir." (Muhammed, 47/36) âyetinin mânâsı gereğince bir oyun ve
eğlenceden ibaret olması lazım gelirdi. Nitekim dünya hayatından başkasını
düşünmeyen kâfirler, bütün dünyayı kendilerine oyuncak etmek istemişler ve hatta
bu duygu ile felsefe yapacağız diye neler söylemişlerdir.
Sözün kısası, o zalimler ne kadar oynamak
isterlerse istesinler, yaradılış bir oyuncak olmadığı gibi, yaratan da asla bir
oyuncu değildir. Nitekim buyuruyor ki eğer biz bir eğlence edinmek isteseydik elbette
onu katımızdan edinirdik. yani sırf ilâhî bir eğlence edinirdik. Ve bu durumda
o bir eğlence değil hikmetin ta kendisi olurdu. Demek yüce Allah'ın eğlence
edinmiş olması asla düşünülemez, yahut dünyayı onların kendisiyle eğlenecekleri
bir oyuncak değil, kendi katımızdan kendimiz için bir eğlence yapardık eğer
yapacak olsaydık; öyle değil, böyle yapardık, ama yapmayız. Şayet yüce Allah'ın
şanına eğlence yakışsaydı böyle yakışırdı. Fakat her şeyi hikmetle yapan
Allah'ın yüceliğine eğlence asla yakışmaz. Tâlî (ikinci önerme) batıl ise, ona
bağımlı olan mukaddem (birinci önerme) de öyledir. Diriltme işini onlar mı
yapacaklar? Ölüleri kabirlerinden onlar mı kaldırıp diriltecekler?
22- Yerde gökte yani bütün varlık dünyasında
şayet söz sahibi olacak ve kendisine itaat edilecek Allah'tan başka ilâhlar
olsaydı muhakkak ikisi de fesada uğrar yok olurdu. Yer ve gök bütün kâinat yok
olup giderdi veyahut hiç var olamazdı. Madem ki, bütün düzenleriyle
varlıklarını sürdürmektedirler, o halde Allah'tan başka ilâh yoktur. Çünkü ilâh
demek hiçbir hususta acizliğe düşmesi mümkün olmayacak şekilde mükemmel bir
kudret sahibi demektir. Onun için Allah'tan başka yerde ve gökte kendi gücü ile
işleri idare eden ve icraat yapan ilâhlar farz edildiği takdirde her birinin
illet-i tamme (herhangi bir şeyin var olması için gerekli olan sebep, etken)
olması lazım gelir, herbirinin yeteri kadar güce sahip olduğu, icad etme, yok
etme, diriltme, öldürme, bozma ve değiştirme ve daha nice işleri başkasına
muhtaç olmaksızın tek başına yapabilecek kuvveti bulunduğu varsayılmış olur. Bu
durumda yer ve göğün var olmalarının gerçekleşmesinde ya her biri, ya hepsi
ayrı ayrı tesir etmiş olacak veya yalnız birisi etken olacak. Yalnız biri etken
olacaksa diğerleri ilâh değilmiş demek olur. Ve eğer her biri etken olacaksa
çeşitli sebeplerin bir tek etki alanı üzerine, bağımsız bir şekilde gelip
toplanmaları ve çatışmaları lazım gelir ki, imkansız bir şeydir. Bunların
anlaşarak orada toplanmaları imkansız olduğu gibi, bir uyumsuzluk içerisinde,
anlaşmaksızın orada bulunmaları da mümkün değildir. Çünkü, anlaşmazlık olursa,
mesela biri yapmak isterken diğeri yıkmak isterse, eserde karşıt iki tarafın
münakaşası ve karşılıklı engellemeleri sonucu hiçbir şey meydana gelemez. Eğer
anlaşarak bir yerde toplanmışlarsa, bağımsızlık konusunda tartışma ve çelişki
olur.
Diğer bir ifadeyle karşı güçler arasında
birbirlerini geriye püskürtme eylemi oluşur veya hasılı tahsil (var olan bir
şeyi var etmeye çalışma) lazım gelir. Ve yine birden fazla ilâhın olmaması
gerekir. Yok eğer hepsinin anlaşıp ortaklaşa yaptıkları etkileri varsayılacak
olursa, bu durumda herhangi bir şeyin var olması için gerekli olan sebepler,
ancak hepsinin toplamından ibaret olacağından, herbiri tam bir etken değil,
tesir gücü az olan noksan etken olmuş olur. Noksan olan ise ilâh
olamayacağından hiçbirinin ilâh olmaması gerekir. O halde olsa olsa bunların
hepsi ancak birleşerek bir ilâh olacak, yani değişik ilâhlar topluluğu değil de
noksanlardan meydana gelen bir topluluğun tümüne birden bir ilâh denmiş olacak.
Halbuki her ne olursa olsun bunların yekünü de bağımsız bir güce sahip
değildir; yer ve gök gibi, birleşmeye, bir düzene ve bunları yapacak etkin bir
güce muhtaçtır, dış etkilere bağlıdır. Böyle olan bir şeyin, ilâh olamayacağı
ise açıktır. Sözün kısası Allah'tan başka ilâhlar ve hatta O'nun dışında bir
ilâh bile varsayılırsa, gerek ortaklık şeklinde farzedilsin ve gerek tek başına
bağımsız olarak düşünülsün ilâh varsayılanların ilâh olamaması lazım gelir.
Çelişki muhakkak olurdu. Mutlak varlıkta sağlıklı hiçbir yapıya imkan kalmaz,
varlık namına hiçbir şey gerçekleşemezdi, yer ve gök bulunamazdı. Oysa bugün
yer ve gök bozguna uğramayıp, sağlıklı yapılarıyla dimdik ayaktadırlar.
Demek Allah'ın birliği yer ve göğün varlığı
sebebiyle çok açık bir şekilde bilinmektedir. İşte Allah, O her şeye galib, O
büyük varlık ve yaratılış saltanatına sahib olan, o Arş'ın Rabbı, başka ilâhlar
edinen putçuların, zalimlerin ve gafillerin isnad ettikleri vasıflarından çok
münezzeh ve yücedir. O'nu noksanlık lekelerinden tenzih ederek tesbih
etmelidir.
23-O halde Allah o zalimleri, kâfirleri, o
kötülük yapanları niçin yaratıyor? İsterse bir zaman için olsun onların
fenalıklarına niye meydan veriyor, denecek olursa O, yaptığından sorumlu olmaz.
Onun hiçbir şekilde sorumlu bulunma ihtimali yoktur. Hikmeti araştırılıp üzerinde
düşünülmez değil, fakat her türlü kusurdan uzak olan Allah'ın yaptığı
işlerinden dolayı, kendisiyle münakaşa edilme imkan ve ihtimali olmadığı gibi,
fiillerine de kendisinden başka hakim ve bir şeyin olmasını gerekli kılacak bir
sebep, bir niçin, bulunması ihtimali de yoktur. Çünkü O'nun üstünde hiçbir
hakim, hiçbir etken yoktur. O, bütün hakimlerin hakimi, bütün sebep ve
etkenlerin yaratıcısı ve icad edicisi olan, istediğini yapan tek ilâhtır.
Dilediği şekilde hareket eder, bununla beraber eğlence edinmekten münezzehtir.
Hiçbir işi oyuncak değil, her yaptığı hikmetin ta kendisidir. Hikmetinin
hakikati de kendi bilgisindedir. Bildirirse bildirir, bildirmezse yalnız kendi
bilir. Sözün özü: O'na karşı "Şu neden şöyle oldu, niçin yaptın? Söyle
bakayım" gibi sorgu ve azarlamaya kalkışmak kimsenin haddi değildir.
Halbuki onlar, yani kullar sorgulanırlar.
Allah'ın huzurunda bütün yaptıklarından
sorgulanacak, ona göre sevabını veya azabını göreceklerdir.
24- De ki: "delilinizi getirin
bakalım". Yani Allah'tan başka ilâh edinenlerin davalarını ispat
edebilecek aklî ve naklî hiçbir delilleri yoktur. Halbuki din işlerinde ve
özellikle böyle en önemli bir davada delilsiz söylenen sözlerin hiçbir hükmü
yoktur. Şu halde bu açıklamadan sonra delillerini boğazlarına tıkmak ve
hadlerini bildirmek için "Ey Muhammed! Onlara de ki: Haydi o davanıza bir
delil getirmek mümkün ise getirin bakayım."
İşte, sizin de gördüğünüz gibi benimle
birlikte olanların kitabı, yani ümmetime bir öğüt ve bir tefekkür kaynağı olmak
üzere tebliğ edip açıkladığım kitab ve öğüt ve benden öncekilerin kitabı! Daha
önceki peygamberlerin ümmetleri için yapılan öğüt. Bunlar meydanda, hepsi de
Allah'ın birliğini gösteren aklî ve naklî deliller olarak ortaya konmuştur.
Hani ya sizin ki? Diğer bir ifadeyle: İşte benim ümmetimin kitabı olan Kur'ân
ve önceki ümmetlerin kitabı olan Tevrat ve diğer bilinen kitaplar! Bunlara
müracaat edin, sizin Allah'a ortak koşma davanıza bir delil bulabilir misiniz?
Haydin bakalım! Ne mümkün. Hayır, onların çoğu gerçeği bilmezler, körü körüne
başkalarının arkasından giderler de onun için haktan yüz çevirmektedirler.
Ancak bir azınlık vardır ki, haktan hoşlanmazlar, haksızlıklarından dolayı bile
bile yüz çevirirler.
Bunlar, önceki peygamberlerin öğrettikleri
tevhid inancı değildi diyecek olurlarsa: "Senden önce hiçbir peygamber
göndermedik ki, ona şöyle vahyetmiş olmayalım: 'Gerçek şu ki, benden başka ilâh
yoktur. Onun için bana ibadet edin..."
Meâl-i Şerifi
30-O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle
yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan
yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?
31- Yeryüzünde, insanlar sarsılmasın diye
sabit dağlar yarattık, rahat gidebilsinler diye dağların aralarında geniş
yollar var ettik.
32- Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık.
Kâfirler ise, gökyüzünün alâmetlerinden (Allah'ın kudret ve azametine delalet
eden delillerinden) yüz çeviriyorlar.
33- Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan
O'dur. Bunların her biri kendi dairesinde dolaşmaktadır.
34- Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir insanı
ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı? Senin ölmenle rahata
kavuşacaklarını mı sanıyorlar?
35- Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir
imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize
döndürüleceksiniz.
36- O inkârcılar seni gördükleri zaman, seni
alaya alıyorlar ve "İlâhlarınızı diline dolayan bu mudur?" diyorlar.
Halbuki onlar Rahmân'ın kitabını inkâr ediyorlar.
37- İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size
yakında (azaba dair) alametlerimi göstereceğim. Şimdi siz acele etmeyin.
38- "Doğru sözlü iseniz (bildirin) bu
vaad ne zamandır?" derler.
39- Bu kâfirler ateşi yüzlerinden ve
sırtlarından men edemeyecekleri ve yardım da göremeyecekleri zamanı, bir
bilseler!
40- Doğrusu bu azap onlara ansızın gelecek de
kendilerini şaşırtacaktır. Artık ne geri çevrilmesine güçleri yetecek, ne de
kendilerine mühlet verilecektir.
41- Yemin olsun ki, senden önce birçok
peygamberle alay edildi de içlerinden alay edenleri, o alay ettikleri şey
(azap) kuşatıverdi.
25-29- De ki: "delilinizi getirin
bakalım". Yani Allah'tan başka ilâh edinenlerin davalarını ispat
edebilecek aklî ve naklî hiçbir delilleri yoktur. Halbuki din işlerinde ve
özellikle böyle en önemli bir davada delilsiz söylenen sözlerin hiçbir hükmü
yoktur. Şu halde bu açıklamadan sonra delillerini boğazlarına tıkmak ve
hadlerini bildirmek için "Ey Muhammed! Onlara de ki: Haydi o davanıza bir
delil getirmek mümkün ise getirin bakayım."
İşte, sizin de gördüğünüz gibi benimle
birlikte olanların kitabı, yani ümmetime bir öğüt ve bir tefekkür kaynağı olmak
üzere tebliğ edip açıkladığım kitab ve öğüt ve benden öncekilerin kitabı! Daha
önceki peygamberlerin ümmetleri için yapılan öğüt. Bunlar meydanda, hepsi de
Allah'ın birliğini gösteren aklî ve naklî deliller olarak ortaya konmuştur.
Hani ya sizin ki? Diğer bir ifadeyle: İşte benim ümmetimin kitabı olan Kur'ân
ve önceki ümmetlerin kitabı olan Tevrat ve diğer bilinen kitaplar! Bunlara
müracaat edin, sizin Allah'a ortak koşma davanıza bir delil bulabilir misiniz?
Haydin bakalım! Ne mümkün. Hayır, onların çoğu gerçeği bilmezler, körü körüne
başkalarının arkasından giderler de onun için haktan yüz çevirmektedirler.
Ancak bir azınlık vardır ki, haktan hoşlanmazlar, haksızlıklarından dolayı bile
bile yüz çevirirler.
Bunlar, önceki peygamberlerin öğrettikleri
tevhid inancı değildi diyecek olurlarsa: "Senden önce hiçbir peygamber
göndermedik ki, ona şöyle vahyetmiş olmayalım: 'Gerçek şu ki, benden başka ilâh
yoktur. Onun için bana ibadet edin..."
30- O kâfir olanlar, görmediler mi? Baksalar
ya; veya haberleri yok mu, sorsalar ya; veyahut şu görüş ve düşüncede değiller
mi? Göklerle yer, şu gördükleri âlemin yukarı kısmını teşkil eden yüksekler ve
alt kısmını oluşturan yer bitişik idiler. İkisi de deliksizdi. Yukarıdan yağmur
yağmıyor, yerde ot bitmiyordu, bunu görüyorlardı. Veyahut yer, dağsız deresiz
yekpare; gök boyutları da güneşi, ayı, gökcisimleri ve yıldızları yok, tek bir
bütün halindeydi. Veyahut yer, gökcisimlerine bitişik, hepsi bir şeydi. Gök
cisimleri ve kütleleri arasında şimdiki çeşitlilik sözkonusu olmayıp hepsi de
birbirine benzer birer madde idi. Veyahut hepsi başlangıçta var olmamakla
ortaktı. Dışta görünen ve farklı özellik gösteren bir varlık değildi. Bunları
da şimdiki görünen durumlarından bir fikir edinip ondan delil çıkarmak yolu ile
veya duyulup nakledilen bilgiler ışığında bilirler veya bilebilirler. Baksalar
ya, öyle iken biz onları koparıp ayırdık. Yok iken yaratıldılar, bir şey iken
çoğaldılar. Başlangıçta duman gibi bir madde iken farklı şekiller alıp değişik
kütleler oldular. Bir tabiatta kalamayıp değişik karekterlerle
çeşitlendirildiler. Yer, göklerden ayrıldı, yukarısından yağmur yağdırıldı,
üzerinde otlar bitirildi. Ve hayatı olan herşeyi sudan yarattık. Yani gerek
bitki, gerek hayvan ve gerek insan olsun, canlı olan her şeyin hayatına suyu
sebep kıldık. Bazıları buradaki sudan maksadın nutfe (sperma) olduğunu
söylemişlerdir. Ancak bu takdirde canlılardan sadece bir kısmını canlılık
kavramına tahsis etmek icab eder. Halbuki su bilinen yönüyle asıl mânâsına
olduğu takdirde "hayatı olan her şey" mânâsı genel olarak
hayvanlardan başka bitkileri de içine alacaktır. Şüphesiz gerek hayvanların ve
gerek bitkilerin hayatlarının su ile bağlantısı bilinen bir gerçektir.
Son zamanlarda suyu oluşturan elementlerin en
önemlisi olan hidrojen, bütün elementlerin temel esası gibi mütalaa olunmaya
başladığına göre, Kur'ân'ın bu uyarısı daha kapsamlı bir gerçeğe işareti de içine
almış olur. Gerçi organik kimyada karbon bir temel element olarak mütalaa
edilmektedir. Ve hayatın hava ile de alakası vardır. Fakat âyette sözü edilen
"Şey" sözcüğünün, suyun dışında kalan diğerleri için de aykırı bir
tarafı olmadığı gibi, bunlar herkes için su kadar açık ve gözle görülen şeyler
de olmadığından, burada en açık delil ileri sürülmüştür ki, o da sudur. Suyun
ratk (bitişik olma) ve fatk (ayırma) ile münasebeti apaçık olup herkesçe
bilinmektedir. Tabiat (yaratılış) üzerinde bu bitişik olma ve ayrışma durumu
ile, bu şekilden şekile değiştirme olayı o kâfirlerin görüp durdukları veya
düşünüp kıyaslama yoluyla bildikleri veya haber aldıkları bir iş, bir icraat
olduğu halde yine de imana gelmezler hâ! Bir sudan yaratıldıklarını bilirler de
hâlâ Allah'ın sanat ve tesirine inanmazlar, tabiat, tabiat deyip dururlar hâ!
İşte tabiate kalsaydı tabiat kendi kendine değişir miydi, yer ile gök yokluktan
varlığa gelirler miydi veya yer gökten ayrılır mıydı veya kuru havada yukarıdan
yağmur yağar, kuru toprakta otlar biter miydi, sonra o cansız tabiatlarda aynı
bir sudan değişik hayatlar meydana gelir miydi, insanlar olur muydu, kendileri
hayat bulurlar mıydı? Onlar kendilerini parçalanmaz mı zannediyorlar? ü
31- Halbuki onları yaratan biz, o yeryüzünde
kendilerini sarsacak diye ağır baskılar yaptık. Yani gökten ayırdığımız ve
üzerinde kendilerine sudan hayat verdiğimiz insanları, yerküresi hareketiyle
çalkalayıp sıkıntıya sokmasın, sakin olacak yer bulsunlar diye o yeryüzünde
suya karşılık sulb oturaklı kıt'alar (Omurgaları derinliklere gömülmüş parçalar
yani:) dağlar meydana getirdik. Bir düşünmeli ki, yeryüzü, sıvı bir halde
kalsaydı ve yer hareket ettikçe insanlar çalkanıp dursaydı ne büyük sıkıntı
olurdu. Toprak kütlesinin yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile,
bu sıkıntı bertaraf edilip yeryüzü, insanların yaşaması için oturulabilir bir
hale getirildi. Ve orada birtakım alanlar, yollar yaptık ki doğru yolu
bulabilsinler. Arzu ettikleri yere doğru gidebilsinler veya hak yolunu
tutsunlar.
32- Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık.
"Onları (gökleri) kovulmuş her şeytandan koruduk" (Hıcr15/17)
âyetinde belirtildiği gibi, şeytanların saldırısından korumuş veyahut kendisine
tayin edilmiş zamana kadar bozulup dağılmaktan korunmuştur. "Doğrusu gökleri
ve yeri zeval bulmaktan Allah koruyup tutuyor. And olsun ki, zeval bulurlarsa,
onları O'ndan başka kimse tutamaz. O şüphesiz Halîmdir, bağışlayandır."
(Fâtır, 35/41) Onlar ise bunun (gökyüzünün) alâmetlerinden yüz
çevirmektedirler. Gökyüzünde Allah'ın kudretini ve O'nun birliğini gösteren
bunca delillerin gösterdiği gerçeklerden yüz çevirip geçiyorlar.
33- Halbuki geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı
yaratan O'dur. Bunların her biri kendi dairesinde dolaşmaktadır. Demek
zannedildiği gibi onları felek (yörünge) döndürüyor değil, onlar felekte ve
herbiri bir yörüngede yüzüyorlar. Felek, devreden şey demek olduğuna göre,
bazıları feleği dolaşan bir cisim saymışlardır ki, bunlar, zamanlarının fen
telâkkisine kapılmış görünüyorlar. Halbuki Dahhâk'tan rivayet olunduğu üzere
felek, yıldızların medarı, yani dolaştığı yer diye tarif edilmiştir ki, sırf
rıyazî (matematiksel) bir ifadedir. Son zamanlarda dilimizde bu medar kelimesi
gibi "mahrek" (hareket yeri) demek de terim olmuştur. Biri devirden
ism-i mekân, biri de hareketten ism-i mekândır. Âyette yalnız güneş ile ay
zikredildiği halde haberde tesniye getirilmeyip ikiden daha fazlasını ifade
eden çoğul siğasıyla "yüzerler." buyurulması dikkate değer
görülmüştür.Burada tefsirciler, bir kaç yorum söylemişlerdir:
Birincisi: "Güneş, ay ve yıldızlar"
takdirinde olmasıdır ki, güneş ile ayın yanında yıldızlar hazfedilmiş sonra da,
hepsi anlamında olan "küllün" sözcüğü ve çoğul siğası olan
"yesbehûn" ile hepsine işaret olunmuş demektir.
İkincisi: Bu karîne (maksadı gösteren alâmet)
ile güneş ve aydan cins olarak bütün yıldızların kast edilmiş olmasıdır. Bunu
bazıları, doğuş yerlerinin değişmesi itibariyle güneş ile ayın bir çoğulu gibi
düşünmek ve dolayısıyla da diğer yıldızların âyette söz konusu edilmediğini
kabul etmek istemişlerdir. Fakat bu tarz düşünce söz konusu edilecek olursa,
diğer yıldızların da kimisinin ay mânâsında olduğuna işaret olarak bu ikisini
hepsini cinsi gibi almak daha münasiptir. Sonra "kül" genellemesi,
güneş ve ayla beraber daha önce adı geçen "yer"i de içine alarak
hepsine işaret yapılmış olma ihtimali de vardır ki yer, güneş, ay bütün gök
cisimlerinden herbiri bir yörüngede yüzüyorlar demek olur. Ve demek ki ne kadar
gök cisimleri varsa o kadar da yörüngeleri vardır. Sözün özü, hangisi olursa
olsun şurası muhakkak ki, burada eski astronomi ilminin kabul ettiği bir
teorinin reddedilmesi vardır. Çünkü onlar güneş ile ayı, yörünge hareket
ettiriyor diyorlardı. Burada ise herbirinin birer yörüngede kendilerinin yüzdükleri
haber veriliyor ki, gök cisimlerinden her birinin fezada bir mihver (eksen)
veya mahrek (yörünge) üzerinde hareket ettiklerini söyleyen yeni astronomi
nazariyesinin esası da budur. Şüphesiz eskilerin nazarında da fenleri
şimdikilerinki gibi ve belki daha kuvvetli bir kanaatle takip ediliyordu. Demek
ki, bugün bu ve benzeri âyetlerde Kur'ân'ın fenne karşı büyük bir zaferini
okumaktayız. O halde bildiğimiz fen ilimlerine aykırı görünen noktalara rast
gelindiği zaman, Kur'ân fenne uydurulmaya çalışılmamalı, fen, Kur'ân ile
bağdaştırılmaya uğraşılmalıdır.
Şimdi düşünün ki, bir kısmı güneş gibi ışığın
kaynağı, bir kısmı ay gibi başkası tarafından aydınlatılan (milyarlarca) gök
cisimlerinin herbiri kendine mahsus bir dairede yüzüyor; hiçbiri sakin değil,
hepsi de birer eksen etrafında periyodik hareketler yapmaktadır. Bir tutarları
da yok, hepsi fezânın boşluğunda, bir nizam ve düzen içerisinde yollarına devam
etmekte ve her türlü kusurdan korunmuş olarak yörüngelerinde yüzmektedirler. Bu
ne harika sanat, ne büyük kudret ve ne büyük âyetlerdir. Bunların hepsinden
Allah'ın birliği ve yüceliği okunur. Fakat kâfirler bunları görseler de
şaşkınlıklarından yüzlerini çevirirler, şuna buna isnad etmeye kalkışırlar.
Zerre kadar insafı olanların itiraf etmesi gerekir ki, işte bu sözü, yüce
Allah'ın birliğinin ve kudretinin delillerini görünen âlemde gösterirken, aynı
zamanda Allah'ı gösteren delillerden birisi de Hz. Muhammed'in nuru olduğunu
göstermek için, Hz. Muhammed'in peygamberliğini anlatacak hususi bir delil olmak
üzere, yerin gökten ayrılmış olması gibi bilimsel bir gerçeği fizik ve felsefe
adamlarına ders verdikten sonra, Batlamyus astronomisini kökünden yıkan bir
vecize ile astronomi bilginlerine de yeni bir fenn (ilmi buluş)in başlangıcı
olacak bilimsel bir genel kaide veriyor. Gerçi Kopernik, Nevton, Lâplâs gibi bu
fen (Astronomi) ile meşgul olan kimselerin böyle bir Astronomik kanunu
bulmaları aslında çok üstün bilimsel bir başarı ve bir deha olmakla beraber bir
mucize sayılmazsa da, bunu, ümmi (okuma, yazması olmayan) bir insanın bütün
ilim dünyasına karşı meydan okurcasına haber vermiş olması, onun
peygamberliğini ortaya koyan Allah'ın âyetlerinden bir âyet olduğunda şüpheye
yer bırakmaz.
34- Bir de biz senden önce de hiçbir insanı
ölümsüz kılmadık. Her kim olursa olsun insanoğlundan hiç bir ferde bu dünyada
ebedî kalmayı nasib etmedik. O halde sanki sen ölürsen onlar baki kalacaklar
mı? Senin ölümünü gözeten "Biz onun felaket zamanını bekliyoruz."
(Tûr, 52/30) diyen o kâfirler bâkî mi kalacaklar ki, senin ölümünü düşünerek
teselli bulmak istiyorlar?
35-41- Her nefis ölümü tadacaktır. O acıyı
duyacaktır. (Al-i İmran, 3/114 . âyetin tefsirine bkz.) Ve biz sizi bir imtihan
olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Bu dünya öyle bir imtihan ve deneme
yeridir ki, her iyiliğin önünde bir şer engeli vardır. Bununla beraber ölümle
her şey bitiverecek değildir. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz,
dağılıp toplanılarak hesap görülecek, imtihanların iyi veya kötü, mükafat veya
cezaları verilecektir. "O inkârcılar seni gördükleri zaman seni alaya
alıyorlar... "
Meâl-i Şerifi
42- De ki: "Geceleyin ve gündüzün sizi
Rahmân'dan kim koruyabilir?" Ama onlar Rablerinin kitabından yüz
çevirmektedirler.
43- Yoksa kendilerini bize karşı savunacak
tanrıları mı var? O tanrılar kendilerine bile yardım edemezler, katımızdan da
dostluk görmezler.
44- Doğrusu biz o kâfirleri ve atalarını
yaşattık, hatta o ömür onlara uzun geldi. Fakat şimdi memleketlerini her yandan
eksilttiğimizi görmüyorlar mı? O halde üstün gelen onlar mıdır?
45- De ki: "Ben sizi ancak vahiyle
korkutup uyarıyorum," uyarıldıkları zaman sağırlar çağrıyı duymazlar.
46- Yemin olsun ki, Rabbinin azabından az bir
şey onlara dokunursa, muhakkak "Vay bizlere, biz gerçekten
zalimlerdik" diyeceklerdir.
47- Biz kıyamet günü için doğru teraziler
kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan amel, bir hardal
tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız.). Hesap görenler
olarak da biz kâfiyiz.
42-47- "Bir yere gelir, etrafından
eksiltiriz." (Râd, 13/41. âyetinin tefsirine bkz.)
Meâl-i Şerifi
48- Yemin olsun ki, Musa ve Harun'a eğriyi
doğrudan ayıran kitabı, takva sahibleri için bir ışık ve öğüt olarak verdik.
49- Onlar görmedikleri halde Rablerinden
korkarlar, kıyamet saatinden de titrerler.
48-49- Yani Musa ve Harun'a verilen âyetler ve
mucizeler içinde en mühim ve en faydalı olarak Tevrat verildi ki, hak ile
batılı ayıran hükümleri, aydınlatıcı ve öğüt verici irşad ve vaazları içine
almaktaydı. Bu böyle.
Meâl-i Şerifi
50- İşte bu (Kur'ân) da indirdiğimiz kutsal
bir kitaptır. Şimdi siz bunu mu inkâr ediyorsunuz?
50- İşte bu da, yani Kur'ân da öyle mübarek
bir zikirdir ki onu biz indirdik. Ey önceki peygamberlere verilen mucizelerin
tıpkısını isteyenler! Şimdi siz bunu mu inkâr ediyorsunuz?
Meâl-i Şerifi
51-73-51- And olsun ki biz daha önce İbrahim'e
de rüşdünü vermiştik (akla uygun olanı göstermiştik). Biz onu biliyorduk.
52- O zaman o, babasına ve kavmine: "Bu
tapınıp durduğunuz heykeller nedir?" demişti.
53- Onlar: "Biz atalarımızı bunlara tapar
bulduk" dediler.
54- İbrahim: "And olsun ki sizler de,
atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz" dedi.
55- Onlar : "Sen bize gerçeği mi getirdin
(Sen ciddi mi söylüyorsun), yoksa şaka mı ediyorsun?" dediler.
56- O şöyle dedi: "Hayır Rabbiniz
göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben de buna şahidlik
edenlerdenim."
57- "Allah'a yemin ederim ki, siz
arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza elbette bir tuzak
kuracağım."
58- Derken o, bunları parça parça etti. Yalnız
kendisine başvursunlar diye onların büyüğünü sağlam bıraktı.
59- (Kavmi) "Tanrılarımıza bunu kim
yaptı? Doğrusu o zalimlerden biridir." dediler.
60- (Bazıları) "İbrahim denen bir gencin,
onları diline doladığını duymuştuk" dediler.
61- "O halde onu insanların gözleri önüne
getirin, olur ki (aleyhinde) şahidlik ederler" dediler.
62- (İbrahim gelince ona) "Ey İbrahim!
bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?" dediler
63- İbrahim: "Belki onu şu büyükleri
yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun" dedi.
64- Bunun üzerine vicdanlarına dönüp (kendi
kendilerine) dediler ki: "Doğrusu siz haksızsınız."
65- Sonra yine (eski) kafalarına döndüler:
"And olsun ki (ey İbrahim!) bunların konuşmayacağını (sen de)
bilirsin." dediler.
66- (İbrahim) dedi: "O halde, Allah'ı
bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı
tapıyorsunuz?"
67- "Size de, Allah'ı bırakıp
taptıklarınıza da yazıklar olsun, siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?"
68- Onlar: "Bir şey yapacaksanız, şunu
yakın da tanrılarınıza yardım edin" dediler.
69- Biz: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin
ve zararsız ol" dedik.
70- Ona düzen kurmak istediler, fakat biz
kendilerini daha fazla hüsrana uğrattık.
71- Onu da, Lût'u da, âlemler için bereketli
ve kutsal kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.
72- Ona (İbrahim'e) İshak'ı, üstelik bir de
Yakub'u ihsan ettik ve herbirini salih kimseler kıldık.
73- Onları buyruğumuz altında (insanlara)
doğru yolu gösterecek önderler kıldık. Kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz
kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdir.
Meâl-i Şerifi
74-75-74-Biz Lût'a da bir hüküm, bir ilim
verdik. Onu çirkin işler işleyen kasabadan kurtardık. Doğrusu onlar kötü, fasık
bir kavimdi.
75- Onu ise rahmetimizin içine aldık. Çünkü o
salihlerdendi.
Meâl-i Şerifi
76-77-76- Nuh da daha önceleri bize
yalvarmıştı; biz de onun duasını kabul ettik, kendisini ve ailesini büyük
sıkıntıdan kurtardık.
77- Âyetlerimizi yalanlayan kavminden onun öcünü
aldık. Şüphesiz onlar kötü bir kavimdiler. Biz de hepsini (suda) boğduk.
Meâl-i Şerifi
78- Davud ve Süleyman'ı da (hatırla). Hani
onlar ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Hani milletin koyunları (geceleyin)
içinde yayılmıştı, biz onların hükmüne şahittik.
79- Biz onu(n hükmünü) hemen Süleyman'a
bildirmiştik; (zaten) herbirine hüküm ve ilim vermiştik. Davud'la beraber
tesbih etsinler diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık. (Bütün bunları)
yapan bizdik.
80- Ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma
sanatını öğrettik, artık şükreder misiniz?
81- Bereketli kıldığımız yere doğru,
Süleyman'ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgarı, onun buyruğuna verdik. Biz her
şeyi biliyorduk.
82- Onun için dalgıçlık yapan ve bundan başka
işler de gören şeytanlardan da onun buyruğu altına verdik. Onların hepsini biz
gözetiyorduk.
78-82- Hani onlar ikisi de ekin hakkında
hükmettiler. Hani milletin koyunları içinde yayılmıştı. Rivayet olunduğuna
göre, Davud (a.s) koyunların, tazminat olarak tarla sahibine verilmesine hükmetmişti.
Süleyman (a.s) ise, (ekinin, koyun sahibinde kalıp eski haline gelene kadar
tarla sahibinin tazminat olarak koyunların sütünden yararlanmasını her iki
taraf için de daha uygun olduğunu düşünmüştü. "Biz onların hükümlerine
şahitlik."
Meâl-i Şerifi
83-84- 83- Eyyûb da: "Başıma bir bela
geldi, (sana sığındım), sen merhametlilerin en merhametlisisin" diye
Rabbine nida etti.
84- Biz de onun duasını kabul ettik de başına
gelenleri kaldırdık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak
üzere, ona tekrar ailesini ve kaybettikleriyle bir mislini daha verdik .
Meâl-i Şerifi
85-86-85- İsmail, İdris ve Zülkifl'i de (hatırla).
Onların hepsi de sabredenlerdendi.
86- Onları da rahmetimizin içine aldık. Onlar
gerçekten salih olanlardandı.
Meâl-i Şerifi
87- Zünnun'u (balık sahibi Yunus'u) da
hatırla. Hani o, öfkelenerek gitmişti de, bizim kendisini hiçbir zaman
sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: "Senden
başka ilâh yoktur, sen münezzehsin, Şüphesiz ben haksızlık edenlerden
oldum" diye seslenmişti.
88- Biz de duasını kabul ile icabet ettik,
kendisini üzüntüden kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız.
87-88- Senden başka ilâh yok, sana tesbih arz
ederim, ben doğrusu zalimlerden oldum. (Zünnûn, Hz. Yunus kıssası için Sâffat,
37/139-148. âyetlerinin tefsirine bkz.)
Meâl-i Şerifi
89- Zekeriya da hani Rabbine: "Rabbim!
Beni tek başıma bırakma, sen varislerin en hayırlısısın" diye nida
etmişti.
90- Biz de duasını kabul ile icabet ettik de
kendisine Yahya'yı ihsan ettik. Ve eşini (doğum yapmaya) elverişli hale
getirdik. Doğrusu onlar iyiliklerde yarışıyorlar, umarak ve korkarak bize yalvarıyorlardı.
Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.
89-90- Rabbim! Beni tek başıma bırakma, gerçi
sen varislerin en hayırlısısın.
Meâl-i Şerifi
91- Irzını koruyan Meryem'e ruhumuzdan
üflemiş, onu ve oğlunu, âlemler için bir mucize kılmıştık.
91-92- O hanım (Meryem) ki ırzını sağlam
korudu da kendine ruhumuzdan üfledik. Yani "De ki: Ruh benim Rabbimin
emrindendir." (İsrâ, 17/85) âyetinin ifadesinde de olduğu gibi emrimizden
olan ve Âdem'e üflenen ruh cinsinden üfledik, içinde İsa'yı canlandırdık. Yahut
ruhumuzdan demek, ruhumuz tarafından demektir ki Cibrîl, diğer bir adıyla
Ruhu'l-Kudüs vasıtasıyla üfledik demek olur. Nitekim Meryem Sûresi'nde (19/17)
"Ona (Meryem'e) ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik" âyetinin bu anlamda
olduğu rivayet edilmektedir. (Tahrîm, 66/12. âyetin tefsiren bkz.) "Onu ve
oğlunu âlemlere bir mucize kıldık" (Meryem, 19/21. âyetinin tefsirine
bkz.)
Meâl-i Şerifi
92- Doğrusu bu sizin ümmetiniz (tevhid dini
olan müslümanlık), bir tek ümmettir (bir tek din olarak sizin dininizdir). Ben
de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.
93- Ama insanlar din konusunda aralarında
bölüklere ayrıldılar ama, hepsi bize döneceklerdir.
94- İnanmış olarak yararlı iş işleyenin emeği
inkâr edilmeyecektir. Biz şüphesiz onu yazmaktayız.
95- Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin
ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
96- Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc(un seddi)
açıldığı zaman, ki onlar her dere ve tepeden akın edip çıkarlar.
97- Ve gerçek vaad yaklaştığında, işte o zaman
kâfir olanların gözleri beleriverir. "Eyvah bizlere! Doğrusu biz bundan
gaflet içindeydik, hayır biz zalim kimselerdik." derler.
98- Siz ve Allah'dan başka taptıklarınız,
cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz.
99- Eğer onlar ilâh olsalardı, oraya
girmeyeceklerdi. Hepsi orada temelli kalacaktır.
100- Orada onların bir inlemeleri vardır.
Bunlar orada (sağır olup) bir şey de işitemezler.
101- Şüphesiz katımızdan kendileri için güzel
şeyler takdir edilmiş olanlar, işte oradan (cehennemden) uzak tutulanlardır.
102- Bunlar onun (cehennemin) uğultusunu bile
duymazlar. Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar.
103- O en büyük korku bunları üzmez;
kendilerini melekler: "Size söz verilen gün işte bugündür" diye
karşılarlar.
104- Göğü, kitab dürer gibi dürdüğümüz zaman,
yaratmaya ilk başladığımız gibi, katımızdan verilmiş bir söz olarak onu tekrar
var edeceğiz. Doğrusu biz bunları yaparız.
105- And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebûr'da
da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.
İşte şu, önümüzdeki millet, bu Kur'ân ile
verilen tevhid ve İslâm milleti sizin ümmettinizdir. Birer ferdi olmakla emr
olunduğunuz millettir. Bir tek ümmet olarak. Bütün peygamberlerin ki gibi,
İmamı (rehber ve önderi) bir, şeriatı bir, kıblesi bir olarak öne düşmüş bir
cemaat halinde. Ben de Rabbinizim o halde bana ibadet edip kulluk yapın. Bir
tek ümmet olabilmek için yalnız beni ilâh bilin, bana kulluk edin.
93- Halbuki onlar kumandalarını, yani
hükümetlerini aralarında parçaladılar. Milli birliği bozdular. Fakat hepsi bize
dönerler. Yani o çeşitli gruplar, mezhepler, milletlerin taptıkları ve
uydukları türlü ilâhlar, önderler, hepsi de bir hiçtir. Hepsinin en sonunda
dönüp gelecekleri yer biziz.
94- "Mümin olarak salih amel işleyenlerin
emeği inkâr edilmeyecektir. Biz şüphesiz onu yazmaktayız."
95- Yok ettiğimiz bir memleket halkının da
bize dönmemesi gerçekten imkansızdır. Yani sûrenin baş taraflarında geçtiği
üzere, yok olmaya mahkum ettiğimiz bir memleket halkına da "dönün
bakalım" denildiği zaman, inkârlarından dönecekler, dönmemeleri mümkün
değildir. "Eyvah bizler zalim idik!..." diye itiraf ederek feryat ede
ede biçilip söneceklerdir.
96-97- Nihayet Yecûc ve Mecûc'un seddi
açıldığı, Ye'cûc ve Me'cûc'u tutan ve Allah'ın rahmetinin bir göstergesi olan o
pek sağlam çelik sed, tevhid dininin seddi açılıp, o ne olduğu belirsiz halk
boşandığı (Kehf, 18/93. âyetin tefsirine bkz.) Ve bunlar her deretepeden akın
ederek çıktığı ve gerçek vaad yaklaştığı vakit, yani kıyamet alâmetleri ortaya
çıkıp hesap gününün yaklaştığı vakit artık öyle dehşet verici bir durum ki o
kâfir olanların, bunlara inanmayıp toplumun birlik ve beraberliğini bozan o
nankör kâfirlerin gözleri fırlamış Vay bizlere! Biz bundan gerçekten gaflet
içindeydik. Hayır bizler zalim idik, diye çırpınacaklar.
98-100-Ey Allah'a ortak koşanlar! Şüphesiz siz
ve Allah'tan başka taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız siz oraya
gireceksiniz. Eğer onlar ilâh olsaydılar oraya girerler miydi? Halbuki hepsi
tapanlar ve tapılanlar orada temelli kalacaklardır. Onların, o tapanların orada
öyle bir ah çekmeleri vardır ki bunlar, tapılanlar oradadırlar da işitmezler.
101- Şüphesiz katımızdan kendileri için güzel
şeyler takdir edilmiş olanlar; yani haklarında Allah tarafından "Bilakis
onlar kendilerine ikram edilmiş kullardır. Onlar Allah'tan önce söz söylemezler
ve yalnız O'nun emriyle hareket ederler."
(Enbiya, 17/26-27), "Mümin olarak salih
amel işleyenlerin emeği inkâr edilmeyecektir. Biz şüphesiz onu
yazmaktayız." (Enbiya, 17/94) gibi en güzel övgü ve müjde dolu sözlerle
taltif edilmiş, mutluluk, kendileri için mukadder olan kullara gelince onlar,
oradan uzak tutulmuşlardır. Dolayısıyla İsa, Uzeyr ve melekler gibi ikram
olunan kullar "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin
yakıtısınız" hükmünün dışındadır. Eğer bunlar içinde kâfirlerin iddia
ettikleri gibi ilâhlık dava edenler bulunsaydı, yukarda geçtiği üzere
"Bunlar içinde kim 'Ben, Allah'dan başka bir tanrıyım' derse, işte onu
cehennemle cezalandırırız." (21/29) âyetinin ifadesince bunların da
cezasının cehennem olacağı şüphesizdir. Fakat o ikram olunan kullar, o
kâfirlerin isnad ettikleri şeylerden uzaktırlar. Kendilerinin ilâh edinilmelerine
razı olmak şöyle dursun, yukarıdan beri açıklana geldiği gibi, bunlar sırf
tevhid için gönderilmiş, tevhid için cihad etmişler ve bu suretle Allah'ın
ikramlarına kavuşmuşlardır.
102- Böyle kendilerine en güzel haslet takdir
edilmiş, övgüye layık kullar, cehennemden öyle uzaktırlar ki uğultusunu bile
duymazlar ve bunlar canlarının istediği şeyler içinde temellidirler.
103- O en büyük korku bunları üzmez. Onları
melekler şöyle karşılar: Size söz verilen gün işte bugündür, diye müjdelerler.
104- Göğü, kitab dürer gibi dürdüğümüz zaman
yaratmaya ilk başladığımız gibi onu tekrar var edeceğiz. Katımızdan verilmiş
bir söz olarak bunu muhakkak yapacağız. "evvel-i halk" terkibi,
burada "tekrar yaratma"nın karşıtı olarak kullanıldığına göre, ilk
yaratmak demek olduğu açıktır. Bununla beraber şu hususta düşünülmelidir:
"Allah'ın ilk yarattığı şey benim nurumdur, Allah'ın ilk yarattığı şey
kalemdir, Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır" diye üç tane hadis-i şerif
rivayet edildiğine göre; ilk akıl da, ilk kalem de Hz. Muhammed'in nuru
demektir. O halde tekrar diriltme, Hz. Muhammed'in nuru ile başlayacaktır.
105- And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da
da yazdık, yahut bu konudaki birtakım hatırlatmalardan sonra Zebur'da yazdık.
Ki yeryüzüne ancak iyi kullarım mirasçı olur. Yeryüzü fitne, fesat
çıkaranlardan alınır, verasete layık, halifeliğe ehil ve salahiyetli olan
Cenab-ı Hakk'a kulluk yapanlara verilir. Yani uzunca yaşama sırrı, dürüst olma
prensibine dayanır; bozuk olanların yaşama hakkı yoktur. Firavun ve diğer zorbaların
boğulma ve yok olmaları, onların güçsüz gördükleri kulların kutsal yerin
(Kudüs'ün) doğu ve batısına mirasçı kılınmaları, Davud'un Calut'u öldürüp
"Ey Davud ! Seni şüphesiz yeryüzünde halife kıldık, o halde insanlar
arasında adaletle hükmet, heva ve hevese uyma" (Sad, 38/26) emriyle
halifelik makamına getirilmesi gibi hadiselerle bir hatırlatma yapıldıktan
sonra, Zebur'da da bu kanun belirtilmiş ve ahir zamanda Hz. Muhammed'in
ümmetinin mirasçılığına işaret olunmuştur.
Aslah kanunu veya Elyak kanunu denilen bu
kanunun hükmü iledir ki, önce genel olarak insanlık cemaati içinde, kitap ehli
olan milletlerle diğerleri arasında meydana gelen sürtüşmede sonunda kitap ehli
galip gelmiş; ikinci olarak kitap ehli olanların içinde önce yahudiler galebe
etmiş sonra hıristiyanlar, daha sonra müslümanlar üstün gelmiş ve liyakatını
koruduğu müddetçe yine gelecektir. Zebur'da belirtildiği gibi burada Kur'ân ile
de haber veriliyor ki, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden sonra
yeryüzünün mirası, tevhid inancıyla mümin ve salih ameller işleyen biricik
ümmet olarak ortaya çıkacak, putçuluk ve ayrılıktan, isyan ve anlaşmazlıktan
korunarak en güzel işleri yapmaya gayret gösterip çalışacak olan Allah'ın salih
kullarına aittir. Ta ki gökler dürülüp yeryüzü değiştikten sonra, cennet
yerinin mirası da bunların olacaktır. "İnsanlar din konusunda aralarında
bölüklere ayrıldılar." (Enbiya, 17/93) âyeti ile işaret edildiği ve sahih
hadislerde de bildirildiği üzere, bu ümmette de ayrılıklar çıkacak; aralarında
emir (komuta zinciri) parçalanarak memleketler elden çıkacak; bununla beraber
yine de Peygamber ve ashabının yolunda giden bir fırka-i nâciye (ehl-i sünnet
ve'l cemaat denilen kurtuluşa eren bir grup), bir iyiler grubu eksik olmayacak;
zamanlar gelecek din garib olacak, iyi insanlar garib kalacak; sonra yine din,
başlangıçta olduğu gibi dönüp yeniden ortaya çıkacak; peygamberlik iddiasında
bulunacak olan otuz kadar Deccal'dan sonra ilâhlık davasına kalkışacak olan
büyük Deccal, İsa Mesih'in yeryüzüne inmesiyle helak olacak; derken Ye'cûc ve
Me'cûc çıkacak, yeryüzünde görülmedik fesatlar, tasvire sığmaz savaşlar
yaptıktan sonra Allah'ın emriyle yok olacaklar. Artık salib (haç) kırılacak,
domuz öldürülecek, iyi insanlar hakim olacak, Hz. Muhammed'in getirdiği şeriatın
her tarafa yerleşmesiyle insanlık bir mutluluk dönemine girecektir. Nihayet
küçük ve orta nice kıyametlerden sonrada Dâbbetü'l-arz'ın (yerden çıkacak bir
hayvanın) çıkması, güneşin batıdan doğması ve Sûr'un üflenmesiyle büyük kıyamet
kopacak ve ikinci defa Sûr'a üflenmekle yaratıklar ilk yaratıldıkları gibi
tekrar diriltilecek, haşir ve neşir olup, kıyamet günü mutlak surette gelecek,
nihayet cennet salih kimselerin olacaktır.
Meâl-i Şerifi
106- Şüphesiz bu Kur'ân'da kulluk eden
kimseler için kâfi bir öğüt vardır.
107- (Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere
rahmet olarak gönderdik.
106- Şüphesiz bunda, bu Kur'ân'da ve özellikle
bu sûrenin içeriğinde kulluk eden kimseler için kâfi bir öğüt vardır. Yani
himmetlerini gerçekten ibadete yönelten fertler ve cemaatler için yeteri kadar
bir nasihat, maksada ulaştırmaya yeter bir tebliğ vardır. Hatta bu son hitap,
belki yalnız bu son kanun başlı başına bir bildiridir ki, ibadetin hakikatini,
mabudu, peygamberliği, asıl gayeyi tebliğ eder.
107- Ve biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik. Yani, ey Muhammed! başka bir sebep için değil, ancak bütün âlemlere
ve özellikle akıl sahibi varlıklara olan merhametimizden dolayı veya başka bir
durumda değil, ancak âlemlere bir rahmet olarak seni peygamber gönderdik: Senin
Peygamberliğin bütün varlıklara Allah'ın bir rahmetidir.
Veya sen öyle kapsamlı bir rahmetsin ki, bütün
akıl sahibi varlıklara o iyilik ve kurtuluş yolunu göstereceksin. Her iki
dünyada mutluluk getiren dini sen öğreteceksin ve bütün âlem bundan istifade
edecektir. Buna rağmen şu rahmetten kaçan ve şu nura karşı gözlerini kapatan
bedbahtlara yazıklar olsun ey âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber:
Meâl-i Şerifi
108- De ki, bana ancak şöyle vahyolunuyor:
"İlâhınız ancak tek bir ilâhtır. Şimdi siz artık müslüman oluyor
musunuz?"
109- Eğer (yine de) yüz çevirirlerse, de ki:
"Size düpedüz açıkladım; tehdit olunduğunuz şeyin yakın mı, uzak mı
olduğunu bilmem."
110- Şüphesiz Allah açığa vurulan sözü de
bilir, gizlediklerinizi de bilir.
111- Bilmem belki bu gecikme sizi denemek ve
bir süreye kadar geçindirmek içindir.
108-109-*} De ki, her işin esası ve her
güzelliğin başı olan mabud konusunda bana ancak şöyle vahy olunuyor: Hepinizin ilâhı
ancak bir ilâhtır ki, Allah'dır. Yukarıda ispat edildiği gibi, O'ndan başkası
batıldır. Şimdi siz artık müslüman oluyor musunuz? Bu vahye teslim olup bütün
samimiyetinizle hepiniz bir ilâha boyun eğmeyi kabul ediyor musunuz? Kısaca
böyle anlat onlara Kabul etmedikleri takdirde de şöyle de: Size düpedüz ilân
ettim, emri bildirdim, tehlikeyi açıkladım. (Âyette geçen) "İzan"
kelimesi savaş ilan etmek anlamına da geldiğine göre bu âyetin inmesiyle
Allah'ın elçisi, Mekke müşriklerine içinde bulundukları durumun savaş hali
olduğunu ilan etmiş sayılır. Buna göre ileride meydana gelecek Bedir Savaşının
ilanı da bu andan itibaren yapılmış demektir. Tehdit olunduğunuz şeyin yakın
mı, uzak mı olduğunu bilmem. Yani hak dinin ortaya çıkması, müslümanların hakim
duruma geçmesi veyahut kıyametin kopmasının kesin olduğunda şüphe yoksa da
yakın mı, uzak mı bilmem. Şu halde sûrenin başında "İnsanların hesap görme
zamanı yaklaştı". (17/1) buyurulması "her gelecek yakın" olması
itibariyledir.
110- Şüphesiz O Allah açığa vurulan sözü de
bilir, gizlediklerinizi de bilir. O halde cezanızın vaktini de bilir.
111- Ve bilmem belki o, o ikinci şık, yani
tehdit olunduğunuz şeyin gecikmesi, cezanızın tehir edilmesi sizin için bir
imtihandır. Ceza ve işkencenizi büyütmek için bir istidrac (birden
cezalandırmayıp mühlet vermek) ve bir süreye kadar bir geçindirmedir, bir çeşit
yararlandırma ile oyalamaktır.
Bu emri tebliğ ve bu bildiri işini yerine
getirdikten sonra Allah'ın elçisinin ne yaptığına gelince,
Şöyle dua etti:
Meâl-i Şerifi
112- (Hz. Peygamber şöyle) dedi: "Ey
Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet ve Rabbimiz O Rahmân'dır ki, isnad ettiğiniz
(yalan) vasıflarınıza karşı yardımına sığınılacak olan ancak O'dur. "
112- Dedi: Rabbim! Gerçekle hükmünü ver;
adaletin daha fazla gecikmesin. Ve Rabbimiz o Rahmân'dır ki isnad ettiğiniz
vasıflarınıza karşı yardımına sığınılacak olan ancak O'dur. Ey zalimler!
Sihirdir, karışık rüyalardır, iftiradır, şiirdir gibi isnadlarınıza, İslâm dini
ve müslümanların aleyhinde yaptığınız propaganda ve inkârlarınıza karşı
yardımına sığınılacak olan ancak O'dur.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
enbiya - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.