Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Necm Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
53-NECM:
Yıldıza yemin olsun. Buradaki elif-lâm ahid ya
da cins için olabilir.
Necm: Bu kelime birkaç mânâya gelir ki, burada
her birine ihtimal verilmiştir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1) Necmden maksat, yıldız demektir.
2) Ağacın karşılığı olarak sapı olmayan ot, ya
da çemen mânâsına gelir. "(Yerden biten) otlar ve ağaçlar (Allah'a) secde
etmektedirler." (Rahmân, 55/6) âyetinde olduğu gibi.
3) Zaman aralıklarıyla parça parça verilen bir
şeyin herbir parçasına denir. Kur'ân da yirmi üç senede peyder pey
indirildiğinden "müneccemen" nazil oldu denilir ve her inen kısmına
necm adı verilir.
4) Lam-ı ahidle beraber şeklinde özellikle
Süreyya yani Ülker yıldızına isim olarak verilmiştir ki bu, "esma-i
gâlibe" (yaygın kullanım) kabilinden bir isimlendirmedir. Ülker yıldızı,
gökte üzüm salkımı gibi görünür ve ayın menzillerinden üçüncüsü sayılır.
Araplar darb-ı mesel olarak "Ülker akşam vakti doğarsa, çoban örtü
ister." derler. Çünkü o zaman güneş, Ülker'in karşısında Akreb'den önce
bulunduğundan, güneşin batması ile hemen doğuverir. Bir hadiste de denilmiştir
ki, "Ülker sabahleyin doğarsa âfet (belâ, musibet) kalkar."
anlamındadır.
Süreyya, yıldızların en göze çarpanı ve
menzillerin en meşhuru olması hasebiyle bazı müfessirler buradaki
"Necm"i, "Süreyya yıldızı" diye tefsir etmişlerdir.
Bir de bu sûrede bulunan "Şi'râ
yıldızının Rabbi" (Necm, 53/49) ifadesine dayanarak tefsircilerden bir
kısmı da necmin, lâm-ı ahidle beraber Şi'râ yıldızı olduğunu söylemişlerdir.
Her iki tefsir şeklinde de âyette yer alan doğmak mânâsınadır. Bir çoğu da
"ve'n-necmi"deki lâmı, lâm-ı cinsiyye kabul ederek herhangi bir
yıldıza tahsis etmeden mutlak yıldız mânâsına almışlardır. Bunlardan başka söz
konusu kelimeyi, hakikat yahut mecaz mânâsında yorumlayanlar da olmuştur.
Nitekim Ca'fer-i Sadık Hazretleri, "Necim'le murad Hz. Peygamber, 'dan
maksat, onun mirâcdan inmesi yahut semaya çıkmasıdır, demiştir. Ancak Ebu Hayyân'ın
nakline göre, İbnü Abbas, Mücâhid, Ferrâ ve Kadî Münzir b. Saîd söz konusu
sûrede geçen "en-Necm"den maksadın Kur'ân'dan inen miktar olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Nisâbûrî de:" âyetinin "Hikmetli Kur'ân'a
andolsun ki, sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin." (Yâsin, 36/23)
mânâsını ifade ettiğini söylemektedir. Biz de bu anlamı tercih etmek istiyoruz.
Onun için meâlde "Necm"i yıldız diye terceme etmeyip, bu ihtimallere
de uygun olabilmesi için, o yıldıza yemin ederim indiği zaman, yani "inen
yıldıza andolsun" şeklinde mânâ vermiş olduk. İkinci babdan gelmektedir.
Masdarı, dir ki, şahinin inişi gibi süratle süzülüp inmek, düşmek yahut yukarı
fırlamak mânâlarına gelir. Yıldızların doğuşu da, batışı da bir
"heveyân" yani ufuktan bir fırlayış, bir iniş yahut bir düşüş
demektir. Göğe ait cisimler, "Hepsi bir felekte (yörüngede)
yüzmektedirler." (Yâsin, 36/40) âyetine göre sukut (çekim) kanununa
tâbidirler. Fransızca "gravitation" yani "yer çekimi"
denilen bu kanun, bir heveyân (çekim) kanunudur. Söz konusu fiil, dördüncü
babdan kullanıldığı zaman da mastarı gelir ki, bu da nefsin, şehvete meyletmesi
ve arzulara düşkünlüğü anlamını ifade eder. Bu sûrenin ilk âyetinde yer alan
kelimesi yıldız mânâsına geldiğine göre, sözü edilen heveyânın (inişin) hem
güneşin batışı, hem de doğuşuna ihtimali olduğu söylenebilir. Yolcular,
yıldızların doğuş ve batış zamanlarına dayanarak yollarını bulurlar. Bütün
yıldızların batması ise sabahın geldiğini gösterir. Şu halde
"en-necm"deki elif-lâmdan cins kasdedilirse, yemin sabah vaktine
yapılmış olur. Şayet çemen mânâsı verilirse, bu durumda da heveyân, otların
yükselip yere yattığı, baharın son vakti demektir. Eğer necm ile Kur'ân'dan
inen miktar kasdedilirse "hüviy" de onun inişi mânâsınadır.
2-Bu durumda Kur'ân'ın nüzulü esnasında her
inen kısmın indiği zamana, yani vahiy olayının görünmekte olduğu saatte tecelli
eden Kur'ân âyetlerine yemin edilerek sonra da, Arkadaşınız ne sapıttı ne de
azdı. âyetiyle te'kid ve isbatlı bir tarzda bu yemine cevap verilmiş
olmaktadır.
Dalal: Hidayetin zıddıdır. Yani yolu kaybetmek
veya hiç yol bulamayıp şaşkın dolaşmak demektir.
Gayy: Bu da rüşdün zıddıdır ki, aklın
istikametini veya yolun doğrusunu yitirmek mânâsını ifade etmektedir.
"Sahib"den maksat da, Hz.
Peygamber'dir. Zaten hitab da ona ve "Kur'ân'ı kendi uydurdu." diyen
Kureyş ve benzerlerinedir. Bunlara karşı "sahibiniz" tabirinin
kullanılmasında özel bir anlam vardır. Zira sahip, daima sohbette bulunan veya
arkadaşlık edip koruyan, yani "hâmi" mânâlarına gelmektedir. Bu
yüzden âyetin meâli şöyle olmalıdır: "Şimdiye kadar sohbetinde bulunarak
çok iyi tanıdığınız, aklına ve doğruluğuna güvendiğiniz, sizinle sohbet edip
hak yolunu göstermek isteyen arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını; ne
aldanır ne de aldatılır. O, ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnûndur".
3- O, hevâdan (nefsinin arzularına göre) da
konuşmuyor. Onun konuşması, özellikle Kur'ân kelâmını söylemesi kendi görüş ve
arzusundan, gönlünün meyli ve ona olan sevdasından kaynaklanmaz. O, öyle sırf
kendisine ait bir söyleyiş değildir. Şu halde Hz.peygamber de ne bir şâirdir,
ne de kendi keyf ve arzusuna göre hüküm vermek isteyen ehl-i hevâ (kendi
isteğine göre yaşayan)lardandır.
4- O, yani Kur'ân veya onun lafzi söylenişi,
ancak bir vahiydir, orada vahyin dışında bir söz yoktur. O, yalnız vahyolunur.
Yani bunlar ancak, Allah tarafından kendisine vahiy ve tebliğ edilmek suretiyle
bilinip söylenebilir. Bilimsel gerçekler, özellikler, istikbâlin karanlıklarını
keşfederek verilecek hükümler ve söylenecek haberler, ancak Allah tarafından
yapılacak haber verme ve denemeye dayanmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in hiç, ictihâdı ile
amel etmediğini ileri süren âlimler, görüşlerine bu âyeti delil
getirmektedirler. Fakat "Allah seni affetsin, niçin onlara izin
verdin?" (Tevbe, 9/43) gibi âyetler, peygamberin ictihâd yaptığını, ancak
isabet etmediğinde, o halde bırakılmayıp vahyile düzeltildiğine işaret
etmektedirler. Bu âyet de, esas itibariyle Kur'ân hakkındadır. Ancak Hz.
Peygamber'in hadislerini de içine almak üzere ifade ettiği mutlak mânâda
yorumlandığı takdirde de, âyetin son tarafına dikkat etmek gerekecektir.
5-6-7-Zira, 'da vahyin muzâri kipiyle te'kidli
bir şekilde zikredilmesinde bu hususa da bir işaret vardır. Sonra da vahyin en
kuvvetli bir ilim olduğunu beyan için de ona öğretti, buyurulmaktadır. Ta'lim
fiili, iki mef'ul alır. O yüzden burada ya birinci ya da ikinci mef'ulün
hazfedildiği anlaşılmaktadır. Eğer fiilindeki zamir Hz. Peygamber (s.a.v)'e
gönderilirse, bu durumda Kur'ân'a râci olan ikinci zamir hazfedilmiş demektir.
Bu zamirler, "Onu öğretti" şeklinde mânâ verilerek Kur'ân
kasdedilirse, o takdirde de peygambere râci olan birinci zamir hazfedilmiş
olur. Mamafih her iki durumda da mânâ aynıdır. Yani arkadaşınıza o vahyedilen
Kur'ân'ı öğretti, belletti, şeklindedir. Kuvvetleri şiddetli bir kuvvet sahibi
"Çok merhametli (Allah), Kur'ân'ı öğretti." (Rahmân, 55/1,2) âyeti,
Kur'ân'ı öğretenin Allah Teâlâ olduğunu gösterirse de, "De ki:
"Allah'ın izniyle Kur'ân'ı, kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara
yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için, kim Cebrail'e
düşman olur?" (Bakara, 2/97), "De ki: Onu Rûhul-Kudüs (Cebrail)
Rabbinden hak (ve hikmet) gereğince indirdi." (Nahl, 16/102), "Onu,
er-Rûhu'l-Emin (Cebrail) indirdi." (Şûarâ', 26/193) âyetlerine göre
Kur'ân'ı Allah'ın izniyle Peygamber (s.a.v)'in kalbine indiren "Yahut bir
elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder..." (Şûrâ, 42/51) âyetinin
delaletiyle de vahyi getiren elçi Cebrail olduğuna göre Kur'ân'ı öğretenin de o
olduğu anlaşılır. Dolayısıyle burada her iki mânâ da düşünülebilir.
İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette Kur'ân'ı
öğretenin Allah olduğu ifade edilmiş ise de, Hz. Aişe'den yapılan bir nakle
göre söz konusu âyetteki öğretici, Cebrail olarak tefsir edilmiştir. Lafzın
zahirî anlamı da bu görüşe daha yakın olduğundan tefsircilerin çoğu, bu mânâyı
tercih etmişlerdir. Nitekim Beydâvî, "Şiddetli kuvvetlere sahip bir melek
ki o, Cebrail'dir. Zira Cebrail, harikaların gösterilmesinde bir
vasıtadır." demiş, sonra da diğer görüşü "denilir ki" sözüyle
zikretmiştir. Müfessir Taberi, âyetteki "şedidü'l-kuvvâ" "müthiş
kuvvetler" sözünü, "şedidü'l-esbâb" "müthiş sebebler"
diye tefsir etmiş, Nisâburi de bu sözü, ilim ve amel yönünden müthiş kuvvetler
şeklinde yorumlamış ve ardından şunu ilave etmiştir: "Burada öğrencinin
faziletinin anlaşılması için öğretmen medhedilmiştir. Eğer "Onu Cebrail
öğretti." denilmiş olsaydı bunun zahirî anlamından öğrencinin fazîleti
açıkça anlaşılmış olmazdı." Burada ayrıca "Ona bir insan
öğretiyor..." (Nahl, 16/103) diyenlerin sözüne de bir cevap söz konusudur:
Çünkü, "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85),
"Çünkü insan zayıf yaratılmıştır." (Nisâ, 4/28) âyetlerine göre
insan, hem ilmi bakımından mükemmel değildir, hem de zayıf bir yaratıktır."
Mirra, mürûr mastarından bina-i nev'idir. Öd,
akıl, kuvvet, kat ve sağlamlık gibi mânâlara gelir. Buna göre
"zûmirre"; te'sir eden, nüfuz sahibi, ödlü yani korkağın zıddı,
ruhsal yapısı kuvvetli, akıllı, güçlü ve sağlam vücutlu demektir. Ancak tefsirciler
başlıca üç mânâ üzerinde durmuşlardır:
1. Kuvvetli, 2. Sağlam yapılı, güzel
manzaralı, 3. Keşşâf, Beydâvî ve Ebu's- Suud'un ifadelerine göre akıl ve
görüşünde sağlam olan demektir.
Bunlardan birincisi, yani kuvvetli mânâsı,
"Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır."
(Zâriyât, 52/58) âyetine göre Allah Teâlâ'nın sıfatı olabilirse de ikinci ve
üçüncü mânâlar, sıfat olarak Cebrail'e uygundur. Hemen istivâ ediverdi
(doğruluverdi). Ragıb der ki: "İstivâ kelimesi iki türlü kullanılır. Birincisinde
iki veya daha fazla fâile isnad olunur. Mesela, "Zeyd ve Amr eşit
oldular." demektir ki bu eşitlik, hem nitelik hem de nicelik yönünden bir
denklik ifade eder." "Bunlar Allah yanında bir olmazlar..."
(Tevbe 9/19) âyetindeki istivâ da bu mânâdadır. İkincisi de bir şeyin zâtındaki
itidâle yani düzgünlük, denklik, doğruluk ve yükseklik gibi özel nisbetlere
denir. "Ki o, akıl ve re'yinde kuvvetlidir. Hemen doğruldu". (Necm,
52/6), "Derken gövdesinin üstüne dikildi", (Fetih, 48/29), "Ki
onların sırtına binesiniz..." (Zuhruf, 43/13), "Sen ve yanında
bulunanlar gemiye yerleştiğiniz zaman..." (Mü'minûn, 23/28),
"falancanın işi düzeldi", "falanca, işcilerini emri altına
aldı" şeklindeki cümlelerde olduğu gibi harfi ile müteaddi olduğunda
"istilâ" yani ele geçirme, yayılma ve hakimiyeti altına alma mânâsını
ifade eder. Tefsirciler, kelimesini tefsir ederken bir kaç mânâ üzerinde
durmuşlardır. Öncelikle bu fiilin zamiriyle ilgili iki görüşün bulunduğunu
söylemeliyiz.
Birinci görüşe göre söz konusu zamir, öğretene,
Cebrail'e; ikincisine göre de öğrenene, yani Hz. Peygamber (s.a.v)'e râcidir.
Eğer zamir Cebrail'e gönderilirse bu durumda tefsiriyye olarak fiiline
atfedilip sözüne kadar, öğretimin nasıl gerçekleştiğini bir çeşit beyan
etmektedir. İstivâ burada, Cebrail'in bizzat kendi suretiyle en yüce ufukta
doğrudan görülmesi mânâsına alınarak "Hakiki sûretinde görüldü."
şeklinde izah edilmiştir. Denildiğine göre peygamberlerden hiçbiri, Cebrail'i
hakiki şekliyle görmemiştir. Ancak Resulullah (s.a.v) biri yerde, diğeri de
gökte olmak üzere iki defa onu müşâhede etmiştir. Bu açıklamalara göre âyetin
mânâsı şöyle olabilir. Cebrail Hz. Peygamber (s.a.v)'e (Kur'ân'ı) öğretti ki o
bu durumda bazan olduğu gibi insan şekliyle değil, Allah'ın yarattığı gibi
hakiki suretinde doğrudan doğruya en yüce ufukta durup, görünmüştü. Bunu
dosdoğru semada göründü diye de ifade edebiliriz. Bazıları, öğretti de semada
durdu demişler, bazıları da kendisine verilen emir üzerine kuvvetiyle istivâ
etti mânâsını vermişlerdir. İstivâ edenin peygamber olduğu kabul edilirse -ki
biz bu mânâyı daha uygun buluyoruz- o zaman fiilindeki fâ-i tâkibiyye veya
sebebiyye olarak kuvvetleri şiddetli yani müthiş kuvvet sahibi öğretti de
arkadaşınız hemen istivâ etti. Yani ilim ve nübüvvetle yükseldi, şeklinde
açıklanabilir. Ve O, istivâ ettiği zaman, en yüksek ufukta iken doğruldu.
Ufuk, esasen kıyı ve kenar mânâsınadır.
Özellikle göğün kıyı ve eteklerine denilir. Rüzgarların estiği yönlere de bu
isim verilmektedir. Astronomi bilginlerinin ufk-ı hissi, (hissedilen ufuk)
ufk-ı zahiri, mer'î veya şuaî (görünen ufuk) ve ufk-ı hakiki (gerçek ufuk) diye
düşündükleri üç daire, ıstılah olarak ikinci mânânın dışında değildir. Çünkü
bakan kimsenin boyuna dik olarak bulunduğu noktadan, veya yerin merkezinden
geçtiği düşünülen arz düzleminin gök ile bitiştiği noktaya ufuk denilmiştir ki
bu, yer cihetiyle gök kubbenin tam kıyısı demektir. Şu halde ufuk, bir bakıma
yerin, bir bakıma da göğün kıyısı olacağından, en yüksek kıyı mânâsını ifade
eden ufk-ı â'lâya, ufk-ı sema (gök ufku) ve ufk-ı şarkî (doğu ufku)
denilmiştir.
Fahreddin-i Râzî der ki: "Meşhur olan
görüşe göre zâmiri Cibril'e râcidir. Zira bu âyete, Cebrail Allah'ın yarattığı
gibi ufku istivâ etti ve büyüklüğü sebebiyle bütün doğuyu kapladı, şeklinde
mânâ verilmiştir. Halbuki en uygun olanı, söz konusu zamirle Hz. Peygamber
(s.a.v)'in kasdedilmiş olmasıdır. Gerçi mânâsı, yüce bir makamda istivâ etti
ise de, esas maksad, gerçekten bir mekanda bulunmak değil, peygamberin kadr ve
kıymetinin, rütbe ve makamının yüksekliğidir."
8- Sonra yaklaştı, aşağı doğru sarktı. Tedellî
kelimesinin üç ayrı kökten gelmesi muhtemeldir. Birincisi, delâlden
"tedellül" şeklinde dilberin naz ve cilve yapması mânâsını ifade
eder. Burada bu mânâdan bahsetmişlerse de, Allah'a isnad edildiği takdirde
seven ile sevilen arasında muhabbetin olduğunu gösteren güzel bir istiâre
olabilir. İkincisi, "yâ"lı olarak "delâ"dan yaklaşmak ve
tevâzu göstermek anlamına gelebilir ki, bazı âlimler bu mânâyı vermişlerdir. Bu
durumda fiilinin tefsiri olarak yaklaştı, indi ya da indi, yaklaştı diye
terceme edilir. Üçüncüsü "vâv"lı olarak masdarından türemiş
olmasıdır. "Delv" kovaya isim olarak verildiği gibi, "delv"
masdarı da kovayı sarkıtmak veya çekmek mânâlarına gelir. Onun için
"tefe'ul" kalıbından gelen "tedelli" kelimesine herhangi
bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru sarkması veya aşağıdan yukarıya çekilmesi
mânâsı verilebilir. Bu sebebledir ki, müfessirlerin çoğu, Cebrail'e ait bir
fiil olarak, bu kelimeyi sarkmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Yani Cibril, en
yüksek ufukta istivâ ettikten sonra yaklaştı ve birden bire Peygamber (s.a.v)'e
doğru sarktı, demektir. Esasen bu takdir, Hirâ dağında "Rabbinin ismiyle
oku..." (Alâk, 96/1) öğretisi ile vahyin, başlangıçta gelişini anlatmış
oluyorsa da henüz peygamberin mirâcı ile ilgili bir mânâ ifade ettiği
söylenemez. Bu yaklaşma ve tedelliyi Allah'ın fiili olarak düşünenler,
"tedelli" fiilini bir de "cezb" (çekme) mânâsı ile tefsir
etmişlerdir.
Nitekim Beydâvî bu hususu açıklarken konuyla
ilgili olarak şunları söyler: "Allah Teâlâ'nın tedelli etmesi, peygamberi
her şeyi ile kendisine cezbetmesi (çekmesi) demektir." Fakat biz bunu cezb
değil, cezbin eseri ve istivâ gibi Peygamber (s.a.v)'in vasfı olarak, çekilmek
suretiyle yükselme mânâsında anlıyoruz ki bu da, yukarıdan aşağıya sarkmak
değil, aşağıdan yukarıya çıkmak demektir. Görüldüğü gibi bununla da tam
mânâsıyla mirâc olayına işaret edilmiştir.
Yani Hz.peygamber, Cebrail'in öğretisi üzerine
yüksek ufukta yalnız istivâ ile kalmadı, istivâdan sonra da Allah Teâlâ'ya
doğru yaklaştı. Allah bilir ya belki de "Kulum bana nafile ibadetlerle
yaklaşmaya devam eder." sözünün mânâsı kendisine zahir oldu da birden bire
bir çekim kuvvetiyle yüksek ufkun ötelerine fırlayıverdi.
9-derken iki yay kadar veya daha yakın oldu.
Yani onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar yahut daha az kaldı.
Kavs: Bilindiği gibi yay demektir.
Kâb da yayın kabzası ile kiriş kısmı olan iki
köşe aralığına denir ki bir yayda iki kâb mevcuttur. Bazı âlimler de bu mânâya
dayanarak kalb etmek yolu ile bir yayın iki kabı 'nın olabileceğini de
söylemişlerdir. Ayrıca yayın kabzasıyla kirişi arasına da kâb ismi verilmiştir.
Mızrak (rumh), değnek (sevt), arşın (zira, kol), boy, kulaç (ba), adım (hatve),
karış (şibr), serre (fitr), parmak (isba) uzunluk ölçüsü olarak kullanıldığı
gibi "kavs" da aynı şekilde bir ölçü olarak kullanılmıştır. Hicâz
dilinde kavs'ın zirâ' mânâsına geldiği söylenmektedir. İbnü Abbas'tan da âyette
geçen söz konusu kelimenin aynı mânâda olduğu hususunda rivayet vardır. Buna göre
cümlesi, onunla arasındaki mesafe iki arşın kadardır, mânâsını ifade eder.
Ancak bu âyetle ilgili daha güzel bir yorum nakledilmiştir. Şöyle ki; Araplar
cahiliye döneminde bir ittifak kurmak üzere anlaşacakları zaman iki yay
çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kâbını birleştirirler, sonra
da ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onlardan birinin razı
olacağı şeye diğerlerinin de razı olacağını, birisini kızdıran şeyin
diğerlerini de kızdıracağını ifade eden bir birlik antlaşmasıydı ve aksi mümkün
olmayacak tarzda söz birliği ettiklerini gösteriyordu. Bu anlamda kâb, miktar
mânâsına değil, üst üste gelen iki yayın birlik manzarasını gözler önüne seren
kabza ile kiriş arası demektir. Görülüyor ki bu mânâ, hem diğerinden daha fazla
bir yakınlık tasvir etmekte, hem de mânevî bir yakınlığı göstermektedir. 'daki
'in, "daha yakın mânâsına" bir yükseliş ifade ettiği söylenebilir. Bu
hususun muhatablara terdid (iki ihtimalle anlatım) şeklinde anlatılması,
ifadenin temsilî olduğunu hatırlatmak içindir. Bu yüzden tefsirciler derler ki,
yakınlığın en üst seviyesini tasvir eden bu söz, birleşme alışkanlığını temsil
etmekte ve belirsizliği ortadan kaldırmak suretiyle Peygamber (s.a.v)'in vahyi
işitmesini gerçekleştirmektedir.
10- Bu şekilde Allah Teâlâ, kuluna verdiği
vahyi verdi. Burada kelimesindeki zamirin Allah'a râci olduğunda ihtilâf
yoktur. Müthiş kuvvetlerin sahibinden maksad Allah olduğuna göre, burada da
vahyedenin o olduğu açıktır. Diğer tefsir şekillerinde de ifadenin akışından
Allah'ın isminin zikredildiği kabul edilmektedir. Şu halde burada başlıca iki
mânâ üzerinde durulabilir. Birisi. İşte Cebrail ona böyle yaklaştı da, Allah
Teâlâ'nın elçisi Muhammed (s.a.v)'e gönderdiği her vahyi getirdi, ona vahyetti
ve öğretti. Başlangıçta hakiki suretiyle görünerek getirdikleri şeylerin
Allah'ın vahyi olduğunu öğretti ve belirli zaman aralıklarıyla tebliğ etti.
Diğer mânâ da Şöyledir: İşte Allah'ın has kulu olan arkadaşınız Muhammed
(s.a.v), İstivâ ettikten sonra O, Rabbine öyle yaklaştı ki, bütün vasıtalar
kaldırıldı ve Allah Ona doğrudan doğruya verdiği vahyi verdi. Yani Mirâc'da her
ne vahyetti ise Cibril'in dahi herhangi bir aracılığı olmaksızın vahyetti. İşte
biz de bu mânâyı tercih ediyoruz. Zira önceki mânâya göre Mirac olayı, yalnız
"Andolsun onu bir kez daha görmüştü." (Necm, 53/13) âyetine
bırakılmış olmaktadır.
Mirac'da vasıtasız olarak vahyedilen ne idi?
Birisinin namaz olduğu bilinmektedir. Diğeri de peygambere söylenen şu sözdür:
"Peygamberlerden hiçbiri senden evvel cennete girmeyecek, ümmetlerden
hiçbiri de senin ümmetinden önce cennete girmeyecektir". Bakara Sûresi'nin
son iki âyeti olan 'nün de Mirac'da indirildiğine dair rivayet daha önce
geçmişti. Müslim'in Sahih'inde de "Resulullah (s.a.v)'a üç şey verildi,
beş vakit namaz, Bakara Sûresi'nin sonu, ümmetinden şirke düşmeyenlere muhkimat
yani büyük günahların mağfiret edildiği haberi" şeklinde bir rivayet
mevcuttur. Bununla beraber o husûsi meclisteki vahyin tafsilatını ancak Allah
ve peygamberi bilir. Nitekim Nizâmu'd-Din-i Nisâbûri de tefsirinde,
"ortaya çıkan bir takım sır ve hakikatler var ki, onları Allah ve
Resulunden başkası bilemez" demektedir.
11- Gördüğünü gönül yalanlamadı. Buradaki
fiilinin zamiri, bir önce geçen âyetteki "abd" kelimesine de
"fuâd"e de gidebilir "Gözü şaşmadı..." buyurulduğuna göre,
bu görme işinin gözle (baş gözüyle) olması gerekmektedir. Buna göre âyetin
mânâsı, gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı, şeklinde olur. Yani gerek bütün o
müthiş kuvvetleriyle Cibril'i, gerekse Mirac'daki o tecelliyatı (beliren
şeyleri) görmesi bir hayal değil, kalb ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek
tasdik ettiği hakikattır. Onun için Cebrail'i hangi suretle olursa olsun, her
geldiğinde tanıdı.
12- Şimdi siz gördüklerine karşı onunla
mücadele mi ediyorsunuz? Burada muzari siğasıyla buyurulması, bakışın
devamlılığına delalet eder.
13- Nitekim bunun açıkca te'kid edilmesi için
de şöyle buyuruluyor: Andolsun O, onu bir kez daha görmüştü. Yani O, müthiş
kuvvet ve akıl sahibi ve kendisine Kur'ân'ı öğreten Cebrail'i, hakiki sureti ve
bütün kuvvetleriyle bir de Mirac'dan inerken gördü. Burada Cebrail'in, makam
itibarıyla Resulullah'dan geride olduğuna işaret vardır. Müfessirlerin çoğuna
göre, kelimesi mastar bina-i merre olduğundan dolayı mânâsında zarf olarak
mansuptur. Buna göre âyetin mânâsı, "Onu diğer bir defasında da bir inişte
gördü." şeklinde olur. Sofi ve İbnü Atiyye gibi bazı âlimler de hal makamında
mastar olduğunu söylemişlerdir ki, "inerken" mânâsına gelmektedir.
Birinci görüşe göre nin sıfatı "diğer bir iniş", ikinciye göre de
"diğer bir kerre", yahut fiilinin mef'ul-i mutlakı olarak "diğer
bir görüş" demektir. Bu inişin Mirac gecesi olduğunda ittifak vardır.
Ancak kimin inişi olduğu konusunda farklı yorumlar mevcuttur. Bazıları Allah
Teâlâ'nın inişi demişlerdir. Bu hususta Râzî şöyle der: Allah hakkında hareket
ve iniş tasavvur etmek bâtıldır. Manevî yakınlık ile inişte de rahmet ve fazl üzere
kula yaklaşma söz konusudur ki bu durumda da kul O'nu göremez. Onun için Musa
"Ey Rabbim azâmet ve celal perdelerinden bir kısmını ortadan kaldır,
kuluna rahmet ve fazlınla yaklaş da seni göreyim." (Arâf, 7/143) dedi.
Âlimlerden bazıları da, buradaki inişten maksat, Cebrail'in hakiki görünümü ile
inişidir demişlerdir. Ancak Cebrail, Sidre-i Müntehâ'dan öteye geçemediğine
göre âyeti Cibril'in inişi haline münasip olmaz. Çünkü Cibril'in Sidre-i
Müntehâ'nın yanında görülebilmesi için oraya daha yüksekten inmiş olması
gerekir. Bunun içindir ki biz 'dan Peygamber (s.a.v)'in Mirac'dan inişi
mânâsını anlıyoruz. Râzî ve Nisâbûrî'nin tefsirlerinde zikrettikleri bir habere
göre, Mirac gecesi, Cebrail, "Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım muhakkak
yanardım." dediği makamda kalmış, peygamber ondan ayrılıp daha ileri
gitmişti. İşte söz konusu âyette geçen inişten maksat, Hz. Peygamber (s.a.v)'in
gittiği makamdan daha sonra Cebrail'in yanına dönüşüdür. Bir de Resulullah,
namaz meselesiyle ilgili olarak birkaç kere inip çıkmıştı. tabiri, de böylece
son inişi ifade etmiş olacağından, yukardaki mânâya daha uygun düşmektedir. Biz
de bu mânâda karar kılmak istiyoruz. Bu hususu şöyle özetlemek mümkündür:
Resulullah, (s.a.v) her Kur'ân bölümünü getirdiğinde Cebrail'i, girdiği surette
görüyordu. Onu melek sureti ile bir defa Mirac'dan önce görmüş -ki o zaman
Cebrail, Peygamber'in yanına gelmişti- bir kere de Mirac'dan inerken görmüştü.
14- Bu görüşmede de Resulullah, Cebrail'e
doğru yaklaşmış ve Cebrail onu, Sidre-i Müntehâ'nın yanında karşılamıştı.
Sidre-i Münteha, son sidre demektir ve izâfi
bir terkiptir.
Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan
bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son sınır sidresi"
anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, daha evvel de geçtiği gibi ağaç demektir.
Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır. "Sidr, in kesri
ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna Arabistan kirazı
da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre,
çoğulu, siderât, sidirat, sider ve südür şeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç, iki
çeşittir. Birisi büstânî (bahçeye mahsus)dir ki meyvası hoş olup yapraklarıyla
da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsus)dir ki bunun meyvası
tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve hafiftir".
Bu kelime de ayrıca bir hayret mânâsı da
vardır. Seder ve Sederat göz kamaşmak ve hayran olmak demektir. Bunun binâ-i
nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi ifade eder. Bu sebeble müfessirler sidre-i
müntehâyı, her iki mânâyı da gözeterek tefsir etmişlerdir. Bu konudaki farklı
yorumları şöyle sıralamak mümkündür.
1. Sidre-i müntehâ, yedinci semada bir hadise
göre de altıncı semada Arş'ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki
müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (Muhammed, 47/15 bkz.) onun
altından çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in meyvasını tacın püsküllerine,
yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında
şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Öyle bir ağaç ki bir binici onun
gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini
örter." "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse
katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter." gibi haberler
nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları
bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç,
bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir. İbnü Mes'uddan gelen bir
rivayette onun şöyle dediği görülür: "Sidre-i Müntehâ, cennetin uc
kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri
vardır." Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş
noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü Abbas ve Ka'b'dan
nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki,
melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır.
Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez. Dahhâk'tan yapılan bir
rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan daha
ileri geçemez." Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade
ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.
2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada
kaydettiği bir görüşte şunları söyler: "Sidre, "Rakib" den
"rikbe" gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i
müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder." Yani
akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları
bir makamda, Hz. Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve
gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği
rivayeti kabul etmektedir.
3. Ebu's-Suud'un da bu konuda şöyle dediği
görülür. "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." âyetine göre
müntehâdan maksat, Allah'tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine
izâfeti kabilinden" Allah'ın sidresi" mânâsını ifade edebilir."
15- Cennetu'l-Me'vâ da onun yanındadır. Yani
Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında Cennetu'l-Me'vâ vardır ki o, müttakilerin ve
şehidlerin varacakları cennettir.
16- O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu. Mirac
hadislerinden İbnü Cerir'in naklettiği rivayetlerde Enes (r.a.), Resulullah
(s.a.v)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Melek beni Mirac'a çıkardı,
derken sidreye ulaştım. Onun sidre olduğunu, yaprağını ve meyvasını tanıyordum.
Az sonra onu Allah'ın emrinden bürüyen bürüyünce, âni bir değişikliğe uğrayıp
hiç kimsenin tavsif edemeyeceği bir hale geldi ki, o hali ben de
anlatamam." Yine İbnü Cerir'in İbnü Zeyd'den yaptığı bir nakilde o şöyle
demektedir: "Peygamber (s.a.v)'e: "Ya Resulullah sidreyi kaplayan ne
gördün?" diye sorulduğunda buyurdu ki "Altından bir pervanenin onu
bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allah'ı tesbih ettiğini
gördüm." İbnü Abbas'tan âyeti ile ilgili şöyle bir rivayet vardır:
"Onu (sidreyi) Allah bürüdü de Muhammed Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü
gördü". Bu gaşy (bürümek) sıfatının, bir fiil olması gerekir. Rebi'de,
"Sidre'yi Rabbin nuru ve melekler kapladı." demektir. Ebu'l Âliye'ye
göre de onu, ağaca uçuşan kuşlar gibi Allah'ın nuru kapladı. Mücahid'in görüşü
ise, "Muhammed hem Sidre'yi hem de kalbi ile Allah'ı gördü."
şeklindedir.
17- Göz şaşmadı. Onu (sidreyi) gören
Resulullah (s.a.v)'ın gözü yerinden kaymadı, şaşıp da sağa sola meyletmedi. Ve
aşmadı. Yani görme sınırını aşıp da yanlış bir bakış bakmadı. Akılların
şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret verici şeyler görmekle beraber O, ne
şaştı, ne de görme sınırını aştı. Son derece dikkatli ve sıhhatli bir şekilde
Allah'ı tesbih edip onu müşâhede etti. Âyetin ilk cümlesi, Peygamber (s.a.v)in
edebini, diğeri ise kuvvet ve kudretini beyan etmektedir. Râzî der ki :
"Peygamber'in müşâhedesi Hz.Musa gibi olmadı. Zira Hz. Musa olayında dağ
dümdüz olmuş, Musa baygınlık neticesi yere yıkılmış ve bakışını kesmişti. Lakin
Sidre, dağdan kuvvetli idi. Çünkü dağ, darmadağın oldu, fakat Sidre sebat edip
yerinden kımıldamadı. "Musa baygın düştü..." (A'râf, 7/143) fakat
Muhammed (s.a.v.) sarsılmadı."
18- Şüphesiz O, Rabbinin âyetlerinden en
büyüğünü gördü. Yeminin cevabıdır. kesinlik ifade etmektedir. "Âyet"
ise acaiplikler anlamındadır. "El-kübrâ" lafzında iki irab vardır.
Birincisi meâlde de gösterildiği şekilde fiilinin mef'ûlü olarak "en büyük
âyet" mânâsınadır. İkincisi, âyetin sıfatı olup, "şüphesiz Rabbinin
en büyük âyetlerinden bir şey gördü" anlamını ifade eder. Üçüncü bir mânâ
da in zâid olduğu düşünülerek "muhakkak Rabbinin en büyük âyetlerini
gördü" demek olabilir. Özetlemek gerekirse şöyle denilebilir. Hz.
Peygamber, Mirac'da Rabbinin rubûbiyyet âyetlerinden, mülk ve saltanatının
acaipliklerinden kelâmın ifade sınırına sığmayıp ancak müşahede ile
ulaşılabilecek en büyük âyet veya büyük âyetlerini gördü. Şu halde bu âyetlerin
mânâlarını izaha kalkışmak haddimize düşmez. Görüldüğü gibi burada Rabbini
gördü denilmeyip, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü, şeklinde bir ifade
kullanılmıştır. Dolayısıyla bundan Allah'ı görme mânâsını anlamak, âyetin
zahiri itibariyle mümkün görünmemektedir. Gerçi (Necm, 53/11) âyetinde geçen
"peygamberin gördüğü şey" bu âyette görülenlerden ibaret değildir ve
âyeti de zâta yakınlığa işaret etmektedir. O yüzden buradaki görmenin baş
gözüyle mi, yoksa mücerred kalb gözüyle mi gerçekleştiği konusunda tartışma
yapılabilirse de âyeti, yukarıda ifade edilen hususların bir özeti olduğundan
da başka bir görme söz konusu olsa bile, bu âyette zikredilenden daha büyük olamaz.
Buhârî'de Mesrûk tarikiyle Hz. Aişe'den gelen
şöyle bir rivayet vardır: Mesrûk der ki: Hz. Aişe'ye: "Valide hazretleri!
Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü mü"? diye sordum. O da bana
"Söylediğin bu sözden dolayı tüylerim diken diken oldu." dedi. Ve
arkasından şunu ilave etti, "Her kim şu üç şeyi söylerse yalan
söylemiştir. Kim Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü derse yalan söylemiştir. Sonra
"Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; o latifdir her şeyi haber
alandır." (En'âm, 6/103) âyetini okudu. Her kim sana yarın ne olacağını
bilirim derse yalan söylemiştir dedi ve sonra "Kimse yarın ne yapacağını
bilmez" (Lokman, 31/34) âyetini okudu. En sonunda da her kim sana
peygamber risaletten bazı şeyler gizledi derse yalan söylemiştir, dedi ve
ardından "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur..." (Maide, 5/67)
âyetini okudu. Ancak Peygamber, Cebrail'i iki defa hakiki sûretinde
gördü."(1) Yine Buhârî'de, Abdullah b. Mes'ud'dan gelen iki ayrı rivayet
vardır ki bunların birinde Peygamber'in, Cebrail'i altıyüz kanatlı olarak
gördüğü, diğerinde ise, Cennet'ten gelen ve ufku kaplayan yeşil bir refrefi
müşâhede ettiğini belirtmiştir. Bu rivayetler de gösteriyor ki görülen âyetler,
Cebrail'den ibaret değildir.
Müslim'de de şu rivayetler vardır.
1. Ata tarikiyle gelen bir rivayette İbnü
Abbas: "Peygamber onu kalbi ile gördü." dedi.
2. Ebu'l- Âliye tarikiyle gelen bir rivayette
de İbnü Abbas'ın şöyle dediği nakledilir: "Andolsun ki onu bir kere daha
gördü." Buna mukabil Buhârî'de zikredilen hadisten başka, Mesruk'dan
nakledilen daha genişçe bir rivayet de vardır ki o da şöyledir:
3. Mesrûk der ki: "Hz. Aişe'nin
yanındaydım, bana dedi ki "Ya Ebâ Aişe, her kim şu üç şeyden birini
söylerse Allah'a karşı büyük iftira etmiş olur." Onların ne olduğunu sorduğumda
da bana şunları söyledi; "Her kim, Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü diye
zannederse Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur." O esnada ben
dayanıyordum, oturdum ve ey müminlerin annesi bana müsaade buyur dedim, o da
acele etmememi söyledi ve Allah Teâlâ, (Necm, 53/13), "Andolsun (Muhammed)
onu apaçık ufukta görmüştür." (Tekvir, 82/23) buyurmadı mı? dedi, sonra da
şöyle devam etti. Bu ümmet içinde onu Resulullah'a ilk defa ben sordum ve o da
bana, "O Cibril'dir, Onu yaratıldığı hakiki sûrette iki kereden başka
görmedim. Semadan inerken görmüştüm, büyüklüğü, gök ile yer arasını
kaplamıştı." dedi. Hz. Aişe sonra da bana Allah'ın şöyle buyurduğunu
işitmedin mi? dedi. "Gözler O'nu görmez, O, gözleri görür; O Latif'tir,
her şeyi haber alandır." (En'âm, 6/103) ve yine bana Allah'ın şöyle
buyurduğunu duymadın mı? dedi. "Allah bir insanla konuşmaz. Ancak vahiyle,
yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini
vahyeder. O, yücedir, hakimdir." (Şûrâ, 42/51) Bu rivayette hadis, yalnızca
Hz. Aişe'nin ictihadına dayanarak mevkuf olmayıp, Hz. Peygamber'e de isnad
edildiği için müsned hadis hükmünü de almıştır. Bu yüzdendir ki Müslim bu hadis
için etemm (en mükemmel) ve atvel (en uzun) tabirlerini kullanmıştır.
4. Abdullah b. Şakîk ve Ebu Zer'den yaptığı
bir rivayette şöyle söyledi: "Resulullah (s.a.v)'a "Rabbini gördün
mü?" diye sordum "O bir nurdur, nasıl görebilirim, yahut nereden
görebilirim?" dedi.
5. Başka bir rivayetinde de Abdullah b. Şakîk
diyorki, Ebu Zer'e "Resulullah (s.a.v)'ı görseydim sorardım" dedim,
"neyi sorardın" dedi, "Rabbini gördün mü?" diye sorardım
dedim. Ebu Zer de bana dedi ki, "ben sordum Resullullah buyurdu ki
"Bir nur gördüm." Kâdî İyâz Şifâ-i Şerif'de der ki: bir cemaat Hz.
Aişe'nin görüşünü benimsemiştir. İbnü Mes'ud ve Ebu Hureyre'ye göre de meşhur
olan görüş budur. Bu sebebten dolayı bir grup hadisçi, fakih ve kelâmcı dünyada
Allah'ı görmenin imkansız olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnü Abbas'tan
nakledilen meşhur kavle göre de Peygamber Allah'ı gözleriyle görmüştür. Hatta
İbnü Abbas bazı rivayetlerinde Hâkim, Nesâî ve Taberânî rivayetlerinde
"Allah Teâlâ Musa'yı kelâm, İbrahim'i dostluk ve Muhammed'i de görme
(rü'yet) sıfatı ile mütahassıs kıldı." demiştir. Eş'arî ve ona tâbi
olanlardan bir grup da, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Allah'ı basarı ile yani baş
gözüyle gördüğü kanaatindedirler. Bazı tasavvuf erbabı da, açık bir delil
olmadığı için rü'yetin (Peygamber'in Allah'ı görmesinin) baş gözü ile
gerçekleşmesi konusunda görüş beyan etmemekle birlikte, bunun caiz
olabileceğini söylemektedirler. Kâdî İyâz der ki: "Hiç şüphesiz doğru olan
görüş budur. Zira, Allah Teâlâ'nın dünyada görülmesi aklen caizdir ve akılda,
onu imkansız kılacak bir şey yoktur. Şeriat'te de mümkün olamayacağı konusunda
kat'i bir delil söz konusu değildir. âyeti de "Gözler onu ihata edemez
veya her göz onu göremez." gibi yorumlara müsait olduğu için görmenin
imkansızlığına delil olamaz. "Sen beni göremezsin." (A'raf, 7/143)
âyeti de umumî bir mânâ ifade etmemektedir. Bununla beraber peygamberimizin
gözle görmesi hakkında da kesinlik ifade eden bir delil yoktur. Zira bu konuda
en fazla itimâd edilen Necm Sûresi'nin 11. ve 13. âyetleridir. Bunlara göre de
mesele ihtilaflı olmakla birlikte hem olabilirlik hem de olmama ihtimali
vardır. Ayrıca Peygamber'den bize ulaşan mütevatir bir haber de mevcut
değildir. İbnü Abbas'ın görüşü ise kendi kanaatidir ve Hz.Peygamber (sav)'e
dayanmamaktadır. Aliyyu'l-Kârî de "Şifâ şerhi"nde şunları söyler:
"Gazzâlî İhyâ'sında" sahih olan görüş, Resulullah (s.a.v.)'ın Mirac
gecesi Allah Teâlâ'yı görmemiş olmasıdır" demektedir. Ancak Nevevî
"Fetâva"da görmenin vuku bulduğunu kabul ederek kritikçi âlimlerden
de nakillerde bulunmaktadır. Fahreddin Râzî tefsirinde, herhangi bir yön ve
karşılaşma söz konusu olmadan Allah'ı görmenin caiz olduğunu beyan ettikten
sonra şunları söyler: "Ehl-i Sünnet'e göre görmenin meydana gelmesi kulun
değil, Allah'ın irâdesiyledir. Allah dilerse gözde, dilerse gönülde idrak halk
edebilir. Bu mesele, sahabe arasında da ihtilâfa yol açmıştır. Ancak şunu
belirtelim ki, görmenin vuku bulduğu konusunda ihtilâf olmakla birlikte caiz
olduğu hususunda ittifak vardır." Râzî sözüne şöyle devam etmektedir.
âyetinde, Peygamber (s.a.v)'in Mirac gecesi Allah'ın âyetlerini görüp, Allah'ı
görmediğine bir delil vardır. Mamafih Allah'ı gördüğü konusu zaten
ihtilâflıdır. Bu husus şu şekilde izah edilebilir: Allah Teâlâ, Mirac kıssasını
"âyetleri görme" ile mühürlemiş "Eksiklikten uzaktır, o ki
geceleyin kulunu... yürüttü." (İsrâ, 17/1) âyeti içerisinde "...ona
âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." buyurmuştur.
Eğer Muhammed Rabbini görmüş olsaydı mümkün
olanın en büyüğü olurdu. O takdirde âyet, rü'yet olur ve en büyük şey de
rü'yetten ibaret bulunurdu." Yani peygamber bizzat Allah'ı görmüş olsaydı,
Mirac'ın en büyük gayesi o görme olacağından sonunda "Şüphesiz o
(Muhammed) Rabbini gördü." veya "Bizi görsün diye." söylenmesi
gerekirdi.
Râzî'nin bu son ifadesi bize başka bir mânâyı
hatırlattı. Rü'yet en büyük âyet olunca burada "kübrâ"yı görme ile
tefsir etmemiz gerekecektir ki bunu da iki şekilde düşünmek mümkündür. Birisi:
Rabbinin âyetlerinden, yani üstün mucizelerinden en büyüğü olan rü'yet
mucizesini görmekle kalmadı ahirette ümmetinin göreceği gibi beni de gördü.
Diğeri de en büyük âyet olan rü'yetin hakikatini müşahede etti şeklinde
olabilir. Çünkü (En'âm, 6/103) âyetinde de geçtiği gibi bakışların ve rü'yet
denilen fiilin hakikatini ancak Allah bilir. O halde rü'yetin hakikatini
müşâhede etmek, "Ben onun kulağı, gözü ve kalbi oldum." hadisi ve
"Attığın zaman sen atmadın." (Enfâl, 8/17) âyetinin ihtiva ettiği
mânâ üzere Allah Teâlâ'nın Resulullah'da tecelli eden en büyük âyet ve
delilleriyle mümkün olmuş olur. Bu mânâya göre en büyük âyet, Muhammed'e
verilen hakikatler demektir. "Şüphesiz O, işitici ve görücüdür."
(İsrâ, 17/1) âyetinde de bu mânâya bir işaret vardır. Aliyyu'l-Kârî bu konu
hakkında güzel bir yorum yaparak diyor ki: "Allah bilir ya bu zor meselede
delillerin arasını cemetmek yani onları uzlaştırmak şöyle mümkün olabilir:
Rü'yetin isbat edilmesi konusunda zikredilen
deliller, Allah'ın sıfatlarının tecellisine; rü'yetin nefyi (imkansızlığı)ne
işaret eden hususlarda zikredilen deliller de, Allah'ın zatının tecelli
etmesine bağlanmıştır. Bir şeyin zâtının tecelli etmesi, ancak onun hakikatinin
ortaya çıkması ile mümkün olacağı için bunun, Allah'ın zatı hakkında caiz
olması imkansızdır. Nitekim "Gözler onu göremez", "Onlar ise
ilimleriyle O'nu kavrayamazlar." (Tâhâ, 20/110) âyetleri de buna delalet
eder. Ayrıca "...Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti." (Â'raf,
7/143) sözünde yer alan ceale (kılmak) tabirinde ve "Yüzler varki o gün
ışıl ışıl parlar, ve Rabbine bakar." (Kıyâme, 75/22,23) âyetinde de aynı
hususa işaret vardır. Yine Peygamber'in "Rabbinizi, Bedr (ayın ondördüncü)
gecesi ayı birbirinizle sıkışmayarak gördüğünüz gibi göreceksiniz"
hadisinde de bir açıklık söz konusudur.
Hasılı dünyada kesin olarak bilinen, ahirette
de kesin olarak görülecektir. Bununla beraber Allah'ın zâtının hakikatinden
ortaya çıkan sıfatların görüntüleri de, ebedi makam ve hallerde sonsuzluğa
doğru uzanmaktadırlar. Allah'da sonsuzluğa erişen kimse, cenette yine
sonsuzluğa dek Allah ile olacaktır. "Ve sonunda senin Rabbine
varılacaktır." buyurulmuştur. Bununla beraber O'nun ne evveliyatının başı,
ne de ahirinin sonu vardır.
Âyetin zahiren ifade ettiği mânânın
açıklanmasında iki nokta üzerinde durulmuştur. Bu konuda Keşşâf sahibi şöyle
söyler: "Âyetin zahirî anlamına göre yaklaşma ve sarkma Peygamber ile
Cebrail arasında meydana gelmiştir ve görünen de Allah değil, Cebrail
(a.s.)dir." Nitekim âlimlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Ayrıca Hz.
Peygamber (s.a.v)'in Hz. Aişe'ye cevap olarak verdiği haber de sahih olunca,
hiç kimsenin bundan başka bir görüşe meyletmesi de mümkün görünmemektedir.
Allâme Tîbî de der ki, nazmın gereği şudur: 'ya kadar olan söz, vahiy emri,
Cebrail'den aldığı ve düşmanların şüphelerini ortadan kaldırmak hakkında 'dan
âyetine kadar olan kısım da Allah Teâlâ'ya yükselme hakkındadır. Her akıl
sahibi anlar ki, makamı, "Cibril Allah'ın kuluna vahyetti" şeklindeki
bir yoruma imkan vermez. Zira gönül ehli olanlar bundan birbirlerine sırlarını
açan iki kimse arasındaki yakınlık mânâsını sezerler ki, ona kuruntu sergisi
dar, fakat anlayışın sınırı dar değildir.
Bu izahtan sonra şunu da belirtelim ki, Hz.
Aişe hadisinin Peygamber'e ulaştırılan noktasını düşünmekle beraber bizim de
âyetlerin akışından anladığımızın özeti, bu tarzdadır. Önce Resulullah'ın
Cibril vasıtasıyla "Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) âyeti gereği
öğretimi, sonra istivâ ile yüksek ufka varması, daha sonra da ufkun üstünde
yükselerek Cibril'in makamını geçmesi ve onu görmesi anlatılmaktadır ki esasen
(Necm, 53/12) âyetinden onu devamlı görmesi gibi bir mânâ anlaşılmakla beraber
biri, Mirac'a çıkmadan evvel üst tarafında biri de Mirac'dan inerken alt
tarafında olmak üzere Resulullah'ın onu, hakiki suretinde iki defa gördüğü
bilinmektedir. Anlatılan hususlardan biri de, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Rabbinin
âyetlerinden en büyüğünü görmesidir. Cümlenin gelişinden anlaşıldığına göre,
âyette geçen "Kübrâ"nın Cebrail'den ibaret olmayıp, daha büyük bir
şey olmasıdır. Nitekim Râzî de "Âyetlerden maksat, Cebrail'den
başkasıdır." demektedir. Alûsî de bu konuda şöyle der: "Bazı
haberlerde Peygamber (s.a.v)'in gördüğü şeyin Cebrail ve Refref olduğu açıkça
zikredilmişse de, esas olan belli bir şeyin kasdedilmemesidir. Çünkü Peygamber
(s.a.v) Mirac gecesi, sayılamayacak kadar çok âyetler görmüştür."
Müslim'in Sahîh'inde bulunan ve Ebu Habbeti'l-Ensârî tarikiyle İbnü Abbas'tan
yapılan bir rivayette peygamber şöyle buyurmuştur: "Sonra göğe
yükseltildim tâ ki öyle bir makama çıktım ki orada kalemlerin gıcırtılarını
duyuyordum." Yani bir makama, bir seviyeye çıkarıldım ki kâinatın
mukadderâtının nasıl cereyan ettiğine muttali oluyordum. Biz bu hadisi, âyetinin
mânâsı ile ilgili görüyoruz. Ayrıca 'nın takdirinde "en büyük âyet"
demek olduğunu ve sözün akış tarzının da Muhammedî makamın açıklaması hakkında
bulunduğunu kabul ederek sözü edilen en büyük âyetlerin, Muhammed'e verilen
hakikatler olduğunu düşünüyoruz. Çünkü hangisi kasdedilirse edilsin, âyetlerin
en büyüğünün, ya da âyetlerden en büyüğünün Peygamber'de tecelli etmesinde asla
şüphe yoktur.
Burada şu noktayı da öneminden dolayı
hatırlatmak istiyoruz. Müslim'de bulunan bir hadis-i şerifde zikredilmiştir ki,
"Resulullah önünü gördüğü gibi arkasını da görüyordu." Demek ki onun
görmesi, yön ve karşılaşmaya bağlı olmayan nitelikte bir görme idi.
Meâl-i Şerif
19. Siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza'yı?
20. Ve üçüncü olarak da öteki (put) Menat'ı?
21. Size erkek O'na dişi öyle mi?
22. Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim.
23. Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve
babalarınızın taktığınız (boş) isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil
indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar. Halbuki onlara
Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.
24. Yoksa her arzu ettiği şey, insanın
kendisinin mi (olacak) dir?
25. Son da ilk de (ahiret de dünya da)
Allah'ındır.
19- "Siz de gördünüz değil mi? Risalet
anlatılıp Allah'ın kuvvet ve kudreti, âyetlerinin büyüklüğü ve tevhide işaret
edildikten sonra, burada da müşriklere taptıkları tanrılarının hakaretleri ve
inançlarının bozukluğu gösterilmektedir.
Buradaki hitap Kureyş topluluğunadır.
Yani sırf ilâhî bir vahiy olan bu kelâmı
dinledikten ve arkadaşınız (Muhammed)ın gördüğünü duyduktan sonra şimdi siz de
söyleyin, gördünüz ya o Lât ve Uzza'yı
20- hem üçüncü put Menat'ı . Lât, Uzza ve
Menat onların taptıkları putlardandı. Onun için bu putlarla, Abdullât, Abdul
Uzza ve Abdul'l Menat diye isimler vermişlerdi. Hatta "Bismillâti ve'l-
Uzza" sözünü yemin ifadesi olarak kullanırlardı. Ebu Ubeyde gibi bazı
âlimler, bunların taştan putlar olup, Ka'be'nin içinde bulunduklarını
söylemişlerse de, başka mekânlarda kurulan hususî puthanelerde de putların
bulunduklarını gösteren nakillere rastlanmaktadır. Ka'be içinde Hübel gibi
diğer putların bulunması sebebiyle, yukarıda isimleri sayılan putların husûsi
hanelerde bulunan putlar olması gerekir. Lât için Tâif'de, Uzza için Nahle'de,
Menat için Kudeyd'de birer mekânın olduğu nakledilmektedir.
"Mu'cemu'l-Büldân"da anlatıldığına göre Lât Tâif'de idi. Sakif
kabilesi, beyaz bir taş üzerine onun beytini kurmuş, ve ona bakıcılar tayin
etmişti. Başta Kureyş olmak üzere bütün Araplar ona hürmet ederlerdi. Bakıcıları
da, Sakif kabilesindendi. Yeri, bugünkü Tâif Mescidi'nin sol minaresinin
bulunduğu tarafda idi. Sakif'liler İslâm'ı kabul ettiklerinde Resulullah Ebu
Sufyân b. Harb ile Muğire b. Şu'be'yi göndermiş, Onu yıktırmıştı. Uzza da
Nahle'de bir ağacın yanında bulunan bir put idi. Gatafan kabilesi ona tapardı.
Bu putun bakıcıları, Sayreme b. Murreoğullarındandı.
Uzza'yı Zâlim b. Es'ad put edinmişti. Bu put,
Nahle-i Şâmiyye vadisi içindeki Hurad mevkiinde bulunuyordu. Mekke'den Irak'a
doğru giderken Mus'ad'ın sağ tarafında, Amir'in hizasında ve Zat-ı Irk'ın üst
kısmında, Bustan'a dokuz mil mesafede idi. İbnü Es'ad onun üzerine Bess denilen
bir beyt yaptırmıştı ve onun içinde bir ses duyarlardı. Araplar ve Kureyşliler
ona saygı gösterirlerdi, Kureyş'lilerin nazarında da putların en büyüğü Uzza
idi. Onu ziyaret eder, ona hediye ve kurban verirlerdi. Kureyşliler onun için
Hurad vadisinde Sükam adını verdikleri bir koruluk kurmuşlardı ve onu Kabe'nin
Harem'ine benzetmek istiyorlardı. Şeybân b. Câbir b. Mürre oğullarından olan
bakıcıları, Beni'l-Haris b. Abdilmuttalip b. Hâşim'in adamlarındandı. Bunların
en son bakıcıları da "Dübeyye b Harmeselemî idi. Hz. Peygamber (s.a.v)
Mekke'yi fethettiği zaman Hâlid b. Velid'e dediki: "Batn-ı Nahle'ye git
orada üç semüre ağacı bulacaksın, birinciyi kes!" Hâlid varıp kesti ve
geri dönüp geldi: Peygamber (s.a.v) ona: "Bir şey gördün mü?" dedi. O
da, "hayır" dedi: "Öyle ise git ikinciyi de kes!" dedi.
Kesip geldiğinde de ona tekrar "Bir şey gördün mü" diye sordu. Hayır
deyince, "O halde git üçüncüyü de kes!" dedi. Halid b. Velid kesmek
üzere gittiğinde kendisini vazgeçirmek isteyen çıplak bir kadınla karşılaştı.
Saçlarını dağıtmış, ellerini ensesine koymuş ve dişlerini gösteren bu şeytan
kılıklı kadının arkasında da bakıcı olan Dübeyye b. Harmesselemi eşşeybânî
Halid'e bakıp şöyle diyordu:
"Ya Uzza! Haydi yalan çıkarma, Halid'in
üzerine şiddetli bir şekilde saldır. Örtüyü bırak ve kollarını sıva, çünkü sen
bu gün Hâlid'i öldürmezsen peşin bir zilletle dönecek ve hıristiyanlaştırılacaksın."
Halid de şöyle dedi
"Ya Uzza nankörlük sana, senin için
tenzih (berî kılma) yok. Gördüm ki Allah seni zelil kıldı."
Ve sonra kılıçla başına vurdu ve onu öldürdü,
peşinden de ağacı kesti ve Dubeyye'yi de öldürdü Daha sonra da Resulullah'a
gelip durumu haber verdi. Peygamber de, "O, Uzza idi, artık bundan böyle
Araplara Uzza yok." dedi. Menat'a gelince, bu konu da da "Mu'cemu'l-
Büldân"da şu bilgiler mevcuttur: "Menat, Medine ile Mekke arasında
Muşellel nahiyesinde bulunan Kudeyd isimli mevkide, deniz sahilinde dikili bir
putun adıdır. Bu put, diğer putların hepsinden önce dikilmiştir. Bunu ilk defa
dikenin Amr b. Lühayyi Huzâî olduğu, onu Şam tarafından getirip Ka'benin
etrafına diktiği rivayet edilmektedir. Bu put, Huzeyl ve Huzaa'nın putu idi,
ancak Kureyş ve diğer Araplar da ona tapar, kurban ve hediyeler takdim
ederlerdi. Bu putun daha sonra Kudeyd'e dikildiğini, Evs ve Hazrec
kabilelerinin onu ziyaret etmedikçe hac ibadetlerinin tamam olduğuna
inanmadıkları nakledilmektedir. Nihayet hicretin sekizinci fetih senesi
Resulullah Medine'den dört veya beş gün ayrıldıktan sonra Ali b. Ebî Tâlib'i
Menat'ı yıkmak üzere gönderdi. O da gidip yıktı ve ne varsa hepsini alıp
getirdi. Getirdiği şeyler arasında Mıhzem ve Resub adında iki de kılıç vardı.
Resulullah onları Hz. Ali'ye verdi. Bunlardan birinin Zülfikâr olduğu söylenir.
Bu putun bakıcısı, Ezd kabilesinden Gatârif idi." Putlara verilen
isimlerin hepsi müennestir. Bu konuda Taberi şöyle der: "El-Lât, Allah
lafzından alınarak sonuna müenneslik (dişilik) tâ'sı getirilmiştir. Müzekkere
Amr. Müennese Amre, erkeğe Abbas, dişiye Abbâse denildiği gibi. Müşrikler
putlarına Allah'ın isimlerini vererek Ellât'ı Allah, Eluzza'yı da Allah'ın
el-Aziz isminden almışlardır." Râzî'nin görüşü de şöyledir: "Ellât,
'in müennesidir." Aslı, idi, ancak te'niste hâ üzere durulup şeklini aldı.
Sonra da kelimede bulunan iki "ha"dan birisi hazfolunarak, iki asıl
harf ile bir te'nis tâsından ibaret kaldı. Bu te'nis tâ'sı da kelimenin aslı
gibi kabul edilerek "zâmâl"ın müennesi "zâtimâl" gibi oldu.
Kelimenin türetilmesi konusunda başka görüşlerden de bahsedilmiştir. Etrafında
toplanılmak ve dolaşılmak mânâsında aslından şeklinde olduğu söylendiği gibi,
kırâet-i aşere (on kırâet) imamlarından Yakub'un Ruveys rivâyetinde tâ'nın
şeddesiyle okuması 'ın 'den türetildiğini de göstermektedir. Döğüp ezmek ve
bulamak mânâlarına gelmektedir. Anlatıldığına göre vaktiyle bir adam yağ ile
kavut yapıp halka yedirirmiş ve yiyenler de gelişirlermiş. Derken o zât mabud
telakki edilip, onun suretinde bir put yapılarak Lât ismi verilmiştir. Râzî, bu
hikayeye göre Lât'in, erkek olduğunu söylüyorsa da "suret" te'vili ile
yine müennes olmalıdır. Zira âyetin ifade tarzından hep müennes oldukları
anlaşılmaktadır. Uzza da belli ki "eazzın" müennesi olarak azîze
demektir. Menat ya kader, ölüm veya ilâh mânâsına "Menâ"dan
alınmıştır, ya da İbn kesir kırâetinde şeklinde okunması sebebiyle den
alınarak, yanında kurban kanlarının dökülmesi veya kendi inançlarına göre
yağmur ümid edilmesi gibi bir düşünce ile bu isim verilmiştir.
Burada Menat'tan sonra "diğer
üçüncüsü" sıfatının zikredilmesi, alay ve küçümseme içindir. Öncelikle bu
ifadede, o iki kere gördü ise siz üç defa gördünüz değil mi? Makamında bir alay
vardır. İkinci olarak sıfatı ile putların geriliği, hakaretvâri bir tarzda dile
getirilmiştir. Çünkü kullanımda, yaygın olarak "diğer" mânâsını ifade
etmekte ise de aslında "gecikme"den ism-i tafdil olarak en geri
mânâsında tevriyeli bir söz olduğu da söylenebilir. Menat en geri bir put
olunca diğerlerinin geriliği de böylece anlaşılmış olur. Bir de Menat'ın daha
önce dikilmiş en büyük bir put iken Lât ve Uzza'dan sonra üçüncü derecedeki
putlar arasına düşürülmüş olmasına işaret sayılabilir. Böylece denilmiş
olmaktadır ki, bu beyandan sonra siz de o taptığınız çeşitli putları ve onların
geriliklerini gördünüz değil mi? Şimdi söyleyin bakalım.
21- Size erkek O'na dişi öyle mi? Yani erkek
isimlerini kendiniz alıp kadın isimlerini tanrıya veriyorsunuz öyle mi?
Arapça'da isimler, ya müzekker ya da müennes olur. Fakat müşrikler putlarına
hep müennes isimler vermişlerdi. Özellikle Allah adına dikildiği iddia edilen
söz konusu putlar, müennes isimli idiler. Müşriklerin kanaatine göre, putlar
ilâhî kuvvetlerin ve meleklerin suretleridir. Melekler de Allah'ın kızlarıdır.
Bu yüzden müşrikler; "Biz onların suretlerini yapıp müennes isimler
vererek, onlara taparız. Böylece de bu putları Allah'ın yanında şefaatçı kabul
ederek yardımlarını bekleriz." diyorlardı. Nitekim şu iki âyet onların
durumlarını dile getirmektedir. "Bunlar, Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir ." (Yûnus, 10/18), "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) Yâkûtu'l-Hamevî,
"Mu'cemü'l- Büldân"da Uzza'yı anlatırken şu fıkraya da yer verir:
"Kureyşliler Ka'be'yi tavaf ederken "Lât, Uzza ve üçüncü olarak da
öteki put Menat hürmetine, çünkü onlar ulu kuğulardır, her halde onların
şefaatleri umulur." diyorlardı. Ve de onları Allah'ın kızları kabul edip
şefaatlerini bekliyorlardı. Peygamber (s.a.v)'e risalet vazifesi verilince
"Siz de gördünüz değil mi Lât ve Uzza'yı? Üçüncü olarak da diğer putunuz
Menat'ı? Demek size erkek, Allah'a dişi öyle mi? Öyle ise bu çok insafsızca bir
taksim! Onlar, hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın uydurduğu kuru
isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiç bir delil indirmedi." âyetleri inzâl
buyuruldu."
Bu nakilden Garanik meselesinin menşei de
anlaşılmış olmaktadır. Garanik kelimesi çoğul bir kelimedir. Müfredi gurnuk
gelir. Gurnuk, kuğu kuşu denilen beyaz bir su kuşudur ki kazdan daha büyük,
uzun boyunlu ve güzel endamlı bir kuştur. Sîmten denilen beyaz, güzel ve dolgun
bedenli taze dilberlere de kuğu ismi verilir. Gönül alıcı bir rüzgâr estiğinde
deprenip oynayan yumuşak saçlara da "garanika" veya
"garanikiyye" denilmektedir. İşte müşrikler beyaz taşlardan
yaptıkları putlarını böyle şâirâne bir teşbih (benzetme) ile yüksekte uçan kuğu
kuşuna benzeterek onların şefaatlerini umuyorlardı.
22- Bundan dolayı inançlarının temelsizliği ve
çürüklüğü gösterilmek üzere önce kınama şeklinde "erkek size, dişi O'na
öyle mi?" buyurulmuş ve ardından da "Bu, pek zalimce bir
taksimdir." denilmiştir. Âyette yer alan "dayz" ve
"davz" eksiklik etmek, bir kimseye hakkını eksik vermek ve zulmetmek
demektir. "Dîzâ" da eksik, haksız hayıflı yani zalimce anlamını ifade
eder. Kamus mütercimi Âsım efendi bu kelime ile ilgili özellikle şu
hatırlatmayı yaparak der ki: "Şihâb, Dürretü'l-Gavvâs şerhinde şunları
söyler, "Dîzâ kelimesi fu'lâ vezninde bir sıfattır. Noksanlık
mânâsınadır." Aslında yani ilk harfi ötre iken ya (ikinci harfe) yakınlığı
sebebiyle bu ötre, kesreye dönüşmüştür. Çünkü söz konusu kelime, yâ'lı ecvef
olan den alınmıştır. Eğer den alınmış olsaydı o vakit, denirdi. Kaldı ki
Arapça'da sıfat olarak ilk harfin kesresiyle "fi'la" vezninde kelime
yoktur. Bu vezin, "şi'râ" ve "zikrâ" gibi isimlerin
binasındandır." Hâşriye-Sâ'diyye'nin beyanına göre ise bu görüş,
Sibeveyh'e aittir. Diğerleri bu sıfatları, ilk harfin kesresi ile
"fi'la" vezninin varlığını nakleden "hîkâ" ve
"kiysâ" ile gösterdiler. denildiğinde bununla "salınır, kibirli
yürür" mânâsı anlaşılır. denilince de "yalnız yer ve yalnız konaklar"
mânâsı kasdedilir. Ebu Hayyân da "dîzâ" kelimesinin, zikrâ gibi
mastar olmakla birlikte sıfat mânâsını taşıdığını da kabul etmiştir.
Sibeveyh'in kanaatine göre ise, söz konusu kelime, "Uzza " ve
"Uhrâ" gibi üstünlük bildiren fiillerin müennes vezninde gelerek
"en zalimane" mânâsını ifade etmektedir. Çünkü müşrikler, Allah'a
çocuk isnad etmekle haddizatında O'na en büyük zulmü yapmakla kalmıyorlar, kız
sahibi olmayı eksiklik sayıp, arzu etmedikleri halde, onları Allah'a tahsis
etmek suretiyle kendi vicdanlarına karşı saygı göstermek istedikleri tanrıyı
küçümsemiş oluyorlardı.
23-Bu kınamadan sonra gerçeğin açıklanması
için de şöyle buyurulmuştur: Onlar, o müennes isimler ve sıfatlarla anılan
putlar, hiçbir şey değildirler Uluhiyyet, izzet Allah'a nisbet ve şefaat gibi
kendileri için (putlar için) gözetilen mânâları, gerçekleştirecek hiçbir şerefe
sahip değillerdir. Sade kuru isimlerden ibarettirler. Yani gerçekte mânâsı
olmayan boş isimlerdir. "İşaret isimleri zât ile birlikte sıfata, zamirler
de yalnız zâta delalet eder", diye meşhur bir kâide vardır. Bu sebeble
buradaki müennes zamiri mercii (işaret ettiği yer) itibariyle bize bir nükte
ifade etmektedir. Zira "gördünüz değil mi?" hitabı ile o putların
bilinen bütün vaziyet ve sıfatları hatırlatılıp ism-i işaretiyle de kendilerine
isnad edilen vasıfların münasebetsizliği gözler önüne serilmiştir. Ardından da
denilip, birden bire bu zamir bir ism-i işaret makamında görünerek o putları,
iptal edilen sıfatlarıyla tavsif eder gibi olduktan sonra, zamir olması
sebebiyle de onları bu sıfatlardan soyutlamış ve bunların kuru isimlerden başka
bir şey olmadıklarını ortaya koymuştur. Bu tafsilatı vermemizdeki maksadımız,
bu âyetin garanik uydurmasının da iptaline işaret ettiğini özellikle
anlatmaktır. Zira garanik olayı da, müşriklerin putlarına isnad ettikleri
vasıflardan olduğu için burada ayrıca şu anlam da kendini göstermiş oluyor:
Sizin her halde şefaatlerini umarak garanik-i ulâ (ilk kuğular) dediğiniz o
putlar, hiç bir şey olmayıp, kuru isimlerden ibarettirler.
Sırası gelmişken şunu da ifade edelim ki: Hac
Sûresi'nde bulunan "Senden önce hiç bir resul ve nebi göndermemiştik ki o
(bir şey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu içerisine mutlaka (bir düşünce)
atmış olmasın." (Hac, 22/52) âyetinin tefsirinde Taberi ve Zemahşerî gibi
bazı müfessirler, kendilerine yakışmayacak şekilde lafzıyla bir hikaye
anlatmışlardır ki, o da şöyledir: Güya Necm Sûresi nazil olduğunda Resulullah
Harem-i Şerif'te onu okumuş ve sonunda müminlerle beraber müşrikler de secdeye
kapanmışlardır. İşte bu esnada âyetinden sonra "onlar, ulu ak kuğulardır.
Herhalde şefaatleri umulur." sözü de yanlışlıkla işitilmiş, ancak şeytan
tarafından atılan bu sözü, Allah Teâlâ neshedip (ortadan kaldırıp) âyetlerini
onun tasallutundan korumuştur. Bu hikayeyi anlatan tefsirciler, şeytanların her
türlü taarruzlarına karşı ilâhî vahyin kuvvetini ve nasıl korunduğunu anlatmak
istemişlerdir. Ebu Hayyân der ki: "Bu kıssa, Sîret-i Nebeviyye derleyicisi
Muhammed b. İshâk'tan sorulduğunda O, bunun zındıkların uydurmasından ibaret
olduğunu söylemiş ve konuyla ilgili bir de kitap kaleme almıştır." Hâfız
Ebu Bekr, Ahmed b. Huseyn el Beyhakî de demiştir ki: "Bu kıssa, nakil
yönünden sâbit değildir ve râvileri de yalancılıkla itham edilmiştir. Bu yüzden
sahih hadis kitapları ve diğer hadise dair eserlerde onlardan bir şey
zikredilmemiştir. Şu halde bu sözün atılması vaciptir. Onun içindir ki ben
kitabımı ondan uzak tuttum."
Bu âciz yazar da der ki: "Yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi, müşrikler Ka'be'yi tavaf ederlerken demek âdetleri idi.
Bunu, Yakutu'l-Hamevî, "Mu'cemu'l- Büldan" adlı eserinde ifade
etmektedir. Demek ki garanik benzetmesi Peygamber (s.a.v)'den önce de
söylenegelmiş bir sözdür. Çeşitli şekillerde söylenmiş olması da bunu
göstermektedir. O halde bu söz esas itibariyle müşriklere şeytan tarafından atılan
bir sözdür. Ancak esas üzerinde durulması gereken mesele, bunu Peygamber'in
söyleyip söylemediğidir. "İnmekte olan yıldıza andolsun ki sizin
arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da. O hevadan söylemiyor. O Kur'ân ancak
vahyedilen bir vahiydir." diye okumuş dururken Peygamber (s.a.v)'in vahyi
tebliği esnasında şeytanın herhangi bir müdahelesinin olamayacağında asla şüphe
yoktur. Şu kadar var ki, Kur'ân'ın birçok yerinde kâfirlerin, müşriklerin ve
şeytanların sözleri de hikaye yolu ile anlatılmıştır. Eğer söylenmiş olsaydı,
bunlar gibi söz konusu kıssanın da Peygamber tarafından hikaye edilmesi mümkün
olabilir ve tam âyetinden sonra ve den önce söylenmesi icap ederdi. Çünkü,
tarzında söylenmiş olsaydı o zaman, "Erkekler size, dişiler O'na öyle mi?
O halde bu insafsızca bir taksim." âyetlerinin ifade ettiği kınama mânâsı
ile kelâmın ahengi bozulmuş olurdu. Halbuki bu kınamadan sonra denildiği
takdirde fiili hâli (içinde bulunulan zamanı) hikaye ederek "o ulu kuğular
ki bir de onların her halde şefaatleri umuluyor, onlar hiçbir şey değil, sade
kuru isimlerden ibarettir" denilmiş olurdu. Bu mânâ ise, şeytanın ortaya
attığı bir mânâ değil, müşriklerin şeytana aitmiş gibi ortaya attıkları
sözlerini iptal eden düzgün bir söz ve istenen bir mânâ olacağından, neshedilmesine
ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, "Göklerde nice melek var ki onların şefaatı
hiçbir işe yaramaz..." (Necm, 53/26) âyetinde özellikle şefaat konusuna
işaret edileceği gibi bu anlam lâfzan açıklığa kavuşturulmadığı halde bile,
kelâmın mefhumundan tamamiyle kasdedilenin bu olduğu hususunda şüpheye mahal
yoktur. Demek ki burada (Hacc, 22/52) âyetinin mânâsı ile ilgili bir neshin söz
konusu edilmediğine kelâmın kendisi şahittir. "O hevadan söylemiyor."
Sözünü içeren bir sûreyi (Necm Sûresi'ni) okurken peygamberin dilinden kendi
arzusuna göre bir sözün çıkmasına ihtimal olmadığı gibi, putların hakaret ve
hiçliğini ilan eden âyetlerin arasında onların lehinde bir sözün geçmiş
olmasının da, alaydan başka bir mânâsının olmadığı ortadadır. Zira putların
hiçbir şey olmayıp, yalnız kuru isimlerden ibaret oldukları açıkça ifade
edilmiştir.
Onlara o isimleri siz ve babalarınız taktınız.
Yani ifade ettikleri mânâlardan hiçbiri kendilerinde bulunmaksızın o putlara
isimleri siz ve babalarınız yalan yere taktınız.
Allah onlar hakkında bir delil indirmedi. Yani
öyle bir isimlendirmeyi hakkı gösterecek hiçbir delil ve tesirli bir mânâ
indirmedi. Onun için gerçekte onlar, mânâları olmayan kuru isimlerdir. O halde
nasıl ve ne sebeple o isimleri verip de onlara taptıklarına gelince; bu hususun
açıklanması sırasında onların hitaba layık olmadıklarını göstermek için
muhataptan gaibe geçilerek buyuruluyor ki: Onlar başka bir şeye değil sırf
nefislerinin arzularına uyuyorlar. İnanç ve amellerinde hakkı ve hayrı
aramıyorlar. Dini, sırf nefsin istek ve arzularından ibaretmiş gibi kabul
ederek nefs-i emmâreler (kötülüğe sürükleyen nefisler)in meylettiği boş ve
mânâsız hayallerle kuru temenniler peşinde koşuyorlar. Halbuki Rablerinden
kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi de geldi. Yani zan ve arzularla
murada erilemeyeceğini anlatan ve isteklere kavuşmak için takip edilmesi lazım
gelen hak ve hakikat yolunu gösteren Peygamber ve Kur'ân gelmişken yine kendi
arzu ve zanlarına uyuyorlar da putlardan şefaat umuyorlar.
24- Yoksa her arzu ettiği şey insanın
kendisinin midir? Yani her temenni ettiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her
hayali, her ideali gerçekleşir mi? Putlar şefaat ederler diye temenni etmekle,
nefislerin arzuları yerine geliverir mi? Yahut Peygamber olmayı isteyen
Peygamber olabilir mi? Hayır olmaz, insanın her arzusu yerine gelmez. Zira her
şey Allah'ın iradesine bağlıdır.
25- Zira son da, ilk de (ahiret de, dünya da)
Allah'ındır. İlk varlık âlemine geliş insanın kendi elinde olmayıp sırf
Allah'ın hüküm ve iradesine bağlı olduğu gibi, sonu yani ahireti de, yine O'nun
hüküm ve kanunları çerçevesinde cereyan eder. Şu halde insanın ahiretini
kurtarması ve sonunda muradına erebilmesi için yalnız kendi arzu ve hisleriyle
değil, Allah'ın hüküm ve iradesine göre indirmiş olduğu delil ve hükümlere
uygun hareket etmesi gerekir. Demek ki sırf nefsin arzu ve temennilerinden
ibaret ümit ve hayal peşinde gitme, yani sade idealizm, yeterli değildir.
(Reel) gerçek bir esasa dayanarak yürümek gerekir. Çünkü eninde sonunda mülk ve
hüküm insan nefsinin değil, Allah'ın dır.
Meâl-i Şerifi
26. Göklerde nice melek var ki Allah'ın
dileyip razı olduğuna izin vermeden önce onların şefaatları hiç bir işe
yaramaz.
27. Ahirete iman etmeyenler meleklere
dişilerin adlarını takıp duruyorlar
28. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur.
Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphesiz hakikat bakımından birşey ifade
etmez.
29. Onun için bizi anmaktan yüz çeviren ve
dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.
30. İşte onların ilimden erişebilecekleri (son
sınır) budur. Şüphesiz, Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir; O, hidayette
olanı da iyi bilir.
31. Göklerde ve yerde bulunanlar hep
Allah'ındır. Akıbet (sonuçta) kötülük yapanları yaptıkları ile cezalandıracak,
güzel davrananları da daha güzeliyle mükafatlandıracaktır.
32. Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin
işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar hariç. Şüphesiz Rabbinin affı
geniştir. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin
karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi
temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.
26- "Göklerde nice melekler vardır!"
Müşrikler, putları melek ve melekleri de Allah'ın kızları olarak kabul ederek
onların resimlerini yapıp takmakla meleklerin kuvvetlerine yaklaşmanın mümkün
olacağı ve bu vesile ile şefaatlerine ulaşılabileceği kanaatinde
bulunduklarından dolayı özellikle bu ilk âyette onların zanlarının çürüklüğü
gösterilmek üzere evvel ve son (dünya ve ahiret)un Allah'ın olduğu ifade
ediliyor. Yani göklerde ne kadar çok melek vardır da şefaatleri hiç bir şeye
yaramaz. İzinsiz şefaat etmek hadleri değildir, ama şefaat ettikleri farzedilse
bile bu, yine fayda vermez. Ancak Allah izin verdikten sonra faydalı. O da,
herkes için değildir, kime diler ve razı olursa onun için. Bu mânâ, hem şefaat
edecekler hem de kendilerine şefaat edilecekler için düşünülebilir. Demek ki
eninde sonunda rızası aranacak olan mabud (kendisine ibadet edilen) melekler
değil, Allah'tır. Meleklerin şefaatı böyle olunca putlardan ne şefaat beklenir
27- Evet, muhakkak ki ahirete imanı olmayanlar
günahın ve Allah'a karşı yalan ve iftiranın ahiretteki ceza ve sorumluluğundan
hakiki bir iman ile korkmadıkları için meleklere dişilerin adlarını verip
duruyorlar, Allah'ın kızları diyorlar. Onun için nefislerinin arzularına uyacak
tarzda kız suretinde putlar yapıyorlar.
28- Bununla birlikte ona dair bilgileri
yoktur. Yani meleklerin ne olduklarını ve kendilerinin ne dediklerini
bildiklerinden değil, sırf zanlarına tâbi oluyorlar. Burada zan, kuruntu
mânâsınadır. Yani melekler dişi olarak düşünülür ve tasvir edilirse daha çekici
olacağını zannediyorlar. Halbuki zan, hakikat bakımından hiçbir şey ifade
etmez. Yani hiçbir şekilde hakkın yerini tutmaz. Çünkü zan, nefsî (sübjektif
ferde göre değişen nitelikte) bir olaydır. Hak ise değişmeyen (objektif) bir
hakikattır. Onun için kesin inancı gerektiren itikadî meselelerde zan kâfi
değildir.
29- Bu yüzden sen aldırma, yüz çevir. Öyle
kimselerden ki bizim zikrimizden, yani hakkı hatırlatarak nasihat eden (şânı
yüce olan Kur'ân)'den yüz çevirmiş, dinlemiyor, aldırmıyor. Dünya hayatından
başka bir şey istemiyorlar. Nadr b. Hâris ve Velîd b. Muğîre gibi
30- O, onların ilimden erişebildikleri,
varabildikleri son sınırdır. Yani bildikleri o kadardır. Bütün ilimlerinin
nihayet muradı, (son hedefi) dünya hayatının zevkidir. "Dünya hayatından
sadece (görünen) dış yüzü bilirler; ahiretten ise onlar tamamen
gafildirler." (Rûm, 30/7) âyeti de onların hallerini tasvir etmektedir.
Herhalde yakından sapanı, sapıklıkta ısrar edeni en fazla bilen Rabbindir.
Hidayeti kabul edip doğru yolu tutanı en ziyade bilen de odur. Bu cümle yüz
çevirme emrinin sebebidir. "En fazla bilen" Sözünün tekrarı da, her
iki malum (bilinen) arasındaki zıtlığı ifade etmektedr. İlimden maksad da, ceza
ve mükafatını tertip ve tatbik edecek tarzda bilmektir.
31-Sonra da Allah'ın kudreti gösterilmek üzere
şöyle buyuruluyor. Göklerdeki ve yerdeki Allah'ındır. Yaratma yönüyle de O'nun,
tasarruf ve idare yönüyle de O'nundur. Bu ın müteallâkı (bağlandığı yer)
hakkında birkaç ihtimalin olduğu söylenmiştir. nin delâlet ettiği şey olan
yaratma veya milke veya ye ya da yüz çevirme emrine bağlanabilir. Kâdî Beydâvî
der ki: "Makablinin medlûlüne illettir (kendisinden önceki mânânın delalet
ettiği şeyin sebebidir)." Yani âlemi şunun için yarattı ve tanzim etti
yahut yolunu şaşıranı ve hidayeti bulanı şunun için ayırıp hallerini korudu
ki.." Buna göre birincisi, takdir edilen fiiline, ikincisi ye bağlı
demektir. Ebu Hayyân'a göre de söz konusu "lâm" mülk mânâsının
delalet ettiği şeye bağlıdır. Yani "Allah, karşılık vermek için ya
sapıklıkta bırakır, ya da hidayete sevkeder." şeklinde takdir edilen
cümleye bağlıdır. Ayrıca yukarıda geçen "Allah, karşılık vermek için
sapıtanı ve hidayette olanı bilir." cümlesine bağlı olduğu da
söylenmiştir.
Râzî, emrine bağlanma ihtimali varsa da en
doğrusu ye bağlı olmasıdır, demiştir. Ebu's-Suud da bu görüşü tercih etmiştir.
Ayrıca bu gibi ların ilâhî fiillerde hikmet ve akıbet için olduğunu da beyan
etmişlerdir. Buna göre mânâ şöyledir: Bu göklerin ve yerin mülkiyet ve
saltanatının veya sapıklık ile hidayetin yahut hak ile batılın bilinmesi, ya da
dünya hayatından bir şey istemeyip Allah'ın zikrinden yüz çevirmiş kimselerden
uzaklaştırılması şu hikmet ve akıbet (sonuç) içindir ki Allah, kötü iş
yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, kötü işlerine karşılık, benzer kötü
cezalar verecek. Güzel iş yapanları da daha güzeliyle karşılayacak, hüsnâ, yani
en güzel mükafat olan cennet ile yahut amellerinin daha güzeli olan kat kat
sevapla karşılık verecektir. İhsan sıfatının gerçekleşmesi için büyük
günahlardan kaçınmanın şart olduğu da, şu vasıfla ifade ediliyor.
32- O iyilikte bulunanlar ki, büyük
günahlardan -yukarıda da geçtiği gibi büyük günahlardan maksat, cezası büyük
olan yahut hakkında hususi tehdit bulunan günahlardır ve fevâhişten yani büyük
günahlar içinde bilhassa çirkinliği açık olan fuhşiyyattan kaçınırlar. Lemem
hariç, yani az ve küçük olan kusurlar müstesna Çünkü büyük günahlardan kaçınılınca
mesela, bir bakış, bir göz işareti, bir öpücük gibi, küçük günahlar affedilir.
Şüphesiz ki Rabbinin mağfireti geniştir. Büyük günahlardan kaçınılınca
küçükleri affettiği gibi tevbe edilince büyükleri de affeder, dilerse tevbesiz
de affedebilir. Ancak tevbe edilmekdikçe şirki mağfiret etmez. Hem O, sizi en
iyi bilendir. Yani sizin her hâlinizi bilir, hükmünü de ona göre verir. Sizi
topraktan yarattığı zaman yerde ilk insan cinsinin, hücrelerinin yaratılışı
esnasında, ya da insan gıdasının topraktan yaratıldığı sırada ve siz
analarınızın karınlarında cenin olarak bulunduğunuz vakitte, yani sizin
kendinizi bilmediğiniz zamanlarda bile nasıl olduğunuzu ve ne halde
bulunduğunuzu ve gelecekte neler kazanacağınızı, kısacası bütün eksiğinizle
varlığınızı hep O bilir. O halde nefislerinizi temize çıkarmayın. Yani
kendinizi hiç günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek öğünmeyin. Farkında
olmadan birçok kusurunuz olabilir. Tamamıyla korunup müttaki olanı en fazla O
bilir Çünkü her halinize vakıf olan O'dur. İyilerle kötüler ahirette Allah'ın
huzurunda seçileceklerdir.
Meâl-i Şerifi
33. Şimdi gördün mü O yüz çevireni?
34. Azıcık verip (sonra vermemekte) direneni?
35. Gaybın bilgisi kendi yanındadır da, o mu
görüyor?
36. Yoksa haber verilmedi mi Musa'nın
sahifelerinde yazılı olanlar?
37. Ve çok vefakâr olan İbrahim'in
sahifelerindekiler?
38. Ki hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü
yüklenmez.
39. Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey
yoktur.
40. Ve çalışması da yakında görülecektir.
41. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.
42. Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir.
43. Doğrusu güldüren de ağlatan da O'dur.
44. Öldüren de dirilten de O'dur.
45. Şüphesiz erkeği, dişiyi iki eş yaratan
O'dur,
46. Atıldığı zaman bir nutfeden.
47. Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir.
48. Şüphesiz zengin eden de sermaye veren de
O'dur.
9. Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi O'dur.
50. O, helak etti önce gelen Âd'ı.
51. Ve Semûd'u da bırakmadı.
52. Önceden de Nuh kavmini (helak etmişti),
çünkü onlar zulmetmiş ve azmıştı.
53. Altı üstüne getirilmiş şehirleri devirip
yıktı.
54. Onları neler kapladı neler!
55. O halde Rabbinin hangi nimetinden kuşku
duyuyorsun.
56. Bu da ilk uyarıcılardan bir uyarıcıdır.
57. Yaklaşan yaklaştı.
58. Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak
yoktur.
59. Şimdi siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz?
60. Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?
61. Ve siz mi kafa tutuyorsunuz ey gafiller?
62. Haydi Allah için secdeye kapanın ve O'na
kulluk edin.
33- Şimdi gördün ya o yüz çevireni, hakta
sebat etmeyip de döneni. Mücâhid ve İbnü Zeyd'den rivayet olunduğuna göre,
Velîd b. Muğire Resulullah (s.a.v)'ın meclisine gelmiş, onun okuduğu Kur'ân'ı
ve va'zını dinlemiş ve İslâm'a yaklaşmıştı. Bundan dolayı da Resulullah onun
hakkında ümit beslemişti. Sonra müşriklerden biri, onu azarlayıp
"atalarının dinini terk mi ediyorsun? Dinine dön, onda sebat et, ahiret
hakkında her neden korkuyorsan bana şöyle şöyle mal vermen şartıyla kendi
üzerine alırım." deyince, Velîd de ona uyup İslâm'a olan gayretinden
dönmüş ve şart koşulan malın bir kısmını verip geri kalanına dayatıvermişti.
İşte âyet bu hususa işaret etmektedir.
34- Dayattı, vermedi.
Küdye, kazılmaz sert yer ve yalçın kaya, ikdâ
da küdyeye (sert kaya) varmak mânâsınadır. Onun için Araplar derler ve bununla
"yeri kazdı da küdyeye, yani kazılmayacak sert kayaya dayandı",
mânâsını kasdederler. Bu kelime, cimrilik ve zor zaptetmek anlamında da kullanılmıştır.
35- Gayb bilgisi yanında da, artık görüyor mu?
Yani şimdiden ahireti görüyor da günahını başkasının yüklenivereceğini biliyor
mu?
36- Yoksa haber verilmedi mi? Musa'nın
sahifelerinde bulunanlar
37- ve İbrahim'inkindeki, yani İbrahim'e
indirilmiş olan sahifedekiler. O İbrahim ki çok vefâlı idi. "Rabbi bir
zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca; 'Ben
seni insanlara önder yapacağım' demişti." (Bakara, 2/124) âyetince İbrahim
(s.a) emrolunduğu kelimeleri tamamıyla ifâ etmişti. Her hususta sözüne çok
bağlı idi. Ebu Hayyân, "el-Bahru'l-Muhit"de şöyle der: "Musa ile
İbrahim'in tahsis edilmesi için denilmiştir ki: Nuh ile İbrahim arasında (geçen
zamanda) bir adamı, babası, oğlu, amcası ve dayısı ile, bir kocayı karısı ile,
bir köleyi de efendisi ile beraber hesaba çekerlerdi. Onlara ilk karşı çıkan
İbrahim oldu. İbrahim'in şeriatından Musa'nın şeriatına kadar geçen süre
içerisinde bir kimseyi başkasının suçundan dolayı hesaba çekmezlerdi."
Bununla beraber burada asıl maksat, ahirete ait hükmü beyan etmektir. Musa ile
İbrahim'in sahifelerinde olan hususlar şunlardır. ki doğrusu bu
"enne"den hafifletilmiş ve şan zamiri hazfedilmiştir demektir.
38-Yani gerçek şu ki, günahkâr bir insan,
başkasının günahını çekmez. Yani ancak kendi günahını çeker.
Vizr, günah ve ağır yük mânâsına gelir ki,
burada günah ve günahın cezasını çekmek anlamındadır. Yani ahirette ceza
çekecek kimse, hiç kimsenin günahının cezâsını çekecek değil, herkes kendi
suçunun cezasını çekecektir. Bizde meşhur olan "Her koyun kendi bacağından
asılır." tâbiri bunu ne güzel ifade etmektedir. Bunun fıkıhdaki karşılığı,
"Ukubatta niyâbet câri olmaz" (yani cezalarda vekillik geçerli
değildir) genel kuralıdır. Şu halde birisi, başkasının günahını boynuna almakla
onu kurtaramaz, ancak kendi üzerine aldığının yani sorumluluğunun cezasını
çeker. Zira, "Onlar, kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber başka
yükleri de taşıyacaklar.." (Ankebût, 29/13) âyetinde de aynı anlam vardır.
Ayrıca "Her kim kötü bir çığır açarsa, onun günahı ve kıyamete kadar
onunla amel edenlerin günahı da, o çığırı açanın boynunadır." hadisi de
böyledir. Şu da, o sahifelerde bulunan hususlardandır.
39- Doğrusu insanın çalışmasından başkası
kendisinin değil, ancak çalışması kendisinindir. Yani bir insan başkasının
günahından dolayı hesaba çekilmeyeceği gibi, çalışmasının dışında bir şeyle
sevap alması da kendi has hakkı değildir. Olursa, başkasının hediyesi, bağışı
olur. Gerçi "Herkesin kazandığı iyilik kendilerine, kötülük de kendi
aleyhinedir..." (Bakara, 2/286) âyetinden ilk bakışta "insana
çalışmasından başkası yoktur" mânâsı anlaşılırsa da, insana gerek dünyada
gerek ahirette kazancından başka vehbî olarak (Allah tarafından) verilen nice
rahmet ve ilâhî bağışların bulunduğunda da şüphe yoktur. Ayrıca yardımlaşmanın
emrolunduğu, dünya ve ahirette de fayda sağladığı bilinmektedir. Ebu's-Suûd der
ki: "Peygamberlerin şefaatı, meleklerin istiğfârı, dirilerin ölüler için
dua ve sadakaları gibi insanın kendi amelinden olmamakla beraber faydalı olduğu
bilinen karşılıksız işlere gelince, bütün bunların fayda sağlaması, insanın
kendi ameli olan imana ve dine bağlılığına dayanır. İman olmayınca hiçbir şeyin
faydası olamayacağı için, bunlarda da faydalı olan yine kendi gayret ve
amelidir." Ebu Hayyân tefsirinde şöyle bir rivâyeti nakleder: Horasan
valisi Abdullah b. Tâhir, Hüseyin b. Fadl'a "Allah dilediğine kat kat
verir." (Bakara, 2/261) âyeti hakkında soru sormuştu. Hüseyin ona,
"Adaletle ancak insana çalıştığı, lütufla ise Allah'ın dilediği kadar vardır."
diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah Hüseyn'in başını öptü. Bu âyetin
mensuh (yürürlükten kaldırılmış) olduğuna dair İbnü Abbas'dan nakledilen
rivayet sahih değildir. (Bu hususla ilgili olarak "Herkes kendi
kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21) âyetinin tefsirine bkz.) Âlimlerin
çoğuna göre bu âyet, muhkemdir. İbnü Atiyye bu hakikati şöyle ortaya koyar.
Bence bu âyet şu şekilde izah edilebilir: "Burada esasen mânânın dönüp
dolaştığı yer, daki Lâm'dır. İnsanın "şu benimdir" demeğe hakkı olan
şeyi araştırdığın zaman, onu ancak çalışmasından ibaret bulursun. Ondan başka
bir şefaat, (yardım) veya hayırlı bir baba yahut hayırlı bir evladın gözetimi
ile veya iyiliklerin kat kat verilmesi, yahut sırf lütuf ve esirgeme kasdıyla
olanlar hep merhamettir. Onların hiçbiri insanın kendinin değildir. Ona,
gerçekte benim demeğe yetkisi yoktur. Bu ancak mecazen hakikate ilhak edilerek
(katılarak) söylenebilir. Bunun esası, Lâmın ihtisâs veya istihkâk (hakkı olma)
mânâsına gelmesi, tahsisin de ona yönelik bulunmasıdır. Türkçe'de bu mânâyı
ifade eden "Elden gelen.. öğün olmaz, o da vaktinde gelmez." şeklinde
bir atasözü vardır. "Mâseâ" daki masdariyyedir. Çalışmak demektir.
"Çalıştığı" mânâsına mevsûle olması ihtimali düşünülebilirse de,
genellikle doğru değildir. Zira her çalıştığı, insanın olmaz. İnsanın olan
ancak çalışmasıdır.
40- Ve hakikat çalışması yarın görülecektir,
kıyamet günü defterinde görülecek ve mizanına konulacaktır. Yani çalışması boşa
gitmez, fakat onun meyvasını peşin ve hemen görmeğe kalkışmamalıdır. Zira o,
ileride görülecektir.
41- Sonra ona en dolgun karşılık verilecektir.
Bu suretle insanın geleceği, çalışmasının neticesi olacak demektir.
42- Fakat bu âlemde bir çok güzel çalışmanın
boşa gittiği görülüp dururken, bu değerli karşılığı kim temin edecek? denirse
şu da bir hakikat ki, varış Rabbinedir, sonunda Rabbine gidilecektir. Bütün
yaratıklar dönüp O'na varır, O'nun huzuruna çıkarılır. İşte o vakit o tam ceza
da, hakka'l-yakîn (şüphe edilmeyen gerçek) olur.
43- Evvel O'dur, âhir O, ve gerçekten güldüren
de ağlatanda O'dur. Hayatın safhalarından iki zıt durum ki biri neşe alâmeti,
biri acı; biri sevap defteri, biri azab; biri cenneti ifade eder, biri
cehennemi; biri Cilve-i Cemal (güzelliğinin yansıması) biri Cilve-i Celâl
(Celâl sıfatının yansıması)'dir.
44- Ve gerçekten öldüren de dirilten de O'dur,
başkası değil.
45- Ve hakikaten erkek ve dişi iki eşi yaratan
da O'dur. Gerek insanlardan ve gerek hayvanlardan erkek ve dişi bütün çiftleri
O yaratmaktadır.
46- Bir nutfeden döküldüğü zaman, yani rahme
atıldığı zaman. Demek ki tabiata dilediği çeşitliliği verip, dilediği zıtları O
yaratıyor ve bunları O'ndan başkası da asla yapamaz.
47- Ve gerçekten diğer yaratma da O'nun
uhdesindedir (üzerindedir). Ölümden sonraki ahiret yaratmasını da O kendisine
gerekli kılmıştır. O, yapacak, iyiliklerin ve kötülüklerin ceza ve mükafatını
verecektir. Şu halde O'nu inkar etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bütün bu çift
yaratmalar, bu dünyanın bir ahireti bulunduğuna delalet edip durmaktadır.
48- Ve gerçekten zengin eden ve sermaye veren
de O'dur. Fakiri zengin edip sermayelendiren, fakir olan bir kulunu ihtiyaçtan
kurtarıp sermaye sahibi eden, yahut hoşnud eyleyen ki, "Seni fakir bulup
zengin etmedi mi?" (Duhâ, 93/8) buyurulması da bu cümledendir.
49- Ve şüphesiz Şi'râ'nın Rabbi O'dur.
Şi'râ, esasen "zikrâ" vezninde şuur
mânâsına masdar olup, göğün birinci derecede parlak yıldızlarından en parlak
iki yıldıza isim olarak verilmiştir. Parlaklık derecesi 1. olan yıldızlardan
Şi'râ adıyla iki yıldız vardır. Bunlardan birine Şi'rây-ı Yemânî veya Âbûr
diğerine de Şi'rây-ı Şâmî veya Gumeysâ denilir. Şi'rây-ı Yemânî burçların en
güzeli olan Cevzâ'da (İkizler burcunda) denilen suretin arkasında uydu
sayılarak ismi de verilen Kelb-i ekber (büyük köpek)'de, Şi'rây-ı Şâmî de
Kelb-i asgar (küçük köpek)'dadır. Şi'rây-ı yemânî göğün en parlak yıldızıdır.
Burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. Zira mutlak olarak denilince, ilk akla
gelen odur. Çünkü en parlak olmakla tanınan Şi'rây-ı Yemâni olduğu gibi,
Câhiliyye döneminde kendisine ibadet de edilmiştir. Sûddî demiştir ki:
"Hîmyer ve Huzâa kabileleri ona taparlardı. Alûsî'nin tefsirine
kaydettiğine göre başkaları da bu hususta şöyle demişlerdir: "Onu ilk
evvel tanrı edinen Ebu Kebşe olmuştu." Bu zat, Huzâa, kabilesinden biri,
ya da reisleri olup ismi Vahz b. Gâlib idi. Onun için müşrikler Hz. Peygamber
(s.a.v)'e "İbn Ebî Kebşe" diyorlar, putlara ibadet hususunda kavmine
muhalefet etmesinden dolayı peygamberi ona benzetiyorlardı. Bazıları onu, Hz.
Peygamber (s.a.v)'in babası tarafından dedelerinden biri olarak göstermiş ve
kişinin her özelliğini atalarının birinden getirdiğini kabul edip filan damar
filana çekmiş demişlerdir. Bunun hem, Peygamber'in anası tarafından dedesi,
Vehb b. Abdimenâf'ın künyesi hem de süt anası Halîme-i Sadiyye'nin kocasının
künyesi olduğu söylenmiştir. Kısacası Araplar'da Şi'râya hürmet eden ve dünyada
onun tesirine inananlar bulunduğu ve doğuşu esnasında gayba dair sözler
söyledikleri cihetle burada özellikle Şi'râ'ya izafetle
"Rabbü'ş-Şi'râ" buyurularak Şi'râ'nın Rab (terbiye eden) değil merbûb
(terbiye edilen) olduğu gösterilmiştir. Böylece onların inançları reddedilmiş
ve kendilerine, Şi'râ'ya değil, Şi'râ'nın Rabbine ibadet edilmesi gereği
anlatılmıştır.
50- Ardından da inzar (uyarı) ifade etmek
üzere şöyle buyurulmuştur: Ve hakikat o helak etti, önce gelen Âd'ı, yani eski
Âd kavmini ki, Nuh kavminden sonra helâk edilen Hûd'un kavmidir. Bu mânâda ûlâ
(ilk) denilmesi, sonraki kavimlere göre olup, öteden beri gelen kıdemli Âd
demektir. Bazıları, Âd-ı ûlâ'nın birinci Âd mânâsına olup, Âd-ı uhrâ (diğer Âd)
karşılığı olduğunu söylemişlerdir ki, doğru olan da budur. Âd-i uhrâ hakkında
ihtilaf edilmiştir. Zemahşeri'ye göre Âd-ı ûlâ Hûd kavmi, Âd-i uhrâ İrem'dir.
Lakin İrem de helak edilmiş olduğundan burada Âd'ın ûlâ (ilk) ile tahsis
edilmesinin anlamı yoktur. Müberred, "Âd-ı uhrâ, Semûd'dur" demiş.
Taberî ise, Âd-ı uhrâ'nın Mekke'de Amalika ile beraber olan beni Lukaym b.
Hüzel olduğunu belirtmiştir.(4) Amâlika'ya Cebbârîn (zorbalar) denildiği gibi
"Âd-i uhrâ, Cebbârlar idi" tarzındaki görüş de buna yakındır. Bir
kısım âlimler de Âd-i ûlâ, Âd b. İrem b. Avi b. Sâm b. Nuh'un çocuklarındandır.
Âd-i uhrâ da Âd-i ûlâ neslindendir demişlerki, bu bize hepsinden doğru geliyor.
Çünkü Âd kavminden Hz. Hûd'a iman etmiş olanların kurtarıldıkları Hûd
Sûresi'nde geçmişti. Şu halde Âd-i ûlâ, Hz. Hûd'a iman etmeyip eski hallerinde
inad ederek helak olanlar, Âd-ı uhrâ da, iman ile yeniden yaratılmaya hak
kazanmış olanlar demek olur. Bu mânâ, Semûd'da da diğerlerinde de vardır.
51- Semûd'u da helak etti de hiç bırakmadı.
Yani ne Âd ve ne de Semûd kavminden iman etmeyenlerin hiç birini bırakmadı,
günahlarını cezasız yanlarına komadı.
52- Daha önce de Nuh kavmini helak etmişti.
Çünkü onlar daha zalim ve daha azgın idiler, Nuh kavmi diğerlerinden daha zalim
idi. Hz. Nûh'a pek fazla eziyet veriyorlardı. Yahut diğer bir mânâ ile Âd,
Semûd ve daha önce Nuh kavmi hep o helâk edilen kavimler, Kureyş'ten daha zalim
ve daha azgın idiler.
53- Mü'tefike'yi de haviyeye attı, havaya
kaldırıp hâviyeye, yani yerin altına geçirdi. "Mü'tefike" Lût
kavminin altı üstüne gelen şehirleri, Sedûm ve saire diye açıklanmıştır ki,
"Münkalibe" de üstü altına gelmiş demektir. "Üstünü altına
getirdik..." (Hûd, 11/82) âyeti de bu mânâdadır. Ebu Hayyân der ki:
"Herhangi bir değişim ile evleri ve yerleri alt üst olan her memleketin
kasdedilme ihtimalinin bulunduğu söylenmiştir."
54- Onları neler kapladı ise kapladı. Bu
ifade, onlara inen azabın dehşetini göstermektedir. Bunlardan, insanın
yaptıklarıyla hiç ilgisi olmayan soyut semavî (göksel) musibetler
anlaşılmamalı, insanların kendi fiil ve günahlarına ait olan felaketler
anlaşılmalıdır.
55- Nitekim şöyle buyuruluyor: Şimdi Rabbin
hangi nimetlerinden şüphe edersin ey insan? Bu hitabın bilhassa Peygamber
(s.a.v)'e olması düşünülürse de, dinin muhatab olarak kabul ettiği her insana
hitab edilmiş olması daha uygun olur.
Nimet mânâsını ifade eden çoğul bir kelimedir.
Tekili "ilyün", "elyün", "elen", "ilen"
ve "elvûn"dür Burada ceza mânâsı da zikredilmiş olduğu halde
söylenenlerin hepsine mutlak mânâda nimet denilmesi, cezaların
hatırlatılmasının bile inanan ve akıl sahibi olanlar için ibret alınarak
istifade edilen öğüt ve nasihat olması itibariyle bir nimet demek olduğunu
anlatır. Bununla beraber soru edâtının getirilmesinde ve ile kendinden önce
hatırlatılan helakların tertibinde şüphe ve nankörlük edenlere karşı önemli bir
uyarı mânâsı da mevcuttur.
56- Onun için buyuruluyor ki, bu beyan yani
(Necm, 53/36)'den beri haber verilenler önceki uyarılardan bir uyarıdır. Yani
önceki peygamberlerin uyarıları cümlesinden veya onlar kabilinden bir uyarıdır.
Bu mânâda nezir, (uyarıcı) inzar (uyarmak) anlamında masdardır. Eğer münzir
(uyanan) mânâsında sıfat olursa Peygamber (s.a.v)'i göstermiş olur. Yani bu
Kur'ân'ı getiren Muhammed (s.a.v) o Musa ve İbrahim gibi önceki peygamberler
cümlesinden bir peygamberdir. Verdiği haberler muhakkak vuku bulacaktır. Bu
işaretinin Kur'ân'ı işaret ettiği düşünüldüğü gibi özellikle şu habere işaret
olduğu ihtimâli de vardır.
57- âzife yaklaştı.
Âzife, yaklaşan, yaklaşacak olan, yaklaşmakta
bulunan demek olup, kıyametin isimlerindendir. Yani "Kıyamet saati
yaklaştı." (Kamer, 54/1) diye yaklaşmak sıfatı ile vasıflanan vakit ve
saat günden güne yaklaşmaktadır.
58- Onu, Allah'tan başka açacak bir kudret
yoktur. Yani onun ızdıraplarını, acılarını Allah'tan başka açacak veya
kaldıracak hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. Yahut onun ne zaman ve nasıl
olacağını Allah'tan başka keşfederek bilecek kimse yoktur.
59- Şimdi siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz?
İnanılmayacak gibi acaip görüyorsunuz?
60- Ve gülüyorsunuz? Eğlenceye alıyorsunuz. Ve
ağlamıyorsunuz? Uyarılarının dehşetinden ve halinizin korkunçluğundan dolayı
ağlamıyorsunuz?
61- "Ve kafa tutuyorsunuz."
Sümûd, kafa tutmak, kibirlenip somurtmak ve
sersem olmak, oynayıp eğlenmek, çalıp oynamak şarkı söylemek mânâlarına gelir.
Buna göre söz konusu kelime burada da çeşitli mânâlar ifade eder. Yani
ağlamıyorsunuz da çalıp oynuyor musunuz? veya eyleniyor musunuz? yahut hayran
hayran, sersem sersem duruyor musunuz? ya da siz mi kafa tutuyorsunuz? Ey
gafiller!
62- Haydi şimdi Allah'a secdeye kapanın ve
ibadet edin, gerçekten ibadet ve kulluk edin, boş temennilerle vakit
geçirmeyin.
Burada âlimlerin çoğuna göre secde vardır.
Daha önce de zikredildiği gibi İbnü Mes'ud'dan "Resulullah (s.a.v)'ın
burada secde ettiği" haberi, Buharî Müslim ve diğer sahih hadis
kitaplarında nakledilmiştir. Bir de İbnü Merdûye ve Beyhakî (Sünen'de), İbnü
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. "Resulullah (s.a.v) bize namaz
kıldırdı, Sûresi'ni okudu, bizimle secde etti ve secdeyi uzattı. Aynı şekilde
Hz. Ömer de secde etti." Alûsi'nin kaydettiğine göre Said b. Mansûr,
Sebere'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Ömer b. el-Hattâb bize sabah
namazını kıldırdı. Birinci rekatta Yusuf Sûresi'ni okudu. İkincide ise
Sûresi'ni okudu ve hemen secde etti, sonra kalkıp i okudu ve rükû etti."
Necm Sûresi burada bitti, bunu Kamer Sûresi
takip etmektedir.
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
elmalalı - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.