Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tevbe Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
9-TEVBE:
"Berâet" bu kelimenin asıl kök
mânâsı, "Müfredat" ve "Basair"de açıklandığına göre
herhangi bir çirkin şeyden kurtulmak ve uzaklaşmak demektir. Kadî Beydavî
Bakara Sûresi'nde (âyet 54) âyetinin tefsirinde der ki; bu terkibin aslı bir
şeyin kendisinden olmayan şeylerden arınıp saf hale gelmesi, halis olması
mânâsınadır. "Hasta hastalığından, borçlu borcundan beri oldu."
denildiği zaman kurtulmak anlamına söylenmiş olur. "Allah Âdem'i balçıktan
berâe eyledi." denildiği zaman saflaştırmak şeklinde inşa etmek anlamına
kullanılmış olur. Bu iki mânâ ile de kelime dilimizde kullanılmaktadır: Mesela
"Berâat-i zimmet asıldır." denildiği zaman, başından itibaren inşa
suretiyle olan hulus, yani halislik ve selamet mânâsı kastedilmiş olur. Cezada
suçtan berâet etmek de böyledir. Lâkin borçtan berâet yine aynı anlama
gelebildiği gibi, daha ziyade ibra veya arınma şeklinde olur ki, bu da tafassi
denilen kurtulma yoludur. Hukuk terimi olarak kelimenin anlamı böyle olduğu
gibi, bir de bundan alınarak kelimenin siyasette ve özellikle diplomaside
kullanılan mânâsı vardır ki, âyette asıl gözetilmiş olan mânâ da budur. Nitekim
Ebu Bekri Razi bunu açıklayarak "Ahkam-ı Kur'ân"da der ki;
"Berâet, dostluk antlaşmasının kesilmesi, dokunulmazlığın kaldırılması ve
sağlanmış olan eman (güvence)ın sona erdirilmesidir". Fahreddin Razî de
tefsirinde der ki; "Beraetin mânâsı dokunulmazlığın kaldırılmasıdır".
denilir ki, "Aramızda dokunulmazlık kesildi, aramızda ilişki
kalmadı." demektir. İşte burada berâet herhangi bir çirkinlikten ve
noksanlıktan salim olmak ve uzaklaşmak demek olan aslî mânâsını korumakla
birlikte bilhassa siyaset hukuku ve milletler arası hukuk dilindeki ıstılahî
anlamı geçerlidir: "Savaş çıkmasını gerektiren bir ilişki kesme"
demektir. İşte böylece sûrenin ilk âyeti bir ültimatom ve ondan sonrası da
bunun gerekçesi ve bu gerekçenin herkese duyurulması ve açıklanmasıdır. Şöyle
ki:
Bu bir berâettir, yani bu öyle önemli ve kesin
bir ilişki kesmedir, saldırmazlığın sona erdirilmesidir, öyle bir ültimatomdur
ki, Allah'tan ve Resulü'nden o antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere.
Görülüyor ki, bu âyet, "falandan falana
mektuptur" denilmesi gibi bir başlık üslubundadır. Fakat burada herhangi
bir mektup veya sıradan bir yazının değil, muntazam bir resmî tebliğin,
özellikle diplomasi edebiyatının üslubu, bir akit feshinin, bir ültimatom
başlığının bütün gerekli unsurlarını içeren gayet açık bir yazışmanın örneği
vardır. Bundan önce tebliğin mahiyeti, yani ne idüğü ortaya konmuş, ikinci
olarak gönderen ve gönderme aracı, üçüncü olarak kime gönderildiği ve onların
kimler olduğu, dördüncü olarak da ilgililer tamamıyla belirtilerek gayet veciz
ve aynı zamanda açık ve etkili bir ifadeyle tarif edilmiş ve gösterilmiştir.
Bununla kısaca şu anlatılmıştır ki, bu tebliğin sebebi şirk ve müslümanlarla
önceden yapılmış olan antlaşmalardır. Demek oluyor ki, müslümanlarla önceden
yapılmış antlaşması olmayanlara, esasen böyle bir ilişki kesme ihbarının
yapılmasına lüzum yoktur. Ancak müslümanların ahitleşme yapmış oldukları
müşriklere karşı doğrudan doğruya antlaşmayı bozmaksızın, işin başında
antlaşmanın feshini ve ilişkisinin kesildiğini bildirmeleri lazım gelmiştir.
Çünkü aşağıda sebepleri açıklanacağı üzere, Allah ve Resulü o ahitlerden
beridirler. Bilindiği gibi, muahade ahitleşmek demektir. Ahit ise mutlak
anlamda akit ve sözleşme demek ise de asıl mânâsı karşılıklı yemin ile yapılmış
olan akit demektir. En kuvvetli ve en geçerli yemin ise Allah'a yapılan
yemindir. Her müslümanın yapacağı yemin de böyle bir yemindir. Müşrikler ise
müşrik oldukları için onların gözünde Allah'a yapılan bir yeminin hiçbir hükmü
ve kıymeti yoktur. Bundan dolayı yaptıkları ahdin hakkına Allah için riayet
etmezler, inançları gereği olarak herhangi bir şekilde ahitlerini bozmaktan
kaçınmazlar. Ve böylesine menfaat üzerine kurulu bir ahit de zaten hakiki ve
samimi bir ahit olmaz. Bununla beraber müslümanlar için, her kiminle olursa
olsun bir ahit yapılmış ise onu sonradan karşı tarafa haber vermeden bozmaya
kalkışmak zulüm ve hıyanet olur.
Bu haksızlığı yapmak da müslümana haram
kılınmıştır. Böyle bir ahitten kurtulmak için üç yol vardır: Birincisi; ahit
belli bir süreye bağlı olarak yapılmış ise o sürenin dolmasını beklemektir.
İkincisi; istenildiği zaman feshedilebileceği
şartına bağlı olarak yapılmışsa, o şarta göre hareket etmektir.
Üçüncüsü; "Her hangi bir kavimden bir
hıyanet endişe edersen, hemen ahidlerini reddettiğini düpedüz kendilerine
bildir." (Enfâl, 8/58) âyeti gereğince karşı taraftan bir hıyanet
tehlikesi belirmesi karşısında o sözleşmeyi yüzlerine çalmak (nebz) şekliyle
yapılacak olan fesihtir ki, bu suretle aldatıp baskın etkisi yapılmamış ve
açıktan açığa dürüstlük çerçevesinde davranılmış olacağından hıyanet edilmiş
olmaz .Ve bu şekilde bu berâet bir önceki sûrede, Enfâl Sûresi'nde geçen
"nebiz" emrinin ayrıntılı bir tatbikatı demektir ki, bu âyette böyle
bir başlık altında bu hususlar kısaca yer aldıktan sonra, bu ültimatomun
içeriği de şu âyette özetlenmiştir:
2- İmdi şu andan itibaren yeryüzünde dört ay
daha seyahat ediniz, gezip dolaşınız.
"Seyahat", suyun akması gibi,
kolayına geldiği şekilde yeryüzünde gezip dolaşmaktır, şehirlerden ve
beldelerden uzaklara varıncaya kadar istediği yere gitmek ve seyr ü sefer
etmektir. Bu suretle seyahat anlamı içinde serbestçe dolaşmak ve genişçe
hareket etmek mânâsı vardır. Sonra alışılmış şartların dışına çıkılacağından
seyahat sırasında yemek içmek konularında da bir nevi imsak ve perhiz
gerekeceğinden, bir bakıma oruçlunun seyahat edene benzetilmesi de onun önemli
bir hazırlığı icap ettirmesinden dolayıdır. Bu da geçim sıkıntısı olmamaya ve
refaha bağlı bulunur. Bunun için "seyahat ediniz" sözünde
"gidiniz veya seyr ü sefer ediniz" sözünden daha fazla bir genişlik
ve müsaade mânâsı ve daha ziyade hazırlıklı bulunmak ihtarı vardır. Emir şeklinde
yapılmış olan bu ihtar ve uyarıdan maksat, mutlaka seyahata çıkınız şeklinde
bir emir değildir. Bu mutlak anlamda bir ibahadır ki, şöyle demek olur:
Ey bu haberin kendilerine eriştiği ahit yapmış
olan müşrikler, birdenbire ve habersiz bir şekilde muâhedenizin feshiyle haksızlığa
uğratılacağınızı sanmayın, şu andan itibaren size dört ay daha mühlet var. Bu
süre içinde katil ve savaş gibi saldırılardan uzak olarak, dilediğiniz gibi,
geniş geniş hazırlanmakta serbestsiniz ve hürsünüz. Ondan sonra ilişkilerimiz
tamamen kesilmiş ve savaş durumu başlamış olacağından bu müddet içinde kendi
can ve mal güvenliğinizi iyice düşününüz, her türlü ihtiyat tedbirini alınız,
harp hazırlıkları yapmak, savunmaya hazırlanmak, kaçacak veya sığınacak bir yer
bulmak gibi kendiniz için uygun görüp arzu edeceğiniz hususların yerine
getirilmesi konularında gerek İslâm diyarında, gerek yeryüzünün başka
bölgelerinde bir seyyah durumunda dilediğiniz gibi iyice hazırlanınız.
Bu suretle âyetten maksadın böylesine bir
serbestliği bildirmek ve uyarıda bulunmak olduğu halde, bunun "dört ay
daha seyahat edebilirsiniz" şeklinde bildirilmeyip de "seyahat
ediniz" şeklinde bir emir kipiyle açıklanması iki nükteyi içine alır:
Birisi, bu seyahat ve hazırlığın onlardan
istenen bir şey gibi olduğuna işarettir.
İkincisi; her ne yaparlarsa yapsınlar, her
nereye giderlerse gitsinler, Allah'ın hükmüne mahkum bulunduklarını ifade
etmektir. Hatta çok önemli olan bu husus ayrıca ve açıkça ortaya konularak
buyuruluyor ki:
Dört ay daha seyahat ediniz ve bununla beraber
şunu da biliniz ki, siz öyle seyahat ve hazırlıklarla Allah'ı aciz bırakacak
değilsiniz. O'ndan kaçıp kurtulacak değilsiniz. Ve şurası kesindir ki, Allah
kâfirleri hor ve hakir bir hale getirecek ve perişan edecektir.
Bundan sonra eski itibarlı halinizi sürdürmenize
imkân yoktur. Ya küfürden ve şirkten vazgeçip Allah'ın emrine boyun eğer,
teslim olursunuz, ya da dünya ve ahirette perişan olursunuz.
Bu dört ayın Şevval'dan itibaren Muharrem
sonuna kadar olan dört ay olduğu hakkında Zührî'den bir kavil varsa da, diğer
tefsir âlimleri, bu tebliğin yapıldığı Zilhicce'nin onuncu gününden itibaren
Rebîu'l-âhir'in onuna kadar geçen dört aylık süre olduğunu söylemişlerdir ki,
doğrusu da budur. Zira Cessas'ın da hatırlattığı ve üzerinde durduğu şekilde
raviler, bu sûrenin, Hz. Ebu Bekir'in hac emiri olarak Medine'den hareketinden
sonra nazil olduğu konusunda ihtilaf etmemişlerdir. Şu da var ki, o sene henüz
müşriklerin âdeti olan "nesî' " kalkmamış olduğundan Zilhicce'nin onu
sayılan hac günü, gerçekte Zilka'de'nin onu demek olduğu için söz konusu dört
ayın sonu da Rebîu'l-evvel ayının onuncu günü demek olduğu da, Ebu Hayyan'ın
nakline göre Mücahid gibi bazı müfessirler tarafından zikredilmiştir. Şu halde
Muharrem sonu sadece önceden antlaşması olmayan müşrikler hesabına göz önünde
bulundurulmuş olabilir. Bunun da başlangıç tarihinin Şevval'in başından değil,
yine âyetin ilan günü olan Zilhicce'nin onundan itibaren hesap edilmesi
gerekir. Nitekim İbnü Abbas'dan böyle rivayet de bulunmaktadır.
3- Velhasıl bu, öylesine kesin bir berâettir
ki, Hacc-ı ekber günü, Allah ve Resulü tarafından bütün insanlara bir ezan, bir
duyurudur, yani mümin veya mümin olmayan, ahit yapmış ve yapmamış olan herkese
bir ezan, her sınıf insanın kulağına sokulacak olan ve aşağıda bildirildiği şekilde
bir ilan, bir ilamdır: ki Allah müşriklerden kesinlikle beridir, Resulü de,
aynı şekilde müşriklerden beridir. Ve bunun içindir ki, Allah Resulü, bu sene
müşriklerin de bulunabileceği hacda bulunmamıştır.
Burada o seneki haccın "ekber" diye
vasıflandırılmasında bir kaç mânâ vardır.
1- Umreye "hacc-ı asgar" yani
"küçük hac" denildiğinden ona göre asıl hac da büyük hac, yani
"hacc-ı ekber" olmuş olur. Hudeybiye antlaşmasından sonra hicretin
yedinci senesinde kaza Umresi yapılmış idi. (Bakara Sûresi'nde "Haccı ve
umreyi Allah için tamamlayın." (Bakara 2/196) âyetinin tefsirine bakınız).
Bu şekilde o gün "hacc-ı asgar" olmuş idi. Hicretin sekizinci
senesinde Mekke fethi gerçekleşmiş ve İslâm'da ilk hac işte bu dokuzuncu sene
başlamış idi. Şu halde bu mânâ ile bundan böyle "hacc-ı ekber" her
sene yapılacak demektir. Çünkü bu anlamda "hacc-ı ekber" demek, asıl
anlamıyla hac günü demektir.
2- Bir hac işini meydana getiren fiil ve
hareketlerin en büyük kısmı, en esaslı menasiki demek olur ki, bu da her sene
yapılan her hacda mevcuttur. Buradaki büyüklük, bir haccın diğer haclara veya
diğer ibadetlere nisbetle büyüklüğü değil, aynı haccın kendi rükünleri
arasındaki nisbet bakımındadır. Gerçi bu "zikr-i cüz irade-i kül"
gibi bir mecazdır. Fakat bu mânânın âyetteki büyük hac gününü tayin bakımından
özel bir değeri ve anlamı vardır.
3- Müslümanlarla müşriklerin toplandığı pek
büyük bir topluluk ve İslâm diyarında ilk ve son kere olarak yapılan ve bu
berâeti ilan etmekle fevkalade önem kazanan muhteşem ve azametli hac demek olur
ki, bu ifadede, işte bu dokuzuncu senede ve Ebu Bekir'in emirliğinde yapılan
haccı, mutlak anlamda ekber özelliğiyle tanıtmaya yönelik bir tahsis vardır.
Yani bu suretle ve bu özellikte bir hac, ne bundan evvel olmuş, ne de
olacaktır. Fakat haccın bu mânâ ile büyüklüğü biraz izaha muhtaç görülmüştür.
4- İslâm'ın şanını ve izzetini, şirkin de
düşüklüğünü açıklayan hac demektir ki, bu mânâ o seneki hacca uygun düştüğü
gibi, ertesi sene Hz. Peygamber'in yaptığı veda haccına da öncelikle uygun
düşmektedir. Zira bu ilan ve beraetin asıl hükmü o zaman yerine getirilmiş ve
"Bu gün size dininizi kemale erdirdim." (Mâide 5/3) âyetinin nüzulü
ile İslâm'ın kemaliyle ilgili tecelli asıl o gün meydana gelmiş ve "Hac
menasikini benden alıp öğrenin." hadisi şerifi uyarınca İslâmi anlamda hac
asıl veda haccında gerçekleşmiştir.
Gerçekten de ilk olarak Hz. Ebu Bekir'in
emirliğinde yapılan birinci hac, yukarıda açıklanan bazı özellikleriyle o
zamana kadar görülmemiş bir hac ise de yine de büyüklüğü bir bakıma izafi bir
büyüklük sayılır. Çünkü Hz. Peygamber'in bilfiil bulunmaması ve müşriklerin
katılmış olması, çıplak tavaf ve "nesî" gibi bazı müşrik âdetlerinin
henüz ortadan kaldırılmamış olması dolayısıyla "berâe"nin tam
anlamıyla gerçekleşememesinden dolayı o hac birtakım noksanlıklar içermekteydi.
Ve bütün bunlardan dolayı o haccın bütün değeri, ertesi sene yapılacak olan Hz.
Peygamber'in de bulunduğu hacca bir başlangıç olmasındaydı. Hiç şüphe yok ki,
bu saydığımız sebeplerden dolayı mutlak mânâda ekber olan hac, Hz. Peygamber'in
haccıdır. Ve "İşte büyük hac günü budur" hadisi şerifi de bunda
zahirdir. Bununla beraber âyetin yalnızca Peygamber'in haccına tahsisi de
apaçık değildir. Zira veda haccında bu ilanın kendisi değil, hükmünün
gerçekleşmiş olması söz konusudur. Âyette bahsedilen şey ise ilanın kendisidir.
Bunun için "Taberi Tefsiri", İbnü Sîrin'in
"Yevmu'l-haccıl-ekberden muradın, Resulullah'ın bulunduğu ve kendisiyle
birlikte ümmetinden de birçoklarının katıldığı veda haccıdır." dediğini
naklettikten sonra, demiştir ki; bu mânâ âyetteki "ezan" hükmünün
gerçekleştiği büyük hac günüdür ki, o da Hz. Peygamber"in hac yaptığı
senedir". Bu da dolaylı ve kapalı bir istidlale muhtaçtır.
Şu halde âyetteki "hacc-ı ekber"
tabiri, yalnızca Ebu Bekir'in haccına münhasır olmayıp, Hz. Peygamber'in
haccına da öncelikle delalet etmekte ise de bunu burada yalnızca Resul'ün
haccına tahsis etmek de doğru değildir.
Şu halde gelelim "gün" meselesine:
Yevm, gün demek olduğu gibi, genel olarak "vakit" mânâsına gelebilir.
Buna göre "Hac günü", hac vakti, hac zamanı anlamına gelebilirse de
âyetin zahirine göre, bunun hac zamanından bir gün olmasıdır. Üstelik öyle bir
gün ki, dört aylık yasağın başlangıcını belirleyen bir gün olabilsin. Halbuki
yukarıda verilen birinci, üçüncü ve dördüncü mânâlara göre, "hacc-ı ekber
günü" demek, hacc-ı ekber vakti demekten fazla birşey ifade etmez. Bu ise
seneye ve aya ihtimali olsa da çok çok Arefe gününden başlayarak Mina
günlerinin sonuna kadar olan hac günlerinin içine alır. Nitekim bazı müfessirler
bu görüşteler. İbnü Atıyye, tefsirinde demiştir ki, hadislerden anlaşıldığına
göre Hz. Ali, bu âyetleri Arefe günü Hz. Ebu Bekir'in hac hutbesinden hemen
sonra okumuş, fakat insanların hepsinin işitmediğini görmüş, bir kere de Bayram
günü Mina'da okumuştur. Hatta Hz. Ebu Bekir, o gün Ebu Hureyre ve daha
başkalarını Hz. Ali'ye yardımcı olmaları için görevlendirmiş, bunlar da
Zülmecaz v.s. Arap çarşılarında bu işi takip etmişlerdir. Buna göre, Süfyan b.
Uyeyne'nin de dediği gibi, bu günün hac günlerinin bütününe şâmil olması
açıklık kazanıyor. Mücahid'in de hacc-ı ekber günü, bütün Mina günleridir,
müşriklerin Zülmecaz, Ukaz ve Mecenne'de bulundukları sırada içlerinde "Bu
seneden sonra müşrikler müslümanlarla birlikte hac yapamayacaklardır!"
diye nida ettirilinceye kadar olan toplantı zamanlarıdır, dediği naklediliyor.
Gerçekten de Ebu Hüreyre (r.a.)nin kendisinden
de rivayet edilmiştir ki; "Resulullah (s.a.v.) Ali'yi, Berâe Sûresi ile
müşriklere gönderdiği zaman ben de Ali ile beraberdim. Ben de nida ediyordum,
hatta sesim kısıldı ve şöyle söylemekle emrolunmuştuk: Bu seneden sonra bir
müşrik haccetmeyecek ve Beyti üryan (çırılçıplak) tavaf etmeyecek, Cennete
ancak mümin olan girecek. Her kimin Resulullah ile arasında bir ahit varsa onun
da dört aylık süresi vardır. Dört ay geçtikten sonra Allah, müşriklerden
uzaktır, Resulü de." demiştir. Fakat bu arada söz konusu dört aya
başlangıç teşkil edecek belli bir günün de belirlenmesi lazım gelir ki,
"Büyük hac günü" deyiminden açıkça ortaya çıkacak mânânın sözkonusu
hac günlerinden bir teki olması gerekir. Bundan dolayıdır ki, bütün müfessirler
bunu genel anlamda "hac günleri" şeklinde değil de, hac günlerinden
belli bir gün olarak göstermişlerdir. Bu da ancak "hacc-ı ekber"
deyiminin ikinci mânâsını gözetmekle mümkündür. Böylece bu gün "hacc-ı
ekber"in en büyük bir günü demek olacaktır. Bu da ya Arefe günü veya
bayramın birinci günü olabilecektir. "Hac Arefedir." hadisi şerifine
bakınca bu gün Arefe günü olarak görülür. Ve bu hadisi şerife göre, bazıları bunun
Arefe günü olduğuna kail olmuşlardır ki, nakledildiğine göre Hz. Ömer, Abdullah
b. Zübeyr, Ebu Cuhayfe, Tâvus, Ata, Abdullah b. Müseyyeb bunlar arasındadır.
Lâkin Bakara Sûresi'nde de ( âyet, 197-203) izah olunduğu gibi, "Hac
Arefedir." buyurulması, Arafat vakfesine yetişemeyenin hacca yetişememiş
olması bakımındandır. Bu ise haccın en büyük kısmının Arefe olmasını
gerektirmez, çünkü yalnızca Arefe'yle hac tamamlanmış olmaz. Hac ancak bayram
günü tamam olabilir. Tavaf, kurban, remy-i cimar (şeytan taşlama) ve halk (traş
olma) gibi hacla ilgili görevler ancak bayram günü tamamlanabilir. Gerçekten de
Peygamber Efendimiz, veda haccında bayramın birinci günü cemrelerin yanında
durup "İşte hacc-i ekber budur." buyurduğu da rivayet edilmişti. Bu sebeple
müfessirlerin çoğu hacc-ı ekber gününün Bayram'ın birinci günü olduğuna kâil
olmuşlardır. Ebu Musa el-Eş'arî, İbnü Ebi Evfa, Muğıyre İbnü Şu'be, İbnü
Cübeyr, İkrime, Şa'bî, Zührî, İbnü Zeyd ve Süddî bunlardandır.
Sonuç olarak denilebilir ki, sûrenin başı
müşriklere karşı önceden yapılmış antlaşmaların feshiyle mutlak olarak berâetin
ortaya çıkmasını ve bunun suret ve hükmünü haber vererek ve ilan ederek,
gereğinin yerine getirilmesini önemle belirtmektedir. Ve iş bu de herkese ilan
ve ilamın lüzumunu ihbar ve tarihini tesbit eden, tahakkukunu te'kid ve aşağıda
geleceği üzere sebep ve sonuçlarını açıklayan bir beyannamedir. Baştaki berâet
"o kimselere" diye henüz ulaşmak üzere bulunan mutlak anlamda bir berâattir.
Bu ikinci ise ise diye ile sılalanmış, bilfiil gerçekleşmeye başlamış olan
berâettir. Ve her ikisinde de berâetin müteallakı (ilgi alanı) müşrikler,
ilanın müteallakı ise gerek kâfir, gerek mümin bütün insanlardır. Yukarıda
geçen çeşitli rivayetlerden anlaşıldığı üzere, Hz. Ali bunu ilana memur
edilmiş, Arafattan itibaren Mina günlerinin nihayetine, yani kurban bayramının
üçüncü gününe kadar o sene hac vaktinde bu ilan yapılmış ve bu arada dört aylık
sürenin başlangıcına bayram günü başlangıç olmuştur. Bu özellikleriyle sûrenin
başı veciz ve açık bir "nebz", bir ilişki kesme ültimatomu olmuş, bu
ikinci âyetten itibaren de bütün esbab-ı mucibesiyle ve açıkça bir savaş ilanı
beyannamesini ihtiva etmektedir. Şöyle ki:
Ey insanlar, hepiniz bilmiş olasınız ki, Allah,
müşriklerden uzaktır. Resulü de. Bununla beraber tevbe ederseniz bu sizin için
hayırlıdır. Yok eğer yüz çevirirseniz, tevbeden vazgeçerseniz veya İslâm'dan
veya verdiğiniz sözü tutmaktan yüz çevirirseniz ve yola gelmezseniz, iyi
biliniz ki, siz Allah'ı aciz bırakamazsınız. Onun azabından kaçıp
kurtulamazsınız. Ve ey Muhammed, o kâfirleri elîm bir azab ile müjdele.
4- Ahdini bozanlara aşağıda bildirildiği
şekilde dört aydan fazla mühlet tanıma, ancak o müşrikler içinde kendileriyle
antlaşma yapmış olduklarınız, üstelik size hiçbir şeyi eksik bırakmayanlar,
yani antlaşma şartlarından hiçbirine riayetsizlik etmeyenler, size doğrudan
doğruya hiçbir zarar vermedikleri gibi, size karşı olan hiçbir kimseye de arka
çıkmayanlar (Nitekim Hz. Peygamber ile yaptıkları antlaşma şartlarına riayet
eden Beni Huzaa'ya saldıran Beni Bekr gibi ki, bunlara Kureyş müşrikleri silah
yardımı yapmışlardı), işte böyle dolaylı yollardan bile zarar vermeyenlere,
işte böylelerine antlaşmada belirlenen müddetin dolmasına kadar süre tanıyın.
Yani bunları o antlaşmaya uymayanlarla karıştırmayın ve bir tutmayın. Öbürleri
gibi, bunlara da dört aylık süre bitince hemen savaş açmaya kalkışmayın.
Bunlara onlar gibi muamele etmeyin. Antlaşma şartlarında belirlenen süre
doluncaya kadar bekleyin, o sürenin tamamı tamamına bitmesini gözetin ve siz de
antlaşma şartlarına uyun. Çünkü Allah, müttakileri muhakkak sever. Sözleşme
şartlarına uymak da takvadandır. İsterse karşı taraf müşrik olsun, onlar
arasında bile ahdine riayet eden vefalı kimselerle etmeyen gaddarları eşit
tutmak takvaya aykırıdır.
Rivayet olunduğuna göre, Resulullah ile
müşrikler arasında "Kâ'be'yi tavaftan kimseyi engellememek ve Mekke
şehrinde kimse tehdit edilmemek ve korkutulmamak" üzere bir genel
sözleşme, ayrıca Huzaa, Müdlic v.s. Arap kabileleri ile o kabilelerin
özelliklerine göre yapılmış olan ve belli süreleri içeren ikili sözleşmeler
vardı. Ne zaman ki, Hz. Peygamber Tebük Seferi'ne çıktı, o zaman savaşa
katılmayıp Medine'de kalan münafıklar, etrafa çeşitli yalan haberler yaymaya
başladılar. Bunun üzerine de müşrikler ahitlerini bozmaya başladılar. Öyle ki
Hz. Peygamber'in Tebük'ten döndüğünde onların birçoğu ahitlerini bozmuş
bulunuyorlardı. Bunun üzerine yukarıda da anlatıldığı şekilde bu sûre nazil
olmuş, ahitleri yüzlerine fırlatılıp atılmış ve "nebz" edilmiş oldu.
Ancak Beni Damra ve Beni Kinâne gibi pek az kabile ahitlerini bozmamış idi.
İşte genel bir "nebz"den sonra bu âyette özel ve ikili antlaşmalara
temas edilerek ahitlerine riayet etmiş olan bu gibi kimselere, antlaşmaların
özelliğine göre o antlaşmalarda belirtilen sürenin sonuna kadar süre tanınması,
istisnai bir durum olarak bildirilmektedir. Onlar bir noksan iş yapmadıkça
antlaşmada belirlenen sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanınması
emrolunmaktadır. Yukarıda geçtiği üzere, Hz. Ali tarafından dördüncü madde
olarak ilan edilen ve "Her ahit sahibine ahdi itmam olunacaktır."
fıkrası da bunu içermekteydi.
Yine denilmiştir ki, en fazla süresi bulunan
antlaşma da Beni Kinane'nin bir oymağı ile yapılmış olan bir antlaşmaydı, onun
da dokuz aylık süresi kalmıştı. O da tamamlandı. Demek ki, bu ilandan dokuz ay
sonra Arap Yarımadası'nda ahit sahibi hiçbir müşrik kalmamış oluyordu.
5-Bütün bunlar bilindikten sonra şimdi şu
haram aylar sıyrılınca, geçip gidince ki bu aylar "Onlardan dört tanesi
haram aylardır." (Tevbe 9/36) dört aydır. "Sana haram aylarda savaş
yapmayı sorarlar..." (Bakara 2/217) âyeti uyarınca normal senelerde
geçerli olan haram aylar ki, Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve bir de Recep diye
bilinen aylar olmayıp, âyetinde söz konusu olan ve Kurban Bayramı'ndan
sonrasını içine alan dört aylık süredir. Bunun ilk elli günü bilinen haram
aylar kapsamına giriyor ise de geriye kalan yetmiş günü bunun dışındadır. Fakat
bu ilana göre, söz konusu günler de tıpkı haram aylar gibidir. Bu arada şu da
anlatılmış oluyor ki, sözleşmeyi içeren herhangi bir ay da tıpkı haram aylardan
olur. Yani tanınan dört aylık süre içinde saldırı veya savaş yasaktır,
ahitlerine riayet edenlerin müddetleri bitinceye kadar da durum yine böyledir.
Fakat bu haram aylar çıkınca, yani tanınan dört aylık süre dolunca, artık o
müşrikleri nerede bulursanız katlediniz, öldürünüz. Yani dört aydan sonra artık
onlarla aranızda savaş durumu başlamıştır. Şu halde onların saldırılarını
beklemeksizin hemen onlara savaş açınız, haram ve helâl farkı gözetmeden onları
nerede bulursanız ve nasıl öldürebilirseniz öylece öldürünüz. Bununla beraber
sünnette müsle yapmaktan, yani burun ve kulak gibi organları kesmekten ve bir
kimseyi durdurup, elini kolunu bağlayarak ok ve benzeri aletlerle yavaş yavaş
ve işkence ile öldürmekten menedilmiştir. Bundan başka Hz. Peygamber
buyurmuştur ki, "Öldürme yönünden insanların en iffetlisi iman
ehlidir." Ve yine "Öldürdüğünüz vakit güzellikle öldürün." diye
buyurmuştur. İşin böyle olması gerektiğini şu âyetler de ima yollu anlatır: Ve
onları tutunuz, yakalayıp esir ediniz. Demek oluyor ki, tutup esir almak mümkün
iken hemen öldürmeye kalkmamalıdır ve onları hasrediniz, bulundukları yerden
çıkıp serbestçe dolaşmalarına, şuraya buraya gitmelerine izin vermeyiniz, onlar
için her mersada oturunuz yani kaçırmamak, geçirmemek için evine, işine veya
ticaret için sefere gidecek her geçidi tutup onları göz altında bulundurunuz.
Artık tevbe ederlerse, yani şirkten vazgeçip imana gelirlerse Namazı kılıp
zekatı verirlerse, yani namaz ve zekatı kabul ederek müslüman olurlarsa hemen
yollarını açınız, koymuş olduğunuz engelleri kaldırınız, yukarıda söz konusu
edilenlerden hiçbirini yapmayınız, onları kendi hallerine bırakınız. Çünkü
Allah gafurdur, rahîmdir. İmana girmelerinden dolayı, daha önce yapmış
oldukları şeyleri, şirk, küfür ve haksızlıkları bağışlar, üstelik iman ve
taatlerine ecir ve sevap da verir. Demek ki, o müşriklere ya ölüm ve esaret
veya İslâm'a girmekten başka birşey bırakılmamıştır. İleride de geleceği üzere,
onlardan, ehl-i kitapta olduğu gibi, cizye dahi kabul edilmeyecektir. Hasan
Basri rivayet etmiştir ki; esirlerden biri, Hz. Peygamber'e işittirecek şekilde
"Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e tevbe etmem." diye üç kere bağırmış,
Peygamber Efendimiz de "Bırakınız, hakkı ehline tanıdı." buyurmuştur.
6-Bu noktada tevbe ile ilgili olarak savaşta
karşı tarafa, harbîye tanınacak eman meselesine de dikkat çekilerek buyuruluyor
ki; Ve eğer müşriklerden biri sana isticare ederse, yani söz konusu süre sona
erdikten sonra bile sana sığınırsa, senden eman isterse, senin kendisine eman
verip car olmanı, saldırıdan himaye etmeni talep ederse sen de ona eman ver, ta
ki, Allah kelâmını dinlesin. Kur'ân'ı ve gerçeğin delillerini dinlesin, davet
ettiğin dinin hakikat ve hakkaniyetine muttali olmak imkânını elde etsin. Zira
o dili bilenler için yalnızca işitmek hakikatı anlamaya kafi gelebilir.
Rivayet olunuyor ki, Hz. Ali'ye müşriklerden
bir adam geldi, "Bu süre bittikten sonra şayet bizden bir kimse Allah'ın
kelâmını dinlemek için veya başka bir ihtiyaç için Muhammed'e gelecek olsa
hemen öldürülecek midir?" dedi. O da "Hayır, çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor." dedi ve âyetini okudu. Hz. Ali'nin bu sözü zahiren âyete
aykırı gibi görünür. Zira âyette hacet zikredilmemiş, yalnızca "Allah'ın
kelâmını dinleyebilsin" diye buyurulmuştur. Bunun için denilmiştir ki,
ihtiyaçtan maksat, herhangi bir dünya haceti değil dinle ilgili bir ihtiyaçtır.
Zira Peygamber Efendimiz'e gelecek olan kimse dinle ilgili bir ihtiyaç için
gelir. Allah kelâmıyla ilgili olan her türlü iş, mesela inanç problemleriyle
ilgili sorabileceği her türlü soru ve alacağı cevaplar, onlara ait deliller
genel olarak Allah kelâmını dilemiş olmak gibidir. Fakat dikkat olunursa,
âyette aksine yasak getiren bir ifade ve ima yoktur. Öyleyse haceti böyle
sınırlamaya da lüzum yoktur. Zira âyette isticare mutlak anlamda eman dilemek
şeklindedir. "Tâ ki, Allah kelâmını dinleyebilsin." kaydı
"eman"a değil, "fe ecirhu"ya müteallaktır. Bu ise şu demektir
ki, eman dileyen hangi maksat ve hacetten dolayı dilerse dilesin, eman veren
onun Allah kelâmını dinleme imkânına kavuşacağını, bu dinlemedeki hikmeti ve
faydayı gözeterek eman vermelidir. Şu halde dinleme isteyeni bu gaye ile, yani
bir dini hacet ve talep ile eman dilerse ona eman vermek vacip olur. Fakat
mutlak surette veya bir dünya ihtiyacından dolayı eman dilerse ona mutlaka eman
vermek vacip olmaz. Yerine göre, caiz de olabilir, hatta reddi de vacip
olabilir. Şu halde bu âyetten başlıca şu sonuçlar çıkarılabilir:
1. Bazı âlimler demişlerdir ki; bir kâfir,
itikat etmek için bizden iman ve tevhidin ve Hz. Peygamber'in nübüvvetinin
delillerini ve gerekçelerini öğrenme talebinde bulunursa, yani bu konuda ikna
olmak isterse, Allah'ın birliğini ve Hz. Peygamber'in gerçek peygamber olduğunu
anlatmak ve bu konudaki belge ve delileri ortaya koymak üzerimize vacip olur.
Ve bir harbî, böyle bir talepte bulunduğu zaman bu delilleri açıklayıp
belgeleri ortaya koymadan onu öldürmeye kalkışmak caiz olmaz. Zira Allah Teâlâ
yukarıda açıklanan bunca ilandan ve sürenin sona ermesinden sonra bile "ta
ki, Allah kelâmını işitebilsinler" diyerek onlara eman verilmesini emir
buyurmuştur. Bu emir şuna delalet eder ki, her kim bizden işiyle ilgili bir
şeyin tarifini talep eder ve bu konuda yardım dilerse ona o istediği şeyi
öğretmek üzerimize vacip olur.
2. Fıkıh âlimleri demişlerdir ki, bir harbî,
dâr-ı İslâm'a dahil oluverirse kendisi de, malı da ganimet olur. Ancak İslâm'a
girmek niyetiyle Allah kelâmını işitmek gibi bir şer'î maksat veya ticaret için
eman dileyerek ve eman alarak girerse, hatta bir sabinin veya bir mecnunun
verdiği eman ile dahi girerse, bunların verdiği emanın birer şüpheli eman
olmasına rağmen o harbînin saldırıdan korunması vacip olur. Herhangi biri, İslâm
diyarına bir elçilik görevi ile giderse elçilik bizatihi emandır. Birisi dar-ı
İslâm'daki bir malını almak için girer ve o malın da emanı bulunursa, o malın
emanı, aynı zamanda sahibinin de emanı olur.
Hasılı öyle, o maksatla eman ver, sonra da onu
güvenlik içinde güvenli yerine ilet. Allah kelâmını dinledikten sonra iman
etmezse bile canı ve malı saldırıdan korunmuş olarak onu güvenli olduğu
mahalline kadar, yani vatanına kadar ilet.
Binaenaleyh dinleyicinin uzun süre İslâm
diyarında tutulup bekletilmesi de caiz değildir. İşte bu, yani bu eman ve iblağ
emri şundan dolayıdır ki, bunlar gerçekten bir şey bilmez bir kavimdirler. İman
ve İslâm'ın hakikatını ve ahkamını bilmezler ve hatta bu Arap müşrikleri her
hususta cahil bir kavimdir. Şu halde eman lazımdır ki, hakkı duysunlar da
hiçbir mazaretleri kalmasın.
Bu esaslar anlaşıldıktan sonra berâenin hikmet
ve sebeplerine gelelim:
Bu ilan üzerine antlaşma yapmış olanlara karşı
bu şekilde bir berâet ilanı ve ilişki kesme, bir ahde vefasızlık ve şu halde
bir haksızlık, bir saldırı demek olmaz mı, gibi bir şüphe söz konusu değildir.
Çünkü:
Meâl-i Şerifi
7. O müşriklerin Allah katında ve Resulü
katında herhangi bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram yanında antlaşma
yaptıklarınız var ki, bunlar size karşı doğru durdukça siz de onlara doğru
olun. Allah (hainlikten) sakınanları elbette sever.
8. Onlarla nasıl sözleşme olabilir ki, sizin
aleyhinize ellerine bir fırsat geçse, hakkınızda ne bir antlaşma gözetirler, ne
de bir yemin. Dil ucuyla sizi hoşnud etmeye çalışırlar, fakat kalbleri o
kadarına da razı olmaz. Zaten onların çoğu fasıktırlar.
9. Allah'ın âyetlerini az bir çıkara
değiştirdiler de Allah yolundan engellediler. Gerçekten de bunlar ne fena
şeyler yapageldiler.
10. Bir mümin hakkında ne bir yemin
gözetirler, ne de bir antlaşma. Bunlar işte böyle haddi aşan kimselerdir.
11. Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar,
zekatı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz âyetleri, bilen bir kavme
açıklarız.
12. Eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini
bozar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür öncülerini hemen öldürün. Çünkü
onların yeminleri yoktur. Ola ki, vazgeçerler.
7- O müşrikler (yani ahitlerine riayet etmeyen
müşrikler) için Allah katında ve Resulü katında bir ahit nasıl bulunur ki?
Böyle doğruluktan sapan kimselerin gerçekte ahdi mi kalır? Ancak Mescid-i Haram
yanında kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız müstesnadır. Yani söz konusu
müşrikler içinde henüz sözünde duranlar ve ahde vefa gösterenler olabilir. Onun
için yukarıda da istisna edilmiş, haklarında "Onların süresini,
sözleşmedeki sürenin bitimine kadar itmam et." buyurulmuştur. İşte bundan
dolayı bunlar size doğru dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara karşı
dürüst olun. Yani yukarıdaki istisna ve sözleşme süresinin sonuna kadar bekleme
emri de mutlak değil, bu şarta bağlı olarak geçerlidir. Şayet diğerlerinin
yaptıkları gibi, bunlarda sürenin dolmasını beklemeden ahitlerini bozarlarsa
bunların da ahdi kalmaz. Yok eğer sürenin sonuna kadar uslu dururlarsa sizin de
sonuna kadar sözünüzde durmanız gerekir. Çünkü Allah, muhakkak ki, muttakileri
sever.
Görülüyor ki, bu âyetin fâsılası ile
yukarıdaki istisna âyetinin fâsılası aynıdır. Böylece âyetler birbirine tercii
bend ile bağlanmış gibidir. Bu bağlantı ile o âyette söz konusu edilen
kimselerin bu âyette söz konusu edilenlerle aynı kimseler olduğu
gösterilmiştir. Zira önceki istisna her zamanda, her devirde meydana
gelebilecek olaylarla ilgili genel ve küllî bir kavram üzerinedir. Bu istisna
da o âyetin asıl nüzul sebebi olanlara uygulanmasıdır.
Acaba Mescid-i Haram yanında antlaşma yapan bu
insanlar kimlerdi? Kureyş veya Huzaa denilmiş ise de buradaki ıtlak (genel
manada kullanılması) ile onun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira Kureyş de,
Huzaa da bu sûrenin nüzulünden bir sene önce Mekke fethiyle birlikte İslâm'a
girmiş idiler. Burada muahedeleri devam eden müşrikler arasında sayılan bu
müstesnalar arasında onların bulunması bu açıdan mümkün değildir. Bunun için
Beni Kinane ve Beni Damre denilmiştir. Fakat anlaşılıyor ki, Beni Kinane'nin de
hepsi değildir. Bu konuda en açık rivayet, Taberi ve daha başkalarının kaydına
göre, İbnü İshak'ın rivayetidir. Denilmiştir ki, bunlar Hudeybiye günü Hz.
Peygamber ile Kureyş arasında yapılan antlaşmada belli sürenin sonuna kadar
Kureyş'in ahdine dahil olmuş bulunan Beni Bekir kabileleridir ki, bu antlaşmayı
Kureyş'den şu belli oymak ile, yani şu bilinen Kureyş müşrikleri ile Beni
Bekir'den Beni Düil'den başkaları antlaşmayı çiğnememişlerdi. Şu halde Beni
Bekir'den antlaşmayı bozmayanlar için "Size karşı doğru ve dürüst
oldukları müddetçe..." âyetiyle söz konusu müddetin sonuna kadar sözleşme
şartlarına müslümanların da riayet etmeleri emrolundu. Şu halde mesele gayet
ince ve naziktir. Zira buna göre antlaşmanın aslı Hudeybiye Muâhedesi'dir.
Hudeybiye, Mekke'nin yakınında olmak bakımından âyette "Mescid-i Haram
yanında..." buyurulmuştur. Bununla muâhedenin önemine ve kuvvetine ve bunu
çiğnemenin pek büyük bir cürüm olduğuna da böylece işaret edilmiştir. Böyle
olduğu halde müşrikler bu sözleşmeyi bozmuşlar, Kureyş'in ahdine dahil olan
Beni Bekir'den Beni Düil, Resulullah'ın ahdine dahil Huzaa'ya saldırmış, Kureyş
müşrikleri saldıran tarafa silah yardımı yaparak saldırganları teşvik edip
desteklemiş, bunun üzerine söz konusu muâhede bozulmuş ve bu saldırıya karşı
koymak için harekete geçilmiş, bu da Mekke'nin fethiyle sonuçlanmıştı. Huzaa
kabilesi ile çölde yaşayan bir iki küçük kabileden başka Kureyş, olduğu gibi
İslâm'ı kabul eylemiş, büsbütün yeni bir durum ortaya çıkmıştı. Böylece
Hudeybiye Muâhedesi, esas itibariyle süresinden önce bozulmuş ve ortadan
kalkmıştır. İşte dikkat çeken nokta burasıdır ki, böyle esas itibariyle ortadan
kalkmış olan bir sözleşmenin dolaylı yollardan ilgisi bulunan ve o muâhedenin
bozulmasına katılmayan ve şartlara doğru dürüst riayet edenler hakkında, onun
hükmünü kalkmadığı ve onlar bu dürüst tutumlarını sürdürmek şartıyla muâhedenin
yazılı süresinin bitimine kadar geçerli ve bu durumda bile onun şartlarına
uymanın ehl-i İslâm için bir zorunluluk olduğu ve onu hiçe saymaktan sakınmak
gerektiği önemle ihtar edilmektedir. Halbuki dış görünüşüyle asıl taraf olan
Kureyş'in sözleşmeyi bozmasıyla, yani aslın sukutu ile fer'in de sukut
edeceğine hükmetmek lazımgelirdi. Demek oluyor ki, burada bu kıyasın aksine,
şüpheli ahdin de ahit hükmünde tutulması, Allah ve Resulü katında diyanet,
doğruluk, Allah'tan sakınma ve hikmetin gereğidir. Bunun böyle olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim bundan dolayıdır ki, İslâm fakihleri "şüphe-i
eman emandır" demişlerdir. Şu halde burada ne kadar yüksek bir ilâhî hukuk
esası bulunduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
Ayrıca burada söz konusu edilen Beni Bekr,
"Taberî Tefsiri"nde açıkça yer aldığına göre, Beni Kinane'nin bir
kolu olan Beni Bekr'dir. demek ki, Beni Kinane ve bunlardan Beni Bekr
kabilelerinin hepsi de ahde riayet etmiş değillerdir. Zira Hudeybiye
Muâhedesini ilk önce bozanlar bunlar içinden Beni Duil olmuştur. Şu halde Beni
Kinane veya Beni Bekr Huzaa'ya saldırmakla Hudeybiye Muâhedesini bozdular
denildiği zaman bunun içinde Beni Düil'in de dolayısıyla bulunduğunu
anlamalıdır. Yine bunun gibi, Beni Kinane veya Beni Bekr, ahitlerini bozmadılar
denildiği zaman da içlerinden Beni Düil'den başkalarını anlamak gerekir.
8-Evet nasıl olur? O müşriklerin şu halleri
ile Allah ve Resulü katında bir ahdi nasıl olabilir? Ki size bir üstünlük
sağlarlarsa, ellerine bir fırsat geçer de size karşı bir zafer elde ederlerse
hakkınızda ne bir ill, ne de bir zimmet gözetmezler.
İll: Esasında keskinlik veya parlaklık
mânâsından alınarak feryad, yemin, ahit ve yakınlık anlamlarına kulanılan bir
kelimedir. İbranice "ill" Arapçalaşmış olarak "ilâh"
anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu takdirde Allah adına yapılmış olan yemin
demek olur.
Zimmet: Korunması ve himayesi, gereken ve
yitirilmesi de zemmi gerektiren her hangi bir iş anlamına ahd ü eman, taahhüt,
emanet ve görev demektir ki, bozulması ve riayet edilmemesi kınanmayı icap
ettirir. İşte bu anlamdan alınarak şeriatte bir kişinin lehinde ve aleyhinde
îcaba (kabullenme) ve isticaba (kabul etmeye) ehil olması vasfına denilir ki,
ahdi bulunan kişi diye de tarif edilir. Başka bir deyişle hukuki şahsiyyet,
yahut bunu teşkil eden mümeyyiz vasıf, yani hak ve vazife ehliyyeti demektir.
Önceki lügat mânâsı ile borç bir zimmettir. İkinci şer'î mânâ ile ise zimmette
olan şeydir. (Ârâf Sûresi'nde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
"Evet", dediler." (âyet: 172) âyetinin tefsirine bkz).
Tasavvurdaki borç bu yaratılıştaki anlaşma ile, yani insan varlığındaki tevhid
ve marifet kabiliyeti ile, bilfiil borç da buna dayalı olarak bilfiil yapılan
taahhüt ile sabit ve geçerli olur. Âyet selb-i küllî (tam olumsuzluk) ile varid
olduğuna göre, dış görünüşüyle hangi anlamda olursa olsun onlar ill (ahid) ve
zimmet namına hiçbir şey tanımazlar demek olur. Yani bir fırsat bulurlarsa
bütün ahitlerine rağmen sizin hakkınızda ne Allah'ı, ne yeminlerini, ne
yakınlıklarını, ne de ahitlerini ve zimmetlerini tanımazlar, hepsini hiçe
sayarlar. Ne kadar feryad etseniz, çağırıp bağırsanız yine de tanımazlar. En
keskin, en parlak kutsal haklara ve verdikleri ahde bakmazlar göz göre göre
size kıyarlar, dilediklerini yaparlar. Bununla beraber bütün bu mânâlar, şu iki
noktayla özetlenebilir: Ne ilâhî, ne beşerî hiçbir hakkı ve ahdi gözetmezler.
Sizden kendilerine sağlanacak haklarda değil, kendilerinden size sağlanacak
haklarda sizin hakkınızı gözetmezler. Ağızlarıyla sizi razı ve hoşnud etmeye
çalışırlar. Vefakârlıktan, dostluktan, insaniyyetten ve insaftan bahseder, iman
ve taatten dem vururlar, kandırmak ve inandırmak için yeminler ederler.
Verdikleri sözler tam tersine çıktıkça asılsız mazeretlerle özür dilerler,
uydurma sebepler ve bahaneler bulurlar. Lâkin bütün bunları sadece dil ucuyla
yaparlar halbuki kalpleri hep çekimser kalır, ağızlarındaki söz gönüllerinden
geçirdikleri niyyetlerle taban tabana zıttır. Ağızlarından çıkanlar kuru ve boş
laflardan ibarettir. Dostluk değil, iki yüzlülük yani yağcılıktır. Ve bunların
pek çoğu fasıktır. Taatten ve ahitten uzaklaşmış, aldırışsız ve inatçıdırlar.
Pek az bir kısmında görüldüğü gibi, haksızlıktan çekinecek, namussuzluktan
sakınacak ne bir inançları, ne kötülükten engelleyici insafları, ne de bir
insani yiğitlikleri ve mertlikleri yoktur. Utanmaz ve arlanmaz kimselerdir.
9- Allah'ın âyetlerini az bir paraya sattılar.
Ahitlerin yerine getirilmesini ve her hususta dürüst davranılmasını emreden
Allah'ın âyetlerini gayet az ve önemsiz bir şeye, bir anlık dünya ihtiraslarına
değiştiler de Allah yolundan engellediler. Allah'ın yolunu kestiler, Allah'a
giden yola engeller koydular, Beytullah yolundan, hak dinden, İslâm'a
girmekten, ibadet ve itaatten vazgeçirmeye çalıştılar. Denilmiştir ki, Ebu
Süfyan ve İbnü Harb, Peygamber'in tarafını tutanları bir yana bırakıp, yalnızca
kendi taraftarlarına bir ziyafet vermişti. Bu bir lokma yemek sebebiyle onlar
da Ebu Süfyan'ın tahrikiyle ahitlerini bozmuşlardı. Hakikaten bunlar ne fena
işler yapıyorlardı, yahut ötedenberi yapageldikleri şeyler kendileri için ne
kadar fena oldu, ne kadar pahalıya mal oldu.
10- Hiçbir mümin hakkında ne bir yemin, ne de
bir ahit gözetmezler. Yani bütünüyle İslâm ümmeti hakkında gözetmedikleri gibi,
müminlerden bir tek kişi hakkında bile hiçbir hakkı ve ahdi gözetmezler. Ve
işte bunlar o saldırganlar o tecavüzkâr tutumlarını sürdüren kimselerdir. Hak
hukuk tanımayan, haddi aşan, zulüm ve saldırıdan, haksızlıktan geri kalmayan
kimseler işte bunlardır. İşte saldırgan diye bunlara denir. Yoksa bunlara karşı
usulünce berâet ilan edip savaş açacak olanlara değil. Çünkü esas saldırganlar
bunlardır.
11- İmdi bunlar eğer tevbe ederler, şirkten ve
küfürden vazgeçerlerse, namazı kılarlar, zekatı da verirlerse, o zaman dinde
kardeşlerinizdirler. Sizin lehinize olan onların da lehine, aleyhinize olan
onların da aleyhine olmak üzere bütün hak ve görevlerde sizinle eşit olurlar.
Şu halde müslüman oldukları takdirde kendilerini kardeş biliniz ve onlara
kardeş muamelesi ediniz. Ve biz bu âyetleri bilen ve anlayan kavme ayrıntılı
olarak açıklarız. Yani bu âyetlerin delalet ettikleri hükümleri anlayacak,
tanıyacak olan bir kavme tafsilatlı olarak açıklıyoruz. Yukarıda geçtiği üzere
"anlamayan kavme" değil, ilmin değerini bilen, hakkı ve hukuku
tanıyan kimselere böylece ayrıntılı olarak bildiriyoruz ki, onlar bu âyetlerden
istifade ederler. Bu cümle, bu âyetlerde gizlenmiş bulunan derin mânâ ve
hikmetleri ve hükümleri iyice düşünüp hakkını takdir ve ifaya teşvik için zeyl
halinde bir ara cümledir. Yani, Ey müminler! Siz bu âyetlerdeki ayrıntılı
açıklamaların kadrini kıymetini biliniz, onları iyi anlayıp, ahkâmı ile amel
ediniz. Onlar da değerini bilirler ve tevbe edip İslâm'a girerlerse, size
kardeş olma şerefine ererlerse kendileri için büyük kurtuluş olur. Değerini
anlamazlarsa o zaman kendileri bilirler.
12- Ve eğer ahitlerinden sonra yeminlerini de
bozarlarsa ve sizin dininize ta'netmeye başlarlarsa, açıkça inkâr edip, küçük
düşürmeye ve sövmeye kalkarlarsa ki, o müşrikler hep böyle yaparlar. İşte bu
iki durumda siz de o küfür imamlarını katlediniz. Yani yeminlerle tevsik ve
te'yid ederek ahit verdikten sonra yeminlerini bozanlar ve dininize ta'n
edenler küfürde ileri gitmiş, küfür imamı, küfür önderi, küfür elebaşısı olmuş
olurlar. Şu halde o zaman siz de ölmeyi ve öldürmeyi göze alıp bunlarla
çarpışınız, bunlara karşı savaş açınız. Şüphesiz ki bunların asla yeminleri
yoktur. Hakikatte onlar için, onların gözünde yemin denilen şey yoktur.
Kalplerinde yeretmiş kutsal bir değer yoktur. Kalplerinde yeminin hiçbir yeri,
hiçbir hükmü ve değeri olmadığından, bütün yeminleri ağızlarıyladır.
Ağızlarıyla ne kadar yemin etseler o da boştur. Yaptıkları yemine riayet
etmezler. Yemine inanmadıkları için yemin bozmayı mahzurlu görmezler. Yeminleri
olmadığı, inkarda bu kadar ileri gitmelerinden belli olmuştur. Bunlarla artık
bir ahit, bir antlaşma yapmak imkânsızdır. Bunlarla bir sözleşme yapabilmek
yeminsizlikten kurtulmuş olmalarına bağlıdır. Bu da ancak onlara savaş açmakla
mümkün olur. Zira böyle kâfirler katl ve kıtalden başka bir şeyden anlamazlar.
Başka bir şekilde yola gelmezler.
Bundan dolayı bu yemin tanımayan kâfirlere, bu
küfrün elebaşılarına karşı savaş açınız ki vazgeçsinler. O küfre ve sizin
dininize ta'nedip, sövüp saymaya, o yeminsizliğe ve ikide bir ahitlerini
bozmaya bir son versinler.
Yani onları yola getirmek niyyeti ve azmiyle
onlara karşı savaş açınız. Onlara karşı savaşmaktan asıl maksadınız bu olsun.
Yoksa saldırganların âdeti olduğu gibi, sırf yakıp yıkmak ve yok etmek ve
sadece karşı tarafa zarar vermek veya eziyet edip öldürmek amacıyla olmasın.
Şimdi:
Meâl-i Şerifi
13. Yeminlerini bozan, Peygamber'i yurdundan
çıkarmaya azmeden ve üstelik ilk önce size saldırmaya başlayanlara karşı
savaşmaz mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mümin iseniz her şeyden
önce Allah'dan korkmalısınız.
14. Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle
onların cezasını versin ve ... onları rezil ve rüsvay etsin, yardımıyla sizi
onlara muzaffer kılsın. Ve mümin bir kavmin yüreklerini ferahlandırsın.
15. Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah
dilediğine tevbeyi nasib eder. Allah her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.
16. Yoksa siz hep kendi halinize terk
olunacağınızı mı sandınız? Allah'ın, içinizden cihad edenleri ve Allah'tan,
Resulü'nden, müminlerden başka kimseye sığınmayan ve başkaca sığınacak bir yer
aramayanları görmediğini mi (zannediyorsunuz)? Allah bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.
13- Böyle bir kavimle savaş yapmaz mısınız ki,
yeminlerini bozdular ve Peygamber'i çıkarmak istediler. O Peygamber ki,
içlerinde bulunduğu müddetçe "Sen onların içinde olduğun müddetçe Allah
onlara azab edici değildir." (Enfâl, 8/33) Allah onları azaba
uğratmayacaktı, yurtları selamet yurdu olacaktı. Lâkin onlar kendileri için ve
bütün âlemler için rahmet olan bir peygamberi bile aralarında tutmak
istemediler. Onu yerinden yurdundan etmek, kendi vatanlarını da dâr-ı harp
yapmaktan çekinmediler. Bunu önce Mekke'de istediler, hicret vaki oldu. Bununla
beraber işin peşini bırakmadılar, daha sonra Medine'den de kovup çıkarmak
istediler. (Enfâl Sûresi'nde 8/30. âyetin tefsirine bkz.) Yahudilerle işbirliği
ederek Ahzab olayını gerçekleştirdiler. Bir de "ihrac"ın diğer bir
mânâsıyla: Hudeybiye'den önce ve sonra Hz. Peygamberi bir huruc hareketine ve
saldırganlığa zorladılar. Gerçi bütün tahriklere rağmen bunu başaramadılar,
fakat öyle olsun istediler. Ve ilk önce onlar size başladılar. Size karşı savaş
açan ilk önce saldırıyı başlatan onlar oldular. Başlangıçta Resulullah onlara
"Kitab-ı Mübin" ile geldi, müjdeler getirdi ve uyarıda bulundu,
öğütler verdi ve birtakım gerçekleri hatırlattı. Belgelerle, kanıtlarla doğruyu
isbat etmeye çağırdı. Onlar bu konuda aciz kaldılar. Belge ve bürhanla mücadele
etmeyi bir yana bırakıp, kılıçlara sarıldılar. Hz. Peygamber'i ve ona
inananları öldürmeye kalkıştılar. Bu suretle kendi vatanlarını dâr-ı harb
haline getirdiler, kendilerini de harbî durumuna düşürdüler. Müslümanlarla
aralarında harp halini ortaya çıkaran önce onlar oldular. Bu bir mütareke
(ateşkes) ahdi ile sonuçlanmadan önce Bedir'de savaşa azmettiler: Kervan geçip
gittikten sonra bile, "Muhammed'e ve yanındakilere çatmadan ve Bedir'de
zevk u sefa yapmadan geri dönmeyiz." dediler. Orada mağlup oldular, fakat
Bedir'den Hudeybiye'ye kadar aralarında barış sağlanmadı ve hep savaş durumu
sürüp gitti. Nihayet Mescid-i Haram civarında, Hudeybiye'de arzularına göre,
bir muâhede meydana geldi. Bunu bozan ilk saldırı da yine onlardan geldi. Bunun
üzerine Mekke'nin fethi gerçekleşti. Kureyş müşriklerinin birçoğu İslâm'a
girdiler, girmeyenler de umumi aftan yararlandılar. Bu kere de Huneyn Savaşı'na
sebebiyet veren ilk saldırı da yine onlardan geldi. Nihayet yine rahat
durmadılar. Tebük Seferi'ni fırsat bilerek içerde ve dışarda ihtilal
teşebbüslerinde bulundular. Buna göre bu güne kadar meydana gelen bütün
saldırıların ilk başlatıcısı onlardır. Yemini bozmak, Peygamberi çıkarma sevdası,
sebepsiz yere saldırıya geçmek, işte bu üç sebepten her biri başlı başına birer
savaş sebebi olduğu halde bunların hepsi kendilerinde birleşmiş bulunan bir
kavme karşı siz artık savaşmaz mısınız? Bunlardan korkuyor musunuz? Bunlara
karşı da savaşmıyacaksanız, bunun korkaklıktan başka ne sebebi olabilir? Eğer
öyleyse Allah korkmanıza daha layıktır. Çünkü Allah izin vermezse onlar size ne
zarar verebilir, ne de fayda sağlayabilir. Hiçbir şey yapamazlar. Fakat
Allah'ın ilan ettiği bu emirlerine muhalefet edip onlarla savaşmayı
terkettiğiniz takdirde başınıza gelecek ilâhî gazap ve azaptan sizi ne onlar,
ne de başkası kurtarabilir. Eğer siz müminler iseniz bu böyledir. İman yalnızca
Allah'dan korkmayı gerektirir. Yemine inananların yeminsizlere karşı savaşmaları
gerekir.
14-O halde: onlarla savaşınız, harbe giriniz
ki Allah, onları sizin ellerinizle cezalandırsın, azaba uğratsın, savaşın
acılarını tattırsın: Ölsünler, yaralansınlar ve esir olsunlar. Canlarından ve
mallarından kayıp versinler, ve onları zelil ve perişan etsin, ve sizi
üzerlerine mansur ve muzaffer kılsın, yardımıyla galip getirsin, üstün eylesin
ve birtakım müminlerin gönüllerine ferahlık versin. Huzaa gibi, kâfirlerin eza
ve cefalarına katlanmış, fakat onlara gerekli karşılığı verememiş, halleri
yürekler acısı olan bir takım müminlerin gönüllerinde elem ve keder bırakmasın,
onların gönül dertlerini şifaya kavuştursun,
15- ve kalblerindeki gayzı, kin ve öfkeyi
gidersin. Yani gönüllere öyle bir şifa versin ki, ihtirasları arttıracak, yeni
yeni öçlere sebebiyet verecek, saldırgan bir imtikam şeklinde olmasın, tam
aksine hakkın yerini bulmasından zevk alacak olan müminlerin kalplerindeki
kinleri silsin, haklı öfkelere sebep olan zulüm ve haksızlığı, saldırganlığı
ortadan kaldıracak şekilde gayzdan azade bir hayat yaşatsın, gönülleri huzura
kavuştursun.
Görülüyor ki, burada savaş emri üzerine beş
ayrı hikmet ve fayda bina edilmiştir. Ve bunlar (vav) harfi ile birbiri üzerine
atfedilerek beşi birden "savaşınız!" emrine cevap yapılmıştır. Şöyle
ki:
1. Ta'zib, yani cezalandırma, suçluyu ve
saldırganı hak ettiği cezaya çarptırmak,
2. İhza, saldırganı zelil ve perişan edip,
başkaldıramaz duruma sokmak,
3. Nusret: Müminlerin şan ve şerefini
yücelmek,
4. Şifay-ı sadr: Ezilmiş ve acı çekmiş olan
müslümanların gönüllerine su serpip, ferahlık vermek,
5. Öfkeleri giderme: Hakkın yerini bulmasından
dolayı, galip tarafı da, mağlup tarafı da yeni yeni kin ve öfkelerden korumak.
Bu beş maddelik gerekçe, bütünü birden meşru
bir savaşın gayelerini beyan ve hedefin gerçekleşmesini vaad etmektedir. Demek
oluyor ki, savaşta en başta bir cezalandırma hikmeti vardır. Bir savaşı
başarılı kılacak yüksek amaçlara, her şeyden önce öldürme, yaralama, tahribat
ve mal kaybı gibi acı yollardan gidilebilecektir. Fakat bu cezalandırma,
yukarıda da açıklandığı gibi, savaşın tek başına gayesi olamayacağı gibi,
yalnızca bir eza ve cefadan ibaret olmamalıdır. Müminler, bu ilâhî azabı hak
etmiş olan bir kavme, o azabın uygulanmasıyla görevli bir el durumunda
olduklarını bilerek, haksız ve faydasız ezalardan sakınmalıdırlar ki,
yaptıkları iş kulların işi olmaktan çıkıp, hakkın cezalandırması haline
dönüşsün. Bu uğurda şehid olanlar azaba uğramadan Allah'ın rahmetine nail
olabilsinler.
Bu böyle yapıldığı takdirde buna düşmanın
perişanlığı ve alçaklığı sonucu eklenecektir ki, bu da savaşın ikinci
hedefidir. Fakat bu da tek başına bir gaye, bir hedef değildir. Bu da ancak hak
adına yapılan ilâhî bir hizy olduğu takdirde gerçek amacına ulaşmış olacaktır
ki, o da, müminlerin bütünüyle düşmanlarına üstün gelmesi ve zafere
kavuşmasıdır. Esas gaye de ilâhî yardıma ve nusrete kavuşmaktır. Yoksa
düşmanlar zillete düşmekle beraber, müminler de diğer cihetten bir afete
uğrayacak olursa harpten beklenen fayda sağlanmamış ve savaşın gayesi gerçekleşmemiş
olur. İşte bundan dolayıdır ki sırf cezalandırma, savaşın hedefi olamayacağı
gibi, tek başına düşmanı küçük düşürme gayretleri de öyledir. Savaşın esas
gayesi, Allah'ın yardım ve nusretini ve rızasını kazanmaktır. Bu da
gönüllerdeki kin ve öfke ateşini silecek, gönüllere huzur ve ferahlık getirecek
nihai bir hedefi gerçekleştirmiş olmalıdır. Zira elde edilmiş öyle zaferler
olur ki, galiplerin başına daha büyük dertler açar, galip tarafın gönlünü
okşayan öyle geçici başarılar olur ki, daha büyük kin ve öfkeler saçar. İşte
işin başında düşmanı cezalandırma ve perişan etme gibi iki sebep, sonunda da
gönülleri huzura kavuşturma ve öfkelerden arındırma gibi yine iki faide ile
dengelenmiş bulunan bu formül, tam ortasında ve işin merkezinde de ilâhî
yardımın yer almasıyla esas savaşın amacının bu iman ve bu maksat üzerine
kurulu olmasını gerekli kılar. Âyetin muhtevasında yer almış bulunan bu beş
temel ilkenin bu şekilde tertip edilmiş olması da buna işaret eder. İşte bu
berâetin ilanı ve savaş emirleri bu beş hikmetin ve faydanın elde edilmiş
olmasıyla ilgilidir. Bu emirler gözetildiği ve bu niyetle hareket edildiği
takdirde Cenab-ı Hak, bunların gerçekleşeceğini vaad eyler. Bir de bütün bu
hikmetlerin ötesinde ve bütün bunlara eşdeğer ikinci bir hikmet daha vardır ki,
o da yukarıda "Umulur ki, onlar bu saldırılarına son verirler." diye
açıklanan, savaşta gayelerin gayesi olarak göz önünde tutulması gereken ve
savaşı asıl ibadet haline getiren ilâhî hikmet budur. Bundan dolayı olsa gerek
ki, öbürleri de açıklandıktan sonra tekrar bu gayenin önemini anlatmak ve
belirlemek üzere geriye dönülerek, bunu ayrı bir cümle halinde açıklamak için
buyuruluyor ki:
Ve Allah, kime dilerse ona tevbe nasib eder. O
yeminsizlere karşı savaşmayla ilgili olarak zikrolunan beş faydanın ortaya
çıkmasına sebep olduktan başka bunların meydana gelmesi, nihayet bir tevbe ile
de ilgilidir ki, bu tevbe her iki taraf için de söz konusu olabilir. Bir
taraftan o söz dinlemez ve verdiği sözü tutmaz olan o kâfirler, harbin acısını
ve hakka iman edenlerin zaferini yakından gördükçe içlerinde uyanık olanlar,
bunun sonucunda da küfür ve günahtan tevbe edip iman ve İslâm'a dönenler
bulunur. Nitekim Mekke'nin fethi bunun çok açık bir örneğini vermişti. Beri
taraftan böyle bir harbin müminler üzerinde de büyük bir eğitici gücü vardır.
Onların imanlarını güçlendirir, hakka bağlılıklarını arttırır, beşeriyet icabı
işlemiş oldukları günahlarından tevbe edip arınmalarına sebep olur. Bunu tefsir
âlimleri çeşitli yönlerden ele alıp açıklamışlardır: Herşeyden önce Allah'ın
cihad emrini içine sindiremeyenler varsa bunlar savaşa bizzat katılmakla öyle
bir günahtan fiilen tevbe etmiş olurlar. İkinci olarak, nusret ve zafer hadd-i
zatında çok büyük bir ilâhî ihsandır. Böyle bir nimete ermiş olanlar, bunun
sürekliliğini elde etmek için buna hamd ve şükretmekle sevaba nail olurlar ve
daha çok tevbeye sarılmış olurlar. Üçüncü olarak nusret ve zafer, adaleti ve
huzuru pekiştireceği için üretimin artmasına, ticaretin gelişmesine ve
nimetlerin bolluğuna sebep olur. Halbuki, fena yollara ve haram lezzetlere
sarfolunması mümkün olan malların helâl yollara akması, birçok hayırların ve
hizmetlerin yerine gelmesine sebep olacağı gibi, sıkıntı ve darlığın ortadan
kalkmasıyla insanların haramdan tevbe etmelerine de sebep olur. Dördüncü
olarak, insanın içindeki nefsani meyiller, dünya lezzetlerine aşırı düşkünlük
gösterir. Bunu bazı hallerde "İnsanlar yasaklandıkları şeylere karşı
düşkünlük gösterirler." hikmeti uyarınca, mahrumiyet ve yasaklar onların
arzularını kamçılar. Buna karşılık insanoğlu dünya nimetlerinin ve
lezzetlerinin ne kadar aşağılık, önemsiz ve boş şeyler olduğunu iyice anlar ve
o vakit dünya, gözünde küçülür. Dünyaya önem veren o aşırı meyiller
kendiliğinden söner, bu da nefsin dünyadan yüz çevirip yüce duygulara yönelmesiyle
sonuçlanır. İşte bu mânâ Sad Sûresi'nde Süleyman aleyhisselam'dan hikaye
yoluyla ifade buyurulmuştur: "Bana benden sonra hiçbir kimseye
gerekmeyecek bir mülk bağışla." (Sad, 38/35) duasının tefsirindeki
vecihlerden biriydi. Yani öyle bir mülk ki, verildikten sonra artık nefsin
dünyadan herhangi bir beklentisi kalmaz. Mülklerin ve devletlerin en büyüğü
olan böyle bir mülkün ve devletin eline geçmesinden sonra anlar ki, dünya
bütünüyle bir hiçtir, dünya zevkleri ve lezzetleri de boş ve faydasız şeylerdir.
Bu anlayıştan sonradır ki kalb, dünyadan yüz çevirir ve artık dünyaya değer
vermez olur, büsbütün Allah'a yönelir. İşte harbin gayesine ve yapılış şekline
göre, genel anlamda toplum ahlâkı ve özel anlamda fertlerin ahlâkı üzerinde iyi
ve kötü bir takım sonuçları vardır. Allah'ın yapılmasını emrettiği savaş ise
yukarıda tek tek açıklanan beş hikmet ve faydanın elde edilmesine sebep olduğu
gibi, sonuçta da her iki tarafın çeşitli bakımlardan tevbe edip Allah'a
yönelmesine de sebep olur. Fakat görülüyor ki, burada söz konusu edilen
tevbenin herkese nasip olacak külli bir tevbe değil de ancak Allah'ın
istediklerine nasip olacak bir tevbe olduğu özellikle vurgulanmıştır. Çünkü
bazı kimselerde inkâr ve günahkârlık huy ve karakter halini almıştır ki, bunlar
ne bolluk zamanında şükretmeyi bilirler, ne de darlıktan ibret almayı akıl
ederler. Yola gelmez ve hallerini düzeltmezler. Bunun aksine bazı kimselerde de
doğuştan iffet, takva ve iman huy ve karakter halindedir. Bunlar da bollukta ve
darlıkta huylarını bozmazlar. Yine bazı insanlar vardır ki, onların huyları
üzerinde darlık ve sıkıntının bolluktan daha fazla iyi etkisi görülür. Sonra
şan ve şöhretin artması, dünya ve nimet kapılarının kendilerine açılması ile
"Eğer Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, onlar yeryüzünde mutlaka
azarlardı." (Şûrâ, 42/27) taşkınlık ve azgınlık gösterirlerdi, adeta
Firavun'laşırlardı. Refah ve bolluk çoğu zaman görüldüğü gibi, dünyaya
daldırır, şehevat denilen zevklere sürükler, gururu arttırır, hakkı unutturur,
Allah yolundan engeller, batağa saplandırır ve boğar.
"Nefis bir bebek gibidir, onu kendi
haline bırakırsan, büyüyüp delikanlı oluncaya kadar süt emmeye devam eder,
fakat onu sütten kesersen o da büsbütün vazgeçer gider."
Bolluk ve ikbalin, dünyayı anlamaya, hiçliğini
idrak edip ondan tiksinmeye, bıkıp usanmaya ve Allah'a yönelmeye sebep
olabilmesi için Allah'ın o kula hayır murad etmiş olması lazımdır. Bu, ancak o
gibi kullara mahsustur. Ve insanların durumundaki bu değişik etkilerin başka
başka sonuçlar vermesi de yine sırf Allah'ın istemesi ve iradesine bağlı bir
şeydir. İşte bütün bunlardan dolayı, âyette tevbe hikmeti, öbür âyetlerde
olduğu gibi, mutlak olarak savaş şartına bağlanmamış, "Allah'ın
dilediğine" diye ilâhî iradeye bağlanmıştır. Ve Allah alimdir, hakimdir.
Herşeyi bilir. Ne yaptığını, ne yapacağını bilir. Her yaptığı iş nice
hikmetleri içerir. Genellikle bu gibi "zeyl" ifadeleri zamir ile
yetinilmeyip Allah ism-i celali ile birlikte gelir ki, bu daha çok ilâhî heybet
ve korkuyu muhatabın ruhuna telkin içindir. Yani o şan ve azametine sınır
olmayan Allah Teâlâ bu kıtal emrini, bir hikmet ve bilgiye dayanarak vermiştir.
Şu halde bu gibi emirler, kemal-i dikkat ve itina ile uygulandığı zaman, bu
hikmet ve faydaların neler olduğu görülecektir. Bunun sonunda birtakım hayırlar
bulunduğu hakkında şüphe ve tereddüde düşülmemelidir. Ve bu ilâhî emirlere
karşı gelmekten son derece sakınılmalıdır.
Müminleri bu şekilde terğip ve teşvikten sonra
savaştan çekinenleri kınayıp ayıplamak ve canla başla cihad edenlerin Allah
katında yüce değerler kazandıklarını anlatıp, daha da şevklendirmek için
buyuruluyor ki,
16- Yoksa siz kendi halinize bırakılacağınızı
mı zannettiniz? Cihad ile emrolunmayacağınızı, sizi ayıklayacak ve arındıracak
sınavlara çekilmeyeceğinizi, bulunduğunuz hâl üzere terk olunacağınızı mı
sandınız? Ve Allah'ın içinizden hakkıyla cihad edenleri, Allah ve Resulü'nden
ve bir de müminlerden başkasına sığınıp dost ve sırdaş tutmayanları hiç
bilmediğini mi sanıyordunuz? Böylesine ihlaslı mücahitlere kıymet vermemiş,
sevap yazmamış olduğunu mu düşünüyordunuz? Hiç öyle olur mu? Oysa Allah
yaptıklarınızın hepsinden haberdardır. Binaenaleyh çalışan ile çalışmayanı,
savaşan ile savaşmayanı, Allah'dan, Resulü'nden ve müminlerden başka
sığınılacak, yanına sokulup dost olunacak ne bir yer ne bir kimse olmadığını
bilerek hareket edenlerle bunun zıddını yapanları, münafıkları ve onların neler
yaptıklarını Allah'ın bilmemesi ve ona göre ecir ve sevap veya ceza vermemesi
mümkün mü? Hiç böyle bir şey olur mu?
Artık bu müşriklerin ilişkide bulunmaya layık
hiçbir yönleri, hiçbir meziyetleri, dinî veya ahlâkî hiçbir haysiyyetleri yok
mudur? Şimdiye kadar bunlar Mescid-i Haram'ın tamir ve bakımına hizmet etmiş ve
hala az-çok hizmet etmekte değil midirler? O halde bunlardan bu derece berâet
ilan edip ilişkileri kesmeye ne gerek var? Bunlar böylesine ağır bir muameleye
layık mıdırlar? İlh... Bu gibi sorular ve şüpheler akla gelebilir veya
başkaları bu yönde birtakım sualler sorabilirse:
Meâl-i Şerifi
17. Müşrikler kendi inkârlarına kendileri
şahit olup dururlarken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri mümkün değildir.
Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateş içinde ebedi olarak
kalacaklardır.
18. Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve
ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'dan başkasından
korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar
bunlardır.
19. Siz hacılara su dağıtma ve Mescid-i
Haram'ı imar etme işiyle Allah'a ve ahiret gününe iman edip, Allah yolunda
cihad edenlerin yaptığı işi bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında eşit
olamazlar. Allah zalimler topluluğuna hidayet ihsan etmez.
20. İman edip de hicret edip, mallarıyla,
canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye
sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır.
21. Rab'leri, onları kendi katından bir
rahmet, bir rıza ve bir cennetle müjdeler ki o cennette onlar için bitmez
tükenmez nimetler vardır.
22. Onlar orada ebedi kalırlar. Çünkü en büyük
mükâfat Allah katındadır.
17- Müşrikler kendi aleyhlerindeki küfre
kendileri şahit olup durdukları halde Allah'ın mescidlerini imar etmeleri olur
şey değildir. Şu halde bunların Mescid-i Haram'ı imar ettikleri veya edecekleri
nasıl tasavvur olunabilir? İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde "Allah'ın
Mescidi" müfred (tekil) sigasıyla okunur ve asıl maksadın Mescid-i Haram
olduğunu gösterir. Yani müşrikler kendileri kâfir olduklarını gerek
söylesinler, gerek söylemesinler, Allah'ın birliğine ve Resulü'nün hak peygamber
olduğuna inanmadıklarını kendi vicdanlarında bilip dururken ve Kâbe'nin
etrafına putlar dikip, bunların karşısında ibadet ederlerken, çırılçıplak tavaf
eylemeleri ve daha başka tutum ve davranışları ile kendi küfürlerine ve müşrik
olduklarına kendi yaptıkları şahitlik ederken, yalnızca Allah'a ibadet edilmek
üzere bina edilmiş olan Allah mescidlerini imar ediyor olmalarının gerçekte
imarla ilgisi olamaz, özellikle Kâbe'nin imarına ilişkin hizmetlerinin
gerçekten hizmet olmasına imkân ve ihtimal yoktur.
İşte bunların bütün amelleri boşa gider. O
inkâr ve şirk halinde iken yaptıkları Mescid tamirleri ve buna benzer hayırlı
işleri ne varsa hepsi hebaen mensura (tamamen boş gitmiş) olur ve boşa gider.
Ve onlar ateşte ebedi kalırlar, ahirette de ebedi olarak cehehnemde kalacaklar.
Sırf Allah için olmayan hiçbir amelin ebedi hayrı olamaz. Allah için bir bina
veya herhangi bir amel yapmakla bunu yaparken Allah'dan başkasına tapmak veya
herhangi bir küfür işlemek, bunun ikisi bir araya gelecek şey değildir. Bunda
samimiyetsizlikten daha başka bir çelişki vardır. Bu çelişki de yapılan işleri
siler süpürür, hiçe indirir. Bundan dolayı kâfirlerin bir yandan inkârlarını ve
şirklerini açığa vurup öte yandan Allah mescidini imar etmeleri, kendileri
açısından inanmadıkları bir işi yapmaları demektir. İnanmadan yaptıkları işten
hayır görmeyecekleri kesindir. Ayrıca maddi anlamda mescidi tamir ediyor ve ona
iyi bakıyor gibi görünmeleri, aslında onun asıl manevi yönünü gözardı
etmelerine ve amacından saptırmalarına yönelik bir tahribattır, onun ruhuna
zımnen bir zarardır. "Zarar vermek için bir mescid edinenler
..."(Tevbe, 9/107 âyetinin tefsirine bakınız.) Mescidin imarı iki mânâya
gelir. Birisi binasının tamiri ve yenilenmesi, diğeri de ziyaret edilip içinde
ibadet edilmesidir. Nitekim Beytullah'ı ziyaret etmeye imarla aynı kökten gelen
"umre" adı verilir. Mescidlere çokça giden ve içlerinde çokça duran
kimselere de yine aynı kökten olan "ummâr-ı mesâcid" denilir. Aynı
şekilde birisi, bir kimsenin meclisine çokça devam ettiği zaman onun hakkında
"felan adamın muammir-i meclisi" denilir. İşte bundan dolayı bir
mescidin imarı, yani mamur hale gelmesi, hem binasının bakımı, hem de
cemaatının çokluğu ile mümkün olur. Hanelerin mamur olması da bu iki cihetin
bir araya gelmesiyledir. Birisi umranı maddî, diğeri de umran-ı manevîdir.
İçinde Allah rızası için ibadet, zikir ve ilim tedrisi gibi taat ve
faziletlerin devam etmesi ve o mescidin esas yapılış gayesiyle bağdaşmayan
faaliyetlerden korunmasıyla mümkün olur. Bir mescid içinde dünya işiyle ilgili
konuşma bile onu kuruluş amacının dışında kullanmak anlamına gelir ki, bu da
onun imarını ihlal etmek demektir. Bu konuda şu hadisi şerifler ne kadar dikkat
çekici uyarılardır: Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem'den varid olmuştur
ki, "Mesciddeki konuşma, tıpkı hayvanın otu yiyip bitirdiği gibi hesanatı
yiyip tüketir". Yine Peygamber (s.a.v.) şu hadisi kudsiyi de bildirmiştir;
"Allah Teâlâ buyurdu ki, yeryüzünde benim evlerim mescidlerdir ve
oralardaki benim ziyaretçilerim de onları mamur edenlerdir. İmdi ne mutlu o
kula ki, evinde temizlenir ve iyice temizlendikten sonra gelir beni evimde
ziyaret eder. Çünkü ziyaretçisine ikramda bulunmak ziyaret olunan üzerine bir
görevdir". Diğer bir hadisi şerifte "Her kim mescide ülfet ederse
Allah da ona ülfet eder". Bir başka hadisde ise "Bir adamı mescidlere
devam ediyor gördünüz mü onun mümin olduğuna şahitlik ediniz". Enes
(r.a.)'den de rivayet olunmuştur ki, "Her kim bir mescidde bir kandil
bulundurursa o mescidde o kandilin ziyası devam ettiği sürece melekler ve Arşı
taşıyan yüce melekler o kimse için istiğfar eder". İşte buna göre
mescidleri boş lakırdılardan bile korumak gerekeceğinden, bir mescide herhangi
bir küfür ve şirk şöyle dursun, herhangi bir fıskın ve küçük günahın yaklaştırılması
bile o mescidin manevî imarına indirilen bir darbe sayılırken, müşriklerin
yaptıkları nasıl olur da imar olarak adlandırılabilir? Burada asıl mesele
müşriklerin mescidleri imar edip etmemeleri ve bunun caiz olup olmaması
değildir. Âyet, onların yaptığını temelden geçersiz sayıyor. Yani onların
imarları imar değildir.
18- Allah'ın mescidlerini, onlar gibiler
değil, ancak şu kimseler imar ederler ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman
ederler. Aslında "mescid" kelimesi, "içinde Allah'a secde edilen
yer" demek olduğundan, Allah'a iman etmeyenlerin, Allah'a ibadet ve secde
için bir yer bina etmeleri veya böyle bir yerin Allah rızası için imarı ile
yakından ilgilenmeleri aklen mümkün olabilecek bir şey değildir. Sonra Allah'a
ibadet ile meşgul olmanın asıl faydasının ahirette görüleceği için ahirete iman
etmeyenlerin ibadet için mescid yapmaları da söz konusu olamaz. Onlar ne iman
ederler, ne ibadet bilirler, ne de mescid yaparlar. Fırsat bulurlarsa
mescidleri yıkarlar, yıkamazlarsa onu mescidlikten çıkarıp başka maksatlar için
kullanırlar. Şu halde "Allah'ın mescidi" tabirinden de açıkça
anlaşılacağı üzere bunu imar için her şeyden önce Allah'a ve ahirete iman etmiş
olmak şarttır. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Bununla beraber namazı kılan,
yani namaz kılmak da şartttır: Zira mescidlerin yapılmasındaki asıl maksat,
içinde namaz kılınmasıdır. Namazın lüzumuna inanmayanlar mescid yapmak
ihtiyacını da duymayacaklardır. Namaz kılmayanlar da mescidlerin boş kalıp
manen harap olmasına sebep olurlar. Bununla beraber namaz kılmak da tek başına
yeterli değildir ve zekatı veren. Bu da şarttır. Mescid imarının mala ve zekata
da bağlı olan bir yanı vardır. Farz olan zekat borcunu vermeyen, fakir ve
kimsesizleri gözetmeyenlerin mescid bina etmeleri veya mescidleri imar etmeyi
düşünmeleri onlardan beklenmeyecek bir harekettir. Bunun gibi, onların mescide
gidip mümin fakirlere zekat vermek de mescidlerin manevî imarıyla ilgili bir
konudur. Ancak bu da kâfi değildir. Bütün bunlarla beraber Allah'dan
başkasından korkmayan kimseler. Gerçi insan birçok sebeplerden korkup
çekinebilir. Korkmamak elinden gelmez. Allah'dan korkmayanlardan da hiç
korkulmaz demek değildir. Fakat Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmek
için Allah korkusundan başka hiçbir korkuyu saymayan, herhangi bir korku ile
Allah rızasına yönelik işlerden vazgeçmeyen, şahsi çıkarları ile Allah'ın hakkı
çatıştığı zaman Allah'ın hakkını üstün tutan, Allah'ın emrettiği iyi işleri
yapmak için şunun bunun kınanmasından veya bu yüzden uğrayacağı zulümlerden
yılmayan, hatta gerektiğinde cihada koşmaktan veya Allah yolunda mücadele
vermekten korkmayan, hasılı çeşitli korkular ve endişeler ile Allah yolundan
çıkmayacak bir imana sahip olan ve bu âyette sözü edilen dört hasleti şahsında
bulunduran kimseler ancak Allah'ın mescidlerini imar ederler. Bu özelliklere
sahip kimseler bulunmalıdır ki, Allah'ın mescidleri hakkıyla imar edilebilsin.
Yoksa ilk üç haslet bulunup da iman ve İslâm'ın asıl hakikatı ve özü demek olan
bu dördüncü haslet bulunmazsa mescidlerin mamur olmasına gayret edenler olmaz.
Günün birinde bir kâfirin veya zalimin ve hatta sıradan bir cüretkârın
tehdidinden korkanlar kendi elleriyle mescidlerini yıkmak alçaklığını bile
gösterebilirler. Maddî ve manevî anlamda mescidlere yapılacak saldırılardan ve
saygısızlıklardan onları koruyamayan ve korumayı sürdürmeyen, yani gerçek
anlamda kâmil iman sahibi müminlerden mahrum kalan mescidlerin ne servetle, ne
de başka bir yolla imarlarını devam ettirebilmeleri ihtimali yoktur. Onun için
İşte bunlar, yani bu dört hasleti şahsında toplamış olan insanlar hidayeti
bulmuş, murada ermiş kimselerden olabilirler. Yani doğrudan doğruya ebedî
saadeti elde edecek, Cennet'e nail olacak olanlar ancak bu özellikleri taşıyan
cemaatlerin içinde bulunabilirler. Bunların bile içindekilerin hepsi için
gerçek hidayeti elde etmiş olması kesin değildir. Olsa olsa yakın ihtimaldir.
Çünkü yardımcı fiili, umulur, mümkün, belki, gibi anlamlara gelir. İşin özü,
müminler için bile böyle olunca, artık müşriklerin durumu nedir kolaylıkla tasavvur
olunabilir.
19- Hacılara sakalık etmeyi ve Mescid-i
Haram'ın (yani Kâbe'nin) imarını, onun anahtarlarını taşımak, yıkılan yerlerini
tamir etmek ve temizlemek gibi hizmetleri Allah'a ve ahiret gününe iman edip
Allah yolunda cihad eden kimsenin işiyle bir mi tutuyorsunuz? Bu gibi
hizmetleri iman ve cihad ehlinin amelleri gibi mi tuttunuz? İman ve cihaddan
sarf-ı nazar ederek sırf imar ve sakalık işini fazilet, önem ve değer açısından
iman ve cihadla aynı şey mi sanıyorsunuz? Bunlar hiç birbiriyle kıyas olunur
mu? İmanı olup olmamak, cihadda bulunup bulunmamak bir yana, yalnızca imaret ve
sakalık işini, isterse o iş Mescid-i Haram'ın sakalığı olsun, hiç iman edip
Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı hizmetlere benzetmek olur mu? Bunlar
Allah katında eşit olamaz. Bunlar hadd-i zatında eşitlik kabul etmeyen ayrı
ayrı şeylerdir. Bir kere az önce anlatıldığı üzere iman etmeden yapılan sakalık
ve imar işleri bir hiçtir. İmanla yapıldığı takdirde bile gerçi hacılara su
vermek ve bizzat Kâbe'nin umranına hizmet etmek Allah katında sevabı olan
faziletli amellerdendir, ancak ne olursa olsun bu gibi hizmetler, Allah yolunda
cihad eden müminlerin iman, amel ve cihadına eşdeğer olamazlar. Aralarında o
kadar büyük bir fark vardır ki, onun buna benzetilmesi bile doğru değildir.
Müşriklerin yaptığı gibi, imansız sakalık ve imaret hizmetini, iman ve cihada
üstün tutmak veya eşit saymak şöyle dursun, imanla beraber sakalık dahi cihadla
bir tutulamaz. Böyle bir benzetme bile büyük bir haksızlık ve zulüm olur.
Ve Allah zalim olan kavme hidayet etmez.
Zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Gerçekten üstün olanı aşağı olana
tercih etmeye muvaffak kılmaz. Zalimlere uyanlar ve katılanlar da onlara
eklenmiş olur. Hidayete ermek doğrudan doğruya meramına nail olmak için zulümden
ve zalimlerden uzaklaşıp Allah'a ve ahiret gününe iman ederek, Allah'dan başka
hiçbir şeyden korkmayan bir yürekle Allah yolunda, din-i hak uğrunda bütün
cehdini sarfedip o müşrikler, kâfirler ve zalimlere karşı uğraşmak ve çalışmak
lazımdır ki, zulüm ve hıyanet korkuları bertaraf edilsin de bütün Allah
mescidleri mamur olsun, hak ve adalet, rahmet ve rıza kapıları açılsın.
Sakın bu eşitsizlikten ve benzetilemez diye
ortaya konulan görüşlerden sakalık ve imaretin cihaddan efdal olduğu gibi ters
bir mânâ çıkarılmaya çalışılmasın.
20-21- İman ve hicret edip Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında derece bakımından en
büyüktürler. Bunların yücelik mertebeleri ve üstün değerleri hepsinden
yüksektir. Başkaları sakalık ve imaret de dahil olduğu halde diğer olgunluk ve
faziletlerin hepsini elde etmiş olsalar bile, bu mücahidlerin, sırf mücahid
oldukları için, Allah katındaki rütbe ve dereceleri yine de hepsinden üstündür.
Ve işte gerçekten kurtuluşa erenler bunlardır. "Acaba",
"belki" "umulur ki" gibi ihtimal ve tereddüt bildiren edat
ve fiileri olmayan gerçek ve mutlak anlamdaki kurtuluş işte bunlara mahsustur.
Bunların kurtuluş ve necatına göre diğerlerinin durumu, sanki bir fevz ü necat
bile değildir. Nisa Sûresi'nde "Müminlerden özür sahibi olmaksızın
evlerinde oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit
olamazlar." (Nisa, 4/95), "Allah cihad edenleri, evlerinde oturanlara
pek büyük ecirlerle üstün tutmuştur. Onlara katından derece derece lütfederek
bir mağfiret ve rahmet ihsan etmiştir..." (Nisa, 4/95-96) âyetiyle de
mücahitlerin Allah katındaki yerlerini belirlemiştir. (Bu âyetlerin tefsirine
bkz.)
Bu âyetlerin sebeb-i nüzulünde rivayet
olunduğuna göre; Müşrikler, Yahudilere "Biz hacılara sakalık yapıyoruz, Mescid-i
Haram'ın imarını ve bakımını üstlenmişiz. Biz mi efdaliz, Muhammed ve ashabı
mı?" demişler. Onlar da "Siz efdalsiniz" cevabını vermişler.
Ayrıca Hz. Ali, amcası Hz. Abbas İslâm'a girdikten sonra, ona "Amca,
hicret edip Resulullah'a katılsanız." demiş, o da "Ben hicretten daha
efdal bir halde değil miyim? Beytullah'ı ziyaret edenlere su veriyorum ve
Mescid-i Haram'ı imar edip bakımını sağlıyorum." diye cevap vermiş. Bunun
üzerine bu âyetler nazil olunca Hz. Abbas "Bana öyle geliyor ki, bu
sakalık görevini bırakacağım." demiş. Hz. peygamber de kendisine
"Sakalık işinize devam ediniz, çünkü sizin onda hizmetiniz vardır."
buyurmuş. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere Numan b. Beşir
demiştir ki, "Resulullah'ın minberi yanında idim, bir adam, ben hacılara
sakalık etsem de başka hiçbir amel işlemesem gam yemem, dedi. Bir başkası da
ben Mescid-i Haram'ı imar etsem de başka hiçbir amel işlemesem kendime dert
etmem, dedi. Bir diğeri de Allah yolunda cihad etmek bu sizin
söylediklerinizden daha efdaldir dedi. Bu bir Cuma günü idi. Derken Ömer (r.a.)
bunlara, susun, Resulullah'ın minberinin dibinde böyle sesinizi yükseltmeyin.
Maamafih namazı kıldıktan sonra bu ihtilaf ettiğiniz meseleyi Resulullah'dan
sorup öğreneyim, dedi. Daha sonra Allah Resulü'nden meseleyi sordu, Allah Teâlâ
da bu âyeti inzal buyurdu".
Şimdi de bu büyük fevz ü necatın derecesinin
yüceliği ve kesinliği şöyle bir açıklama ile müjdeleniyor:
Onların Rabb'ı olan Allah, kendilerine şunları
müjdeler: tarafından bir ilâhî rahmet, fevkalade bir ihsan ve bir rıdvan, hem
razı, hem marzî olarak huzur ı izzetine kabul buyuracak bir büyük rıza ve
görülmedik cennetler ki, onlar için orada bitmez, tükenmez ve sonu gelmez bir
nimet ve lezzet vardır. Hem nasıl?
22- o bahtiyarlar, o cennetlerde süresiz
kalmak, ebediyyen bulunmak üzere yaşayacaklar. O cennetlerin ne nimetlerine
sınır var, ne de sahiplerine zeval var. Şüphe yok ki Allah, ancak O'nun katında
bir büyük ecir vardır. Sonu olan sınırlı amellere, sonsuz ve sınırsız
mükafatlar verebilmek ancak O'na mahsustur. Bütünüyle dünya ve dünya ecirleri
bunun yanında pek küçük kalır. Dünyada başkalarından beklenecek herhangi bir
ecir onun ölümüyle sona erer. Dünya nimetlerinin hiçbiri uğrunda can vermeye
değmez. Allah katındaki ecir de dünyalara sığmaz. Ebedi olduğu için ona nail
olan öldükten sonra kıyamet gününde de ondan faydalanır. "Yaptıklarınızın
karşılığı ancak kıyamet günü size tamamen ödenecektir." (Âl-i İmran,
3/185) âyeti bunu açıkça beyan eder. Bundan dolayı böyle bir mükafatı elde
etmek için işlenecek amel, can vermek bile olsa, değer, yine de azdır.
Böyle olduğu için:
Meâl-i Şerifi
23- Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve
kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları dost edinmeyiniz.
Sizden her kim onları dost edinirse işte onlar da zalimlerin ta kendileridir.
24- Onlara de ki; eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde
ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler
ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli
ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar
topluluğuna hidayet nasip etmez.
25- İnkâr kabul etmez bir durumdur ki, Allah
size birçok yerde yardım etti. Özellikle Huneyn Günü ki, o gün kendi çokluğunuz
size güven vermişti de o gün size onun bir faydası olmamıştı. Yeryüzü bütün
genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak gerisin
geri dönüp kaçmaya başlamıştınız.
26- Sonra Allah, Resulünün üzerine ve
müminlerin üzerine sekinetini (kalplere huzur veren rahmetini) indirdi ve gözle
görmediğiniz ordular indirdi de kendisini tanımayan kâfirleri azaba uğrattı. Ve
o kâfirlerin cezası işte budur.
27- Sonra bütün bu olup bitenlerin arkasından
Allah, dilediğine tevbe nasib eder. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir.
23- Ey müminler! Babalarınızı, kardeşlerinizi,
imana karşı küfrü benimseyip sevdikleri takdirde kendinize dost edinmeyiniz.
Yani başkaları ve yabancılar şöyle dursun, velileriniz olan öz babalarınızı, öz
kardeşlerinizi bile kâfirliği müminliğe tercih edip de sevgi duydukları
takdirde, hele hele küfürden vazgeçme ümidi kalmadığı takdirde onları kendinize
dost edinmeyin, sırdaş tutmayın, onları veli tanımayın, sizin üzerinizdeki
velayet haklarını kabul etmeyin, ve onu kullanmalarına izin vermeyin, onların
emirlerine uyup da küfre hizmet etmeyin, küfre yardımcı olmayın. Hasılı
yakınlık duygusunun etkisine kendinizi kaptırıp da onları kendinize dost ve
yardımcı saymayın, yakın akrabalığı, ve yakınların gözetilmesi hakkındaki ilâhî
emirleri, yukarıdan beri durumları gözler önüne serilen müşriklerden berâete
engel zannetmeyin. ve sizden her kim onlara dost olur dostluğu kabul eyleyip
onların velayeti altına girerse, onların isteklerine uyup onlara yardım ederse,
onlara bel bağlar, onlardan uzak durmazsa, işte onlar da (yani onların
dostluğuna bel bağlayan ve velayetlerine sığınanlar da) o zalimlerden başkası değillerdir.
Zira velayet hakkını ehlinin ve mevkiinin gayrine koymak da haksızlığı irtikâp
etmektir. Allah böyle yapanlara da hidayet nasib etmez.
Bu ve bundan sonraki âyetin Mekke fethinden
önce, bu akrabalık bağlarını hicrete engel zannedenler hakkında veya dinden
dönüp tekrar Mekke'ye dönen dokuz kişi hakkında nâzil olduğuna ilişkin iki
rivayet varsa da bunlar nüzûl tarihi hakkındaki esas rivayetlere aykırı
bulunduğundan delil olarak kabul edilmeye layık görülmemiştir. Bundan dolayı
Cessas'ın "Ahkam-ı Kur'ân"da zikrettiği üzere, müminler münafıklardan
ayırdedilmek için bununla emrolunmuşlardır. Çünkü münafıklar, kâfirlerle
dostluk ilişkilerine giriyor ve buluştukları zaman onlara saygı gösteriyor ve
ikram ediyorlardı, onlara velayet ve taraftarlık izhar ediyorlardı. Allah Teâlâ
da bu âyetteki emrini mümin ile münafıkın farkına alâmet kılmış ve böyle
yapmayanın nefsine zulmetmiş ve böylece cezaya hak kazanmış olduğunu haber
vermiştir. Ancak şunu da unutmamak lazım gelir ki, Allah, kâfir olan anaya,
babaya ihsanı ve belli ölçüler içinde yakınlığı dahi emreylemiştir. Nitekim
Lokman Sûresi'nde beyan buyurulduğu gibi: "Biz insana, anasıyla babasına
itaat etmesini emrettik... Bununla beraber ananla baban, bilmediğin bir şeyi
Bana şirk koşman hususunda sana baskı yaparlarsa onlara itaat etme. Fakat
onlarla dünyada iyi geçin..." (Lokman 31/14, 15). Aynı şekilde Nisâ
Sûresi'nde "Allah'a ibadet edin, hiçbir şeyi ona ortak koşmayın, anaya
babaya iyilik edin." (Nisa, 4/36) ve En'âm Sûresi'nde "De ki:
"gelin size Rabb'inizin neleri haram kıldığını ben okuyayım: Ona hiçbir
şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyilik edin.". (En'âm, 6/151. âyetin
tefsirine bkz.) Bu âyetin başı ile sonu göz önünde bulundurulduğu zaman
anlaşılıyor ki, bu âyet biraz yukarıdaki "Siz kendi halinize
bırakılacağınızı mı sanıyordunuz? " âyetindeki "Allah'dan, Resulünden
ve müminlerden başkasına sığınmazlar..." ifadesinin daha geniş bir
açıklaması şeklindedir. Bunun hikmeti de biraz ilerde gelecek olan âyetiyle
gösterilecektir.
24- De ki, eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, zevceleriniz ve aşiretiniz, birlikte yaşadığınız, düşüp
kalktığınız yakın akrabalarınız ve aile fertleriniz ve kazanıp biriktirdiğiniz
mallar, yani mal varlığınız ve kesadından korkacağınız ticaret ve hoşunuza
giden meskenler, içlerinde yaşamak arzusunda bulunduğunuz evler, konaklar,
köşkler, bahçeler, iller, obalar, yani bütünüyle bunlar, aile ve akrabalar, mal
ve ticaret, vatan ve meskeninde rahat ve huzur içinde oturmak, insan grupları
arasında başlıca dostluk ve kaynaşma sebepleridir. Ve savaşın bunlardan ayıran
bir hicran tarafı vardır. Savaş insanları, sevgili babalardan, oğullardan,
kardeşlerden, zevcelerden, hısım ve akrabadan, konu komşudan, eşten dosttan ve
hemşehrilerden ayırır. Uğraşıp kazandığı kıymetli mallardan eder, ticareti
durdurur, rahat döşeklerde yatmaya engel olur. Bu yüzden de savaş sevilecek
şeylerden değildir. Bundan dolayı durup dururken savaş çıkarmak da iyi
değildir. Fakat rahatı sevmenin de bir sınırı vardır. Bunlar insanoğlu
açısından ne son gaye ve maksattır, ne de ebedi kurtuluş için yeterli olan
şeylerdir. Bunlara sevgi göstermek, din ve Allah yoluna hizmete vesile olduğu
müddetçe güzel şeydir, din sevgisine ve Allah yolundaki hizmete ters düştükleri
ve engel oldukları zaman da birer bela ve musibettirler. Bunları her sevgiye
tercih edecek şekilde sevenler, insanlıkta ve ahlâkta yükselemezler, hakkı ve
hukuku ihlal ederler, zulüm ve haksızlıklara sebebiyet verirler, her türlü
bayağılığa rıza gösterirler de gerektiği zaman Allah yolunda mücadele edemezler,
cihada gidemezler. Can ve mal, evlat ve iyal kaygısıyla her zillete, her
alçaklığa boyun eğerler. Onun içindir ki, bunlara şöyle deniliyor: Eğer bütün
bu sayılanlar size Allah ve Resulü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha
sevgili ise o halde bekleyiniz ta ki, Allah'ın emri gelsin. Bu durumda size
yapacağını yapsın, başınıza ne felaket verecekse versin, işinizi bitirsin,
belasını başınıza musallat etsin, ne haliniz varsa görün. O vakit kurtulmak
ümidi var mıdır, yok mudur yakından görürsünüz. Var mı zannediyorsunuz? Hayır,
asla yoktur. Biliniz ki, Allah fasık bir kavmi hidayet etmez. Yoldan çıkmış
fasıklar güruhuna doğru yolu bulmayı nasip etmez. Yani siz, Allah'ı ve
Resulü'nü ve Allah yolunda cihad etmeyi, mal, mülk ve evlad u iyal sevgisine üstün
tutup, onlardan daha çok sevmedikçe yapacağınız en iyi şey, başınıza gelecek
felaketi durup beklemektir. Böylece Allah Teâlâ tarafından sizin iradi
sevginize ve tercihinize bağlı olarak farz kılınan cihadı terketmekle siz
taatten çıkmış, vazifenizi yapmamış, kendi mukadderetanızı kendiniz ihlal etmiş
fasıklar olacağınızdan artık her türlü helaki ve cezayı bekleyip durmanız
gerekir.
Görülüyor ki, önceki âyet imana karşı küfrün
velayetinden uzak durmayı, ondan teberriyi emretmektedir. Bu âyet de Allah ve
Peygamber sevgisine aykırı düşen ve dinî görevlerin yerine getirilmesini
engelleyen her türlü sevgi ve ilişkiden uzak durmayı emrediyor. Bundan dolayı
önceki âyette yalnızca baba ve kardeşler zikredilmiş olduğu halde bu âyette
eşler, çocuklar ve hatta hısım akraba ve aşiret dahi zikredilmiştir. Çünkü
sevgi ve muhabbet bunların hepsinde geçerli olduğu halde, velayet işi yalnızca
baba ve kardeşlere mahsustur, hatta zevce ve oğullar için bile velayet mutad
değildir. Bütün bunlara iyilikle emrolunduğu halde, bilinmelidir ki, bunların
hiçbiri "Allah'a hiçbir şeyle ve hiçbir şekilde şirk koşmayınız!"
emrine göre; bunlara gösterilecek sevgi hiçbir zaman Allah'a şirk derecesine
varmamalıdır. Allah'a ve Resulü'ne aykırı düşecek bir noktaya vardığı zaman
hepsi hiçe sayılmalıdır.
25-Allah'a karşı onlar nasıl olur da dost
edinilebilir? Allah sevgisine ve Allah korkusuna nasıl olur da eşdeğer
tutulabilir? Ey müminler! Şurası kesindir ki, Allah size birçok yerde yardım
etti. Bedir, Ahzap, Kurayza, Nadır ve Hayber gibi nice yerlerde muzaffer kıldı.
Huneyn Günü'nde de sayı üstünlüğünüz sizi hayrete düşürdüğü vakit çok olmanız
sizin için hiçbir şeye yaramamıştı. O kalabalıklığına güvendiğiniz ordunuz,
size bir fayda vermemiş, Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti
sonra da arkanızı dönerek kaçmıştınız.
HUNEYN, Mekke ile Taif arasında bir vadinin
ismidir ki, müslümanlarla Havazin ve Sekîf arasındaki savaş burada olmuştu.
Şöyle ki, Mekke'nin fethedilmesiyle Kureyş'in çoğunluğu müslüman oldu,
olmayanlar pek az kaldı ve böylece İslam dini daha geniş bir alana yayılmış
oldu. Daha önce Kureyş'in taraftarı olan kabilelerin bir kısmı da müslümanların
tarafına meyil gösterdiler. Fakat Arap Yarımadası'nın en büyük kabilelerinden
biri olan Havazin kabilesi ile Sakif kabilesi aralarında anlaşarak Hz.
Peygamber ile savaşmak üzere söz konusu Huneyn Vadisi'nde toplanmaya
başladılar. Bu kabilelerin savaş konusunda eğitimleri ve maharetleri vardı,
ayrıca bir süreden beri Arap kabileleri arasında müslümanlara karşı kışkırtma
faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Topluca harekete geçmek için hazırlanmışlardı.
Mekke'nin fethi üzerine kin ve öfkeleri kabarmış ve Hz. Peygamber'in,
kendilerinin üzerine yürüyeceğine kanaat getirmişlerdi. Daha fazla bekleyecek
olurlarsa, muhakkak silinip gideceklerine inanmaya başlamışlardı. Hazırlıklarını
bitirip hemen harekete geçmişlerdi. Esasen Havazin ile Sakif dört bin kadar
askere sahip idiyse de Beni Sa'd, Beni Bekir ve Beni Cüşem gibi daha başka
kabilelerin de katılmasıyla büyük ve kalabalık bir ordu meydana gelmişti. Bazı
rivayetlere göre bu kuvvetlerin tamamının toplam olarak yirmi binden daha fazla
olduğu söylenmiştir.
Bu savaşa orta Arabistan Ka'b ve Kilab
kabileleri katılmamışlardı. Havazin ile Sakif bütün kadınlarını ve çocuklarını
da getirmişlerdi. Böyle yapmakla askerlerinin gayret ve yiğitlik duygularını
harekete geçirmek istemişlerdi. Hz. Peygamber, böyle büyük bir ordunun
toplandığını haber aldı, hiç vakit kaybetmeden karşı hazırlıklara başladı.
Hatta Safvan b. Ümeyye'den silah yardımı istedi. Safvan henüz müşriklerden idi,
müslüman olmak için daha önce iki ay mühlet istemişti, "Gasben mi
alacaksın ey Muhammed?" diye sordu, "Hayır iade olunmak üzere ve
telef olanların bedeli ödenmek şartıyla ödünç istiyorum." cevabı verildi.
O da "öyleyse mesele yok" dedi. Ve üçyüz zırh verdi. Nevfel b. Haris
b. Abdulmuttalib dahi üçyüz mızrak ödünç verdi. Hasılı Resul-i Ekrem,
tedarikini ve hazırlıklarını tamamlayıp oniki bin, bazı rivayetlere göre belki
biraz daha fazla bir kuvvetle Mekke'den çıkıp Huneyn tarafına doğru yürüdü. Bu
askerin on bini zaten Mekke fethine katılan ashab, üst tarafı da Mekke'nin
yerlilerinden yeni İslâm'a girmiş olan kimselerdi. Hz. Peygamber'in ordusunda
seksen kadar da müşrik vardı ki, bunlardan biri de Safvan b. Ümeyye idi. Daha
sonra alınan esirlerin altı bin kadar olduğu sahih rivayetlerle sabit olduğuna
göre, İslâm ordusunun sayıca düşmanın toplamından daha fazla olmadığı
anlaşılıyorsa da herhalde müslümanların o zamana kadar yaptıkları ve muzaffer
oldukları en büyük savaş bu idi. O zamana kadar görülmedik bir sayı çokluğuna
ulaşıldığı kesindi. İşte bu görülmedik kuvvet bazı müslümanların hoşuna gitmiş
ve "Bu ordu yenilmez." diyerek kendilerine büyük bir güven gelmişti.
Rivayete göre, Seleme b. Selemeti'l-Ensari "Bu gün sayı azlığından dolayı
asla mağlup olmayız." demişti. Bu söz de Hz. Peygamber'in hoşuna
gitmemişti. Bu sözü Hz. Peygamber'in söylediğine ilişkin rivayet ise zayıf bir
rivayettir. Gerçi bu söz galibiyeti sadece sayı çokluğuna bağlı görmek
mânâsından uzaksa da yine de sayı çokluğuna bel bağlamak anlamına gelmektedir.
Oysa "Zafer yalnızca Allah'dandır." âyetinin hükmünü gözetmemek gibi
bir kibir ve gurur vardır ki, bu da yakışık almayan bir kusurdur. Âyette de
uyarıldığı üzere, şimdiye kadar pek çok yerde nail oldukları zaferlerin hiçbiri
sayı çokluğuna dayanmıyordu. Bu sefer müslüman askerlerinin sayı çokluğunu söz
konusu etmeleri onlardan beklenen ihlas ve tevekküle aykırı düşen bir tutum
olmuş oluyordu. Allah Teâlâ da Peygamberini muzaffer kılanın kendisi olduğunu
göstermek için bu savaşta önce müslüman ordusunu hezimetle karşı karşıya
getirmiş, gerçek anlamda sayı azlığından dolayı değil, fakat çokluğa
güvenmekten dolayı onları yenilgiyle yüzyüze getirmiş, sonra da yine o durumdan
kendilerini kurtarmıştır. Gerçekten de Huneyn Savaşı başlar başlamaz müslüman
saflarında korkunç bir panik yaşanmış. Beni Süleym askerleri ile Mekke'den yeni
müslüman olmuş bazı askerler Halid b. Velid kumandasında öncü kuvvet olarak
önde gidiyorlardı. Beni Süleym ilerlemişti ve bir hamlede düşman üzerine hücuma
geçmişlerdi. Bunu gören Mekkeliler de lâubali bir şekilde ganimet elde etmek
üzere koşarlarken, önceden vadiyi tutmuş olan düşman kuvvetleri, gizlenmiş
oldukları pusularından çıkarak birdenbire hücuma geçmişlerdi. Bu saldırı
karşısında öncü kuvvetler öylesine bir bozguna uğrayıp kaçıvermişlerdi ki bu
panik bir anda bütün İslâm ordusunu sarıvermişti. Bu haber kısa zamanda
Mekke'ye bile erişmişti. İmanları zayıf olan bir çok yeni müslümanın kafaları
karışmaya başlamıştı. Bu öyle bir bozgun olmuştu ki, merkezde Hz. Peygamber
bile ancak birkaç yakın ashabıyla yapayalnız kalıvermişti. Oniki bin müslüman
askerinin kaçmaya mecbur kaldığı ok sağnakları karşısında yalnızca Fahr-i
kâinat Efendimiz fütursuzca ve telaşa kapılmadan soğukkanlılığını
koruyabilmişti. Bir iman, sabır ve sebat timsali olarak peygamberlik mucizesini
gösteriyor, ilâhî bir heyecan ve cesaretle bindiği düldülü düşmanlarının
üzerine doğru sürüyordu, sanki bütün küfür dünyasına karşı tek başına
savaşıyordu. "Ben peygamberim, yalan yok; ben Abdulmuttalib'in oğluyum."
diyor ve durmadan düldülünü düşmanın üstüne üstüne sürüyordu. Sürdükçe de
önündeki kâfirler kaçıyordu. Onlar kendisine hamle ettikçe durup bekliyordu,
sonra kendisi hamle yapıyordu. Rivayet olunduğuna göre, bu karşılıklı hamle on
kereden fazla meydana geldi. Yalnızca amcası Abbas ve amcası oğlu Ebu Süfyan b.
Abdülmuttalib ve onun oğlu Cafer ile Ali b. Ebi Talib, Rabia b. Haris, Fadl b.
Abbas, Üsame b. Zeyd, Eymen b. Ubeyd ki, Eymen b. Ümmi Eymen'dir. Ehli Beyt'ten
olan bunlarla bir de Ebubekir ve Ömer, Hz. Peygamber'in yanından
ayrılmamışlardı. Resul-i Ekrem Efendimiz, yalnız başına düldülü düşman üzerine
sürerken Ebu Süfyan da binek üzerinde gidiyordu. Amcası Abbas koşmuş, Hz.
Peygamber daha ileri gitmesin diye düldülün dizginlerini tutmuştu.
26- Sonra Allah, Resulü'ne ve müminlere
sekinetini indirdi: kalblerine sükunet veren rahmetini gönderdi... ...Ve
görmediğiniz askerler indirdi. Bunlar meleklerdir. Ancak sayılarının beş bin
veya sekiz bin veya onaltı bin olduğu hakkında üç ayrı rivayet vardır. Muhtar
olan kavle göre, bunların inmeleri, esasen müminlerin kalblerine güzel duygular
telkin etmek suretiyle güç kazandırmak ve müşriklerin kalblerine de korku
salmak içindi (Enfal Sûresi 8/9. âyetin tefsirine bkz.) O sırada Fahr-i âlem
Efendimiz vadinin sağ tarafını tutup durmuştu. Hz. Abbas'ın sesi gayet gür
olduğundan, ona "Ey Ensar, Ey Ashab" diye bağırmasını teklif etti. O
da bağırıp şöyle seslendi: "Ey Akabede biat eden Ensar! Ey biatürrıdvanda
ağaç altında dönmemek üzere ant veren ashab! Ey ashab-ı şecere (ağaç Ashabı) Ey
ashab-ı Sûre-i Bakara (Bakara Sûresi'nin Ashabı)!" diye çağırdı. Ve
nidalar biribirini izledi, sonra her taraftan "Lebbeyk, lebbeyk"
sesleri gelmeye başladı ve kısa zamanda derlenip toparlandılar ve Hz.
Peygamberin olduğu yere doğru koşup gelmeye başladılar. O vakit Hz. Peygamber
bindiği hayvandan indi, "Ben o peygamberim, yalan yok. Ben Abdulmuttalib
oğluyum dedi, sonra "Allahım bize yardımını gönder" diyerek Allah'dan
yardım diledi ve dua etti. Semadan melekler inip Resulullah'a yardım ettiler. Bozulmuş
olan asker öyle hızlı bir şekilde derlenip toparlandı ki, atları koşamayanlar
inip koşuyorlardı. Kısa zamanda müminlerin hepsi tekrar Resul-i Ekrem'in
yanında toplandılar ve yeniden savaş düzeni aldılar. O korku ve telaşı bir yana
bırakıp bütün ciddiyetiyle cenge giriştiler. O vakit Resulullah baktı ve
"Fırın kızıştı" buyurdu. Yerden bir avuç toprak alıp müşrikler
tarafına doğru savurup attı "Bozguna uğrayın, Muhammed'in Rabbi hakkı
için!" dedi. Ve hakikaten hezimete uğramışlardı.
İşte Allah o anda müslümanlara böyle yardım
etti ve kâfirleri de azaba uğrattı. Cezalandırdı, öldüler, yaralandılar, esir
oldular, pek acı bir yenilgiye uğradılar. Malları ellerinden gittiği gibi,
gayrete getirici ve teşvik edici olur diye beraberlerinde getirdikleri çoluk
çocukları ve zevceleri de müslümanların ellerine esir düştüler. Her şeylerini
savaş meydanında bırakmak zorunda kaldılar. Bu da kâfirlerin cezasıdır.
27- Sonra Allah, yine de bütün bu olup
bitenlerin ardından dilediğine tevbe nasib eder. Reisleri ve savaşta
başkumandanları olan Malik b. Avfî Nadrî ile birlikte Havazin ve daha
başkalarından birçoklarına nasib ettiği gibi, müslüman olmaya muvaffak kılar,
ve Allah ğafurdur onların geçmişteki küfür ve masiyetlerine afv ü mağfiret
eder, rahîmdir, onlara ayrıca rahmetinden ihsanda da bulunur.
Resul-i Ekrem, Huneyn ve Evtas'ta alınan
esirlerin ve ganimet mallarının, Cirane'de muhafazasını emrederek Taif üzerine
hareket etmişti. Onsekiz gün kadar süren Taif kuşatmasını kaldırdıktan sonra
Cirane'ye döndüğünde erkekli kadınlı altı bin esir, yirmidört bin deve kırk
binden ziyade koyun ve keçi ve dört bin okka kadar olduğu söylenen altın ve
gümüş nakit toplanmış bulunmakta idi. Belki bir yerden esirlerini kurtarmak
için müracaat vaki olur diye on günden fazla orada durup bekledi ve oyalandı.
Kimse gelmeyince esirleri ve malları taksim etti. Daha sonra Havazin heyeti
çıka geldi. Resulullah'a İslâm üzere biat ettiler ve "Ey Allah'ın Resulü,
sen insanların en hayırlısı ve en çok hayır sevenisin, bizim eşlerimiz ve
çocuklarımız esir edildi, mallarımız alındı." diyerek, mallarının ve esir
alınan yakınlarının kendilerine geri verilmesini istediler. Resulullah,
"Yanımdakileri görüyorsunuz, sözün en hayırlısı en doğrusudur. Bekledim
gelmediniz, şimdi iki yoldan birini seçiniz: Ya çoluk çocuğunuzu, ya da
mallarınızı." Bunun üzerine "Biz soyumuza hiçbir şeyi denk
tutmayız." dediler. Sonra Resulullah ayağa kalktı, müslümanlara hitaben şu
konuşmayı yaptı. Allah'a hamd ü senada bulunduktan sonra ashabına dönerek, "Bunlar
tevbe ettiler ve huzurumuza müslüman olarak geldiler. Biz de kendilerini
çocukları ve eşleriyle malları arasında birinden birini tercih etmekte serbest
bıraktık. Onlar da soylarına hiçbir şeyi denk tutmayacaklarını söylediler.
Şimdi her kimin elinde bir esir varsa, gönül hoşluğuyla onu geri versin, böyle
yaparsa ne âlâ, gönül rızasıyla vermek istemezse bize satsın ve onun
karşılığını ödemek boynumuza borç olsun, ilk fırsatta onu ödeyelim." dedi.
Bunun üzerine hepsi bir ağızdan "Bu karara razıyız ve teslim ettik gitti."
dediler. Hz. Peygamber "Belli olmaz, belki içinizde razı olmayanlar
vardır, temsilcilerinize söyleyiniz de bunu bize iletsinler." diye
buyurdu. Sonra temsilcileri de "Hepsi razı oldular." diyerek ikrar
verdiler. Bütün o esirler topluca serbest bırakıdılar ve kurtuldular. Ancak
Safvan b. Ümeyye'ye düşmüş ve ondan hamile kalmış olan bir kadın geri
verilmemiştir.
Taberani'nin rivayetine göre; bu âyette işte
Hz. Peygamber'in esirleri serbest bıraktırması konusundaki rahmete işaret
edilmiştir. Fakat görülüyor ki, burada daha önceki âyetlerde olduğu gibi mazi
sigası değil diyerek muzari sıgası irad buyurulmuştur. Buna göre bunun esas
ifade etmek istediği şey, bir sene önceki Huneyn Vak'ası'ndaki rahmet değil, bu
kere, yukarıdan beri açıklanan Berâet ve özellikle cihadın dış görünüşüyle
rahmet ve ihsana ters düştüğü zannı ile Öz babalarınız ve kardeşleriniz de olsa
müşrik ve kâfirlere velayet verilmemesini emreden âyetin içyüzünde gizli olan
rahmet ve gelecekte müslümanlara sağlayacağı faydayı açıklamaya yöneliktir.
Hasılı mânâ şudur:
İmana karşı küfrü seven baba ve kardeşlerden
velayeti kaldırmayı, hısım akrabadan ilişkiyi kesmeyi ve bütün müşriklere karşı
bu kere ilan edilen berâeti ve cihad emirlerini gayet çetin bulup, hakikatte
rahmet ve ihsan hedefine aykırı sanmayın. Huneyn Vak'ası'nda olduğu gibi, bunun
sonucunda da bir çok kimseye tevbe nasib olacak ve nice nice mağfiret tecellisi
ve rahmet meydana gelecek, nice fenalık ortadan silinip gidecektir.
Meâl-i Şerifi
28- Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktirler.
Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan
korkarsanız Allah sizi dilediğinde lütuf ve ihsanıyla zenginleştirecektir.
Allah gerçekten alîmdir, hakîmdir.
29- Kendilerine kitap verilenlerden oldukları
halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram
kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış
oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş yapın.
30- Yahudiler, "Uzeyir Allah'ın
oğlu" dediler, Hıristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğlu", dediler.
Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış
olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da
saptırıyorlar!
31- Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve
rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar
bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh
yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.
32- Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek
istiyorlar, Allah da razı olmuyor. Fakat kâfirler istemeseler de Allah nurunu
tamamlamayı diliyor.
33- O öyle bir Allah'dır ki, Resulünü
hidayetle ve hak dinle bütün dinlere üstün kılmak için göndermiştir. Müşrikler
hoşlanmasalar da
28-Ey müminler! Müşrikler pislikten başka
birşey değiller. Müşrik olmaları bakımından onlar sırf pislik demektirler. Şirk
manevî pisliklerin en fenasıdır. Ayrıca bunlar taharetlenmezler, gusül ve
abdest nedir bilmezler, cenabet gezerler, maddi pisliklerden sakınmazlar. Ne
bedenleri, ne elbiseleri pislikten arınmaz. Bu bakımdan da kendileri aynen ve
bizzat pislik değilse de öyle denecek kadar pisliğe bulanmış ve batmış olan
kimselerdir. Bundan dolayı da temiz değillerdir.
Bu mânâyı hakkıyla anlatabilmek için kasır
suretiyle ve mübalağa sığasıyla "pislik" buyurulmuştur ki, ayniyle
necasetten başka bir şey değiller demektir. Bundan dolayı Abdullah b. Abbas'dan
müşrikler tıpkı "Köpek ve domuz gibi aynıyla necistirler." diye,
Hasan Basrî'den de "Bir müşrikle musafaha eden abdest alsın." diye
birer görüş varsa da günümüz Caferileri gibi bazı Şiî gruplardan başka bütün
mezhepler bu iki kavlin aksinedir.
Zira öylesine ayniyle necis olsalardı hiçbir
şekilde temizlenmeleri mümkün olmazdı. Halbuki onlar da iman ve taharet ile
temiz olabilirler. Sonra şer'an da aklen de açıktır ki, bu hüküm insan olarak
yaratılmaları açısından değildir, şirk gibi kendi kespleri açısından arızî bir
durumdur. Bu husus çok açık ve âşikâr olduğu içindir ki, mübalağa sığasiyle
ayniyle pislik olarak gösterilmelerinde bir belağat vardır. Yani müşrikler de
birer insan olmak bakımından aynen ve doğuştan değil, müşrik olmaları
dolayısıyla itikat ve amel yönünden pisliğe batmışlardır. Sanki bir pislik gibi
iğrenilecek durumdadırlar. Dışarıdan pislikleri görünmese bile şirkleri
sebebiyle manen pistirler. İşte bundan dolayı:
Bu seneden sonra Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar. Yani bu ilanın yapıldığı iş bu dokuzuncu hicri seneden sonra
onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmaktan menedilmişlerdir. Siz müslümanlar da bu
yasağın uygulanmasından sorumlu tutulacaksınız. Öyleyse onları Mescid-i Haram'a
yaklaştırmayınız. Harem-i Şerif'in içine girmek ve orada herhangi bir hizmet ve
görev yapmak şöyle dursun, hatta yaklaşmasınlar bile. Harem-i Şerif'in
sınırından içeri adım atamasınlar bile. Bu mutlak hükme göre, hiçbir sebep ve
maksada ve hatta seyahat ve elçilik veya muhakeme için de Harem dahiline
sokulmamaları gerekir. Oraya girmeye ne hakları vardır, ne de liyakatları. Şu
halde bu seneye kadar girmeleri mutad olanlar hakkındaki teamül, artık bu
seneden sonra neshedilmiştir. Çünkü pistirler, maddeten olmasa bile manen
pistirler. Acaba ayin ve ibadet dışında bazı faydalar ve işler için de Harem
dahiline ve Mekke'ye müslümanların izni ve gözetimi altında girebilmelerine de
cevaz yok mudur? İmam Malik Hazretleri demiştir ki, gerek Mescid-i Haram'a,
gerek diğer mescidlere kâfirlerin girmesi yasaktır. Ancak Resulullah'ın,
Medine'de Mescid-i Saâdet'te Sakif ve Necran heyetlerini kabul buyurduğu
rivayetlerden bilindiğine göre, Mescid-i Haram'ın dışındaki mescidlere bazı
hallerde girebilmelerine izin verilebileceği anlaşılıyor. Ve bu âyetteki
Mescid-i Haram'a ait olan bu hükme diğer mescidleri de katmanın âyetteki
sarahat ve kıyas açısından doğru olmayacağı da hesaba katılmalıdır. Bu yönüyle
konu, daha ziyade yukardaki "Müşrikler, vicdanlarına karşı kendi
küfürlerine kendileri şahit olup dururken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri
kabil değildir." (Tevbe, 9/17) âyetinde mülahaza edilebilir. Halbuki orada
da mutlak anlamda girme hakkıdır ki, bu da bazı hallerde müminlerin izniyle
girmelerine engel sayılamaz. İmam Şâfii Hazretleri demiştir ki, kâfirler,
özellikle Mescid-i Haram'dan menolunurlar. Bundan dolayıdır ki, devlet başkanı
Mekke'de bulunsa, müşriklerden bir elçi gelse devlet başkanının onu Harem
bölgesinin dışında Hil'de karşılaması ve kabul etmesi gerekir. Yine Şâfii
mezhebine göre, gizlice Mekke'ye girmiş olan bir kâfir, orada ölse ve müslüman
sanılarak toprağa verilmiş olsa da durum sonradan açığa çıksa, onun kemiklerinin
çıkarılıp Harem dışına götürülmesi gerekir, demişlerdir. İmamı Azam Ebu Hanife
Hazretleri'nin mezhebine göre, bunlar Mekke'de hac ve umreden
yasaklanmışlardır. Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar demek, hacca ve umreye
gelmesinler demektir. Zira Mescid-i Haram'a yaklaşmak, onunla ilgili olan
işlere ve ibadetlere mahsus olmak açıktır ki, o da hac ile umredir. Nitekim
yukarıda da anlatıldığı üzere bu dokuzuncu hicri senede ve hac gününde Hz. Ali
bu berâeyi ilan ettiğinde, "Bu seneden sonra müşrikler haccetmeyecek."
diye tebliğ eylemiştir. Ve işte âyetin mânâsında bütün mezheplerce üzerinde
ittifak edilen cihet de bu yasaklamadır. Yani hac içinde Harem dahiline
girmelerine, Mekke, Arafat ve Müzdelife vesair yerlerde müslümanlarla birlikte
hac menasikini icra etmelerine asla izin verilmez. O seneden sonra hac sırf
müslümanlara mahsustur. Ve İslâm usulü üzere yapılacaktır. Şu halde başka
mescidlere ve hacla ilgili olmayan hususlarda onlara izin verilebilir, ancak
dikkatli olmak ve ihtiyatı elden bırakmamak şartıyla.
Denilebilir ki bu yasak, iktisadın kurallarına
aykırı, halkın ticaret ve kazancına engel değil midir? Müşrikler Mescid-i
Haram'a yaklaşmaktan menedilip hacdan kesilince onların bu çevreye
sağlayageldikleri kâr ve faydalar da sona ermeyecek mi? Ve bu yüzden Hicaz
bölgesi ve hatta bütün Arabistan halkı zarar görmez mi? Kâbe bu açıdan da
"İnsanları ayakta tutan." bir âmil, bir etken değil midir? Özellikle
başlıca gelir kaynakları haccın bereketine bağlı bulunan bu "ot bitmez,
ekin yetişmez" (İbrahim, 14/37) vadinin halkı geçim sıkıntısı çekmez mi?
gibi birtakım sualler ve endişeler haklı olarak akla gelebilir. İşte bütün bu
çeşit sorulara cevaben buyuruluyor ki;
Ve eğer fakir ve muhtac duruma düşmekten
korkarsanız, Allah sizi ilerde kendi fazl u kereminden zengin edecektir.
İnşaallah: Yani dilerse. Gerçekten de o seneden itibaren hayır ve bereket
artmaya başlamış. Tebale ve Cüreş ahalisi gibi birçok bölge insanları müslüman
olmuş. Mekke'ye eskisinden de fazla yiyecek sevkeylemişler. Sonra fütuhat devri
başlayınca yeryüzünün her tarafından insanlar oraya akın akın gelmeye
başlamışlar. Bütün bunlar Allahın emirlerinin icrasına bağlı olarak
gerçekleşmiş bulunan ilâhî vaadlerdir. Bu vaadin inşallah ile takyid edilmiş
olmasına gelince: Evvela bütün ümitlerin Allah'a yöneltilmesi hikmetine, sonra
da her fert, her durum ve her zaman bu refahın değişmez birşey olmayacağına
işarette bulunmak ve dikkat çekmek içindir. Şüphe yok ki, Allah alîmdir,
ahvalinizi, içinizi dışınızı çok iyi bilir. Hakîmdir. Engellemesini de ihsanını
da hikmetle yapar. Onun için siz ey müminler, ilâhî bilgiler ve ilâhî
hikmetlerle verilmiş olan bu emirleri tutun, bu yasaklara uyun!
29- Ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan,
Allah ve ahiret sözü etseler bile, gerçekte yüreklerinde ona yer vermeyen,
dünya ilelebet kendilerinin olacak ve öyle kalacakmış gibi sanan, akıbet bir
gün gelip yaptıklarından sorumlu tutulacaklarına önem vermeyen, Allah ve
Resulü'nün haram kılmış olduğu şeyleri haram saymayan, (yani haramdan
kaçınmayan, Allah'ın kitabında, Peygamberin sünnetinde ve hatta kendilerinin
uyduklarını söyledikleri kitabın ve Peygamberin hükümleriyle haram olduğu kesin
olan şeylerin haramlığını tanımayan, helâl veya haram her ne olursa olsun
keyiflerinin istediği gibi, güçlerinin yettiği her şeye el uzatmayı mübah gören
ve saldıran) ve hak dinini din edinmeyen, (dinleri varsa da hak din değil,
hakperest değildirler) din diye tanıdıkları, itaat ve teslimiyet gösterdikleri
şeyler varsa bile hakkı tanımak, hakka teslim olmak, hak yolunda yürümek, hak ve
hukuku gözetmeyi din ve diyanetin en mühim amacı olarak bilmeyen, Hakk'ın
hükümlerine, hak olan şeriatına itikat ve itaat edip hakkı ve hukuku korumayı,
Hakkın hükümleriyle adalet icra edip, gerçek mabud olan Allah Teâlâ'ya ne
zatında, ne sıfatında, ne de fiileri ve hükümlerinde hiçbir şerik ve nazir
tanımadan, halık veya mahluk herşeye, herkese hakkını vermek demek olan bu
hususlara hiç önem vermeyen, bu anlamda bir din ve diyanetleri bulunmayanlara
karşı savaşın! Çünkü onların kendilerine göre dinleri varsa da bu gerçek
anlamda hak din değildir. Hatta kısmen hak din de olsa, hakka mahsus olan halis
bir hak din değildir. Onlar halis, muhlis hak din olan İslâm ile tedeyyün
etmezler, hak şeriat ile amel etmeyi kabul eylemezler. Bundan dolayı dinleri
batıldan ve haksızlıktan arınmış olmadığı gibi, dindarlıkları ve dinlerine
bağlılıkları da hakkıyle bir dindarlık ve bağlılık değildir. Din namına bile
birçok zulüm ve haksızlık yapmaya elverişli bir aşırılık, gulüvv ve taassup
sahibidirler. Bu bakımdan hak ve hukuk gözetmeyen dindarlıkları da dinsizliğe
eşit bir ahlâksızlıktır.
Çok dikkat çekici bir husustur ki, âyette
"dînelhakk" "hak dini" buyurulmuştur. Bu ise "Hak
din" deyiminden daha kuvvetlidir. "Hak dini" deyimi, hak dinin
özünü ve mahiyetini gösteren bir tam ve kamil sınırı belirler. İslâm'ın en
büyük ve kendine mahsus özelliği bulunan hakperestlik esasına dayanan, hukukun
hükümlerini ve amacını, aynı zamanda dinin de en büyük amacı olarak tanıtan,
Allah'ın hakkını, bütün hakların temeli ve başlangıcı sayan, umumun
menfaatlarını hesaba katan, her şeyin ve herkesin kendine mahsus bir hakkı, bir
hukuku bulunduğunu beyan ederek hakkın hakimiyetini ve hakların kutsallığını
ilan ederek, hak ve hukukun gereklerine göre ödev ve görevlerin verilmesini ve
seçim usullerini emredip bildiren hükümlerinin önemine özellikle tenbih
yapılmıştır. Çünkü "Allah katındaki din İslâm'dır." (Âl-i İmran,
3/19) uyarınca Vâcibülvücud olan Allah katında din, İslâm'dan ibarettir. Yani
dinin hakiki mânâsı Allah'ın emirlerine teslimiyettir. Ceza, sorumluluk vesaire
gibi dinin öbür anlamları hep bu mânâdan çıkarılmışlardır. Şu halde teslimiyet
neye ait ise o din ve diyanet de ona ait olmuş olur. Bu da batıl veya haksız,
isteyerek veya istemiyerek olabilir. Bundan dolayı birçok haksız dinler veya
dindarlık anlayışları bulunabilir. O halde Allah dini de Allah'a teslimiyettir.
Yani keyfe göre bir teslimiyet değil, "İslâm, Allah için teslimiyet, Allah
yoluna teslimiyettir." Tam anlamıyla ve her türlü didişmeden uzak salim
bir ihlas ile itaat ve bağlılıktır ki, bunda İslâm kelimesinin tazammun ettiği
"silm = sulh" ve selamet mefhumlarının hepsi vardır. "Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa ondan kabul olunmayacaktır." (Âl-i İmran
3/85). Dinin anlamı böylece bilindikten sonra demek hak İslâm, hakkın emrettiği
ve kabul ettiği demektir. Özellikle hakka teslimiyet ve bağlanmakla hakkın
ahkamını severek ve isteyerek ve hiçbir burukluk duymadan uygulamaktan ibaret
olan İslâm demek olduğu açıkça ortaya çıkar. Hasılı, bir dinin hak olabilmesi
ve hak sıfatı ile anılmaya hak kazanabilmesi, Hak Teâlâ'ya izafet-i kâmile ile
ait olmasına bağlıdır. Bu da kaynağı ve amacı ile yüzünü ve özünü hakka dönüp,
herşeyden önce Hak Teâlâ'yı ve hukukunu tanıması ve ona özünü bağlamasıyla
mümkün olur. "Biz gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak ile ve
belli bir ecele göre yarattık." (Ahkâf, 46/3) uyarınca her mahluka bir
ecel-i müsemma ile beraber verilmiş olan bir hak bulunduğunu, o varlığın
hakkına saygılı olmak Allah'ın hakkına saygılı olmak demek olduğunu bilerek Allah'ın
kullarının hakkını ve hatta herşeyin hakkını, hakkın emirleri çerçevesinde
vermeye hizmet etmek, din-i hak ile dindar olmak demektir. Her hakikatın
sınırı, hukukunun sınırıyla ayakta durduğu gibi, dinin hakikatı da hakkın hakkı
olmasında, hakkı da hakka tahsis edilmiş bulunmasındadır. Onun için hak dini
olmayan, yani hak ile ilişkisi bulunmayan, hak meselesini gözardı eden ve
hakkın emri olmayan bir din, hak din olamaz. Hakkı gözetmeyen ve onun
gereklerini yerine getirmeyen bir dindarlık da hak dindarlık olamaz. Halbuki
burada söz konusu edilenler hak dinini kabul etmezler, hakka teslim olmazlar,
hak ve hukuku tanımazlar, haram helâl seçmezler ve haklara saldırırlar. Ayrıca
izah olunacağı üzere, yalnızca kulların hukukuna değil, Allah'ın hukukuna, Allah'ın
hakkı olan dinin kurallarına da saldırırlar.
İşte Allah'a inanmayan, ahireti hesaba
katmayan, Allah ve Resulü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dinini din
edinmeyenlere, yani kendilerine kitap verilmiş olanların bir kısmına, açıkçası
şu üç sıfatla belirlenmiş olan imansız, saygısız ve haksız kimselere karşı
savaşınız. Ta ki, kendi elleriyle getirip cizyeyi versinler, küçülmüş oldukları
halde. Yani hak dini olan İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde, kendilerine kitap
verilmiş iken hakka karşı gelen, o haksız , saygısız ve saldırganların
kuvvetleri tükenip İslâm eli, İslâm himayesi altına girmeyi ve buna karşılık
cizye vermeyi kabul ve taahhüt edinceye, zimmetlerinde kesinleşmiş olan cizyeyi
hazır elden, içinde bulundukları aşağı durumu unutmadan saygılı bir şekilde
verecekleri hale gelinceye kadar savaşın. Ve böylece onlardan nüfus başına
vergi alıp, Allah'a ve ahirete imandan ayrılmayarak ve harama el uzatmayarak,
hakkı hukuku gözeterek, hak dinin emirlerini yerine getirin. Zira Allah'ı ve
ahireti unutup onların yaptığını yapacak, haram ve helâl tanımayacak, Allah ve
Resulü'nün haram kıldığı şeyleri haram saymayacak, kitap ve sünneti
gözetmeyecek, hak dini ile amel etmeyecek olduktan sonra ne savaş yapmaya, ne
de cizye almaya hakkınız olmadığı âşikârdır. Çünkü bu vasıflar cihad edenlerin
değil, kendilerine karşı harb açılacak olanların özellikleridir. Cizye almanın
değil, cizye vermenin sebepleridir. Böylelerinin hakkı zaten galibiyet değil,
mağlubiyettir, cizye almak değil, cizye vermektir.
"Cizye", borcunu ödedi demek olan
fiilinden bir nevi borç ödeme anlamını ifade eder. Taahhüt sahibinin kendi ahdi
gereğince vereceği vergi demektir ki, hayatının ve hürriyetlerinin korunması
karşılığında zimmetlerinde terettüp eder ve o şartla ödenmesi gereken bir vergi
olur. Bunun Farsça kelimesinin Arapça'sı olduğu da söylenmiş ise de bunda şer'î
ve hukuki açıdan dikkate alınması gereken bir özellik yoktur.
"An yedin" kaydı şu mânâlardan her
biri için geçerlidir:
1. Hazır elden, çekingenlik göstermeden itaat
ve hürmetle, ayrıca takip ve tahsiline lüzum göstermiyecek şekilde elini
uzatarak,
2. Elden, naklen ve geciktirmeden,
3. Her biri kendi eliyle, vekili veya bir
diğeri aracılığı ile değil,
4. Eli iş tutandan, gücü yetenden, kesbe,
kazanıp çalışmaya kadir olandan, büluğa ermiş olandan ki, kazancı ve geliri
olmayanlardan aciz ve fakirlerden değil,
Bu dört mânânın dördünde de "yed"
kelimesi cizyeyi veren el demek olur. Alan el olması açısından ise:
5. Üzerlerindeki elden dolayı, yani kendi
kendilerine canlarını ve mallarını ve diğer hukuklarını korumaktan aciz
olmaları sebebiyle üzerlerinde bulunan koruyucu elin himayesine muhtaç
olmalarından dolayı, o elin hakkı olarak demek olur ki, buna göre
"el" kudret ve iktidar mânâsınadır.
6. Uzatılan elden, yani onlara yapılan
ihsandan ve in'amdan dolayı, çünkü mağlup olmak, kuvvet ve istiklalden mahrum
kalmak pek büyük bir zillet ve musibet olmakla beraber, böyle bir zillet
durumunda bile cizye vererek katile esaretten kurtulup hayat hakkına ve
hürriyete kavuşmak, dinin icaplarını yerine getiren âdil bir hükümetin himayesi
altına girmek de büyük bir nimete ve ihsana nail olmak demektir ki, bu da
şükürle karşılanması gereken büyük bir nimettir.
Buraya kadar ileri sürülen mânâlar da bu
nimetin hakkı ve gereğidir. Ve işte "an yedin" kaydı bütün mânâları
açığa çıkardığı ve akla getirdiği için "zillete mahkum olmuş ve küçülmüş
olarak" kaydı da o zillet halini ihtardır. Çünkü o zillet hatırlanmadıkça
bu nimetin kadri bilinmez.
"Ahkâm'ül-Kur'ân"da Ebubekr Cessas
demiştir ki; kaydından murad eza görmeleri ve güçlerinin yetmiyeceği
sorumluluklara mecbur edilmeleri değil, sadece hafife alınmaları, itibar
görmemeleri ve aşağılanmalarıdır..."
Hiç şüphe yok ki, himaye olunmak ne kadar
şayan-ı şükran bir nimet olursa olsun, himaye eden durumunda olmanın şerefi ve
üstünlüğü karşısında yine de küçüklükten, zillet ve minnettarlıktan başka
birşey değildir. Görülüyor ki, bu âyette cizye ehl-i kitap hakkında varid olmuştur.
Ancak mecusilerin de bundan yararlanmalar "Onlara ehl-i kitaba uygulanan
usulü uygulayınız." hadis-i şerifi gereğincedir. Onların cizye ödeme
konusunda ehl-i kitap gibi oldukları hakkında görüş birliği vardır. Ancak
onların kestikleri yenmez ve kadınlarını nikahlamak da haramdır. Bu durum
hadisi şerifin devamı ile üzerinde ittifak edilmiştir. Maide Sûresi'nin bu
konuyla ilgili "Bugün size pak nimetler helâl kılındı. Kendilerine kitap
verilenlerin yemeği size helâl olduğu gibi, sizin yemeğiniz de onlara helâldir."
(Mâide, 5/5 âyetine bkz.) Mecusilerin dışında kalan diğer müşriklere gelince:
Yukarıdaki âyetlerde onlar için yalnızca İslâm zikredilmiş, cizye ödemelerine
izin verilmemiştir. Burada da zaten cizye ehl-i kitaba mahsustur anlamına gelen
bir tahsis, bir hasr yoktur. Bundan dolayıdır ki, mesele ictihada
bırakılmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye göre; cizye mutlak olarak ehli
kitaptan ve Arap olmayan müşriklerden alınır, fakat Arap müşriklerden alınmaz,
onlara ancak İslâm'a girmeleri teklif edilir. Ebu Yusuf'a göre; ehli kitap
olsun veya olmasın Arap'tan alınmaz. Lâkin Arap olmayanların ehl-i kitap
olanlarından da müşrik olanlarından da alınır. İmam Şafii'ye göre; Arap olsun,
Arap dışı olsun ehl-i kitaptan alınır, gerek Arap, gerekse Arap dışı putperestlerden
alınmaz. İmam Malik ve Evzai ise "küffarın her türlüsünden alınır"
demişlerdir.
30-Şimdi ehl-i kitap içinde Allah'a ve ahirete
iman etmeyen kimseler bulunur mu? diye sorulacak olursa işte ispatı ve izah
Yahudiler, "Uzeyr Allah'ın oğludur." dediler. Yahudilerden böyle
söyleyenler olmuştu. Rivayet olunduğu üzere, Resulullah'ın huzuruna Yahudi
hahamlarından Sellam b. Mişkem, Numan b. Evfa, Şas b. Kays, ve Malik b. Sayf
gelmişlerdi ve bunu söylemişlerdi. Fenhas b. Azura adındaki hahamın "Allah
fakirdir, biz zenginiz." diye söylediği de ayrıca nakledilen rivayetler
arasındadır. Daha eski devirlerde de buna benzer şeyler söyleyenler olmuştu.
Bunun sebebi de yahudiler, Tevrat ile amel etmeyi bırakmışlar, peygamberlerini
de öldürmeye başlamışlardı. Tevrat'ı bilen kalmamış, kimi ölmüş, kimi
öldürülmüş, kimi de unutmuş gitmişti. Allah Teâlâ onu onların kalblerinden
silmişti. Nihayet Tevrat ve Tabut (kutsal emanetlerin bulunduğu sandık) ortadan
kaldırılmıştı. Daha sonra Uzeyr Aleyhisselam, yüz senelik ölümden sonra,
Allah'a tazarru ve niyaz etmiş, Tevrat'ın hıfzı kendisine ihsan olunarak, genç
yaşında İsrailoğulları'na gelmiş ve ezberden Tevrat'ı yeniden yazmış. Ve işte o
vakit "Bu başka türlü olmaz, muhakkak bu Allah'ın oğludur." demişler
ve daha sonra hıristiyanların "İsa Allah'ın oğlu" sözüne bir kapı
açmışlar. Bu âyet nâzil olduğu zaman da yahudiler "Biz böyle bir şey
söylemeyiz, bunun aslı yoktur" diye hiçbir itiraz ve inkârda
bulunmamışlardır. Ancak bu meselede olsun üzerlerinde İslâm'ın harp
tehlikesinin büyük bir tesiri olmuş ki, daha sonraki yahudilerden bu söz
işitilmez olmuştur. Şu halde hepsi değilse bile içlerinden bazıları bir
zamanlar "Uzeyr Allah'ın oğlu" dediler. Nasara da "Mesih
Allah'ın oğlu" dediler. Esasen bunu söyleyenler de bir kısım hıristiyanlar
ise de sonradan hemen hepsi böyle söylemeye başladılar ve hatta böyle
söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler. Mâide Sûresi'nde verilen bilgilere
bakınız (Mâide 5/72,73). İslâm'ın doğuşuna kadar bunlar bunu nesil ve evlat
anlamına oğul olarak söylüyorlardı, sonra içlerinden bazıları bunun
"Beytullah" tabiri gibi, sırf şeref ve itibar mânâsına bir izafet,
bir mecaz olduğunu iddia etmeye başladılar...
İşte o, yani yahudi ve hıristiyanların
"Allah'ın oğlu" sözü ağızlarıyla söylenmiş sözleridir. Bu, onlara
başkaları tarafından isnad olunmuş bir iftira değildir, bizzat kendi
ağızlarından çıkmış olan bir sözdür. Fakat öyle bir söz ki, gerçekte hiçbir
ciddi anlamı olmayan boş bir sözdür, kuru gürültüdür, çelişkili ve saçma sapan
bir şeydir. Onlar da zaten bunu bir mânâyı belirlemek için değil, mânâsı
anlaşılmaz bir laf olarak söylerler. Bunu söylemekle bundan önce küfre
düşenlerin sözlerine benzerler. Daha önce sözü edilen müşrikler de
"Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyerek kâfir oluyorlardı ki, yahudi
ve hıristiyanların bu "oğul" cinsinden sözleri de tıpkı ona benzer,
onun gibi bir küfür ve şirktir. Şu halde bunlar ehl-i kitaptan olmakla beraber
müşriklere benzerler. Bu açıdan müşrik sayılırlar ve Allah'a mümin değil
kâfirdirler. Allah onları kahretsin. Arap dilinde bu bir bedduadır ki, bundan
kıtalin kendisi değil, gereği olan helak, kahr ve lanet kastedilir. Türkçe'de
de biz bunu şu deyimlerle ifade ederiz: Allah belalarını versin, Allah
canlarını alsın, Allah kahretsin, Allah'ın kılıcına uğrasınlar. Bunlar nereden
çeliniyorlar? Nereden baştan çıkarılıyor, nasıl oluyor da hak yoldan
çevriliyorlar? Allah'a oğul isnad etmek gibi fahiş bir yalan ve iftiraya, bu
kadar açık bir küfre ve şirke nasıl saptırılıyorlar? Nereden, hangi noktadan,
ne gibi sebeplerden ve ne yüzden bu kötü durumlara düşürülüyorlar? Bakınız şu
hale:
31- Allah'dan başka bir de hahamlarını
(yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler".
Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine
tabi oldular. Onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara
taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah'ın emirlerine ters düşen
keyfî arzularına itaat eylediler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri onların
emriyle helâl gördüler. Allah'ın "yapmayın" dediği şeyleri yaptılar,
"yapın" dediklerini de yapmadılar. Allah'ın emir ve yasaklarını değil
de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah'ın emirlerini
uygulayan, O'nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de,
dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler
gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz'etmeye, dini
hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar.
Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu âyetin mânâsı
hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki: "Resulullah'a
geldim, boynumda altından bir haç vardı, ki Adiy o zaman henüz müslüman
olmamıştı ve hıristiyandı, Resulullah Berâetün Sûresi'ni okuyordu, bana
"ya Adiy şu boynundaki veseni at" buyurdu. Ben de çıkardım attım.
"Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler."
anlamına olan âyetine geldi, ben, ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi,
dedim. Resulullah buyurdu ki: "Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz
de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl
saymaz mıydınız?" Ben de "evet" dedim. "İşte bu onlara
ibadettir." buyurdu.
Rebi' demiştir ki, "Bu rablık
İsrailoğulları'nda nasıl idi?" diye Abdul'âli-ye'ye sordum. O da
"Genellikle Allah'ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler
bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini
tutarlardı." dedi.
Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi
birini rab edinmiş olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak
şart değildir. Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun
emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural
koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu
zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini
taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Şu halde
burada din âlimlerine, ulul'emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek,
Allah'ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların
kendi âlimleri ve yöneticileri demek olan "ahbar" ve
"ruhban"a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor? Şeklinde düşünmeye
gerek yoktur. Çünkü burada sözü edilen şey, Allah için itaat ve teslimiyet
değil, "min dunillah" olan, yani Allah'ın emrine ters düşen itaattir.
Gerçekten de ilmî hakikatleri kabul ve âlimlere itaat etmek ve saygı göstermek
Allah'ın emridir. Ve Allah'ın emrine itaat de Allah'a itaattır. Fakat bu
doğrudan doğruya değil "Allah'a, Resule ve sizden olan emir sahiplerine
itaat ediniz." (Nisa 4/59) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere Allah'a ve
Resulü'ne itaatın bir bölümü olarak ve ona bağlanarak yapılacak olan bir
itaattır, Allah'a ve emirlerine rağmen bir itaat değildir. Allah için bir itaat
demek, Allah'ın emirleri doğrultusunda olan, en azından mahluka itaatte
yaratıcıya isyan bulunmayan bir itaat demektir. Böyle bir itaat halıka isyan
bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması
şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan
ilişkisinde, hakkın emrine uygun düşmesinde ve daima Allahın rızasını
araştırmasında, hakkın ahkâmını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için
olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen
Allah'ın hukukuna aykırı olan, Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek
isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin
değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür. Ulu'l-emr
olmaları sırf bilgileri ve ilmî haysiyetleri bakımındandır. Yani emredilen
marufu tanımaları, uyulacak âyetin hükmünü iyi bilmeleri ve ondan elde edilecek
mânâyı iyi kavramaları sebebiyledir: "Bunların hüküm çıkarmaya gücü
yetenleri elbette onu anlarlardı." (Nisâ, 4/83), "Allah'ın kulları
içinde O'ndan en çok korkanlar âlimlerdir." (Fâtır, 35/28) özelliklerini
taşımaları ve "Eğer bilmiyorsanız, ilim ve hikmet ehline danışınız."
(Nahl 16/43) buyurulduğu üzere, âlimlerin ehl-i zikir olmaları bakımındandır. Âlim,
bilgi sahibi olması bakımından hiçbir şeyin değil, ancak hakkın kuludur.
Delillerin ve hakkın âyetlerinin emrindedir. Lâkin delilin şerefi bizzat
kendinden değil, medlulü olan hakka delalet etmesi ve hakkın açığa çıkmasına
yardımcı olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise
ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar. İlme ve ilmin ortaya koyduğu
verilere, Hak Teâlâ tarafından yaratılmış gerçekler olduğu bakımından itaat,
Allah'ın emrine itaat ve hakkın farizasını yerine getirmektir. Hakka bağlı
olduğu müddetçe ilme ve âlime uymamak ilim ve ulema düşmanlığıdır. Ancak
Allah'ın emirlerini gözardı ederek âlimlerde velev cüz'î bir hüküm vazetme
yetkisi bulunduğunu, hatta bir zerrenin bile hükmünün yerini değiştirmeye
yetkili olduklarını kabul ve teslim eylemek Allah'dan başkasına bir rablık
hissesi vermektir, onları "min dunillah" (Allah'ın gerisinde) rab
edinmektir. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana
tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek
öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği
olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan
şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini
üstün tutmak, sanki onlarda Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da
haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış
gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah'ın emrine aykırı olduğu açık olan
hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye
düşünmeden, Allah'ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat
dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah'ı bırakıp başkalarına tapmak demektir.
Maalesef yahudiler ve hıristiyanlar işte böyle yapmışlardır: Ahbar ve
Ruhbanlarını Rab edinmişlerdir. Onlara gerçekten Rab dememişlerse bile Rab
yerine koymuşlardır. Dinde hüküm koyabilme haklarının olduğuna inanmışlardır.
Hele Hıristiyanlık tarihinde ruhban sınıfının kutsal tanınması ve papaların hata
etmez sayılması daha fazla resmiyet kazanmış olan çok açık bir durumdur.
Bunların din işlerinde yetkili ve dinde her türlü tasarrufa salahiyetli
olduklarını, ruhani meclislerin kararlarıyla ve papanın emriyle dinin ahkâmının
ve kitabın kesin emirlerinin değiştirilecek derecede te'vil ve tebdil, hatta
tahrif olunabileceğini, namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin, haram ve helâl
ile ilgili bütün kuralların ve meselelerin istenilen şekle konulabileceğini,
her türlü günahın affedilebileceğini, hatta cennet ve cehennem anahtarlarının
papazların elinde olup, bunların isteyene satılabileceğini ve bütün bunlara hiç
kimsenin itiraza hakkı bulunmadığını iddia ve kabul edecek kadar imtiyazlar
tanımışlardı ki, bu âyet işte bütün bunları hatırlatmakta, muaheze etmektedir.
Adiy ile ilgili olan hadisi şerif de bunun asgari ölçüde bir bakıma tefsiridir.
Hıristiyanlıkta ruhban sınıfının böyle bir imtiyaz ve hakimiyetle "min
dunillah" (Allah'ın gerisinde) Rab edinilmelerine "klerikalizm"
adı verilir. Daha sonra bundan şikayetle Protestanlık zuhur etmiştir. Mâide
Sûresi (âyet 64, 65)'ne bakınız. Daha sonra bu Rablık imtiyazı, ruhban
sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere geçmiştir. Bundan başka protestanlar
da dahil olduğu halde, ilk devir hıristiyanları içindeki muvahhidlerden ilgisiz
olarak, genelde hıristiyanlar arasında yaygın hâl almış bir şirk vardır ki,
bütün diğer şirk çeşitlerinin temelini teşkil eder. Şöyle ki:
Meryem oğlu Mesih'i de Rab edindiler.
Hıristiyanlar rahiplerini Rab yerine koyduktan ve onların lafıyla "İsa
Mesih Allah'ın oğludur." dedikten başka bir de "Meryem oğlu Mesih
Rab'dır." diye tutturdular. Ona böyle üçüzlü bir inançla mabud ve ilâh
diye taptılar. Rab kabul edip, Rablığı onda topladılar. Oysa onlar, hakikatte
bir tek ilâha tapmak ve ancak ona ubudiyet etmekle emrolunmuş idiler ki O'ndan
başka ilâh yoktur. Onların hepsi; yahudisi, hıristiyanı, hahamları ve
papazları, akıl delilleriyle ve Allah kitaplarının ortaya koyduğu naslarla,
ilâhî hükümlerle başkasına değil, sadece ve sadece Allah'a ibadet etmekle
emrolunmuşlardı. Mesih aleyhisselamın diliyle Allah'a ibadet ediniz ve O'na
aykırılıktan sakınınız. Benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz.
Kim Allaha şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılacak ve yeri cehennem
olacaktır.(Mâide, 5/72) buyurulmuştu. Bakara Sûresi'ne (âyet 87 ve 253)
bakınız. Böyle iken bunlar bu hak emrinin aksine hareket ederek bir olan
Allah'dan başka Rablar da edindiler. Allah'a ve emirlerine karşı geldiler.
Kendi nezahet-i sübhaniyyesiyle tenzih O'na, o şirk koşanların şirkinden. Yani,
onlar müşriklere benzemekle kalmıyorlar, bilfiil müşriklik de ediyorlar ve
Allah'a şirk koşuyorlar. Allah Teâlâ'nın uluhiyetinin şanı ise gerek gizli,
gerek açık her türlü şirk şaibesinden uzaktır. O, kendi ezeli nezaheti ile
münezzehtir. O'nun zat-ı sübhanisi hiç kimsenin tenzihine muhtaç olmadan, O
kendisini, onların açık ve gizli şirk koşmalarından tenzih eyler. Şu halde
Allah Teâlâ, onlardan da "berî"dir, onların şirklerinden de.
32-Bunlar Allah'a ve ahirete imandan o kadar
uzak bulunuyorlar ve öylesine kâfirlik ve imansızlık ediyorlar ki, Allah'ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah nurunun, yani uluhiyetin
hakkıyla tecellisini istemiyorlar, ondan hoşlanmıyorlar. Sanki püf deyip
söndürüvermek arzu ediyorlar. Ağızlarına bakmadan böyle bir cinayet peşinde
koşuyorlar. Allah olmasın, olsa da işlerine karışmasın, hakkın nuru
parıldamasın, dünyayı aydınlatmasın, hüküm kendilerinin olsun arzusunu
besliyorlar. Yalanla, inkârla, yaygara ve propagandayla hak ve hakikat söner, Allah'ın
hükmü açığa çıkmaz gibi farzediyorlar. Allah kelâmını ortadan kaldırmak, tevhid
dininin yayılmasına mani olmak, ilâhi hükümlerin akışını durdurmak, Allah'ın
kitabını Resulullah'ın peygamberliğini iptal etmek, Allah'ın kullarını laf ile,
ağız kalabalığı ile kendilerine kul etmek, kendi haksızlıklarına alet edip
karanlıkta boğmak istiyorlar. Allah ise öyle istemiyor, her ne olursa olsun,
nurunu parlatmadan, onu tamamlamadan bırakmak istemiyor, ille de parlatmak
istiyor kâfirler hoşlanmasalar da. Allah, hakkı açığa çıkarmak, tevhidin nurunu
parlatmak, İslâm'ı yüceltmek ve aziz etmek istiyor ki, bunun açıklaması şudur:
33- O, odur ki, yani gücüne ve kudretine sınır
olmayan Allah, o kâdir-i mutlak ve kayyum olan Allah, öyle bir Allah'dır ki, O,
kendi Resulünü, hidayetle ve hak dinle gönderdi. "Muttakilere mahza
hidayet olarak" âyeti uyarınca takva ehlinden olanlar için ayniyle hidayet
ve bir tevfik rehberi olarak, mahza istikamet olan kitab-ı mübin ile, Kur'ân-ı
azimüşşan ile Resulü Muhammed Mustafa'ya (s.a.v.) peygamberlik verip, hak dini
ile gönderdi. Gerçekten de her yönüyle hakka tapmak demek olan, haktan daha
kutsal bir şey tanımayan, hakka tapmaktan başka bir ibadet, hak sevgisinden
başka bir sevgi, hak korkusundan başka bir korku tanımayan, Allah'ı bir,
Peygamber'i hak peygamber ve bütün hakları saygıya layık bilen, her işde, her
hususta hakkı gözeten, her şeyin hakkını, Hak Teâlâ'dan gelmiş gören, her
hususta hakkı izleyen İslâm dini ile gönderdi ki, neticede onu her dine karşı
izhar etsin, hepsinin üstüne çıkarsın. Resulü'ne karşı mücadeleye ve itiraza
kalkışacak olan diğer dinlerin mensuplarına Resülünü galip getirsin, hakkın her
kuvvete üstün olduğunu ve "Allah katındaki dinin, din-i İslâm'dan
ibaret" (Âl-i İmran 3/19) bulunduğunu ve hak dinin, diğer dinleri neshedip
geçersiz kıldığını, bu neshi bilfiil ispat ve ilan ederek (Bakara, 2/106)
gerçeği yerine yerleştirsin ve tevhidi ilan eylesin. Bütün iman ve taatını hak
noktasında toplamayan, din meselesini, hak ve hukuk meselesinin dışında tutan,
heva ve heveslere kapılıp batılın peşinde koşan ve haksızlık yollarında
dolaşan, bütün hamdin, her türlü ibadetin ancak Rabbü'l-âlemin ve maliki
yevmiddin olan Allah Teâlâ'nın hakkı ve ancak O'na mahsus olduğunu teslim
etmeyen, şu halde Hakk'a ve halka hakkını vermeyen ve hakkına göre muamele
etmeyen dinlerin "Mal ve evladın bir fayda vermeyeceği, ancak Allah'a
temiz bir kalble gelmenin fayda sağlayacağı bir günde" (Şuara, 26/88,89)
Hakk'ın rızasını kazandırıp, ebedi selamet bahşedecek hak bir din
olamıyacağını, gerçekte Allah'ın hak peygamberinin getirdiği hak dinin dışında
başka hiçbir dinin hak din olamıyacağını, herşeyin hakkının Hak Teâlâ'ya
nisbetle geçerlilik kazanacağını, hayat hakkının ancak Hakk'ın hayatı ile
ayakta durabileceğini gün ışığına çıkarıp tamamen izhar eylesin, velev
müşrikler istemeseler de. Onlara rağmen bu izharı yapsın diye gönderdi.
Binaenaleyh Resulünün gönderiliş hikmeti olan bu izharı mutlaka yapacak ve
Resulünü görevinde mutlaka başarılı kılacaktır. Şirki ve küfrü perişan edecek,
hak dinin tevhid dini olduğunu ve Allah'ın hakkının hiçbir ortaklık kabul
etmediğini gösterecek ve nurunu tamamlayacaktır. Bu ne bir şiir, ne boş bir
hayaldir. O hak peygamberi gönderen Allah Teâlâ'nın hak vaadi olan bir
hakikattır. Gerçekten de "Bu gün size dininizi kemale erdirdim, nimet ve
ihsanımı tamamladım" (Maide 5/3) buyurulduğu gün, bu ilâhî vaad gerçekleşmiş
ve hakikat nuru ortaya çıkmış bulunuyordu. Ne putperestlik, ne Sabiîlik, ne
Mecusilik, ne Yahudilik, ne de Hıristiyanlık hiç biri İslâm'ın karşısında
duramıyor ve tutunamıyordu. O günden itibaren bütün âleme karşı şu hakikat
tamamen açıklık kazanıyordu ki, Allah'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed
Allah'ın Resulüdür. Hak din ve diyanetin bütün üsvesi, bütün örneği
Muhammed'de, hidayetin bütün sırları Kur'ân'da, bütün hüküm Allah'dadır. Zuhur
ve galebe hakkı ne Arab'ın, ne Acem'indir, ne de şu veya bu dinindir. Ancak
Allah'ındır ve Allah Resulünün getirip hakkiyle tebliğ ettiği ve uyguladığı hak
dindedir: "İslâm yücedir, onun üstüne yükselecek başka birşey de
yoktur". Diğer dinlere sarılanlar sarıldıkça batacak, hak dine sarılanlar
sarıldıkça yükselecek. Şayet İslâm'a mensup olanlar geri kalıp düşüş
gösterirlerse İslâm'a sıkı sarılmalarından değil, ona iyi sarılmayıp,
riayetsizlik ettiklerinden ve bu hususta diğer dinlerin mensuplarına
benzediklerinden, hakka itaatı bırakıp, haksızlık, fısk, irtidat, dinsizlik ve
inançsızlık vadilerine saptıklarından dolayı olacaktır. Çünkü "Allah kâfir
olan kavme hidayet etmez." (Bakara, 2/264), "Allah zalim olan kavme
hidayet etmez" (Bakara 2/258) olduğu gibi, yine aynı şekilde "Allah
fasık olan kavme hidayet etmez." (Mâide, 5/108) ilâhî açıklamaları
mevcuttur. Yerde ve gökte gönül rızasıyla olmasa da zorla dahi olsa sonuçta hak
galip gelecektir. Eninde sonunda hakka boyun eğmeyecek, ona yenilmeyecek hiçbir
kimse ve hiçbir kuvvet yoktur: "De ki, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorsunuz
ki, o Allah'a göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez hepsi boyun eğmiştir ve
hepsi O'na dönecektir." (Âl-i İmran 3/83)
Fakat bu hahamlarla rahipler niçin hakkın
nurundan hoşlanmıyorlar da ifke ve iftiraya sebep oluyorlar?
Meâl-i Şerifi
34- Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki,
yahudi hahamları ile hıristiyan rahiplerinin bir çoğu insanların mallarını
haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Bir de altın ve gümüşü
hazineye doldurup, onları Allah yolunda sarfetmeyenleri bu yüzden acıklı bir
azap ile müjdele!
35- O gün o altın ve gümüşlerin üstü cehennem
ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak
(onlara): "İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir.
Haydi şimdi tadın bakalım şu biriktirdiğiniz şeyin tadını!" denilecek.
34- Ey müminler! Şurası bir hakikattır ki,
yahudi hahamlarıyla hıristiyan rahiplerinden bir çoğu, hepsi değilse de
muhakkak ki bir çoğu insanların mallarını batıl bir şekilde yiyip geliyorlar.
Yok yere, sebepsiz bir şekilde, haksız yollardan, meşru olmayan maksatlarla
halkın mallarını, paralarını alıyor, hakları olmadıkları halde onlardan
yararlanıyor, servetler yığıyorlar, ve Allah yolundan insanları engelliyorlar.
O servetlerle ve o batıl intifa maksatlarıyla halkı kendilerine bağlayıp,
tağyir ve tahrif ettikleri, değiştirip durdukları din kurallarına uymaya
zorluyorlar, onları İslâm'dan, doğruluktan veya Tevrat ve İncil'de yazılı olan
gidişattan menediyorlar. Böylece halka fena bir örnek oluyorlar. Sanki para ile
her şeyin çaresi bulunabilirmiş veya para uğruna her şeyi yapmak mübahmış gibi.
Hatta hak ve hukuk değişebilir, günahlar affolunabilirmiş de haram helâl
demeden para kazanmak, hazineler yığmak gerekiyormuş gibi bir duygu ve
düşüncenin halk arasında yaygınlaşmasına sebep oluyorlar, insanları böylece hak
yolundan saptırıyorlar, kötü örnek olup baştan çıkarıyorlar. Ve onlar ki,
altını ve gümüşü kenz yaparlar. Toplayıp sımsıkı saklarlar, tıkız ederler.
Altın ve gümüşün hakkı, insanlığın faydası açısından yaratılış hikmeti,
mübadele vasıtası olması, yani para olarak alışverişi kolaylaştırması ve
Allah'ın kullarının gerçek ihtiyaçlarına harcanmasıdır. Üstelik "Sadece
zenginler arasında dönüp dolaşan bir nimet, bir devlet ve kuvvet
olmamasıdır." (Haşr 59/7). Para bütün halk arasında tedavül etmelidir ve
ihtiyaçların ehem olanı mühim olanına, şiddetlisi hafifine tercih edilerek
güzelce harcanmalıdır. İhtiyaçların önceliklerine göre sarfedilmesi gerekirken
bazıları onu ya çarçur eder, ya da tedavülden çekerek, gömerek veya herhangi
bir yerde gizleyerek, yığar ve sımsıkı saklar, ve bunları Allah yolunda
sarfetmezler. Allah için hakkını vermezler. Allah yolundan engellemek için
mallarını sarfedenler şöyle dursun, bunlar parayı toplayıp saklamak suretiyle
Allah yolunda sarftan menederler. Bu paralarla Allah yolundan saptırmak için
para harcayanlara karşı mücadele etmek varken, bunlar tutarlar parayı hiçbir
işe yaramaz hale getirirler, tatil ve iptal eylerler. İşte bunlar yok mu? Kim
olursa olsunlar, gerek o haham ve papazlardan, gerek onlara uyup, onları örnek
alıp para saklayanlardan olsun, gerekse zekatlarını vermeyen ve paralarını
saklayan müslümanlardan olsun işte onları, elem verici bir azapla müjdele, ey
Muhammed.
35- Bu azap o gün ki, o altınlar ve gümüşler,
üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları,
yanları ve sırtları dağlanacak. İşte bu sizin nefisleriniz, kendi öz canlarınız
için sakladıklarınız şeylerdir, şimdi tadınız bakalım şu saklayageldiğiniz
şeylerin tadını, bakınız bakalım tadı nasıl imiş denecek.
Şimdi bunları dinleyip anlayanlar
"Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlara savaş açınız!" emrini acaba
ne zaman yapalım diyecek olurlarsa, herşeyden önce vakit tayin edebilmek için
zaman ve takvim meselesini düzeltmek ve tesbit etmek şartıyla bunun icabına
göre her zaman için aynı zamanda ve birlikte yapılmasının lüzumuna işaret
edilmek üzere buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
36- Doğrusu, Allah katında ayların sayısı
oniki aydır. Gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah yazısında (böyle yazılmıştır).
Bunlardan dördü haram aylardır. Bu da doğru olan dinin hükmüdür. Bu sebeple
bunlar hakkında nefislerinize haksızlık yapmayınız. Müşrikler size karşı
topyekün savaştıkları gibi siz de onlara karşı topyekün savaş açın. Ve iyi
bilin ki, Allah müttakilerle beraberdir.
37- O "Nesi'" (denilen bir haram ayı
geciktirmek âdeti), olsa olsa küfürde fazlalıktır ki, kâfirler onunla
şaşırtılır, onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram
kıldığının sayısına uydursunlar da Allah'ın haram kıldığını helâl kılsınlar.
İşte böylece kendilerine kötü işleri güzel gösterildi. Allah da kâfir olan bir
kavmi doğru yola iletmez.
36- Allah katında (yani Allah'ın hükmünde
geçerli olan şey), ayların adedi muhakkak ki, oniki ay olmasıdır. Ki şunun
bunun uydurması, faraziye ve nazariyesi veya kabulü ve benimsemesi değil,
Allah'ın şu gökleri ve yeri yarattığı günkü kitabındaki kaydı, o gün yazılan
yazının hükmü ve o gün yazdığı yazının ve takdirin gereği ve hak takviminin
hükmü olarak, Allah tarafından kararlaştırılıp yazılan yazısında bu böyledir.
Bunlardan dördü haram aylardır. Dört hürmetli aydır ki, bunlarda yapılan
günahın cezası, işlenen ibadet ve taatın sevabı öbürlerinden daha fazladır.
Önemli aylar olmaları sebebiyle öbür aylardan daha fazla saygı gösterilmesi lazımgelen
ve "Sana haram aylarda savaş yapmayı sorarlar. De ki, o aylarda savaş
yapmak büyük günahtır." (Bakara, 2/217) buyurulan aylardır. Meşhur tarifi
ile "üçü serd, biri ferttir". Hz. Peygamber Veda Hacc'ındaki Eyyam-ı
teşrik (teşrik günleri) ortasında Mina'da irad buyurduğu meşhur hutbesinde bu
dört ayı beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Bir sene oniki aydır, bunlardan
dördü haram olan aylardır, üçü ardarda gelen Zilka'de, Zilhicce ve
Muharrem'dir, biri de Mudar kabilesinin Recebi'dir ki o da, Cemaziyel Ahir ile
Şa'ban ayı arasındadır." İşte şimdi zaman Allah'ın yarattığı ilk günkü
şeklini almış oldu. Yani zaman üzerindeki haksızlık ortadan kalktı, senenin
ayları üzerinde oynamalara son verildi aylar ilk yaratılıştaki gibi yerli
yerine oturdu, yaratılıştaki periyoduna girdi, herbiri ne ise o oldu, Zilhicce
Zilhicce oldu. Muharrem Muharrem oldu ve hac kendi zamanında yapıldı. Çünkü bir
önceki seneye kadar nesiy yapıldığından, Ebubekir'in başkanlığında yapılan
dokuzuncu sene haccı bile Zilhicce sayılarak Zilka'de'de yapılmış idi. İşte
şimdi bütün bu haksızlıklar ortadan kalktı ve hatta her bakımdan zaman yeni bir
döneme girdi.
İşte budur sapasağlam din. Daha önceleri
yapılan Nesiy değil, dinin doğrusu budur. İşin aslı ve kadim usul budur. Her üç
senede bir ay ilave ederek senenin aylarını onüçe çıkarmak, bazı seneler haram
ayların yerlerini değiştirerek yapılan Nesiy değil, doğrusu işte budur. İslâm
dininin ahkâmına göre, tutulması gereken doğru hesap işte budur. Çünkü bu, sırf
beşerî bilgilerle, bir takım itibari hesaplarla ortaya çıkan ve nazari veya
farazi esaslara oturtulan bir hesap değil, şu görülen bütün âlemin tümünün
yaratıldığı cisimlerinin hareketleriyle sayıları hesap edilmiş, bizzat
yaratılışın üzerine yerleştirilmiş olan bir takvimdir. Ayın, güneşin ve yerin
hareketine bağlı bulunan ve Gökyüzü ile Yeryüzü var edildiği ilk gündenberi
düzenlenmiş bulunan ve "Ve Biz gece âyetini mahvettik, gündüz âyetini de
çevrenizi görebilmenize müsait kıldık..." (İsrâ, 17/12) uyarınca gece
âyeti olan ayın tedricen mahvedilmesiyle yeryüzünden bakıldığı zaman onun
ölçülerine yani, büyüyüp küçülmesine bir düzen verildiği gün başlayan hilal
değişimlerinin cari olduğu bu âlemi yaratan Allah Teâlâ'nın takdir ve takvimi
ile sabit olan ve o gündenberi koyduğu nizam olduğu gibi sürüp gelen ve herkes
için Ayın Hilali ve Bediri kadar açık ve aşikar olan ve kıymetini
yaratıcısından alan, fıtrata uygun, açık, anlaşılır ve dosdoğru bir hesaptır.
Üstelik bu bir şeriattır. Ta İbrahim ve İsmail aleyhimesselam zamanlarından
beri Araplar buna veraset yoluyla bağlı ve riâyetkâr olagelmişlerdir. Cahiliyye
devrinde bile "eşhuru hurum"e saygı gösterirler ve saygıdan dolayı bu
aylarda savaş yapmaktan sakınırlardı. Hatta bir adam babasının veya kardeşinin
katiline rastlasa, ona saldırmaz, kötü söz bile söylemezdi. "Nesî"
dedikleri değişikliği ihdas edinceye kadar bu yasağa saygı, bir dindarlık ve
geleneğe bağlılık üzere sürüp gidiyordu. Yerli yerinde, zamanı zamanında bu
yasağa saygı ibadet ve taat olarak yeniden geçerli olmak üzere, haccın Zilhice'de
yapılması icap etmekteydi, nitekim öyle oldu.
Buna göre bu aylarda nefislerinize
zulmetmeyiniz. Evvela uydurma sayılarla ve asılsız hesaplarla aylar hakkında
kendi kendinizi aldatmayınız. Allah'ın tayin ettiği vakitleri değiştirmeye
kalkmayınız. Nesi gibi ileri geri bir takım hayali itibarlarla haramı helâl,
helâli haram yapmak haksızlığında bulunmayınız. O zaman Zilhicce ayı
Muharrem'in yerine gelir, Muharrem de Safer olur. Bunlar birbirlerinin yerine
kaydırılabilir sanmayınız. Sonra oniki ayın hepsinde de haramdan, günahtan ve
haksızlıktan, özellikle birbirinize zulmetmekten sakınınız. Özellikle bu saygın
aylarda büsbütün sakınınız. Bununla beraber müşrikler nasıl size karşı topyekün
savaş yapıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız. Yukarıda beyan
olunduğu üzere hangi kesimden ve hangi cinsten olursa olsun müşriklerin hepsi
cemaatlarıyla birlikte size karşı savaşa giriştikleri ve savaşmayı alışkanlık
haline getirdikleri gibi, siz de hepsine karşı bütün müminler bir araya
gelerek, hepiniz birlik olarak onlara karşı topyekün savaş açınız. Bu emirde şu
ayda veya bu ayda gibi bir kayıt yoktur. Bu ayların hürmetinin mânâsı, Allah
için olan cihadın yasaklığı değildir. Müşrikler tarafından bu hürmet ihlal
edildiği takdirde, bu yasağı korumak için Allah yolunda savaşı bile göze
almanın gerektiğini açıklamaktır. Haksız olan savaş her zaman ve her ayda
haramdır. Şu halde haram olan aylarda daha fazla haramdır, "bunlarda savaş
büyük günah " olduğunda şüphe yoksa da haram helâl tanımayan ve fırsat buldukça
diledikleri gibi kıtal ve saldırıdan çekinmeyen müşriklere karşı genellikle
Allah için savaş emri, belli bir mekan ve zamanla sınırlı değildir. Bu her ne
zaman ve hangi ayda icap ederse o zaman icrası farz olan ve terki ve tehiri
caiz olmayan bir emirdir. Bu emre uymak da en büyük taattir. Bunun terkinde
veya tehirinde nefislere zulüm vardır ve büyük tehlikeler söz konusudur. Zira
"Fitne savaştan daha büyük beladır." (Bakara 2/217). Zulümden
korunmak da haram olan aylara saygısızlık değil, bilakis ayniyle saygıdır.
Hasılı Haram Aylar, hakikaten saygı gösterilmeye ve savaş yasağına uyulmaya
layık olan aylardır. Herhangi bir sebeple saygısızlık yapıp bu yasağı delmek ve
ihlal etmek pek büyük günahtır, nefislere zulümdür. Fakat müşrikler bunların
hürmetini ihlal ederler. Yukarıdan beri yapılagelen açıklamadan anlaşılacağı
üzere bunlar da iki türlüdür. Bir kısmı hiç hürmet tanımaz ve yasak dinlemez.
Bu ayların hürmetli aylar olduğuna inanmaz. Hangi ayda olursa olsun fırsat
bulduğu anda saldırıya geçmekten, Allah'ın nurunu söndürmeye çalışmaktan ve boş
yere can yakmaktan ve mukaddesata saldırmaktan çekinmez. Bunlar Arap müşrikleri
dışında kalan müşriklerdir. Bir kısımı da vardır ki, mesela Arap müşrikleri,
"Eş-huru Hurum" denilen yasak ayları tanırlar, bu aylarda savaş
yapmanın, cinayet işlemenin haram olduğunu bilirler ve buna inanırlar. Bununla
beraber Allah'ın emrettiği ve istediği ölçüde titizlikle riayet etmezler.
Allah'ın ayları üzerinde hesap oyunları yaparak onları değiştirmeye kalkarlar.
Böyle yaptıkları için bunlar da fırsat bulurlarsa, öbürleri gibi haram aydır
veya Mescid-i Haram'dır demeden, mesela müminler Arafat'ta iken bile saldırıya
geçip onları doğramaktan çekinmezler. Bunlara meydanı boş bırakmak ve
hürmetlerin en ziyade korunması gerektiği Haram Aylar'ın hürmeti adına bütün
hürmetlerin çiğnenmesine, hürmetin hürmeti yok etmeye vesile edilmesine fırsat
vermemek gerekir. Buna fırsat vermek nefislere zulümdür. Nitekim bu anlamda
olmak üzere Bakara Sûresi'nde "Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye
atmayınız." (Bakara 2/195) buyurulmuştur. Burada bu dört ayın hürmetini,
cahiliye devrinde olduğu gibi müşrikler tarafından suistimal edilmemek, daha
doğrusu müşriklerin bunu suistimal etmelerine meydan vermemek gerektiği
üzerinde duruluyor. Bu yasakların hakkıyle uygulanmasına engel olabilecek şirk
ve cahiliye devri âdetleri ve gelenekleri lağvediliyor. Bu aylardaki savaş
yasağının Allah yolunda cihada engel sayılmaması, cihad emrinin durumun icabına
göre ve düşmanların tutumuna göre uygulanması gerektiği, ancak bunun zaman ve
mekan ile bağlı bir emir olmadığı konusuna dikkat çekiliyor. Zamana ve mekana
bağlı olmayarak "Müşrikler size karşı nasıl topyekün savaş yapıyorlarsa,
siz de onlara karşı topyekün savaşın." buyurulmuştur ki, bu âyetin yukarısına
olan bağlantısı şöyle bir mukadder suale cevap mahiyetindedir: "Allah'a ve
ahiret gününe inanmayanlara karşı savaşınız!" emrini ne vakit yerine
getirelim? Cevap şu ki, Allah'ın vakitlerini değiştirmemek, yasaklara saygılı
olarak, zulüm ve haksızlıktan sakınarak, hangi ayda olursa olsun icab
ettiğinde, hiç gecikmeksizin topyekün savaşmak üzere savaş açınız. Şu halde
çoğunluğun dediği gibi, bundan anlaşılır ki, "Haram Aylar" kavramında
cahiliyye devrinin ne olursa olsun savaş yapmama telakkisi ortadan kaldırılmıştır.
Çünkü Allah için olmayan ve cahiliyye devrinde sürüp giden haksız adam
öldürmeler İslâm dininde her ayda ve her zaman yasaktır. 'den murad,
müşriklerin yaptığı savaşlardır. Allah yolunda yapılacak olan cihad ise her
zaman için haklara hürmetin icabı olan en büyük bir itaattır. "Onları
nerede yakalarsanız" (Bakara, 2/191 ve Nisa, 4/91) ile "Onları nerede
bulursanız" (Tevbe, 9/5) buyurulmuştur. Hill ve harem mekanda genellik
ifade ettiği gibi, bu âyet de zamanda mutlaklık ifade eder. Bundan dolayı buradaki
"dördü Haram aylardır" dan maksat bu sûrenin başında geçen "Şu
haram aylar geçince" ve "Yeryüzünde dört ay daha gezip
dolaşsınlar." âyetlerindeki dört ay değildir. Yukarıda da geçtiği üzere
Hz. Peygamber'in Veda hutbesinde açıklanan dört aydır. Ancak Ata'dan naklen
bildirilmiştir ki, gerek Harem-i Şerif'de, gerek Haram aylarda düşman hücuma
geçip saldırmadıkça, yani önce düşman savaşı başlatmadıkça gaza etmek helâl
değildir. Bunlarda kıtalin haramlığı neshedilmemiştir.
Gerçi bu yasak bütün yönleriyle ele alınmayıp,
sadece genel anlamda haram olma mânâsına alınacak olursa diye haram ayların
haramlığı takrir buyurulması buna uygun gibi zannedilebilir. Bundan dolayı
"Bunlarda nefislerinize zulüm yapmayın!" nehyinin mânâsı, bu haram
aylarda başlangıçta savaşı helâl saymak suretiyle kendinize zulmetmeyiniz,
demek olduğunu zannedenler de olmuştur. Cahiliyye devrinde alışılmış olan
şekavet (terör) savaşlarına göre bu anlayış doğru ise de hakkın emri olan
nefislere zulüm değildir, zulmü akamete uğratmak için yapılması gereken cihad
söz konusu olduğunda bu doğru değildir. "Savaşınız!" emrine de
aykırıdır. Nefislerin zulmü, savaş açısından ele alındığı takdirde doğrusu bu
âyete şöyle mânâ vermek gerekir: "Bu haram aylarda cihadı terk veya tehir
etmek suretiyle düşmanlarınızın size savaş açmasına meydan verip, kendinizi
kıtala uğratarak nefislerinize zulmetmeyiniz."
Bilfiil saldırıya geçen bir düşmana karşı,
savunmayı terk etmekte işte böyle nefisleri kıtale ve zulme maruz bırakmak
mânâsı bulunduğu gibi, haram helal, hukuk ve mukaddesat tanımayan ve fırsat
bulduğu zaman hiç acımadan saldıracağı bilinen Allah düşmanlarının saldırısına
meydan vermekte dahi aynı mânâ bulunmaktadır.
Bu suretle âyette hak takvimi ile ayların
sayıları tesbit edildikten ve haram ayların haramlığı yeniden karar altına
alındıktan sonra, haramın esas gereği ve hak dinin mânâsı canlara kıymaktan
sakınmak şeklinde özetlenmiş ve bundan haram aylarda cihadın yasak olduğunu
anlamamak ve bilakis bu hak ve hürmetin ihlali söz konusu olduğu zaman, bu
yasağı korumak için cihadın gerekli olduğu ve böylece cihad emrinin haram veya
helâl aylara bağlı olmadığı bir mutlak nass ile hükme bağlanmıştır ki:
"Size karşı topyekün savaş açan
müşriklere karşı siz de topyekün savaşın!" ve her zaman hep böyle yapın.
Ve biliniz ki, Allah muttakilerle beraberdir. Her hususta böyledir. Şu halde
yapacağınız savaşta da hep hakkı gözeten, Allah rızasını düşünen, helâl ve
haramı tanıyan, şirk ahlâkından, keyfi hareketlerden, zulüm ve haksızlıktan,
günahlardan, emre itaatsizlikten sakınan, vazifesini bilen kimseler olunuz.
Allah'ın emrine uyarak hepiniz hep birden uyum
içinde ve topluca hareket ediniz. Hakkıyle korunursanız Allah'ın yardımı ve
nusreti sizinle olacak, sizin gibi müttakilere yar olacaktır. Böyle olursanız
başarıya ulaşacağınızdan hiç şüphe etmeyiniz.
37- O Nesi (denilen o tehir, yani ayı
geriletme) işi küfürde bir ziyadelikten başka birşey değildir.
"Nesî' ": kelimesi, lugat, örf ve
şeriat açısından üç ayrı anlama gelir:
Lugat bakımından "nesî" hem masdar,
hem sıfat olarak kullanılır. Herşeyden önce fiilinden masdar olarak gelir ki,
esas anlamı tehir, etmek geri bırakmak demektir. Nitekim kırâetinde demektir.
Alışverişte "veresiye" demek olan ismi de yine bu kökten gelir. Bazı
hallerde gecikme bir ilave ile ilgili olur. O da ya tehirin gereği veya sonucu
olur. Mesela eceli tehir etmek, ömrü arttırmak, ömrü uzatmak demektir. Bir
seneye bir ay ziyade etmek demek, ertesi seneyi bir ay geciktirmek demektir.
Yahut bunun aksine birinci seneden bir ay eksiltmek, ertesi seneyi bir ay erken
başlatmak suretiyle ziyadeleştirmek demek olur. Bundan dolayı "nesî"
masdarı da bazan ziyade etmek mânâsına kullanılırsa da esas mânâsı tehirdir. Ve
bunda ziyadenin hiç bulunmadığı haller de olabilir. Mesela aynı sene içinde
Muharrem ayı, Safer, Safer ayı da Muharrem farzedilerek, bir geriye bırakma ve
öne alma yapılırsa sene yine oniki olarak kalmış olur, bir eksiklik veya
fazlalık olmaz. Bundan dolayıdır ki, âlimlerin çoğunluğu, öne alma ve geriye
bırakma mânâsını değil, örfi ve şer'î anlamda esas olan en kesin mânâ olarak
"tehir" mânâsını önemle vurgulamışlardır. Sonra "nesî", bu
tehir mânâsından "fail bimânâ meful" olarak yani gecikmiş mânâsına
sıfat olmuştur. Maktul mânâsına gelen "katîl" de böyledir. Bundan
başka fail vezninde fail olarak "nâsi" yani tehir eden mânâsına da
olabilir. Nitekim şehid, şahid demek de olabilir, meşhud demek de olabilir.
İkinci olarak örfle ilgili anlamda da Nesîy kelimesi yine bu üç mânâ ile ilgili
bir isimdir. Birincisi masdar mânâsından alınarak bir özel tehirin ismidir ki,
ayı tehir etmek demektir. Şöyle ki:
Araplar ötedenberi ayları gerçek yönüyle kamerî
aylar olarak tanıyor, seneyi de gök ayı senesi olarak oniki ay sayıyorlardı.
Hangi isimlerle sayarlarsa saysınlar ayları ve seneleri kamerî idi. İbrahim ve
İsmail aleyhimesselam zamanından beri bu oniki aydan dördünü haram aylar olarak
biliyorlar ve bu aylardaki savaş yasağına saygı gösteriyorlardı. Bu aylarda
birbirleriyle savaş yapmıyorlar, ibadetle meşgul oluyorlardı. Bu aylara o kadar
hürmet ediyorlardı ki, hatta bir adam babasının katiline bile rastlasa ona el
uzatmıyor, dokunmuyordu. Bu dört haram ayın ise Zilka'de Zilhicce, Muharrem
üçü"Serd", yani bir dizi, dördüncüsü olan Recep de tek başına idi.
Böyle ardarda gelen üç ay boyunca savaş yapmamak, bütün gelirleri gazvelere,
çapul ve ganimet elde etmeye bağlı olan bazı kabilelere zor gelmeye başlamıştı.
Bundan dolayı gazve yapabilmek için bunlardan birini tehir ederek araya boş
zaman koymaya çalışmak için ayların tertibi üzerinde oynamışlardı. Böylece
oniki ayda dört aylık yasağı daha da küçültmek, haccı da işlerine gelen belli
bir mevsimde tutabilmek için altı ayda birer hafta olmak üzere, yirmidört ayda,
yani iki senede bir ay kazanmaya çalışarak o seneyi onüç ay hesabıyla daha
uzatmışlar. Dört aylık haram aylardan üçünün birarada gelmesini önlemek için
söz konusu dört haftayı ikinci senenin sonuna bir ay olarak eklemişler ve o
seneyi onüç ay olarak kabul etmişlerdi. Buna göre bu onüçüncü ay senenin sonuna
eklendiğinden Zilhicceden sonraki ayın da Muharrem olması gerekirken, araya
sokuşturulan o bir ay yüzünden Muharrem ayı Safer yerine kaydırılmış oluyordu,
ve bütün aylar bulunması gereken yerlerinden bir ay geriye atılmış oluyorlardı.
Bundan dolayı o ilave aya "Safer-i âhir" adı verildiği gibi, bu tehir
işine de "nesîy" deniliyordu. Tehire uğrayan Muharrem'e de
"Nesîy" deniliyordu. Bu onüç aylık sene de Nesîy senesi olmuş
oluyordu. Böylece özellikle eşhuru hurum denilen yasak ayları bölmeyi hedef
tutan bir nesîy geleneği ihdas edilmiş idi. İki sene bir ay sayılması gereken
yirmibeş ay, tamamı tamamına iki sene sayılmış, ancak bunlardan birinci sene oniki,
ikinci sene de onüç olarak kabul edilmişti. Böylece bir ay göz göre göre iç
edilmişti. Oniki ay içinde dört olan eşhuru hurum yerlerinden oynatılmakla
kalmamış oniki buçukda dört nisbetine düşürülmüştü. Ve bu minval üzere her iki
senede bir ay ilavesiyle yapılan nesîy geleneği sayesinde yirmi beş senenin de
bir senesi çalınmış oluyordu. Her yirmi beş sene içinde bir sene ortadan
kayboluyor ve kaynayıp gidiyordu. Böylece yirmi beş senede bir sene yok
edildiğinden o senenin haccı da umresi de, öteki ibadetleri de yapılmamış
oluyordu, hürmetleri de terk ediliyordu.
Buna göre hac ancak birinci oniki aylık sene
ile onu izleyen ilk onüç aylık nesîy senesinde kendi vaktinde yapılmış
oluyordu, ondan sonraki yirmiüç senenin hac ve hürmetleri hep vaktinin dışında
yapılmış oluyordu. Ve bu süre içinde ayların hürmetleri tamamen gerçek vaktinin
dışında kalıyor, esas hürmet zamanlarına denk gelen yasak günleri de ister
istemez çiğnenmiş oluyordu. Ancak yirmi beş sene sonra, yani yirmi altıncı
senenin ayları tekrar yerli yerine kendi zamanına denk gelmiş oluyordu. Ve
ancak o zaman hac ve hürmetler doğru olarak kendi zamanlarında yapılabiliyordu.
İşte Hz. Peygamber'in Veda Haccı, söz konusu nesî'in sona erip yeniden ayların
yerli yerine geldiği böyle bir senede yapılmıştı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,
bu iki âyet gereğince nesî'i iptal edip "Muhakkak ki zaman dönüp dolaşıp,
Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı ilk günkü şeklini ald" buyurmuştu.
Hasılı örfte masdar mânâsı ile
"nesî" böylece ayı geriye almak, ertelemek demek olan özel bir anlam
taşır. Araplar arasında sürüp gelen şekli, bu tehirin esas mahiyeti değil, bir
özel şekli idi. Bunun Araplar arasındaki uygulamasından başka türlü
uygulamaları da mümkündür. Her erteleme bir nesîy ile ilgilidir. Fakat her
nesîin Arap'taki şekli gibi olması gerekmez. Çünkü nesîy ayların ve senelerin
sayısında hiçbir fazla ve eksik söz konusu olmadan Muharrem'i Safer, Safer'i
Muharrem, Ramazan'ı Şaban yapmak gibi bir takım takdim ve tehirlerle de
yapılabilir. Halbuki bu şekilde yapıldığı zaman, seneye ay ilave etmek gibi
birşey yoktur. Beyan olunacak şer'î mânâ açısından bu nokta çok önem taşıdığı
için tefsircilerin çoğunluğu nesî'in esas mânâsının ziyadeye mahsus olmayıp,
özellikle tehir demek olduğunu önemle belirtmişlerdir.
Böylece nesî'in birinci örfi mânâsı
anlaşıldıktan sonra gelelim ikinci örfi mânâsına:
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı üzere
bir de tehir edilen ayın kendisine dahi verilen bir isimdir ki, bu da lugattaki
"faîl bilmânâ mefûl" anlamına kullanılmaktadır. Yine yukarıda verilen
bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Araplar arasında bu anlamda "nesîy"
Safer yapılan Muharrem ayı oluyordu. Gerçi Muharrem Safer'e tehir edilmekle
senenin bütün ayları kendilerinden sonraki ayın yerine geçiyor ve hepsi tehire
uğruyordu. Bundan dolayı da bu ayların hepsine "nesîy" adı vermekte
lugat açısından hiçbir engel yoktu. Fakat onların tehire uğraması bizzat ve ilk
olmak dolayısıyla değildi, en baştaki Muharrem ayının tehiri sebebiyle
oluyordu. İşte bundan dolayı "Nesîy" tabiri, hepsinin tehirine sebep
olan Muharrem ayı için kullanılıyordu. Daha açıkçası nesîy, asıl Muharrem'den
ibaret de değildi, bir sene onüçüncü ay olarak Safer son sayılıp Muharrem'i
Safer'e, Safer'i Rebîulevvel'e doğru kaydıran ve diğer sene sayılmayıp Saferi Muharrem
saydıran ve bütün ayları dolaştıktan sonra onbirinci senede Zilhicce'yi
Muharrem saydıran, onikinci senede ise bütün bir seneyi yuttuktan sonra
Muharrem'i asıl Muharrem olarak kendi yerine getiren aydır. Bu ay Kamerî
seneden büyük olmak üzere asıl itibar edilen Kamerî olmayan senenin Kamerî
aylarından fazla olan ve bir aya bağlı olmayan günlerini başlangıçta hesaba
katmayıp, ertesi seneye bir ay olarak eklenen ilave ay demektir. Bu hesaba göre
bu ilave ay ikinci bir Safer ayı sayılırdı.
Böylece Muharrem "Nesîy" olur ve
tehir edilmiş olurdu. Muharrem ayının "nesî'i" hesaba alınıp kaza
edildiği sene de bu tehir edilmiş olurdu. Bundan dolayı müfesirler, bu
"nesîy" ayını bazen Safer, bazen Muharrem diye isimlendirirler ki,
Muharrem'den murad asıl Muharrem değil itibari Muharrem olduğu gibi, Safer'den
murad da Safer-i ahir demektir ki, bu ay Safer sayıldığı sene, Safer ayı
Muharrem, Rebîul'evvel de Safer sayılmış olurdu. Ve yine bundan dolayıdır ki,
"Kamus"da bu anlamda "Nesî" kelimesi "Nesîy, Cahiliyye
Arapları'nın tehire uğrattıkları aydır." diye tarif edilmiştir.
Birçoklarının görüşüne göre, örfte nesî'in bu mânâsı bir önceki mânâ'nın da
esasıdır. Birinci mânâda daha ziyade "nesa" veya "insa"
daha çok bilinen mânâdır. Bunlardan başka "ennesîy" ismi, "feîl
bi mânâ fâil" olarak nesî hesaplarını yapan ve bunu ilan eden
"nesîci"ye ünvan olarak dahi kullanılmıştır. Bu anlamda
"nesîy" "nâsiy" demek olur. Gerçi mânâ çok kullanılan bir
meşhur mânâ değildir. Hatta bunu birçokları zayıf bulup reddetmişlerdir.
İşte cahiliyye devri Arapları arasında bilinen
ve kullanılan "ennesîy" ismi, sırasıyla bu mânâlarda müşterek olarak
kullanılıyordu. Ve bu âyet, bunlardan her birine teker teker işareti içeriyor
ve hepsini birlikte iptal ediyordu. Öyle sebeplere ve özelliklere dayanarak
iptal eylemiştir ki, bütün bunların sonucundan, şeriatın mutlak olarak haram
kılıp tekfir ettiği genellikle geniş anlamlı ve kapsamlı bir nesiy yasağı
ortaya çıkmıştır ki, bununla yalnızca cahiliyye devri Arapları'nın geleneği
olan söz konusu özel nesîy değil, aynı zamanda benzer illet ve sebeplerle
yapılabilecek bütün nesîy türlerinin hepsinin küfür demek olduğu ortaya
konulmuştur.
Bu âyetin öncesi ve sonrası göz önünde
tutulduğu zaman nesî'nin burada şer'î anlamda kullanılmış olduğu görülür ki,
asıl üzerinde durulması gereken mânâ da budur. Bu da âyetten bütün açıklığı ile
anlaşılır ki, Arap geleneğinde mevcut olan bütün nesî çeşitlerinin hepsinin
batıl olduğunu ortaya koymaktadır. Bu mânâ Muharrem ayının haramlığını bir
başka aya tehir etmek, yani o ayda olduğuna itikad etmek diye tarif edilmiştir.
Bu tarif gerçi doğrudur, fakat eksiktir. Âyetin öncesi ve sonrası göz önüne
alınarak hasıl olacak mânâyı şöyle tarif etmek gerekecektir: Allah'ın haram
kıldığı herhangi bir haramı helâl kılmak maksadıyla vakit tehiri, hatta o
maksatla olmak üzere yapılan herhangi bir tehir veya ilave nesîydir. Şer'i
hükümlerin ilgisi mükellefin fiili olduğundan, şer'i mânâlarda aslolan masdar
mânâsıdır. Örfte isterse ikinci mânâ daha meşhur olsun. Âyette en açık olan
mânâ masdar mânâsıdır. Zira belli ki, küfr olan nesîy, nesîy yapılan ay veya
nesîy yapan kişi değil, nesîy işinin kendisidir. Bunun için müfessirler bu
âyetteki nesîy kelimesinin doğrudan doğruya açık olan mânâsının masdar mânâsı
olduğu geciken ay mânâsına alındığı takdirde 'deki ziyade küfre sebeptir gibi
bir tevil gözetilmek lazım geleceğini ve nesîy yapan mânâsına "nasi"
olarak alınmasının da esasen meşhur olmadığını, o takdirde de "küfürde
ileri gitmiş, fazla kâfir" şeklinde tevil edilmek gerekeceğini ihtar
etmişlerdir. Bununla beraber, bu mânâlar âyetten ibare ile olmasa bile işaret
ile anlaşılacağında da şüphe yoktur. Çünkü fiilin hükmü, failin ve mefulun
hükmünü de açıklar. "Onu helâl sayarlar" ifadesindeki zamirin açıkça
aya raci olmasıdır. O ihlal eden, yani helâl kabul eden kimselerin de nesîy
işini yapanlar olması açıktır. Bunlar "nesîy" kelimesinden işaret
yoluyla çıkan mânâlardır. Öyleyse bu üç mânâ derecesine göre şöyledir:
1- Nesîy yapmak küfürde ziyadelikten,
aşırılığa gitmekten ibarettir. Ondan başka bir şey değildir. Zira haramı helâl
saymak küfürdür.
2- Nesîy ayı ziyade küfre sebeptir. Çünkü
birçok haramları helâl saymaya sebeptir.
3- Nesîy yapan küfürde ileri gitmiş, fazla bir
kâfirdir. Nesîy yapmakla kâfirleri büsbütün saptırır. Allah'ın haramlarını
helâl yapmak için haram ayı, bir sene helâl, bir sene haram yapar. Seneden
seneye değiştirir dururlar.
Bir de Verş ve Ebu Cafer kırâetlerinde
"ya" harfinin teşdidiyle hemzesiz olarak okunur. Bunda da iki vecih
vardır: Birisi den 'den kelimelerinde olduğu gibi "hemze"nin
"ya"ya kalbedilmesiyle 'ün muhaffefi olmasıdır ki, ekseri dil
bilginlerinin görüşü budur. Diğeri ise "Allah'ı unuttular, Allah da onları
unuttu." (Tevbe, 9/67) âyetinde olduğu gibi terk mânâsına gelen
"nisyan"dan "mensil", yani metruk demek olup, diğer bir
açıdan nesîy ayının ismi olmasıdır. İbnü Abbas, "Bir sene terk ederler,
bir sene de Muharrem yaparlardı." demekle bu mânâyı göstermiştir. Demek
ki, ayın tehiri açısından olan mânâyı ifade eden bir isim olduğu gibi, de terki
açısından olan mânâyı ifade eden bir isimdir. Gerçekten de yukarıda açıklandığı
üzere iş yalnızca bir tehir ile kalmıyor, bir de terki gerektiriyordu. Bundan
dolayı yirmi beş senenin bir senesi tamamen terk edilip sıvıştırılıyordu. Bu
mânâyı ismi açıkça ifade etmediği halde bilhassa bu mânâyı ifade etmektedir. Şu
halde bu nesiyy ismi bir vakitler Türkçe'de deyim olmuş olan "Siviş senesi"
tabirine benzemektedir. Ve âyette mefhumu "Onu bir sene helâl, bir sene de
haram sayarlar." ifadesinin mefhumu da "Allah'ın haram kıldığını
helâl sayarlar." ifadesinin sonucunda gösterilmiş demektir ki, meâli şu
demek olur: "O nesiy" kasten unutulup boş bırakılan ve terk edilen o
mensi ve metruk ay, o siviş ayı "küfürde bir ziyadeden başka birşey
değildir." Yani sanıldığı gibi bir kazanç değil, küfrü arttırmaya yarayan
bir sebeptir. Kâfirlikte daha ileri gitmek, normal küfürden daha fazla küfür
yapmak ve yaptırmak için ziyade kılınmış bir aydır. Bununla, yani
"nesî" veya "nesiyy" ile kâfirler idlal olunurlar."
Normal küfürlerine ilaveten sapıklıktan sapıklığa sürüklenirler.
Nâfî, İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Âsım'dan
Şube ve Ebu Cafer kırâetlerinde "ya"nın fethi ve "dad"ın
kesriyle (yadillu) okunduğuna göre, bununla kâfirler dalalete düşerler. Yani bu
öyle bir şeydir ki, bunu kâfir olanlar yapar ve bu yüzden de küfür üzerine
küfür ekleyerek büsbütün sapar giderler. Yakub kırâetinde yalnızca "dad"ın
kesriyle "yudillu" okunduğuna göre üç mânâ söz konusudur:
"Bununla kâfirler idlal yaparlar." Yani kendilerine uyanları büsbütün
yoldan çıkarırlar, yahud ayları tehire uğratarak ve ekler yaparak nesiy yapan o
nesici, bu nesiy fiili ve ayı ile kâfirleri daha beter azdırır durur. Yahut
"Allah bununla kâfirleri dalalete düşürür." Şöyle ki:
Onu (o nesî'i yahut nesî ayını, yani o tehir
edilen veya siviştirilen ayı), bir sene helâl, ve bir sene haram sayarlar. Aynı
ayı bir sene helâl, yani hürmetsiz bir ay kabul ederler, ertesi sene aynı ayı
haram, yani hürmetli ay sayarlar. Mesela birinci sene Muharrem'e Safer derler
onu helâl ay sayarlar, ertesi sene de onu haram aylardan ilan ederler, hürmetli
bir ay sayarlar. Bunun nasıl bir çelişki ve şaşırtmaca olduğu meydandadır.
Halbuki bu ay gerçekte ya helâl aydır, ya haram aydır. Helâl ise haram
sayılması, haram ise helâl sayılması küfürdür.
Dikkat etmek gerekir ki, bu ifadede yalnızca
Araplar'ın yaptığı nesî'in değil, genel olarak nesî'in sonucundan doğan bir
özellik vardır. Çünkü dinî ibadetlerde esas olan zaman ölçüleri hep kamerî
senedir. Bunun üzerine fazla veya eksik her hangi bir başka sene itibar
edildiğinde, kamerî seneye göre aylar ya ileri, ya geri olmak üzere bir miktar
farkedecektir. Bundan dolayı bu uygulamadan gün ölçüsüne bağlı olan namaz gibi
ibadetler fazla etkilenmezse de hac ve oruç gibi yıla bağlı ibadetler ve diğer
işler önemli ölçüde etkilenecek ve hiçbiri kendi vaktinde yapılamayacak. Şu
halde bir sene helâl sayılan bir ay, ertesi sene -velev kısmen olsun haram sayılmış
olma durumuna düşer, kısmen de olsa bazı sapmalar meydana gelir. Ve birtakım
çelişkili durumlar ortaya çıkar. Mesela yahudi ve hıristiyanların dahi
perhizleri ve bayramları esasen hep kamerî sene hesabına ve kamerî aylara göre
iken bunları sonradan güneş yılına tahvil edip değiştirmişlerdir. O zaman
eskiden perhiz ayı olan kamerî ay bir sene tam perhiz olmuş ise ertesi sene bu
değişme yüzünden mutlaka beş on gün daha doğrusu onbir gün o ayın perhizinden
eksik yapılmış olur. Hele bir kaç sene sonra behemahal kendi günlerinin tamamen
dışına çıkmış olur. İşte "Bir sene helâl, bir sene haram kılarlar."
tarifi ise bu iki halin ikisine de uygun düşmektedir, her ikisi için de
doğrudur. Özellikle ilâhî ifadesi, onu "Bir sene helal başka bir sene
haram kılarlar." anlamına dahi gelmektedir ki, bunun mutlaka ertesi sene
olması da gerekmez. Böylece âyetin kapsamındaki genişlik ortaya daha iyi çıkmış
olur. İşte bundan dolayı burada Arapların bir sene nesîy yapıp, diğer sene
yapmadıkları ve "bu sene Safer helâldir, bu sene bu ay Safer'dir."
diye helâl ve haram çelişkisini her sene yeniden ilan ettikleri anlaşılmakta
ise de nesî'in ne olduğunu ortaya koyan en bariz özelliği onun şer'î yönüyle
ilgili olmayan diğer özelliklerden ve şekillerden soyutlanarak, yahudi, hıristiyan
ve daha başka din mensuplarının nesîy benzeri tasarruflarını da içine alacak
şekilde geniş bir perspektifle ifade edilmiş olmasıdır. Bundan dolayı bir
nesî'in, yani bir vakti tehir ve takdim etmenin küfür ve dalalet olup
olmadığını anlamak için Araplar'ın bu nesîy işini nasıl yaptıklarını tetkike de
lüzum yoktur. O cihet âyetin maksadının dışındadır. Bu husus aydınlığa
kavuştuktan sonra, aynı ayı, bir sene helal, bir sene haram yapmanın bir küfür,
bir dalalet ve bir sapıtma olduğu da gayet açık olarak ortadadır. Binaenaleyh
iş bu kadarla kalsa nesîy yapmak nisbeten basit ve kendi halinde bir küfürden
ibaret kalırdı. Fakat mesele burada kalmıyor, birbirine bağlı olarak iki ayrı
maksada âlet olmak üzere daha şumullü ve daha yaygın bir şekilde yapılarak
gayet saptırıcı ve şaşırtıcı katmerli bir küfür halini alıyor.
Bakınız aynı ayı bir sene helâl, bir sene
haram yapma şaşırtmacasını niçin yapıyorlar? Allah'ın haram kıldıklarının
adedine uygulayıp da Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılsınlar diye böyle
yaparlar. Yani hakikaten haram aylar özellikle falan falan ayların kendileri
değil de keyfe göre dört ay imiş, her hangisi olursa olabilirmiş gibi. Sene
içinde herhangi dört aya hürmet gösterilirse hürmetsizlikten kurtulunurmuş
gibi. Mesela Zilkade'de de hac yapılmakla sanki Zilhicce'de, yani vaktinde
yapılmış gibi, hac farzı yerine getirilmiş olurmuş. Şaban ayını Receb saymakla
Receb ayına mahsus olan hürmet hakkı eda edilebilirmiş sanki. İlh... Ayrıca
oniki ayda dört oranı, onüçe dört oranı ile aynı şeymiş gibi. Ayların
kendilerine mahsus olan hürmetleri çiğnenmekle kalmıyor, seneye ay eklenmek
suretiyle bir ay şaşırtmacasını senenin bütün aylarına ve bu arada özellikle
ucunu haram aylara dokundurmak ve dolayısıyla nesîy olayını hepsine uygulamak
ve hepsini yerinden oynatarak onlara ait hürmeti başka aylara atmak ve bu
suretle onların yerlerine kendi uydurdukları dört ayı haram ay saydırmak,
sonuçta da Allah'ın haram kıldığı ne kadar yasak varsa hepsini helâl yapmak
için böyle yaparlar. İşte nesiy şaşırtmacasından maksat böyle bir saptırma,
böylesine geniş boyutlu ve katmerli bir küfür olayını gerçekleştirme çabasıdır.
Bunun esas gayesinin bundan başka birşey olmadığı açıktır.
Bu talili açıkça gösteriyor ki, cahiliyet
geleneğinde nesiy sadece bir tek ayın tehirine ve hürmetinin ihlal edilip haram
sayılmasına münhasır bir olay değildi. Dolayısıyla bütün haram aylara
uygulanıyordu. Bundan asıl maksatları da bu idi. Birinci sene Muharrem'in Safer
kabul edilip haram sayılması sebebiyle o sene içindeki dört ay da yer
değiştirmeden dolayı helâl sayılmış olacaktır. Gelecek senenin başındaki
Muharrem'den itibaren bir ay geriletilmesi demek olacağı da açıktır. Bu da sırf
kamerî aylarla ifade olununca Muharrem ayının Safer yapılması demek olur.
Bundan dolayı tefsirlerde rivayet olunageldiği üzere Muharrem'i Safer
yaparlardı tarifi, aslında giden seneyi bir ay arttırırlar, gelen seneyi de bir
ay geciktirmiş olurlardı demenin en açık ifadesidir. Bu noktayı dikkatten uzak
tutmamalıdır. Gelen senenin Muharrem'i Safer itibar edilince Muharrem fazla ve
helal bir ay olmuş oluyordu ve o senenin son ayı olmuş oluyordu. Oysa İkinci
senenin ilk ayı olması gerekirdi. Eğer bu bir ay geriletmenin her sene yeniden
yapıldığı, yani her sene yeni bir nesîy yapıldığı kabul edilirse oniki senede
tam bir sene iç edilmiş ve tamamen sıvıştırılmış, onüç sene oniki sene yapılmış
olur. Bir senesi de bütünüyle inkâr edilmiş ve helâl kılınmış olur. Ve aylar
ancak onüç senenin sonunda yani ondördüncü sene kendi yerlerine oturmuş olur.
Nesîy yapılan ayın hürmetine gerçek anlamda ancak o sene riayet edilmiş olur.
Bununla beraber bu senelerin hiç birinde Muharrem ayı, Hac edilen aydan sonra
gelen ay olmaz. Fakat âyetin ifade ettiği üzere nesîy olayı iki senede bir
yapılırsa yirmibeş senede bir sene çalınmış olur ve ancak yirmi dört senede iç
edilmiş olur ki, Araplar böyle yapıyorlardı. Eğer ay tehiri iki seneden fazla
bir sürede olursa, o zaman söz konusu iç edilecek senenin sıvıştırılması da
daha fazla senelerin geçmesini geretirir. Mesela yahudi ve kildani takvimiyle
üç senede tam bir ay iç edilmesiyle otuzaltı senede, fakat hıristiyan
takvimiyle otuzüç senede tam bir sene çalınmış olur. Hepsinde de bir ayın
tehirinden itibaren hürmetler yalnızca sayılara uygulanabilir fakat zamanında
uygulanmış olmaz. Yerlerinden alınarak başka yerlere kaydırılmış olur. Mesele
basit bir geciktirme olayından ibaret kalmayıp nesîy yapanların ortaya
koydukları hürmetlere saygı gösterilmiş, Allah'ın koyduğu hürmetlere riayet
edilmemiş ve hatta inkâr edilmiş olur. Sonuçta da bir senenin hürmetleri ve
ibadetleri hiç yapılmamış ve yerine getirilmemiş olur. Ve devirler
tekrarlandıkça bu durum da sürekli tekrarlanmış olur. Böylece sadece ayların
değil, Allah'ın koymuş olduğu bütün yasakların çiğnenmesi, haramların helâl
kabul edilmesi alışkanlık haline getirilmiş olur ki, artık bunun ne kadar büyük
idlal ve saptırma, ne ölçüde katmerli bir küfür olduğu tasavvur olunmalıdır.
Demek ki, her zaman yapılması helâl ve mübah
olan şeyler açısından yapılan gecikmeler nesîy adını almaz. Her hangi bir
hürmet kendi vaktinin dışına kaydırılıp helâl sayılmadıkça onda
"nesîy" anlamı bulunmaz. Yalnızca bir hürmeti, yani Allah'ın
yasakladığı bir haramı helâl saymak bir küfürdür. Bunu diğerlerine
bulaştırmadan yalnızca bir ayın veya bir vaktin tehir edilmesi ve helâl
sayılması örf açısından nesîy sayılmasa bile şer'an nesîy sayılır. Ancak küfrü
katmerli olan bir nesîy değil, basit bir nesîy demek olur. Bir vaktin tehir ve
helâl sayılmasını başka ayların da helâl sayılmasına yol açacak şekilde bilinen
özellikleriyle yapılan nesîy ise ne şekilde olursa olsun basit bir küfürden
ibaret kalmaz. Sebebiyet verdiği helâl sayılmalardan dolayı, söz konusu haramın
fazlalığı oranında çokça bir küfür demektir. 'dür. Bunu uygulayanlar, bu yolu
seçenler bir kere kâfir olmakla kalmazlar, olayın her tekrarında yeniden bir
kere daha küfre düşmüş olurlar. Haram olanı her helal sayışlarında yeniden
küfretmiş olurlar, her seferinde küfürlerini yenilemiş olurlar. Bu küfür
hesaplarını ne kadar ince ve gizli oyunlar kullanarak yaparlarsa halk için,
avam için bunun farkına varılması o ölçüde gizli ve zor olacağından, saptırma
ve dalete düşürme gücü de o nisbette ziyade olmuş olacaktır.
Bu sapıklığın ve saptırma çabalarının asıl
kaynağı nedir bilir misiniz?
Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine güzel
gösterilmiştir. Süslü ve hoş bir şeymiş gibi gösterilmiştir. İşte bundan dolayı
aldanırlar. Sayısal hesaplara çok önem veriyorlarmış perdesi altında dinden
zaman çalıp Allah'ın haram kıldığı yasakları helâl yapmayı ve kendilerine zulmetmeyi,
birbirlerine haksızlık yapmayı dünyada bir kâr sayarlar. Bunu bir meziyetmiş
sanırlar. Dirayetli bir iş beceriyorlarmış hissine kapılıp küfürde ileri gitmiş
olmaktan hoşlanırlar. Yaptıkları işi beğenirler. Ve Allah kâfirler güruhuna
hidayet etmez." Genellikle kâfirlere küfürlerinden dolayı iyiyi kötüyü
seçtirmez. Nesîy yapanlar ve onlara kananlar da esasen Allah'a ve ahirete
inanmayan kâfirler olduklarından o sapma ve sapıtma ile küfürde ziyadeliği
kendilerine süslü ve güzel gösterilir. Ve bundan dolayı küfürden küfre,
sapıklıktan sapıklığa yuvarlanıp giderler de doğru yolu bir türlü bulamazlar.
Bu nesîy meselesini ve özellikle cahiliyyet
devri Arapları'nın nesî şeklini birçokları iyice tasavvur edemedikleri için bu
konuda tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerin tariflerini ve âyetinin
gereklerine uygun olarak düzenlediğimiz şu cetveli buraya yerleştiriyoruz ki,
bu göstergede cahiliyet devri Arapları'nın yaptıkları nesîy hesapları
kolaylıkla görülebilir. Büyük daire oniki nesî'de yirmi beş senenin bir
senesinin nesîy yoluyla nasıl iç edildiğini, yirmidört senede ikişer sene
sırasıyla Muharrem yapılıp, sene başı sayılan ayları kendi adlarıyla gösterir
ki, onüç rakamlılar da onüç aylık nesîlerdir, oniki aylık rakamlılar da oniki
aylık kaza seneleridir. İçindeki dairede ise o ikişer senede Zilhicce yapılıp
haccedilen ve hac vakti farzeyledikleri mevsime tesadüf eden ayları gösterir.
Şöyle ki:
İşte nesîy böyle, kâfirlerin tutumları da öyle
iken:
Meâl-i Şerifi
38- Ey iman edenler! Size ne oldu ki,
"Allah yolunda cihada çıkın." denilince olduğunuz yere yığılıp
kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya
hayatının zevki ahiretin yanında ancak pek az birşeydir.
39- Eğer topluca savaşa katılmazsanız, O sizi
acı bir azaba uğratır ve yerinize başka bir kavmi getirir ve siz O'na zerrece
bir zarar veremezsiniz. Allah'ın herşeye gücü yeter.
40- Eğer siz ona (Peygamber'e) yardım
etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları
vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada
arkadaşına "Üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Allah onun
kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla
desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir.
Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
41- Ey müminler! İster hafif techizatla, ister
ağırlıklı olarak seferber olun ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda
cihad edin. Eğer bilirseniz böylesi sizin için daha hayırlıdır.
38- Ey iman etmiş olanlar! İman etmiş
oldukları ötedenberi bilinenler, ne yapıyorsunuz, size böyle noldu ki, Allah
yolunda seferber olunuz denildiği zaman, yere doğru ağırlaştınız, yere
meylederek, yerin cazibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine, yeryüzünün
çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız, tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz,
yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz, korku ve kederinizden yerlere
yığılakaldınız.
Rivayet olunduğuna göre, bu durum, hicretin
dokuzuncu yılında Tebük Seferi'ne çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman
meydana gelmişti. O zaman Huneyn ve Taif seferinden yeni dönülmüş
bulunuluyordu. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme
rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine'nin hurmaları
yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman da
sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Rum askeri üzerine gidilecekti.
Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı.
Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik
ilanı birçoklarına ağır gelmişti, bu orduya "Ceyşi Usret = Zorluk
Ordusu" adı verilmişti. Böyle birçok müşkilat içinde teçhiz edilebilen
piyade ve süvarilerin toplamı yirmi bin kişilik bir ordu ile Hz. Peygamber
Tebük istikametine hareket buyurmuş, bedevî kabilelerinden birçokları ve
müminlerden bazıları ve birçok münafıklar sefere katılmamışlar, evlerinde
kalmışlardı.
Bu sûrenin nüzul sebeplerinden bir çoğu bu
Tebük seferi sırasında meydana gelmiş olduğundan bu âyetten başlayarak o sefer
sırasında meydana gelmiş olan birçok hoşa gitmeyen durumları açıklamak ve
tenkid etmek ve ondan sonra o gibi hallerin meydana gelmemesi için onları
uyarmak suretiyle genel bir tevbekârlık şevkiyle müminlere yeniden moral
verilmiştir. Şu halde buradan itibaren "berâet" konusu içinde bulunan
"tevbe" konusuna giriyoruz. İlk önce Allah yolunda cihad ve
seferberlik emrine karşı ağır davrananları kınayan bir ifadeyle söze
başlandığını görüyoruz. Bu hitabın "nesîy" âyetinin hemen arkasında
yer alması ne kadar anlamlıdır. Aslında bu âyetler nüzul bakımından nesîy
âyetinden önce gelmiş olduğu halde, tertibinde onlardan sonraya konması
gösterir ki, bu hitap o günlerden ziyade ileride gelecek müslümanlara
yöneliktir.
"Nefr" lugat anlamıyla heyecan
verici bir emirden dolayı fırlayıp ileri çıkmaktır. Ürküp kaçmak demek olan
nüfur da bu kökten gelmektedir. Fakat nüfur yalnızca kaçıp kurtulmak için
olumsuz anlamda kullanıldığı halde "nefr" düşmana karşı gaza için
fırlayıp çıkmak anlamında kullanılır. Böyle evlerinden çıkıp bir yere toplanan
cemaate "nefir", onlardan her birine nefer denilir. Önderin,
insanları cihada teşvik etmesine de istinfar adı verilir ki, dilimizde buna
"seferberlik emri", Frenkler'de "mobilizasyon" denir. Yani
halkı yerinden kaldırıp harekete geçirmek demektir. Söz konusu istinfar, yani
seferberlik ilanı ya genel, ya özel anlamda olur. Genel anlamda olanına
"nefîr-i âm" denilir ki, bu bizim eski dilimizde de aynen
kullanılırdı. "Allah yolunda seferberlik edin!" mutlak ve genel
anlamda olduğu için her iki şeklini de kapsamı içine almaktadır. Demek ki,
Allah yolunda seferberlik emri verilince şekline göre hemen icabet etmek
farzdır. Burada işi ağırdan alanlar bile kınanmıştır, azarlanmıştır. Elbette bu
ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat bir
bütünlük meydana getirmesi gereken bir toplum içinden bazılarının ağırdan
alması, bütünün hareketini ağırlaştırıp aksatacağından ve seferberliğin
vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine de sebep olacağından, bunun da
zararının bütün müslümanlara dokunacağı bilindiğinden hitap şekli böyle irad
buyurulmuştur, ki:
Niçin ağır aldınız, dünya hayatına (o alçak
hayata) razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının menfaatı ahirette, ahiret
hayatının yanında, pek az, pek aşağılık bir şeyden başkası değildir.
39- Eğer nefîr olmazsanız (yani Allah yolunda
birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılamazsanız) O sizi, pek
acı bir azap ile cezalandırır. O sebeple Allah başınıza, kolay kolay altından
kalkamayacağınız acı bir felaket getirir. O hoşlandığınız, o uğruna cihadı terk
veya ihmal ettiğiniz dünya hayatınızı kıtlık, sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet
gibi çok acıklı sebeplerle elinizden alır, sizi perişan eder. Ve başka bir
kavimle size yer değiştirtir. Yerinizi, yurdunuzu sizin elinizden alır, başka
bir kavme verir. Emirlerini onların eliyle yerine getirir, onlara infaz
ettirir. Siz imanı ve cihadı terk ederseniz, sizi yok eder, sizin yerinizi
alacak başka insanlara iman nasip etmek suretiyle onları peygamberine yardımcı
kılar. Ve siz ona, o peygambere hiçbir zarar veremezsiniz ve Allah'ın her şeye
gücü yeter.
40- Eğer siz ona, o peygambere gerek topluca
(nefir halinde), gerek teker teker yardım etmezseniz, Allah ona kesinlikle
yardım eder. Zira bu bir hakikattir ki, Allah onu mansur kılmıştır. Yardımına
mazhar etmiştir. Hem bakınız ne kadar kısa bir zamanda Kâfirler onu yurdundan
çıkardıkları vakit, Mekke'den çıkmasına sebep oldukları vakit, ikinin birisi
iken, ki ikisi de mağarada idiler, ikisi de o mağarada bulundukları sırada, (bu
mağara Mekke'nin Güney-Doğu tarafında Sevr dağının tepesinde bulunan bir
mağaradır. Enfâl Sûresi'nde "O vakit o küfredenler, seni tutup hapsetmek
veya öldürmek, yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı."
(Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine bkz.) işte tam o mağarada iken o, arkadaşına,
(biricik dostu ve yoldaşı olan Ebu Bekir'e): "Hiç üzülme, çünkü Allah
bizimledir." diyordu. Yani yardımıyla ve korumasıyla daima
beraberimizdedir, gözeticimiz ve yardımcımızdır. O, yakınlarına sahip çıkacak,
onlara hüzün bile verdirmeyecek, nerede olursak olalım bizi koruyacak ve
himayesi hep üstümüzde olacaktır. Artık bu kesin iken hüzne yer yoktur, diyerek
arkadaşına teselli veriyordu, onu hüzünlenmekten men ediyordu. Rivayet olunduğu
üzere, bu sırada müşrikler izleri takip ede ede gelmişler, mağaranın önünde ve
üstünde dolaşıyorlardı. Bu anda Ebu Bekir, korkmuş ve üzülmeye başlamıştı.
"Ya Resulallah, ben ölürsem, nihayet bir kişiyim, sıradan bir insanım,
fakat sen öldürülürsen Allah'ın dini yok olur gider." diyerek üzüntüsünün
asıl sebebini dile getirmişti. Resulullah da o durumda, yani üçüncüleri Allah
olan o ikinin ikincisine "neden şüpheleniyorsun?" "Üçüncüsü
Allah olan bu iki için ne diye üzülüyorsun?" Yani durum böyle iken neye
endişe ediyorsun, endişen niye? "Üzülme Allah bizimle beraberdir."
dedi. Allah da derhal ona, o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Öyle hüzün
içindeki bir anda bile peygamberinin gönlüne herhangi bir ...ün kondurmadıktan
başka onun feyzi ile arkadaşı Sıddık'ın hüznünü def'edip kalbine bitmez tükenmez
bir huzur ve itminan verdi, rahmetiyle onu hüzünden bir anda uzaklaştırdı.
Şöyle bir düşünülsün, Mekke'de Resulullah'ı öldürmek maksadıyla evini dört bir
yandan kuşattıkları ve Resulullah'ın onlara görünmeden geceleyin çıkıp Ebu
Bekir'in evine gidip, onu da yanına alarak Sevr dağındaki mağaraya gittiği o
hicret günleri ne tehlikeli günlerdi ÉÊ}Ve o kadar düşmanın her tarafı didik
didik aradıkları iki zatın bir ıssız mağarada saklandıkları korkulu saatler...
Ve öyle bir zamanda bile Resulullah'ın arkadaşına "Üzülme, Allah
kesinlikle bizimledir." dediği anlar ÉÊ}Ve işte böyle bir anda bile
Resulullah'ın hiçbir hüznü caiz görmeyen o iman ve yakın hali, o iman, metanet
ve sekineti, ne ilâhî bir kuvvet, ne i'cazkâr bir müjdedir ÉÊ}Sonra öyle kutsal
bir endişe ve hüzünle sızlayan bir gönül, bu müjde üzerine derhal onu tasdik
edip ilâhî bir sekinet ile o anda huzura kavuşsunte Sıddık'ın kalbindeki
sadakat ve imanu nasıl bir sadakat, bu ne kadar yüksek bir iman!Ve o anda
hakka'lyakîn tecelli eden ilâhî beraberlik ve ilâhî rahmetten inen rabbani
sekinet ne ezeli bir hakikat, ne sonsuz bir rahmet ve nusrettir.
İşte Allah, Resulünü böylesine müşkül
durumlarda bile yalnızlığa terk etmedi. Daha dün denecek kısa bir zaman önce o
durumlardan kurtarıp Mekke'nin fatihi durumuna getirdi. Onu işte böylesine
mansur ve muzaffer kıldı ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve o
kâfirlerin kelimesini, küfre davetlerini süfli kıldı, onu alçalttıkça alçalttı.
Öyle ki, en alçak kelime o oldu. Birine kâfir demek en büyük hakaret sayılır
oldu halbuki Allah'ın kelimesi, (yani kelime-i tevhid ki), "Allah'dan
başka tapacak yoktur." sözü en yüce olan odur. En üstün, en yüce
kelimedir. Ve Allah aziz, (yani güçlüdür), hakim (hikmet sahibi)dir. Yenilmez,
yanılmaz, onunla uğraşılmaz, hükmüne, kararına karşı gelinmez, O'nun koruduğu
yok edilmez, kahrettiği de kurtarılamaz. Sebepler O'na değil, O sebeplere
hükmeder. Hükmü ve tedbiri de ayniyle hikmettir. O'nun şanı ve celali
başkalarının yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Kulların Allah'ın dinine
yardım ve Allah'ın kelimesini yüceltmek için nefir halinde topyekün cihadla
emrolunmaları hem onun kulları üzerindeki bir hakkı, izzeti ve şanıdır, hem de
onların menfaatlarının gereği olan bir hikmettir.
41-Bundan dolayı "Allah için seferber
olunuz." denildi mi, hemen kendiliğinizden hifafen ve sikalen koşup
toplanınız. Yani gerek yeyni, gerek ağır, hangi halde olursanız olunuz, yani
gerek size kolay gelsin, gerek ağır gelsin, genç ve ihtiyar, bekar ve evli,
işsiz ve meşgul, fakir ve zengin, piyade ve süvari, ister ağır silahlarla ister
hafif silahlarla, kendi durumunuz ve silah durumunuz her ne ise savaşa
katılabilenleriniz, hepiniz hiç beklemeden akın akın nefir olunuz, mallarınızla
ve canlarınızla cihad ediniz. Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten
ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya
gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde cihad etsin. Hepiniz topyekün
cihada katılınız. Böyle topyekün cihad sizin için hayırlıdır, tamamen hayırdır,
eğer bilir iseniz. Yani hayrın ne olduğunu bilmek melekesine ve duygusuna sahip
iseniz biliniz bu sizin için hayırdır. Bilirseniz cihada koşarsınız.
Bu kayıt da hayır olan cihadın ilme, yani bu
işi iyi bilmeye bağlı olduğuna bilginin özünün de hangi işin daha hayırlı
olduğunu bilmek demek olduğuna işaret vardır. Şu halde kılıçla cihadın temeli
dahi bilgidir, eğitimdir. Ayrıca dış düşmanları tanımadan evvel kişinin kendi
kendisini tanıması, bilgisizlikten kurtulup cehaletini yenmesidir ki, bu da
nefse karşı cihaddır. Buna "cihadı ekber" denilir. Taberi tefsirinde,
Berâet Sûresi'nin ilk nazil olan âyetinin âyeti olduğu hakkında iki ayrı
rivayet zikrolunmuştur. Mücahid'den de bu sûrenin ilk nâzil olan âyetinin
(âyet, 25) olduğu hakkında bir rivayet vardır ki, söz konusu âyette ilâhî
nusret tarif olunmuş ve Tebük Seferi için teşvik ve terğib olarak gelmiştir,
diye de naklolunmuştur. (Bu konuyla ilgili olarak bu sûrenin 91. ve 122.
âyetlerin tefsirine bkz.)
Ebu Bekir Cessas'ın "Ahkâmı Kur'ân"da
zikrettiği üzere: Mal ile cihad iki şekilde olur: Birisi malını, savaşta
kendisine lazım olacak hayvan, silah alet ve edavat, araç gereç erzak vs. gibi
levazım ve mühimmata sarfetmektir. Diğeri de öbür mücahitlerin ihtiyaçlarına
harcamaktır. Nefisle, yani bizzat şahıs olarak katılacağı cihad ise türlü
türlüdür. Bizzat savaşa katılmak, savaşa katılacakları bilgilendirmek için
eğitim görevi yapmak, cihadın ahkamını ve önemini anlatmak, bu konuda Allah
Teâlâ'nın emirlerini talim eylemek, komutan olarak bizzat savaşı yönetmek,
düşmanın harekatı, ihtiyaçları ve eksikleri hakkında bilgi toplamak için
istihbarat görevi yapmak ve savaş hakkında kendi bildiklerini ve tecrübelerini
ilgililere bildirmek ve Allah rızası için bu yönde çeşitli hizmetler vermek. Hasılı
müslümanları güçlü kılacak ve düşmanı vehim ve şüpheye düşürecek her türlü çaba
ve gayret bizzat savaşa katılmak sayılır. Şu halde bu gibi hizmetlere koşarken
kendi cebinden harcayacağı paralar da mal ile cihada girer. Bu konuda Allah
rızası için çaba harcamak, herşeyden önce kendi nefsinin tembelliğine ve
ataletine karşı, rahatına düşkünlüğüne karşı yapılmış bir fedakârlıktır.
Malını, bu uğurda harcaması da mala mülke olan ihtirasını yenmeye yönelik bir
fedakârlıktır. Bu da kişinin kendisiyle ilgili gerçek hayrı ve şerri, fayda ve
zararı hakkıyle ayırdedebilmesine, bu da yüce hayrı bilmesine bağlıdır.
Seferberlik emrine karşı ağır davrananlara
kesinlikle bir azarlama yapıldıktan sonra bu âyette "nefir-i âm",
yani topyekün savaş için seferberlik emri bütün ayrıntılarıyla tebliğ
edilmiştir. Ardından da uydurma mazeretler gösterip savaşa katılmayanların, bu
konuda fedakârlık gösteremeyenlerin alçaklıklarını ve münafıkların, nifak ve
fitne çıkarmak için giriştikleri çeşitli oyunları ve düştükleri kötü durumu
tasvir ve açıklamak üzere, Hz. Peygamber'e yönelik bir hitap ile buyuruluyor
ki:
Meâl-i Şerifi
42- Eğer o sefer, yakın bir ganimet ve kolay
bir sefer olsaydı mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat o meşakkatli yolculuk
kendilerine uzun bir sefer geldi. Bununla beraber, "Bizim de gücümüz
yetseydi, sizinle beraber elbette sefere çıkardık." diyerek Allah'a yemin
edecekler, nefislerini helake sürükleyecekler. Allah biliyor ki, onlar iyice
yalancıdırlar.
43- Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler
kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını
beklemeden niçin onlara izin verdin?
44- Allah'a ve ahiret gününe inananlar,
mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi görev bildiklerinden (zaten geri kalmak
için) senden izin istemezler. Allah o muttakilerin kimler olduğunu bilir.
45- Senden izin isteyenler, olsa olsa Allah'a
ve ahiret gününe inanmayanlar olabilir. Onların kalbleri hep işkillidir. Bundan
dolayı şüphe içinde bocalayıp dururlar.
46- Eğer sizinle beraber cihada çıkmak
isteselerdi, elbette onunla ilgili olarak bir takım hazırlıklar yaparlardı.
Fakat Allah davranmalarını istemedi de onları yoldan alıkoydu ve (kendilerine):
"oturun oturanlarla beraber" denildi.
47. Eğer içinizde sizinle beraber cihada
çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka şeye yaramayacaklardı ve aranıza
fitne sokmak için uğraşacaklardı. İçinizde onların laflarına kanacaklar da
vardı. Allah, o zalimleri iyi bilir.
42-Ya Muhammed! Eğer o davet olundukları
hedef, yakın bir kelepir ve orta halli bir sefer olsaydı kesinlikle peşine
takılırlardı, hepsi arkana düşer, seninle yola çıkarlardı. O katılmayanlar
evlerinde kalmazlardı, Allah rızası için olmasa bile kolay elde edecekleri o
menfaat için hemen arkandan gelirlerdi. Lâkin o şukka (yani o meşakkatli uzun
mesafe), onlara uzak geldi. O cihada katılmayanlar, öyle zahmetli işe
gelemezler, başarıyı uzak görürler, ihtimal verseler bile zahmet ve mücahede
ile elde edilecek büyük işlere yanaşmazlar. Uzun mesafeler alarak dünyanın en
kuvvetli devletine Bizans ordularına karşı gidip göğüs göğüse cihad etmek gibi
bir mühim hizmet ve şerefli iş, o kelepircilerin himmetlerinden alçak uzak
düştü. Onun için sana uyup arkandan gelemediler, yerlerinde kaldılar.
Göreceksin, yakında bunlar, Allah'a yemin ederek "Gücümüz yetseydi kesinlikle
biz de sizinle beraber cihada çıkardık." diyecekler.
Bu cümle gaybden bir haberdir ve Tebük
Seferi'nin başarı ile sona ereceğini bildiren bir müjdedir. Yani siz onların
uzak ve zahmetli görüp katılmadıkları bu seferden yakında zaferle döneceksiniz
ve o zaman onlar size katılmadıkları için özür beyan edecek ve size hulus
çakmak için yalan yere yemin edecekler.
Kendilerini helak eyliyecekler. Zira yalan
yere yemin etmek kendini helake sürüklemek demektir. Nitekim Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz demiştir ki; "Yalan yere yemin, yurtları ıssız bırakır."
İkinci bir mânâ olarak, yemin edercesine, helak edercesine, parçalarcasına
yemin edecekler. Üçüncü bir mânâ da en ön safta çarpışıp ölürcesine cihad
edeceklerine dair yemin ederler. Yani "Eğer biz cihada katılacak olsaydık
ölüm tehlikesi karşısında bile hiç göz kırpmadan savaşırdık." diye yemin
edeceklerdi. İşte böyle iddialı bir şekilde yemin edecekler. Allah ise bilir
ki, gerçekte bunlar kesinlikle yalan söylüyorlar, yalancıdırlar. Gerek
"gücümüz olsaydı beraber çıkardık" bahanelerine, gerekse kendilerini
göz kırpmadan tehlikeye atacaklarına dair yaptıkları yemine, hepsine birden ait
olmak üzere yalan söylediklerini ifade ediyor. Yani dedikleri de, demek
istedikleri de, yeminleri de yalandır. Çünkü cihada katılmamalarının sebebi
güçlerinin yetmeyişi değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi, öyle
iken çıkmadılar. Bu âyet dolayısıyla delalet ve işaret eder ki, savaşa
katılacak gücü olmayanlar "Hafif hazırlıkla ve ağır hazırlıkla topyekün
savaşa katılın." emrinin kapsamı içine girmezler. Bu emir, az çok gücü
yetenlere ait bir emirdir.
Özetle, Ya Muhammed, siz bütün zorluklara
rağmen bu seferde başarılı olacaksınız ve o alçaklar, o savaşa katılmayan
yalancılar ve o fitneci münafıklar, size hulus çakmak için, size yaranmak için
yalan yere yeminler edip, sizi inandırmaya çalışacaklar ve kendilerini helak
edercesine çaba harcayacaklar.
43- Allah senden affetti. Bu hitap daha önce
Hudeybiye Olayı üzerine nazil olmuş ve Hz.Peygamber'in gelmiş geçmiş ve gelecek
kusurlarının bağışlanmış olduğunu bildiren (Fetih 48/2) âyetindeki müjdeyi
hatırlatır. Bu hatırlatma ise Tebük Seferi'nin Hudeybiye tarzında meşakkatli
bir sefer olduğuna ve bazı bakımlardan onun bir benzeri ve tamamlayıcısı
durumunda bulunduğuna ve arkasında da onun gibi büyük bir fethi gizlediğine
işaret anlamına gelir. Yani nasıl ki, Hudeybiye seferi ve muahedesi herkesin,
dış görünüşü itibariyle karşı çıktığı, fakat sonuçta Mekke'nin fethiyle
noktalandığı ve Arap yarımadasında şirkin mağlubiyetine, İslamiyet'in yayılıp
yücelmesine başlangıç olmuşsa, yani yeni bir devir açmışsa, bu Tebük Seferi de
onun gibi, dış görünüşüyle zor ve meşakkatli bir sefer olmasına rağmen
müşriklerden bir berâet olarak İslâmiyetin bütün âleme yayılmasına ve zuhuruna
bir başlangıç teşkil edecek yepyeni bir feth-i mübindir.
Bununla beraber örfteki anlamıyla
"afv" bir günah, bir kusur ile ilgili olacağından bütünüyle gözü, özü
ve gayreti takvaya yönelik olan kurbiyyet (yakınlık) ehline ve masum kimselere
bir af bildirisi ne kadar büyük bir müjdeyi içine alırsa alsın, o ölçüde de
endişe ve heyecana yol açan bir üzüntü sebebi olabilir. Çünkü kurbiyet ehli olan
ebrarın asıl hedefi, cezadan kurtulmak değil, zenbin kendisidir. Onların
gözünde günahın işlenmesi, ona verilecek cezadan daha ağırdır. Şu halde bütün
gayeleri, Allah rızasını aramak ve gözetmek, yüceliklere erişmek olan, Allah
tarafından kendilerine bırakılmış olan ve ictihada dayanan hususlarda bile
Allah katında evla ve efdal olanı isabetle tayin edememekten başka bir günah
düşünülemiyecek olan bu gibi kimseler hakkında sitem bile büyük bir ceza yerine
geçeceği için, bunlara "affolundun" diye hitap etmek bile, onların
temiz duygu ve düşüncelerini olağanüstü bir heyecanla harekete geçireceğinden
ve yüreklerini titreteceğinden "Eyvah ben ne yaptım!" diye
üzülmelerine sebep olur. Bu bakımdan "Allah seni affetsin." müjdesi
bile, mesela "Allah senden razı olsun." gibi bir sevince vesile olmaz
da daha fazla dikkatli olmaya yönelik bir tenbih anlamı ifade eder. Bu makamda
böyle bir tenbihin ise hikmetleri ve nükteleri pek çoktur ve önemlidir:
Birincisi, Resulullah'ın yukarıdan beri yapılagelen övgüleri, Allah'la
beraberliği ve buna bağlı olarak zaferleri açıklandıktan sonra bu âyette yer
alan böylesine sitem dolu bir hitaba ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü bu hitapta onun
risaletinin gerçekliği ve geçerliliği ile beraber yine de bir kul, bir insan
olduğunu açıklamakla hıristiyanların Hz. İsa hakkında düştükleri aşırılığa
benzer bir ifrattan müslümanları korumak hikmeti vardır ki, doğrudan doğruya
hıristiyanlara karşı gidilen Tebük Seferi ile ilgili bir olay içinde geçmiş
olması çok anlamlıdır. İkincisi Resulullah'ın taşıdığı sorumluluğun yüceliği ve
bunun başkalarınkiyle kıyas kabul etmeyecek bir inceliği bulunduğunu
anlatmaktadır. Öyle diğerleri affa uğramakla sorumluluktan kurtuldukları halde,
Hz. Peygamber mutlak afla müjdelenmiş olduğu halde sorumlu tutuluyor. Demek ki
o, bir günahtan dolayı değil, yüce Allah'ın huzurunda bir anlık gafletten bile
sorumlu tutulmaktadır. İrşad, hidayet, dikkat ve öğretimden sorumludur.
Üçüncüsü, bütün ümmetin Allah korkusunu ziyadeleştirmek ve onları heyecanla
tevbe etmeye teşvik amacı taşımaktadır. Allah Resulü bu açıdan dahi ümmetine
örnek kılınmaktadır. Dördüncüsü de ileride gelecek olan "Ey Nebi!
Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı katı davran..."
(Tevbe 9/73) emrine bir başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin
olması gerektiği yolunda bir uyarıdır. Sözün gelişinden çıkan asıl sonuç da
budur. "Allah seni affetsin" hitabı özellikle bu anlam ile aşağıdaki
izin istediğin iradına bir giriş olmak üzere gelmiştir ki, toplu mânâsı şu
demek olur:
Ey Muhammed! Allah senden gelmiş ve gelecek
olan bütün kusurları bağışladı, üzüntü verecek bütün sebepleri ortadan kaldırdı
ve sildi, sana müşkilat çıkarmak isteyen azgınların zararını giderip senin
işlerini kolaylaştırdı. Senin kusur sayılabilecek neyin varsa hepsi, affolunabilecek
her şeyin kesinlikle affolunmuştur. Sen öylesine ilâhî affa ve ilâhî desteğe
sahipsin ve bütün bunlarla müjdelenmişsin.
Fakat niçin onlara izin veriverdin? O izin
isteyenlere izin vermek için neden acele ettin? Yani işin icabı, şeriatın
hükmü, yönetimin esası, her şeyin ciddi sebeplere ve kuvvetli delillere
dayanmasını, yönetilenler üzerinde de etkili olmasını, birtakım faydalarının
gözle görülür şekilde ortaya çıkmasını gerektirir.
Bir peygamberden beklenen de bunu en iyi ve en
faydalı şekilde uygulamaktır. Böyle iken neden sen onlara hemen izin
veriverdin? Gerçekten doğruyu söylemiş olanların durumu sana iyice belli
oluncaya, yalandan mazeret uydurmadıkları kendi sözlerinden başka bir delil ile
iyice ortaya çıkıncaya, ve yalancıların kimler olduğunu iyice bilinceye kadar
beklemedin? O senden izin isteyenler içinde mazeret iddia edenlerin arasında
doğru söyleyenler de vardı, yalancılar da vardı. İşin icabı da; doğru
söyleyenleri yalan söyleyenlerden ayırmak ve gerektiği şekilde, her birinin durumuna
göre muamele eylemek olduğunda, bilhassa vahiy bulunmayan yerlerde ictihadda
maslahat ve ictihadın gereği bu ayırımı hakkıyla yapmak için mazeret iddiasını
doğrulayan açık ve kuvvetli bir delil ile doğruluk ayan beyan ortaya çıkıncaya
kadar bekleyip ihtiyatlı davranmaktı. Bekleseydin o yalancıları kesinlikle
bilecektin. O zaman onlar mazur görülemeyecek ve izin alamayacaklardı. Böylece
de yaptıkları nifakı yapamayacaklardı. Ne diye onlara hemen izin verdin de
biraz bekleyip durumu tahkik eylemedin.
44-Halbuki Allah'a ve ahiret gününe iman
edenler canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerinden dolayı senden izin
istemezler. Cihad hususunda izin istemezler, geri kalmak istemezler. İmanları
güçlü olan müminlerin cihad hususunda âdeti, cihaddan kalmak için izin istemek
değildir, istememektir. Mümin ise zaten izin istemez. Muhacirin'in ve Ensar'ın
ileri gelenleri, "Cihadda Resulullah'dan izin istemeyiz, çünkü Rabbimiz,
defalarca onu emretti ve bizi ona teşvik eyledi. Elbette canlarımızla ve
mallarımızla durmadan mücahede edeceğiz." derlerdi. Hatta Hz. Peygamber,
onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa onların gücüne
giderdi. Nitekim Tebük Seferi'nde, Hz. Ali'ye Medine'de kalmasını emrettiğinde
Hz. Ali'nin gücüne gitmişti. Sonra ona, "Ya Ali, Sen bana göre, Musa'nın
yanındaki Harun gibisin" buyurarak razı etmeye çalışmıştı. Biraz ilerde
göreceğiz ki, niceleri cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı
ağlayıp duruyorlardı. (Tevbe 9/92) Ve Allah bütün müttakileri bilir. Kimler
olduklarını bilir, takvadaki derecelerini bilir, onların değerlerini bilir ve
ona göre onlara büyük sevap verir. Gerçek müminlerin cihaddan kalmak için izin
istememeleri takva sahibi olmalarındandır. Allah Teâlâ bütün müttakileri ve
özellikle bunları bitmez tükenmez sevap ile taltif edecektir. Şu halde imanın
hükmü ve gereği izin istememektir. Mümin olan imanından dolayı zaten izin
istemez.
45- Senden ancak şunlar izin isterler ki,
onlar da zaten ne Allah'a inanırlar, ne ahirete. Arasıra inanır görünseler
bile, o iman üzerinde süreklilik gösteremezler. Onların kalblerini şüphe
sarmıştır, şüphecilik ruhlarına işlemiştir. Artık bunlar, saplandıkları şüphe
bataklığında bocalayıp dururlar. Ne yapsalar o şüpheden kurtulamazlar. Bütün
varlıklarıyla tereddütler içinde yaşarlar, o şüpheden bu şüpheye, o kuşkudan bu
kuşkuya yalpa yapar, yuvarlanır dururlar. Hatta reyblerinde ve şüphelerinde
bile süreklilik ve sebat gösteremezler: İmandan küfre, küfürden imana mekik
dokur dururlar. Bir çıkar söz konusu olduğu zaman mümin olurlar, imana meyil
gösterirler, bir güçlük, bir meşakkat söz konusu olduğu zaman küfre doğru
kayarlar. Böylece bazan imana doğru giderler, cihada çıkmak isterler, sonra
döner evde kalmak için uydurma mazeretler öne sürer, izin almak isterler.
İşte cihaddan kalmak için izin istemek
müminlerin değil, böyle inatçı ve imanları şüpheli kişilerin âdetidir. O halde
izin istemek, ayniyle küfür ve şek demek değilse de, müminden südur etmesi
normalin aksinedir ve dış görünüşüyle gerçek ve samimi imanın gereğine aykırıdır,
ayrıca mazeret iddiasında yalan ihtimalini kuvvetlendirecek bir şüphe delili
teşkil eder. Şu halde zahirde mümin kabul edilen bir kimse cihaddan kalmak için
özür beyan edip, izin istemeye kalktığı zaman doğruluğu belli ve kesin olsa
bile, ona hükmedilmeyip bu iki âyet gereğince sanki imanı sahte, sözü duruma
aykırı, doğruluğu şüpheli ve yalan söylediği ihtimal dahilindeymiş gibi ispata
muhtaç bir dava olarak delil ve ispata havale olunması lazım gelmektedir.
Bu âyetlerde Fıkıh ilminin dava ve delillerin tercihi
ile Usul-i Fıkıh ilminin istidlal, tearuz ve tercih bahislerinin esasını
öğreten ve telkin eden gayet ince bir siyak bulunmaktadır. İlk bakışta bu iki
âyet izin isteyen herkesin şek ve şüphe içinde olduğuna ve küfrüne hükmedilmek
lazım geleceğini ifade ediyor sanılabilir. Fakat dikkat edilince meselenin öyle
olmadığı açığa çıkar. Zira öyle olsa idi izin isteyenler arasında doğrulukları
anlaşılacak olanlar bulunmazdı. Halbuki bundan önce "Doğru söyledikleri
sence açığa çıkıncaya kadar" buyurulmuştur. Demek ki, tek başına izin
istemek ile küfür ve yalana hemen hükmolunmamakla beraber, yalan soyut aklî
ihtimal olmaktan çıkıp şüphe delili ile izalesi gereken bir açık ihtimal olacak
ve bundan dolayı söz doğrulanmayıp, bunun aksini iddia eden bir dava olması
dolayısıyla delile havale edilecek, söz konusu mazeret iddiasının doğruluğu
ispat edilmedikçe izin hakkı doğmayacak ve verilen izin de şer'i izin olmamış
olacak, izin meselesinin, herşeyden önce bu hukuki safhası gözetilmek
gerekecektir. Bunun fıkhı şudur ki, cihad, Allah'ın hakkı olarak sabit bir emir
ve görev olduğundan, imanın gereği, buna karşı inkâr durumunda bulunmak değil,
derhal icabet etmektir.
Dış yüzüyle mümin olduğu halde buna karşı
mazeret haberi vererek izin isteyenler ise söz konusu ilâhî emri ne ikrar, ne
de inkâr durumunda değiller, sadece mazeretlerinin gerçek olduğunu savunma
durumundalar. Şu halde iddialarını ispat etmedikçe sadece kendi sözleriyle
doğrulanmazlar, ki bu durum cihad farz-ı ayn olduğu haller için böyledir.
Anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, izin isteyenlere izin verdiği zaman henüz vahiy
inmemiş olduğundan, bu hukuki noktada şu ictihadda bulunmuş "Kelâmda
aslolan doğruluk, imanın icabı da yalan söylememektir. Bu izin isteyenler ise
zahiri halde mümindirler. O halde bunların zahir olan iman karinesiyle
doğrulukları da açıktır.
Şu halde söyledikleri ile tasdik olunmaları ve
izinli sayılmaları haklarıdır. Hak zahir olunca onu tehir etmek caiz
olmaz." diye izin vermişti. Bunun üzerine bu ilâhî vahiy indi ve delile
muhtaç olan bu muhakemat usulünü talim buyurdu ki, bu açıdan bu üç âyetin fıkhî
siyakı şu olmuş oluyor:
Gerçi kelâmda aslolan ve imanın gereği olan
şey doğruluktur, fakat iman ile doğruluğun ortaya çıkması ona aykırı veya ondan
üstün bir delilin bulunmadığı durumlardadır. Burada ise açıktaki iman ile
beraber cihaddan kalmak için izin istemek de fiili bir durumdur. Halbuki
"Senden ancak iman etmeyenler izin isterler" âyetinin hükmüne göre ve
ötedenberi âdet olan uygulamaya göre, izin istemek dış görünüşüyle imanın
gereğine aykırı düşmektedir. Buna göre hiç birisiyle istidlal edilmemek ve bir
tercih sebebi aramak gerekir. Bu ise izin isteği tarafındadır. Çünkü âyete ve
âdete göre izin istemek yalnızca imanın hükmünde değil, fazla olarak imanın
kendisinde ve haberin özünde dahi şüpheyi çeken önemli bir belirti ve ipucudur.
O halde bunun delil olarak ele alınması, imanın ispatından veya o kişinin
küfrüne hükmolunmasından daha fazla tercihe layıktır. Çünkü bunun tercihi
imanın delaletini önledikten başka yalan ihtimalini arttırır ve doğruluğun
aslolma özelliğini gevşetir. Şu halde mazeret sözü delilsiz bir kavl-i mücerret
(delilsiz söz) şeklinde kalır. Ayrıca mümin hakkında zahirin zıddına bir teklif
söz konusu olur. O zaman her söylenen doğru sözün, doğruluğunu kanıtlamak için
sürekli bir delil getirme mecburiyeti doğar ve doğruluğu ispat olunmadıkça onun
doğruluğu açığa çıkmamış olur. Hakkın ve gerçeğin açığa çıkması bu şekilde
delil getirmeyi gözetmekle olacaktı. O zaman, izin isteyenlerin arasında
kalbleri imansız, şek ve tereddüdü huy edinmiş, yalan yere yemin ederek yalan
mazeretler öne süren bir takım yalancılar bulunduğu ortaya çıkacak ve gerçek
mazeret sahipleri hakkında da doğru mümin muamelesi edilmeyecekti. Bundan başka
bunlardan bir kısmının imansızlıklarını ve yalancılıklarını zaten mazeret
uydurma şekilleri de ima ediyordu ki, bu da küfür ve yalanlarına hükmetmek için
yeterli olmasa bile, doğruluklarını ispat etmedikçe mümin-i sadık tanınmayacak
şüpheli kimseler olduklarını anlatıyordu. Çünkü "hazırlığımız yok"
diye özür uyduruyor ve izin istiyorlardı. Halbuki:
46- Çıkmak isteselerdi, mutlaka onunla ilgili
bir hazırlık hazırlarlardı. Hazırlamaları gerekirdi, durumları da buna
elverişliydi. Madem ki, hiçbir hazırlık yapmamışlar, demek ki, sefere çıkmak ve
cihad etmek istemiyorlardı. Demek ki, esas itibariyle cihadın zorunluluğuna ve
önemine inanmıyorlardı. Rivayet olunduğuna göre, böylece özür uydurup izin
isteyenler, Abdullah b. Selul ve benzerleri kimseler idiler ki, bunlar ileri
gelenlerden ve zenginlerden idiler.
Şimdi bu ilâhî açıklamalardan Hz. Peygamber'in
bunlara böyle tahkikatsız olarak izin vermesi ilâhî hikmete tamamiyle aykırı
olan bir hata imiş gibi bir zan hasıl olabileceğinden böyle bir vehmi
uzaklaştıracak, onun hakikatın içyüzünde değil, dış yüzünde meydana gelmiş ve
aşırı hoşgörü ve iyimserlikten ve biraz da acelecilikten doğmuş bir usulsüzlük
olduğunu, daha doğrusu enfaziletli olanın terki anlamına geldiğini, bunun
büsbütün hikmetsiz bir hata demek olmadığını dile getirmek ve Resulullah'ı
teselli etmek üzere bir de meselenin onların cihada katılmayışları açısından
içyüzünü ve onların ruh hallerini beyan etmek üzere buyuruluyor ki:
Lâkin Allah onların gitmeye kalkmalarını
istemedi de kendilerini yerlerinde alıkoydu. Gitmelerini hoş görmedi, çirkin
kıldı. Gitmeyi kendilerine hoş göstermedi de onları korkaklık ve tembellik ile
tevkif edip, hapsetti, oturanlarla beraber oturunuz denildi. Gönüllerine,
karılar gibi, çoluk çocuk ve zavallılar, acizler, ihtiyarlar ve emeklilerle
beraber oturup kalmak duygusu telkin edildi. Onun için asla çıkmak istemediler
ve nolur nolmaz diyerek vaktiyle bir hazırlıkta bile bulunmadılar. İzin
verilmekle de zaten resmen acizler ve emekliler kesimine katılmış oldular. Bu
onların asıl rüsvaylıklarına göre hafif kalmakla beraber bir bakıma bu izin
yine de isabetli oldu. Şu kadar var ki, izin vermekte biraz teenni
gösterilseydi, ayrıca yalancılıkları herkesçe bilinecekti, izinsiz olarak
kalmış olacaklar ve daha fazla rezil ve rüsvay olacaklardı. Aslında Allah,
onların bu şerefli İslâm ordusu içinde yer almalarını istememişti. Bunun sırrı
ve hikmeti şu idi:
47- Eğer onlar içinizde sefere çıkmış
olsalardı, size fesattan başka hiçbir katkıda bulunmayacaklardı sizi fitneye ve
tefrikaya düşürmek maksadıyla mutlaka aranızda koşuşturup duracaklardı sizin
içinizde de onları dinleyecekler veya onlar adına muhbirlik edecekler de vardı.
Yani o münafıkların fitne çıkarmaya yönelik sözlerine aldanabilecek zayıf
kimseler, yahut onlar lehine casusluk edebilecek başka münafıklar da eksik
değildi. Ki onlar olmayınca bunlar da fazla bir zarar yapamayacaklardı. Böylece
onların uzak kalmaları, ordu içinde bulunmalarından daha faydalı olacaktı.
Nitekim öyle olmuştur. İşte Allah, İslâm ordusunu, onların bu gibi şerlerinden
korumak için aralarını ayırdı, onların gitmelerini istemeyip, oldukları yerde
oturttu, alıkoydu. Bununla beraber yine de hemen izin verilmeseydi daha iyi
olacaktı. Aynı fayda sağlanmakla beraber müslümanlara kaşı nifakları daha
önceden kendileri tarafından açığa çıkarılmış olacak ve evde oturmakla
buldukları huzuru tadamayacak ve ordu aleyhine yaydıkları kötü haberleri
yayamayacaklardı. Allah o zalimlerin hepsini tek tek bilir. İçlerini,
dışlarını, yaptıklarını, yapacaklarını bütün genişliğiyle ve kapsamıyla bilir
ve onlara ne yapacağını da bilir.
Meâl-i Şerifi
48- Şurası kesindir ki, bunlar daha önce de
fitne çıkarmak istediler ve sana türlü işler çevirdiler. Nihayet hak yerini
buldu ve Allah'ın emri onların zoruna gitmesine rağmen açığa çıktı.
49- İçlerinden "Aman bana izin ver,
başımı derde sokma" diyen de var. Dikkat et, başlarını asıl kendileri
derde soktular. Hiç şüphesiz cehennem, kâfirleri elbette kuşatacaktır.
50- Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına
gider. Eğer sana bir musibet gelirse "Biz zaten tedbirimizi önceden
almıştık." derler ve sevine sevine dönüp giderler.
51- De ki: "Hiçbir zaman bize Allah'ın
bizim için takdir ettiğinden başkası dokunmaz. O bizim mevlamızdır. Müminler
yalnızca Allah'a tevekkül etsinler."
52- De ki: "Siz bizde iki güzelliğin
(Zafer veya şehitliğin) birinden başkasını mı gözetirsiniz? Biz ise size
Allah'ın kendi katından veya bizim elimizle bir azap indirmesini gözetiyoruz.
Haydi siz gözetedurun, biz de sizinle beraber gözetmekteyiz."
53- O münafıklara şunu da de ki; gerek
isteyerek, gerek istemeyerek infak edip durun. O infak ettikleriniz sizden
hiçbir zaman kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fasık bir kavimsiniz.
54- İnfakların onlardan kabul olunmamasına
sebep, gerçekte Allah'a ve Resulüne inanmamaları, namaza ancak üşene üşene
gelmeleri, verdiklerini de ancak istemeye istemeye vermeleridir.
55- Onların malları da, evlatları da sakın
seni imrendirmesin. Bu olsa olsa, Allah'ın onları dünya hayatında bu gibi
şeylerle azaba uğratmasından ve canlarının kâfir olarak çıkmasını murat etmiş
olmasından başka birşey değildir.
48- Allah bilir ya bunlar bundan evvel de
fitne çıkarma sevdasına kapıldılar. Müslümanları tefrikaya düşürmek, ordu
bozanlık etmek istediler.
Rivayet olunduğuna göre, bu defa da Hz.
Peygamber, Tebük seferi için yola çıktığında Seniyyetü'l-veda' denilen tepede
ordugâhını kurmuştu. Abdullah b. Übeyy de adamlarıyla geldi, o tepenin
altındaki "Zîcidde" denilen mevkiye kondu. Yanındakiler az bir asker
değildi. Ne zaman ki, Resulullah yola koyuldu, Abdullah b. Übeyy, diğer
tereddüt içinde olanlarla birlikte sefere katılmaktan vazgeçip geri döndü. Bu
arada Abdullah b. Nebtel ve Rifaa ibni Yezid b. Nabut dahi döndüler. Bunlar da
Abdullah b. Übeyy gibi ileri gelen münafıklardan idiler. İbnü Übeyy'in
Avfoğulları ile, İbnü Nebtel'in Amroğulları ile, İbnü Nabut'un da Beni Kaynuka
ile dostluk antlaşmaları vardı. Abdullah b. Übeyy, daha önce Uhud Savaşı
sırasında da fitne çıkarmak istemişti. (Âl-i İmran Sûresi'nde âyet 122'nin
tefsirine bkz.)
Ve senin hakkında birtakım işler çevirdiler.
Çevirdiler de ne oldu. Nihayet onların hoşlanmamalarına, rağmen hak geldi ve
Allah'ın emri açığa çıktı.
49- Onlardan bir kısmı da bana izin ver ve
beni fitneye düşürme diyordu. Yani benim başımı derde sokma, izin versen de,
vermesen de gitmeyeceğim, bari izin ver de beni günaha sokma, yahut ben sefere
çıkarsam ailem perişan olacak, benim mahvıma sebep olma da bana izin ver, demek
istiyordu. Bazı rivayetlere göre, Cidd b. Kays adındaki münafık, "Ensar
bilir, ben kadınlara düşkünümdür. Şu halde sarışın kadınlarla, yani Şam
taraflarındaki sarışın Rum kızları ile beni belaya sokma, lakin sana malımla
yardım edeyim de benim yakamı bırak." demek cüretini bile göstermişti.
Bak, asıl fitneye kendileri düştüler. Öyle
demekle fitneden kurtulamadılar, asıl fitnenin kendisine düştüler. Kesindir ki,
Cehennem elbette bütün kâfirleri kuşatmıştır.
50- Sana bir iyilik isabet ederse bir güzel
başarı, bir zafer, bir ganimet nasip olursa onları fenalaştırır,
kıskançlıklarından fenalarına gider, ve şayet sana bir musibet uğrarsa, bir
kötülük gelirse, savaşlardan birinde bir zarar, musibet olduğu kesinlikle belli
olan bir olay başına gelecek olursa, kendi yaptıklarını beğenip fikirleriyle
kasılarak, İyi ki, biz daha önceden işimizi ele aldık, derler. Yani uyanıklık
ettik, ihtiyatlı davrandık, musibet bizi bulmadan işimizi gördük, yakamızı
kurtardık, diye konuşur dururlar. Müslümanlarla beraber olmayıp, gazadan
kaçınmaları kavlî ve fiilî nifaklarıyla kâfirlere hizmet ve dostluk etmeleri
gibi şeylerle iftihar eder, övünürler ve bu nifakın kâfirler katında revaç
bulacağını ve bunun musibetten sonra değil, önceden yapıldığı takdirde işe
yarayacağını düşünürler. Ve ferahlı ferahlı dönerler, toplanıp konuştukları
yerden keyifli keyifli döner giderler veya kâfirler tarafına dönüverirler,
sevine sevine döneklik yaparlar.
51-Bu gibilere karşı de ki; bize Allah'ın bizim
için takdir ettiğinden başkası isabet etmez. Acı tatlı başımıza her ne gelirse
hepsi Allah'ın yazdığıdır. O da sonuç olarak mutlaka lehimizedir. Dünyaya veya
ahirete ait menfaatımız ve hayrımız içindir. O, bizim mevlamızdır, sahibimiz,
yardımcımız ve veliyy-i umurumuzdur. Üzerimizdeki bütün tasarruf ve velayet
O'nundur. O nasıl dilerse öyle yapar, istediğini yapmak O'nun hakkıdır ve ne
yaparsa hakkımızda hayırlısını yapar. O bize hayatımızda ve ölümümüzden sonra
kendimizden daha evladır.
Ve işte bu yüzdendir ki, bütün müminler
yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. Bütün gücü ve kudreti ancak O'na ait
bilsinler, yalnızca O'na bel bağlayıp ve her hususta sadece O'na güvensinler,
emrine ve takdirine gönül hoşluğu ile teslimiyet gösterip gereğince kulluk görevlerini
yerine getirmeye özen göstersinler. Allah'a ne kadar tevekkül edilir, güven
duyulursa, iyi bilinmelidir ki O, daha da fazlasına layıktır. Ve O'ndan başka
tevekkül edilecek, bel bağlanacak, gücüne sığınılacak hiç bir merci yoktur.
Çünkü O "Yüce Allah'ın güç ve kuvvetinden başka güç ve kuvvet
yoktur." Kâfirler bunu bilmedikleri için, onlar açısından en çok bel
bağlanacak kuvvet nefistir sanırlar ve "işimizi avucumuza aldık" diye
böbürlenirler. Ve böylece her biri bir amir olmak, uluhiyetten bir hisse almak
isterler. Bu şirk ve münazaa ile dünyada şikak ve nifak saçar dururlar. Halbuki
azıcık aklı olan bir kimse anlar ki, hakka dayanmayan fani bir nefsin, kendi
kendine itimada layık olan elinde hiçbir şeyi yoktur. Onun güvendiği herşey
birer seraptan farksızdır. Bundan dolayıdır ki, kâfir ne kadar kendine
güvenirse güvensin, kesinlikle bir gün gelir, olayların akışı karşısında
güvenmiş olduğu noktaların hepsini kaybeder. Fakat hiç bir şeye değil, ancak
Allah'a itimat eden hakiki mümin, ölümden bile sarsılmayarak kamil bir imanla
Rabb'inin yüce katına gider. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, tevekkül demek,
görevin ifasını Allah'a havale etmek demek değildir, emri ve kararı Allah'a
bırakmaktır. Allah'ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. Kısacası
tevekkül "tefviz-i vazife değil, tefviz-i emrdir." Birçokları bu
konuda gaflete düşerek, tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk
görevlerinin yerine getirilmesini Allah'a havale edip, emir ve komuta mercii
olarak kendi kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış,
namaz, oruç, zekat, cihad ilh... gibi görevleri Allah Teâlâ ona emredip
yaptırmayacakmış da onun yerine Allah (haşa) yapacakmış gibi batıl bir zihniyet
taşırlar. İsrailoğulları'nın vaktiyle Hz. Musa'ya "Git, sen ve Rabbin
ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız." (Maide, 5/24)
dedikleri gibi, demek isterler. Bu ise Allah'a tevekkül ve itimad değil, O'nun
emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. "Allah
hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin." (Lokman
31/33) âyetinde de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi
bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi emre gönül vermek ile vazife sevgisidir.
Nitekim bu Allah yazısı, âyette sözü edilen tevekkül, cevap olarak şöyle
açıklanıyor:
52- De ki, siz bize o iki güzelliğin birinden
başkasını beklemezsiniz. Yani bizim hakkımızda beklediğiniz akıbet, her biri
akıbetlerin en güzeli olan iki şeyden biridir: Ya zaferdir, ya şehitliktir. Bu
ikisinden başka bir şey değildir. Biz sonuçta ya kesin bir zafer kazanacak,
gazi olacağız, ya da şehit düşeceğiz. Oysa sizin başa geldiği takdirde musibet
deyip kaçındığınız, halbuki bizim başımıza geldiği takdirde sevineceğimiz
şehitlik de imrenip beğendiğiniz ve kıskandığınız zafer kadar güzel bir
akıbettir. Siz bunların her ikisinin de büyük bahtiyarlık olduğunu takdir
edemezsiniz de birine sevinir, öbürüne yerinirsiniz ve hakkımızda bu iki
güzelliğin birinden daha başka gözetebilecek bir ihtimal bulamazsınız: Ya
zafer, ya şehadet. İşte kaderimiz birbirinden güzel bu iki mutlu akıbetin, bu
Allah yazılarının kesinlikle birisidir. Biz de sizin için şu iki akıbetten
birini bekleriz: Allah'ın sizi, ya doğrudan doğruya kendi katından gelecek bir
azapla ya da bizi ellerimizle meydana gelecek bir azapla cezalandırmasını, bu
iki azaptan birisiyle azaba uğratmasını bekleriz. Yani sizin akıbetiniz, Allah
katındaki kaderiniz de, layıkınız da budur. İşte sizin için en fena olan bu iki
akıbet, bizim açımızdan bir iman konusudur ve gerçekte bütünüyle adaletin
yerini bulması demek olan bir hayırdır. Onun için siz bekleyin, biz de sizinle
beraber bekliyoruz.
53-Buna karşılık "Biz malla olsun cihada
katılıp hizmette bulunmadık mı? Allah yolunda cihad edenlere para harcamadık
mı? Peki bu hayır değil midir? Aslında "Zerre kadar iyilik yapan
karşılığını görecek değil midir." (Zilzal, 99/7). Şu hale göre "Son
hakkımız Allah katında neden azap olsun?" diyecek olurlarsa:
De ki; istiyerek veya istemiyerek infak
ediniz. Yani Allah yoluna diyerek sarfettiğiniz mallarınızı, gerek Allah ve
Resulü'nden istek ve zorlama olmadan kendiliğinizden, gerek bir istek ve lüzum
üzerine, her ne suretle sarfetmiş olursanız olunuz sizden asla kabul
edilmeyecek. Yaptığınız harcamalarınız Allah katında bir hayır ve hasenat olmak
üzere nam ve hesabınıza kaydolunmayacak ve kabul olunmayacaktır. Bundan dolayı
ne görecekseniz önden göreceksiniz, ahirette ecrini göremiyecek, azaptan
kurtulamıyacaksınız. Zira siz muhakkak ki, bir alay fasıklar olup çıktınız.
Kalben itaatten çıkıp temerrüd ettiniz. Lâkin mutlak fısk, hayrın kabulüne mani
olur mu? Özelikle istiyerek yapılan infak şeklinde itaatsizlik ne demektir?
Denilecek olursa, şunu bilmeli ki,
54- onları kendilerinden, nafakalarını kabul
olunmaktan engelleyen de başka birşey değil, ancak şu halleridir ki, bunlar
hakikatte Allah'a ve Resulü'ne küfrettiler, inanmayıp inkâr ettiler. Ve namaza
da ancak tembel tembel, üşene üşene, gelirler, başka türlü gelmezler infakı da
ancak hoşlanmaya hoşlanmaya yaparlar, başka türlü yapmazlar. Yani Allah ve
Resulü'ne kalben küfürleri devam ettiğinden, namazın ve infakın ne yerine
getirilmesindeki sevaba, ne de terkinden dolayı günaha inanmadıklarından, adeta
namazı boşuna bir külfet, infakı da bir cereme, bir zarar saydıklarından, bu
gibi görevleri yaparken, bunları kalben iman ve gönül hoşluğu ile seve seve ve
Allah rızası için değil başka bir maksat, dış görünüşü kurtarmak için yaparlar.
Bundan dolayı infakı bir istek ve benimseme söz konusu olmadan görünüşte gönül
hoşluğu ile yapıyormuş olsalar bile o nafakaların Allah yoluna harcanması yine
de canlarını sıkar. Bunu gönülden isyan ederek ve istemeyerek verirler. Şüphe
yok ki, bir kimsenin inanmadığı bir şeyi yapması, dışardan belli etmese bile
kendi içinde mutlak bir isteksizlik konusudur. Hasılı kabule engel olan mutlak
fısk ve günah değil, küfürdür. Ve önceki "kerhen" tabiri belli olan
isteksizliği, ikinci "karihun" ise içlerindeki mutlak isteksizliği
ifade eder. Bir açıdan isteyerek yapılıyormuş gibi görülen şeyin, bir başka
açıdan isteksizlik olmasında da bir çelişki yoktur. Burada açıklanmak istenen
şey münafıkların ruh halleridir. Art düşünceyle yaptıkları ve gönüllü olarak
yapıyormuş gibi gösterdikleri bu fiilleri, iyi niyete dayalı olarak yapılan
öteki işleri ilgilendirmez. Mesela bir münafığın, müslüman mücahitlere sırf
kendi arzu ve isteğiyle Allah için diyerek bir infakta, bir yardımda bulunması
ve bunun altında onları aldatma maksadını gizlemesi, gönüllü bir sarf olmakla
beraber yine de bir taat ve ibadet değildir, bir isyandır. Ve bunda taat
fikrinden bir iğrenme vardır.
55- İşte bundan dolayıdır ki, onların ne
malları, ne evlatları seni imrendirmesin, sana bir bahtiyarlıkmış gibi
görünmesin. Allah onlara bu nimetleri ne diye böyle çok çok veriyor diye
hayrete düşürmesin. Bunlar onlar için görüldüğü gibi birer nimet değildir.
Allah ancak şunu murad ediyor, irade buyuruyor ki onları bunlar sebebiyle dünya
hayatında azaba uğratsın. Bu yüzden elemlere, kederlere ve dertlere giriftar
eylesin. Bu dertlerle uğraşıp dururken o büyük akıbeti düşünmeye vakit
bulamasınlar. Ve canları da kâfir oldukları halde çıksın. Böylece ilelebet
vebal ve azabını çeksinler.
O münafık kâfirler öyle bir azap içindedirler
ki, bir de:
Meâl-i Şerifi
56- Hiç şüphesiz onlar, sizden olduklarına
dair yemin de ederler. Halbuki sizden değildirler. Fakat onlar öyle bir
kavimdirler ki, korkudan ödleri patlıyor.
57- Eğer sığınacak bir yer veya barınacak
mağaralar veyahut girilecek bir delik bulsalardı başlarını diker o tarafa doğru
koşarlardı.
58- İçlerinde (topladığın) sadakalar hakkında
sana tariz eden (dil uzatan) ler de var. Eğer o sadakalardan kendilerine
verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse hemen kızarlar.
59- Ne olurdu bunlar, Allah ve Resulünün
kendilerine verdiğine razı olsalar da "Bize Allah yeter. Allah bize lütuf
ve ihsanından yine lutfeder, verir. Bizim bütün rağbetimiz Allah'adır"
deselerdi.
56- Ödleri patlar.
57-58- Onlardan bir kımı sadakalar hakkında
sana lemzeder, imalı imalı söz dokundurur veya gizli gizli söz atar, seni
arkandan çekiştirip ayıplar.
Bu hususta münferid birkaç olay rivayet
edilmiştir:
Huneyn ganimetlerinin bölüştürülmesinde
İslâm'a yeni girmiş bulunan Mekke halkını, İslâm'a ısındırmak için, Hz.
Peygamber onlara fazla fazla pay vermişti. İbnü Zilhuveysıra adı verilen Hurkus
b. Züheyrî Temimî "adaletli davran ya Resulallah" demiş, Hz.
Peygamber de "Yazıklar olsun sana, ben de adalet yapmazsam kim adalet
yapar?" buyurmuştu. İşte bu Hurkus, daha sonraki yıllarda Hariciler
denilen ayrılıkçı çetenin reisi olmuştu.
Ancak ganimetlerden alınan paylar,
"sadakalar" kavramına girmediğinden, bu âyetin mânâsıyla dolaylı
olarak ilişkili olduğu söylenebilir.
Yine Huneyn gününde bir de Ebu'l-Cüvaz adında
bir münafık, "Adamınıza baksanıza, sadakalarınızı koyun çobanlarına
paylaştırıyor ve adalet yaptığını sanıyor." demişti.
İşte bunlar, o sadakalardan kendilerine
verilirse hoşnud olurlar ve şayet verilmezse hemen kızarlar. Sadaka almaya
haklarının olup olmadığını hiç düşünmeden öfkelenirler.
59- Keşke bunlar Allah'ın ve Resulü'nün
ganimetten (veya sadakadan) kendilerine verdiğine razı olsaydılar. Ve
deseydiler Allah bize yeter. İleride Allah bize yine fazla fazla verir,
lutfeder, Resulü de ihsanda bulunur.
Muhakkak ki, biz herşeyden önce Allah'a rağbet
eyleriz. Yani O'nun verdiklerine razı olup böyle deselerdi haklarında daha
hayırlı olurdu. Zira sadakaların sarfolunacağı yerler hakkında Allah Teâlâ'nın
muhkem açıklaması, kesin farzı ve Resulüne gönderdiği düstûru işte şudur:
Meâl-i Şerifi
60- Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler,
yoksullar, o işte çalışan görevliler, müellefe-i kulûb (kalbleri İslâm'a
ısındırılacaklar), köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar.
Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
60- Sadakalar. "SADAKA": İnsanın
malından sırf Allah'ın hakkı olarak ayırdığı vergidir. Allah'a sadakatla bağlı
olmak anlamından alınmış olan bir kavramdır. Sadaka vermek demek olan
"tasadduk" kelimesi aynı köktendir ve "sadakatle bağlılığı
aramak" anlamına gelir, Sadaka kavramında üç ana unsur vardır:
1. Fakirlik, yani sadakaya muhtaç durumda
olmak,
2. Temlik, yani yapılan yardımın, sadaka diye
verilen şeyin mutlaka alanın eline geçmesi ve onda tasarruf edebilmesi,
3. Allah için verilmiş olmak.
Sadaka, herşeyden önce vacip veya nafile olmak
üzere iki kısımdır ki, vacip olan kısmına "Zekât" denilir. Her iki
kısmın da birçok çeşitleri vardır. Mesela tarım ürünlerinden alınacak zekâta
"öşür" denilir. Ayrıca sevaim (hayvanlar), ağnam (koyunlar), ticaret,
nukud (nakit paralar), rikaz (defineler), meadin (madenler) adı verilen başka
bölümleri vardır. Nefsin zekâtı olan "Sadaka-i fıtır" vardır. Görülen
ve görülmeyen mallardan alınan bu zekâtların hepsi vacip olan sadakalar
cinsindendir. Ve çoğul olarak "Sadakat" kelimesi bunların hepsini
kapsamı içine alır. Fakat âyetin sonundaki bağlantı karinesiyle burada asıl söz
konusu olan ve maksat olarak gözetilen şey farz olan sadakalar, yani zekât
çeşitleridir. Şu halde toplu mânâ şudur:
Meselenin içyüzü ve özü o münafıkların
zannettikleri ve arzuladıkları gibi değil, bilinen bütün çeşitleri ile
sadakalar adı altında toplanan zekât cinsinin hepsi münhasıran şunlar içindir:
Fakirler ve yoksullar içindir. Şöyle ki, "Onların mallarında dilenen ve
dilenmeyen yoksullara ait belli bir hak vardır." (Me'âric, 70/25) âyetinin
de öngördüğü şekilde vacip sadaka demek olan zekât bunların belli ve bilinen
haklarıdır. Sadaka kavramı herşeyden önce fakirlik kavramı ile birlikte ele
alınmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadisi şeriflerinde
bunu şöyle ifade buyurmuşlardır: "Ben sadakayı zenginlerinizden alıp
fakirlerinize vermekle emrolundum". Bununla sadakanın fakirlere ait olduğu
ve vacip olan sadakanın, zenginin bir lütfu değil, fakir kesimin zenginlerin
zimmetine geçmiş bir hakkı demek olduğu, yani bir borcun sahibine geri ödenmesi
demek olduğu anlatılmıştır. Şu kadar ki, bu hak, doğrudan doğruya her fakir
kişinin kendi öz hakkı değil, fakir fukara kesiminin bütününün genel bir
hakkıdır. Ayrıca bizzat kendilerinden bir sözleşmeyle veya gasp yoluyla alınmış
bir kazanılmış hak değil, Allah Teâlâ'nın emri ile sabit olan hibe cinsinden
bir haktır, yani Allah hakkıdır. Bundan dolayı sadaka ancak Allah için sıdk u
sadakatle verilir. Ne zenginin fakire minnet ve eza yüklemeye hakkı vardır, ne
de bir fakirin bir zenginden istekte bulunmaya hakkı ve yetkisi vardır. Hatta
her fakirin her sadakayı almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamber
soyundan, yani, seyyid olan bir fakirin zekât alması haramdır. Ancak tatavvu
olan sadakadan alabilirler, bir de hediye kabul edebilirler. Yine bunun gibi
soyundan geldiği kimselere ve kendi soyundan gelenlere zekât ve vacip olan
diğer sadakalar verilmez. Çünkü nafaka hakları vardır. Ayrıca fakirlerin
ellerinden alınmış borç, emanet veya gasp veya benzeri herhangi bir haklarının
geri verilmesinde sadaka mânâsı bulunmaz. Bunun içindir ki, haram maldan
verilen şeyler hakikatte sadaka olamaz, ya bir başka hakkın kısmen iadesi veya
bir haksızlıktan başka bir haksızlığa geçiş anlamı taşır. Fakir, aslında muhtaç
olan, yani kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen kimse demek olmakla
beraber, az bir gelire sahip olabilir, böylece fakir ve muhtaç durumda olduğunu
gizleyebilir, hatta bu yüzden "İffetli ve çekingen olduklarından, hallerini
bilmeyenler onları zengin sanırlar." (Bakara, 2/273) âyetinin tarifi ile
cahiller onları zengin bile sanabilirler. Miskin ise düşkün demektir.
"Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve kimsesizler" (Beled, 90/16)
âyetinin de işaretiyle yoksulluğu dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi
demektir. Miskinlik fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak anlamına gelir,
üstelik acizlik ve zillet mânâsını da ifade eder. Bununla beraber aksine tefsir
edenler de olmuştur. Hasılı bütün sadakalar herşeyden önce fakirler ve
yoksullar içindir; "fukara ve mesakin" hakkıdır, bunların menfaatına
tahsis edilmiştir. Aşağıda geleceği şekilde diğerlerine de yine onların
menfaati sebebiyle veya fakirlik ve ihtiyaçları dolayısıyla verilecektir. Şöyle
ki:
Ve sadakalar üzerindeki amillere. Yani
toplanıp biriktirilmesinde çalışan tahsildarlar, katipler, koruyucular,
bekçiler, mesela davar ve sığır cinsinden toplanan zekâtların çobanlığını
yapanlar, hasılı bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri
karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri verilir. Ve bu sebeple bunlar için
sadaka verilmiş olmaz, yaptıkları hizmete karşılık ücret olmuş olur. Ancak
onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları
yönünde yapılmış hizmetler olur, onların menfaatine ait bulunur.
İmam Serahsi'nin "Mebsut" adlı
eserinde zikredilmiştir ki Hz. Peygamber, gerek görünen mallardan ve gerek
görünmeyen gizli kapaklı mallardan alınacak zekâtların tahsili için amiller
tayin buyurdu. Hz. Osman'ın hilafeti zamanında görünmeyen mallardan alınacak
zekâtın tahsilindeki zorluk sebebiyle bunlar zengin müminlerin kendi
vicdanlarına terk edildi ve yalnızca görülen malların zekâtları üzerine amiller
görevlendirmekle yetinildi, ki, o zamandan beri davar, öşür, madenler ve gümrük
memurları tayin edilmekle beraber, görünmeyen mallardan alınacak zekât
mükelleflere bırakılmış bulunmaktadır.
Müellefe-i kulub: Yani kalbleri İslâm dinine
ısındırılacak olanlar. Çeşitli rivayetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca
üç kısım idiler. Bir kısmı bazı azılı kâfirler idi ki Resulullah, bunların
şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirlerle
müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlamak ve İslâm
tarafını tutmaları için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslâm'a meyilli
kişiler yapardı. Diğer bir kısmı ise kabile reisi ve ileri gelen kimseler
durumunda idi ki Hz. Peygamber, bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi
kabilelerinden İslâm'a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin
ve emrindekilerin İslâm'a girmeleri ve İslâm'da sebat etmeleri gibi bir takım
İslâmî amaçlar ve maslahatlar gözetilirdi. Üçüncü bir kısım da İslâm'a yeni
girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli
kişiler idi ki, fakir ve muhtaç olmasalar da kalbleri iyice İslâm'a ısınsın,
imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla
ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki Uyeyne b. Hısn, Akra' b. Hâbis ve Abbas b.
Mirdas bunlar arasındaydı. İşte "müellefetü'l-kulub" sıfatı her üç
kısma da verilir. Üçünde de durumun gereğine göre, İslâm'a hizmet ile cihadın
mânâsı ve fakir fukaranın çıkarlarının gözetilmesi ve korunması gibi hikmetler
söz konusudur. Bununla beraber Hz. Peygamber tarafından birinci kısma verilen
ihsan ve yardımların resmi sadakalardan verildiği hakkında sarih ve kesin bir
rivayet yoktur. Rivayetler bunun ganimetlerden verildiğini gösteriyor. Büyük
bir ihtimalle bunun "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz bir şeyin
beşte biri muhakkak ki, Allah ve Resulü'ne aittir..." (Enfâl, 8/41)
âyetinin hükmünce, bilhassa Hz. Peygamber'in hissesi olan beştebirden verilmiş
olmasıdır ki, bu da onun öz malıdır. Bundan dolayıdır ki, İmam Şafii gibi diğer
bazı imamlar buradaki "müellefetü'l-kulub" vasfının, gayr-i
müslimlere değil, müslümanlara ait olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bundan başka
Hz. Ebu Bekir'in hilafeti sırasında yukarıda adı geçenlerden Uyeyne b. Hısn ile
Ekra' b. Habis, ki ikisi de Necid'li idiler, gelmişler "Ey Allah'ın
Resulü'nün halifesi, bizim tarafta otsuz, işe yaramaz bir kıraç arazi var, onu
bize ver, tahsis et." demişler. Hz. Ebu Bekir de o araziyi onlara ikta'
(bağışlama) yoluyla tahsis eylemiş ve buna dair bir de yazılı belge düzenleyip,
şahitlere imzalatmış. Fakat o anda orada hazır olanlar arasında Hz. Ömer yoktu.
Bu ikisi şahit olsun diye Ömer'e vardılar, durumu anlattılar. Hz. Ömer bunu
işitince yazılmış olan yazıyı ellerinden aldı ve yırttı attı. Dedi ki;
"Resulullah sizi İslâm'a ısındırıyordu ve o gün müslümanların sayısı azdı.
Şimdi ise Allah Teâlâ müslümanların sayısını çoğalttı. Gidiniz gücünüz yettiği
kadar çalışıp çabalayınız, siz size düşeni yaparsanız Allah da sizi
gözetir."
Bunun üzerine öfkelenerek Hz. Ebu Bekir'e
müracaat ettiler. Halife sen misin, Ömer mi?" dediler. Ebu Bekir de
"isterse odur" dedi, bu konuda Ömer'e muvafakat ettiğini göstermiş
oldu. Onun yaptığını yanlış bulmadı, ashabtan karşı çıkan ve yanlış bulan kimse
de olmadı.
Bundan şu hukuki sonuç çıkar ki; Hz. Ebu Bekir
iktaı (bağışı) yapmış ve hatta imzalamışken sonradan Hz. Ömer'in bunu engelleme
işini yanlış bulmayarak, kendi kararından rücu eylemiştir. Bu şuna delalet
eder: Demek ki, bu meselede Hz. Ömer'in hatırlattığı mânâ ve maksadı derhal
anlayıp tasdik etmiştir. Yani "müellefü'l-kulub"a yapılan özel bağışlar
ehl-i İslâm'ın azınlıkta olduğu zamanlara mahsus bir uygulamadır. Ve bunda
ictihada mesağ yoktur. Zira Ebu Bekir ictihada yol görse idi imza ettiği bir
hükmün feshini caiz görmezdi. Ashaptan bunu inkâr eden kimse çıkmayınca da
mesele sosyal bir mahiyet almış olur.
Bundan dolayı, seleften birçokları
"müellefetü'l-kulub" hissesinin bu sebeple ortadan kalkmış olduğu
görüşünü savunmuşlardır ki, Hanefî mezhebi ile Malikî mezhebinin meşhur görüşü
budur. Hanefî fıkıhçıları icma ile bunun artık düşmüş olduğu görüşünde
olduklarından, bu olaya ashabın bütününün icmaı şeklinde bakarlar ve derler ki:
Müellefetü'l-kulub hissesi, İslâm'ın başlangıcında ve Hz. Peygamber devrinde
düşmanın çok, müslümanların az oldukları zamana ait bir uygulamaydı. Daha sonra
Hz. Ömer'in de dikkat çektiği şekilde Allah Teâlâ müslümanları, böyle
"müellefetü'l-kulub"un desteğine muhtaç olmayacak şekilde güçlü
kılmıştır. Şayed bundan böyle müslümanlar öyle bir şeye muhtaç olurlarsa ancak
mücahedeyi terk ettiklerinden dolayı muhtaç olurlar. Ne zaman birlik ve
dayanışma içinde olurlarsa, müslümanlara ait olan mallardan bağışta bulunmak
suretiyle yabancıların desteğini elde etmeye ihtiyaçları kalmaz. Ve böyle bir
durumda, her şeyden önce müslümanların arasındaki birlik ve kardeşliğin güçlenmesi
tedbirleri ile meşgul olmaları gerekir. Binaenaleyh müslüman fakirlerin hakkı
olan sadakalardan, kâfirlerin zenginleri şöyle dursun, isterse yeni müslüman
adı altında bazı mühtedilere, eğer fakir değillerse sırf te'lifi kulub
(kalblerini ısındırmak) için hisse verilmesi kesinlikle ve evleviyetle caiz
olmaz. Ayrıca hisse verilemez.
Malikilerden Ebu Hayyan tefsirinde bu mesele
ile ilgili görüşler şöylece özetlenmiştir: "Ömer b. Hattab, Hasen, Şâ'bî
ve İslâm fukahasından bir grup, müellefetü'l-kulub sınıfının, İslâm'ın
güçlenmesi ve yayılmasıyla artık ortadan kalktığına kani olmuşlardır. Hanefî ve
Malikî mezhebinin meşhur olan görüşü budur. Hanefi bilginlerinden bazıları
demişlerdir ki, Ebu Bekir'in hilafeti zamanında İslâm'ın güç ve kuvvet
kazanması sebebiyle ashab-ı kiram müellefe hissesinin artık ortadan kalkmış
olduğu üzerinde icma ettiler. Kadı Abdulvehhab demiştir ki; bazı durumlarda
ihtiyaç hasıl olursa sadakattan hisse verilir. Bilginlerden birçokları demiştir
ki, müellefetü'l-kulub kıyamete kadar mevcuttur. İbnü Atıyye demiştir ki,
meselenin boyutları üzerinde düşünürsek, oralarda ihtilafa ihtiyaç olduğunu
görürüz. Yunus demiştir ki, Zühri'ye sordum, bu konuda nesih bilmiyorum, dedi.
Ebu Ca'fer-i Nuhas demiştir ki, bunlar hakkında bu hüküm sabittir: Bir kimse
telif'ten hisse almaya muhtaç olur ve onlardan müslümanlara bir zarar
gelmesinden endişe edilir veya daha sonra onların müslüman olmaları umulursa
verilir. Kadı Ebubekr İbnü'l-Arabi de demiştir ki, bana göre hüküm şöyledir:
İslâm kuvvetli olursa zail olurlar ve eğer ihtiyaç bulunursa Resulullah'ın
yaptığı gibi payları verilir. Kitabu't-Tahrir'de zikrolunduğu üzere, İmam Şafii
demiştir ki, âmil ve müellefetü'l-kulub şu zamanda ortadan kalkmıştır, sekiz
kesimden altısı kalmıştır. En faziletli olan bu altısına sarfolunmasıdır...
Bununla beraber yeniden ortaya çıkarsa, Şafii mezhebinin görüşü, her sınıfın
kendi hissesinin geçerli olmasıdır.
Ancak şunu da unutmamak lazımdır ki, İmam
Şafii gibi, birçoklarına göre, "müellefetü'l-kulub" adının, İslâm'a girmemiş
olanlarla bir ilişkisi yoktur. Nitekim zekât konusunda söz konusu sekiz sınıfın
tamamında da İslâm şartı genellikle bulunması istenen şarttır. Gayr-i müslim
fakirlere zekât değil, tatavvu sadakası verilebilir.
İkinci olarak "fî sebilillâh"
(Allahyolunda) kaydı, en geniş bir mânâ ile ele alındığı zaman sadakaların
hepsinde vardır. Yukarıda da işaret edildiği üzere Allah rızası gözetilmek
sadakaların özünde bulunması gereken bir kavramdır ve mahiyetine dahildir.
Fakirlere, yoksullara, kölelerin azadına ve borç yükü altında ezilenlere
verilen sadakalarda da aslında "fî sebîlillâh" mânâsı vardır, yoksa
onlara verilemezdi. Bunun böyle olduğu biliniyor iken bütün bunlar arasından
bir de ayrıca "Fî sebîlillah" diye buyurulması bunun genel anlamda
"fî sebîlillâh" kavramı içinde özellikle başka bir "fî
sebîlillâh" demek olduğunu, yani genel anlamıyla ele alınamıyacağını
derhal ifade eder. Burada sayılanlardan başka olarak diğer böyle bir fî
sebîlillâh demek gibi bir genelleme mânâsına da olamıyacaktır. Çünkü bundan
sonra "yolda kalmış" tahsisi böyle bir mânâya engeldir. Şu halde
bunun mânâsı, "herhangi bir şekilde fî sebîlillâh sarf için" demek de
olamaz. Buradaki "fî sebîlillâh" zarfı esas itibariyle ne doğrudan
doğruya sadakanın, ne de sarf şeklinin zarfı değildir. Bundaki mânâ,
"sadakalar ve fî sebîlillâh'dır" demekten ibaret olmadığı gibi,
"köleler hakkında" ifadesinde olduğu üzere "ve fî sebîlillâh
sarf için" demekten ibaret de değildir. Sadakanın öbürlerinden başka
özellikle verilmesi gereken bir harcama yerine ait bir zarftır: "Allah
yolundakiler için" demektir ki, Allah için olan bir ibadete kendini adamış
olanların özel vasıflarını anlatır. Sadaka kavramı ilişkisiyle de bunların
muhtaçları ve ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu olduğu açıkça ortaya çıkar.
Bu şekilde burada "O fakirlere ki, onlar kendilerini Allah yoluna
adamışlardır." (Bakara, 2/273) âyetini özetleyen bir mânâ gizlidir. atfı
da bunların en fazla "ibn-i sebîl" (yolcu) kesimi ile yakın
ilişkisini akla getirir. Fakirler ile yoksullar, âmiller (zekâtta görevliler)le
müellefetü'l-kulub, rikab (köleler) ile garimin (borçlular) nasıl yakın ilişki
içinde iseler bunlar da öyle demek olur. Yani, bunlarda bir yolculuk, sürekli
yol tepme, bir sefer ve gurbet mânâsı bulunduktan başka bu yolun Allah yolu
olması ve bunların o yolda bir ihtisas, uzmanlık ve mecburiyetleri bulunması,
bir özel yolculuk ile bir özel ibadeti birleştiren bir durumda bulunmuş
olmaları mânâsı vardır. Demek ki, diğer harcama yerlerine verilen sadakalar
dahi fî sebîlillâh (Allah yolunda) olduğu halde, bu harcama yerine verilen
sadaka "iki kere fî sebîlillâh" demektir. Binaenaleyh burada 'dan
maksat özel bir mânâyı vurgulamak olduğu açıktır. Ve bu mânâ, evvela cihad,
ikinci olarak hac ve üçüncü olarak da ilim tahsili için yolculuk etmek şeklinde
ele alınabilir. Bu yüzden "fî sebîlillâh" deyimi şeriat geleneğinde
cihada ait bir kavram olmuştur. Çünkü Allah için sefer ve kendini vakfetmek
anlamında en başta gelen ibadet budur. Bundan dolayıdır ki, bütün tefsir ve
fıkıh bilginleri bu mânâ üzerinde görüş birliği içindeler. Bununla beraber
hacda da bu mânâ bulunmaktadır. Yine tefsir ve fıkıh açısından bu mânâ da
âyetin kapsamı içinde kabul olunmuştur. Ayrıca Suffe Ashabı gibi din
ilimlerinin tahsiline kendini adamış olanları da kapsamı içine aldığı
"Kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için" (Bakara 2/273)
âyetinin tefsirinde nakledilmiştir. Hasılı, "fî sebîlillâh" deyiminin
sadece bir zarf veya sıfat olarak kullanılması ile burada olduğu gibi bir lakap
ve ünvan olarak kullanılmış olması arasında çok önemli fark vardır. Önceki
genel bir anlam, ikincisi özel bir anlam ifade eder. Önceki mânâ ile her
ibadet, her hayır, her sadaka fî sebîlillâhdır, yani Allah'ın rızası
yolundadır. İkinci mânâ ile her sadaka fî sebîlillâh değildir, fî sebîlillâh
sadaka, bir özel harcama şeklidir ki, bilhassa îlâ-yı kelimetullah (Allah'ın
kelimesini yükseltme) yolunda olanlara verilen sadakadır. Bu farkın belli
olmasından dolayıdır ki, bütün tefsir bilginleri ve önde gelen fıkıh âlimleri
bu "fî sebîlillâh" harcama yerinden asıl murad olunanların mücahidler
olduğunda görüş birliği içindeler. Şu halde zekatta, yani vacip olan
sadakalarda söz konusu sekiz harcama yerinde birinin de fî sebîlillâh kaydıyla
mücahidlere yapılacak harcama olduğu kesindir. Abdullah İbnü Ömer (r.a.)'den
"Hac da fî sebîlillâhdır." diye rivayet edilmiştir. Fahruddin Razî,
tefsirinde "Müfessirler, fî sebîlillâh'a gaza edenler dediler."
diyerek bir tesbit yapmış ve müctehid imamların görüşlerinin de bu mânâ üzerine
olduğunu topluca bir ifadeyle anlattıktan sonra şunu ilave ederek, "fî
sebîlillâh görüşünde lafzın dış görünüşü her çeşit gaza ehline mahsus olduğunu
gerektirmez. Bu mânâdan dolayı Kaffal, tefsirinde bazı fıkıh âlimlerinin,
ölülerin kefenlenip defnedilmesi, kaleler ve kışlalar yapılması, camilerin
yapımı ve onarımı gibi hayır çeşitlerinin hepsine sadakaların harcanmasını caiz
gördüklerini, çünkü fî sebîlillâh ifadesinin hepsini kapsamı içine aldığını
nakletmişlerdir." demiş, Kadî Beydavî de "Köprü ve fabrika yapmak da
denildi." diyerek, bu görüşü zayıf bir ifadeyle kaydetmiştir. Gerçekten de
Razî'nin bunu ifadenin zahirine bağlayarak, bir çeşit te'yid suretinde
nakleylemesi doğru değildir. Bunda hem isim siyakındaki fî sebîlillâh lâfzının
meşhur olan özel mânâsından, hem de yukarıdan beri açıklayageldiğimiz şekilde
beyanın siyakından bir zühûl vardır. Sahih senetle gelen bir Hadisi Şerifte de
dile geldiği gibi, Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki, "Zengine sadaka
helâl olmaz, ancak fî sebîlillâh veya ibni sebîl (yolcu) veyahut o kimse bunun
dışındadır ki, yoksul bir komşusu vardır, kendisine verilen sadakayı o yoksul
komşusuna iletmiştir". Görülüyor ki, bu hadisi şerifteki fî sebîlillâh
ifadesi her çeşit hayratı içine alacak şekilde genel bir ifade değildir.
Öyle bir anlama ihtimali bulunmadığı gayet
açıktır. O halde âyetin tefsirinde bunu gözardı ederek, her çeşit hayır için
geçerli bir ifadeymiş şeklinde anlamak nasıl doğru olabilir? Şüphesiz açık ve
ortada olan mânâ mücahidlerdir. Bunda diğer hayır çeşitleri olsa olsa bir ihtimal
olur ki, bununla nafile olan sadakalarda amel caiz olsa bile zekât gibi vacip
sadakalarda caiz olmaz. Mesela, zekâta mahsuben cami veya misafirhane yapmakla
zekât borcu eda edilmiş olmaz. Onlar vacip olan sadaka cinsinin dışında
doğrudan doğruya kendine mahsus başka bir hayır ve ibadet olur. Lâkin o hayır,
vacip olan sadakanın yerine geçmez, zekat sayılmaz. Ancak mücahidlerin cihatta
muhtaç oldukları her türlü levazım ve mühimmat, yani "Onlara karşı kuvvet
hazırlayın." (Enfal, 8/60) âyetinin kapsamı içinde olup da yalnızca kendi
imkânları ile tedarik edilmesi mümkün "cihad ihtiyaçları"nın hepsi bu
fî sebîlillâh harcama yerine girer. Asıl maksat ihtiyaçların karşılanması
olduğundan, ihtiyacın cinsine göre, bunları mücahidlerin teker teker bizzat
kendilerine değil de cihad konusuna, yani mücahidlerin şahıslarına değil de
komutanın emrine veya başkomutanlığa verilmek suretiyle ihtiyacın
karşılanabileceği, bunu böyle ödemenin yeterli olabileceği meselesi ayrıca
üzerinde durulabilecek ictihada bağlı bir konudur. Çünkü bu husus ödemenin
şekli ile ilgili olan ve ayrıntı sayılabilecek bir meseledir. Sadaka sahibi,
sadakasını fî sebîlillah olmak üzere muhtaç olan mücahidlere temlik veya
komutana teslim etmekle vacibi eda etmiş olur. Kumandan da onu velayet yoluyla alıp
mücahidlerin cihattaki ihtiyacına yerli yerinde ve en uygun şekilde harcamakla
velayet görevini ifa etmiş ve emaneti yerine ulaştırmış olur. Ve ihtiyacın
özelliğine göre, mücahidlerin doğrudan doğruya şahısları söz konusu olmayıp
teker teker temlik gerekli olmayabilir. Mesela, yiyecek ve giyecek şahsa tahsis
edilebilir de ağır silahlar birliğin emrine tahsis edilir. Daha doğrusu
kumandanın emrine verilir. Ve bu sadaka öbürlerinden daha ziyade Allah hakkı
olarak eda edilmiş olur. Ve o halde "İbn-i Sebîl"(yolcu) meselesi de
aynı hükmün kapsamı içinde ele alınabilir.
Hasılı sadakaların hepsi, işte bu sekiz
harcama yeri içindir ve bu sınıflara mahsustur. Ve hepsinde sadakanın verilmesi
ve alınması fakirlik ve ihtiyaç yönündendir. Yalnızca sadaka üzerindeki
amillerle müellefetü'l-kulubun almaları sadaka olarak değildir. Sadaka devlet
başkanı adına toplandığı zaman da yine fakir fukaraya dağıtılmak üzere tahsil
olunur. Sonra da başkan, ondan müellefetü'l-kuluba, fakir müslümanlara
gelebilecek eza ve cefayı defetmek için, yine İslâm'a yardım olmak ve bir çeşit
mâli cihadı yerine getirmek üzere verir. Amillere (vergi toplayan görevlilere)
de sadaka değil, çalışmalarının karşılığı olarak ücret şeklinde ödeme yapmış
olur. Şu halde sadaka alanların hepsi fakirlik ve ihtiyaç anlamı içinde sadaka
alabilir: "Ben sizin fakirlerinize ödemek için zenginlerinizden sadaka
almakla emrolundum." hadisi şerifinin içeriği de gösterir ki, yukarıda
sözü edilen hadisteki üç müstesna dahi dahil olmak üzere sadaka alması helâl
olanların hepsi gerek asaleten, gerek vekaleten olsun kesinlikle ancak fakirlik
sebebiyle alabilirler. Bu sekiz sınıf, bu sekiz harcama yerinin sahipleri
aslında fakirlik ve ihtiyacın sebeplerini ve çeşitlerini açıklamak için tek tek
söz konusu edilmişlerdir ki, fakirliğin mutlak kısmı da vardır, izafi olan
kısmı da vardır. Şu halde "fakirler ve yoksullar" adı altında ele
alınamayacak hiçbir sadaka çeşidi yoktur.
Allah'dan fariza olarak bu böyledir. Yani
sadakalar, Allah tarafından ancak bunlar için bir fariza olmak üzere farz
kılınmıştır. Allah alimdir, hakimdir. Herşeyi ve herkesin durumunu, derecesini,
neye hakkı olup, neye olmadığını bilir ve herşeyi yerli yerine koyar ki,
hakları hak sahiplerine iletmek, haklara ve görevlere riayet edenlerle
etmeyenlere de ona göre hak ettiklerini vermek dahi O'nun hikmeti
cümlesindendir. Bundan dolayı Allah'ın farz kıldığı sadakaların bu sekiz
sınıfın dışına harcanması caiz olmaz. O halde bunlardan bütün bütün ayrı olan
ve kalblerinin İslâm ile telifi kabil olmayan o hırslı, iki yüzlü ve fitneci
münafıklar sadakaya nasıl ve nereden hak sahibi olabilirler? Ve onlara sadaka
vermek nasıl caiz olabilir?
Meâl-i Şerifi
61- Yine onların içinde öyleleri vardır ki,
Peygamber'i incitiyorlar ve "O her söyleneni dinleyen bir kulaktır."
diyorlar. De ki; "Sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır,
müminlere inanır, ayrıca sizden iman edenlere de bir rahmettir". Allah'ın
Resulünü incitenlere acıklı bir azap vardır.
62- Gönlünüzü hoş etmek için gelir size yemin
ederler. Bunlar eğer mümin iseler Allah'ı ve Resulünü razı etmeleri daha
doğrudur.
63- Bilmiyorlar mı ki, kim Allah'a ve Resulüne
karşı gelirse, ona muhakkak ki içinde ebedi kalınacak cehennem ateşi vardır.
İşte rüsvaylığın büyüğü de budur.
61-63- Şunlar da onlardandır ki, Peygambere
eza ederler. Münafıklardan bir kısmı aralarında konuşurken Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz hakkında ileri geri konuşmuşlar, içlerinden bazıları "Onun hakkında
böyle dedikodu yapmayınız, korkarız ki, kulağına gider, o zaman da bizim için
iyi olmaz." demişler. Cülas b. Süveydî, "Biz dilediğimizi söyleriz,
sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr ederiz, üstüne bir de yemin bastırdık
mı, o da hemen bizim doğru söylediğimize inanır, Muhammed duyduğuna inanan bir
kulaktır." demiş. İşte bunu açıklamak üzere buyuruluyor ki: Ve o bir
kulaktır, derler. Yani ne söylenirse dinler, reddetmez, belirtilerine göre
kabul olunup olunmayacağı ayırdetmez, yutar, sanki kendisi bütünüyle bir
kulaktan ibaretmiş gibidir. Araplar casusa "ayn", yani
"göz" dedikleri gibi, her söylenene kanan, her işittiğine inanan saf
kimseye de "üzün" yani "kulak" derler. Hz. Peygamber de
münafıkların kabahatlerini yüzlerine vurmaz, merhamet ve kerem gösterirdi.
Özellikle yemine çok saygı gösterirdi. Onlar da onun bu tutumunu, onun
saflığına verirlerdi. Ondan dolayı böyle söylemişlerdi.
Ey Muhammed onlara de ki, sizin için bir hayır
kulağıdır. Evet bir kulaktır, fakat sandığınız gibi değil, bilseniz sizin
hayrınıza olan ne güzel bir kulaktır. Çünkü o başka birşey dinlemez hayır ve
hak dinler ve sizi dinlerken de sizin hayrınıza dinler, Allah'a iman eder, ve
müminlere de inanır. Dikkat edilirse birinci dinî anlamda iman, ikinci lugat
anlamıyla inanmak demek olduğundan birincisi "ba" harf-i cerri ile,
ikincisi "lam" harf-i cerri ile sıralanarak aralarındaki fark
anlatılmıştır. Yani Allah'a iman ettiği için yemini dinler ve müminlerin
sözlerine inanır, onları tasdik eder. Ve iman edenlere, (yani sizden imanını
açıkça ortaya koyanlara) bir rahmettir. Açıkça ifade ettikleri imanı
reddeylemez, kabul eyler, fakat hakikatte işin içyüzünü anlamadığından dolayı
değil, sırf müminlere olan merhametinden, yumuşaklığından, sabır ve
tahammülünden dolayı sırlarını açığa vurmamak, ayıplarını yüzlerine vurmayıp,
örtbas etmek suretiyle kabul eyler. Halbuki; "Allah'ın Resulü'nü üzenlere,
evet onlara acıklı bir azap vardır. Bir de gelirler size yemin ederler, bununla
sizin gönlünüzü almak isterler. Oysa Allah ve Resulü, rızası kazanılmaya daha
çok layıktır. Eğer inanıyorlarsa bunun böyle olduğunu bilmeliler. Bilmiyorlar
mı ki, kim Allah'a ve Resulü'ne sürekli karşı gelirse ona muhakkak ki, cehennem
ateşi vardır, orada ebedi kalacaktır, işte rüsvaylığın, perişanlığın büyüğü
odur."
Aynı zamanda:
Meâl-i Şerifi
64- Münafıklar, kalblerindekileri bütünüyle
haber verecek bir sûrenin tepelerine inmesinden çekinirler. De ki, alay edip
durun bakalım, Allah o sizin çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır.
65- Eğer kendilerine sorarsan, "Biz sırf
lafa dalmış, şakalaşıyorduk." derler. De ki: "Allah ile, âyetleri ile
ve peygamberi ile mi alay ediyorsunuz?"
66- Boşuna özür dilemeyin, iman ettik dedikten
sonra küfrünüzü açığa vurdunuz. İçinizden bir kısmını affetsek bile bir kısmını
suçlarında ısrar ettikleri için azabımıza uğratacağız.
67- Münafıkların erkekleri de kadınları da
birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve Allah
yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Allah'ı unuttular da, Allah da
onları unuttu. Gerçekten de münafıklar hep fâsık kimselerdir.
68- Allah, erkek kadın bütün münafıklara ve
bütün kâfirlere cehennem ateşini ebedî olarak vaad buyurdu. O ateş onlara
yeter. Allah onlara lânet etmiştir. Onlara bitmez tükenmez bir azap vardır.
69- (Ey münafıklar!) siz de tıpkı kendinizden
öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça
sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk
sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek
istedilerse siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye
baktınız, siz de sizden önce batağa dalanlar gibi batağa daldınız. İşte
bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep
hüsran içinde kalanlardır.
70- Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh
Kavmi'nin, Âd'in, Semûd'un, İbrahim Kavmi'nin, Medyen Ashabı'nın ve o
mü'tefikelerin haberi gelmedi mi? Onların hepsine peygamberleri delillerle
gelmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi, lâkin onlar kendi
kendilerine zulmediyorlardı.
64-70- De ki; "alay edin bakalım!"
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber, Tebük seferine çıkarken münafıklardan
bir süvari bölüğü de önde gidiyor ve kendi aralarında Kur'ân'la, Peygamber'le
alay ediyorlardı: "Şu adama bakın, Şam kalelerini ve köşklerini fethetmek
istiyor heyhat, heyhat!..." diyorlardı. Allah Teâlâ, Resulü'ne bunu haber
verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Şu bölüğü durdurunuz." buyurdu ve
yanlarına vardı, "Siz şöyle şöyle dediniz." dedi. Onlar da yemin ederek
"Hayır, Ya Resulallah, hayır vallahi, ne senin, ne ashabının hakkında kötü
bir şey söylemedik, sadece yol yorgunluğunu unutturmak için şakalaşıp
eğleniyorduk." diye cevap vermişlerdi. Daha sonraki âyetler, bu çeşit
davranışları kınayan ve sonuçlarının kötülüğüne dikkat çeken, müminleri uyaran
âyetlerdir. Münafıklar ister kadın , ister erkek olsun, her zaman ve her yerde
hep bu tutum içindedirler.
Onlara karşılık:
Meâl-i Şerifi
71- Erkek ve kadın bütün müminler
birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten
vazgeçirirler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Resulüne itaat
ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü Allah azîzdir,
hakîmdir.
72- Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara,
altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır.
Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah'ın rızası ise
hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.
71-72- Ve Adn cennetlerinde güzel, hoş
meskenler. Hayır kaynağı ve ebedi ikâmetgâh olan, gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği ve insanoğlunun aklına, hayaline getiremediği gayet gönül
safasıyla dolu bir mutlulukla yaşanacak güzel güzel meskenler ki, en ileri
derecedeki iman ve hizmet ehline vadolunmuştur. Ve Allah'dan bir rıdvan yani
Allah'ın rızasından olan bir küçücük şey bile ekberdir, yani en büyüktür. Bütün
bu sayılan cennet nimetlerinin hepsinden daha büyüktür. Çünkü her hayrın ve her
mutluluğun, her şerefin ve her yüceliğin dayanağı odur. Bunun doğrudan doğruya
vaad olunan nimetler dizisi içinde gösterilmemesi dikkat çekici bir şeydir.
Allah bilir, bunun hikmeti, her vaadin içeriğinde her iki dünya için geçerli
olan bir mânânın yatmasıdır, denilmiş. Fakat rivayet olunmuştur ki Allah Teâlâ,
cennet ehline "Razı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?" Buyuracak, onlar da
"Ey Rabbimiz, nasıl olmayız ki, bize başka kullarından hiç birine
vermediğin nimeti verdin." diyecekler. Bunun üzerine buyuracak ki,
"Size bundan da büyüğünü vereceğim.", "Bundan daha üstün ne
olabilir?" diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ buyuracak ki; "Size
rıdvanımı helâl kılacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap
etmeyeceğim."
Meâl-i Şerifi
73- Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla
savaş. Onlara karşı katı ol. Onların varacakları yer cehennemdir ve orası ne
kötü bir yerdir.
74- Onlar, kötü bir şey söylemedik, diyerek
Allah'a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm'a
girdikten sonra yine kâfirlik ettiler. Ve o başaramadıkları cinayeti
tasarladılar. Halbuki intikam almaları için Allah'ın, Resulü ile onları
lütfundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe
ederlerse haklarında hayırlı olur. Yok yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da,
ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara
yardım edecek bir kimse de bulunmaz.
75- Yine onlardan kimi de Allah'a şöyle
ahdetmişlerdi: "Eğer bize lütuf ve kereminden ihsan ederse biz de elbette
zekâtı veririz ve kesinlikle salihlerden oluruz." diye söz vermişlerdi.
76- Ne zaman ki, Allah lutfedip onlara ihsanda
bulundu, onlar da cimrilik edip yüz çevirdiler ve zaten yan çizip duruyorlardı.
77- Allah'a verdikleri sözü tutmadıkları ve
yalan söyledikleri için, O da bu yaptıklarının sonucunu kıyamet gününe kadar
yüreklerinde sürüp gidecek bir münafıklığa çevirdi.
78- Allah'ın, onların sırlarını da,
fısıltılarını da bilip durduğunu ve Allah'ın bütün bilinmeyenleri bildiğini
hâlâ öğrenemediler mi?
79-. Müminlerden zekâttan fazla olarak kendi
gönülleriyle bağışta bulunanlara, bir de güçlerinin yettiğinden fazlasını
bulamayanlara bakıp da onlarla alay edenleri Allah, maskaraya çevirmiştir.
Onlara pek acıklı bir azap vardır.
80- Onlar için Allah'dan ister mağfiret dile,
ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de yine Allah onları
affetmeyecektir. Bu, onların Allah'ı ve Resulünü inkâr etmelerinden dolayı
böyledir. Allah, böylesine baştan çıkmış fasıklar güruhuna hidayet etmez.
73- Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad aç!
Ve onlara karşı katı ol! Yumuşak davranma. Bundan anlaşılıyor ki, cihad
yalnızca kılıç ile veya başka silahlarla yapılan savaşla olmaz. Yine bu
ifadeden anlaşıldığına göre "cihad" kelimesi "kıtal", yani,
"savaş" kelimesinden daha geniş kapsamlıdır. Zira münafıklar, gizli
kâfir oldukları için, öbür açık kâfirler gibi savaş ve kıtal şeklinde bir cihad
söz konusu edilemez. Münafıklara karşı açılacak cihad, delil ortaya koymak ve
belgeleri açıklamak şeklinde tefsir edilmiştir. Gerçekten de cihad kılıçla,
dille, yazı ve yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun
cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak, mücahede eylemek demektir ki, savaş
bunun sadece bir özel çeşididir.
74- Onlar Allah'a yemin ediyorlar ve "Biz
böyle birşey demedik." diyorlar. Halbuki o küfür kelimesini kesinlikle
söylediler.
Rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber, Tebük
seferinde iki ay kalmış idi. Bu sırada Kur'ân âyetleri iniyor ve sefere
katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Bu âyetleri ordu içinde bulunan münafıklar
da işitiyorlardı. Bunlardan biri olan ve yukarıda da adı geçen Cülas b. Süveyd,
"Eğer Muhammed'in Medine'de bıraktığımız kardeşlerimiz, büyüklerimiz ve
ileri gelenlerimiz hakkında söyledikleri bu sözleri doğru ise biz eşşeklerden
de kötüyüz." diye bir söz kaçırmıştı. O mecliste hazır bulunan Âmir b.
Kays el-Ensari "Evet, vallahi Muhammed elbette doğrudur, sen de gerçekten
eşşekten betersin." demişti ve tartışma hemen Peygamber Efendimiz'e
ulaşmıştı. Bunun üzerine Cülas'ı huzuruna getirtti, Cülas da "Vallahi
söylemedim." diyerek yemin etti. Âmir de iftiracı durumuna düşmüştü,
ellerini kaldırarak "Allah'ım! Kulun ve Peygamberin olan Muhammed'e
doğruyu tasdik edecek, yalancıyı belli edecek âyet indir!" diye dua etti.
Bu sebeple bu âyet nazil oldu. Cülas da "Allah Teâlâ, bu âyette tevbeyi
zikrediyor. Gerçekten de ben o sözü söylemiştim." dedi ve cidden tevbekâr
oldu. Ve İslâmlarından sonra küfrettiler. Yani açıkça müslüman olduklarını
söyledikten sonra, içlerindeki küfrü ortaya koydular. Ve nail olamadıkları bir
kasıtta bulundular. Tebük'ten Medine'ye dönüşte münafıklardan onbeş kişi,
geceleyin karanlıkta bir yamacın kıvrıldığı bir tepede Hz. Peygamber'i bineği
üzerinde vurup uçuruma itmeye ittifakla karar vermişlerdi. Ammar b. Yasir
bineğin yularından çekiyordu, Huzeyfe ibnil-Yeman da arkasından sürüyordu. Tam
o sırada Huzeyfe develerin ayak seslerini ve bir silah şakırtısı işitti, döndü
baktı ki, yüzleri örtülü bir grup üzerlerine doğru geliyor. Bunun üzerine
Huzeyfe yüksek sesle "Kendinize gelin, Ey Allah düşmanları,
kendinize!" diye bağırınca, onlar da korkup kaçarlar.
75-"Yine onlar içinden öyleleri vardır
ki, Allah'a ahit verirler." Bu âyetin de Sa'lebe b. Hatıp sebebiyle nazil
olduğu rivayet edilir. Şöyle ki, Sa'lebe Hz. Peygamber'in huzuruna gelmiş,
"Ya Resulallah! Allah'a dua et de bana biraz mal versin." demiş.
Peygamber (s.a.v.) de: "Ey Sa'lebe hakkını eda ettiğin az mal, güç
yetiremiyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurmuş. Sa'lebe tekrar
gelmiş ve "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki,
bana mal verirse, kesinlikle her hak sahibine hakkını veririm." demiş.
Bunun üzerine Resulullah dua etmiş, o da bir davar sahibi olmuş derken o hayvan
üredikçe üremiş, onun hayvanlarına Medine dar gelmeye başlamış, bir vadiye
gitmiş, önce cemaat namazlarından, sonra da cumalardan kesilmiş. Resulullah onu
sormuş, "Malı çoğaldı, vadiye sığmaz oldu." denilmiş. Bunun üzerine
"Eyvah, yazıklar oldu Salebe'ye." buyurmuş. Sonra zekât için ona iki
tahsildar göndermiş, birçokları bu tahsildarları daha önceden hazırladıkları
zekat mallarıyla karşılamışlar. Salebe'ye vardıkları zaman Resulullah'ın belli
farzın ödenmesini buyuran fermanını okuyup zekatı istediklerinde, Sa'lebe
"Bu cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizyenin kendisi
değilse bile kardeşidir. Hele siz şimdi gidin de ben bir düşüneyim."
demiş.
76- "Allah onlara fazl u kereminden
ihsanda bulununca, onda cimrilik ederler ve yüz çevirip vazgeçerler." İşte
bu âyet ona delalet etmektedir. Tahsildarlar dönüp Hz. Peygamber'e
geldiklerinde, daha onlar olup bitenler hakkında birşey söylemeden, Hz.
Peygamber, iki kere "Eyvah, yazıklar oldu, Sa'lebe'ye." buyurmuş. Bu
âyetler, bu sebeple nazil olmuştur. Daha sonra Sa'lebe zekâtı alıp getirmiş,
fakat Resulullah "Allah Teâlâ, beni, senin sadakanı kabul etmekten
meneyledi." buyurmuştur. Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra Ebu Bekir'e
getirmiş, kabul etmemiş, daha sonra Hz. Ömer'e getirmiş, o da kabul etmemiş ve
Hz. Osman'ın halifeliği zamanında kendisi de yok olup gitmiş.
77-Böylece "Allah'a verdikleri sözü
tutmadıkları için Allah da o sözü kıyamete kadar kalblerinde sürüp gidecek bir
nifaka (münafıklığa) çevirdi." âyetinin hükmü zuhura gelmişti.
78- O münafıklar bilmediler mi ki Allah
onların kalblerinde gizledikleri sırlarını da, fısıltılarını da elbette bilir
ve Allah hiç şüphesiz Allamü'l-guyuptur. Yani Allah'ın her bilinmeyeni kesinkes
bilip durduğunu bilmediler mi de o haltları işlemeye cüret ettiler?
79- Onlar ki, müminlerden sadaka konusunda
fazla fazla verenleri (yani farz olan zekâtlarından başka nafile olarak da
sadaka verenleri) kınarlar. Bir de cühdlerinden, (takatlarından başka birşey
bulamayanları) ayıplarlar da onlarla alay eder, eğlenirler. Bu âyette tatavvu
olarak sadaka vermenin faziletine dikkat çekilmiştir.
Tatavvu: Üzerine farz ve vacip olmadığı halde
fazladan bir ibadet yapmak ve taatta bulunmaktır ki, "nafile" ile eş
anlamlıdır. Mesela sadakalarda tatavvu, vacip olan zekâttan başka fazladan
sadaka vermektir, yahut kendisine zekât düşmediği halde sadaka vermektir ki,
diğer ibadetlerde de bu böyledir.
Şöyle rivayet olunmuştur ki, Hz. Peygamber,
insanları sadaka vermeye teşvik buyurmuştur. Bundan dolayı Abdurrahmân b. Avf,
kırk okka kadar altın, bir okka kırk dirhem para ve bir rivayette dört bin dirhem
getirmiş ve "Sekiz bin dirhem param vardı, yarısını Rabb'ime ayırdım,
yarısını da evdekilere bıraktım." demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
"Allah, verdiğini de senin için mübarek kılsın, evde alıkoyduğunu
da." duasında bulunmuştu. Gerçekten de Abdurrahmân, daha sonra o kadar
bolluğa ve berekete erişmişti ki, vefat ettiği zaman, mirasının sekizde biri
dört hanımına taksim edilince yalnızca dördüncü hanımı olan Nadir, Seksen bin
dirheme sulh olmuştu. Yine ashaptan Asım b. Adiy de yüz vesek hurma getirmiş,
"Bu gece bir zatın hurmalığını sulamak için sabaha kadar gündelikçi olarak
çalıştım, karşılığında iki sâ' hurma kazandım, birini evime alıkoydum, birini
de Rabb'im için getirdim." demişti. Resulullah da zekât olarak toplanan
öteki hurmaların üstüne dökmesini emreylemişti. Münafıklar ise Abdurrahmân da,
Asım da "Sadakalarını başka değil, sırf gösteriş ve isim yapmak için
getirdiler, Ebu Ukayl'in getirdiği bir sâ'hurmaya da Allah ve Resulü muhtaç
değildi, lâkin o da kendisine sırf sadaka veriyor desinler diye getirdi."
şeklinde ileri geri dedikodu yapmışlar ve fiskos etmişlerdi. İşte bu sebeple bu
âyet nazil oldu.
Allah, o münafıkları maskara etti. Ve onlar
için acıklı bir azap vardır.
80-Öyle ki, sen onlar için ister istiğfar et,
ister istiğfar etme, bir şey değişmez, her ikisi de eşittir. Onlar için yetmiş
kere istiğfar etsen de, (yani ne kadar çok istiğfar edersen et), yine de Allah
onları kesinlikle affetmeyecektir, bağışlamayacaktır.
Rivayet olunuyor ki, Abdullah b. Übeyy'in oğlu
Abdullah çok ihlaslı bir müslüman idi, babasının hastalığında onun hakkında
Resulullah'ın dua ve istiğfar etmesini niyaz etmişti. Peygamber Efendimiz de
etmiş idi. Sonra bu âyet nazil oldu. Yedi, yetmiş ve yediyüz gibi sayılar
mutlak olarak bir şeyin çok çok yapılması için kullanılır. Böyle olmakla
beraber sayıların herbiri, esas itibariyle daha yukarısının hükmüne aykırı bir
sınırı belirler. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunu dikkate alarak
"Demek ki, Allah Teâlâ izin verdi ben de yetmişten daha fazla istiğfar ederim."(1)
demiş ve bunu üzerine "Aynı şeydir, onlar için ister istiğfar et, ister
istiğfar etme, Allah onları bağışlamayacaktır." (Münâfikûn, 63/6) âyeti
nazil olmuştur.
İşte bu, yani Allah'ın onları bağışlamayışı,
senin istiğfarına önem vermediğinden dolayı değil, şu sebeptendir: Çünkü onlar
Allah'a ve Resulü'ne inanmadılar, kesinlikle inkâr ettiler. Allah da böylesine
fasıklar güruhunu hidayete erdirmez. Yani, hadlerini aşan, şımarık ve küstahça
tavır alan inatçı kimselere hidayet nasip etmez, onları başarıya ulaştırmaz,
maksatlarına nail eylemez.
Böyle iken:
Meâl-i Şerifi
81-86- 81- Savaştan geri kalan münafıklar,
Resulullah'ın hilafına, onun savaşa gitmesine karşılık, oturup kalmalarıyla
ferahladılar ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmekten
hoşlanmadılar, üstelik "Bu sıcakta savaşa gitmeyin." dediler. De ki:
"Cehennem ateşi daha sıcaktır." Keşke anlayabilselerdi.
82- Kazandıkları günahın cezası olarak, artık
az gülsünler, çok ağlasınlar.
83- Eğer Allah, seni onlardan bir kısmının
yanına döndürür de onlar başka bir cihada seninle birlikte çıkmak için senden
izin isterlerse, de ki; "Artık siz hiçbir zaman benimle çıkamayacaksınız.
Daha önce oturup kalmaktan hoşlanıyordunuz. Bundan böyle artık geride
kalanlarla beraber oturup kalın."
84- Ve onlardan biri ölürse asla namazını
kılma ve kabirinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü
tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.
85- Onların ne malları, ne de evlatları seni
imrendirmesin. Allah, onları dünyada bunlarla cezalandırmayı ve canlarının
kâfir olarak çıkmasını murad ediyor, başka değil.
86- "Allah'a iman edin ve Resulü ile
birlikte cihada gidin." diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden mal
mülk sahibi olanlar senden izin istediler ve "Bırak bizi oturanlarla
beraber oturalım." dediler.
87- Onlar, oturanlarla beraber oturmaktan
hoşlandılar. Kalblerine mühür vuruldu. Bundan dolayı onlar anlayışsızdırlar.
Meâl-i Şerifi
88- Fakat Peygamber ve onunla beraber olan
müminler mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır.
Murada erenler de işte onlardır.
89- Allah onlara, altından ırmaklar akan
cennetler hazırladı. İçlerinde ebedi kalacaklar. İşte o büyük kurtuluş budur.
87-88- Medine'deki münafıkların durumunu
ayrıntılı olarak belirledikten sonra, sözü bedevilerin durumuna getirerek
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
89-Medine'deki münafıkların durumunu ayrıntılı
olarak belirledikten sonra, sözü bedevilerin durumuna getirerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
90-91-92- 90- Bedevilerden özür bahane
edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan
söyleyenler de oturdular kaldılar. Bunlardan kâfir olanlara acıklı bir azap
isabet edecektir.
91- Allah ve Resulü adına nasihat ettikleri
takdirde ne zayıflara, ne hastalara, ne de verecek birşey bulamayan yoksullara
savaştan kalmaktan dolayı bir günah yoktur. İyilik edenleri ayıplamaya bir yol
yoktur. Allah gafurdur, rahîmdir.
92- Kendilerini bindirip savaşa gönderesin
diye gönüllü olarak sana geldiklerinde, "Sizi bindirecek birşey
bulamıyorum." dediğin zaman, bu uğurda harcayacakları birşey bulamadıklarından
dolayı üzülüp gözlerinden yaş döke döke geri dönüp gidenlere de bir günah
yoktur.
93- Kınamaya yol, ancak zengin oldukları halde
geri kalmak için senden izin isteyenleredir. Bunlar geri kalanlarla beraber
olmayı tercih ettiler. Allah da kalblerini mühürledi. Onlar, artık başlarına
geleceği bilmezler.
Meâl-i Şerifi
94- Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde size
özür beyan edecekler. De ki: "Özür beyan etmeyin. Size kesinlikle
inanmayız. Allah bize, sizin durumunuzdan haberler verdi". Bundan sonra da
Allah ve Resulü yaptıklarınızı görecektir. Daha sonra da gizliyi ve âşikârı
bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O vakit O, size neler yapmış olduğunuzu tek
tek haber verecektir.
95- Dönüp de yanlarına geldiğinizde
kendilerinden yüz çeviresiniz (hesaba çekmekten vazgeçesiniz) diye Allah'a
yemin edecekler. Siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar gerçekten murdar
kimselerdir. Yaptıklarının cezası olarak nihayet varacakları yer cehennemdir.
96- Kendilerinden razı olasınız diye size
yemin ederler. Eğer siz onlardan razı olursanız, şunu bilin ki Allah, o
fasıklar güruhundan kesinlikle razı olmaz.
97- Bedeviler inkâr ve münafıklık bakımından
daha beterdirler. Bununla beraber Allah'ın, Resulüne indirdiği (hükümlerin)
sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar. Allah alîmdir, hakîmdir,
98- Bedevilerden kimi de var ki, verdiğini
angarya sayar ve sizin üzerinize belalar gelmesini bekler. O çirkin belalar
kendi başlarına olsun! Allah herşeyi işitendir, bilendir.
99- Yine bedevilerden kimi de vardır ki,
Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve
Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir
yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah
bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.
93-94- Yanlarına dönüp geldiğinizde size
özürler uyduracaklar. Yani siz mümin gaziler, selametle, şan ve şerefle gazadan
dönüp yine onların yanı başlarına geleceksiniz ve kalbleri mühürlü olduğundan
dolayı, bu sonucu akıl edemeyen ve geride kadınlarla beraber kalmaya razı
olarak, izin istemeye kalkışan o zengin münafıklar, o zaman yani siz dönüp
yanlarına geldiğiniz zaman, alçaklıklarını anlayacak ve hak ettikleri itaptan
sıyrılıp kurtulmak için münafıkça yollarla birtakım özürler, bahaneler
uyduracaklar. Fakat ey Muhammed, sen onlara de ki, özür uydurmayın özrümüzü
kabul ettireceğiz diye boşuna çabalamayın hiç ağzınızı açmayın. Size asla
inanmayacağız, Allah bizi haberlerinizden vahiy ve nübüvvet yoluyla haberdar
etti. Yalancılığınız, münafıklığınız kesinleşti. Bundan dolayı müminlerin bu
vahiy bilgileri karşısında sizin söyleyeceklerinize inanması ihtimali kalmadı.
Bundan böyle yapacağınızı da Allah ve Resulü görecek. Bakalım ne yapacaksınız,
yine nifaka devam mı edeceksiniz, yoksa tevbekâr olup yola mı geleceksiniz? Her
ne yapsanız Allah'dan ve Resulü'nden gizleyemezsiniz. Gizli veya açık her
işiniz, her yaptığınız görülecek, bilinecek. Sonra da zaten o her gizliyi ve
açığı bilenin huzuruna gönderileceksiniz. En sonunda yakalanıp gizli veya açık
yaptığınız bütün işlerinizin özüne vakıf olan Allah Teâlâ'nın huzurunda
dikileceksiniz. İşte o zaman O da size bütün yapageldiklerinizi haber verecek.
Yani kıyamet gününde Allah cezanızı verecek, ne halt ettiğinizi o zaman
anlayacaksınız.
95- Siz dönünce ne sefilce özürler
dileyecekler bilir misiniz?
Gazadan dönüp onlara geldiğinizde (sizi
kandırmak için) Allah'a yeminler edecekler, kendilerine boş verip
aldırmayasınız diye. Yani kabahatlerini görmiyesiniz, ayıplayıp azarlamaktan
vazgeçesiniz, sarf-ı nazar edesiniz diye. İmdi siz de kendilerinden yüz
çeviriniz. Yani onların arzu ettikleri gibi hoşgörü ve sevgiyle değil,
uzaklaşıp nefret göstermek suretiyle yüz çeviriniz. Çünkü onlar pistirler.
Dışarıdan görünmese bile mutlaka içleri pistir, niyetleri ve ruhları habistir.
Gözle görülen cismani pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise bulaşması daha
çabuk, zararı daha fazla olan ruhanî ve ahlâkî pisliklerden sakınmak, uzak
durmak da öyle, hatta daha öncelikli olarak vaciptir. Me'vaları, (yani, en son
varacakları yerleri, son durakları) cehennemdir. Kesiplerinin, (yani elde
ettiklerinin) cezası olarak.
96- Yemin ederler sizi inandırmak için
kendilerinden razı olasınız diye. Yani sizin rızanızı elde etmek, sizi
kandırıp, gönlünüzü kazanmak için, fakat siz onlardan razı olsanız, şüphesiz ki
Allah öyle fasıklar güruhundan razı olmaz, olmayacaktır. Yani siz müminlerin
onlardan razı ve hoşnud olmanız onlara bir fayda vermez. Onlara fayda vermek
şöyle dursun, sizin için bile zararlı olabilir.
Denilmiştir ki, bunlar Cedd b. Kays, Mu'attib
b. Kuşeyr gibi münafıkların yandaşları olan seksen kadar münafık idiler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) söz konusu Tebük seferinden dönüp Medine'ye
teşrifinden sonra, bunlarla oturmamaları ve konuşmamaları için ashabını uyardı.
97- A'rabiler,"a'râb" arabın çoğulu
zannedilmemelidir. Arabinin çoğulu arab olduğu gibi, a'râbinin çoğulu da
a'râbdır. Yani arabın tekili için arabî, denilir. A'rab, gerek Arap'tan, gerek
Arab'ın dışındaki kavimlerden özellikle bedevi olanlara (çölde yaşayanlarına)
denilir. Herhangi bir köy ve kasabada yerleşik olmayıp badiyede konar göçer
olarak dolaşan göçebeler için kullanılır. Arap ise hem köy ve kasabalarda
yerleşik olan, hem de göçebe yaşayan bütün Arap kavmi için kullanılmakla
birlikte daha ziyade köy ve kasabalarda yerleşik olarak yaşayan medeni kısmı
için söylenir ki, bunlara "a'râb" denmez. Bunlardan birine, yani
şehirli bir Arab'a "ya a'râbi!" diye hitap edilecek olursa kızar,
öfkelenir. Fakat her hangi bir bedevi a'râbiye "ya arabi" denilirse
kızmaz, üstelik memnun olur, hoşuna gider. Bu fark bizim dilimize de geçmiş ve
adeta a'râb kelimesi, siyah, koca dudaklı zenci gibi bir anlamda kullanılmıştır
ki, bunun aslını bilmeyenler "arab" ile "a'râb"
lafızlarının söylenişini ayırdedemezler de halt ederler: A'rab diyecek yerde
Arab derler. Velhasıl Arapça'daki Arab ve a'râb, Türkçe'deki Türk ve Türkmen
gibidir. Türkmen Türkün yörüğü olduğu gibi, a'râb da Arab'ın yörüğüdür. Her
a'râbi değil, fakat genelde bedevi ve vahşi olan a'râb cinsi küfür ve nifakça
daha şiddetlidir. Yaşadıkları bir çeşit çöl hayatının gereği olarak huyları
daha sert, daha ilkel olduğundan küfür ve nifakları da daha şiddetli, daha
beterdir. Ve Allah'ın, Resulü'ne indirdiği şeylerin (vahiy âyetlerinin)
sınırlarını bilmemeye daha yatkın, daha layıktırlar. Hz. Peygamber'in
sohbetlerinden uzak, onun mucizelerini yakından görmekten, kitap ve sünnette
bildirilen ibadet ve diğer ahkâmın uygulanış şeklini tanıma şerefinden yoksun
bulunduklarından dolayı tevhid inancının ve peygamberliğin, ahiret akidesinin
içyüzünü, inceliğini ve bunlarla ilgili delillerin ayrıntılarını, şer'î
hükümlerin kapsam ve sınırlarını tam anlamıyla bilemeyebilirler. Bu gibi
konuların özü hakkında bilgisizliğe medenilerden daha ziyade yatkındırlar.
Fıkıh konuları şöyle dursun, basit ilmihallerini bile bilemiyecek bir
durumdadırlar. Nitekim buna işaret olmak üzere medeni munafıklar hakkında
"Ve Allah kalblerini mühürlemiştir, o yüzden onlar bu incelikleri
anlamazlar." diye fıkıhtan yoksun olmakla; bedevi olan a'râb hakkında
"Allah onların kalblerini mühürlemiştir, o yüzden onlar bilmezler."
diye bilgisizlikle vasıflandırılmışlardır. Bununla beraber "a'râb"
cinsi yalnızca bunlara münhasır sanılmamalıdır. Bir çok çeşitleri olmakla
beraber, iki ana bölüme ayrılabilirler.
98-Bundan dolayı a'râbilerden bazıları vardır
ki, yapacağı infakı bir cereme olarak sayar. Allah yolunda sarfedeceği malı,
sadaka namıyla vereceği malı, boşa gitmiş, telef olmuş bir zarar, bir ziyan
olarak görür, öyle kabul eder. Allah rızası için vermediği ve sevabını ümid
edemediği için verdiği o mal, bir mağnem (ganimet) değil, bir mağrem (cereme)
olur. Sevindirici bir kazanç değil, ölümcül bir dert, yüreğine vurulmuş bir
düğüm olur. Gösteriş ve takiyye gibi art düşüncelerle verildiğinden katıksız bir
ğaramet (ziyan) ve bir hüsran olur. Kendisi bunu böyle telakki eder ve size
daireler gözetler durur. Yani bekler ki, devran dönüp dolaşıp başınıza belalar
getirsin, felaketler sizi dört bir yanınızdan sarsın, üstünlüğünüz sona ersin
de kendileri sadaka verme zahmetinden kurtulsunlar. Bela çemberi boyunlarına
geçsin, yani sizin hakkınızda temenni edip durdukları o şey, o bela ve musibet
halkaları hep kendi üzerlerine konsun, kötü niyetleri kendi başlarına gelsin,
kendi aleyhlerine dönsün.
Allah işitendir, bilendir. Şu halde infak
ederken söylediklerini işitir, kalblerinde ne gizleyip , ne niyetler
beslediklerini bilir.
99-Bunlara karşılık yine a'râbilerden bir
kısmı vardır ki Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve yapacağı infakın Allah
katında yakınlığa vesile olacağını kabul eder. O yakınlığı sağlamaya
yarayacağına inanır ve yine o yakınlığa vesile olan peygamberin salavatı, yani
dua ve istiğfarına sebep olacak bir hayır sayar. Allah yolunda yaptığı
harcamaların kendi hakkında böyle büyük hayırlara vesile olacak ve ebedi
hayatında işine yarayacak bir azık olacağına inanır. Böyle inandığı için de bu
yolu seçer ve seve seve takdim eder. Zira Peygamber (s.a.v) Efendimiz, böyle
sadaka verenler hakkında hayır ve bereket ile duada bulunur ve onlar için
Allah'dan mağfiret niyaz ederdi. Evet o infak, onlar için gerçekten de bir
yakınlıktır, büyük bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine dahil edecek,
nimetine ve mutluluğuna erdirecektir. Muhakkak ki Allah, ğafurdur, rahîmdir.
Meâl-i Şerifi
100- Muhacir ve Ensar'dan İslâm'a ilk önce
girenlerin başta gelenleri ve iyi amellerle onların ardınca gidenler var ya,
işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'dan razı oldular ve onlara,
altlarında ırmaklar akan cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar.
İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur.
100- Muhacirler'den ve Ensar'dan o sabıkîn-i
evvelîn. Muhacirler'den ve Ensar'dan hicrette ve yardımda başta gelen öncüler,
yani kıbleteyne (her iki kıbleye) namaz kılmış ve Bedir Savaşı'nda bulunmuş
olanlar, yahut "Hakikaten Allah, o ağaç altında sana biat eden müminlerden
razı olmuştur." (Fetih, 48/18) âyetinin delaletine göre Hudeybiye'deki
"bîy'atürrıdvan"da bulunanlar ki, bu görüş daha tercihe şayandır.
Zira Enfâl Sûresi'nde (âyet 72)de geçtiği üzere Hudeybiye gününe kadar olan
hicretlerin hepsi önceki hicretler grubundandır. Ve bunlara ihsan ile, iyi
ameller ile uyanlar. Yani güzel işlerde sabıkîn-i evvelîne (ilklere) uyup,
onlar gibi güzel işler yapan diğer Muhacir ve Ensar, yahut kıyamete kadar
onların yaptıkları işleri örnek alan ve onların izinden giden bütün iyiliksever
müslümanlar ki, bu mânâya göre, "sabıkîn-i evvelîn"
Muhacirler'le Ensar'ın bütünü demek olur.
Önceki mânâ 'daki "min" min-i teb'îzıyye olduğuna göredir, bu ikinci
mânâ da min-i beyaniyye olduğuna göredir. Velhasıl sabıkin-i evvelin olan
Muhacir ve Ensar'dan ibaret bütün Muhammed'in Ashabı ile onlara iyi gözle bakıp
arkalarından giden, onları kendilerine örnek alan ve onlara uyanlar... Allah
onlardan razı, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Bu özellikleri taşıyanların
hepsi "razıyye" ve "merzıyye" mertebesini kazanmışlardır.
Ve Allah, onlara öyle cennetler hazırlamıştır ki, altlarından ırmaklar akar
durur. İbnü Kesir kırâetinde bu âyet dahi, birçok yerdeki benzerleri gibi diye
okunur. Ancak diğer kırâetlerde burada "min" yoktur. "Onlar,
orada ebedi kalacaklar. Büyük kurtuluş da işte budur," bu demektir.
Gerçek müminlerin ve Hz. Peygamber'in ashabını
örnek alıp, izlerinden gidenlerin durumu böyledir.
Öbürlerine gelince:
Meâl-i Şerifi
101- Hem çevrenizdeki bedevilerden münafıklar
var, hem de Medine halkından münafıklıkta ısrar edenler var. Sen onları
bilmezsin. Onları biz biliriz. Biz onları iki kere azaba uğratacağız. Daha
sonra da büyük bir azaba itilecekler.
102- Onlardan bir kısmı günahlarını itiraf
ettiler. Ve iyi bir amelle kötü bir ameli karıştırdılar. Ola ki, Allah
tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir.
103- Onların mallarından sadaka al ki, onunla
kendilerini temizlersin, tertemiz edersin. Bir de haklarında hayır dua et.
Çünkü senin duan kalblerini yatıştırır. Allah işitendir, bilendir.
104- Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah kullarının
tevbesini kabul eder ve sadakaları da alır. Allah tevbeleri kabul edendir, çok
merhametlidir.
105- Ve de ki; "Çalışın! Yaptıklarınızı
hem Allah görecek, hem Resulü, hem de müminler görecektir. Sonra da gizliyi ve
açığı bilen Allah'ın huzuruna iletileceksiniz. İşte o zaman, neler yaptığınızı
size O bildirecektir.
106- Savaşa katılmayanlardan diğer bir
kısmının affı da Allah'ın emrini beklemek için geri bırakılmıştır. Ya
kendilerini cezalandırır ya da tevbelerini kabul eder. Allah alîmdir, hakîmdir.
107- Bir de müslümanlara zarar vermek,
kâfirlik etmek ve müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve
Resulü'ne karşı savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var.
"İyilikten başka bir maksadımız yoktu." diye yemin de edecekler.
Fakat bunların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.
108- O mescit içinde sen kesinlikle namaza
durma. Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan mescit elbette içinde namaz
kılmana daha layıktır. Onun içinde günahlarından arınmayı seven kişiler vardır.
Allah da arınmış, ak pak olmuş olanları sever.
109- O halde binasını Allah korkusu ve Allah
rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan
bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha
hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez. 110- Onların kurmuş
oldukları bu türlü binalar, kalpleri parça parça olmadıkça, kalblerinde bir
nifak düğümü olup kalacaktır. Allah, alîmdir, hakîmdir.
101- Havalinizdeki bedevî a'râbdan da (yani
Medine'nin çevresinde bulunan a'râbdan da ki, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşca',
Gifar gibi aşiretler Medine etrafında konar göçerlerdi). münafıklar vardır, ve
Medine ahalisinden de bunlar da münafıklıkta temerrüd etmiş, yani sürtülmüş,
bilenmiş ve uzmanlık kazanmış, tamamiyle kaypaklaşmışlardır. Öyle ki sen bile
onları bilmezsin. Şahıslarını, isimlerini, neseplerini bilmez değil, münafık
olduklarını bilmezsin. Yani münafıklıkta o derece ileri gitmişler ve o derece
maharet elde etmişlerdir ki, sırlarını gizlemeye, takıyye yapmaya, töhmet
altında kalma tehlikesi olan konulardan uzak durmaya, gerektiğinde yağ gibi
suyun üstüne çıkmaya öyle alışmışlardır ki, kendilerini senden, senin o yüksek
sezgi ve dirayetinden bile gizleyebilirler. Vahiy nazil olmadıkça sen bile
onların münafık olduklarını bilemezsin, farkına varamazsın "onları Biz
biliriz." Biz onları, muhakkak ki iki kere cezalandıracağız. Ki bunun biri
dünya azabı, biri kabir azabıdır. Sonra azim (yani azametli) bir azaba
uğratılacaklar ki bu da kıyamette ebedi olarak kalacakları cehennem azabıdır.
102-Yine onlardan, yani civardaki bedevilerden
ve Medine halkından diğer bir kısımları da vardır ki, günahlarını itiraf
ettiler. Öbürleri gibi yalandan mazeret uydurmaya kalkışmadılar. Huzur ve rahat
düşkünlüğü yüzünden başka hiçbir ciddi mazeretleri bulunmadığını, bu sebeple
gazaya gitmeyip evlerinde kaldıklarını, sonradan bu yaptıklarının fena bir şey
olduğunu anladıklarını söyleyip, kusurlarını olduğu gibi itiraf ettiler, pişman
olduklarını dile getirdiler iyi bir işi ve diğer bir kötü işi birbirine
karıştırdılar. Yani, fena ameller de yaptılar, iyi ameller de yaptılar. Mesela,
gazaya gittikleri de oldu, gitmedikleri de oldu, günah da işlediler, tevbe
ettiler, pişman da oldular, fakat doğru söylediler. Bunlar sefere çıkmayıp
evlerinde oturan emre uymayanlar idiler ki, bu âyet nazil olunca, bunlardan bir
kısmı kendilerini Mescid-i Saâdet'in direğine bağlayıp cezalandırmışlardı.
Resulullah seferden dönünce âdeti olduğu üzere mescid'e girip iki rekat namaz
kıldı ve bunları o halde gördü, "bu nedir?" diye sual buyurduğunda,
denildi ki, "Bunlar, siz çözmeyince, kendilerini çözmemeye yemin ettiler".
Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Ben de yemin ederim ki, haklarında af emri
çıkıncaya kadar çözmem." buyurdu. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu:
Ola ki, Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü O, ğafurdur, rahîmdir.
103-Rivayet olunduğuna göre, çözüldükten sonra
"Ya Resulallah, işte bu mallarımızdır ki, bizi senden alıkoydu. Şimdi sen
bunları tasadduk et (Allah yoluna dağıt) ve bizi temize çıkar." dediler.
Peygamberimiz, "Mallarınızdan birşey almakla emrolunmadım." diye
cevap verdi, hemen sonra şu âyet nazil oldu: Onların mallarından sadaka al ki,
kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin.Yani, günah kirlerinden
temizlenmelerine ve hasenatlarının bereketlenmesine, ihlaslılar derecesine
terfi edilmelerine sebep olasın. Bunun üzerine Hz. Peygamber o malların hepsini
değil, ifadesindeki min-i teb'iza riayet ederek üçte birini alıp dağıttı.
Bu rivayete göre, burada alınması emrolunan
sadaka, farz olan zekât olmayıp, o ayak sürüyüp savaşa katılmayanlardan
günahlara bir keffaret gibi alınan özel bir sadaka demek olur. Hasan-ı Basrî'nin
sözü budur. Bununla beraber bir varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de
değil, oruç ve yemin keffaretlerinde olduğu gibi, ibadet ve itaattaki bir
kusurun affı, bir eksikliğin giderilmesi niyetiyle alınan bir sadaka olmuş
olur. Fakat fıkıh âlimlerinin pek çoğu demişlerdir ki, bundan asıl murad
farzolan zekâttır. Yani yukarıdan beri konunun akışı zenginler üzerine
olduğundan, siyakın icabı da bu olduğundan, bu âyetle zekatın zenginlere farz
olduğu ve böylece suçlarını itiraf eden bu asker kaçaklarının günaha
girmelerine de sebep mal sevgisi olduğundan tevbe ve nedametlerinin geçerli
olması ve dindarlıklarının sadakatli olması, ancak farz olan zekâtı gönül
rızası ile ve seve seve vermelerine bağlıdır. Buna bağlı olduğu içindir ki,
nifak kusurundan ancak böyle kurtulup temizlenebilecekleri anlatılmıştır. Bu
mânâ ise farz olan zekâttan başka tatavvu (nafile) olarak daha fazla
vermelerine ve fazla fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine
mani değildir. Hz. Peygamber'in, "almakla emrolunmadım" buyurmasının
yukarıda adı geçen Hatıb b. Sa'lebe gibi bir takım münafıkların sadakalarının
kabul edilmeyişi ile ilgili olması daha kuvvetli ihtimaldir.
Velhasıl burada "al!" emrinin,
rivayete göre günahlara keffaret niteliğinde nafile cinsinden olan sadakaların
Hz. Peygamber tarafından alınıp kabul edilmesine delalet etse de farz olan
zekâtlarının alınıp kabul edilmesine öncelikle delalet edeceği aşikârdır. Ve
şurası da bilinmektedir ki, Resulullah, kendi adına sadaka almaktan
menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan olanların vacip olan sadakaları
kabul etmeleri haram olduğu gibi, Hz. Peygamber'in kendisine, vacip veya nafile
her türlü sadaka haram idi. Şu halde Hz. Peygamber'in sadaka alması, kendi
adına sadaka alması değil, Allah adına sadaka almasıdır. "Fakirlerinize
verilmek üzere zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum." hadisi
şerifinde de açıkça belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi
gereği olarak sadakaları alıp, harcama yerlerine sarfetmek demektir. Bu âyet
vergilerin toplanmasında imam denilen devlet başkanının mutlaka bir sorumluluk
taşıdığına ve görev yüklenmiş olduğuna delalet eder ki, kısmı da bununla
ilgilidir. Bu münasebetle "Ahkâm-ı Kur'ân"da yer almış olan şu
satırları buraya kaydedelim:
"Bu âyet delalet eder ki, sadakaları
almak, devlet başkanına aittir. Mükellefler vergiyi doğrudan doğruya fakirlere
verirse yeterli olmaz. Çünkü alınmasında devlet başkanının hakkı yerine
gelmemiş olur. Bundan dolayı mükellefin boynundan zekât borcu kalkmış olmaz.
Hz. Peygamber, davar ve sığırla ilgili zekâtları toplamak üzere amiller
gönderir ve onların sulama yerlerinde veya ağıllarında sayılıp zekâtlarının
alınmasını emrederdi. Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in Sakıf heyetine diye şart
koşmasının mânâsı da budur. Yani sığır, deve ve davarları (ki, bunlara mevaşî
adı verilir) sahipleri getirip vergi memurlarına hazır etmekle mükellef
olmayacaklar, vergi memurları su başlarını, ağılları ve otlakları ve sürülerin
bulunması muhtemel olan yerleri dolaşarak gördükleri sürülerden zekâtı
mahallerinde toplayıp gidecekler. Hububat ve bahçe gelirlerinin zekâtı da yine
böyle toplanacaktır. Diğer malların, yani gizli servet denilen altın ve gümüş
paraların zekâtı, sahipleri tarafından Hz. Peygamber'e götürülürdü. Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ömer zamanında da böyle yapıldı. Hz. Osman zamanında da bir süre bu
minval üzere toplandı. Sonra bir Ramazan günü bir hutbe irad edip: "Bu ay
zekâtlarınızın ayıdır. Her kimin üzerinde zekât borcu varsa ödesin, geriye
kalan malını temizlesin" dedi ve böylece doğrudan doğruya yoksullara
ödenmesini herkesin kendisine bıraktı ve bundan dolayı bu mallardan devlet
başkanının zekât alması hakkı sakıt oldu. Çünkü âdil imamlardan birinin yapmış
olduğu bir sözleşmedir. Binaenaleyh ümmet üzerinde hükmü geçerlidir. Çünkü
Peygamber Efendimiz "O, onların aleyhinde veya lehinde sözleşme
yapar." buyurmuştur. Hz. Peygamber'in mevaşinin (zekâtlık malların) ve
tarım ürünlerinin zekâtlarını toplamak üzere vergi memurları (amiller)
görevlendirdiği gibi, nakitteki zekâtların toplanması için de amiller
görevlendirdiğine ilişkin bir bilgi bize ulaşmamıştır. Çünkü bu gibi mal ve
servetler devlet reisinin bilgisi dışındadır, ötekiler gibi açıkta değildir.
Onlar evlerde, dükkanlarda ve kapalı yerlerde saklanabileceği ve memurların da
ev gibi yerlere girmelerinin caiz olamayacağı gibi, mükelleflere bütün
mallarının ortaya konmasını teklif etmek de caiz olmayacağından, bu çeşit gizli
mallar için memur gönderilmemiş idi. İmama kendileri getirirlerdi, bu konuda
kendi beyanları kabul edilirdi. Bununla beraber bu ticari mallar bir yerden bir
yere taşınırken açığa çıktığı zaman bunlardan da vacip olan zekâtı toplamak
için amiller tayin olunduğu olmuştur. Nitekim Ömer b. Abdülaziz,
"Müslümanların geçirdiği ticari mallardan her yirmi dinarda yarım dinar,
zimmilerin taşıdıkları mallardan da her yirmi dinarda bir dinar alınmasını,
sonra bir sene geçmeden onlardan hiçbir şey alınmamasını ve bunu Hz.
Peygamber'den dinleyen kimsenin kendisine haber vermiş olduğunu"
amillerine yazmış idi. Daha önce de Hz. Ömer ibni'l-Hattab, amillerine
"müslümanlardan çeyrek öşür, zimmilerden yarım öşür, harbilerden de bir
tam öşür almalarını" yazmıştı. Ve müslümanlardan alınan çeyrek öşür (yani
kırkta bir) vacip olan zekât olup, bunda nisap, havl (zaman) ve gerçek mülkiyet
gibi şartlar da geçerli olur. Eğer bu şartlar tutmaz ve zekât vacip hükmüne
girmezse alınmazdı. Bunda Hz. Ömer, zekâtlık malların ve tarım ürünlerinin
zekâtında Hz. Peygamber'in fiilî sünnetine uymakla yetiniyordu. Zira ticari
mallar da, tıpkı diğer hayvanat ve tarım ürünleri gibi pazarlarda dolaşan
zahiri mallardan olmuştu. Hz. Ömer'in bu uygulamasına ashaptan bir kimse de
itiraz edip karşı çıkmamıştı. Şu halde bu konuda bir icma' meydana gelmişti.
İşte Ömer b. Abdülaziz, Hz. Peygamber'den rivayet olunan hadis ile birlikte Hz.
Ömer'in bu uygulamasına da uyuyordu...ilh. (Bu mesele, Fıkıh kitaplarında,
Kitabu'z-Zekât'ın âşir adlı faslında bahis konusu edilir.)
Özetle mallarından öyle bir sadaka al, ve sen
onları salavatla, yani kendilerini dua ve istiğfar ile taltif eyle, onurlandır.
Muhakkak ki, salavatın (hayır dua etmen) onlar için bir sükûnettir, Allah
katında tevbelerinin kabul olduğuna bir güvencedir, bir gönül rahatlığıdır.
Allah, işitendir, bilendir.
104- "Onlar bilmezler mi ki:..." (Yine
Medine ehlinden ve civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da vardır ki;
Allah'ın emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş, ertelenmişlerdir.
"İrca" tehir etmek demektir ki, tevbelerinin kabulüne kesin gözüyle
bakılmayanlara "Mürcie" denilmesi de bundandır. kelimesinin aslı da
dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Asım'dan Ebubekir Şube ve Yakub
kırâetlerinde okunur. Mücahid'den rivayet olunduğuna göre; bunlar Kâ'b b.
Mâlik, Mürare b. Rebî', Hilâl b. Ümeyye idi. Bunlar yukarıda da geçtiği üzere
kendilerini Mescid-i Nebî'nin direklerine bağlayan Ebu Lübâbe ve arkadaşları
gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür dilemede acele etmemişlerdi, halbuki
Bedir'e iştirak etmişler ve Bedir Ashabı'ndan idiler. Hz. Peygamber bunlara ait
hükmü tehir eylemiş ve ashabını onlarla selam ve kelâmdan engellemişti.
İnsanlar bunlar hakkında ihtilaf ediyorlardı: Kimi "mahvoldular, helâk
oldular" gibi laflar ediyor, bazıları da "Belki Allah kendilerini
affeder." diye konuşuyorlardı. Böylece ilâhî emrin gelmesi için
bekletiliyorlardı. Ya Allah bunları azaba uğratacak, eğer bulundukları halde
kalırlarsa, veya tevbelerini kabul eyleyecektir. Eğer niyetleri halis olarak,
gerçekten tevbe ederlerse. Allah alimdir, hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve
sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım hikmetler gözetmektedir. Bu işte
Allah'ın hikmetleri vardır.
105-106- "Onlar bilmezler mi ki:..."
(Yine Medine ehlinden ve civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da
vardır ki; Allah'ın emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş,
ertelenmişlerdir. "İrca" tehir etmek demektir ki, tevbelerinin
kabulüne kesin gözüyle bakılmayanlara "Mürcie" denilmesi de
bundandır. kelimesinin aslı da dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir,
Asım'dan Ebubekir Şube ve Yakub kırâetlerinde okunur. Mücahid'den rivayet
olunduğuna göre; bunlar Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebî', Hilâl b. Ümeyye idi.
Bunlar yukarıda da geçtiği üzere kendilerini Mescid-i Nebî'nin direklerine
bağlayan Ebu Lübâbe ve arkadaşları gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür
dilemede acele etmemişlerdi, halbuki Bedir'e iştirak etmişler ve Bedir
Ashabı'ndan idiler. Hz. Peygamber bunlara ait hükmü tehir eylemiş ve ashabını
onlarla selam ve kelâmdan engellemişti. İnsanlar bunlar hakkında ihtilaf
ediyorlardı: Kimi "mahvoldular, helâk oldular" gibi laflar ediyor,
bazıları da "Belki Allah kendilerini affeder." diye konuşuyorlardı.
Böylece ilâhî emrin gelmesi için bekletiliyorlardı. Ya Allah bunları azaba
uğratacak, eğer bulundukları halde kalırlarsa, veya tevbelerini kabul eyleyecektir.
Eğer niyetleri halis olarak, gerçekten tevbe ederlerse. Allah alimdir,
hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım
hikmetler gözetmektedir. Bu işte Allah'ın hikmetleri vardır.
107- Şunlar da vardır ki, Nafi, İbnü Amir, Ebu
Cafer kırâetlerinde "vav"sız okunduğuna göre; ayrıca bir kıssa
olarak, bir konu başlığı olarak, şunlar ki, bir mescid edindiler, kendileri
için bir cami yaptılar zarara kalkışmak üzere, yani bununla müslümanlara zarar
vermeye çalışmak, ve kâfirlik etmek, içlerindeki küfrü güçlendirmek, ve
müminler arasına tefrika (ayrılık) sokmak, onları biribirine düşürmek, Allah'a
ve Resulü'ne savaş açmış, harbetmeye kalkışmış olan bir kimseye yataklık
yapmak, onun müminler aleyhine gözcülük yapmasına yardımcı olmak için ki,
bundan önce, yani Tebük seferinden önce savaş yapmıştı, veya bu mescidi daha
önce yapıp hazırlamışlardı.
Rivayet olunuyor ki, Beni Amr b. Avf
"Kuba" mescidini bina ettiklerinde Resulullah'a bir temsilci gönderip
oraya bir mescid yaptıklarını arzeylemişler ve gelip kendilerine namaz
kıldırmasını rica eylemişlerdi. Peygamber Efendimiz de teşrif etmişler ve
arzularını yerine getirmişlerdi. Bunların amca çocukları demek olan Benî Gunm
b. Avf, bunları kıskanmışlar, "Biz de bir mescid yaparız ve Resulullah'ı
davet ederiz, burada namaz kılar. Rahip Ebu Amir de Şam'dan geldiği vakit o da
burada kalır ve ibadet eder." demişlerdi. O rahip Ebu Amir ki, Resulullah
kendisine "el-Fasık" adını vermişti. Uhud Savaşı'nda şehid düşen ve
melekler tarafından gasledilen Hanzale (r.a.)'nin babası olan bu Ebu Amir,
cahiliyye devrinde Hıristiyanlığa girmiş, ilim tahsilinde bulunmuş ve rahip
olmuştu. Resulullah'ın peygamberliği üzerine itibarı sarsıldığından, Hz.
Peygamber aleyhinde düşmanca dolaplar çevirmeye başlamıştı. Mekke müşriklerini
tahrik ve teşvik ederek Uhud Savaşı'na düşmanlar safında katılmıştı.
Resulullah'a seslenerek: "Seninle savaşa tutuşan hangi kavmi bulursam,
onlarla birlik olup sana karşı savaşacağım." demiş ve Huneyn Savaşı'na
kadar hep böyle yapmıştı. Huneyn'de Havazin kabileleri hezimete uğradığı gün
Şam'a kaçmış ve kaçarken münafıklara "Gücünüz yettiği kadar kuvvet ve
silah hazırlayınız, ben Kayser'e gideceğim ve asker getirip Muhammed'i ve
ashabını Medine'den çıkaracağım." diye haber göndermişti. Bundan dolayı
onlar da Kuba Mescidi'nin biraz ötesinde başka bir mescid yapmışlar ve Hz.
Peygamber'e gelerek, "Sakatlar ve ihtiyaç sahipleri için kışın yağmurlu
havalarda hizmet vermek üzere bir mescid bina ettik. Burada bize namaz kıldırıp
bereketle dua etmenizi arzu ediyoruz." demişlerdi. Resulullah da şimdi
sefere çıkmak üzereyim, meşgulüm, inşallah dönüp geldiğimizde kılarız."
buyurmuştu. Tebük'ten dönüşte tekrar müracaat edip mescide gelmesini istediler.
Bunun üzerine işte bu âyetler nazil oldu. Sonra Hz. Peygamber, Malik b. Duhşum,
Ma'n b. Adiyy, Amir b. Seken ile Vahşî'yi çağırdı, "Gidiniz şu ahalisi
zalim mescidi yıkıp yakınız!" buyurdu. Onlar da öyle yaptılar ve yerinin
çöplük yapılmasını emreyledi. O fasık Ebu Amir de Şam'da kaldı ve Kınnesrin'de
helâk oldu.
108- Onda ebediyyen kıyama durma, kaim olma,
yani o mescid-i dırarda durup da namaz kılma. Elbette ilk gününden takva
üzerine temeli atılan bir mescid, Kuba mescidi ki, esasını hicretin ilk
günlerinde orada namaz kıldırmakla Resulullah bizzat atmıştı: Ve Kuba'da
kaldığı Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri beş vakit namazı cemaatle
kıldırmıştı.
Bununla beraber "temeli takva üzere
atılan mescid"in Medine'deki Mescid-i Nebi olduğu da söylenmiştir. Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a.)'den 'yı Resulullah'a sordum, biraz çakıl taşı alıp yere
attı ve "İşte şu mescidiniz, Medine mescidi." buyurdu, demiş olduğu
da rivayet edilmiştir. Senin içinde kaim olmana en çok hak kazanmış olan
yerdir. İçinde öyle rical (erkekler, yiğitler) vardır ki gayet temiz olmayı
severler. Günahlardan, kötü huylardan ve hasletlerden, maddi ve manevi
pisliklerden iyice arınıp paklanmayı, Allah rızası için tertemiz olmayı
severler ve öyle olmaya gayret ederler. Allah da tertemiz olanları sever.
Denilmiştir ki, bu âyet nazil olunca
Resulullah maiyetinde bulunan bir grup Muhacirîn ile yürüyüp Kuba mescidine
vardı, kapısında biraz durakladı, bekledi, içinde Ensar oturuyorlardı. Bunun
üzerine onlara "Siz mümin misiniz?" diye sordu, cemaat sustu, hiç ses
çıkarmadı, sonra tekrar sordu, Hz. Ömer (r.a.) "Ya Resulullah! Şüphesiz
ki, müminler, ben de onlarla beraberim." dedi. Peygamberimiz (s.a.v.)
buyurdu ki; "Kazaya razı olur musunuz?" Onlar "evet"
dediler. Buyurdu ki, "Belaya sabreder misiniz?" Onlar yine
"evet" dediler. Buyurdu ki, "Bollukta şükreder misiniz?"
Onlar yine "evet" dediler. Bunun üzerine Resulullah "Kâbe'nin
Rabb'ı hakkı için bunlar mümindirler." buyurdu ve sonra oturdu. Daha sonra
"Ey Ensar topluluğu! Allah azimüşşan sizi meth ü sena etti. Abdestte ne
yapıyorsunuz?" buyurdu. Onlar da "Dışkıyı üç taşla siliyoruz, sonra
da su ile taharetleniyoruz." dediler. Resulallah şu âyeti tilavet buyurdu:
"Onda tertemiz olmayı seven birtakım erkekler vardır".
Bir de denilmiştir ki, idrar kalıntısını su
ile yıkarlardı, hiç cünüp durmazlar, cünüp iken uyku uyumazlardı.
Hasılı tatahhur; taharette mübalağa etmek,
temizlik hususunda titiz davranmaktır. Şer'î anlamda taharet hem necasetten,
yani maddi pisliklerden, hem de hades denilen cünüplükten ve manevi kirlerden
arınmak demektir. Burada ise "dırar, küfür, tefrika ve ırsad" gibi
fena hasletlere karşılık olarak kullanılmış olma karinesiyle tatahhurdan asıl
maksat, cismanî olandan ziyade kalbî olan taharet söz konusudur. Yani günah,
isyan, cimrilik ve tembellik gibi çirkin huylardan ve onların manevi
lekelerinden iyice arınmak demek olduğu açıktır. Ayrıca Hz. Peygamber'in
sorduğu "iman, sabır ve şükür" gibi sorular da konuya ışık
tutmaktadır. Şu halde bütün bu değişik rivayetler tefsirde tahsis mânâsına
değildir, yalnızca maneviyata münhasır bırakılmayarak, işin maddi anlamda
temizliğini de içine aldığını ve âyetin mânâ kapsamının geniş tutulması
gerektiğini beyana yönelik olduğu gözönünde bulundurulmalıdır.
109- O halde binasını, yani dininin temelini
Allah'dan bir takva ve rıza üzerine kuran mı daha hayırlı? Yoksa binasını
çatlak ve çökmeye meyilli bir yıkıntının kenarına kurup da bununla cehennem
ateşi içine yıkılan mı?
"Cürûf": dere kenarında sel
sularının dibini yalayıp oyduğu, bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur
çıkıntısıdır ki, her an yıkılmaya hazır durumda bulunan bir yerdir.
"Hâr" da bunun geriden çatlamış devrilmek üzere olan bir çeşididir
ki, bunun üzerine yapıldığı düşünülen binanın ne kadar çürük bir yere, ne kadar
çabuk göçecek bir zemine oturtulmuş olduğu ve ne kadar çabuk çökmeye mahkum
bulunduğu tasavvur olunsun. İşte din işlerini nifak ve fitne üzerine bina
edenlerin vaziyeti tam buna benzer. Ve Allah, zalimler güruhuna hidayet etmez.
Necat ve selamette başarılı kılmaz.
110- Onların, o zalim münafıkların bina
ettikleri binaları, bu arada o yaptıkları mescid kalblerinde bir işkil (bir
kuşku ve endişe düğümü) olmaktan öte gitmez. Yani, daima ve her hal ü kârda
gerek yapılı, gerek yıkık halde bulunsun ikisinde de dinî bir şüphe ve kuşkuya
sebep olup duracaktır. Zira yapılı kaldığı halde öyle ayrı ve müstakil bir
toplanma yerinde kendi kendilerine toplanıp kalblerindeki küfür ve nifakı
birbirlerine yayıp, açıklamaları, kendi şüphe ve nifaklarını arttırmaktan başka
bir şeye yaramayacaktır. Yıkıldığı halde ise nifaklarının açığa çıkmış ve
anlaşılmış olması endişesini taşıyacaklarından dolayı kinleri ve telaşları
artacak. Bundan sonra ne gibi bir muameleye tabi tutulacaklarını
kestiremiyecekler ve yürekleri korku ve kuşku içinde titreyip duracaktır. Ta
kalbleri parçalanıncaya kadar böyle kalacaklar. Yani o şüphe ve nifak kaynağı
olan kalbleri iyice parça parça oluncaya kadar o şüphe ve kuşkuları sürüp
gidecek. Ancak kalbleri parçalanınca bitecek. Fakat o kalbler onlarda bulunduğu
müddetçe o şüphe ve fitne hastalığından kurtulmaları ihtimali yoktur. Allah
herşeyi bilir, hikmet sahibidir. Şu halde onların bütün hallerini bilir,
kalblerinin gizlediği nifaka kadar herşeylerini iyice bilir ve onlar hakkında
vereceği hükümler hikmetsiz değildir, hepsi birtakım hikmetler içermektedir.
Meâl-i Şerifi
111- Allah, müminlerden, canlarını ve
mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda
çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de
Kur'ân'da da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah'dan ziyade
ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alış-veriş ahdinden dolayı
size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
112- (Bunlar), O tevbekâr olanlar, o ibadet
edenler, o hamd edenler, o oruçlular, o rükua varanlar, o secdeye kapananlar,
iyiliği emredip, kötülükten vazgeçirenler, Allah'ın hududunu koruyanlar
(emirleriyle yasaklarının ölçülerine riayet edenler)dır. Müjde ver o müminlere,
müjde!
111- Muhakkak ki, Allah müminlerden canlarını
ve mallarını satın aldı, şununla ki, cennet münhasıran onların ola.
Rivayet olunduğuna göre; Resul-i Ekreme, Akabe
Gecesi, Mekke'de Ensar'dan yetmiş kişi olarak biat ettikleri zaman, yani ikinci
Akabe biatında, Abdullah b. Revaha "Rabb'in ve kendin için bizden
dilediğini şart koş." demişti. Peygamber (s.a.v.) de: "Rabbım için
O'na ibadet etmenizi ve hiç bir şeyi O'na şirk koşmamanızı, kendim için de
beni, kendinizi ve mallarınızı nasıl koruyup savunuyorsanız öyle koruyup
savunmanızı şart ederim." buyurdu. Onlar da "Bunu yaptığımız takdirde
bizim için ne var?" dediler. Hz. Peygamber "cennet" buyurdu.
Bunun üzerine "Bu alış-veriş kârlıdır, bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de
bozulmasını kabul ederiz." dediler. Sonra işte bu âyet nazil oldu. Bir gün
Hz. Peygamber, bu âyeti okurkan bir a'râbi geldi "bu kimin sözü?"
dedi, Resulullah, "Allah kelâmıdır." diye cevap verdi. O a'râbi
"Vallahi bu çok kârlı bir alış-veriş, biz bunu ne bozarız, ne de
bozulmasını isteriz" dedi ve gazaya çıktı, nihayet şehid oldu...
Şüphe yok ki, Allah Teâlâ'nın yarattığı o
canlar ve rızık olarak ihsan ettiği o mallar baştan sona Allah'ın mülküdür ve
bundan dolayı Allah'ın onları satınalma yoluyla mülkiyetine geçirmesi tasavvur
olunamıyacağından Fatiha Sûresi'nde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak
senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5)'in tefsirinde de beyan olunduğu
üzere burada Allah Teâlâ'nın büyük bir lütuf gösterisi ile kullarını cihada ve
ibadete daveti ve teklifi vardır. Bunun hakikatı şudur ki, Allah insanlara can
ve mal vermiş ve onlarda muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya da izin
vermiştir. Böylece kullar kendi şahıslarında ve mallarında geçici bir hürriyet
ve mülkiyet hakkı ile yine muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya maliktirler.
Fakat kullar bunları sırf kendileri ve kendi rıza ve ihtiyarları adına sarf edecek
olurlarsa, Allah'ın ihsanı olan nimetleri, kendileri gibi fani olan maksatlar
uğruna tüketmiş olacaklar ve ondan hiç bir kâr ve menfaat elde edemeyecekler.
Ecelleri geldiğinde her şeyden mahrum olarak büsbütün hüsran azabı ile karşı
karşıya kalacaklardır. Halbuki Allah'ın ihsanı olan can ve malı, kendileri için
ve kendi mülkleri olarak değil de, hüriyetlerini ve tasarruf haklarını çok iyi
kullanarak gönül rızasıyla Allah'a teslim ve Allah için ve Allah'ın emrine,
Allah'ın yoluna sarfederlerse Allah onları heder etmeyecek ve kendilerini
cennet ile sevaplandırarak ebedi nimetlere erdirecektir. Yani fani olan
lezzetlerin Allah için feda edilmesine karşılık ebedi olan hayır ve menfaatler
elde edilecek. Fani hayat yerine baki hayat kaim olacaktır. Bir mümin Allah
yolunda savaşa katılır, can verir ve o yolda malını infak ederse, bu yaptığı iş
boşa gitmeyecek, ahirette ona karşılık Allah'dan cennet alacak ve başkalarının
sıkıntısından uzak olarak sırf nimetlerle dolu olan ebedi mutluluk içinde
yaşayacaktır. İşte böyle düzenlenmiş olan bu dünya ile ahiret, bu fani ile o
ebedi ve baki aynı anda bir yerde bir araya gelemiyeceğinden, bu fani hayatı o
baki hayatla değiştirme işini Allah, kulunun ihtiyarına terk etmiştir. Bu
işlem, bu yer değiştirme kulun seçim ve rızası ile Allah'ın kabulüne bağlı
bulunduğundan bu ilâhî muamele sanki bir değişme, bir alış-veriş imiş gibi
temsilî bir üslup ile ifade buyurulmuştur. Yoksa gerçekte kulun malı da, canı
da, ona karşılık olarak verilen cennet de hepsi Allah'ın mülküdür. Aslında
Allah Teâlâ, kendi mülkünü, yine kendi mülkü ile değiştirecektir.
Ancak bu değiştirme işlemi, cebri olmayıp yine
de kulun rıza ve ihtiyarına bağlanmış olduğundan Allah Teâlâ bu sözleşmenin
şerefini kullarına bağışlamıştır. Sanki zengin bir velinin kendi velayeti
altındaki fakir bir çocuğa sermaye vererek onu ticarete teşvik etmek için
dükkan açtırması ve başka müşteri aramayıp satacağı malı yalnızca kendisine
satmak üzere şart koşup, her aldığına da kat kat kâr vermesi gibi bir
alış-veriş şeklinde temsilî ifade kullanılmıştır. Benzersiz bir lütuf ve
ihsanın hukuk diliyle ifade buyurulması demek olan bu temsilî anlatımla ayrıca
hukukî muamele ve sözleşmelerin temel özelliklerini belirlemeye yönelik bir
sözleşme örneği ortaya konmuştur. Ayrıca hukukî muamelelerin din ve dünya
işlerinde esas olduğu gösterilmiştir. Yine burada gösterilmek istenmiştir ki;
hukukî sözleşmelere dayanan alış-veriş akitleri ve bu yolla elde edilecek kâr
ve kazançlar, teberru ve bağış yoluyla elde edilecek gelirlerden daha hayırlı
ve daha şereflidir. Beşerin hayatının ve mutluluğun hukuki sözleşmelere riayet
ve sözünde durmak gibi insanî ve ahlâkî özelliklere bağlı olduğuna da işaret
vardır.
Şu halde fiili, herşeyden önce bu sözleşmenin
taraflarını belirliyerek işe başlıyor. Bu sözleşmenin Allah katında bir icabı
ve kulun imanı da bu icabın kabulü demektir. Nitekim Hz. Hasan demiştir ki,
"İşitiniz, vallahi, Allah Teâlâ'nın her mümine sattığı öyle kârlı bir biat
ve öyle ağır basan bir kefedir ki, yer yüzünde bu biate katılmayan hiçbir mümin
yoktur...ilh". Yani âyetin hükmü ve kapsamı, nüzul sebebi olarak
bildirilen Akabe biatını haber vermekten ibaret değildir, bütün müminlere
şamildir.
Ca'feri Sadık Hz.lerinden de
"bedenlerinizin Cennet'ten başka fiyatı yoktur, onları ondan başkasına
satmayınız." diye de nakledilmiştir. Türk Şairi Fuzûlî'nin
"Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey
dil!"
" Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir, ne
benim." demesi de bu âyetin muhtevasına işarettir.
Müminler bu ilâhî satınalmaya karşı can ve
mallarını Allah'a nasıl satacaklar, denilirse:
Allah yolunda savaş yaparlar, öldürürler de,
öldürülürler de. Gazi de olurlar, şehid de. Söz konusu bedel Allah üzerine
haktır ve bu Tevrat'da, İncil'de ve Kur'ân'da verilen bir vaaddir. Yani bu
alışverişin fiyatı olan bu dünyada peşin değil, ahirette ödenecek olan bir
müeccel vaaddir. Fakat şüpheli bir vaat değil, Allah üzerine sabit bir borçtur,
her şüpheden uzaktır. Hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'ân'da sabit olmuş
bir vaaddir. Hakk'ın vaadidir. Allah'dan daha ziyade ahdini tutan, sözünü
yerine getiren kim vardır? Sözünden dönmek şerefli bir insana bile yakışmazken
Allah Teâlâ hakkında böyle bir düşünceye kapılmak mümkün müdür? Öyleyse ey
müminler! Yapmış olduğunuz bu alış-verişinizle istibşar ediniz, birbirinizi
müjdeleyip birlikte sevininiz, bayram ediniz. İşte o, yani bu alış-verişinize
fiyat olmak üzere size verilmesi, şahıslarınıza tahsis olunması kesin bir Hakk
vaadi olan Cennet, büyük ve muhteşem kurtuluşun kendisidir. İşte o büyük
kurtuluş, ondan daha büyüğü düşünülemeyen o ebedi felah ve necat işte budur.
112-Bunlar, yani bu sözü edilen müminler o
tevbekârlar ki, âbidler, Allah'a ihlas ile ibadete devam edenler hamidler,
gerek sevinçli, gerek sıkıntılı zamanlarında, hangi durumda olurlarsa olsunlar
Allah'a sürekli hamd edenler seyyahlar, gezginler yani oruçlular. Çünkü
Peygamber (s.a.v) Efendimiz "Ümmetimin seyahati oruçtur."
buyurmuştur. Abdullah b. Mesud'dan, İbnü Abbas'dan, Hz. Aişe'den, Ebu Hureyre
ve daha başkalarından rivayet yoluyla gelen tefsir budur. Orucun iki bakımdan
seyahata benzerliği vardır: Birisi sûrenin başında da işaret olunduğu üzere,
seyahat eden kimse, işin icabı olarak gerek yiyip içmek, gerek dinlenmek ve
daha başka nefsinin istekleri hususunda tutumlu davranmak ve bazı sıkıntılara katlanmak
zorunda kalır. Oruç tutmak da insanı nefsani arzulardan uzak tutmak açısından
çok önemli bir yolculuğa benzer. Birisi de seyahat, innsanın görmediği,
bilmediği bir takım şeylerle karşılaşmasına vesile olan bir dış dünya
yolculuğudur. Bunun gibi, oruç da insanın kendi iç dünyasında gizli kalmış bir
takım özelliklerin tanınmasına, mülk ve melekût âleminin bir takım sırlarına
vakıf olmasına vesile olur. Seyahat bir bedenî riyazet olduğu gibi, oruç da bir
ruhî riyazet ve seyahattır. Ayrıca Ata'dan yani seyahat edenlerin, mücahidler
olduğuna dair bir rivayet nakledilmiştir. Ebu Umame'den rivayet edilmiştir ki,
bir adam Hz. Peygamber'den seyahata çıkmak için izin istemişti. Peygamber
Efendimiz de ona "Benim ümmetimin seyahatı Allah yolunda cihad etmektir."
buyurmuştu. Bununla beraber bu âyetteki maksadın genel olarak yeryüzünde
seyahat edenler demek olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bunlardan bir kısmı,
"Mekke'den Medine'ye hicret edenlerdir." demişlerdir. Bir kısmı da
"İlim tahsili için yolculuk yapanlardır" demişlerdir. Başkaları da
"Allah'ın yarattığı âyetleri ve yeryüzündeki gariplikleri görüp tanımak ve
onlara ibretle bakmak için seyahat edenlerdir." demişlerdir ki, "De
ki, yeryüzünde gezip, dolaşın ve olup bitenlere dikkatle bakın!" (Ankebut,
29/20: Rum, 30/42) âyetlerindeki emir gereğince sırf Allah'ın kudretini
eserlerinde görüp tanımak için seyahat edenler demek olur. (Âl-i İmran
Sûresi'nde âyet 137 nin tefsirine bakınız).
Rükû edenler, secde edenler. Yani rükû'uyla
secdesiyle namazı tamı tamına ve hakkıyle kılanlar, maruf ile emredenler, yani
iyiliği belli olan, herkesçe iyilik olduğu bilinen konuları telkin ve tavsiye
edenler, yani imanı ve Allah'a itaatı emredenler, münkerden (kötülükten, şirk,
imansızlık ve günanlardan) nehyedenler Allah'ın hududunu koruyanlar yani Allah
Teâlâ'nın beyan edip açıkladığı, sınırlarını kendisinin belirlediği gerçekleri
ve şeriatın kurallarını ve bu kuralların inceliklerini bilerek bunlara riayet
edenler. Şeriatın inceliklerine titizlikle uyanlar ve insanları o yola yönlendirenler.
Velhasıl o müjdeye, o ilâhî vaade layık olan müminler, bütün bu güzel
hasletlere, bu üstün özelliklere sahip olan, bunları kendi şahsında
toplayanlardır. Ve böyle olan müminlere müjde ver, onları müjdele habibim ey
Muhammed!
Abdullah b. Abbas Hz.leri demiştir ki,
"Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek
suretiyle satın aldı." âyeti nazil olduğunda, ashaptan birisi, "Ya
Resulallah! Şayet o kişi zina da etse, hırsızlık da yapsa, içki de içse bile
mi?" demiş ve işte bu "Tevbe edenler..." âyeti bunun üzerine
nâzil olmuştur.
Allah Teâlâ'nın müşriklerden ne kadar beri
olduğunu iyice anlamalı ki:
Meâl-i Şerifi
113- Ne peygambere, ne iman edenlere akraba
bile olsalar cehennemlik oldukları iyice belli olduktan sonra müşriklere
istiğfar etmek yoktur.
114- İbrahim'in babası için istiğfar etmesi de
sırf ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Böyle iken onun bir Allah düşmanı
olduğu kendisine açıklanınca o işten vazgeçti. Şüphesiz ki İbrahim, çok bağrı
yanık, çok halim birisi idi.
115- Allah, bir kavmi hidayete erdirdikten
sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine iyice açıklamadıkça dalalete
düşürmez. Gerçek şu ki, Allah her şeyi bilir.
116- Hiç şüphesiz, göklerin ve yerin mülkü
Allah'ındır. O, diriltir de, öldürür de. Size O'ndan başka ne bir dost vardır,
ne de bir yardımcı.
113- Cumhur, yani bütün tefsir âlimleri, bu
âyetin Ebu Talib hakkında nazil olduğunu nakletmişlerdir ki, bunun dayanağı da
Said b. Müseyyeb, Zührî, Amr b. Dinar ve Ma'mer'den gelen bir rivayettir.
Demişler ki; Ebu Talib'in hal-i hayatında Hz. Peygamber "Ey amcacığım
de." Bu bir kelimedir ki, Allah'ın huzurunda bunun ben senin lehinde delil
olarak kullanayım." dedi. Orada Ebu Cehl ile Abdullah ibni Ebi Ümeyye de
vardı. Bunlar "Ey Ebu Talib, Abdülmuttalib'in milletinden vaz mı
geçeceksin?" dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de
"Yasaklanmadığım sürece ben de senin için istiğfar edeceğim." dedi.
Sonra da işte bu "Peygamber ve müminler için müşriklere istiğfar etmek
diye birşey yoktur." âyeti ile "Muhakkak ki, sen kendi istediğini
hidayete erdiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete erdirir." (Kasas,
28/56) âyeti nazil oldu.
Bu rivayetlere göre, bu âyetler ya Mekke'de
nazil olmuş, ya da bu âyetlerin nüzulüne kadar senelerce Hz. Peygamber
istiğfara devam etmiş demek olur ki, bunun ikisi de dış görünüşüyle akla uzak
ihtimaller olarak görülmektedir. Bazı rivayetlerde de, bu âyetin Mekke
fethinden sonra Hz. Peygamber'in, annesi Âmine'nin kabrini ziyaret edip ona
istiğfar etmek istemesi dolayısıyla nazil olduğu kaydedilmiştir. Bazıları da
bunun yukarıda söz konusu edilen "Onlara yetmiş kere istiğfar etsen de
Allah onları affetmeyecektir" âyetiyle ilgili olarak nazil olduğunu
söylemiştir. Abdullah b. Abbas'dan gelen bir rivayete göre; bir kısım müminler
"Hz. İbrahim'in babasına istiğfar ettiği gibi biz de ölmüşlerimize
istiğfar edelim." demişlerdi, bu sebeple nazil oldu diye söylenmiştir.
Bazı âlimler burada istiğfardan maksat namazdır, demişler. Gerçi cenaze namazı da
ölü hakkında bir istiğfardır, fakat mağfiret istemek demek olan istiğfar,
namazdan daha geniş ve daha genel anlamlıdır. Zahir olan da budur.
"Onların cehennemlik oldukları kendilerine açıklandıktan sonra (artık
istiğfar etmek yoktur.)"
114-Bu açıklanma, ya küfür üzere öldükleri
bilinmek, ya da öyle ölecekleri hakkında vahiy gelmiş olmak şeklinde olabilir.
Bundan anlaşılır ki, kâfir olarak öleceği hakkında vahiy gelmemiş ve henüz
hayatta bulunan kâfirler için iman nasip olması umulduğundan, onlar için
istiğfar her zaman caiz olabilecektir. Nitekim Hz. İbrahim'in babasına
istiğfarı da bu bakımdan olmuştur. Bu anlatılarak buyuruluyor ki;
"İbrahim'in babasına istiğfarı da sırf
ona vermiş olduğu bir vaatten dolayı idi". Meryem Sûresi'nde geleceği
üzere "(İbrahim) selâm sana dedi, senin için Rabb'imden mağfiret
dileyeceğim. Çünkü O bana çok lütufkârdır." (Meryem, 19/47) aynı şekilde
Mümtehine'de de geleceği üzere "Senin için afdileyeceğim."
(Mümtehine, 60/4), Şuarâ Sûresi'nde de "Babamı da bağışla, çünkü, o
sapıklardandır." (Şuarâ, 26/86) 'diye istiğfarda bulunmuştu. Ne zaman ki
ona, babasının Allah'a düşman biri olduğu açıklanınca, o da istiğfar etmekten
vazgeçti, teberri eyledi, uzak durdu. Demek ki, babası hakkındaki vaad, onun
hayatta olması ve imana gelmesinin ümid edilmesi şartına bağlı idi. Şüphesiz
ki, İbrahim bir evvah (çok çok ah eden, ağlayan sızlayan), bir halimdir.
"Evvah": mübalağa siğasıyla çok ah
eden demektir. Bilindiği üzere, "ah" ve "of" bir acıya ve
hüzne işaret için kullanılır. İnsanoğlu şiddetli bir acı duyduğu zaman adeta
yüreği yanar ve nefesi daralır, boğulacak gibi olur, yanan nefesini çıkarırken
zarurî olarak bir ah çeker. Bunun için çok ah çekmenin, çok acı çekmeye, bağrı
yanıklığa, aşka ve Allah korkusuna delaleti vardır. Burada "evvah"
işte böyle bir mânâ ilişkisinden dolayı kinaye olarak kullanılmıştır. Bizim
dilimizde de bu anlamı ifade için "ince kalpli, yufka yürekli, bağrı
yanık, aşık adam" gibi tabirler kullanılır.
"Aşkın elinden ve ettiklerinden ah!
Ateşiyle kalbimi yaktı bıraktı."
Meşhur beyti de bu mânâyı pek iyi ifade eder.
Duaların en çok kabule şayan olanları bu ruh haliyle yapılan dualardır. Ashab
ve Tabiîn'den olan ilk devir müfessirleri "evvah" kelimesinin, bu
mânâsını çeşitli deyimlerle rivayet ve ifade etmişlerdir. Şöyle ki:
1. "De'â' yani çok çok dua eden, hep dua
ve niyaz ile meşgul olan
2. "Rahîm" yani pek merhametli, çok
yumuşak kalbli, yufka yürekli.
3. "Mümin", yani çok imanlı,
4. "Mûkin" İnancında şüphe ve
tereddüt bulunmayan,
5. Ayrıca "Tevvab",
"muvaffak", Allah'ı çok çok zikreden, tesbih eden, istiğfar eden,
Allah'ın kitabını çok çok okuyan, Allah korkusuyla ağlayan, sızlayan, ah, vah
eden, dindarlığın özüne vakıf olan, yani "fakih" olan ve benzeri
anlamları içeren bir kelimedir. Abdullah b. Şeddad'dan rivayet olunmuştur ki,
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz " Evvah huşû içinde yalvarıp
yakarandır." buyurmuş. Görülüyor ki, her biri bir başka görüş açısından
ortaya konulan bu mânâlar, genelde birbirine çok yakın olan şeylerdir ve hepsi
de gösteriyor ki, maksat sırf ağlayıp ah vah etmek değil, bir kalb özelliğinin,
bir ruh hâlinin durumunu dile getirmektir. Bundan dolayı son devir tefsir
âlimleri bunun yürek yufkalığından, merhamet ve şefkatten kinaye olduğunu
söylemişlerdir. Gaflete düşmemek lazımgelir ki, âyette "evvah"
buyurulduktan sonra bir de "halim" ile sıfatlandırılmış olması çok
anlamlıdır. Zira çok ah etmek, aynı zamanda bir hiddeti ve sabırsızlığı da ima
edebilir. İşte "halim" sıfatıyla bundan sakınılarak şu anlatılmış
oluyor ki; İbrahim'in çok çok ah eden biri olması, hiddetinden,
sabırsızlığından ve tahammülsüzlüğünden kaynaklanan sıkıntılardan değildi. O
gerçekten halim selim, hiddetten uzak, eza ve cefaya katlanan, mihnete sabırlı
olmakla birlikte bir "evvah" idi. Bundan dolayı babasının da her türlü
eza ve cefasına sabreder, tahammül gösterirdi. Yine de babasına karşı
yumuşaklıkla ve rıfk ile davranırdı. Babasının küfür ve dalalet yolunda
olmasına yüreği sızlar, onun imana gelmesinden ümit kesmez ve sürekli olarak
onun selameti için dua ve istiğfar ederdi. Fakat babasının gerçekten bir Allah
düşmanı olduğu kendisine açıklanınca, öylesine bir evvah ve halim olan İbrahim
Allah'a olan sevgisinden ve haşyetinden dolayı, babası için dua ve istiğfar
etmekten hemen vazgeçti. Demek ki, Allah düşmanları hakkında dua ve istiğfarın
makbul olunma ihtimali olsa idi, İbrahim gibi duası kabul birinin duası makbul
olunurdu. Ve o, istiğfardan vazgeçmezdi. Şu halde bundan da anlaşılmaktadır ki,
cehennem ehli oldukları belli olanlara ne peygamberin, ne de müminlerin
istiğfar etmeleri caiz değildir. O halde daha önce istiğfar etmiş olanlar
sorumlu tutulur mu? Hayır. Çünkü:
115- Allah, bir kavme hidayet ettikten, onları
İslâm'a muvaffak kıldıktan sonra sakınacakları şeyleri kendilerine
açıklayıncaya kadar onları sapıklığa uğratmaz, gerisin geri dalalete düşürmez.
Yani, ilâhî ahkâm kendilerine beyan edilmeden önce bilmeyerek yaptıkları
hatalardan dolayı onları hak yoldan sapmış olmakla vasıflandırmaz ve itham
etmez. Dalalete düşmüşlere ilişkin ahkâmı onlara uygulaması âdeti değildir.
Zira Allah kesinlikle her şeyi bilir. Onların maksatlarını ve mazeretlerini,
sırf akılla bilinemiyecek şeylerin açıklamasına muhtaç olduklarını da bilir.
Bundan dolayı korunmaları gereken şeylerle ilgili hükümleri de böylece açıklar.
116- Göklerin ve yerin bütün mülkü, bütün
saltanatı kesinlikle Allah'ındır. Onun bir zerresinde hiç kimsenin hakkı ve
ortaklığı yoktur. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için de Allah'dan başka ne
bir velî vardır, ne de bir yardımcı. Velayet hakkı ancak O'nun, inayet ve yardım
yalnızca O'ndandır. İşte bundan dolayı Allah'a karşı bütün masivadan uzaklaşıp,
O'na teslim olmalı, özünü ona vermeli, gözünü O'nun rızasına dikmelidir.
Şimdi:
Meâl-i Şerifi
117- Andolsun ki, Allah, yine peygambere ve en
zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az
kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul
buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır.
118- Allah, haklarında hüküm beklenen o üç
kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine
rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya
sokmuştu. Allah'dan kurtuluşun, ancak Allah'a sığınmakta olduğunu anlamışlardı.
Sonra da Allah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kıldı da tevbelerini kabul
buyurdu. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametli
olandır.
117- Yemin olsun ki Allah, peygamber üzerine
ve Muhacirin ile Ensar üzerine tevbe ihsan etti. Allah Teâlâ'nın kulları
üzerine tevbe etmesi, onlara tevbe etmeyi nasip etmesi ve tevbelerini kabul
eylemesi anlamına gelir. Buna göre bu âyette "Allah'ın peygambere
tevbesi" yukarıda geçen "Alllah seni affetsin, niçin onlara izin
verdin?" âyetinin içeriğine bir cevap olduğu gibi, Muhacirler'e ve Ensar'a
tevbesi de yine daha önce Uhud ve Huneyn günlerinde yaptıkları dikkatsizlik ve
tedbirsizlik hakkında olduğu söylenmiştir. Burada asıl maksat, tevbenin
faziletini ve önemini, hatta peygamber de dahil olmak üzere bundan hiçbir
müminin uzak kalamayacağını bildirmektir, denilmiş. Fakat İbnü Atıyye'nin
tefsirinde açıklandığı üzere en güzel mânâ şudur: Asıl tevbe rücû' demek
olduğundan, Allah Teâlâ'nın bir kuluna tevbesi, o kulunu bir hâlden daha yüksek
bir hâle getiren ilâhî rücû' demektir. Bu mânâ dilimizdeki ifade şekliyle
Allah'ın o kuluna inayet ve rahmetiyle nazar etmesi demek olur. Bu ise, günah
hâlinden taat hâline döndürmek anlamına bir rücû' olabileceği gibi, bir taat
hâlinden daha yüksek bir taat haline rücû' da olabilir ki bu âyette peygambere
tevbesi böyledir. Çünkü gazanın meydana gelişinden ve onun sıkıntılarına
tahammül gösterişinden sonraki hâlini, gaza öncesindeki hâlinden daha mütekamil
bir hâle irca' etmiştir. Muhacirin ile Ensar'a tevbesi ise, onların noksan bir
hâlden bu gaza dolayısıyla meydana gelen olaylar sebebiyle din uğrunda
fedakârlıkları ve itaatları ile daha olgun hâle gelmiş olmaları ihtimali söz
konusudur. Bir bölük hakkındaki tevbesi ise daha aşağı durumda gufran ve rıza
hâline irca' eylemek demektir.
Hasılı onları bulundukları halde bırakıvermedi
de yine rahmet ve inayetiyle iltifat buyurdu. O Muhacirin ve Ensar ki, o zor
anında, o güçlük ve sıkıntı saatinde ona (peygambere) uyup, arkasından
gittiler.
"Usret": Darlık, şiddet ve yokluk
demektir. Sâat-i usret zorluk anı veya vakti demektir ki, "Yüreklerin
gırtlağa geldiği" (Ahzab 33/10) buyurulan Hendek gününe ve daha başka
sıkıntılı günlere işaret olabilirse de burada asıl maksat Tebük Seferi
sırasında çekilen sıkıntılar, özellikle bu seferin en sıkıntılı günü hakkındadır.
Nitekim yukarıda da geçtiği üzere Tebük Seferi'ne çıkan orduya "Güçlük
Ordusu" adı verilmiştir. Bunun hakkında Peygamber (s.a.v.) Efendimiz
"Güçlük ordusunu kim donatırsa kendisine cennet vardır." buyurmuştur.
Hz. Osman (r.a.) bin deve ve bin dinar para vererek ordunun donatılmasına
katkıda bulunmuştu. Rivayet olunur ki Hz. Peygamber, mübarek elinde dinarları
bir yandan bir yana aktarırken "Bundan sonra Osman ne yapsa bir beis
yok." buyurmuştur. Ensar'dan bir zat da yedi yüz vesk (kile) buğday vermişti.
Bu sefer boyunca gerek binit, gerek azık ve su yüzünden çok sıkıntı çekilmişti.
O derece ki, on kişiye ancak bir deve düşüyordu. Onlar da nöbetleşe
biniyorlardı. Yiyecek konusunda o dereceye gelmişlerdi ki, bir hurma tanesini
iki kişi paylaşıyordu. Hatta öyle zamanlar oldu ki, tadı bozulmuş olan bir suyu
içebilmek için birçok kişi aynı hurma tanesini bir kere emerek içebiliyorlardı.
Hz. Ömer demiştir ki, susuzluktan deveyi boğazlayıp karnındaki suyu
içiyorlardı. Nihayet Hz. Peygamber ellerini kaldırıp yağmur için dua etti.
Cenab-ı Hak, çok geçmeden bir bulut gönderdi ve yağmur ihsan eyledi. Herkes
içti ve kabını doldurdu. Yine bu gazada açlıktan develeri kesmek istediler,
fakat Resulullah herkesin kabında erzak döküntüsü ve kırıntısı olarak ne
kalmışsa hepsinin bir yere toplanmasını emreyledi. Bütününden bir sergi üzerine
çok az birşey toplandı. Bereketine dua etti. Sonra "Herkes kabına yiyecek
alsın." diye buyurdu. Allah'ın inayetiyle hepsi kablarını doldurdular ve
geri kalanını da yediler, karınlarını doyurdular, hatta biraz da arttı. Bu
ordunun miktarı otuzbin kadardı. Bu gaza Resulullah'ın son gazası idi. Yukarıda
da işaret olunduğu üzere, Medine'de Hz. Ali'yi yerine bırakmıştı. Bu sefer
sırasında büyük bir çarpışma olmamış, ancak düşman sınırına kadar gidilmişti.
Ezrah, Eyle v.s. ahalisi cizyeye bağlanmış ve daha sonra da dönülüp gelinmişti.
İşte Muhacirin ile Ensar, Hz. Peygamber'e
böyle sıkıntılı bir günde tabi oldular. Öyle bir durumdan sonra ki, içlerinden
bir kısmının kalbleri az kalsın yamılacaktı. Yani, sıkıntı o kadar şiddetli idi
ki, bir kısmı hemen hemen Peygamber'den ayrılıp seferden caymaya başlayacaktı.
Sonra Allah onlara nasip etti. Onların kalbini o kaypak düşüncelerden
koruduktan başka, çektikleri sıkıntılardan dolayı hepsine rahmet nazarı ile
nazarını çevirdi. Çünkü O, onlara çok rauf (şefkatli), çok rahîm
(merhametli)'dir.
118- Geri bırakılan o üç kişiye de (yani Ebu
Lübabe ve arkadaşları gibi tevbe ve itirafları derhal kabul olunmayıp)
"Haklarındaki karar Allah'ın emrine bırakılmış olan beklemeliler...",
işte o üç kişiye de Allah tevbe verdi, ki, bunlar, Ka'b b. Malik, Mürare
ibni'r-Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye idi ki bunlardan Ka'b, Akabe ehlinden diğer
ikisi de Bedir Ashabından idiler. Ta (o vakte kadar geri bırakıldılar) ki,
yeryüzü bütün genişliğine rağmen başlarına dar geliyordu. Zira hiç kimse
yüzlerine bakmıyor, onlarla ilgilenmiyor ve hiçbir yerde duramıyor ve huzur
bulamıyorlardı. Nefisleri de kendilerine dar geldi. Yani kendi vicdanlarına
yöneldiklerinde, vicdanları da onları suçluyor, suçlu ve kusurlu buluyordu. İç
huzuru ve gönül rahatlığı bulamıyorlar, kendi iç dünyaları da kendilerine
zindan kesiliyordu. Ve Allah'a ilticadan, O'na yönelip sığınmaktan başka bir
çıkar yol olmadığını iyice anladılar. Yani Allah'ın gazabından kurtulmak için
yine Allah'a başvurup, tevbe ve istiğfar etmekten başka çare olmadığını bilfiil
anlayarak, herşeyden ümitlerini kesip, bütün ümitlerini ve beklentilerini
Allah'dan ummaya başladılar. Olanca güçleriyle Allah'a yöneldiler. Allah'ın
gazabından yine Allah'a sığınarak kurtulunacağını umdular. Sonra da tevbe
etsinler diye Allah onlara tevbe ihsan eyledi. Tevbelerinin kabulünü bildiren
âyet indirdi. Yahut tevbelerinde gerçekten direnmeleri gerektiği yolunda onlara
azim ve gayret verdi ve en sonunda da tevbelerini kabul eyleyip kendilerine
tekrar lutf ile nazarını çevirdi. Çünkü Allah, kesinlikle tevvabdır, rahîmdir.
Tevbeleri çok çok kabul edici, yegane kabul edicidir. Fazl u keremine, ihsan ve
rahmetine sınır olmayan yegane merhamet edici ancak O'dur. Günahkârın günahı ne
kadar çok, ne kadar büyük olursa olsun, gerek kemiyet, gerek keyfiyet bakımından
tevbesini kabul edişindeki lütfu ve inayeti, rahmeti ve ihsanı sınırsızdır.
Buharî'de rivayet olunduğu üzere, Ka'b b.
Malik (r.a), Tebük'ten kalışı hikâyesini anlatarak demiştir ki, Tebük
Gazası'nın dışında hiçbir savaşta Resulullah'dan ayrı kalmadım, şu kadar var
ki, Bedir Gazası'nda da savaşa katılmamıştım, Fakat Bedir'e katılmayan hiçbir
kimseye itap buyurulmamıştı. O zaman Hz. Peygamber, Kureyş Kervanı'na diyerek
yola çıkmış ve Allah, onlarla düşmanları habersiz olarak karşı karşıya
getirmişti. Ben Resulullah ile Akabe gecesinde İslâm üzere misak yaptığımız
zaman hazır bulunmuş idim. Gerçi insanlar arasında "Bedir" olayı daha
çok konuşulur, fakat bana Akabe gecesindeki o toplantıya karşılık olarak Bedir
olayını verseler değişmek istemezdim. Durumum da şu idi ki, ben hiçbir zaman
Tebük seferinden kaldığım zamanki kadar güçlü ve kuvvetli ve bolluk içinde
olmamıştım. Vallahi daha önce hiçbir zaman iki tane yük hayvanına sahip
olmamıştım, bu gaza sırasında ise iki taneyi elde etmiştim. Hz. Peygamber de
herhangi bir gazayı murad ettikleri zaman, kesinlikle bir başka cihete doğru
yönelirlerdi. Bu gaza ile gayet sıcak bir zamanda ve uzak bir sefere, bir çöle,
güçlü ve kalabalık bir düşmana karşı yönelik olduğundan ve iyi hazırlansınlar
diye meseleyi müslümanlara açmış, gideceği yönü haber vermiş idi. Onunla
beraber gideceklerin sayısı da çoktu. Bunlar belli bir deftere yazılmış da
değildi. Şu halde bir adam aradan kaytarıp kaybolsa hakkında vahiy gelmedikçe
onun durumu gizli kalacağını sanırdı. Üstelik mevsim, meyvelerin olgunlaştığı
ve gölgelerin güzelleştiği bir zamana denk gelmiş idi. Böyle bir zamanda
Resulullah, sefer hazırlıklarına girişmişti. Hz. Peygamber ve yanındakiler
techizatlarını hazırladılar, ben de onlarla beraber gidiyor, fakat bir hazırlık
yapmadan dönüp geliyordum. Kendi kendime de diyordum ki, gücüm var, daha vakit
de var, ne zaman olsa hazırlık yapabilirim". Bir süre böyle geçti. Derken
iş birdenbire ciddileşti. Bir sabah Resulullah ile beraberindeki müslümanlar
ansızın hareket edip yola çıktılar. Oysa ben hazırlanmamıştım. "Bir iki
gün içinde hazırlanır, arkalarından yetişirim." dedim. Onlar ayrıldıktan
sonra hazırlık yapayım, bazı şeyleri tedarik edeyim diye gittim, yine de bir
şey yapamadan döndüm. Sonra yine gittim, yine birşey yapamadan döndüm. Ben bu
halde iken onlar süratle gittiler. Gaza ilerlledi. İstedim ki, her ne olursa
olsun, hemen bir bineğe atlayıp, gideyim, yetişeyim. Keşke yapsaydım, lâkin
kısmet değilmiş yapamadım. Resulullah gittikten sonra Medine'de halk içine
çıkıp dolaştıkça mahzun oluyordum. Zira gördüklerim ya münafık olarak mimli, ya
da sakat ve özürlü kimselerdi. Tebük'e varıncaya kadar Resul-i Ekrem, beni hiç
anıp sormamış, fakat Tebük'te konaklayıp otururken bir ara "Ka'b ne
yaptı?" buyurmuş. Beni Seleme kabilesinden biri de "Onu bürdeleri ve
yanına bakışı alıkoydu." demiş. Muaz b. Cebel de "Fena konuştun,
vallahi biz onun hakkında iyilikten başka birşey bilmeyiz." demiş,
Resulullah da sükut buyurmuşlar. Hz. Peygamber dönüş için yola çıktıkları zaman
beni bir merak sardı, ne yapacağım, ne diyeceğim diye düşünmeye başladım; yalan
söylemek, yalan uydurmak aklımdan geçiyordu, "Yarın dönüp geldiğinde onun
gazabından nasıl kurtulacağım?" diyordum. Bu konuda yakınlarımdan aklı
erenlerin hepsinden yardım istedim. Sonra ne zaman ki, Resulullah teşrif
buyurdu, benden o batıl düşünceler birdenbire silindi gitti. Azıcık yalan
karışacak bir şey olsa asla kurtulamayacağıma kanaat getirdim ve kendimi
toparlayıp doğruyu olduğu gibi söylemeye karar verdim. Resulullah seferden dönünce
mescide uğrar, orada iki rek'at namaz kılar, sonra oturur, oradakilerle kısa
bir görüşme yapardı. Yine öyle yaptı. Sefere katılmayanlar geldiler özürler
dilemeye başladılar, seksen kişi kadardılar. Resulullah da onların özürlerini
kabul ederek dış görünüşüyle söylenenleri tasdik ediyor, işin içyüzünü Allah'a
havale ediyordu ve haklarında istiğfar ediyordu. Bunun üzerine ben de vardım,
selam verdiğim zaman bana öfkeli bir gülüşle tebessüm etti, sonra da "Gel
bakalım!" buyurdu, yürüdüm yanına vardım, önünde oturdum. "Ne diye
kaldın, sen omuzuna biy'at almış değil miydin?" dedi. Bunun üzerine dedim
ki: "Evet, vallahi ben başka birinin, dünya ehlinden birisinin huzurunda
oturmuş olsaydım, her halde bir özür uydurarak, onun gazabından kurtulacağım
düşüncesine kapılırdım ve gerçekten de bana bir ikna kuvveti ihsan edilmiştir.
Lâkin şimdi şunu kesinkes bilmekteyim ki, bu gün ben sana yalan söylesem,
kendimden razı etsem de, her hâlde çok sürmez Allah sana gerçeği bildirir ve
bana karşı öfkelendirir. Ama şu anda bana kızacağın doğruyu söylesem, Allah'ın
beni affedeceğini umarım. Hayır, vallahi benim seferden kalmak için hiçbir
özrüm yoktu. Vallahi ben hiçbir zaman bu defa senden tehallüf ettiğim zamanki
kadar bolluk içinde olmadım." dedim. Resulullah da "İşte bu gerçekten
doğru söyledi, o halde kalk, Allah senin hakkında hükmünü bildirinceye kadar
bekle!" dedi. Ben de kalktım, Beni Seleme'den bazı adamlar da sıçrayıp
kalktılar, arkamdan gelmeye başladılar ve bana "Vallahi biz seni bundan
önce bir günah işlemiş olarak bilmiyorduk. Diğerlerinin yaptığı gibi,
Resulullah'a bir özür uydurup söyleyemedin, halbuki Resulullah'ın sana
istiğfarı günahını bağışlatmaya yeterdi." dediler. Ve Allah biliyor, bana
o kadar serzenişte bulundular ki, tekrar dönüp kendimi yalanlamak istedim.
Sonra onlara dedim ki, "Benim durumuma düçar olan başka biri daha oldu
mu?" Onlar "Evet oldu, iki kişi daha aynen senin söylediğin gibi
söyledi, onlara da sana söylenen şey söylendi." dediler. "Kim
onlar?" diye sordum, onlar da "Murare ibni'r-Rebî'il-Amri ve Hilal b.
Ümeyye el-Vakıfi." dediler ve Bedir'de bulunmuş iki salih ve örnek insanın
ismini söylediler. Bunların isimlerini öğrenince, ben de tekrar Resulullah'a
dönüp, sözümü geri almaktan vazgeçtim. Resulullah, kendisine ters düşmüş (tehallüf
etmiş) olanlar arasında bu üçümüzle konuşmaktan müslümanları menetti. İnsanlar
da bizden uzak durmaya başladılar ve bize karşı surat astılar, yüz vermez
oldular. Hatta yeryüzü, bana yabancılaştı da yabancılaştı, artık benim
tanıdığım yer değildi. Böylece elli gece kaldık, iki arkadaşım evlerine
çekildiler, içerde oturup ağlıyorlardı. Ben onlardan daha genç, daha yiğit
idim, evden çıkardım, cemaat ile namaza dururdum ve sokaklarda dolaşırdım ve
hiç kimse benimle konuşmazdı. Namazdan sonra Resulullah mecliste iken varır ona
selam verirdim ve gönlümden acaba o da bana selam veriyor mu, selamımı alıyor
mu, dudaklarını oynatıyor mu, oynatmıyor mu diye dikkatle bakardım, sonra bazan
namazı onun yakınında kılardım, benim olduğum tarafa selam vereceği zaman acaba
bana gözü ilişir mi diye düşünürdüm. Fakat ben onun tarafına baktığımda gözünü
benden uzaklaştırır, yüzünü başka tarafa dönerdi. Bu durum bana bitmez tükenmez
bir zaman gibi gelmeye başladı. İnsanların cefasından bıktım, Ebu Katade'nin
duvarından aştım, yanına gittim, bu benim amcamın oğlu idi ve akrabalar
arasında beni en çok seven kimse idi, vardım selam verdim, vallahi selamımı
almadı, sonra ona "Ey Eba Katade!" dedim, "Allah aşkına sana
soruyorum; beni, Allah'ı ve Resulünü sever misin?" O sustu. Sonra tekrar
ant verdim ve sordum, yine sustu, hiç cevap vermedi. Üçüncü defa tekrar ant
verdim ve sordum, o "Allah ve Resulü bilir." dedi. Bunun üzerine
gözlerimden yaş boşandı ve döndüm duvardan aştım. Başka bir gün de Medine'ye
zahire satmaya gelmiş olan Şamlı bir Nabtî "Beni Kâ'b b. Malik'e kim
götürür?" diye soruyordu. Halk ona işaretle birşeyler anlatmaya
çalıştılar. Sonra o bana geldi ve Gassan Meliki'nden bir mektup verdi, bir de
baktım ki, mektupta, "emma ba'dü" dedikten sonra şunları yazıyor:
"Haber aldım ki, sahibin sana cefa etmekte imiş, Allah ise seni yurdunda
hakaret göresin böylece heder olup gidesin diye yaratmamıştır. Şu halde bize
katıl, biz de sana yakınlık gösterelim". Bunu okuyunca "Bu da başka
bir bela" dedim, tuttum onu hemen ocağa attım, yaktım. Daha sonra o
elliden kırk gece geçmişti ki, bana Resulullah'ın gönderdiği bir elçi geldi
"Resulullah, sana karından uzak durmanı emrediyor." dedi. Ben
"Boşayacak mıyım? Yoksa ne yapacağım?" dedim. O "Hayır, sadece
uzak duracaksın, ona yaklaşma!" dedi. O iki arkadaşıma da böyle emir
göndermişti. Bunun üzerine ben de karıma "Haydi sen ailenin yanına git,
Allah bu işte hükmünü verinceye kadar onların yanında kal!" dedim. Hilal
ibni Ümeyye'nin karısı da Resulullah'a gidip "Ya Resulallah! Hilal,
hizmetçisi olmayan zavallı, yaşlı bir adam, ona hizmet etmemi çirkin görür
müsün?" diye sormuş, Resullullah da "Hayır, ancak sana
yanaşmasın!" buyurmuş. Kadın da "Vallahi onda hiçbir şey yapacak
mecal yok, vallahi bu iş oldu olalı beri durmadan ağlıyor." demişti. Bunun
üzerine yakınlarımdan bir kısmı bana "Karın hakkında Resulullah'dan izin
alsan, nitekim Hilal'in karısına izin verdi." dediler. Ben de
"Vallahi bu konuda Resulullah'dan izin istemem. Ben genç bir adamım, izin
istediğim takdirde Resulullah'ın ne diyeceğini bilirim!" dedim. Bundan
sonra on gece daha durdum, ta ki Resulullah'ın bizimle konuşmaya yasak
koymasının üzerinden elli gece geçti. Ellinci gecenin sabah namazında sabah
namazını kıldım ve evlerimizin birinin damı üstünde idim, öyle bir halde oturuyordum
ki, tıpkı Allah Teâlâ'nın âyettebildirdiği gibi, nefsim üzerime çökmüş beni
sıkıyor gibiydi, yani gönlüm bunalmış da bunalmış ve yer bütün genişliğine
rağmen bana dar gelmeye başlamıştı, sıkılıyordum. Tam bu sırada Seli Tepesi
üzerinde yüksek sesle bana doğru "Hey Kâ'b, Kâ'b b. Malik, müjde,
müjde!" diye alabildiğine bağıran birinin sesini işittim, hemen secdeye
kapandım, anladım ki, müjdeli bir haber geldi. Resulullah, sabah namazını
kıldığı zaman bizim üzerimize Allah'ın tevbesini dilemiş ve izin çıktığını
halka ilan eylemiş, onlar da bize müjde vermeye koşmuşlar. Bazı müjdeciler de
öteki arkadaşlarıma gitmişler, bana da bir zat kısrağına binerek haber
ulaştırmaya koşturmuş, ancak Eslem'den koşan adamın tepe üstünden seslenmesi,
bana kısraktan daha çabuk ulaşmıştı. Sesini işittiğim müjdeci bana gelince
sırtımda ne varsa çıkardım iki parçayı da ona giydirdim. Vallahi o anda ondan
başka giyecek birşeyim yoktu. Sonra ben başkalarından ödünç giyecek aldım ve
hemen giyip Resulullah'a koştum. İnsanlar beni küme küme karşıladılar. Tevbeyi
tebrik ediyorlar, "Allah'ın tevbesi sana mübarek olsun." diyorlardı.
Nihayet vardım mescide girdim. Resulullah oturmuş, bir kısım insanlar da
etrafında oturuyorlardı. Talha b. Ubeydullah kalktı, hemen koşarak bana geldi,
benimle el sıkıştı ve tebrik etti. Vallahi ondan başka Muhacir'den kimse bana
ayağa kalkmadı.Talha'nın bu yaptığını hiçbir zaman unuttam. Ne zaman ki,
Resulullah'a selam verdim, yüzü seviçten parlıyordu, "Sana müjde, anandan
doğduğun günden beri üzerinden geçen en hayırlı bir gün ile." buyurdu. Ben
"Ya Resulallah, senin tarafından mı, Allah tarafından mı?" dedim. O
"Hayır, Allah tarafından." buyurdu. Resulullah Efendimiz sevinçli
olduğu zaman yüzü bir ay parçası gibi parlardı, onun yüzünden biz bunu
anlardık. Ne zaman ki, huzurunda oturdum, "Ya Resulallah! Allah'a ve
Resulullah'a verilen sadaka olmak üzere malımdan sıyrılmam benim
tevbemdendir." dedim. Resulullah (s.a.v.) "Malının bir kısmını
kendine alıkoy, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu. Bunun üzerine
"Ben de Hayber'deki hissemi alıkorum." dedim. Sonra "Ya
Resulallah!" dedim, "Allah beni doğru söylemem yüzünden kurtardı. Şu
da tevbemden olsun ki, bundan böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan başka bir
söz söylemeyeceğim". Vallahi bu sözü Resulullah'a söylediğimden beri
müslümanlardan hiçbir kimseyi bilmiyorum ki, doğru söylemekten dolayı Allah'ın
bana yaptığı imtihan ve ikramdan daha güzelini ona yapmış olsun. Şunu da
belirteyim ki, Resulullah'a o sözü söylediğimden bu güne kadar bilerek bir tek
yalan söylemiş değilim. Ömrümün geriye kalan kısmında da Allah'ın beni yalandan
koruyacağına güvenir ve ümid ederim. Allah Teâlâ, Rasulü'ne şu âyetleri
indirmişti: Şimdi Allah'ın bana ihsan ettiği nimetler içinde beni İslâm'a
hidayet etmesinden sonra hiç bir nimet yoktur ki, Resulullah'a yalan
söylemeyeyim de helak olmayayım diye karar verdiğim ve doğru söylediğim bu
nimetten daha büyük olsun. Benim için hidayetimden sonra en büyük nimet budur.
Nitekim yalan söyleyenlerin hepsi helak oldular. Çünkü Allah yalan söyleyenler
hakkında vahyini indirdiği zaman her hangi bir kimse için söylediğinin en
fenasını söyledi. Tebareke ve Teâlâ onlar hakkında buyurdu ki, "Yani, siz
seferden dönüp gelince size, yeminler ederek mazeret uyduracaklar...fakat
şurası bir gerçektir ki, Allah fasık bir kavimden razı olmaz." Yine Kâ'b
(r.a.) demiştir ki, "Biz üçümüz, onlar o yeminleri ettikleri vakit,
Resulullah'ın onların mazeretlerini kabul edip kendilerine istiğfar ettiği
kimselerden sonraya kaldık. Bizim durumumuzu Allah açığa çıkarıncaya kadar
Resulullah bizi "irca' " eyledi de bundan dolayı Allah Teâlâ bizim
hakkımızda "Ve o geriye kalan üç kişi..." diye buyurdu. Burada
Allah'ın söz konusu ettiği tehallüf, yani peygambere ters düşüp savaşa
katılmamak anlamına değildir. Bizim tehallüfümüz o yalan yere yemin edenlerden
sonraya kalmamız ve hakkımızdaki hükmün gecikmiş olması anlamınadır..."
Din âlimleri demişlerdir ki; işte nasuh
tevbesi böyle Kâ'b b. Malik ile iki arkadaşının tevbesi gibi olur. Ancak böyle
âyette de açıklandığı üzere tevbe ederken, yaptığı günaha duyduğu vicdan
azabından dolayı dünya başına dar gelmeli, iç dünyası kendisini sıktıkça
sıkmalı ve her şeyden kesilip Allah'a sadakat ve samimiyetle yalvarıp,
sığınmalıdır.
Nitekim şöyle buyuruluyor:
Meâl-i Şerifi
119- Ey iman edenler! Allah'dan korkun ve
doğrularla beraber olun.
120- Medine halkına ve civardaki bedevilere,
Resulullah'ın emrine aykırı hareket etmek uygun olmadığı gibi, onun katlandığı
zahmetlere öbürlerinin katlanmaya yanaşmamaları da yakışık almaz. Çünkü onların
Allah yolunda çektikleri hiçbir susuzluk, hiçbir yorgunluk ve hiçbir açlık,
ayrıca kâfirleri öfkelendirecek ayak bastıkları hiçbir yer veya düşmana karşı
elde ettikleri hiçbir başarı yoktur ki, karşılığında kendilerine salih bir amel
yazılmış olmasın. Çünkü Allah, güzel iş yapanların mükafatını zayi etmez.
121- Onların, Allah yolunda yaptıkları küçük
veya büyük her harcama veya geçtikleri her vadi karşılığında, yaptıkları işin
daha güzeliyle Allah'ın kendilerini mükâfatlandırması için sevap yazılmaması
mümkün değildir.
122- Bununla beraber müminlerin hepsinin
birden topyekün savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım
insanlar da din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince
onları uyarmalıdır ki, böylece Allah'ın azabından sakınırlar.
123- Ey iman edenler, önce yakın çevrenizdeki
kâfirlerle savaşın ki, sizde bir güç ve kuvvet olduğunu görsünler. Ve iyi bilin
ki, Allah müttakilerle beraberdir.
119- Ey iman etmiş olanlar Allah'a ittika
ediniz. Allah'ın razı olmayacağı şeyleri yapmaktan sakınınız, razı olacağı
amellere sarılınız. Ve doğrularla beraber olunuz. İmanlarında, ahitlerinde, hak
dine olan bağlılıklarında, gerek niyet, gerek söz veya fiil olarak, yani her
hususta doğru ve dürüst kişilerle beraber olunuz. Onlarla yakınlık kurunuz,
onların tarafını tutunuz, hasılı onlardan uzaklaşıp ayrı kalmayınız. Açıkçası,
münafıklardan sakınıp Hz. Peygamber'in ve ashabının yanında olanların safında
yer alınız. Onlar gibi, özü doğru, sözü doğru, işi doğru olunuz. Onlarla
beraber olunuz ve onlara uyunuz.
120- Medine ahalisi ile civarlarındaki
bedeviler için (yani ne Medine halkına, ne de Medine civarında yaşayan
bedevilere) Resulullah'a ters düşmek, ona aykırı davranmak yoktur. Onun
kararının dışına çıkmaları ve onun önem verip bizzat katıldığı bir gazadan geri
kalmaları yasaktır. Ve Resulullah'ın bizzat çektiği, katlandığı sıkıntılara
aldırış etmeyip, önemsememeleri de yasaktır. Yani kendi canlarını Hz.
Peygamber'den daha çok sevmeleri, Peygamber'in kendilerini sakındırmadığı şeylerden
kendilerinin sakınmak istemeleri de yasaktır. Onun çektiği zahmetlerde,
katlandığı zorluklarda, karşılaştığı tehlikelerde hepsinin Peygamber'le beraber
olmaları, onun emrinde bulunmaları ve ondan kopmamaları gerekir.
Rivayet olunduğuna göre; Ebu Hayseme, yukarıda
geçen (Tevbe 79) âyeti nazil olduktan sonra, kendisine ait hurma bahçeliğine
gitmiş, güzel de bir eşi varmış, kadın gölgeye hasırı sermiş, yaygıyı yaymış,
taze hurma ve soğuk su da hazırlamış, kocasına sunmuş. Bu Hayseme bakmış ki
koyu gölge, taze hurma, soğuk su, güzel kadın, Resulullah ise açık güneşte ve
rüzgar altında, sonra kendi kendine "Vallahi bu, benim için hayır
değil." demiş, hemen kalkmış, kılıcını kuşanıp mızrağını almış, devesine
bindiği gibi rüzgar misali gitmiş. Peygamber (s.a.v) de uzaktan yola
bakıyormuş, tozu dumana katarak bir süvarinin kendilerine doğru geldiğini
görmüş "Bu gelen Ebu Hayseme'dir." buyurmuş. Gerçekten de gelen o
imiş, sonra Resulullah sevinmiş ve ona dua ve istiğfar etmiştir.
Bu, yani Resulullah'a uymak ve itaat etmenin
gereği şu sebepten dolayıdır ki, Allah yolunda onlara ne bir susuzluk, ne bir
yorgunluk, ne de bir açlık isabet etmez ve kâfirleri kızdıracak, öfkelendirecek
hiçbir yeri çiğnemezler ve düşmana karşı hiçbir başarı sağlamazlar ki, mutlaka
kendileri için bunların her biri ile salih bir amel, (yani en güzel ecre layık,
Allah katında makbul olan bir iyilik) yazılır. Hiç şüphesiz Allah muhsinlerin
(yani güzel iş yapanların) ecrini zayi etmez. Özellikle ve öncelikle bunların
ecrini zayi etmeyeceği kesindir.
121- Ayrıca onlar küçük veya büyük bir nafaka
sarfetmezler, bir harcama yapmazlar ve bir vadiyi kesmezler, düşmanın geçeceği
bir yolu kesip tutmazlar ki, bu da ancak onlar için yazılmış: Lehlerine, hayır
ve sevap olarak kayda geçirilmiş olur, ki yapageldikleri amellerin daha güzel
karşılığı ile (yani mükafatı ile) kendilerini mükafatlandırır. Mükafatlandırmak
istediği için o yaptıkları işlerden dolayı kendilerine sevap ihsan eder.
122- Bununla beraber müminler bütünüyle hep
birden, nefir olarak savaşa katılacak değillerdir. Yani daha yukarıda
"Sizinle topyekün savaşa tutuştukları gibi siz de müşriklere karşı
topyekün savaşın!" (Tevbe, 9/36) ve "İster hafif, ister ağır
hazırlıklarla hepiniz topyekün savaşa katılın!" (Tevbe, 9/41) buyurulmuş
olmak ve Medinelilerle civardaki bedevilerin savaştan kalmaları caiz olmamakla
beraber gerek gaza ve gerek ilim öğrenmek için yeryüzündeki bütün müminlerin
hepsinin birden koşup harekete geçmesi doğru değildir. Hepsinin birden savaştan
kalmaları doğru olmadığı gibi, hepsinin birden seferber olmaları da doğru
olmaz. O halde onların herbir oymağından, bir şehir halkı veya büyük bir kabile
gibi herbir topluluktan bir taife, yani bir kısım, bir grup, bir cemaat kalıp
dinde tefakkuh etmeliler, külfet ve zahmete katlanıp dinin inceliklerini iyice
ve derinlemesine öğrenmeliler ve nefir olup savaşa katılanları dönüp geldikleri
vakit, belki hazer ederler diye uyarmalılar. Yani halka üstünlük taslamak ve
tahakküm etmek veya daha başka dünya çıkarları elde etmek gibi maksatlar uğruna
değil, sırf kendi halkını, özellikle savaşa katılıp da din eğitim ve
öğretiminden uzak kalmış olan din kardeşlerini inzar ve irşad maksadı ile fıkıh
ve din ilimleri öğrensinler, kalanlar da bu iş için, yani eğitim ve öğretim
için seferber olup toplansınlar. Şu halde dinde tefakkuh, yani derinliğine
bilgi edinme işi de bir farz-ı kifayedir. Ve Allah yolunda cihaddan
sayılmaktadır. Bu mânâya göre, din ilimlerinin tahsili için de bir seferberlik
söz konusudur. Burada zamirleri nefir olan taifeye racidir.
Fakat âyette diğer bir mânâ daha rivayet
edilmiştir. Şöyle ki: Müminler cihaddan tehallüf edenler (katılmayıp evlerinde
oturanlar) aleyhinde nazil olan ilâhî açıklamaları işitince bu sefer de hepsi
cihad için seferberliğe koşmaya başlamışlar, bunun üzerine her oymaktan bir
kısmının cihada gitmesi bir kısmının da kalıp din ilimleri tahsil etmesi,
bilgilerini derinleştirmesi ve kavmini uyarıp bilinçlendirmesi emrolunmuş. Ve
böylece ilim belgelerle cihad, savaş da kılıçla cihad olmuştur. Her ikisinin de
asıl gayesi, Allah'ın peygamber ve vahiy göndermesinin hikmeti olan nefse karşı
cihad-ı ekberi kazanmak olduğu böylece anlatılmıştır. İşte bundan dolayıdır ki
"Dinde derinleşsinler ve inzarda, uyarıda bulunsunlar." zamirleri savaşa
katılanlara değil, katılmayıp kalanlara raci olmuş demektir.
Bu açıklamalardan sonra "acaba savaşa
hangi düşmandan başlamalı?" denecek olursa:
123- Ey iman etmiş olanlar o kâfirlerden sizi
velyedenlere, size yakın olanlara karşı savaşınız. Yani savaşta "Herkes
kendi yakınındaki düşmanla savaşmalı." kuralını uygulayınız. Sen kendi
yakın akrabanı uyar! (Şuara, 26/214) emri ile Resululah'a evvela en yakın
aşiretinin inzar edilip uyarılması emredilmiş olduğu gibi, müminler de her
şeyden önce en yakın düşmanlara karşı savaşmak ve vuruşmakla emrolunmuşlardır.
Zira yakın olanlar sevgi ve kurtarılmaya daha layıktırlar. Zarar da yakından
gelir. En yakın tehlike demek olan yakın düşmanları bırakıp da uzaktaki,
isteseler de müslümanlara fazla bir zarar veremeyecek durumdaki düşmanlarla
uğraşmak savaşın hikmetine aykırı bir tutumdur. Ve onlar sizde bir şiddet
bulsunlar. Yani diğer hususlarda imanın ve İslâm'ın inceliğini, zerafetini
korumakla birlikte, savaş konusunda kararlı, azimli, tavizsiz ve katı bir tutum
bulunduğunu, güçlü ve sarsılmaz bir zihniyet olduğunu görüp anlasınlar. Azim ve
metanet sahibi sağlam ve hazırlıklı olduğunuzu onlara hissettiriniz. Böyle bir
yol izleyiniz ve biliniz ki, Allah kesinlikle müttakilerle beraberdir. Yani
iman ehli olmak ve savaşmak da takva cinsinden bir harekettir. Allah'ın yardımı
ve koruması da daima korunanlarla beraberdir. Dünya sevgisiyle kalbleri
çürümüş, yılgın münafıklar gibi, sıkıntı ve ölüm korkusuyla kâfirlere karşı
savaşmaktan çekinmek de aslında korunmak değil, kesinkes helâktir. Ve yakındaki
düşmanı bırakıp uzaktakine gitmekte de tehlike vardır.
Meâl-i Şerifi
124- Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden
biri çıkar, "Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?" der. Fakat
müminlere gelince, aslında her inen sûre onların imanını arttırmıştır ve onlar
sürekli olarak müjdelenip duruyorlar.
125- Kalblerinde bir hastalık olanlara
gelince, onların da murdarlıklarına (küfürlerine) murdarlık (küfür) katmıştır
ve kâfir olarak ölüp gitmişlerdir.
126- Onlar (münafıklar) her yıl bir veya iki
kere kendilerinin çeşitli belalara uğratıldıklarını görmüyorlar mı? Böyle iken
yine de tevbe etmiyor ve ibret almıyorlar.
127- Aleyhlerinde bir sûre indirilince,
"Sizi birisi görüyor mu?" diye birbirlerine göz ederler, sonra da
sıvışır giderler. Allah onların kalblerini (imandan) çevirmiştir. Bu yüzden
onlar anlayışsız bir kavimdirler.
124- Ne zaman bir sûre indirilirse onlardan
bir kısmı, bazıları, kâfirlerden bir kısım demek olan o münafıklardan kimisi
der ki; bu sizde hanginizde bir imanı ziyade etti? Bir iman ziyade etmek sözü,
mevcut bir imana daha yüksek bir kuvvet ve revnak vererek heyecanını ve
derecesini arttırmak veyahut bir gerçeği yeni baştan tasdik ettirmek
mânâlarından daha geniş kapsamlı bir ifadedir. Birincisi nitelik, ikincisi nicelik
açısından söz konusu olan bir ziyade, bir fazlalıktır. Bir gerçeğin kabulü
anlamına iman bir bütün demek olduğundan burada nicelik açısından bir arttırma
değil, nitelik açısından bir gelişme söz konusudur. Bu bakımdan peygamberlerle
sıddıklar ile diğerlerinin imanları arasında derece farkı bulunur. Nitekim Hz.
İbrahim'in "inanmıyor musun?" ilâhî suâline karşılık
"İnanıyorum, lâkin kalbim mutmain olsun istiyorum." (Bakara, 2/260)
demesi, iman neşesinin son mertebesini istemek içindi. Yine bu açıdan ele
alınınca "Haber, görmek gibi değildir." kuralı geçerlidir. Gayb ile
gözlem, duygu ile görgü, bedahet ile istidlal arasında, hatta müşahededen
hafızada kalan hatıra ile bizzat görülen arasında ancak tadarak, yaşanarak
erilebilen bir kuvvet ve açıklık farkı vardır ki, bu fark ve açıklık yakînin
aslına değil, derecesine ve kuvvetine ait olan bir farktır. Lâkin iman, birçok
objeye yakından ilişkisi bakımından söz konusu edildiği zaman, ona bağlı olarak
çeşitli tasdikler, birbirini izleyeceğinden, bunda iman nicelik bakımından da
artar gider. Mesela hem namaza, hem zekata inanmakta, yalnızca namaza inanıp
zekata inanmamaktan daha ziyade bir iman vardır. Bunun gibi, hem önceki
kitaplara, hem Kur'ân'a inanan bir müslümanda yalnızca Tevrat ve İncil'e inanan
kimselerden daha ziyade iman vardır. Böylece âyetle ortaya çıkan görev ve
ahkamın ziyadeleşmesi oranında iman edilecek şeylerin sayısı da artar gider. Ve
bu bakımdan ilâhî hükümlerin ayrıntılarına vakıf olan din âlimlerinin imanı her
halükârda avamdan daha çok olur. Nitelik bakımından ise durum bunun tam zıddı
olabilir. Yani avamdan birinin icmalî imanındaki kuvvet bir âlimin tafsilî
imanından daha güçlü ve derece bakımından daha ileri olabilir. Bir de iman
vücudî, küfür ise ademî olduğundan imanın özünde zaten küfre göre bir ziyadelik
vardır. Bir kâfir imana kavuştuğu zaman, önceki durumuna göre, düşüncesinde,
bilgisinde ve kalbinde bir fazlalık elde etmiş olur. Bundan dolayı "bu
sûre, hanginize bir iman ziyade etti?" sözü, gerek nitelik ve gerek nicelik
açısından imanın artmasını inkâr anlamını kapsadığı gibi, aslında imanın
varlığını da toptan inkâr anlamını da kapsar. İşte münafıklardan bazıları
Kur'ân'dan herhangi bir sûre nazil oldukça böyle diyor, ileri geri konuşuyordu.
Sanki Kur'ân'da ne eski imanı yenileyen ve destekleyen, ne de yeniden iman
etmeyi gerektiren hiçbir şey yokmuş gibi, hiçbir delil ve iddia, hiçbir uyarı
ve müjde, hiçbir gerçek yokmuş gibi göstermek ve böylece aldatılması mümkün
olanları iğfal etmek için kendi aralarında müminlerle alay eder tarzda buna
benzer sorular ortaya atıyorlardı. Alttan alta kurnazlıklar yaparak küfür ve
inkârlarını çevrelerine bulaştırmaya çalışıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm'de "O
Allah ki, Resulü'nü hidayet ve hak din ile gönderdi, onu bütün dinlere açıkça
üstün kılmak için. " (Tevbe , 9/33; Fetih 48/28; Saf 61/9) buyurup
dururken zamanımızda da bir kısımlarının, "Hz. Muhammed hayata ne
getirdi?" diyerek gerçeği şüpheli göstermek ve tevhid nurunun sonsuz feyiz
ve bereketini sınırlı kabul ettirmek istemeleri de tıpkı o devirdeki
münafıkların "Bu sûre, hanginizin imanını arttırdı." demelerini
taklitten öte birşey değildir.
İşte bu inkâr veya istihzaya cevap olarak
buyuruluyor ki: Fakat iman edenlere gelince o (yani gelen sûrelerden her biri),
onların imanını arttırdı ve onlar bundan sevinç ve neşe duyuyorlar.İman neşesi
ile müjdelenip bunun sevincini yaşıyorlar, şen oluyorlar.
125- Kalblerinde hastalık olanlara gelince de
o gelen her sûre, onların murdarlıkları üzerine bir murdarlık daha ekleyip
murdarlıklarını arttırıyor. Yani eski küfür ve inkârlarına, imansızlıklarına,
kötü huylarına ve nifaklarına bir nifak daha ilave ediyor. Çünkü her sûrenin
gelişiyle müminlerin iman neşvesi peyderpey nasıl artıyorsa, ahlâkları
güzelleşip nasıl olgunlaşıyorsa, buna karşılık inkâr edenlerin de her inkârında
küfürleri, katılıkları ve ahlâksızlıkları bir kat daha artıyordu ve onlar
nihayet kâfir olarak öldüler
126- Bakıp da görmüyorlar mı ki, bunlar, -bu
münafıklar her sene bir iki kere -yani bir kaç defalar fitneye tutuluyorlar,
kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar, Allah'ın yüce
huzurunda günahkâr olarak dikilmenin dehşetini yad ettirecek, tevbeyi
hatırlatacak türlü türlü belalara, hastalık ve kıtlık gibi musibetlere
uğratılıyorlar, suikast hazırlamak, nifak çıkarmak dolayısıyla rüsvay olmak,
Resulullah cihada çıktıkça imansızlık yüzünden ona aykırı düşmek, can
korkusuyla kıvranmak gibi sıkıntılara giriftar oluyorlar. Sonra da yine tevbe
etmiyorlar üstelik bunlar akıllarını başlarına alıp düşünmüyorlar.
127- Her ne zaman bir sûre nazil olsa, bunlar
birbirlerine bakarlar, sizi birisi gözetliyor mu? diye biribirlerine göz
ederler. Sûrenin kendileriyle ilgili etkisinden bunalır, vahiy meclisinden
kaçmak isterler, fakat kaş göz işaretlerini müminlerden birisi görüverecek, bu
konuşulanlardan alındıkları anlaşılıverecek, nifak ve hainlikleri meydana
çıkıverecek diye gizlice oradan sıvışıp gitmek isterler, sonra da sıvışıp
giderler. Allah, onların kalblerini çevirmiştir, o sebepten dolayıdır ki,
bunlar fıkhı olmayan, anlayıştan ve derin kavrayıştan uzak bir kavimdirler.
İşin içyüzünü anlamazlar, hakkı ve hakikatı tedebbür ve takdir etmezler, yoksa
derhal tevbekâr olur, Kur'ân'a sarılırlardı.
Ey İnsanlar!
Meâl-i Şerifi
128- Andolsun size içinizden öyle bir peygamber
geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir
üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.
129- Eğer aldırmazlarsa onlara de ki: Bana
Allah yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben O'na dayanmaktayım ve O, o büyük
Arş'ın Rabbidir.
128- Yemin olsun ki, size hakikaten bir resul
geldi öyle bir resul ki sizden biri, kendi içinizden, kendi cinsinizden, melek
değil, beşer cinsinden, aslı ve nesebi belli, Arabî ve Kureyşî, Harem ehlinden,
sizin sıkılmanız ona ağır gelir, gücüne gider. Yani, azap görmeniz şöyle
dursun, bir takım zahmete, sıkıntıya uğramanız bile onu üzer, son derece
rahatsız eder. Yahut sizi sıkan, zorunuza giden şeyler beşeriyet icabı onu da
üzer, onun dayanma gücü ve metin görünüşü, sıkıntılara göğüs germesi,
üzülmediğinden değil, peygamber oluşundandır. Bu tefsirlere göre, cümlenin
tamamı bir sıfat cümlesidir. Fakat İbnü Kuşeyrî'nin tercihine göre,
"azîz" bir sıfat, "aleyhi mâ anittum" da ayrı bir sıfattır.
Buna işaret olmak üzere bazı mushaflarda "azîz" kelimesinin üzerine
bir "cîm" secavendi konmuştur ki, bunda daha başka bir anlam vardır.
Yani, bir resuldür ki, azîzdir; büyük izzeti vardır. Sizi sıkıntıya sokan
şeyler onun aleyhine olur, ona ağır gelir. O yüksek izzet sahibi peygamber,
kendi cinsinin evlatlarının zor durumda kalmasına razı olmaz. Sizin cinsinizden
olması ve izzet sahibi bulunması sebebiyle bütün dertlerinizi ve kederlerinizi
yüreğinde duyar, acınızı hisseder. Üzerinize düşkündür, size karşı pek
hırslıdır. "(Ey Muhammed) sen onların yola gelmelerini ne kadar istesen
de" (Nahl 16/37) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere hidayet ve
iyiliğinize, faydanıza, hayrınıza hırslıdır. Üzerinize toz kondurmak istemediği
gibi, sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selamete çıkarmak, cennete ve rıdvana
kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle uğraşır. Üstelik onun merhameti
yalnızca Kureyş'e, Arab'a, şu veya bu kavme değil, hangi kavimden olursa olsun
bütün müminleredir ki, o raûftur. Re'feti çok fazladır, yani gayet ince bir
şefkati ve derin bir merhameti vardır. Rahîmdir. Fıtraten, doğuştan,
yaratılıştan, Allah tarafından pek ziyade merhametlidir. Günahkârlara bile
acır. İşte bütün bunlardan dolayı ey insanlar, Kur'ân'da söz konusu olan
mükellefiyetler, özellikle bu Berâetün Sûresi'nde yer almış olan tevbe, cihad
vesaire hakkındaki emirler, yasaklar, ikazlar ve itaplar, ağırınıza gitmemeli,
gönlünüzü incitmemelidir. Bütün bunlar küfür ve nifakın zararlarına ve
uğursuzluklarına karşı genellikle müminlere gayet büyük bir sevgi ve şefkatin
tecellileridir. Onun için hiç vakit geçirmeden bunlara iman edip, gereğince
amel etmelisiniz.
Görülüyor ki, burada Resulullah'a Allah'ın
güzel isimlerinden raif ve rauf ve rahîm isimleri verilmiştir. Hasen ibn'l-Fadl
demiştir ki Allah Teâlâ, hiçbir peygambere, güzel isimlerinden iki isim birden
vermedi, ancak bizim peygamberimiz hakkında "raûf ve rahîm" buyurdu.
Kendi zat-ı sübhanisi hakkında da "Muhakkak ki, Allah insanlara raûf ve
rahîmdir." (Bakara, 2/143; Hac, 22/65) buyurdu. Gerçekten de Resulü'ne bu
isimleri vermesi ve onu böyle vasıflandırması, onun hakkında büyük ikram ve
tekrîm demektir. Bundan da anlaşılır ki, Allah'ın güzel isimlerinin hepsi
"Allah, Rahmân ve Rab" gibi sırf Allah'a mahsus olan isimlerden
değildir. Resulullah'ın kendisi, ilâhî ahlâk ile mütahallik olduğundan dolayı
müminlere raûf ve rahîmdir. Getirdiği din de bütün yönleriyle, müminler için
ayniyle nimet ve rahmettir.
129- Buna rağmen yine de yüz çevirirlerse (ya
Muhammed) sen de onlara deki: Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur, ancak
O'na dayandım ve O, azîm (yani azametli) Arş'ın Rabbi'dir. Bütün kâinatı
kuşatmış olan, en büyük hükümranlığın, en yüce saltanatın sahibi ve rabbidir.
(Â'raf Sûresi'nde âyet 54'ün tefsirine bakınız)
İşbu 'den başlayan son iki âyetin Kur'ân'dan
en son nazil olan âyet olduğu hakkında bir rivayet vardır: Hz. Übeyy b. Kâ'b
(r.a.)den "Kur'ân'ın Allah'a ahdi en yakın olanı, yani en son nazil olanı
'den itibaren iki âyettir." diye rivayet bulunmaktadır. Bununla beraber
Bakara Sûresi'ndeki (âyet 281) âyetinin bundan da sonra nazil olduğuna ilişkin
rivayet daha çok tercihe şayandır. Yine rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber'in
vefatından sonra Mushaf cemolunduğu zaman bu âyeti, Zeyd b. Sabit tarafından
çok araştırılmış ancak Zü'ş-şehâdeteyn yani, iki şahit hükmünde olan Huzeyme b.
Sabit nezdinde bulunmuştu. Yani âyet, ashabdan birçoklarının ezberinde olmasına
rağmen yazılısı ancak Huzeyme'nin yanında bulunmuştu. Çünkü Kur'ân, yalnızca
hafızların ezberinden değil, ondan başka Hz. Peygamber zamanında yazılmış ve en
son arzada karşılaştırılmış sayfaların da bir araya getirilmesi ve bu
belgelerin de dikkate alınması ile bir mushafta toplanmıştı. Yazmakla
görevlendirilen Zeyd b. Sabit, bu iki âyeti, bir yerde yazılı olarak bulmadan
yazamıyordu.
Bundan dolayı kendi ifadesine göre;
"Berâetün Sûresi'nin sonundaki bu iki âyeti bulamayıp araştırmaya başlamış
ve ancak Huzeyme'nin yanında yazılı olarak bulmuş ve böylece ezberden bilinen
bu iki âyetin kesin yazılı belgesi de elde edilmiş oldu.
Ebu Davud'un süneninde rivayet olunduğuna
göre; Ebu'd-Derdâ Hazretleri demiştir ki, "Her kim sabah ve akşam yedi
kere derse Allah Teâlâ, o kulun önemsediği şeylere kifâyet eder".
Şimdi Tevbe Sûresi'nin hatimesi demek olan bu
son kısmının daha hangi mânâ ve mazmunları içerdiği Yunus Sûresi'nden itibaren
aşağıdaki sûrelerde ayrıntılarıyla açıklanacaktır.
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
elmalıl - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.