Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Bakara Suresi 3 - Elmalılı Hamdi Tefsiri
Meâl-i Şerifi
197- Hac, bilinen aylardadır. Her kim o
aylarda hacca başlayıp kendisine farz ederse; artık hacda kadına yaklaşmak,
günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz, Allah onu
bilir. Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah
korkusudur. Ey akıl sahipleri! Benden korkun!
198- Rabbinizin lütfunu istemenizde size bir
günah yoktur. Arafat'tan indiğiniz zaman Meş'ar-i Haram yanında (Müzdelife'de)
Allah'ı zikredin. O'nu, size gösterdiği şekilde zikredin. Doğrusu siz, bundan
önce gerçekten sapmışlardandınız.
199- Sonra insanların akıp geldiği yerden siz
de akıp gelin. Allah'tan bağışlanmanızı isteyin. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır,
çok merhamet edicidir.
200- Nihayet hac ibadetlerinizi bitirdiğiniz
zaman, önceleri babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla
Allah'ı anın. İnsanlardan kimisi: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!"
der. Onun için ahirette hiçbir kısmet yoktur.
201- Yine onlardan: "Ey Rabbimiz! Bize
dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateş azabından
koru!" diyenler vardır.
202- İşte onlar için, kazandıklarından bir
nasib vardır. Allah, hesabı çok çabuk görür.
197- Hac bilinen aylardır. Yani haccın vakti
öteden beri insanlar arasında belli olan aylardır. İslâm şeriatı, bu belli
ayları değiştirmemiş, fakat cahiliye devri Arapları "Nesî" dedikleri
usûl ile bazan hac mevsimlerini değiştirdiklerinden dolayı, bilinen vaktin
aslını tesbit edip iyice yerleştirmiştir. Bu bilinen aylar, Şevval ve Zilkâde
ayları ile Zilhicce ayının onuna kadar olan süredir. İbnü Abbas, İbnü Ömer,
Nehaî, Şa'bî, Mücâhid ve Hasenü'l-Basrî hazretleri, onuncu gününün de dahil
olduğunu açıklamışlardır ki Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Haccın son bir
rüknü olan ziyaret tavafı bu gün yapılır. Bununla beraber İmam Şâfiî,
Zilhiccenin ancak dokuzunu saymış; Arafat'ta vakfeye yetişemeyenin, kurban
kesme günü olan onuncu günü, imsak vaktinin girişi ile, haccının geçmiş
olacağını düşünerek bu günü hac vaktinden saymamıştır.
İmam Malik hazretleri de cem'in (çoğulun) en
az miktarı üçtür diye Zilhiccenin hepsinin, hac aylarına dahil olduğunu
söylemiştir ki Urve b Zübeyr'in görüşüdür. Fakat gerek bu ve gerekse Şâfiî'nin
görüşü, örf ve adete aykırıdır. Şu hâlde haccın vakti, bilinen bu iki ay on
gündür. Üçüncü aydan bir kısmının hac vaktinde dahil olması, cem'i kıllet ile
"eşhür aylar" denmesine yeterli görülmüştür. Hac fiilleri, bir
taraftan namaz vakitleri gibi zarfa, bir taraftan da oruç vakti olan gün gibi
ölçüye benzeyen bu vakit içinde yapılır. Cahiliye devri Araplarının yaptığı
gibi bu vakti değiştirmek caiz olamaz. Acaba haccın önceki şartlarından birine,
yani ihrama da bu vakitten önce başlanamaz mı? Şâfiî: "Hayır, böyle bir
ihram, ancak umre olur." demiştir. Fakat bütün Hanefiler, İmam Mâlik,
Sevrî ve Leys b. Sa'd, hac vaktinden önce gerek umre ve gerekse hac için
ihramın caiz olduğu ve ancak gerek ifrad, gerek temettu' ve gerekse kıran
şekillerinde geri kalan fiillerin, bu aylar içinde yapılmasının lazım geldiği
görüşündedirler. Yani hac vaktinden önce hac ihramı, haram değil; sünnete
aykırı olduğundan mekruhtur. "Ey Muhammed! Sana yeni doğan aylardan
soruyorlar. De ki: Onlar, insanların vakitle ilgili işleri ve hac için zaman
ölçüleridir." (Bakara, 2/189) âyetinde bu izne işaret vardır ki geniş
açıklaması, "Ahkâm'ül-Kur'ân"da ve fıkıh kitaplarındadır.
Şimdi hac vakti, bu bilinen ve
kararlaştırılmış olan aylar olunca, Her kim bu aylarda haccı farz kılar; yani
ihram, telbiye veya kurbanlık göndermekle kendine gerekli kılarsa, artık hac
günlerinde ne cinsel ilişki veya cinsel ilişki ile ilgili sözler, ne yasak
şeyleri işlemekle şer'î sınırlardan çıkmak, ne de hizmetçileri veya arkadaşları
ile mücadele ve tartışma, hiç biri yoktur. Sadece aslında yasak ve çirkin olan
şeylerden başka normal durumlarda mübah olan şeylerin bir kısmı da hacda
yasaktır. Hac böyle tam bir temizlik, tam bir bağlılık ve eşitlik üzere bir
uyum ve düzen içinde yapılmalıdır. Burada haccın ahlâkî gereklerine kapsamlı
bir tenbih vardır ki geniş açıklaması, fıkıh ve hac ibadeti ile ilgili
kitaplarda aranmalıdır. Böylece hacda namaz, oruç ve zekatta bile bulunmayan
ferdî (bireysel) ve sosyal bir nefis terbiyesi, bir ahlâkî alıştırma hikmetleri
bulunduğu unutulmamalıdır.
Bu temizliklerle beraber, gücünüzün
yetebildiği herhangi bir hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Yani ecrini ihsan
eder. Fakat hiçbir kötülüğünüzü görmek istemez. O halde, bütün hazırlığınızı
görün. Azığınızı, yol ihtiyaçlarınızı iyice hazırlamış bulunun da takva sahibi
olun. Çünkü en hayırlı azık takvadan ibarettir.
Âyette geçen "zâd" kelimesi,
yiyecek, içecek, giyecek, binecek ve diğer ihtiyaçlara harcanacak mal demektir
ki dilimizde "levazım" denir. Bunun azık diye tercemesi
bilinmektedir. Gerçi azık daha çok yiyecek ve içeceğe denmektedir. Fakat
"zâd" da bu şekilde kullanılmaktadır. Çünkü bunlar en zorunlu
olanlarıdır. Deniliyor ki Yemenliler hacca azıksız olarak gelirler ve "Biz
Allah'a tevekkül ediyoruz, O'na güveniyoruz." derler, neticede halka yük
olurlardı. Bu bölüm onlar hakkında inmiş, dilencilikten ve halka yük olmaktan
korunup sakınmaları için azık edinme emri verilmiştir. Bu şekilde bu âyet-i
celile gösteriyor ki takva, istenilen şeylerin en özelidir. Her fenalıktan
korunup takva mertebesine ermek için de azığını ve gerekli şeylerini hazırlamak
lazımdır. Bunu hazırlamayan ve hazırlamak için çalışmayanlar, ihtiyacın sevki
ile kötülüğe düşebilirler. Aynı zamanda insanların diğer azıkları ne kadar bol
olsa, takva hisleri bulunmadıkça yine mutlu olamazlar, kötülükten korunamazlar,
helak edici şehvetlere bir ihtiyaç gibi atılırlar. Şu halde azık hazırlamak,
takvaya sebep olacağı gibi, takva hissi de azık hazırlamak için en büyük bir
etkendir. Buna göre hayırlı azık takva ve takva en hayırlı azık demektir. Bu
âyet-i celile, bu şekilde şunu da anlatıyor ki insan için iki yolculuk
kararlaştırılmıştır. Birisi dünyada yolculuk, birisi de dünyadan yolculuktur.
Dünyada yolculuk için yiyecek, içecek, binecek ve gerektiğinde harcayacak azık
ve yiyecek lazım olduğu gibi, dünyadan yolculuk için de azık lazımdır. Bu da
Allah'ı bilmek ve Allah'ı sevmekle Allah'ın koruması altına girmek ve Allah'tan
başkasından yüz çevirmekle, Allah'tan başkasına ihtiyaç arzetmemekledir ki bu
takva azığı, öbüründen daha hayırlıdır.
Bunu bilip her iki yolculuk için hazırlığınızı
iyi görün, ve benim emirlerime aykırı davranmaktan sakınıp, benden korkun. Ey
temiz ve tam akıllılar!
198-Böyle takva hissi ile ihtiyaçlarınızı iyi
hazırlamak, ilâhî emir ve tam akıl gereği olduğu için, Rabbinizin herhangi bir
lütuf ve ihsanını istemenizde size hiçbir vebal ve günah yoktur. Yani isterse
hac aylarında olsun, kazanç ve ticaretle rızıklarınızı, ihtiyaçlarınızı
kazanmaktan yasaklanmış değilsiniz. Geçen emirlere uymak şartıyla hac ticarete,
kazanca engel değildir.
Deniliyor ki Araplar cahiliye devrinde hac
mevsimlerinde Ukaz, Mecenne, Zülmecaz gibi pazar ve panayırları açarlar ve
onlardan geçimlerini sağlarlardı. İslâm dini gelince hacda bunlardan sakınmaya
başlamışlar, bu âyet de bunun hakkında inmiştir.
Sonra, Arafat'tan akıp gittiğinizde, yani
arefe günü Arafat dağında cemaatle birlikte vakfeden boşanıp aktığınızda,
Meş'ar-i Haram yanında yani Müzdelife'de Allah'ı zikredin ki bu gece, akşam ve
yatsı namazlarının burada birlikte kılınması, bu zikir emrinin yerine
getirilmesidir. Çünkü namaz en büyük zikirdir. Bundan başka, ve Allah size
böyle güzel hidayetler bahşettiği gibi, siz de orada vakfe yapıp, telbiye,
tehlil ve dualarla, bilebildiğiniz güzel güzel zikirlerle O'nu anın. Bilirsiniz
ya siz bundan önce sapıklıklar içindeydiniz. İman ve ibadetten haberiniz yok,
ne yaptığını bilmez şaşkınlar topluluğundandınız.
ARAFAT: Arefe günü hacıların vakfeye
durdukları dağın adıdır ki Mekke'ye on iki mil mesafededir ve oradaki dağların
en yükseğidir. Zilhiccenin sekizinci gününe "terviye günü" dendiği
gibi, dokuzuncu gününe de "arefe günü" denir ve bu gün Arafat'ta
vakfeye çıkılır. Esas itibariyle "arefe" kelimesinin çoğulu veya
çoğulu gibi olan "Arafat" isminin, bu dağa ne sebeple özel isim
olduğu ve bunun doğrudan konulmuş bir isim mi, türetilmiş veya nakledilmiş mi
olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır. Türetilmiş olduğu görüşünde bulunanlar
da tanımak mânâsına "marifet"ten veya "itiraf"tan, yahut da
güzel koku mânâsına "arf"tan türetilmiş olduğunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu ihtilaflar sebebiyle isimlendirilme şekli kesin olarak tesbit
edilmiş değilse de her biri Arafat dağının bir özelliğini göstermiş olması
itibariyle isimden çok o ismin sahibinin anlatılmasına yararlı olmuştur.
Hz. Âdem ile Havva'nın burada karşılaşıp
birbirlerini tanımış olmaları; Hz. İbrahim'in, burayı görünce geçmiş vasıflarla
tanıması, yine onun, Cebrail'in hitabı ile hac ibadetini burada tanımış olması;
Hz. İsmail'in, annesinden bir müddet ayrılıp sonra burada karşılaşarak tanışmış
olmaları; hacıların burada birbirleriyle güzel bir şekilde tanışmaları; burada
vakfeye duranların, Hak Teâlâ'nın, Rabliğini ve yüceliğini, herkesin O'na
muhtaç oluşunu ve O'nun hiçbir şeye muhtaç olmayışını ve insanlığın miskinlik
ve ihtiyacını itiraf etmeleri; nihayet hacıların, günah pisliklerinden
temizlenerek Allah katında cennetlere layık olan güzel manevi bir koku
kazanmaları gerçekten Arafat dağının özelliklerindendir. Arefe ve Arafat, ikisi
de bu dağın adıdır. "Arefe günü" buna bağlıdır, bunun günüdür.
"Kâfirleri ümitsizliğe düşürme günü", "dini tamamlama
günü", "nimeti tamamlama günü", "Rıdvan -rıza- günü"
isimleri de Arefe gününün özel isimlerindendir.
MEŞ'AR-İ HARAM: En sahih rivayete göre
Müzdelife'de "Kuzah dağı" adı da verilen ve üzerinde
"Mîkâde" denen, "hürmet edilen alamet" demek olan silindir
şeklinde bir taş bulunan tepedir. Önceleri odunlarla ocaklar, Harun Reşid
zamanında büyük mumlar, daha sonra büyük kandiller yakılırdı. Nihayet üzerine
bina yapılmıştır. Asıl Meş'ar-i Haram bu, Meş'ar-i Haram'ın yanı da
Müzdelife'dir. Arafat'ın "Urene" vadisinin içinden başka her tarafı
vakfe yeri olduğu gibi Müzdelife'nin de "Muhassir" vadisinden başka
her tarafı vakfe yeridir. "Meş'ar-i Haram'ın yanında" buyurulması,
Muhassir vadisinin istisnasıyla Müzdelife'ye ve meş'arin yakınında zikrin daha
faziletli olduğuna işarettir. Gerek Arafat ve gerekse Müzdelife vakfeleri
hakkında birçok hadis-i şerifler vardır. Bu cümleden olarak, Resulullah:
"Hac, Arefe demektir; Arefe'ye yetişen, hacca yetişmiş olur." Yine
aynı şekilde Müzdelife'de: "Bizimle beraber bu namazı kılan ve bizimle
beraber şu vakfe yerine duran ve ondan önce gece veya gündüz Arefe'de vakfe
yapmış olan kimsenin haccı tamam olur ve tavaf yapıp ihramdan çıkması zamanı
gelir." buyurmuştur.
199-Herkes Arafat'ta vakfe yaparken Kureyş ve
onların dindaşları olanlar, yani yukarılarda açıklandığı üzere dinî kahramanlık
iddiasıyla "humûs" adıyla anılanlar, Arafat'a çıkmazlar da
cemaatleriyle Müzdelife'de dururlar ve: "Biz Allah'ın dostlarıyız, Haremin
hizmetçileriyiz." diye diğer insanlardan öne geçmek ve üstün olmak
isterler, onlarla vakfe yerinde eşitliğe razı olmazlardı. Bu sebeple şu âyet
inmiş ve Arafat'ta bulunmanın vacib olduğuna işaret için buyurulmuştur ki: Bundan
sonra insanların öteden beri akıp geldiği yerden, yani Arafat'tan akıp geliniz,
yalnız Müzdelife ile yetinip eşitliği bozmayınız. ve şimdiye kadar yaptığınız
muhalefetten dolayı da Allah'tan bağışlanma dileyiniz. Şüphe yok ki Allah, çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Siz bağışlanma dilerseniz, rahmetiyle O,
günahlarınızı bağışlar da muhaliflere mahsus olan azabından korur. Şüphe yok
ki, genel olarak akıp gelmenin Arafat'tan yapılmasının lüzumlu oluşu, hacda
herkesin Arafat'ta bulunmasına bağlıdır ve Arafat'a yetişmeyen, hacca
yetişmemiş olur.
200- Sonra hacla ilgili ibadetlerinizi
bitirdiğinizde, önceden atalarınızı anıp, zikrettiğiniz gibi şimdi de öyle ve
hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı zikrediniz. Bu zikir emri de haccın
arkasından Mina günlerine işarettir. İslâm'dan önce Araplar, âdetleri üzerine
hac ibadetlerini bitirdikten sonra Mina'da mescid ile dağ arasındaki yerde
dururlar, atalarının övgülerini ve özel günlerini anıp hatırlarlardı. Bunun
yerine şimdi Mina'da Allah'ın zikri ile meşgul olmak emredilerek o adetin
kaldırılmasına ve bundan başka hacdan alınan kutsal uyanışın devamının
gerektiğine işaret buyuruluyor ki şeytan taşlamak ve tekbirler almak, bunun son
ve seçkin bir hatırasıdır ve bu şekilde kelime-i tevhiddeki şirki kaldırma
mânâsı, bütün amelî gerekleriyle yapılarak gösterilmiş olmaktadır.
Bu âyetle gösteriliyor ki haccın elde edilen
sonuçları, yalnız atalar hatırası gibi dar bir sahada durarak onları hatırlama
hayaliyle gururlanmak değildir. Aile ve yakınlarından, vatanından ayrılıp
mallar harcayarak, sıkıntılara katlanarak hac yolculuğuna dayanan, gurbetin,
ihram ve vakfenin ruha ve bedene ait tesirleri altında bütün bir sosyal denize
dalıp, eski ve mukaddes bir tarihin yüce prensipleri arasında insan hayatının
uğradığı değişiklikleri, âlemin ince safhalarını seyreden, fanilerin
acizliklerini, bakî olanın, ebedîlik sırrını sezen akıllı ve olgun insanların,
bu ibadetten alacakları ruhî uyanış, her türlü şirk eserlerini atıp tam birliğe
doğru yürümek, nefsin şahsî, ailevî ve kavmî gururunu, tabiatın şehevî
arzularını, ruh levhasının batıl ve yok olucu nakışlarını silip Allah'a dua ve
yalvarış ve istiğfarla ve başka şeylerden ilgiyi kesmekle daimî zikir içinde
duyguları arz etmek ve kalblerde tek olan Allah'ın nurunun tecellisini (ortaya
çıkışını) görmek gibi güzel bir sonuç ile sonuçlanmalıdır.
Böyle ama, insanların hepsi, bu gayeye ermek
için zikir ve dua eder mi dersiniz? Hayır, Şu insanların bir kısmı vardır ki,
Ey Rabbimiz! Bize vereceğini dünyada ver, der, ve bunun ahirette hiçbir nasibi
veya isteyeceği bir payı olmaz. Göreceği bütün yardım ve lütuf dünyaya
mahsustur.
İmam Fahreddin Razî tefsirinde der ki:
"Mutlulukların mertebeleri üçtür: Ruha ait, bedene ait ve dışarıya ait.
Ruha ait mutluluk ikidir. Birisi ilimle görüş kuvvetinin tamamlanması, biri de
üstün ahlâk ile amel kuvvetinin tamamlanmasıdır. Bedene ait mutluluk da ikidir.
Sağlık, güzellik. Dış mutluluk da ikidir. Mal, makam. 'Bize dünyada ver.'
talebi de bu kısımlardan her birini içine alır." Çünkü ilim, dünyada
süslenmek ve emsalinden öne geçmek için istenirse dünyadan olur. Yine aynı
şekilde üstün ahlâk da dünyada başa geçmek ve dünya menfaatlerini zapt ve idare
etmek için istenirse bu da dünyadan olur. Öldükten sonra dirilmeye ve kâinatın
sonuna imanı olmayanlar da gerek ruha ve gerekse bedene ait herhangi bir
fazileti isterlerse ancak dünya için isterler.
201- Yine insanlardan diğer bir kısım vardır
ki, "Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada hasene (iyilik), hem ahirette hasene
(iyilik) ver ve bizi ateş azabından koru!" der, böyle dua eder.
HASENE: İnsanın nefsinde, bedeninde,
durumlarında kavuşmakla sevineceği her nimettir ki isim mânâsıyla güzel ve
güzellik demektir. Esasen hasen yani güzel, sevince sebep olan ve arzu edilen
herhangi bir şey demektir ki hüsün, güzellik onun nefsinde etkili olan özel bir
hâldir. Buna göre hüsün (güzellik), aslında ortada bulunan bir iş olmakla
beraber, kıymeti sübjektif tesirleri itibariyledir. Yani hüsün, istihsan (güzel
saymak)dan önce gelir. Fakat ortaya çıkışı onunladır. Bunun için güzel üç
çeşittir: Ya akıl ve basiret yönünden güzel bulunmuş, veya heves yönünden güzel
bulunmuş, yahut da hüsün yönünden güzel bulunmuş olur. Halk güzelliği hissiyle
ve genellikle gözüyle arar. Kur'ân'da bulunan hüsünler (güzellikler) ise
genellikle basiret yönünden güzel bulunmuş olanlardır.
Hasen, hasene ve hüsnâ arasında fark şöyledir:
Hasen, hem zatlara hem mânâlara söylenir. Hasene de sıfat olduğu zaman böyle
ise de isim olunca manevi şeylerde bilinmektedir. Hüsnâ ise ancak manevi
şeylerde söylenir. Kavuşulması, başlangıçta sevince sebep olan hasenelerin bir
çoğu, sonu ve neticesi itibariyle felakete de sebep olabilir. Bu bakımdan asıl
hasene, akıl ve basiret açısından güzel olan, sonucu iyi hasenelerdir
(iyiliklerdir). Bunun için yalnız başlangıcı dikkate alarak dünya hasenesi
(iyiliği) istemek, akıl işi değildir. Bunu isteyenler, o güzellik sevincinin
her hâlde rahatsızlığını, belasını görürler. Önceki kısımdan olan insanlar,
istediklerinin başlangıçta olsun bir hasene olup olmadığını da hesaba
katmayarak sadece "ver ve dünyada ver" diyorlardı. Buna karşılık olan
basiret sahipleri ise başı ve sonu gözeterek "Ey Rabbimiz! Hem dünyada
hasene, hem ahirette hasene ver!" derler. Hatta bu kadarla da yetinmeyip,
ateş azabından mutlak bir korunma da talep ve dua ederler.
Ehl-i Hakk'ın hâli lezzet, kâli lezzettir
bütün.
Böyle bir hüsnün peşinden koş da mağmûm
(kederli) olma hiç.
O halde böyle dünya ve ahiret haseneleri
nelerdir? Tefsirciler diyorlar ki: Dünyada sağlık, geçinecek rızık, hayırda
başarılı olmak, ahirette de sevabdır. Hz. Ali'den bir rivayette: "Dünya
hasenesi, saliha bir kadın, ahiret hasenesi huridir, ateş azabı da kötü
karıdır." diye vârid olmuştur ki misal ile açıklamadır.
202-Kısaca insanların bir kısmı yalnız
dünyayı, bir kısmı da hem dünya ve hem ahiret güzelliğini ister, işte bu iki
kısım insanlar yok mu? bunların ikisinin de istek ve dua şekillerine göre
kazançlarından bir nasibi vardır. Öncekiler yalnız dünyada bir nasib alır,
ahiretten mahrum kalır. Berikiler de hem dünyadan hem ahiretten nasib alırlar.
Allah da hesabı çabuk görendir, bütün bunların hesabını bir anda görebilir.
Tefsircilerin çoğu "onlar" ism-i işaretinin ikinci kısma ait ve
nasîbin onlara mahsus olduğunu göstermişlerse de Ebu Hayyan'ın açıkladığı üzere
her iki kısmı içine alması, "Her kim ahiret kazancını isterse, onun
kazancını artırırız. Her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz.
Ama onun için ahirette hiçbir nasib yoktur." (Şûrâ, 42/20) âyetine pek
uygundur.
Şimdi bunları dikkat nazarına alıp, niyetinizi
iyice düzeltin:
203- Ve özellikle sayılı günlerde Allah'ı
tekbirle zikredin. Ki, bu günlere teşrik günleri denir. Hacla ilgili âyetlerde
bir "sayılı günler", bir de "bilinen günler" vardır.
"bilinen günler" Zilhiccenin ilk on günü veya "eyyâm-ı
nahir" (yani Zilhiccenin on, onbir ve on ikinci günleri), "sayılı
günler" de ittifakla "Eyyâm-ı teşrîk" (yani Zilhiccenin onbir,
on iki ve on üçüncü günleri) ile tefsir edilmiştir. Teşrîk, yüksek sesle tekbir
almaktır. Hz. İbrahim'e nisbet edilen ve yüksek sesle alınan ve bilinmekte olan
hususî tekbire teşrîk tekbiri denir. Arefe günü sabahından kurban bayramının
dördüncü günü akşamına kadar tekbir ve zikir günleridir ve "sayılı
günler" bunun beşine de muhtemeldir. Böyle olmakla birlikte birincisi
arefe, üçü eyyam-ı nahir, beşincisi yalnız teşrîk günüdür. Fakat "teşrîk
günleri" deyimi, özellikle Zilhiccenin on birinci, on ikinci, on üçüncü,
yani Kurban bayramının ikinci, üçüncü, dördüncü günlerine denir ki bu günler
Mina'da tekbir alıp taş atma günleridir. Aynı zamanda bu günler, kurban
etlerini serme günleridir ki teşrîkin bir mânâsı da budur. Şu halde tekbir
günleri, beşe kadar ulaşıyorsa da, arefe ve bayram günü zikir ve tekbiri
"eyyâm-ı malûmata" yani bilinen günlere dahil olduğundan hac
ibadetlerinin yapılmasından sonrası ile ilgili olan "eyyâm-ı ma'dudât"
yani sayılı günlerin zikredilmesi, özellikle "teşrîk günleri" denen
bu üç gün demek olur. "Kim dönmek için acele ederse" ifadesinin
gelişi de bunu teyit etmektedir. Hacdan sonra şeytan taşlamak, Kur'ân'da açıkça
anlatılmamış, fakat bunun ayrıca Allah'ı tekbir etmeye (Allah'ı büyüklemeye)
bir sebep olduğuna işaret buyurulmuştur. Rivayet edildiğine göre bu günler, Hz.
Ömer (r.a.) çadırında tekbir alır ve etrafındakiler de alır, hatta yolda ve
tavafta bulunan bütün halk tekbir alırlardı. Kısaca yukarıdaki, "Atalarınızı
andığınız gibi, şimdi de Allah'ı anın." (Bakara, 2/200) âyeti, mutlak
zikri; ona atfedilen, "Sayılı günlerde Allah'ı zikredin." ifadesi ise
teşrik tekbiri ile özel zikri emretmektedir ki özetle mânâ şudur:
Arefe ve nahir (Kurban bayramı günün)de
bilinen zikirlerden başka, hac ibadetinin bitişiyle hacıların dönmesi için
sayılı olan üç teşrîk günleri içinde de, namazların arkasında ve taş atmak gibi
diğer sebeplerle açıktan tekbirler alarak Allah'ı zikrediniz ve bunu yapmadan
dağılmayınız. Şu halde bu arada her kim iki gün içinde işini bitirip yani
vatanına hareket için acele ederse onun üzerine günah yoktur. Fakat bir gün
içinde değil. Bu sebeple, bu iki günün birincisine yani "karar günü"
denir ki bu günde Mina'da bulunulur. İkincisine de "birinci hareket
günü" denir ki hacıların bazıları bu gün Mina'dan hareket eder. Bu iki
gün, bayramın ikinci ve üçüncü günleri olup hem eyyâm-ı nahirden, hem eyyâm-ı
teşrîktendirler. Ve Her kim geri kalıp da şeytan taşlamasını "ikinci
hareket günü" denilen ve son teşrik günü olan üçüncü güne bırakırsa ona da
günah yoktur. Acele etmek ve geri kalmak muhayyerdir. Fakat bu muhayyerlik ve
günah olmayışı, mutlak değil, takva sahibi olan hacı içindir ve onun kalbine
heyecan düşürmemek, ilâhî bir taleptir. Çünkü takva sahipleri, en küçük bir
kusurdan sakınır ve aslında Allah katında hacı, böyle takva sahibi olanlardır.
Bu sebeple, hepiniz de Allah'tan korkunuz. ve biliniz ki, siz ancak O'nun
huzuruna toplanacaksınız.
204-Böyle iken, insanlardan bazısı vardır ki,
onun dünya hayatı hakkındaki sözleri, senin hayretini celbeder ve çok beğenecek
olursun. O, kalbindekine Allah'ı şahit de tutar, kalbime, vicdanıma Allah
şahittir ki bu böyle, şu şöyle gibi yeminler ederek, tatlı tatlı diller dökerek
seni kandırmak için parlak parlak sözler söyler. Halbuki, gerçekte onun
düşmanlığı yamandır ve aslında murdar olan kimselerin düşmanlığı pek yaman, pek
gaddar olur.
205- Senden ayrılınca veya bir iş başına
gelince, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak ve ekinleri, nesilleri mahvetmek için
koşar, dolaşır. Allah da bozgunculuğu sevmez, fesada razı olmaz.
206-Buna göre, o bozguncuya: "Allah'tan
kork", denilince de , onu izzet-i nefsi tutar, daha fazla günaha sokar.
Ona da cehennem yetişir. Bu cehennem de ne kötü yataktır.
CEHENNEM: Azab yurdu olan ateşin özel ismidir
ve müennes (dişi) dir. Arapça "Cehman" kelimesinden alınmış olup bu
da "cehm"den türetilmiştir. Cehm, sert ve çirkin olmak; cehman dibi
görünmez derin kuyu demektir. Şu halde vezninde cehennem, alem (özel isim) ve
müennes olduğundan dolayı gayr-ı munsarıf olmuştur. Bunun
"Kehennam"dan Arapçalaştırılmış, yabancı bir kelime olduğu ve gayr-ı
munsarıf oluşunun, ucme ve alem olmasından kaynaklandığı da söylenmiştir.
Bu âyetler, Sekîf Oğullarından Ahnes b. Şerîk
hakkında inmiştir. Bu münafık, Zühre Oğullarının kendisiyle andlaşma yaptığı
bir kimseymiş. Hz. Peygambere gelmiş, müslüman olduğunu açıklamış. Diller
dökerek muhabbetten söz etmiş, yeminler etmiş, sonra Peygamberin huzurundan
çıkınca müslümanların bir çiftliğine uğramış, ekinleri yakmış, hayvanları telef
etmişti. Nüzul sebebi bu olmakla beraber, âyetin mânâsının, bu gibi vasıflarla
vasıflanmış olan münafıkların hepsini kapsadığını, tefsircilerin birçok
araştırıcıları açıklamışlardır. Bu münasebetle âyet, bir iş başına geçirilecek
insanların, dillerine bakılmayıp durumlarının incelenmesi gerektiğini bildirmek
için, insanlardan üçüncü bir kısmın özelliklerini göstermiştir.
207-Bununla beraber insanların, bütün
bunlardan başka seçkin bir kısmı vardır. Şöyle ki: İnsanlardan bazısı da vardır
ki, Allah'ın rızasına ermek için canını bile verir, yahut Allah rızası için
dünyasını ve hatta canını bile verir de kendini ebedî olarak satın alır. O
bilir ki mülk kendisinin değil Allah'ındır. En üstün gaye mal değil, Allah'ın
rızasıdır. Allah rızası için canını veren, kendini ebedî acılardan kurtarmış ve
en büyük ticarete ermiş olur. Bunlar, Allah'ın hâs (seçkin) kullarıdır. Din ve
ibadet uğrunda sıkıntılara katlanırlar, Allah yolunda harp ve cihad alanlarında
canlarını ortaya atarlar veya öldürüleceğini de bilse iyiliği emredip,
kötülükten menederler. Bunların, bütün gözettikleri nokta, Allah rızasıdır.
Yaptıklarını Allah için yaparlar, istediklerini Allah için isterler. Bunlar,
kendilerini ne dünyaya, ne ahirete değil; ancak Allah'a satarlar ve Allah'ın
rızasını almakla da kendilerini, Allah'tan başka bütün şeylerden ve nefs-i
emmârelerinden (kötülüğü emreden nefislerinden) satın almış, âzâd etmiş
olurlar. Bunlar, "Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir iyilik, ahirette de bir
iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!" (Bakara, 2/201) diyenlerden daha
mutludurlar. Nefs-i râdiye (Allah'tan razı olan nefis) makamından da geçip,
nefs-i merdıyyeye (Allah'ın, kendisinden razı olduğu nefse) ererler. Allah da kullarına
çok şefkatlidir. Büyük şefkatinden dolayıdır ki onlara takvayı teklif ve
tavsiye etmektedir. Kulların kendi rızaları, onları Allah'ın rızası kadar
esirgemez. Kendi rızasını Allah'ın rızasında, kendi iradesini Allah'ın
iradesinde fâni kılmış (yok etmiş) olanlar, selamet ve saadetin en yüksek
derecesine ererler. Fakat şurası da unutulmamalıdır ki bazı insanlar, şeytanî
bir gururla kendi gönüllerinin eğilimlerini, sırf Allah'ın rızası zannederek
taassub ve cahiliye gayreti ile Allah'ın şeriatının aksine hareket eder ve
kendilerini faydasız yere tehlikeye atarlar. Allah'ın emrettiği yerde ölmeyi
istemez yasakladığı yerde gönlünün zorlamasına uyarak intihar etmeye kalkışır.
Bu iki durumu ayırd etmek için Resulullah'ın ashabının hâlleri ile hâricîlerin hallerini
karşılaştırmak yeterlidir. Meselenin ruhu, sırf Allah rızası için olmaktır ki
bu da Allah'ın şeriatına bakarak, hareketleri Allah'ın emirlerine uydurmakla
olur. "Kendinizi, ellerinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara/ 2/195)
âyetine bak.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında üç rivayet
vardır:
Birincisi: İbnü Abbas'tan Süheyb b. Sinanı
Rûmî hazretleri hakkında indiği rivayet edilmiştir. Mekke müşrikleri bu zatı
tutmuşlar, dininden döndürmek için işkencelerle azab etmişlerdi. Suheyb,
Mekkelilere karşı: "Ben ihtiyar bir adamım, malım ve servetim de var.
Benim sizden veya düşmanlarınızdan olmamın size hiç zararı olmaz. Ben bir söz
söyledim, ondan caymayı iyi görmem. Malımı ve servetimi size veririm, dinimi
sizden satın alırım." demişti. Onlar da buna razı olmuşlar,
salıvermişlerdi. Oradan kalkıp, Medine'ye gelirken bu âyet inmişti. Medine'ye
girerken Hz. Ebu Bekir rast gelmiş: "Alışverişin kârlı olsun ey
Suheyb!" demişti. O da: "Senin alışverişin de zarar etmesin."
demiş, "O ne?" diye sorduğunda: "Allah Teâlâ, senin hakkında bir
âyet indirdi." deyip, bu âyeti okumuştu.
İkincisi: Hz. Ömer ve Ali'den iyiliği emredip,
kötülükten meneden bir zat hakkında inmiştir, diye rivayet edilmiştir.
Üçüncüsü: Hicret gecesi Resulullah'ın
yatağında yatan Hz. Ali hakkında indiği rivayet edilmiştir.
208- Geçen açıklamaları dinledikten sonra şu
hitaba dikkat ediniz:
Ey iman edenler! Hepiniz böyle tam bir
teslimiyet ve bütün varlığınızla barış ve selamete giriniz, kâmil bir müslüman
olunuz. Şeytanın adımlarına, insanları yoldan çıkaran kâfirlerin ve sapıkların
söz ve hareketlerine uymayın, isyan, bölücülük ve şeytanlık yollarına sapmayın.
Çünkü o şeytan size gizli de gelse her halde açık bir düşmandır. İkinci bir
mânâ ile: O, sizin Allah ile ve birbirinizle aranızı açacak ve sizi perişan
edecek bir düşmandır. Üçüncü bir mânâ ile: O, sizi şaşırtmak için beliğ
(belagatlı) ve parlak söz söylemesini bilen büyük bir düşmandır.
ES-SİLM : Nâfî, İbn Kesîr, Kisâî, Ebu Ca'fer
kırâetlerinde "sîn"in fethasiyle, şeklinde, diğerlerinde kesresiyle
şeklinde okunur ki, mânâ birdir. İkisi de barış ve selamet demektir. Bu da
aslında İslâm'ın, boyun eğme mânâsıyla ilgilidir. İslâm, Allah'a boyun eğmek ve
ihlas demek olduğu gibi, bir de buna dayanmakla selamete girmek mânâsını ifade
ediyor. Şu halde bu âyet ile iman ve İslâm'ın manası, dünya ve ahirette, barış
ve selamete girmek demek olduğu anlatılarak bütün iman edenler, İslâm'ın
kemaline davet olunuyor. Nitekim bir hadis-i şerifte olgun müslüman:
"Müslüman odur ki müslümanlar, onun dilinden ve elinden selamet
bulur." diye tarif edilmiştir. Bu ise müslümanın elinden ve dilinden
diğerlerini gücendirecek hiçbir zarar ve eziyet çıkmayıp, aksine selamet ve
menfaat sebepleri çıkması gerektiğini bildirmektedir ki, "Kim iyilik
yaparak kendisini ihlas ile Allah'a teslim ederse..." (Bakara, 2/112)
âyetinin yüce mânâsının, tam olarak tatbikiyle bütün hukukî ve ahlakî kânunlara
riayeti emretmektedir.
Savaş ve hac âyetlerinden sonra ruh halleri
bakımından insanları dört sınıfta özetledikten sonra müminlere bu âyetle hitap
edilmesi, haccın, sosyal uyanıştaki önemine ve tevhid inancı ile cihad ve
haccın istenen sonucunun, genellikle barış ve selamet temini olduğuna ve bu
konuda üstün ahlâkı, hukukî ve sosyal incelikleri içeren geniş bir amelî
şeriatın bütün kapsamıyla tatbikinin gerekliliğine dikkat çekmektir.
Bundan dolayı ey müminler! Allah'ın emirlerine
boyun eğmekle öyle mükemmel bir sosyal görünüm ve öyle muntazam bir İslâm yurdu
meydana getiriniz ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize
eziyetten, eğrilikten, Allah'ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden,
kısaca Allah rızasına aykırı hareketlerden eser bulunmasın da, herkes, güven ve
karşılıklı sevgi, rahatlık ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun,
geleceğine ve ahiretine tam bir sevinçle yürüsün ve bunu bozacak fesatlara
meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak sözler söyleyip de kalbleri en
merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından
gidilmesin.
209- Size beyyineler, aklınızı erdirecek açık
deliller geldikten sonra da kusur eder, barışa ve selamete girmekten
ayrılırsanız, biliniz ki, Allah, gerçekten aziz ve hakimdir, çok güçlüdür,
hüküm ve hikmet sahibidir. Benzeri bulunmaz, yenilmeyen gâlib, güç ve kuvvet
sahibidir ki hükmüne karşı gelinmez, dilediğini yapar, emrini derhal yerine
getirir. Bununla beraber hikmet sahibidir, her hikmeti bilir, yaptığını
hikmetle sağlam olarak yapar. İnsanların barış ve selametle, İslâm nizamı ile
yaşaması da hikmetindendir. Azîz olan Allah, bu nizama karşı gelen ve şeytanlık
yollarına sapıp, tevhid hükmünü ve barış hükümlerini bozmaya çalışan
günahkârların haklarından gelir, belalarını verir, eğer tehir ederse (geriye
bırakırsa) o da hikmetindendir.
210-Böyleleri, başka bir şeye bakmazlar, ancak
beyaz buluttan gölgelikler, örtüler, tüller içinde Allah'ın ve meleklerin
onlara gelivermesine, ve işin bitirilivermesine bakarlar.
Ebu Cafer kırâetinde olduğu üzere üzerine
atfedilerek esre ile şeklinde okunduğuna göre: "Bunlar, artık başka bir
şeye değil, ancak beyaz buluttan gölgelikler ve melekler içinde Allah'ın onlara
gelivermesine ve işi bitirip, akıl ermez, ümit edilmez bir şekilde kendini ve
Allah'lığını onlara gösterivermesine bakarlar." Allah, "Kendisinin
benzeri gibi bir şey yok." (Şûrâ, 42/11) olduğundan cisim şeklinde gelip
gitmekten münezzeh (uzak)tir. Şu halde bu âyet, birçok vecih ve mânâlara
muhtemel ve müteşabihtir (mânâsı açık değildir). Bunun, muhkemlere (mânâsı açık
ve kesin olan âyetlere) müracaatla tevilinde başlıca iki mânâ vardır: Allah'ın
gelmesi, Allah'ın emir ve iradesinin, tam bir kudret ve şiddetle ortaya
çıkmasından kinayedir. Sadece buna bakmak da bu günahkârların
cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar bitmiş, tükenmiş ve
ancak her şeyi bitirecek olan Allah'ın emir ve iradesinin ortaya çıkışı kalmış
olması demektir ki bakmak, durup beklemek demek olur. Buluttan yağmur umulursa
da, beyaz buluttan yağmur yağmayacağı için bunlar, o sırada Allah'tan rahmet
ümit etseler bile âdete aykırı bir ümit olacağından, böyle rahmet ümit ederken
yağmur yerine ateş çıkması gibi birden bire belalarını buluvermeleri düşünülmüş
olur. İkinci olarak, Allah'ın gelmesi, muhal (imkansız) olduğundan bunların,
Hakk'ın emrine imanlarını imkansız bir şeye bağlamış oldukları ve doğru
haberler ve delillerin yol göstermesiyle meydana gelen uyarıya ortaya
çıkmasından önce inanmayacakları ve dolayısıyla hiç ihtimal vermedikleri bir
anda belalarını bulacakları ifade edilmiş olur. Her iki takdirde bu mânâların
müteşabih olarak ifade edilmiş olması, bunların, âlemin nizam ve intizamını
bozma yoluna sapmalarından dolayı, işleri son derece çığırından çıkaracaklarını
ve artık akıl ve insan kudreti içerisinde işleri düzene koyma ihtimali
kalmayacağını ve kendilerinin de akıl ermez bir şekilde belalarını
bulacaklarını anlatmış olur. Hakikat ile kinayenin birleştirilmesi mümkün
olacağına göre özetle mânâ şu olabilir: Böyle günahkârlar, "Bize Allah'ı
açık bir şekilde göster." (Nisa, 4/153) diyen Musa kavmi gibi Allah'ı
görmedikçe akıl ve nakil yolundan doğru haberler ve açık deliller ile iman
etmek istemez ve meydana gelişinden önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah'a ve
Allah'ın korkutup uyarmalarına inanmak için, Allah'ın kendisini bütün
kudretiyle açıktan gösterivermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına
gelivermesini gözetirler. Bunun için ilim ve imana önem vermezler de şeytanlık
peşinde koşarlar. Barış ve selameti bozarlar; dinden, imandan faydalanıp da
felâketten kurtulmak istemezler. Böyle olduklarından dolayı işler, insan akıl
ve kudreti içersinde düzenlenebilmekten öyle çıkar ve durumları o kadar bozulur
ki belalarını bulmaları için yalnız Allah'ın emir ve iradesinin ortaya çıkması
kalır. Çünkü onsuz da hiçbir şey olmaz. O zaman da her iş biter, kıyametler kopar
insanlara geçmişte kazandıklarından başka birşey kalmaz.
Önce ve sonra bütün işler, zorunlu olarak
Allah'a döndürülür veya ancak Allah'a döner. Çünkü İbnü Âmir, Hamza, Kisâî ve
Halef'ül-Âşir kırâetlerinde daima "tâ"nın fethası ve
"cîm"in kesresiyle okunur.
İşlerin Allah'a döndürülmesi ve dönmesi
zorunlu olunca da O'nun emirlerine, isteklerine karşı gelmeyip hep birlikte
barış ve selamete girmek gerekir.
211-Aksine hareket edenlerin durumuna misal
ararsan, İsrail oğullarına sor. Biz onlara ne kadar açık âyetler verdik. Onlar,
bu âyetleri dinledikleri zaman ne oldular, dinlemeyip durumlarını
değiştirdikleri zaman ne oldular? Allah'ın nimetini (bunlar gibi) her kim
değiştirir, bozar da zarar ve bozgunculuk peşinde koşarsa, Allah'ın onlara
cezası da her halde pek şiddetlidir.
212-Bu gibi bozgunculukları da dünya
debdebesine tutkunluklarından dolayı kâfirler yapar; çünkü dünya hayatı,
kâfirler için çok süslenmiş, gözlerine güzel gösterilmiş ve kalbleri, bu alçak
hayatın sevgisiyle dolmuştur. Bu sebeple bunlar, dünyadan başka birşey
istemezler. Ve Resulullah'a iman edip, dünyaya iltifat etmeyen müminlerden bir
kısmını ve özellikle sabreden fakirleri küçümserler. Takva sahibi olan o
müminler ise kıyamet gününde onların üzerindedir.
Dünyadan başka bir şey istemeyen o kâfirler,
cehennemin en aşağı tabakasında inleyecekler; bu takva sahipleri de cennet-i
âlâda salına salına, nazlı nazlı dolaşan kimseler olacaklardır. Bu, Allah'ın
bir kısmetidir. Ve Allah, gerek dünyada ve gerekse ahirette dilediğine hesapsız
rızık verir.
Ebu Cehil ve arkadaşları, Allah'ın bahşettiği
servetlerle zevk ve safaya dalarlar da ahireti inkar ederler ve Ammar, Suheyb,
Ebu Ubeyde, Salim, Âmir b. Fihr, Habbâb, Bilal hazretleri gibi müminlerin
fakirleriyle, "O, bizim peygamberimiz olsaydı O'na bizim ileri
gelenlerimiz tâbi olurdu." diye eğlenmek isterlerdi. Abdullah b. Übey ve
arkadaşları da zevk ve safaya dalarlar ve müminlerin zayıflarıyla alay etmek
isterler, "Şunlara bakın! Muhammed, bunlarla gâlip geleceğini zannediyor."
derlerdi. Kurayza Oğulları, Nadir Oğulları, Kaynuka Oğulları Yahudilerinin
âlimleri de muhacirlerin fakirleriyle eğlenmek isterlerdi. İşte bu âyetin nüzul
sebebi, bu olaylardan birisi olmuştur ve bu konuda bu şekilde üç rivayet
vardır.
İşte ahireti ve dünyanın sonunu düşünmeyip,
sadece dünya hayatına meylederek sevgi beslemek; öteden beri insan cinsinin
asıl yaratılıştaki birliğini bozan, barış ve sükuneti ihlal eden, gelip geçici
bir sebep ve bir hatanın başıdır. Aslında:
Meâl-i Şerifi
213- İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları
üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere
peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki,
insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da
sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular,
aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine
Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri
hakka, ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir.
214- Yoksa siz, kendinizden önce gelip
geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete
girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu
ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler:
"Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah'ın
yardımı yakındır.
213-Hatırlatma: "İnsanlar tek bir
milletti. Ve Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere
Peygamberler gönderdi" âyeti, "İnsanlar tek bir milletti sonra görüş
ayrılığına düştüler de Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri
olmak üzere Peygamberler gönderdi." demektir. Çünkü âyetin daha öncesi ve
daha sonrası bunu gösterdiği gibi, "İnsanlar ancak bir tek milletti. Sonra
görüş ayrılığına düştüler." (Yunus, 10/19) âyetinde bu kayıt açıkça yer
almaktadır. Bundan başka Abdullah b. Mes'ud kırâetinde, bu âyette de
"görüş ayrılığına düştüler" şeklinde yer almaktadır ki bu kırâet
mütevatir değilse de meşhur olduğundan gereğince amel etmek vaciptir. İlk başta
bütün insanlar bir tek ümmetti. Hz. Adem hikâyesinden de anlaşılacağı üzere,
insanların hepsi bir kökten türemişlerdi. Yaratılmış oldukları ilk yaratılış
gereğince, hak olan ilâhî kânuna göre hareket ediyorlardı. Bir tek toplum ve bir
tek millettiler. İnsanlar yeryüzünde var oldukları daha ilk andan itibaren
dinsiz ve toplumsuz yaşamış değillerdir. Hayvanların yaşantısı bile gözden
geçirilirse görülecektir ki dünyaya ilk gelişinde anasının koynunda dahi olsa
toplumsal bir ortamda yetişmeyen hiçbir hayvan yoktur. Her doğan bir tabiat
üzere doğar. İnsanlar da yaratılışları gereği yaratılışın başında bir tek
toplum idiler. Sonradan görüş ayrılıklarına düştüler de, Allah hakka itaatin ve
ona uymanın sevabını müjdeleyen, hakka aykırı davranmanın ve karşı gelmenin
cezasını anlatarak korkutan peygamberler gönderdi. Ve bunlarla birlikte hakka
dair kitap da indirdi ki, insanlar arasında görüş ayrılıklarına düştükleri
konularda hakim olsun, çekişmeyi ve haksızlığı ortadan kaldırıp hakkı yerine getirsin.
Ebu Cafer kırâetinde "Ya"nın zammesi ve "kâf"ın fethasiyle
meçhul kipi üzere okunur ki, "İnsanlar arasındaki görüş ayrılıklarında Hak
kitap ile hüküm olunsun, yürütme yapılsın." demek olur. Her iki halde de
hüküm ve yürütmenin sebeb ve amacı sadece hakkı orta yere koyup tanıtmak değil;
hakka uygun olarak görüş ayrılıklarının giderilmesi ve barış ortamının
kurulması olduğu anlaşılır. Sonra insanlar bu indirilmiş kitap hakkında da
görüş ayrılıklarına düştüler. Kitapta görüş ayrılıklarını çıkaran da başkaları
değil, ancak o kitaba nail kılınmış olan Kitap ehlidir. Hem bunlar bu görüş
ayrılığını, kendilerine açık âyetler, anlamı açık ve kesin hüküm bildiren
deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık ve kıskançlıktan, ileri gitmek
ve peygamberlerle bile yarış etmek iddiasından dolayı çıkardılar. Eğer bu görüş
ayrılığı açık ve kesin hükümlü âyet ve delil bulunmayan, âyetlerde değinilmeyen
noktalarda açıklanmamış delilleri ve hakkı araştırmak için olsaydı, insanların
görüş ayrılıklarını olabildiğince azaltacak şeriatın izin verdiği bir ictihat
olabilirdi. Ancak bunlar böyle yapmadılar. Deliller geldikten sonra hakkında
nas bulunan konularda görüş ayrılığına düştüler. Oysa nassın bulunduğu
konularda ictihada izin yoktur. Bu gibi âyetlerden dolayıdır ki bu kaide, fıkıh
ilminin, her konuya uygulanabilecek genel kurallarından birini oluşturmuştur.
Hakkında açık ve kesin hüküm bildiren âyet bulunan noktalarda ictihat etmek,
insanlar tarafından hak kânuna aykırı olarak, kendi kendine kânun koymaktır. Bu
ise hakka uygun olarak görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak değil, karşı ve
zıt görüş ileri sürmektir. Böylece Kitap ehli, insanların dünya sevgisi ile
çekişmelerine ve görüş ayrılıklarına tam anlamı ile hakim olmak için
bahşedilmiş bulunan hak olan kitabın âyetlerine ve delillerine karşı azgınlıkla
ve haddi aşmakla yeniden görüş ayrılıkları çıkarmak suretiyle insanların
akıllarını karma karışık ettiler. Hukuk ayaklar altında çiğnendi, ahlâk ve
toplum düzeni bozuldu, nimetler sona erdi, bunun sonucu olarak da hatır ve
hayale gelmez belalara düştüler. Sonra, Allah bunların görüş ayrılığına
düştükleri hakka, Hz. Muhammed'i göndererek ve Kur'ân'ı indirerek kendi izni
ile iman edenlere doğru yolu gösterdi. Ve işte Allah böyle dilediğine doğru
yolu gösterir ve doğrultur.
İnsanlığın yeryüzüne geldiği ilk andan Hz.
Muhammed'in gönderilişine kadar geçen insanlık tarihinin bir özeti olan bu
âyet-i kerime insanlığın yaratılışını, peygamberlik olayını, hukukun
kaynaklarını, kanun koymanın nedenlerini, hükümetin yürütülmesinin sırlarının
aslını kapsayan büyük bir sosyoloji ilminin temellerini içermektedir. Bu
nedenle tefsir bilginlerinin bu noktadaki ilmî görüşlerini özetlemek yararlı
olacaktır:
Yukarda "Vasat Ümmet" (Orta yolu
benimseyen ümmet) de görmüştük ki ümmet, insan gruplarının uyup izledikleri
topluluk diye tanımlanmıştı. Ancak bu mânâ, daha çok "ümmet-i vasat"
(orta yolu benimseyen ümmet) ismini vermeye yaraşan özel bir anlamdır. Oysa bu
"vasat" (orta yolu benimseme) kaydından soyut olarak ümmet, "Bir
şey üzerine toplanıp birbirine uyan topluluk" demektir ki
"uymak" anlamına gelen "itimam"dan alınmadır. Bu âyet ise,
geçmişte insanların bir tek ümmet olduklarını açıklıyor. Dolayısıyla bu nokta
araştırmaya değer bir noktadır. Ve bu noktada tefsir bilginleri görüş
ayrılığına düşmüşlerdir.
1- Gerçeği arayıp ortaya çıkaran bilginlerin
çoğunluğu, ilk insanların, Allah'ın birliğine iman ettikleri ve insanların bir
tek din üzere bir araya gelmiş bir tek millet oldukları görüşündedirler. Âyetin
devamında, "Peygamberlerin, görüş ayrılıkları üzerine gönderilmiş
olduklarının açıklanması da bunu gösterir." diyorlar. Ve zaten, insanların
yaratılışında "Tevhid" temel kural, şirk, küfür ve görüş ayrılığına
düşmek kural dışıdır. Kayıtsız ve şartsız olarak, "Vahdet" ve
"görüş ayrılığı olmaması"ndan söz edildiği zaman, Hakk'ın tevhidi
ortaya çıkar. İlk insanların birliklerini, şirk, küfür ve görüş ayrılıkları
üzerine birleşme şeklinde yorumlamak için ortada haklı bir delil yoktur. Kesin
olarak yaratıcının birliği duygusu ve düşüncesi, insanın içindeki duygularda,
birçok ilâhın var olduğu duygu ve düşüncesinden önce gelir. Müşriklik,
tevhidden sonra, ilâh üzerinde görüş ayrılıklarından ortaya çıkan çekişmenin
ifadesidir. Buna göre dinler tarihinde, daha önce geçmiş insan topluluklarında
eski gibi görünen şirk ve küfür, temel ve yaratılıştan var olan birliğin
bozulmasından kaynaklanan gelip geçici ikinci bir durumdur. Her doğan çocuk
Hakk'a karşı samimi olarak doğar; nankörlüğü, yalancılığı sonradan öğrenir.
İnsanlık ailesinin fertleri çoğaldıkça, insanların amel ve arzularının birbiri
ile çelişmesi çoğalmaya başlamış, bundan da görüş ayrılıkları ve şirk ortaya
çıkmıştır. Yüce Allah'ın ilâhî irşadı ile, insanların akılları ilerledikçe
tevhid yoluna dönülür olmuştur. Dolayısıyla barış ve İslâm'ın temeli olan
Hakk'ın tevhidi (Allah'ın birliği) inancı, insanlığın ilk yaratılışında var
olan ve Hz. Adem'den itibaren Adem oğullarının hislerine aşılanmış bulunan
ezelî ve mutlak bir temeldir.
Bu görüşü ileri sürenler, bu "tek
ümmet"in kimler olabileceğinde çeşitli rivayetler nakletmişlerdir:
Mücahit'ten, "Bu tek ümmet, yalnız Âdem'dir." dediği nakledilmiştir.
Buna göre Ümmet, "Muhakkak ki İbrahim başlıbaşına bir ümmet idi. Tek bir
hanif olarak Allah'a itaata koyulmuştu." (Nahl, 16/120) âyetinde olduğu
gibi, bir topluluğun yerine bedel bir tek kişi veya "önder" anlamı
ile mecaz olarak bir tek kişiye de "ümmet" denildiği açıklanıyor.
"Adem" sözcüğü bir özel isim olmayıp da, cins ifade eden bir özel
isim olsaydı o zaman mecâz olmazdı. Ancak bu mânâ, yani Adem'in cins ifade eden
bir özel isim olması öteden beri bilinen anlama aykırıdır.
Âyette yer alan "Bir tek ümmet",
Adem, Havva ve ruh olarak onun sırtından çıkarıldıkları sırada "Adem
oğulları"ndan ibarettir ki bunlar fıtrat (bozulmamış yaratılış) üzere
idiler. (Übeyy ve İbn Zeyd'den.)
Hz. Adem'in devrinden Hz. Nuh'un devrine kadar
geçen on asrın insanları hak üzere idiler, görüş ayrılıklarına düşmeleri
üzerine Hz. Nuh gönderilmiştir. (İbnü Abbas ve Katâde'den).
Görülüyor ki bu rivayetlerde, birlik yönünün, Hak
kânun olduğunda görüş birliği bulunmakla birlikte, bunun bal arıları gibi bazı
hayvanlarda olduğu üzere sadece bir yaratılış olarak içgüdü hâlinde bir tercih
sözkonusu olmaksızın zorunlu olan bir araya geliş mi? Yoksa aklî ve fikrî
gelişmelerle ilgili, öğretmeye ve tercihe dayalı bir birleşme midir? Yani
insanlığın bir araya gelmesi, başlangıçta tabii ve zorunlu mu? Yoksa sun'î ve
iradeye bağlı mıdır? Bugün bu görüş ayrılığı, Avrupa'nın Hukuk ve Sosyoloji
bilginleri arasında hâlâ geçerlidir. Bizim tercih ettiğimiz görüşe göre,
insanlığın yeryüzüne geldiği ilk zamanlarda insanların bir araya gelmeyi
düşünmesi ve bunu hissetmeleri yüce Allah'ın bunu gerekli kılması ile zorunlu,
fiilî tatbikatı ve gelişmesi ise insanların seçimi ve tercihi ile olmuştur. Çünkü
peygamberlik, çalışıp çabalamakla elde edilemeyen zorunlu bir ilimdir ve Hz.
Adem peygamberdir.
2- İkrime ve Katâde gibi bazı tefsircilerin
görüşlerine göre, söz konusu bir tek ümmet, küfür ve batıl din üzere idiler. Ve
bir deyimle hayvanlar gibiydiler. Peygamberler geldiler, bu insanlara iman ve
hak aşıladılar. İman edenler etti, etmeyenler etmedi. Bu şekilde mümin ve kâfir
olmak üzere çeşitli milletler meydana geldi. Bunlar âyette, "görüş
ayrılığına düştüler" şeklinde bir ifadenin var sayılmasına gerek
görmemişlerdir. Bu görüşe göre, bu bir tek ümmet, "Küfür, bir tek
millettir." kavramı uyarınca, "İmansızlıkta ortak, hak tanımaz, insan
suretinde bir sürü hayvanlardır." demek oluyor, fakat bu şekilde şu üç
soru ile karşılaşırız:
Birincisi: Âyetin daha sonraki ifadesine göre,
peygamberlerin, görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak ve yeryüzünde hakkı
yerleştirmek için gönderilmiş oldukları anlaşıldığı hâlde, eğer, "görüş
ayrılığına düştüler" hükmünü orda var saymazsak, peygamberlerin görüş ayrılıkları
çıkarmak için gönderilmiş oldukları gerekecek ve gönderilmelerinin geri
bırakılması anlamsız olacaktır. Bu itirazı tefsirciler önemli saymışlardır.
Buna cevap olarak denilebilir ki: "İnsanlığın yeryüzüne geldiği ilk
zamanlar tıpkı çocukluk dönemi gibi idi. Ve bunlarda küfrün anlamı, henüz ilâhî
yükümlülük mevcut olmadığından dolayı 'iman etmemek' demekti. Peygamberler
terbiye kânunu gereğince, derece derece aklın gelişip ilerlemesi sürecinin
başında gönderilmişlerdir. Ve ayrılıklar çıkarmak için değil, ilerleme ve
gelişme sağlamak için gönderildiler. Bunun üzerine ayrılık, iman etmeyenlerden
çıktı, peygamberlerden değil." Bu cevap, zamanımızın Avrupasının görüş ve
anlayışına uygun düşmektedir. Fakat o ilk durumlarını koruyanlara "ayrılık
çıkardı" demek doğru olmayacağına göre, herhalde bu anlayış ve yaklaşıma
göre, peygamberlere bir "ayrılık çıkarma" isnadı gerekir. Bu hüküm
ise, âyetin ilerde gelecek ifadesine ve mazmumun ruhuna aykırıdır. Bundan
dolayı tefsircilerin bu itiraza önem vermeleri yerindedir.
İkincisi: Hz. Adem, insanlığın babası ise,
peygamber olmaması; peygamber ise insanlığın babası olmaması gerekecektir.
Çünkü hem peygamber hem insanlığın babası olduğuna göre, evlatları küfür ile
ona aykırı davranmış olacaklar; bu şekilde teklif (yükümlü kılmak) varsa da ilk
insanlar "ümmeti vâhide" (tek ümmet) olmamış, görüş ayrılıklarına
düşmüş olacaklardır. Oysa Hz. Adem'in insanlığın babası ve ilk peygamber olması
üzerinde görüş birliği olan bir noktadır. Bu soru, birinci görüşe karşı
sorulamaz. Çünkü Hz. Adem'in çocukları başlangıçta ona uymuşlar ve hak üzere
"ümmeti vâhide" (tek bir millet) oluşturmuşlar, sonra görüş
ayrılıklarına düşmüşlerdir. Bunun üzerine sayısız peygamberler gönderilmiştir.
Ancak bu takdirde, "Peygamberler" kelimesinde sonradan gelme durumu,
Hz. Adem'den başkasına sarfedilmeyi zorunlu kılmaktadır. Arapçada başında
"elif-lam" olan çoğul bir kelime en azından, üçten başlayacağı için,
birden çok peygamberin gönderilmesi sonradan ortaya çıkan görüş ayrılıkları
üzerine gerçekleşmiş olacaktır. Ve Hz. Adem'in gönderilmesi bu hükme dahil
olmaz. Bu ise Hz. Adem'in insanlığın babası olmasına engel olmaz. Ancak bu
mânâ, ikinci görüşe yeterli değildir.
Üçüncüsü: Bu görüşte, "ümmet"
kelimesinin sosyal mânâsı da olumlu olarak gerçekleşmez ve bu durumda üçüncü
bir görüşü benimsemek gerekir. Şöyle ki:
3- Burada "tek bir ümmet" demek, bir
tek cins veya bir tek sınıf demektir. Yani bu ilk insanların üzerinde emirler
ve yasaklar yoktu. Onlar hiçbir şer'i kânuna tâbi değildiler, herşeyin serbest
olduğu bir dönemi yaşıyorlardı. "Allah gönderdi" ifadesi gösteriyor
ki şeriatler daha sonra peygamberler ile gelmiş ve bilinen anlamı ile din ve
insanların sosyal bir görünüm alması o zaman başlamış, iman ve küfür ayrımı o
zaman ortaya çıkmıştır. O halde öncekiler, hayvanlar veya çocuklar gibi
mükellef olmaktan bağımsız ve ilâhî hükümlerle yükümlü olmaktan uzak olmak
itibariyle bir "cins" idiler veya bir cevherden ve bir babadan gelmiş
olmaları açısından bir "sınıf" idiler. Çeşitli sınıflar, ırklar,
milletler ayrılmış değildi, vatandaş ve yabancı yoktu. Dolayısı ile bunlara
"bir tek ümmet" denilmesi, gerçek anlamı ile, din ve şeriatte bir
araya gelmiş insan topluluğu demek değil; tek bir cins, veya tek bir sınıf
demektir. Bu görüş Ebu Hayyan'da İmam Mâturidî hazretlerinin görüşü olarak
ileri sürülmüştür. Buna göre demek olur ki: İnsanlar ilk zamanlar,
Avrupalıların "doğal durum" dedikleri gibi, kayıtsız ve şartsız bir
bağımsızlık içinde bulunuyorlardı. Hiçbir yükümlülüğe ve hiçbir yasaklık
durumuna boyun eğmiyorlardı ve üzerlerinde hiçbir âmir ve hâkim tanımıyorlardı.
Henüz insanlar az, yeryüzü geniş, araziden elde edilen ürünler geçimlerine
yeterli idi. Serbest serbest yaşıyorlar, yalnız insanların dışındaki hayvanlara
karşı mücadele ediyorlardı. İnsanlar arasında mücadele ve mücadele ihtiyacı
yoktu. Yaratılışları, durumları bir, fıtrî eğilimleri bir, hareket tarzları
birdi. İlk babadan gördükleri gibi gidiyorlardı, hep böyle hareket
edebilselerdi kânuna, hükûmete muhtaç olmayacaklardı. Ancak nesilleri
çoğaldıkça, bulundukları yerler darlaştıkça yığılma ve karşılıklı engellemeler
meydana geldi. Cahillik ve hayat sevgisi yüzünden görüş ayrılıklarına düştüler.
Sınıf sınıf, grup grup oldular. İşte o zaman bu ayrılıkları ortadan kaldırmak
için içlerinde yüce Allah'ın katından, geleceği gören, acı-tatlı haberler
veren, iyiden, kötüden, helal ve haramdan, görev ve yasaklama kurallarından söz
eden peygamberler gönderildi. Peygamberlerin dediklerine uygun davrananlar iman
ile birleşti, aykırı davrananlar da bunlara karşı koymak için bir araya
geldiler. Böylece "mümin" ve "kâfir" olmak üzere çeşitli
milletler ortaya çıktı. Sonunda peygamberlerin sonuncusu evrensel tevhid için
gönderildi. Bu açıklama, "ayrılığa düştüler" ifadesini var saymaya ve
âyetin devamına da uygun olabilir. Ancak bu takdirde, kelimenin söylendiğinde
hemen akla geliveren ilk anlamına aykırı iki nokta ortaya çıkar:
Birincisi: Ümmet kelimesi, açık olan sosyal
anlamında kullanılmamış olur.
İkincisi: Çocukluk devri gibi de olsa insanın
her türlü kânundan uzak bir hürriyet ve kayıtsız şartsız herşeyin mübah
sayıldığı bir devir yaşamış olduğu kabul edilemez. Bir yandan bütün hayvanlar,
çoğalma prensiplerinde yaratılışa ait bir ana kucağı ve terbiye dönemi yaşamış,
her canlı organ bile bir görev ve yasaklık kânununa tabi bulunmuş olduğu; diğer
taraftan, "Hani Rabbin: Adem oğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp
da onları kendilerine 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' diye şahit tuttuğu
zaman, 'Evet, Rabbimizsin' dediler." (Â'râf, 7/172) ezelî hitabı ile de bu
nokta temelinden takviye edilmiş bulunduğu halde; insanın yaratılışını, dünyaya
geldiği ilk zamanlarda basit bir biçimde bile olsa medeni ve sosyal
prensiplerden ayrı olarak kabul etmek, hem istishap (geçmişte var olan bir
hükmü aleyhinde onu çürüten bir delil olmadıkça şu anda da var kabul etmek, şu
anda olan bir durumu hakkında bir delil olmadıkça geçmişte de var kabul etmek)
deliline, hem de naklin delâletine aykırı olur. Dolayısıyla Hz. Adem'den
itibaren bir mükellefiyet, yükümlülük sırrı kabul etmek zorunludur. "Şu
ağaca yaklaşmayınız." (Bakara, 2/35, Â'râf, 7/19) yasağı, yükümlü kılmanın
ezelî olduğunu ifade ettiği gibi, Hz. Adem'in peygamberlik meselesi de bunu
gerektirir. Nitekim insan yaratılış itibariyle medenidir ve "insan"
sözcüğü "müâneset"ten türemiştir. Deniliyor ki bu da sorumlu tutulma
ve sosyal bir varlık olma sırrının insan yaratılışında yerleştirilmiş
bulunduğunu ifade eder. Bu ise bir hak kânundur ve imanın ve şeriatların
prensibi ile ilgisi olan bir hak kânundur. Ve bunun mutlak olarak şuursuz bir
olay olduğunu iddia etmek doğru değildir. Bu bir zorunlu duygudur. Bununla
birlikte şuursuz da olsa yine hak kânundur. Bunu inkâra değil imana başlangıç
olarak almak gerekir.
4- Mûtezile mezhebinden Kadı Abdülcebbar ve
ona tabi olanlar demiştir ki: Peygamberlerin gönderilmesinden önce insanlar
aklî şeriatlere sarılma bakımından bir tek ümmet idiler. Aklî şeriat yaratıcı
olan Hak Teâlâ'nın varlığını ve sıfatını kabul ve nimetine şükürle hizmetinde
bulunma; zulüm, tecavüz, yalan, cehalet, saçmalık ve benzerleri gibi aklın kötü
gördüğü davranışlardan kaçınma esasına dayanmaktadır. Çünkü bunlar aklen
kavranırlar. Madem ki ayette, "Allah, peygamberler gönderdi" ifadesi,
peygamberlerin gönderilişinin, zamanda daha sonralık ifade eden "fâ" ile
sonradan olduğunu göstermiştir. Demek ki bunlardan önce yaşamış tek ümmetin
birliği, peygamberlerden yararlanılmış olmayan bir şeriattır; böyle bir şeriat
ise, aklın ürünü bir şeriat olabilir. Fakat Hz. Adem ilk insan ve peygamber
değil miydi? O hâlde peygamberlerin gönderilmesinden önce, sırf akıl ile
yükümlü olan insanlar varsayımı nasıl doğru olur? Kâdî Abdülcebbar bu soruyu
kendine sormuş ve cevap olarak demiştir ki: Herhalde Hz. Adem başlangıçta
çocukları ile, akıl ürünü olan şeriatta bir araya gelmişlerdir, sonradan Cenâb-ı
Allah, kendisini çocuklarına Peygamber olarak göndermiştir. Ve herhalde onun
peygamberliğinin ilk şeriatı ortadan kalkmış da insanlar akıl ürünü şeriatlara
uymuşlar ve daha sonra diğer Peygamberler gönderilmiştir. Ebu Müslim Isfahânî
de Kâdî'nin bu görüşünü tercih etmiştir. Bunlara göre akıl, Peygamberlerden
önce "İlahî bir elçi" olmuş oluyor. Peygamberlik de akılları, kendi
kendilerine kavrayamayacakları yararlı şeylere ve mükemmelliklere ulaştırmış
oluyor. Fakat bu görüşte de isbatı mümkün olmayan iki nokta vardır. Birincisi:
Aklın, hükümlerin dayanağı olan hüsün (güzel) ve kubuh (çirkin) ta bizzat hakim
olup olmayacağı ve aklen vacip olan şeyin, amel açısından da vacip olmasını
gerektirip gerektirmeyeceği meselesidir ki bu, "Usûl ilmi" ile
"Akâid ilmi"nin önemli konularındandır. İkincisi: Başlangıçta
insanların, adalet ve zulmü rakib bilecek ve üzerine muamele kuracak derecede
aklen hüküm çıkarmaya güç yetirip yetiremeyecekleri ve bu kadar derin bir şuur
ile hareket edip edemeyecekleri meselesidir. Bu iki nokta bu gün bile kesin
değildir.
5- Bazı tefsir bilginleri de demişlerdir ki,
âyet ilk başta bir tek ümmeti açıkça beyan ediyor. Fakat bunun iman üzere mi,
yoksa küfür üzere mi olduğunu açıklamıyor. Bu nokta delile muhtaçtır.
Dolayısıyla bu konuda hüküm vermeyip, "İlim Allah katındadır." diye
durmak gerekir.
6- "Burada dan maksat, ilk yaratılıştan
bu yana bütün insanlar değildir. Bu 'tek ümmet' Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın
kavmidir. Peygamberlerden maksat da bunlardan sonraki Peygamberlerdir"
diyen tefsirciler de vardır. Ve bu son görüş âyetin kendisinden önceki kısma
bağlantısı açısından uygun gibiyse de, âmm lafzını tahsis (fertlerinin tümünü
kapsayan genel anlamlı "insanlar" kelimesini, fertlerinin bir
bölümünü ifade eder biçimde özel anlamlı kılmak) zahire aykırı olduğu gibi;
âyetin mânâsında genel görünen yüksek sosyal bir varlık olma sırrına da yeterli
değildir. Biz de şunu hatırlatmak isteriz ki: Aklın en önemli değeri, illiyet
(sebeplilik) kanunu gereğince, sebebden neticeye ve neticeden sebebe
intikaldedir. Bu ise, içgüdü, yaratılış veya içgüdüsel akıl ve "bedihî =
açık akıl" denilen, zorunlu prensiplere ve tecrübelere bağlıdır.
Peygamberlik ise, teorilerin gayelerini bile zorunlu ilimler halinde kavrayan
ve aşılayan ilâhî bir kuvvettir. Ve incelendiğinde, insanlığın sapıklıklarının,
aklî ilerlemeler ile şehvete ait ilerlemelerin içiçe girmesinden ve akılların
şehvet için kullanılmasından kaynaklanır. İlk yaratılış bu sapıklıktan uzak
olduğu gibi, peygamberlik de gerek ilmî ve gerek amelî olarak bundan uzaktır.
Mesela bal arılarının sanatı, şaşmak bilmeyen içgüdüsel bir sanattır. Ve bütün
peygamberlikler de böyle şaşmak bilmeyen ilâhî bir vahiydir ki, "Rabbin
bal arısına vahyetti." (Nahl, 16/68) âyeti ile buna işaret buyurulmuştur.
Dolayısıyla bir yaratılış meselesi olan peygamberlik, bir taraftan akılların ve
iradelerin başlangıcı, diğer taraftan sonudur. Bunun için bir "ilk
peygamberlik", bir "ikinci peygamberlik" vardır. Kitap, ikinci
peygamberliktedir, bu ikisi arasında hak tanımayan, azgınlık ve zorbalık üzere
hareket eden bir küfür hâli vardır ki hak, kendi kudret ve iradesinden ibaret
zanneder, genel barış ortamını bozar. İnsan ilk yaratılıştan itibaren insandır.
Din, dil ve biraraya gelmenin başlangıcı o zamandandır. Hz. Adem'in
peygamberliği ilk peygamberliktir, yeryüzüne ilk gelenlerin akılları bununla
ilerlemiş; dünya sevgisi, çeşit çeşit şehvetler ve insanlığın görüş
ayrılıklarına düşmeleri üzerine ikinci peygamberlik olayı meydana gelmiş ve
kitaplar inmiştir. Dolayisıyla ilk görüşte olduğu üzere, ilk insanların ilk
yaratılış ve ilk peygamberliğe dayalı, fıtrî iman ile hak kânun üzere bir tek
ümmet olduklarını kabul etmek gerekir. Ve âyetin devamı, bize Hakk'ın
birliğinin bu şekilde ezelî olduğunu ve toplumsal sırrın başlangıcını, ilahî
irşadların yapılış şekillerini, hukukun ve kânun koymanın ilk şartlarını ve
peygamberlerden sonra, onlarla yarış ederek açık naslara karşı görüş
ayrılıkları çıkaran ve hukukun kurallarını zulüm ve zorbalıkla çiğnemeye
kalkışanların ortaya çıktığını açıklamaktadır. O halde "nâs" (insanlar)
kelimesini, genel anlamından ve "ümmet" kelimesini açık anlamından
çıkarmaya bir neden yoktur. Mâturidî hazretlerinin görüşü olarak ileri sürülen
bu görüş de bunun bir çeşit açıklaması olarak kabul edilebilir. Bu âyetten şu
da anlaşılıyor ki her peygamber,zamanında gönderildiği insanlar arasında
üzerinde görüş ayrılığı olan Allah'ın emrini açıklayarak ayrılıkları ortadan
kaldırmış ve tevhidi öğretmiştir. Bu konuda açık naslar ve kesin deliller
getirmiştir. Bu nedenle müminlerin ve âlimlerin görevi, hakkında nas olan bir
konuda görüş ayrılığı çıkarmak değil; nasların hüküm getirmediği hukuki
olaylarda açıklanmayan delillerden hak ve gerçekleri araştırmakla görüş
ayrılıklarını ortadan kaldıracak hükümleri çıkarabilmek ve böylece "icmâ-ı
ümmet"in yollarını ilmen ortaya koymaktır. Kısacası, kişisel görüş
ayrılıkları olmasaydı, insanlar hakime, hükme ve ceza hükümlerine muhtaç
olmayacaklardı. Ve çeşitli milletler ortaya çıkmayacaktı. Savaşa, vuruşmaya,
hükme, hükûmete gerek kalmayacak, fıtratın (yani yaratılışın) kânunları yeterli
olacaktı. Mademki görüş ayrılığına düştüler ve ferdî anlaşmazlıklardan millî
anlaşmazlığa da geçtiler. O hâlde Hak düşmanları ile boğuşmaya mecbur
olacaklardır. Bununla boğuşabilmek için de kendi aralarında Hakk'a iman ve ona
uymakla yardımlaşma ve Hakk'ın koruması sayesinde dünyada ve ahirette korunmak
ve genel bir barış ortamını kurmakla yükümlüdürler.
Ve Hz. Muhammed'in peygamberliği ile Kur'ân-ı
Kerim, insanlığı bu şekilde başlangıcından sonuna kadar paralel bir biçimde
Hakk'ın tevhidi (birliği)ne ve genel barışa erdirmek için gelmiştir.
214- Şimdi bu hidayet gelmekle ey Muhammed
ümmeti! Siz, sizden önce geçen ümmetlerin durumu sizin başınıza hiç gelmeden,
meşakkatler, sıkıntılar, çekmeden, bütün ilâhî hükümleri amelî ibadetler ile
tatbik etmeden, sırf iman ile "dâr-ı selâm" (barış yurdu) olan
cennete girivereceğinizi mi zannettiniz? o geçmiş ümmetlerin başına nice
sıkıntılar ve çaresizlikler geldi de, sarsıldılar, o kadar sarsıldılar ki ,
hatta başlarında bulunan peygamber ve onunla beraber iman edenler
"Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek dereceye vardılar. Ancak iyi
biliniz ki, Allah'ın yardımı mutlaka yakındır. Siz bu iman ve hidayetten
ayrılmadıkça, yakında o yardımı görecek, muradınıza ereceksiniz. Resulullah,
Mekke'de müşriklerin karşı gelmesinden sonra, muhacirler ile yurtlarını ve
mallarını bırakarak Medine'ye hicret ettiği zaman, öncelikle Yahudilerin
düşmanlıklarıyla karşılaşmıştı. Bu sebeple bu âyet indi. Uhud veya Hendek
savaşları nedeniyle indiği de rivayet edilmiştir. Bu âyet gösteriyor ki
"Ittırat" (düzgün bir biçimde olayların birbirini izlemesi) kanunu
gereğince, Muhammed ümmeti, bütün eski milletlerin geçirmiş olduğu birtakım
durumlarla yüzyüze gelecek, ayrılıklar görecek, karşı koymalara uğrayacak,
sıkıntılar ve zorluklar geçirecek; sarsılmayıp dayananlar, sonunda başarılı
olacaklardır. İlk yaratılışta olduğu gibi, Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesinden itibaren de insanlığın yaratılışı hakkın gerçekleştiği noktada
yeni bir gelişme sağlamaya başlayacak, "Gerçekten zaman, Allah'ın yeri ve
gökleri yarattığı günkü şekline dönmüştür." hadis-i şerifinin anlamına
göre Hz. Muhammed'in asrı bütün ölçülere bir başlangıç olacaktır. Bundan sonra
da dünyada hakka karşı yine azgınlık ve düşmanlık ortaya çıkacak, geçmiş milletler
gibi gruplar meydana gelecek ve bütün bunlar içinde Peygamberin ve ashabının
yoluna giden ve kitapla, sünnetle ve cemaat ile korunmasını bilip, Allah'ın
birliğine imanı amellerin en özeli kabul eden hak taraftarları fırka-i naciye
(kurtuluşa eren grup), "İnsanların içinden kimi vardır ki, Allah'ın
rızasına ermek için kendini feda eder." (Bakara, 2/207) âyetinin delalet
ettiği mânâya uygun hareket ederek sabır, sebat ve çabalarla, ilâhî yardıma
erecek, hakkın üstün geldiğini görecek ve genel barışı kuracaklardır. Ve
başarılı olmak için tarihten ibret alıp ona göre korunmalıdır.
Ayrılıklardan korunmak ve bu yardıma ermek
için:
Meâl-i Şerifi
215- Ey Muhammed! Sana nereye infak
edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayır olarak verdiğiniz nafaka, ana baba,
yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak daha ne
yaparsanız herhalde Allah onu bilir.
216- Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş
gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir
hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir
kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
217- Ey Muhammed! Sana haram aydan ve o ayda
savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla
beraber Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, insanları, Mescid-i
Haram'dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir
günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir. Onlar, güçleri yeterse,
sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar.
Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların
bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar,
cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.
218- Şüphesiz ki iman edenlere, Allah yolunda
hicret edip, cihad edenlere gelince, işte onlar, Allah'ın rahmetini umarlar.
Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
215-Ey Muhammed! Neye harcayacaklarını, yani
ne gibi yerlere harcama yapacaklarını sana soruyorlar. Uhud savaşında şehit olan
çok yaşlı ve malı çok birisi olan Amr b. Camuh, Resulullah'a, "Mallarımızı
nelere harcayacağız ve nerelere vereceğiz?" diye sormuştu. Bunun üzerine
bu âyet indi. Cevap olarak de ki, az veya çok hayır cinsinden, yani çeşit çeşit
mallardan vacip veya nafile olarak Allah rızası için harcadığınız veya
harcayacağınız mal önce ana-babanız, ikinci olarak en yakın akrabanız, üçüncü
olarak ihtiyaç içindeki yetimler, yoksul fakirler, yolda kalmış yolcular
içindir. Babalarınıza dedelerinize bakmak ilk görevinizdir. Diğer yakınlarınız
onları izler ve bu şekilde, "Yakınlık derecesi daha yakından uzağa
doğru" kuralına göre, harcama yapmak vacib olur. Bunlardan başkasına da
zekât ile vacip olarak ve diğer sadakalarla nafile olarak mal harcanır.
Bunlardan başka, herhangi bir hayır daha yaparsanız , elbette onu Allah pek iyi
bilir ve karşılığını verir.
216-Bu hayır cinsinden olmak üzere, genel
barışı kuracak ve hakkı birleştirecek olan savaş üzerinize farz kılındı. Yani
Allah yolunda savaşmak üzerinize yazıldı, gerektiğinde bazen farz-ı ayn ve
bazen de farz-ı kifaye olur. Oysa o sizin hoşunuza gitmez, bazı şeyler sizin
için sırf hayır ve yarar olduğu halde, siz ondan hoşlanmayabilirsiniz, savaş da
böyledir, diğer bazı şeyler de sizin için kötü ve zararlı olduğu halde, siz ondan
hoşlanıp sevebilirsiniz. Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece
bununla iyilik ve kötülük, yarar ve hayır belirlenemez; bunlar gerçeği ve
işlerin sonuçlarını bilmeye dayanır. Bunu da Allah bilir. Siz bilmezsiniz.
İnsanlar ne kadar bildiklerini iddia etseler, yine bilmedikleri bildiklerinden
çoktur. Uzun bir gelecekle ilgili olan bütün iyiliklerini ve kötülüklerini
bilmezler. İnsan aklı, güzel ve çirkine tam olarak hakim olamaz. Bunlara hakim
olan Allah'tır. Bu nedenle size yararınız için emirler verir, kötülükten
korunmanız için yasaklar koyar. İnsanlar işin başında duygulara bağlıdırlar. O
anda duyguları ile karşı karşıya gelen hoş ya da kötü şeylerin etkisine
kapılırlar. Oysa bunların iyilik veya kötülük olması ilerde bunların sonucu
olacak yararlara veya zararlara bağlıdır. Bu ise duygu anında bilinemez. Bazen
uzun bir deneyime muhtaç olur. Ve çoğunlukla deneyimi de mümkün olmaz ve deneye
kalkışma durumunda iş işten geçmiş olur. Allah, bunları kitabıyla ve tarihî
örnekleriyle bildirir. Yukarıda kısaca özetlendiği gibi, insanlık tarihî
azgınlık tecavüz ve ayrılık ile dopdolu olduğundan dolayı; genel barış ortamı
sağlanıncaya kadar bu durum üzere savaş ve çarpışma, kaçınılması mümkün olmayan
bir zorunluluktur. Allah, hakka bağlı olanların iyiliklerinin onların
korunmalarında olduğunu bildiği için savaşı size farz kılmıştır. Gerektiğinde
siz onu yapacak, Hakk'ın tevhidi ile tam bir barış ortamına gireceksiniz. Şehit
olmalar, zaferler, ganimetler size "hayır" olacaktır.
217-Bu âyette savaş için zaman
belirlenmediğinden dolayı, ey Muhammed! sana haram ayları, o haram aylarda
savaş etmeyi soruyorlar. Resulullah Bedir savaşından iki ay önce ve "İlk
Bedir Savaşı"ndan döndükten sonra, amcasının oğlu Esed kabilesinden
Abdullah b. Cahş'ı, Sa'd b. Ebi Vakkas, Ukâşe b. Muhsın, Ukbe b. Gazvan, Ebu
Huzeyfe b. Utbe b. Rebîa, Süheyl b. Beyzâ, Âmir b. Rebiâ, Vakıd b. Abdullah,
Halid b. Bekr (Allah kendilerinden razı olsun) den oluşan bu sekiz kişi ile
beraber müfreze olarak göndermiş ve kumandan olan Abdullah'a bir mektup vermiş
ve iki gün gitmedikçe bu mektuba bakmamasını, sonra bakıp içindeki emri yerine
getirmesini ve arkadaşlarından hiç birine zorlamada bulunmamasını emretmişti.
Abdullah iki gün yol gidince, mektubu açıp baktığında, "Bu mektubuma baktığın
zaman, hemen Mekke ile Taif arasındaki 'Batnı nahle' isimli yere varıncaya
kadar yürü. Orada Kureyş'i gözetle ve haberlerini bize bildir." diye
yazılı olduğunu görünce, "Sem'an ve Taaten" (başüstüne) dedi. Sonra
arkadaşlarına, "Resulullah bana, Nahle'ye varıp, Kureyş'i gözetlememi,
haberlerini almamı emretti ve sizden herhangi birinize zorlamada bulunmayı,
yani sizi zorlamayı bana yasak etti. Dolayısıyla hanginiz şehit olmak ister ve
şehitliği arzularsa gelsin, istemeyen dönsün; bana gelince, ben Resulullah'ın
emrini yapacağım." dedi ve hareket etti. Arkadaşları da beraber hareket
ettiler, hiçbiri geri kalmadı, Hicaz'a doğru gittiler. Necran denilen bir
madene vardıklarında, Sa'd b. Ebî Vakkas ile Utbe b. Gazvan'ın bir gün birbiri
arkasına bindikleri binitleri kayboldu. Aramak için bu ikisi kaldılar, Abdullah
ile diğerleri gittiler, Nahle'ye indiler. Derken oraya Kureyş'in kuru üzüm ve
başka yiyecekler ve ticaret malları yüklü kervanı geldi. Kureyş'ten Amr b.
Hadramî, Osman b. Abdullah b. Muğire ve kardeşi Nevfel b. Abdullah b. Muğire ve
Hişam b. Muğire'nin kölesi Hakem b. Keysan vardı. Bunlar onların yakınlarına
indiler, Ukâşe b. Muhsin bunlara yanaşıp baktı, başını da kazıtmış idi. Bunu
gördükleri zaman emin oldular, "Bunlar bize birşey yapamaz." dediler.
O gün Cumadelâhirenin sonu ve ertesi günü Receb idi, bu da Haram aydı. Bundan
dolayı müslümanlar Receb girmeden çarpışmayı gerekli gördüler. Teym
kabilesinden Vakıd b. Abdullah, Amr b. Hadramî'yi bir okla öldürdü. Osman b.
Abdullah ile Hakem b. Keysan esir oldular. Nevfel b. Abdullah kaçtı, onu
yakalayamadılar.Abdullah b. Cahş ve arkadaşları kervanı ve bu iki esiri alıp
Medine'ye Resulullah'a getirdiler. Bu ganimet İslâm'da ilk ganimet ve bu
öldürme müşriklerden ilk öldürme idi. Abdullah arkadaşlarına: "Bu ganimetin
beşte biri Resulullah'ındır." demişti ve oysa o zaman daha "beşte
bir" farz kılınmamıştı. Geldikleri zaman Resulullah: "Ben size haram
ayda savaşı emretmemiştim." diye buyurdu. Abdullah: "Ey Allah'ın
Resulü! İbnü Hadramî'yi öldürdük, akşam Recep hilâlini gördük; bilmiyoruz
Recebde mi yoksa Cumadelâhirde mi bunu yaptık." dedi. Bundan dolayı
Resulullah o ganimetten hiçbir şey almadı. Bunu görünce, bu kişiler
mahvolduklarını zannettiler ve "Tevbelerimiz hakkında birşey inmedikçe
kımıldamayız." dediler. Müslümanlardan bunlara: Bu hususta
emrolunmadığınız bir şeyi yaptınız, size savaş emredilmediği halde haram
aylarda savaş mı ettiniz?" diyenler oldu. Kureyş de "Muhammed ve
arkadaşları halkın geçinmeleri için gerekli şeyleri tedarik etmek üzere çalıştıkları
ve korkuda bulunanların güvencede bulunduğu haram ayları helâl saydılar, Recep
ayında kan döktüler." diye yaygara yaptılar. Mekke'de bulunan müslümanlar
da "Bunlar bunu Cumâdelâhirede yaptılar." diye suçlamayı
reddediyorlardı. Yahudiler de bununla, Resulullah aleyhine kendi hesaplarına
"tefe'ül" ediyorlar (hayra yoruyorlar); Amr b. Hadramî'yi Vâkıd b.
Abdullah öldürmüş, Amr: "Harb mamurlaştı, (imar edildi)", Hadramî:
"Savaş hazırlandı", Vâkıd b. Abdullah: "Savaş ateşlendi"
diyorlardı. Kısacası söz çoğaldı ve tefsircilerin çoğunluğuna göre, bu âyet,
bunun üzerine indi.
Ey Muhammed! Cevaben de ki bu ayda savaş,
büyük bir günahtır, fakat Allah yolundan, hak olan dinden alıkoyma ve Allah'ı
inkar ve Mescid-i Haram'dan yasaklama Mescid-i Haram halkını, Muhammed ve
arkadaşlarını ondan çıkarmak da Allah katında o savaştan ve diğer büyük
günahlardan daha büyük bir günahtır. Fitne de savaşmaktan daha büyüktür. Öyle
halkı dışarı çıkarmak, şirk ve küfür, insanları daha baştan veya daha sonra
İslâm'dan menetmek, dinsizliği yaymakla herkesi belaya sokmak, İbn-i
Hadramî'nin öldürülmesinden, daha fecîdir, daha acıdır. Oysa fitne taraftarı
olan düşmanlar güçleri yeterse sizi dininizden çevirinceye kadar sizinle
savaşıp duracaklardır. Ve siz müslümanlardan herhangi biriniz dininden döner de
kafir olarak mürtetlikten tevbe etmeyerek giderse, artık bu nitelikle
nitelenmiş olanların bütün amelleri, İslâm halinde yaptıkları iyiliklerin,
güzel amellerin hepsi dünyada ve ahirette boşa gider, telafisi mümkün olmayacak
bir biçimde tutulur, yaşama hakkı kalmaz. Uğraşıp didinmeleri boşa gider. ve
bunlar cehennemliktirler. O ateşte ebediyen, kalırlar. Acaba o günah olan
savaşı yapan müfrezeyi oluşturan kişiler nevolacak dersiniz?
219-Ey Muhammed! Sana şarap içmeyi ve kumar
oynamayı, şarabı ve kumarı soruyorlar. Bunu soranlar Hz. Ömer ve Muaz ile
birlikte sahabeden birtakım kişilerdi. "Ya Resulallah şarap hakkında bize
bir fetva ver, çünkü aklı gideriyor." dediler ve bu âyet indi.
HAMR: Âyet metninde yer alan "hamr"
kelimesi, örtmek anlamına masdar olduğu halde, çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş
ve köpüğünü atmış olan şaraba isim olmuştur. Çünkü şarab aklı bürüyüp örter ve
bir deyim ile, kafayı dumanlar ki buna "humar" denilir. "Hamr"
kelimesinin bu üzüm şarabına isim olarak verilmesi özel bir isimlendirmedir. Bu
nedenle "hamr" kelimesi bir de genel olarak akla humar veren, yani
"kafayı dumanlandıran şey" anlamına kullanılır ki bu mânâya göre
sarhoşluk veren şeylerin hepsi "hamr"dır. İbnü Ömer hazretlerinden
rivayet edilmiştir ki şarabı haram kılan âyet indiği gün, şarap beş şeyden:
üzümden, hurmadan buğdaydan, arpadan, darıdan idi. Ve hamr, aklı bürüyüp örten
demektir. Ebu Davud'da Numan b. Beşir'den rivayet olunduğu üzere, Resulullah
(s.a.v.) buyurmuştur ki: "Üzümden bir şarap, hurmadan bir şarap, baldan
bir şarap, buğdaydan bir şarap, arpadan bir şarap vardır." demektir. Buna
dayanarak İmam Mâlik ve Şâfiî ve bunlardan önce veya sonra gelmiş bir çok
âlimler ve fıkıhçılar, Kur'ân'daki hamr (şarab)ın genel anlamı ile mutlak
olarak sarhoşluk verici demek olduğuna ve dolayısıyla her çeşit sarhoşluk
verici nesnelerin Kur'ân âyeti ile aynen haram bulunduğuna ve her birinin
yalnız sarhoşluk verme derecesi değil, damlalarının bile içilmesinin ve
kullanılmasının, alınıp satılmasının asla caiz olamıyacağına hükmetmişlerdir.
Çünkü bundan sonra Maide Sûresinde: "İçki, kumar, putlar ve fal okları hep
şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının." (Maide,
5/90) buyurularak aynen "rics", yani pis olduğu beyanı ile kaçınma
emri buna dayandırılmıştır. Fakat İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri ile
beraber sahabe ve tabiinden birçok alimler ve fıkıhçılar "hamr"
kelimesinin açık ve kesin olan anlamı, özellikle üzüm şarabı olduğundan; inkarı,
insanı küfre sokacak biçimde Kur'ân âyeti ile "li aynihi" (bizzat)
haram olan şarabın bu olduğuna ve diğer sarhoşluk verici nesnelerin aynen ve
bizzat değil, sarhoşluk verici olmalarından dolayı Kur'an'ın bu âyetine kıyası
uygun düşerek, "Her sarhoşluk verici şey haramdır." gibi hadis-i
şeriflerle haram olduklarına ve dolayısıyla hamrın aynen necis olması yüzünden
bir damlasının bile içilip kullanılması kesinlikle haram ve müslüman için
alınıp satılması caiz olmadığına; ancak üzüm şarabı bulunmayan ve ondan
yapılmış olmayan diğer sarhoşluk verici nesnelerin haramlığı, ancak sarhoşluk
verme niteliği ile sabit olduğundan, içilmekten başka bir şekilde
kullanılmaları için, alınıp satılmasının da caiz olabileceğini söylemişlerdir.
Demek olur ki Kur'ân âyeti, üzüm şarabının aynen, haramlığında kesin hüküm
ifade eder. Bu âyetin diğer sarhoşluk verici nesneleri kapsamına alması sözcük
olarak değil haramlığın hikmeti olan "sarhoşluk verme" sebebi
dolayısıyla ve hadisi şeriflerin açıklamaları iledir. Kur'ân'daki sözcüklerin
genel anlam ifade etmesi muhtemel ise de, özel anlamda olduğu gibi kesinlik
ifade etmez. Buna göre, İslâm dininde genel olarak sarhoşluk veren şeylerin,
sarhoşluk verici olarak kullanılmaları haram; fakat üzüm şarabı aynen ve mutlak
olarak haramdır. Ve bunu inkar eden kâfirdir. Üzüm şarabının ve bundan yapılmış
olan sarhoşluk verici şeylerin, bizzat kendisi necistir. Öbürlerinin ise necis
olması şüphelidir. Mesela üzerine şarab, şampanya, rakı, konyak dökülmüş
olanlar, her halde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Fakat üzüm şarabından yapılmış
olmayan ispirto, bira ve diğer sar -hoşluk verici şeyler içilemezse de elbiseye
veya bedene sürülmesi de namaza engel olur diye iddia edilemez. Ebu Hanife
hazretleri bu şekilde şaraptan başka sarhoşluk veren şeylerin bizzat kendisinin
ve damlasının necis ve haram olmadığına ve dolayısıyla sarhoş etme derecesine
varmaksızın, fasıklara ve kâfirlere benzeme kastı da bulunmaksızın, kuvvet için
az bir miktarda içilmesinin caiz olabileceğini söylemiş ise de, "Fethu'l-Kadîr"
de "Kitabu'l-Eşribe"de açıklandığı üzere, üç mezheb ile Hanefi
mezhebinde dahi tercih edilen, "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da
haramdır." hadis-i şerifi gereğince, çoğu sarhoş edenin azının da haram
olmasıdır. Şer'an içme açısından bütün sarhoş edici şeyler, âyetin genel anlamı
ile hamr (içki)dır. Günümüzün fen bilimcilerinin, Kimya ilmine göre düşünceleri
de "ihtimar" (kendiliğinden köpürüp kabarma, ekşiyip mayalanma)
denilen kimyasal bir olay olma itibarıyla, her çeşit sarhoşluk vericinin hamr
özelliğinde ortak olmasıdır ki buna Arapça "el-kuhl" kelimesinin
frenkleştirilmişi olan "alkol", "el-küûl" veya sadece
"küûl" derler. Bu, hamrın genel anlamına uygun ise de, aynı zamanda
özel anlamının esas olduğuna da işaret etmektedir. Doktorluk ve tedavi açısından
konuya bakınca, bu açıdan konu, "Kim mecbur kalırsa, diğerinin hakkına
tecavüz etmemek ve zaruret miktarını geçmemek şartı ile..." (Bakara,
2/173) ruhsatına uyarak, zaruret ve zaruret hükmünde bulunan ihtiyaç
meselelerinden birisi olur.
İslâm dininde şarabın ve sarhoşluk verici
nesnelerin yasak edilmesi tedricen (aşama ile) olmuştur. İslâm'ın geldiği ilk
zamanlar, henüz şarap mübahtı. Bu konuda derece derece dört âyet inmiştir. Önce
Mekke'de, "Hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının meyvelerinden de, hem bir
sarhoşluk verici şey çıkarırsınız, hem de bir güzel rızık." (Nahl, 16/67)
âyeti inmişti. O zaman müslümanlar da içerler, Hz. Peygamber ses çıkarmazdı.
İkinci olarak yukarıda geçtiği üzere Hz. Ömer, Muaz ve diğer bazı sahabelerin,
"Ey Allah'ın Resulü, şarap hakkında bize bir fetva ver, çünkü o aklı
gideriyor." diye hükmünü sormaları üzerine bu âyet indi ve ilk haram kılma
bununla başladı. Bu âyette yasaklık açık olmakla birlikte caiz olma ihtimali de
yok değildi. Bunun üzerine hemen terk edenler bulunduğu gibi, henüz terk
etmeyenler de vardı. Sonra bir namaz olayı üzerine, "Ey iman edenler!
Sarhoş iken namaza yaklaşmayın." (Nisa, 4/43) âyeti indi. Bunun üzerine
içenler pek azaldı ise de yine vardı. Bir gün İtban b. Mâlik, Sa'd b. Ebi
Vakkas ile beraber birkaç kişiyi davet etmiş, içki içmişler, sarhoş oldukları
zaman, övünmeye ve şiir söylemeye başlamışlar. Bu sırada Sa'd, Ensardan birinin
hicvini (şiir yolu ile yerme) konu alan bir şiir okumuş, o da bir çene kemiği
ile ona vurup başını yarmıştı. Bundan dolayı Sa'd, Hz. Peygambere giderek
şikâyet etmiş, bunun üzerine Resulullah'ın: "Allahım! Şarap hakkında bize
yeterli beyanda bulun!" diye, dua etmesi üzerine Mâide Sûresindeki:
"Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları hep şeytanın işinden
olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. İçki ile
kumarda şeytan sırf aranıza düşmanlık ve kin düşürmeyi ve sizi Allah'ı anmaktan
ve namaz kılmaktan alıkoymayı ister. Artık vaz geçiyorsunuz değil mi?"
(Maide, 5/90,91) âyetleri inmiş ve bununla şarabın haramlığı son derece
şiddetli bir şekilde yasaklanmıştır. Hz. Ömer bunu dinleyince, "İnteheynâ
ya Rabbî" yani tamamen vazgeçtik ya Rabbî demiştir. Hz. Ali'nin: "Bir
kuyuya bir damla şarap düşse, sonra oraya bir minare yapılsa, o minarede ezan
okumazdım ve bir damla şarap bir denize düşse sonra o deniz kuruyup da yerinde
otlar bitse orada hayvan gütmezdim." dediği, Abdullah b. Ömer
hazretlerinin de: "Bir parmağımı şaraba sokmuş olsam, o parmak bende
kalmazdı, yani keser atardım." dediği nakledilmiştir ki ilâhî emir üzerine
Resulullah'ın ashabının, ne büyük iman ve takvaları bulunduğunu anlamalıdır.
Allah cümlesinden razı olsun.
MEYSİR: Meysire gelince yüsür veya yesardan
mimli masdar olarak kumar oynamak anlamınadır. Kumarda ya kolaylıkla zahmetsiz
mal çarpmak veya çarptırmak vardır. Kumar demek de zar gibi ne olacağı belli
olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal vermek veya almak demektir. Cahiliye
devrinde Araplar gerek kendilerine ve gerekse Acemlerden ve diğerlerinden
belledikleri "nerd" yani tavla, "satranç" ve diğerleri gibi
oyunlarla kumar oynarlardı. Kısacası frenklerin piyango dedikleri tarzda
bölüşme yolu ile bir kumarları vardı ki bunu "hayır" bile sayarlar ve
övünerek yaparlardı. Şöyle ki: Zar yerinde "ezlâm ve aklâ" denilen on
adet okları vardı. Bunlara: Fezz, tev'em, rakib, hils, nafis, müsbil, muallâ,
menih, sefih, vağd derlerdi. Menih, sefih, vağddan başka diğerlerinin bir
hissesi bir payı olurdu. Meselâ, piyango çekilmek üzere, bir deve kesilir,
yirmi sekiz hisseye ayrılır; fezze bir, tev'eme iki, rakibe üç, hilse dört,
nefise beş, müsbile altı, muallaya yedi, hisse ayrılır. Menih, sefih vağd
okları boş ve mahrumdur. Bu on kalemin hepsi "rebâbe" denilen bir
torbaya atılıp adaletli kişinin önüne konulur, o da torbayı çalkalayıp elini
sokar, katılan herkes adına bir ok çeker, hissesi bulunan ok çıkanlar
belirlenmiş olan hisseyi alırlar, boş ok çıkanlar da mahrum kalırlar ve fakat
devenin bedelini öderler. Hisse çıkanlar da da paylarına çıkan hisseyi
fakirlere verirlerdi. Böylece meysir öncelikle diğer kumarlara göre ehven-i şer
(şerrin en hafifi) görünen ve hayır zannedilen böyle dağıtım ve bölüşme; yani
piyango tarzına denilmiş ve bundan, bütün kumarlara da "meysir"
denilmiştir. Hatta bir hadis-i şerifte, çocukların aşık ve ceviz oynamalarının
bile meysirden olduğu beyan edilmiştir. İki kişiden biri diğerine şu kadar
yumurtayı yiyebilsen şu senin olsun demişti. Bunlar Hz. Ali'ye hüküm vermesi
için başvurdular. Hz. Ali bu kumardır diye izin vermedi. Zaten hayır namına
piyango haram olunca diğer kumarların haydi haydi haram olacağı anlaşılır.
Şarap ile kumarın bir soruda bir araya getirilmesi de sarhoşluk veren şeylerle
kumarın beraber bulunduklarına işarettir.
Cevaben de ki: bunlarda büyük bir zarar ve
günah vardır. Genel olarak ikisi de malları telef ve insanları perişan eder.
Çoğu zaman bunlar birbirini sürükler. Önce şarap aklı giderir ; akıl ise hem
dinin, hem dünyanın dayanağıdır. Artık sarhoşlukla öyle cinayetler yapılır ve
kumarbazlıkla öyle fenalıklara düşülür ki bunlar saymakla bitmez, ancak
"büyük günah" adı ile anlaşılır. Bununla birlikte, bunlarda insanlara
bazı yararlar da vardır. Bu cümleden olarak biraz neşe ve lezzet duyulur,
birçok ticareti yapılır. Korkaklara cesaret ve mizaca kuvvet gelir. Kumarda ,
bazıları bedavadan mal ele geçirir. Günahları da faydalarından, zararları
yararlarından çok büyüktür.
Şu halde yararları gerçek ve sağlam bir yarar
değildir. Verdikleri neşe humar (aklı örtmek)a dönüşür. O gelip geçici cesaret,
felaket nedeni olur. O gelip geçici mizaç kuvveti, sağlığı bozar; kazanılan
malın hayrı olmaz, bir kâr yüz zarar getirir. Buna tutulanlar yakalarını zor
kurtarır. Kısacası neşe ve lezzetleri kişisel ve gelip geçici olduğu halde;
zararları, ortaya çıkardıkları kötü sonuçlar, hem kişisel ve sosyaldir, hem
bedensel ve hem de ahlâkidir. Bulaşıcı hastalıklar gibi herkese geçicidir.
Cezasını başında çekmeyenler sonunda çekerler. Hayali olan bir parça kâr için,
kesin ve genel bir zarara düşmek de akıl işi değildir. Zararı gidermek, yarar
sağlamaktan önce gelir. Şu halde bunların aklen haram olması gerekir. Bu âyet
de böyle delâlet-i iltizamiye (dolaylı bir delaletle) şer'an bunların
haramlığını ifade etmiş olur. Kur'ân'da şarap hakkında başka bir âyet
olmasaydı, sadece bununla şarabın haramlığı sabit olurdu. Ancak bu haram kılma,
bizzat ifadenin kendi kelimesinden açıkça anlaşılan bir haram kılma olmazdı;
aklına güvenerek zararlarını sınırlayıp ve yararlarından istifade edeceğini
zannedenler bulunabilirdi. Bunun için, ashabı kiram arasında bu akla dayanan haramlıktan,
şer'i haramlık anlamayan kişiler olmuş, daha sonra, "Murdardır, ... ondan
kaçının" (Maide, 5/90) emri ile açık ve mutlak bir şekilde şer'i haramlık
meydana gelmiştir.
Kısacası, şarap içmeyiniz veya sarhoşluk veren
şeyleri kullanmayınız, kumar oynamayınız, piyango ile hayır yapılır
zannetmeyiniz; bunların, kötülüğü hayrından, günahı yararından çok büyüktür.
Buna karşı, hayır olmak üzere sana ne harcayacaklarını yine soruyorlar, iki
anlama gelir. Birisi nereye harcama yapılacağını sormak, diğeri de ne verilerek
harcama yapılacağını sormaktır ki birincisinde, yani nafaka verilecek, mal
harcanacak kimseler ve yerler, ikincisinde de verilecek mal, yani bizzat
nafakanın kendisi sorulmuş olur. Yukarda birincisinin cevabı verilmişti. Şimdi
kumarın yasak edilmesinden sonra, ikincisine cevap olarak, de ki fazlasını
harcayınız. Yani malınızın gerekli ihtiyaçlarınızdan fazlasını infak ediniz.
Piyango, kumar gibi gayri meşru araçlarla değil, meşru nedenlere sarılarak mal
kazanınız. Ve bu maldan kendinizin aile ve çocuklarınızın gerekli ihtiyaçlarına
yeterli olanından fazlasını yukarda açıklanan yerlere ve hayır yerlerine
harcayınız. Diğer ayetlerde de görüleceği üzere küçük çocuklar, eş, muhtaç olan
ana-baba ve bunlarla aynı hükümde olan usul (dedeler, nineler), kişinin
ailesinden ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerdendir ve bunların nafakası,
kişinin kendi nafakasından sayılır. Dolayısıyla hayır yapacağız diye kendinizi
ve bakmakla yükümlü olduğunuz ailenizi (ehl ü ıyal) nafakasız bırakmak caiz
olmaz. Hayır yerlerine harcama bunların fazlasından yapılır. İşte böyle Allah
sizin için şer'i hükümlerine delalet eden, onları gösteren âyetler, nasslar,
deliller açıklayacaktır ki, siz bunları düşünesiniz, düşünüp te bunların
amaçlarını öğrenesiniz ve gereğince amel edesiniz.
220-Şu kayda dikkat etmelidir ki, O âyetleri
hem dünya ve hem ahiret hakkında olmak üzere açıklayacaktır. Böylece din ve
İslâm şeriatı ne yalnız dünyaya ve ne de yalnız ahirete mahsus olmayacak, hem
dünyayı ve hem ahireti kapsayacaktır. Ve bunda, "Ey Rabbimiz! bize dünyada
bir güzellik ver, ahirette de bir güzellik ver. Bizi ateş azabından koru."
(Bakara, 2/201) diye dua edenlerin duasına cevap bulunacaktır. Böyle olunca bu
şeriattan yalnız dünya isteyen kâfirler de büsbütün mahrum kalmayacak, ahiretten
payları olmamakla beraber dünyaları için yararlanacaklardır. Ve böylece Hz.
Muhammed'in Peygamberliğinin "Rahmeten li'l- âlemin" (âlemlere
rahmet) olduğu ve İslâm dininin herkesi kapsayan bir Tevhid dini olduğu ortaya
çıkacaktır. Ve bununla birlikte ahiret sevabı isteyenlerin sevapları artacak,
bunlar iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamayı yüklenerek "Vasat Ümmet"
(orta yolu benimseyen ümmet) olacaklardır. Açıklanacak deliller ve onların
hükümleri böyle dünya ve ahireti kapsamakla, sana yetimleri soruyorlar. Rivayet
olunduğuna göre, Nisa Sûresindeki, "Yetimlerin mallarını haksızlıkla
yiyenler, karınlarına sadece ateş yiyip doldururlar ve yarın çılğın ateşe
girerler." (Nisa, 4/10) âyeti inince insanlar yetimlerle bir arada
olmaktan ve onların mallarına bakmayı üstlenmekten sakınır oldular. Bu iş
onlara zor göründü ve Resulullah'a bu durumu arz ettiler, bunun üzerine bu âyet
indi. Cevaben de ki yetimlerin durumlarını düzeltmek onları ihmal edip
bırakıvermekten daha hayırlıdır. Şu halde düzeltme amacıyla durumlarına karışıp
mallarına el sürmek, onların yararlarını, geleceklerini gözeterek işlerine
bakıp kendilerini eğitmek ve terbiye etmek ve mallarını artırmak her halde
bunlardan kaçınmaktan daha iyidir. Ve eğer siz onlardan kaçınmaz da onlara
karışırsanız, onları yanlarınıza alır, onlarla birlikte yaşar, onlarla birlik
olur, onları evlendirmek suretiyle içinize alır, işlerine bakarsanız, onlar
sizin (dinde) kardeşlerinizdir, din kardeşliği ise kan kardeşliğinden aşağı
değil daha güçlüdür. İnsan olan kardeşini atamıyacağı gibi, müslüman olan da
din kardeşini atamaz, kardeşlik hukukunu gözetir.
"Müminler ancak kardeştirler, onun için
iki kardeşinizin arasını düzeltin." (Hucurat, 49/10) âyetinden anlaşılan
mânâ uyarınca kardeşliğin gereği ise, kardeşin durumunu düzeltmek ve onun
yararına çalışmaktır. Aksi halde onlar size kardeş değil, bir yabancı veya bir
düşman olarak yetişebilirler. Bu ise sosyal hayatımızda büyük gedikler açar.
Bunun için evlenme yoluyla birilerine karışacak olursanız bu, din kardeşlerinizle
olsun. Allah da işleri bozucu olanı ve düzeltici olanı bilir ve bunları
birbirinden ayırır ve ona göre mükafatlarını ve cezalarını verir. Bunu bilmeli
ve düzeltme adı altında işi bozmaya kalkışmamalıdır. Allah dileseydi, sizi
zorluklara koşar, ağır yükümlülüklerle zahmetlere sokardı, aciz bırakır,
yetimlere hiç karıştırmazdı. Kendi derdinize düşer, onlara ne düzeltme ve ne de
bozma, hiç bir şey yapmaya gücünüz yetmezdi. Bunun için Allah'ın verdiği güç ve
kuvvete şükür olmak üzere, yetimlere ve güçsüzlere bozma ile değil, düzeltme
ile davranınız. "Canım filan kimse yetimin hakkını yedi de ne
oldu..." demeyiniz. Herhalde Allah Aziz ve Hakimdir (çok güçlüdür, hüküm
ve hikmet sahibidir) O'nun emri mutlaka yerini bulur. Mühlet verir, hemen
yerine getirmezse de, bu hikmetindendir ve hikmeti siz bilmezsiniz. Bu konuda
nice hadis-i şerifler de vardır. Bu cümleden olarak: "Yetimin ağlamasından
Arş titrer."(1) Yine bunun gibi, "Ben ve yetimin bakımını üstlenen
kimse, Cennette şu iki parmak gibiyiz."(2) buyrulmuştur.
Din kardeşlerinizden olan yetimlerle
birbirinize karışma olayını tamamlayan şeylerden biri de nikâ h ve nikâ h
akrabalığı yoluyla karışmadır. Bu münasebetle mutlak olarak nikâh hakkındaki
şer'i hükmü dinleyiniz:
Meâl-i Şerifi:
221- Müşrik kadınları, iman etmedikçe
nikâhlamayın. Bir müşrik kadın, sizin hoşunuza gitse bile, iman etmiş olan bir
cariye herhalde ondan daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de mümin kadınları
nikâh ettirmeyin. Bir müşrik, sizin hoşunuza gitse bile, mümin bir köle elbette
ondan daha hayırlıdır. Onlar sizi ateşe davet ederler, Allah ise, kendi izniyle
cennete ve mağfirete davet ediyor ve âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur ki
onlar hatırda tutup, öğüt alırlar.
221-Nikâh, sözlükte bir şeyi birşeye eklemek,
katmak anlamından alınma olarak sözlük örfünde, sifah'ın yani zinanın zıddı
olan ve cinsel birleşmeyi meşru kılan sözleşme anlamlarında kullanılır. Şer'an
ise, "kadının kadınlığından yararlanma üzerine kurulan bir sözleşme"
diye tanımlanır ki burada da söylenmek istenen budur.
Müşrik, Kur'ân dilinde iki anlama gelir ki
biri zahirî, diğeri hakikîdir. Zahirî müşrik, açıktan açığa Allah'a ortak
koşan, birden fazla ilâh olduğu kanaatinde olanlardır. Bu anlama göre, Kitap
ehline müşrik denmez. Hakikî müşrik de gerçekten tevhidi ve İslâm dinini inkar
edenler, yani mümin olmayan gayr-i müslimlerdir. Bu anlama göre, kitap ehli
olan Yahudiler ve Hıristiyanlar da müşriktirler. Çünkü bunlar, dıştan tevhide
inandıklarını ileri sürmelerine rağmen, gerçekte Allah'ın çocuğu olduğu
kanaatindedirler. Hıristiyanlar, teslise (Allah'ın baba, oğul ve Rûhu'l-Kudüs
olmak üzere üç olduğuna) inanırlar. Ve "Mesih, Allah'ın oğludur."
derler. Yahudiler de "Üzeyr Allah'ın oğludur." demişlerdir. Böyle
demekle birlikte onlar tevhide inandıklarını da iddia ederler. Demek ki her
ikisi de dıştan dışa müşrik değillerse de, gerçekte müşriktirler. Bunun için
mutlak olarak müşrik denildiği ve özellikle iman karşılığında söylendiği zaman,
mutlak anlamı üzere kullanılmış demektir ve genel olarak kâfirleri kapsar.
"Ne kitap ehlinin kafirleri ve ne de müşrikler Rabbinizden size her hangi
bir iyilik inmesini istemezler." (Bakara, 2/105) gibi, mutlak küfürle
karşılıklı olarak söylendiği zaman da müşrik kâfirden daha özel olarak, Kitap
ehlinden başkalarına ait olur. Bu âyette de, "Müşrikat" (müşrik
kadınlar) ve "Müşrikin" (müşrik erkekler) mümin karşılığı olarak
mutlak ve elif-lam'lı olarak içine aldığı fertleri daha çok kapsayan, genellik
ifade eden bir sözcükle söylenmiş bulunduğundan zahirî ve gerçek, bütün
müşrikleri yani bütün kâ firleri içine alır. Şöyle ki:
Ey iman ehli, gerek dıştan dışa ve gerekse
gerçek müşrik olan yani mümin olmayan kadınlardan hiç birini nikâhınıza
almayınız. Onlarla evlenmeyiniz. Nihayet iman etsinler, o zaman
evlenebilirsiniz.Ve şunu mutlaka biliniz ki mümin olan bir cariye, müşrik olan
bir kadından daha hayırlıdır, isterse o müşrik kadın sizi büyülemiş ve hayran
bırakmış güzelliği, hâl ve tavırları, terbiye ve nezaketi son derece hoşunuza
gitmiş olsun. İmanlı bir kadın evli bir cariye bile olsa, mümin olması
bakımından, nikâh ve evlenmeye kendisi ile aile kurulmasına gerekli olan iffet,
dürüstlük, sadakat ve bağlılık açısından, hür ve pek güzel görünen imansız bir
kâfir kadından çok yüksektir. Bunun için imansız kadınlarla evlenip de aile
kurmaya kalkışmayınız. Burada müşrik kadından mümin kadın karşılığı söz
edilmesi, müşrik kadınlardan maksadın iman etmeyen tüm kâfir kadınlar olduğunu
ayrıca gösteren bir nassdır (delildir). Gerek zahirî, ve gerekse hakikî müşrik
olsun ve gerek Kitap ehli olsun, gerekse olmasın mümin olmayan kâfir erkeklerin
hiç birine de nikâh etmeyiniz. Onları sizden hiç bir kız ve kadınla
evlendirmeyiniz. Nihayet o imansızlar, iman etsinler o zaman verebilirsiniz. Ve
hiç kuşkusuz mümin olan köle herhangi bir müşrikten, imansız kâfirden
hayırlıdır. İsterse o kâfir sizi büyülemiş, kendisine hayran etmiş olsun,
hürriyeti, güzelliği veya serveti veya makam, mevki ve dünya talihi veya öteki
halleri ve davranışı ile pek fazla gözünüze girmiş bulunsun.
Böyle bile olsa mümin olmayan kimseye hiçbir
mümin ve müslüman kadını nikâ hlamayınız. O imansızlar erkek olsun, kadın olsun
çıraları insan ve taş olan o belalı ateşe davet ederler, durumları ve
sözleriyle ona çağırırlar. Allah ise, izni ve emri ile cennete ve bağışlanmaya
çağırıyor. Âyetlerini ve hükümlerinin delillerini gafil insanlara açıklıyor ki,
onları kafalarında canlandırıp akıllarını başlarına alsınlar. Ve mümin
olmayanların mutlaka müşrik olduklarını ve bunlarla nikâhlanma ve onları nikâ
hlamanın zina ve şirk ile sonuçlanacağını anlasınlar, bu nokta derinden derine
düşünmeye muhtaç değildir, bunu hatırlayıp zihinde canlandırmak yeterlidir. O
halde ey iman edenler! Allah'ın emrini, çağrısını bırakıp da o erkek veya kadın
kâfirlerle evlenmek veya onları evlendirmek suretiyle kendinizi ateşe
atmayınız.
İslâm'ın geldiği ilk zamanlarda, müslümanlar
gerek kitap ehli ve gerekse kitapsız genel olarak müslüman olmayanlarla kız
alır verirlerdi. Bu arada Abdullah b. Revaha (r.a.) müslüman bir cariyesini
hürriyetine kavuşturmuş ve onunla evlenmişti. Şereflerine düşkünlüklerinden
kâfir kadınlarla evlenmeyi arzu eden insanlar, bir cariye ile evlendi diye onu
yermişlerdi. Bir de aralarında Haşim Oğulları ile dostluk anlaşması olan Ebu
Mersed Ganavî, Kennaz b. el-Husayn veya Mersed b. Ebi Mersed, Kureyş'ten Anak
adında müşrik olan, ancak güzellikten payını almış bir kadınla evlenmek için,
Resulalluh'tan izin istemiş, "İnneha tu'cibunî Ya Resulallah (o benim
hoşuma gidiyor, Ya Resulallah!)." demişti. Yine bunun gibi, Huzeyfe b.
el-Yeman, Velidei Sevda Hasna adındaki cariyesini azad edip onunla evlenmişti.
Bu olaylardan birisi veya hepsi nedeniyle bu âyet indi, kâfirlerle evlenme
ilişkisi içine girmek, yani gerek almak ve gerek vermek, ikisi de kesin bir
biçimde yasak ve haram kılındı. Bunun haramlığının şiddetine bir uyarı için,
genel olarak inanmayanlara "Müşrik" denmiş, "Onlar gerek sana ve
gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve ahirete de kesin olarak
iman ederler." (Bakara, 2/4) âyetinin anlamı gereğince Hz. Muhammed'in
tebliği uyarınca tek Allah'a inanan bir mümin olmayanların hepsinde, zahirî
olmasa bile, hakikî bir müşriklik bulunduğu ve bunlarla nikâh yapmanın ateşe
atılmak demek olduğu da özellikle hatırlatılmıştır ki haramlığın ne kadar
şiddetli olduğuna bir uyarıdır. Ancak Maide Suresinde, " sizden önce kitap
verilen ümmetlerin hür ve iffetli kadınları da iffetlerinizi koruyarak, zina
etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, kendilerine mehirlerini verip
nikâhladığınız takdirde size helâldir" (Maide, 5/5) âyeti uyarınca bu
âyetin birinci fıkrasından Kitap ehlinin kadınları istisna olunarak, Kitap
ehlinden kız almaya mekruh olarak ruhsat verilmiş; fakat ikinci fıkra muhkem
olarak kalmış ve kız vermeye hiçbir şekilde izin verilmemiştir. "Erkekler,
kadınları yönetmeye yetkilidirler." (Nisa, 4/34) ilâhi kânunu gereğince
kadınlar kocalarının yönetimi altında bulunurlar. Dolayısı ile, bir mümin
kadını, bir kâfir ile evlendirmek onu, o kâfirin yönetimi altına bırakmak ve
onun davasına mahkûm etmek olacağından, o mümin kadını kesinlikle ateşe
atmaktır. Ancak bu ilâhî kânunu bilen ve kendini ona göre idare edebilecek olan
erkekler hakkında bu yönetim altına giriş ve çağrıya mahkûm oluş zorunlu ve
kesin değildir. Bu şartlar altında, müslüman erkekler için ihtiyaç hâlinde bir
ruhsata imkân vardır. Bunun için bu âyetle yol gösterme ve hatırlatmadan sonra,
"Kitap verilen ümmetlerin hür ve iffetli kadınları" (Maide, 5/5)
âyetiyle gereğinde yalnız Kitap ehlinden kız almaya ruhsat verilmiş ve
zururetler kendi miktarlarınca takdir olunacağından, bunun dışındakiler yine
haramlıkta bırakılmıştır. Şunu da hatırlayalım ki, "O yerde ne varsa
hepsini sizin için yaratandır. Sonra semaya doğrulmuş iradesini göklere
yöneltmiştir." (Bakara, 2/29) âyeti gereğince mallarda ve eşyada asıl
kural, onların mübah olduğu ve haramlığına dair delil bulunmadıkça mübahlık ile
amel olunacağı; fakat "sizin için" buyrulduğundan dolayı bu
mübahlıkta insanların canlarının ve ırzlarının dahil olmadığı ve aksine
mallardaki asıl kural olan mübahlık insanların canlarını, ırzlarını, haklarını
ve yararlarını korumak için bulunduğudur. Kısacası can ve ırzda haramlık asıl
kural olunca bir mübahlık ve izin delili bulunmadıkça can gibi ırzda da
tasarrufta bulunmak haram olacağından nikâh kıyma izni, mutlaka bir delile
dayalı olacaktır. Mübahlığına delil bulunmayan yerlerde nikâh kıymak haramdır.
Yani o nikâh, nikâh değil zinadır. Bu nokta üzerinde iyi düşünülünce anlaşılır
ki bu âyetteki kadın ve erkek müşrikler, kadın ve erkek müminlerin karşılığı
olmasaydı da, zahirî müşrik anlamında olabilseydi, o zaman da müslüman
kadınlarının diğer kâfirlere nikâh edilmeleri aslî haramlıkla haram olacaktı.
nkü "hür ve iffetli kadınlar" ifadesiyle müslüman erkeklerin Kitap
ehlinin kadınlarıyla evlenmelerine izin verilmiş olduğu halde; müslüman
kadınların Kitap ehlinin erkekleriyle evlenmelerinin caiz olacağına dair ne
âyet, ne hadis hiçbir mübahlık delili gelmemiştir. Özet olarak, yakında
geleceği üzere müslümanların kadınları, İslâm tohumları için şerefli bir
tarladır. Ve müslümanlar genellikle tarlalarından ve ekin ektikleri yerlerden
hiçbirini yabancılara çiğnetmemek, cinsel birleşmelerine izin vermemekle
yükümlüdürler.
Mal tarlası olan vatan toprağını yabancılara
çiğnetmek büyük bir felaket olduğu gibi, can ve din tarlası olan İslâm
kadınlarını başkalarına çiğnetmek de felaketlerin felaketidir. Bunlar nikâh
değil, onların çağrısına uyup canları ateşe atmaktır. " Onlar sizi ateşe
davet ederler, Allah ise -izni ile- cennete ve mağfirete davet ediyor ve
âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur ki onlar hatırda tutup, öğüt
alırlar." (Bakara 2/221).
Şimdi nikâh dolayısıyla:
Meâl-i Şerifi:
222-Ey Muhammed! Sana kadınların ay başı
halinden de soruyorlar. De ki: O bir eziyettir Onun için ay başı halinde
oldukları zaman kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.
İyice temizlendikleri zaman ise Allah'ın emrettiği yerden onlara varın,
yaklaşın Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de
sever.
223-Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. O halde
tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için ileriye hazırlık yapın.
Allah'tan korkun ve bilin ki siz mutlaka O'nun huzuruna varacaksınız. Ey
Muhammed, müminleri müjdele!
222-MAHÎZ: Mimli masdar, mekan ismi veya zaman
ismi olabildiğine göre; hayız, (aybaşı kanı) hayız yeri, veya hayız zamanı
demek olur. Hayız, aslında dilde seyelan (akmak) anlamında alınmış olarak
kadınların âdeti olan kan akıntısının ismidir, rahimden zaman zaman gelen kirli
bir tabii salgı olup kişilere ve durumlara göre süresi farklılık gösterir.
Bununla birlikte en azı üç, en çoğu on gündür. İmam Şâfiî, en azı bir, en çoğu
on beş gün olduğu ve İmam Malik, en az ve en çok müddetin belirlenmesinin
mümkün olmadığı kanaatine varmışlardır. İki hayız arasındaki temizlik süresine "tuhur"
denilir. Hayzın şer'î hükümleri, namaz ve oruca engel olması, mescide
girmekten, Kur'an okumaktan ve mushafa dokunmaktan kaçınılması, kadının bununla
bülüğa ermesi ve bu halde cinsel birleşmenin haram olmasıdır ki burada
açıklanan da budur. Şöyle ki:
Sana hayız hakkında soru soruyorlar. Burada ve
daha önceki âyette atıf (ulama) vavı ile buyrulması dolayısıyla bu soruların
şarap ve kumarla birlikte sorulmuş olması ihtimal dahilindedir. Veya bu atıf,
bu soruların müslümanlar tarafından sorulmuş olduğuna işarettir. Cahiliye
Arapları hayızlı kadınlarla birlikte durmazlar, beraber yemek yemezlerdi.
Yahudilerin ve Mecusilerin âdetleri de böyleydi. Hıristiyanlar ise hayza önem
vermezler, cinsel birleşmede bile bulunurlardı. Nihayet ashabdan bir kaç kişi
ile birlikte Ebüddehdah - Allah hepsinden razı olsun Peygambere sordular, ifrat
(aşırı gitme) ve tefrit (ihmalkâr davranma) arasında orta bir yol olmak üzere
şu cevap indi:
De ki, o bir kirlilik, bir pisliktir. Yani
yaklaşana tiksinme ile eziyet verecek murdar bir şeydir. Kokusu fena, rengi
bozuk, karışımı kirli, pis, değersiz bir salgıdır. Dolayısıyla kadınlardan
hayız zamanına veya hayız yerine özel olmak üzere çekilin, temizleninceye,
temizlik haline girinceye kadar o kadınlara yaklaşmayın, yani cinsel birleşmede
bulunmayın veya dizlik altına (göbekle diz kapağı arasına) yanaşmayın. Temizlik
sonunda temizlendikleri, yani boy abdesti alıp iyice temizlendikleri zaman,
onlara Allah'ın emrettiği yerden gidin, şüphe yok ki Allah insanlık gereği
meydana gelebilecek kusurlardan dolayı çok çok tövbe edenleri sever. Ve
tertemiz olmağa çalışanları, terbiye ve ahlâka aykırı davranışlardan ve
pislikten sıyrılıp pampak olanları sever. O halde siz de Allah'ın sevdiği gibi
olun ve Allah'ın sevdiklerini sevin.
223-Rivayet olunduğuna göre Yahudiler, bir
kimse karısının önüne arkasından yaklaşarak cinsel birleşmede bulunursa,
doğacak çocuğu şaşı olur derler ve bunun Tevrat'ta olduğunu söylerlermiş,
Resulullah'a bu aktarılmış, "Yahudiler yalan söylüyorlar." buyurmuş ve
şu âyet inmiş: Ey erkekler kadınlarınız sizin tarlanızdır.
HARS: aslında ziraat gibi ekin ekmek demek
olup ekin yeri, ekilecek tarla anlamına isim de olur ki burada bu mânâdadır. Bu
ifade ile kadının kadınlık organı bir yere, erkeğin spermi tohuma, doğacak
çocuk da bitecek ürüne benzetilerek bir istiâre yapılmış ve bununla Allah'ın
emrettiği ekin yeri açıklanmıştır ki anlam şu olur: Kadınlar sizin
ekinliğinizdir, siz onlara insan ve müslüman tohumları ekip ürün olarak nesil,
döl yetiştireceksiniz. Öyle ise tarlanıza (tarla anlamı unutulmamak ve ekin
yerinden olmak şartıyla) dilediğiniz taraftan, hangi pozisyonda isterseniz
gidiniz. Ve bununla birlikte kendiniz için ilerisini gözetip ona göre ihtiyatlı
bulununuz, sadece şehvetinizi söndürmekle meşgul olmayıp geleceğiniz için salih
ameller ile hazırlık görünüz. Ve Allah'a isyandan sakınınız da eğri yola
gitmeyiniz. Ve biliniz ki, siz mutlaka Allah'a kavuşacak, O'nun huzuruna
çıkacaksınız. Dolayısıyla yüzünüzü güldürecek şeyler kazanın da rezil
olacağınız şeylerden kaçının.
Ey Muhammed! Bu hükümleri ve irşadları tebliğ
et, ve bunları gönül hoşluğu ile kabul edip uygulayacak olan müminleri de
müjdele.
Meâl-i Şerifi:
224-Sözünüzde durmanız, kötülükten sakınmanız
ve insanların arasını düzeltmeniz için, Allah'ı yeminlerinize hedef veya siper
edip durmayın. Allah, her şeyi işitir ve bilir.
225-Allah, sizi yeminlerinizde bilmeyerek
ettiğiniz lağıv (herhangi bir kasıt olmadan, kanaate göre yanlış yere yapılan
yemin)dan sorumlu tutmaz. Fakat kalbinizin kazandığı yalan yere yapılan
yeminden sorumlu tutar. Allah çok bağışlayıcıdır, çok halimdir.
226-Kadınlarından îlâ edenler (onlara
yaklaşmamaya yemin edenler) için dört ay beklemek vardır. Eğer bu yeminlerinden
dönerlerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
227-Yok eğer boşamaya karar vermişlerse,
şüphesiz ki Allah söylediklerini işitir, kurduklarını bilir.
228-Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç
adet süresi beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri,
kendilerine helâl olmaz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa
gizlemezler. Kocaları da, barışmak istedikleri takdirde o süre içersinde onları
geri almaya daha layıktırlar. O kadınların, üzerlerindeki meşru hak gibi,
kendilerinin de hakları vardır. Yalnız erkekler için, onların üzerinde bir
derece vardır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
229- Boşamak (talak) iki defadır. Ondan
sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır. Onlara verdiklerinizden
bir şey almanız da size helâl olmaz. Ancak Allah'ın çizdiği hudutta
duramayacaklarından korkmaları başka. Eğer siz de bunların, Allah'ın çizdiği
hudutta duramayacaklarından korkarsanız, kadının, ayrılmak için hakkından
vazgeçmesinde artık ikisine de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın çizdiği
hudududur. Sakın bunları aşmayın, Her kim Allah'ın hududunu aşarsa, işte onlar
zalimlerdir.
230-Eğer kadını bir daha boşarsa, bundan sonra
artık başka bir kocaya varıncaya kadar ona helâl olmaz. Eğer ikinci koca da onu
boşarsa, Allah'ın hududunu sağlam tutacaklarını ümid ettikleri takdirde
öncekilerin birbirlerine dönmelerinde her ikisine de günah yoktur. İşte bunlar,
Allah'ın tayin ettiği hudududur. Bunları, bilen bir kavim için açıklıyor.
224- URDA: Gergi ve engel veya açıktan hedef
gibi bir şeyle karşı karşıya olup duran demektir.
YEMİN: Aslında güç ve sağlamlık demektir. Bu
nedenle sağ ele "yemin" denildiği gibi, "Bir sözü, Allah'ın
adını özel bir biçimde anarak güçlendirmeye" de şeriate göre yemin denilir
ki söylediği sözü Allah huzurunda Allah'ı şahit tutarak O'nun büyüklüğü adına
söylediğini göstermek suretiyle bir yüklenme ifade eder. Bunun için yalan yere
yemin etmek, sonu pek tehlikeli ve korkulu bir günahtır.
ÎLÂ da aslında yemin etmek anlamınadır.
Şeriate göre, karısı ile cinsel birleşmede bulunmamak üzere yemin etmektir.
TALÂK: Boşamak anlamına bir isimdir. Selâm,
teslim gibi...
TATLÎK: Dil açısından boş bırakmak, salıvermek
gibi bir şeyin bağını çözüp salıvermektir veya saldırıvermektir. Şeriate göre,
nikâh bağını ortadan kaldırmaktır, dilimizde buna boşamak denilir.
MA'RUF: Marifet kelimesinden, aslında tanınmış
anlamına sıfat olup bu kelimeden (akıl veya şeriat ile iyi tanınan her fiile
isim ) olmuş kapsamlı bir kelimedir ki bunun karşıtı münkerdir. Adaletli ve
ölçülü olmak, hakkı gözetmek, iyilik etmek, cömertlik, tatlı dil, iyi davranış
ve benzerleri gibi iyi görülen mânâlara ve güzel âdetlere hep
"ma'ruf" denilir.
Ey müminler! Bir de Allah'ı yeminlerinize, maruz
(engel) kılıp durmayınız, ki sözünüzde durasınız, kötülükten sakınasınız,
halkın arasını düzeltesiniz... Yani Allah'a çok yemin etmezseniz itaatkâr,
müttaki, düzeltici olabilirsiniz veya iyilik takva ve dargınlıkları barıştırmak
için de olsa Allah'a çok yemin etmeyiniz. Veya yeminleriniz bahanesiyle iyilik
etmenize, fenalıktan korunmanıza, dargınlıkları barıştırmanıza Allah'ı ortada
bir engel, bir sed gibi tutmayın. Yani bu gibi güzel işleri yapmayacağınıza
yemin edip de Allah'ı bunlara engel tutmaya kalkışmayın. Önce böyle yeminler
etmeyin; ikinci olarak, böyle hayrı terke dair olan yeminlerinizde durmak,
Allah rızasına uygundur sanmayın. Nitekim bir hadis-i şerifte de yer almıştır
ki: "Bir kimse bir şeye yemin eder de sonra ondan başkasını daha hayırlı
görürse, o hayırlı şeyi yapsın ve yeminine keffaret versin." Rivayet
olunduğuna göre Abdullah b. Revaha bir kırgınlık yüzünden eniştesi Bişr b.
Numan'ın yanına gitmeyeceğine ve onunla konuşmayacağına ve kız kardeşi ile
aralarını düzeltmeye çalışmayacağına yemin etmiş ve bunun üzerine,
"Allah'a yemin ettim, artık yeminimi bozmam câiz olmaz." demişti. Bu
âyet, bunun veya Hz. Ebu Bekr'in bir yemini hakkında inmiştir. Hz. Aişe
demiştir ki bu âyet, Allah'a yemini tekrar etmenin aleyhinde inmiştir. Buna
göre doğru yemin etmek yasaklanmış olunca, artık eğrisinin nasıl olacağı bir
düşünülsün. Allah semi'dir, yapılan yeminleri işitir, Alîmdir, niyetlerinizi
bilir.
225-O halde her yemine karşılık sorumlu tutar
mı? Yeminleriniz içindeki lağv kısmı ile Allah sizi sorumlu tutmaz.
LAĞV: Önem verme seviyesinden düşük olan söz
demektir. Lağv yemini de içinde bir kararlaştırma ve kasıt bulunmayan yemindir.
Bu da bir şeye kanaatine göre yemin etmek ve sonra onun aksine olduğunun
anlaşılmasıdır ki bunda yalan kastı yoktur. Fakat İmamı Şafii, lağv yeminini,
konuşurken "hayır vallahi, evet vallahi" gibi sırf pekiştirme için
söylenip yemin anlamı akla gelmeyen yemin sözcüklerine katmış ve bunda keffaret
lazım gelmeyeceği kanaatine varmıştır. Ancak bu âyetteki sorumlu tutmadan maksat,
ahirette sorumlu tutma olup dünya sorumluluğu olan keffaret demek olmadığı
açıktır, o nokta En'âm Sûresinde gelecektir. Demek oluyor ki Allah yalan kastı
bulunmayarak ve doğru zannedilerek yapılıp da gerçeğe aykırı olarak ortaya
çıkan boşuna yeminlerden sorumlu tutmaz. Ancak, kalplerinizin kazancı ile,
yalan kastıyla bile bile yalan olarak yapılan yeminlerden sorumlu tutar. Buna
"yemin-i gamûs" denilir ki keffareti yoktur, bunun günahından
keffaret ile dahi kurtulunmaz. Oysa Allah'ın bağışlaması çok, hilmi (yumuşak
muamelesi) çoktur. Ve lağv yeminlerden, aslında günah olmadıkları için değil,
bağışlamasının ve hilminin çokluğundan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat Allah böyle
bağışlayıcı ve halim olduğu halde kalblerin kazancı ile kasten yalan yere
yapılan yeminlerden sorumlu tutar. Yemin çeşitlerinden bir de "yemin-i
mün'akide" vardır ki bununla gelecekte bir şey yapmağa veya yapmamağa
karar verilir ve bu şekilde taliki (ilerdeki zamana yönelik) bir söz verme
işlemi yapılır." Filan şeyi yaparsam şöyle olsun, şunu vallahi yapacağım
veya vallahi yapmayacağım." tarzında yapılan yeminler, yemin-i
mün'akidedirler.
226-Bu çeşitten olmak üzere, kadınlarından
kaçınarak îlâ yapanlar, yani eşi ile, cinsel birleşme yapmamak üzere yemin
edenler için, dört ay bir süre vardır. Dolayısıyla, bu süre içinde, fey
yapanlar, yani yemini bozup davranışları ile yeminlerinin aksini yaparak
dönerlerse, şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
İlerde açıklanacak keffaret ile onları bağışlar.
227- Ve eğer fey yapmazlar (dönmezler) da îlâ
ile boşamaya karar verirlerse, mutlaka Allah (semi) işiten ve (alim) bilendir.
Karar verilen boşama işidir ve onların niyetlerinin ne olduğunu bilir.
Îlâ ile, fey yapmayıp (dönmeyip), boşamaya
karar vermek konusunda selef bilginleri görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İbnü
Abbas demiştir ki, îlâ yapanın eşine dönmemesi ve dört ayın geçirilmesi
boşamaya karar vermek demektir.
İbnü Mes'ud ve Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affan
hazretlerinin görüşleri de budur. Bunlar bu dört ayın sonunda bâin bir talak (kesin
bir boşama) meydana gelir demişlerdir. Hazreti Ali, İbnü Ömer ve Ebüdderda'dan
iki rivayet vardır ki biri öncekiler gibidir. Biri de o süre geçtikten sonra ya
eşine dönmesi veya boşaması seçeneklerinden birisini tercih etmek üzere koca
tevkıf edilir ki Hz. Âişe'nin görüşü de budur. Üçüncü görüş Said b. Müseyyeb,
Sâlim b. Abdullah, Ebu Bekr b. Abdurrahman, Zühri, Ata ve Tavus'un görüşüdür ki
dört ay geçince bir ric'î talâk (boşama) meydana gelir. Hanefiler birinci,
Şafiî ve Mâlikîler de ikinci görüşü benimsemişlerdir. Boşama sözcüğü sarih
(açık) olup biraz sonra görüleceği üzere ric'î boşama ifade ederse de,
"azimet-i talak" (boşama kararı)nın kinâye sözler gibi beynunet
(kesin boşama) ifade edeceği açıktır. Sonra azim (karar), kalbin bir fiili
olduğu için ayrıca dil ile telaffuz edilmesi gerekli değildir. Îlâ yemini buna
yeterlidir. Bir de bu âyette îlâ için eşine dönmek veya onu boşamak arasında
başka bir şık yoktur. Dolayısıyla bu yemini bozmamak, onu boşamaya karar vermek
demektir. Bu karar ile îlâ boşamaya niyet edilen kinâye sözlerinden olmuş olur
ki bunlarla da bir bâin talâk meydana gelir. Îlâda artık koca başkaca bir de
boşama yapsın diye beklenerek, bir üçüncü şık ortaya çıkarılamaz.
228-Şimdi yemin talâk sonucunu doğurunca,
boşanmış kadınlara gelelim:
Genel olarak boşanmış olan kadınlar,
kendilerini üç kurû' tutup beklerler. Herhangi bir nedenle kan görmeyenler,
hamile olanlar, bir erkekle zifafa girmemiş olanlar, küçükler ve cariyeler
başka âyetlerle burdaki genel hükmün dışında özel hükümlere tâbidirler. Kurû'
ve akra', kelimesinin çoğuludur ki zıt anlamlı sözcüklerden olarak, hayız ve
tuhur (temizlik) anlamlarıına gelen ortak bir sözcüktür. Bu bakımdan mücmeldir.
Bu sözcüğün anlamının belirlenmesi, anlamı bakıp araştırma ile açıklamaya bağlıdır.
İmam Malik ve Şâfiî, bunu tuhur (temizlik) ile tefsir etmişler de Ebu Davud ve
Tirmizî'de tahriç olunduğu üzere, Hz. Âişe'den rivayet olunan, "Cariyenin
boşanması iki kez ve iddeti iki hayzdır." hadisi ve buna uygun olarak İbnü
Ömer'den İmam Şâfiî hazretlerinin de rivayet ettiği diğer hadisi şeriften
anlaşılan iddette, "kar'"ın hayız demek olduğu açıklanmış ve
sayısında fark varsa da bu açıdan cariye ile hür olan kadının iddetinde fark
bulunmadığı üzerinde görüş birliği olan ve âyetin ilerdeki ifadelerinden
anlaşıldığı üzere beklemekten amacın rahmin temizliğinin ortaya çıkması olup bu
temizliğin hayız ile anlaşılacağının açıkça belli olmuş bulunmasına ve fıkıh
kitaplarında açıklanan daha bazı destekleyici delillerin ışığı altında Hanefi
imamları bunu hayız ile tefsir etmişlerdir ki Raşit halifeler, Abdullah'lar
(abadile) Übeyy b. Kab, Muaz b. Cebel, Ebüdderda, Ubâde b. es-Sâmit, Zeyd b.
Sâbit, Ebu Musa el-Eş'arî ve Ma'bedilcühenî (Allah hepsinden razı olsun)
hazretlerinin görüşleri de budur. Buna göre hür ve bâliğe olan boşanmış
kadınlar tam üç âdet görünceye kadar kendilerini tutup bekleyeceklerdir.
Ve onlara Allah Tealâ'nın rahimlerinde
yaratmış olduğu hayız veya cenin her ne ise onu gizlemeleri câiz olmaz ve
saklamakla yararlanmaya kalkışmaları helâl değildir. Eğer onlar Allah'a ve
ahiret gününe iman ediyorlarsa bunları saklamazlar, olduğu gibi söylerler, bu
konuda söz kendilerinindir.
BÜULE; "ba'l"in çoğuludur. Ba'l bir
zamanlar tapılan bir putun ismi olduğu gibi yükseklik anlamı ile seyyid ve mâlik
yani efendi, koca ve karı anlamlarına da gelir. Erkeklerin ba'li denilince,
onların hanımları; hanımların ba'li denilince onların kocaları demek olur ki
burada böyledir. O halde âyetin meâli: Ve o boşanmış kadınların efendileri,
yani onları boşayan ve fakat ric'î boşama (talâk) ile boşayıp henüz
efendiliğini koruyan kocaları, onları bu süre zarfında ric'at ile (dönerek)
yine nikâhlarına almaya herkesten daha çok hak sahibidirler. Hatta iddet
süresinde erkek söz veya fiil ile ric'at (dönüş) yapmak ister de, kadın razı
olmazsa söz erkeğindir. Eğer o efendiler aile arasında bir düzeltme (yani
anlaşmazlığı ortadan kaldırmak) isterler, ona zarar verme ve ayrılmaları
fikrinde bulunmazlarsa bunu yapabilirler. Bu da hukuk açısından, yaptıkları
boşamayı, bâin olarak yapmayıp ric'î olarak vermeleri ile anlaşılır. Buna
rağmen içten içe amaçları geçinmek olmayıp kadının iddetini uzatarak ona zarar
vermek gibi bir kötü niyyet ile ilgili olursa, sırf kalbî olan bu nokta da,
"Ancak kalplerinin kazancı ile, yalan kasdı ile, bile bile yalan olarak
yapılan yeminlerden sorumlu tutar." (Bakara, 2/225) âyeti gereğince ilâhi
sorumluluğu hak ederler. Ve kadınlar için erkekler üzerinde, erkekler için
kadınlar üzerinde bulunan haklara benzer, ma'rufa uygun olarak, yani tanınması
ve korunması vacip (gerekli) hukuk mevcuttur ki bunlar birçok âyetlerde
açıklanmıştır. Bu âyetlerden olmak üzere, "Onlarla güzel geçinin..."
(Nisa, 4/19), "Ya iyilikle tutmak ya da
güzellikle salmaktır..." (Bakara, 2/229), "Çocuk kendisine ait olana
da, emzirenlerin yiyecekleri, giyecekleri uygun şekilde üzerlerine
yükümlülüktür..." (Bakara, 2/233), "Erkekler, kadınlar üzerinde
yöneticidirler. Çünkü bir kez Allah birini diğerinden üstün yaratmış, bir de
erkekler mallarından harcamaktadırlar..." (Nisa, 4/34), "Ve aldığnız
kadınlara mehirlerini gönül hoşnutluğu ile verin..." (Nisa, 4/4), "Ve
eğer bir kadını bırakıp da yerine diğer bir kadın almak istiyorsanız, öncekine
yüklerle mehir vermiş bulunsanız da içinden bir şey almayın..." (Nisa, 4/20),
"Kadınlarınız arasında her yönden âdil davranmaya ne kadar düşkünlük
gösterseniz de yine güç yetiremezsiniz. Bari (birine) büsbütün meyledip de
ötekini askıda kalmış gibi bırakmayın..." (Nisa, 4/129)... Şimdi bu hükmün
geneli içinde şu da anlaşılıyor ki nikâh esnasında mehir belirlenmemiş ise
mehr-i misil de gerekir. Bununla birlikte, erkekler için kadınlar üzerinde
fazla bir derece vardır. Evlenme amacında erkekler kadınlara ortak olmakla
birlikte üzerlerinde bulunurlar, onları ve ellerindekini gözetir, muhafaza
ederler, onları yönetir ve harcamada bulunurlar. Ailenin yükünü erkekler
çekerler. Erkeklerin bu gibi yönlerden yerine getirecekleri fazla yükümlülüğe
karşılık üstünlük ve dereceleri de fazladır; fakat bunu kötüye
kullanmamalıdırlar. Allah azizdir (çok güçlüdür), hakimdir (hüküm ve hikmet
sahibidir). Hükümlerine karşı gelenlerden intikamını alır ve onun hükümleri
hikmetlerle ve yararlı şeylerle doludur.
229- Şer'î bakımdan nikâh bağının ortadan
kaldırılması demek olan talak (boşamak), iki kezdir. Boşamanın ardından hüküm
de ya dönüp iyilikle yaşamak ve iyi muamele ile tutmaktır-Demek ki, boşamak
için açık bir irade beyanı olan boşama sözcüğü iki kez ric'î boşama ifade eder
veya dönmeyip iyilikle, güzellikle salıvermektir. Ve önceden nikâh için onlara
vermiş olduğunuz mehirlerden boşama karşılığında bir şey almanız size helâl
olmaz. Bu helâl olmazsa diğer mallarından hiç olmaz. Erkekler buna tenezzül
etmemeli, kadınlara baskı yapıp boşama bahanesiyle verdiklerini geri almaya
veya onlardan yararlanmaya kalkışmamalıdır, böyle bir şey kesinlikle haramdır.
Ancak o karı koca Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlarda duramayacaklarında
endişe ederler, sevişemeyip karı-koca hukukunu gözetemeyecekleri, meşru olmayan
bir duruma düşecekleri zannında bulunurlarsa hüküm böyle değildir. O zaman ey
hakimler! Bu ikisinin Allah'ın belirlediği şer'î sınırlarda duramayacaklarından
korkar, bunu bazı belirtilerden anlarsanız, o zaman kadının nikâh bağından
kurtulmak için boşamaya karşılık, gerek mehir ve gerek diğer başka şeylerden
verdiği bedelde ne veren karı ve ne de alan koca, ikisine de günah yoktur. Bu
şekilde mal karşılığı nikâhtan sıyrılmak caizdir. Ve bu, bir bâin talak
(boşama) olur. Ve boşamanın da böyle, kadına dönülmesi caiz olmayan bâin diye
bir çeşidi vardır.
Rivayet olunur ki Abdullah b. Übeyy b.
Selûl'ün kızı Cemile, kocası Sabit b. Kays'i sevmezmiş. Resulullah'a gelmiş de,
"Ya Resulallah! Ne ben, ne Sabit, başlarımızı hiç bir şey bir araya
getiremeyecek. Vallahi dininde, ahlâkında bir ayıbını görmüyorum. Ancak
İslâm'dan sonra küfre düşmeyi çirkin görüyorum; ona da buğzumdan, nefretimden
(kinimden) tahammül edip dayanamıyorum. Bir gün perdenin bir tarafını kaldırıp
baktım, karşıdan bir kaç kişi içinde gördüm; ne göreyim içlerinde en siyahı, en
kısası en çirkin yüzlüsü o." demiş, sonra bu âyetin inmesi ile Sabit'ten
mehir olarak aldığı bahçeyi ona verip hul' olmuş (mal karşılığında boşanmış)tu.
İşte bu hükümler, Allah'ın belirlediği
sınırlardır. Artık bunları aşmayınız. Ve her kim Allah'ın koyduğu sınırları
aşmaya kalkışırsa, işte onlar zalimlerden ibarettirler. Bu aşma ile kendilerini
ilâhî gazap ve cezaya hedef kılacaklarından bu zulmü de en önce kendilerine
yapmış olurlar. Âyette zamir ile yetinilmeyip de yüce Allah'ın isminin tekrar
ortaya çıkarılıp zikredilmesi, ilâhî azameti hatırlatmak içindir.
230- Sözü edilen iki boşamadan sonra koca, o
boşanması yapılmış kadını ona döndükten sonra veya iddet içinde iken bir daha
boşarsa, artık üç boşamadan sonra o kadın, o erkeğe hiç bir şekilde helâl
olmaz. Bu açık hükme karşılık ona helâl demek küfür olur. Bu haramlık, o kadın
kendini diğer bir kocaya tam anlamı ile nikâh edinceye kadar, Rifâa'nın hanımı
hakkındaki, "Sen onun, o da senin balcığını tadıncaya kadar..."
hadisi şerifi ile açıklandığı üzere, balcağızını tadıncaya kadar devam eder.
Öyle aralarında üç boşama meydana gelmiş olan erkekle kadının samimi bir aile
kurmaları normal olarak ihtimal dahilinde değildir. Aralarında bir parça cazibe
bulunsaydı, herhalde bir veya iki boşama ile yetinilir ve o zaman durumun
düzelmesine kadar beklenebilirdi. Karı-kocalık ilişkisi ve ruhsal durumların,
çok ince ve derin bir şey olması bakımından hakkıyla değerlendirilemeyip bazı
arızalar yüzünden öfkelenme ve köpürme ile kesilmesine yönelindiği halde, çok
geçmeden ruhun derinliklerinden pişmanlık kaynayabileceği gözönüne alındığından
dolayı, Cenab-ı Allah üçe kadar boşamaya müsade etmiş ve bunların da kadının
temiz bulunduğu "tuhur" zamanlarında yapılması sünnet kılınmıştır.
Dolayısıyla birinci ve ikinci boşama birer deneme dersidir. Bu denemeler
yapıldıktan sonra üçüncü kez boşamaya gerek gören ve Hakk'ın bahşettiği bu
tecrübe dersinden yararlanmayı hiç de takdir etmeyen bir erkekle o kadın
arasında ciddi bir aile hayatı olacağına ihtimal verilemez. Fakat o kadının
elden çıkıp başkasının yatağına girmesi gibi acı bir ayrılıktan sonra bile,
ruhlarının derinliklerinde önce hissedemedikleri bir evlenme ilgisi bulunduğunu
takdir ederlerse, o zaman bunun ciddiyetine inanılabilir. Bu durumda, bu
nikâhtan sonra bu ikinci koca şayet o kadını boşarsa, bu kadın ile önceki
kocanın birbirlerine tekrar dönüp her ikisinin hoşnutluğu ile nikâh
olunmalarında bir sakınca yoktur. Allah'ın şer'î sınırlarında duracaklarını
zannederler, öyle bir ayrılıktan sonra, böyle birbirlerine bir ilgi duyarlarsa
bunu yapabilirler. Ve işte yukardan beri sıralanan bütün bu hükümler, Allah'ın,
değiştirme ve aykırı davranmaktan korunmuş bulunan, belirlenmiş kesin
hükümleridir ki, Allah bunları, anlayıp bilecek olan ilim adamları zümresi için
açıklar. Sorumluluk yüklemek, mükellef kılmak herkese, anlamak ve açıklamak
ilim ehlinedir. Kitap ve sünnet ile bunlara bazı açıklamalar daha katılacak ve
bütün bunların ince yönlerini Peygamberlerin varisleri olan din âlimleri ve
müctehid imamlar anlayacak, dallarını ve zaman zaman parça sonuçlarını onlar
çıkarıp açıklayacaklardır. O halde ilimde derinliği olmayanlar bunları kendi
kendilerine çözmeye kalkışmayıp âlimlere başvurmalıdırlar.
Siz şimdi şu açıklamalara dikkat ediniz:
Meâl-i Şerifi:
231-Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini
bitirdiklerinde, artık kendilerini ya iyilikle tutun veya güzellikle salın.
Yoksa haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu
yaparsa nefsine zulmetmiş olur. Sakın Allah'ın âyetlerini alay konusu
edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere
indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayıp, düşünün. Hem Allah'tan korkun ve bilin
ki Allah her şeyi bilir.
232-Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini
bitirdiklerinde, aralarında meşru bir şekilde rızalaştıkları takdirde,
kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp, engellemeyin. İşte bu,
içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere verilen bir öğüttür. Bu, sizin
hakkınızda daha hayırlı ve daha nezihtir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.
231- Kadınları boşadınız, onlar da bekleme
sürelerini doldurdular mı, yani yukarda açıklandığı gibi bekleyecekleri
müddetlerinin sonuna yaklaştılar mı boşamak için irade beyanını açıkça ifade
eden bir sözcükle, "tallâktüha" (onu boşadım) demek bir ric'î talak
ifade edeceğine göre, geçen hükme uygun olarak, ya o süre bitmeden derhal
karılarınıza dönüp, onları marufa uygun olarak güzelce tutunuz, veya marufa
uygun olarak salıveriniz. Haklarına tecavüz ve düşmanlık etmek için, mesela
hul' yapmaya (mal karşılığı boşamaya) mecbur edip ellerinden bir bedel kapmak
için onları zararla karşılayıp, kendilerine zarar vermek kastıyla tutmaya
kalkışmayınız. İyice geçinmek amacınız ve ümidiniz yoksa ilk boşamada güzelce
salıveriniz de bir iddetle kurtulsunlar. İddetlerinin (bekleme sürelerinin)
sonlarına doğru onlara dönüp, tekrar boşamak suretiyle iki veya üç kez iddet
beklemeye mecbur etmeyiniz. Bunu, bu zarar verme tutmasını her kim yaparsa,
mutlaka kendine zulmetmiş olur. Bir de Allah'ın âyetlerini eğlence gibi
tutmayınız. Özellikle nikâh ve boşama hakkında çok ciddî olunuz. Çünkü ilâhî
âyetleri hafife almak küfürdür.
Deniliyor ki bazıları nikâh, boşama ve köle
azadı yapar, sonra: "Canım ben şaka yapıyorum." dermiş, bu nedenle bu
âyet-i kerime inmiş ve bunun için Peygamber efendimiz, "Üç şeyin ciddîsi
ciddî, şakası da ciddîdir: Nikâh, boşama ve köle azad etmek." buyurmuştur.
Buna göre ey müslümanlar! Bu konuda şakadan,
işi hafife almaktan son derece kaçınınız da Allah'ın üzerinizde olan nimetlerini
hatırlayınız. Özellikle size nasihat ve irşad olarak üzerinize indirdiği kitap
ve hikmeti hatırda tutunuz. Bu konuda Allah'tan korkunuz. Biliniz ki kuşkusuz
ve şüphesiz Allah her şeyi bilendir. Yaptığınız, yapacağınız, terk ettiğiniz ve
edeceğiniz şeylerden hiç biri ona gizli kalmaz. Bu bakımdan siz O'nun
nimetlerini unutur, bu kitabın ve hikmetin değerini bilmez, hukukuna saygılı
olmaz, hükümlerini gözetmezseniz; düşünemeyeceğiniz çeşit çeşit cezanın
başınıza geleceğini bilmelisiniz. Bu âyet Sabit b. Yesar hakkında inmiştir,
buna Sinan-ı Ensarî de denilir. Bu adam, karısını boşamış, iddetinin çıkmasına
iki üç gün kala, karısına dönmüş; yine boşamış, yine dönmüş, yine boşamış;
böylece kadının zararına yedi ay geçmiş. O zaman henüz boşama sayısı sınırlanmamıştı.
ECEL: Hem süreye, hem de sürenin bitimine
denilir.
BÜLUĞ da bir şeye erişmek demek olup kapsamı
genişletilerek son derece yaklaşmak anlamına da gelir. Dolayısıyla ecelin
büluğu, iddetin sonuna erip bitirmek veya sonuna yaklaşmak anlamlarına
gelebilir. Oysa yukarda, "Kocaları da barışmak istedikleri takdirde o süre
zarfında onları geri almaya daha layıktırlar." (Bakara, 2/228)
buyurulmakla ric'at (dönme) hakkının iddet içinde olma şartının bulunduğu
anlaşılmıştı. Burada ise, "Onları tutunuz" ifadesi, dönüş hakkını
ifade ettiğinden bu karine ile bu âyette ecelin büluğu, iddetin sonuna
yaklaşmak demek olduğu ortaya çıkar.
232-Şimdi de iddetin bitmesinden sonraki hüküm
açıklanmak üzere buyuruluyor ki: Bir de ey veliler veya ey müminler! Kadınları
boşadığınız ve dolayısıyla onlar da ecellerine erdiği yani iddetlerini
bitirdiği zaman, eski kocalarıyla kendilerini evlendirmelerine, aralarında örfe
uygun olarak karşılıklı rıza, hoşnutluk bulunduğu takdirde engel olmayın.
Kısacası iddet bittikten sonra ilk kocanın kendiliğinden dönme hakkı (ric'at)
kalmaz, ancak kadının hoşnutluğu ile yeniden evlenilebilir. Buna da ma'rufa
uygun olmak şartıyla hiç kimsenin ve hatta velilerin bile engel olmaya hakları
yoktur. Mesela: şahitsiz veya mehr-i misilden daha az bir mehir ile razı olmak
gibi marufa uygun olmayan biçimde olursa, o zaman kadının velisi engel olmaya
yetkilidir. Buna göre iki boşamada hoşnutlukla iki kez nikah yenilemek caizdir.
Fakat üçüncüsü yukarda açıklandığı şekilde başka bir kocaya varmadan helâl
olmaz. Rivayet olunduğuna göre Ma'kıl b. Yesar, kız kardeşi Cüml'ü, Ebülvelid
Asım b. Adiyy b. Aclan ile evlendirmiş, o da sonra bunu boşayıp bırakmış,
iddeti çıktıktan sonra pişman olmuş, yeniden istemeğe gelmiş, kadın da razı
olmuş; bunun üzerine, Ma'kıl de kız kardeşine "O seni boşadı sen yine ona
varmak istiyorsun, eğer tekrar ona varırsan yüzüm yüzüne haram olsun."
demişti. Yine bunun gibi Cabir b. Abdullah da amcasının kızını yasaklamıştı. Bu
âyet bunlardan biri veya her ikisi hakkında inmiştir. Resulullah Ma'kıl'i
çağırmış, bu âyeti okumuş; Ma'kıl da "Rabbımın emriyle burnum sürtüldü,
Allah'ım, razı oldum ve emrine boyun eğdim." demiş ve kızkardeşini
kocasına nikâh etmiş. Hz. Cabir de "Bu âyet benim hakkımda indi."
dermiş. Ancak âyetin iniş sebebi bunlar olduğuna göre, boşayanlara başka, engel
olmaktan yasaklananlara başka olması lazım geleceğinden, bu da
"boşadınız" hitabı ile, "engel olmayın" hitabının, ayrı
ayrı kişilere yöneltilmesi ile ifadelerin birbirinden ayrılmasını gerektireceğinden
âyetin ifade akışına (nazmına) uymayacağı düşüncesiyle âyete şu anlam
verilmiştir: Ey kocalar! kadınlarınızı, boşadığınız ve bunu üzerine onlar da
iddetlerini bitirdikleri zaman, onlara baskı yapıp da başka kocaya varmalarını
engellemeyiniz. İki tarafın razı olması ile meşru şekilde bir nikah ile gerek
siz ve gerekse başkası, dilediklerine varsınlar. İbnü Abbas, Zühri, Dahhak
demişlerdir ki bu âyet kadınlarını boşadıktan sonra onların başka bir kocaya
varmalarına engel olan kocalar hakkında inmiştir. Çünkü cahiliyet taassubu ile
bazıları boşadıkları kadınlara zulmederek baskı yaparlar, evlenmelerine meydan
vermek istemezlerdi. Rivayetin güçlü olmasından dolayı çoğu tefsirciler birinci
görüşe taraftar olmakla birlikte, dirayet açısından bu görüşü daha uygun görenler
de vardır. Aslında bu iki anlam birbiri ile çelişik değildir, biri diğerini
gerektirir. Fakat her birinde bir açıdan daha fazla yarar vardır. Âyetin geliş
gayesi bakımından ikinci tefsire göre, bu âyetteki kocaların boşadıkları
kadınların evlenmelerine engel olmalarının yasak edilmesi, öbür âyetteki kadına
zarar vermek amacıyla onu tutma yasağının kapsamında dahil, bir bakıma onun
tamamlayıcısı olacak, birinci tefsire göre ise buna karşılık başlı başına bir
hüküm ifade etmiş bulunacaktır. İlâhî hitabın parçalanması sakıncası ise üç
şekilde ortadan kaldırılmıştır: Birincisi, hitapta telvin (ifadeyi tek
düzelikten çıkarıp çeşit çeşit ifade biçimi kullanmak) de bir çeşit iltifat
olarak belağat çeşitlerindendir. İkincisi, "tatlîk" (boşama), sebebine
isnad etmek suretiyle boşatmak anlamına da gelebilir. Ve böylece muhataplar
değişmemiş, ikisi de "velilerden ibaret" olmuş olur. Ancak bunun
Ma'kıl ve Câbir olaylarına uygun düşüp düşmeyeceği üzerinde durulması gereken
bir noktadır. Üçüncüsü, diğer hitapların yalnız kocalara veya velilere ait
olmayıp bütün ümmete yönelik olmasıdır ki böylece boşama,
"hukukullah"ı, bir başka deyimle kamu hakkını ilgilendirdiğinden,
toplumdan bir kaç kişinin yaptığı, toplumun tümüne nisbet edilmiş olur. Ve
böyle isnat, gerek Arapların sözlerinde ve gerekse Kur'ân'da yaygın ve pek
çoktur. Şahsî hukuk açısından boşayan kocalar, eşlerin yeniden evlenmelerine
engel olanlar diğerleri olduğu halde, kamu hukuku açısından ikisi de bir
topluma aittir. Ve bundan dolayı çoğu tefsircilerin görüşü, rivayet açısından
kuvvetli olduğu gibi, dirayet yönünden de çok incedir. Ve gerçekten boşamada
Allah hakkı bulunduğu da kabul edilmiştir.
Ey bütün muhataplar! Şu açıklanan ve önemli
olan, kadınlara baskı yapmanın yasaklığı hükmü, siz insanlardan Allah'a ve
âhiret gününe iman eden her kişiye öğüt ve nasihata yaraşan bir hükümdür. Ey
müminler! Bu yok mu sizin için en feyizli ve en temiz, pek çok temizliği ve
nezih olmayı gerektiren bir hükümdür.
Şer'an ve insanlık açısından güzel olan,
ma'rûfa uygun olarak kadının rızası ile nikahlanmasına engel olmamak bu konuda
zorluklar çıkarmamak, baskı yapmamak, önce bunu yapabilecekler için ilâhî emre
sarılmak olacağından bir hayır, bir sevaptır; sonra, karı ve koca için namus ve
iffet açısından pek çok temizliği ve nezih olmayı gerektiren bir husustur.
Çünkü nikahlanmalarına engel olunduğu takdirde -Allah göstermesin kuşku altında
kalmalarından korkulur. Çünkü kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiler gizli
bir şeydir. Bütün bunların içyüzlerini ve insanlığın durumunun düzelmesiyle
ilgili hükümlerin ve şer'i kanunların nasıl bir şey olduklarını Allah bilir:
Siz ise bunları bilmezsiniz, dışarda dolaşırsınız.
Boşanmış kadınlar hakkında nikâhın sonuçları
olan ve dolayısıyla nikâhlı kadınlarda da var olan ırda' (süt emzirme) ve
nafaka gibi bazı hükümler daha vardır ki bunlar da aşağıda olduğu gibi
açıklanır:
Meâl-i Şerifi
233-Anneler, çocuklarını, emzirmenin
tamamlanmasını isteyenler için tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan
babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri geleneklere uygun olarak bir
borçtur. Bununla beraber herkes ancak gücüne göre mükellef olur. Çocuğu
sebebiyle bir anne de, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Varise
düşen de yine aynı borçtur. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişare edip, her
ikisinin de rızasıyla çocuğu memeden ayırmak isterlerse kendilerine bir günah
yoktur. Eğer çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi güzel
güzel verdikten sonra bunda da size bir günah yoktur. Bununla beraber Allah'tan
korkun ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görür.
233- Nikâh altında olsun, boşanmış olsun bütün
anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler, emzirmeleri gerekir, ilâhî hükme
göre annelerin durumu budur. Bu hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir. Şu
halde tam iki sene emzirme süresi, en çoğu olup, âyette açıklanacağı üzere bu
sürenin azaltılması caizdir. "Mevludünleh" yani çocuk kendisi için
doğmuş ve onun doğmasına sebeb ve nesebine sahip bulunmuş olan baba üzerine de,
o annelerin ücretleri başta olmak üzere yiyecekleri ve giyecekleri onlara
vaciptir. Fakat kayıtsız ve şartsız değil, mar'uf kadar, yani babanın imkanına
göre, iki tarafın durumuna uygun olarak bir hakimin uygun görebileceği ölçüde
vaciptir. Çünkü hiçbir kimse, gücünün yettiğinden başkasıyla yükümlü olmaz,
"teklîfi mâlâ yutak", insanı gücünün yetmediği şeylerle yükümlü
kılmak mümkün olsa da yapılmaz. İbn Kesir, Nafi'den Verş ve Yakup kırâetlerinde
"râ"nın şeddesi ve ötresi ile şeklinde; Ebu Ca'fer kırâetinde
şeddesiz olarak "râ"nın sükunu ile şeklinde, Aşere'nin kalanlarında
"râ"nın şeddesi ve fethi ile şeklinde okunur ki şeddelilerde dan ve
müfaale babandan malum veya meçhul nehy-i hazır, sakin okunan kırâette, den
meçhul nehiydir. Ne çocuğu yüzünden anneye, ne de çocuğu yüzünden babaya zarar
verilmeye kalkışılmaz. Zarar vermeye kalkışılmasın, hiçbirine zarar verilmesin.
"Zarara, zararla karşılık vermek yoktur".
Baba yaşıyorsa rızık ve elbise böyle, ölmesi
durumunda, varis üzerine de onun gibidir. Bu varis ya babanın varisi veya
çocuğun varisidir. Önce ölen babasına varis olan çocuğa, yeterli mal kalmış
ise, o rızık ve nafaka ona; kalmadığı takdirde de o çocuğa o sırada varis
olabilecek durumda bulunan "zi-rahim-i mahrem" yakınına (kendisine
nikahı haram olacak derecede yakın olan akrabasına) veya asabesine (baba
tarafından yakınlarına) vacip olur.
Şimdi ana ile baba iki seneden önce memeden
kesmek isterlerse ikisinin biri düşünüp, görüş alış verişinde bulunup hoşnut
olmaları şartıyla, ikisine de bunda bir günah yoktur. Ana ile baba birlikte
görüş alış verişinde bulunurlarken her halde yavrularının yararını gözetirler.
Böyle ikisinin görüş ve düşünceleri birleşip de hoşnut oldular mı, artık hata
ihtimali pek az olur. Olsa bile, iyi niyetle işin ehlinden ve yerinde meydana
gelen içtihattaki hata bağışlanmıştır. Fakat taraflar birbirleriyle görüş alış
verişinde bulunmazlar veya birinin rızası olmadan yapılmış olursa, günah olur.
İşte yukarda "emzirmeyi tamam yapmak isteyen kimse", bu görüş
alış-verişinde emzirmeyi kesmeye razı olmayandır.
Ey babalar! Bir de siz çocuğunuzu süt ana
tutup emzirtmek isterseniz vermek istediğiniz ücreti veya İbnü Kesir kırâetinde
medsiz (uzatmadan) okunduğuna göre İhsanı (ikramı) örfe uygun ve şer'an güzel
görülen bir tarzda güzelce teslim ettiğiniz takdirde, size bir günah yoktur.
Demek ki baba, çocuğuna süt ana tutup gerçek anneyi emzirmekten
alıkoyabilecektir. Fakat süt anayı memnun etmelidir ki çocuğa iyi baksın.
Dikkat ediniz, ve Allah'tan korkunuz ve biliniz ki her ne yaparsanız Allah onu
mutlaka bilir. Dolayısıyla size ona göre ceza veya mükafat verir.
Nikâh hükümleri boşamaya; boşama iddete ve
nikâhın sonucu olan doğuma, emzirmeye ve nafakaya; nafaka da "varise düşen
de aynen onun gibidir" fıkrasında ölüme ve en sonunda âhiret hükümlerine
ulaşmakla, şimdi de ölüm iddeti (kocası ölen kadının bekleyeceği süre) ve bu
nedenle yeniden bazı âdâb (edepler) ve nikâh hükümlerinin açıklanması için
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi:
234- İçinizden vefat edip de geride eşler
bırakan kimselerin hanımları, kendi başlarına dört ay on gün beklerler. İddet
(bekleme) sürelerini bitirdikleri zaman, artık kendileri hakkında meşru bir
şekilde yapacakları hareketten size bir günah yoktur. Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır.
235-Böyle kadınlara evlenme isteğinizi üstü
kapalı biçimde çıtlatmanızda veya gönlünüzde tutmanızda size bir vebal yoktur.
Allah biliyor ki siz onları mutlaka anacaksınız. Fakat meşru bir söz
söylemekten başka bir şekilde kendileriyle gizlice sözleşmeyin. Farz olan iddet
sona erinceye kadar da nikâh akdine azmetmeyin (kesin karar vermeyin). Bilin ki
Allah gönlünüzdekini bilir. Öyle ise O'nun azabından sakının. Yine bilin ki
Allah çok bağışlayıcıdır, çok yumuşaktır.
236-Eğer kadınları, kendilerine dokunmadan
veya onlara bir mehir takdir etmeden boşarsanız (bunda) size bir vebal yoktur.
Şu kadar ki onlara (mal verip) faydalandırın. Eli geniş olan hâline göre, eli
dar olan da haline göre ve güzellikle faydalandırmalıdır. Bu, iyilik yapanlar
üzerine bir borçtur.
237-Eğer onları, kendilerine dokunmadan önce
boşar ve mehri de kesmiş bulunursanız, o zaman borç, o kestiğiniz miktarın
yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdini elinde bulunduran kimse bağışlarsa
başka. Ey erkekler! sizin bağışlamanız ise takvaya daha yakındır. Aranızdaki
fazileti unutmayın şüphesiz ki Allah, her ne yaparsanız hakkiyle görür.
238-Namazlara ve orta namaza devam edin ve
Allah için boyun eğerek kalkıp namaza durun.
239-Eğer bir korku hâlindeyseniz, yaya veya
binekli olarak giderken kılın, (korkudan) emin olduğunuz zaman da böyle
bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı zikredin (namazlarınızı
yine her zamanki gibi huşû ile kılın).
234- Bilindiği gibi bu doğuşun bir de ölümü
vardır. İçinizden vefat edip de geriye eşler bırakan kimselerin hanımları da,
kendi başlarına dört ay on gün beklerler, diğerlerine nikâh edilmezler,
süslenmezler, görücüye çıkmazlar. Sonra bekleme sürelerinin sonuna erdikleri
zaman, artık kendi haklarında örfe göre, yani şeriatın reddetmeyeceği bir
şekilde yaptıkları hareketlerde, mesela süslenmek, evlenmeye namzed olacaklara
görünmek gibi iddet (bekleme süresi) içinde yasaklı bulundukları kadınlık
arzularını meşru şekilde açığa vurmalarında size bir günah yoktur. Gerek toplum
ve gerekse idareciler iddetten sonra bunları, bu gibi meşru hareketlerden
menetmeye kalkışmamalıdırlar.
İddetten sonra bunlar, tercih hakkına
sahiptirler. Ancak gayri meşru hareketler başka, o zaman iş değişir ve siz
gizli, açık, iyi, kötü her ne yaparsanız, Allah ondan haberdardır.
Amellerinizin iyisine iyi, kötüsüne kötü karşılık görürsünüz.
İddetin hikmeti, "Allah'ın, rahimlerinde
yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz." (Bakara, 2/228) âyeti
celilesinden açıkça anlaşıldığına göre, rahmin temizliğinin ortaya çıkmasıdır
ve bunda asıl olan da âdettir. Üç âdet, çoğunlukla üç ayda meydana gelebileceği
gibi, her kadın da âdet görür bir durumda olmaz. Boşanmada kadının âdet görüp
görmemesi de düşünmeye değer bir sebep olur. Bunun için boşanmada, âdet
görenlerin iddetinin "kurû'" (temizlik veya âdet hali) ile, âdetten
kesilmiş olanların da ona bedel aylar ile olması, sırf hikmet olur. Fakat ölüm,
herkes için eşit bir sebeptir. Bundan kaynaklanan ayrılıkta kadının âdet görüp
görmemesinin hiç hükmü yoktur. Bundan dolayı vefat iddetinin herkes için eşit
ve peşipeşine olması da sırf hikmettir. Âdetten kesilme gibi bunun üç ay ile
takdiri, bu eşitliğe yeterli değildir. Bütün âdet görenler açısından da
eşitliği temin için daha fazlasına lüzum olabilir. Aynı zamanda ölüm iddetinin,
boşanmadan daha fazla bir yas mânâsı taşıması da yaraşır. Kadın için nikâh
nimetinin yok oluşu, her halde sevinçle karşılanacak bir olay sayılmamalıdır.
Bununla beraber boşanmada teselli sebebi olacak bir nimet yönü de
düşünülmektedir. Ölüm ise, hiçbir kimse için ferahlık ve sevinç sebebi
değildir. Bunun tek tesellisi, "Biz Allah'ın kullarıyız ve gerçekten yine
ona döneceğiz." (Bakara, 2/156) imanıdır. Ölüm sebebiyle nikâh nimetinin
yok oluşu, hassasiyeti ince ve iffet endişesi daha fazla olan kadın için
boşanmadan daha çok bir yas sebebi olması gerekir. Bu hikmetlere dayanarak
denilebilir ki ölüm iddetinin aylarla takdiri, âdet görenlerle görmeyenler
hakkında eşitlik teminini ifade ettiği gibi; bunun dört ay on gün olması da
çoğunlukla üç ayın, üç âdete denk, geri kalan bir ay on gün de en azından
rahmin temizliğinin ortaya çıkması için bir ihtiyat ve durumu ortaya çıkarma
olmakla beraber, ölüme ait yas mânâsını ifade etmiş olma hikmetiyle de ilgili
görünmektedir. Bu müddetin, ceninin tam teşekkülü ve ruh üflenmesiyle ilgili
bulunduğu da Eb'ü'l-Âliye'den ve Hasan el-Basrî'den rivayet edilmiştir. Bununla
beraber bu iddet müddeti, Fıkıh bakımından "muallel" (bir sebebe
bağlanmış) değil müteabbed"dir (kulluk ve Allah'ın emri gereği
yapılacaktır).
235- Vefat iddeti bekleyen kadınlara, isteme
yani nikâh namzedliği cinsinden kinayeli sözler söylemenizde veya ne kinaye
yoluyla ne de doğrudan doğruya açıklamayıp, gönlünüzde gizlediğiniz arzu ve
nikâh fikrinde de size bir günah yoktur. Gönlünüzden geçirebilirsiniz, "ne
hoşsun, ne güzelsin, beğendim, iyi kadınsın"; hatta "evlenmek istiyorum"
gibi kinaye yoluyla ifade edebilirsiniz. "Seninle evlenmek istiyorum,
nikâhına talibim." gibi açıkça söylemeyerek kinaye ile anlatmak caizdir.
Allah müsaade etmiştir. Çünkü: Allah biliyor ki iddet bitince siz onları
anacaksınız, açıktan açığa nikâhlarına talip olacaksınız. Bundan dolayı iddet
içinde de düşünmenize veya sabretmeyip kinaye yoluyla arzularınızı açığa
vurmanıza izin vermiştir. Fakat bu izni görüp de onlarla bir sırra, yani cinsel
birleşmeye vaadleşmeyiniz. Ancak güzel ve meşru bir söz söylemeniz, yani kinaye
ile istemeniz veya diğer meşru konular hakkında konuşmanız başka. Farz olan
iddet, sona erinceye kadar nikâh düğümünü pekiştirmeyiniz. Yani nikâh akdini
iddet çıkmadan yapma azminde bulunmayınız. İddet içinde nikâh haramdır,
yapmayınız. Ve biliniz ki her halde Allah, gönlünüzdekini bilir. Bundan dolayı
öyle harama azmedip, karar vermekten sakınınız. Fakat iddetten sonra nikaha,
iddet içinde niyet "veya gönlünüzde gizlemenizde bir sakınca yoktur, Allah
biliyor ki (siz onları anacaksınız). " ifadesi gereğince helâldir. Şunu da
biliniz ki, her halde Allah'ın bağışlaması ve hilmi (yumuşak muamelesi) çoktur.
Eğer öyle olmasaydı yukardaki şekilde kinaye ile anlatmaya izin vermezdi. İddet
beklemekte olan bir kadına kinâye ile namzedlik ve hatta susup gönül bağlamak
bile bir çeşit kusur, bir sabırsızlık olduğu halde, iddetten sonrasına ait olan
samimiyet ve menfaatinizi gözeterek onlara müsaade etmiştir. Bunlardan
anlaşılır ki kocalı veya ric'î talâk (dönüş yapılabilecek bir boşama) ile
boşanmış bulunan kadınlara gerek açıktan ve gerekse üstü kapalı olarak hiçbir
şekilde söz atmak caiz değildir. Ölüm iddeti beklemekte olan kadınlara üstü
kapalı olarak evlenme teklifi caiz olmakla beraber; bütün iddet bekleyen
kadınların ve kocalı kadınların, evlenme teklifi yapacak bir durumda
bulunmaktan kaçınmaları vacibdir. Aksi takdirde dulların hukukuna tecavüzle
zulmetmiş ve kendilerini de tehlike ile karşı karşıya bırakmış olurlar.
Boşama ve iddet meseleleri, böyle evlenme arz
ve talebi ile ilgili, ince bir takım sosyal vazife ve adaba dayalı olunca,
hukuk bakımından da bazı açıklamalara ihtiyaç duyulur. Nikâhlı kadınlar ilk
plânda iki kısımdır: Mehir takdir edilmiş olan, olmayan. Bunlardan herbiri de
iki kısımdır: Nikahtan sonra gerdeğe girilmiş olan, olmayan. Buna göre boşanmış
kadınlar da bu şekilde dört kısımdır: Birincisi kendisiyle zifafa girilmiş ve
mehir takdir edilmiş olan ki bunların hükmü yukarıda anlatılmış; boşama üzerine
haksızlıkla hiç bir şey alınmayıp, mehirlerinin tam olarak ödenmesi ve üç
"kur' " (âdet veya temizlik süresi) kadar iddet beklemeleri gerektiği
açıklanmıştı. İkincisi kendisiyle zifafa girilmiş olup mehri takdir edilmemiş
bulunandır. Bunlara da aynı şekilde, "Erkeklerin kadınlar üzerindeki meşru
hakları gibi, kadınların da hakları vardır." (Bakara, 2/228) âyeti
kerimesi gereğince mehr-i misil (emsaline ödenen mehir miktarı) gerektiği
bildirilmiştir ki bununla ilgili daha bazı açıklamalar gelecektir. Üçüncüsü,
kendisiyle zifafa girilmemiş ve mehir de kesilmemiş olan; dördüncüsü de kendisiyle
zifafa girilmemiş, fakat mehir kesilmiş bulunandır ki bu ikisi de aşağıda
gelecek iki âyet ile, bir de Ahzâb Sûresinde: "Sizin için (dokunmadan
boşadığınız) kadınlar hakkında sayacağınız bir iddet yoktur." (Ahzab,
33/49) âyetiyle açıklanacaktır. Şöyle ki:
236-Mehirsiz nikâh veya zifafa girmeden önce
boşamak caiz olabilir mi? Çok bağışlayıcı ve yumuşak muamele edici olan Allah
Teâlâ nezdinde bunların hükmü nedir denirse, (Hamza, Kisâî ve Halefü'l-Âşir
kırâetlerinde eklindedir. Nikâhlınız olan kadınlara ne temas, ne de onlar için
nikâhta farz olan bir mehir takdir edip söylemediğiniz; yani ne zifaf, ne de
mehir takdiri, hiç birini yapmadığınız müddetçe onları boşamanız caizdir. Sırf
bundan dolayı size bir günah yoktur. Mehri söylemeden nikâh sahih olabileceği
gibi, zifaftan önce boşamak da caiz ve geçerli olur. Fakat buna da dînî bir
vecibe gerekli olur: Bundan dolayı onlara meşru şekilde bir mal verip
yararlandırınız; öyle ki bu mal, durumu geniş olana kudretince, dar olana da
kudretince olsun. Bunu bahşetmek, iyilere gerçekten vacibdir. İsterse mehir
söylenmemiş bulunsun, her nikâhın kadına mali bir menfaatle sonuçlanması
gerekir. Mehir söylenmeden nikâhın sahih olması, mutlak olarak hiç bir şey
lazım gelmez demek değildir. O zaman, "Erkeklerin kadınlar üzerindeki
meşru hakları gibi kadınların da hakları vardır." (Bakara, 2/228) âyeti
mânâsız kalmış olurdu. Buna göre mehir kararlaştırılmadığı halde zifafa
girilmiş olsaydı mehr-i misil gerekecekti. Zifaftan önce boşanmış olunca bu
mahrumiyete karşılık bir bağış olsun verilmesi gerekir. Bu da fıkıhta
açıklandığı üzere en az baştan başa bir kat elbisedir ki bunun da en az ölçüsü
bir baş örtüsü, bir entari, bir çarşaf veya bunların bedelidir.
Ensardan bir zat, bir hanifiyye ile (İslâmdan
önce Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in dininden olan bir kadını)
mehir takdir etmeksizin evlenmiş, sonra da henüz gerdeğe girmeden boşamıştı. Bu
âyet, bunun hakkında inmiş ve Resulullah (s.a.v.) buna, "Külahını satarak
bile olsa o kadına bir mal (bağış) ver!" buyurmuştur.
KADERUHU : Nafi, İbnü Kesir, Ebu Amr, İbn
Amir'den Hişam, Asımdan Ebu Bekir Şu'be, Yakub kırâetlerinde "dal"in
sükunu ile şeklinde, geri kalanlarda fethasiyle okunur.
CÜNÂH : Aslında bir şeyi basıp meylettiren
ağırlık demek olup zorluk, sıkıntı ve genel olarak günah ve vebal mânâsına da
gelir ki "günah" kelimesinin aslı budur.
KADINA MESS: Temas, dilimizde dokunmak
dediğimiz gibi cinsel ilişkiden kinayedir. Bu bir sır olduğundan açık delili
bulunan halvet-i sahiha ile, yani engelden uzak olarak tenhaca beraber
bulunmakla bilinir ve buna duhul (gerdeğe girme) denir. Bu şekilde gerdeğe
girmeden önceki boşamada mehir kararlaştırılmamış bulunduğu takdirde talak-i
bâin (yeni bir nikâh olmadan kadının tekrar alınamayacağı boşama) meydana gelir
ve kadına bir mal verilmesi gerekir.
237- Ve eğer onlara dokunmadan önce boşar, ve
bir mehir takdir edip kararlaştırmış bulunursanız , borcunuz, takdir ettiğiniz
kararlaştırılmış olan mehrin yarısıdır. Ancak o kadınlar bunu bağışlayıp
düşürürlerse veya nikâh düğümü elinde olan, akdedilmiş nikâha ve onu çözmek
hakkına sahip bulunan kimse, yani boşayan koca fazlasını verirse o başka.
Burada bu ifade ile muhataptan gıyaba iltifat olunması (ikinci şahıstan üçüncü
şahsa dönülmesi) bu özellikle fazla teşvik içindir. Rivayet edilmiştir ki
ashabdan Cübeyr b. Mut'ım hazretleri böyle tamamını vermiş: "Ben
bağışlamaya daha layıkım." demiştir. (Allah ondan razı olsun). Bununla
beraber ilk bakışta bu kimseden maksat veli gibi görünür, veya kadın küçük
olduğundan dolayı evlendirme yetkisine sahip olan velisi o yarıyı affetmiş
bulunsun demek olur. Fakat önceki mânâyı desteklemek üzere buyuruluyor ki: Ve
affetmeniz (bağışlamanız) takvaya daha yakındır. Belli ki küçük bir kızın
hakkını düşürmekte bir takva ilgisi bulunamayacağından bunun mânâsı şudur:
Kadının affetmesinden, sizin fazla vermeniz takvaya daha yakındır. Aranızda
iyiliği de unutmayın, birbirinize karşı iyilik ve faziletle muamele etmeyi
elden bırakmayın. "Erkekler için kadınlar üzerinde fazla bir derece
vardır." (Bakara, 2/228) âyetinin mânâsını hatırdan çıkarmayın. Çünkü her
ne yaparsanız Allah onu görür. Yaptığınız iyilik ve ikramı zayi etmez. Kadın
affederse bu fazileti o elde etmiş olur; erkek fazlasıyla tamamını verirse,
iyilik ve üstünlüğünü ispat etmiş bulunur. Bu bakımdan evlenme, boşama ve mal
derdiyle dünyaya dalıp iyilik ve fazileti unutmamalıdır.
238- Böyle olabilmek için de bilinen namazları
ve hele orta namazı üstlerine düşerek muhafaza ediniz. Her birini dikkatle
gözetip vaktinde eksiksiz olarak yerine getirmeye devam ediniz. Ve Allah için
ayağa kalkıp divan durunuz, yani Allah için kalkıp, önünüze bakarak, ellerinizi
güzel bir şekilde tutup oynatmayarak sessiz ve sakin ve bir boyun eğme tavrı
içinde Allah diyerek namaza durunuz.
KUNUT: Bir şeye öyle devam edip durmaktır ki
taat, huşu, sukünet ve ayakta durmak mânâlarını içerir ve dilimizde buna
"divan durmak" denir. Bunun için kunut taattir, kunut uzun süre
ayakta durmaktır, kunut susmaktır; kunut huşu ve tevazu kanatlarını indirmek ve
azaların sükuna kavuşmasıdır diye çeşitli bakımlardan tarif edilmiştir. Bir
hadisi şerifte "Namazın en faziletlisi kunutu (kıyamı) uzun olandır."
buyurulmuştur ki kıyam demektir. Buna göre namazda kıyam ve kırâeti, duayı veya
huşû ve süküneti uzatmaya da kunut denir. Nitekim, "Hazreti Peygamber bir
ay kunut yaptı, bunda Arap kabilelerinden biri aleyhine dua ederdi." diye
rivayet olunan Peygamber fiilinde kunut, duaya kıyamı (dua için ayakta durmayı)
uzatmak demektir. İşte bu "Allah için kunut yaparak ayakta durunuz."
emriyle namazda özellikle Allah için niyetin ve iftitah (başlangıç) tekbirinin,
kıyamın ve huşû ile dünya kelâmından sükut etmenin farz oluşu anlatılmıştır. Bu
şekilde kıyam (ayakta duruş) namazın ilk rüknüdür (temelidir).
"Okuyunuz", "Rüku ediniz", "Secde ediniz"
emirleri gereğince kırâet, rükû, secdeler, kâde (oturma), sıralamada bundan
sonradır. Her namazda önce divan durmak vardır. Bu sebeple namaz aslında bir
kunuttur. Fakat vitir namazı gibi bazı namazlarda kıyam (ayakta durma)
esnasında bir tekbir ile daha dua için kıyamı uzatmaya da özel mânâsıyla kunut
denir ki kunut içinde kunut demek olur. Bundan dolayı, "kânitîn"
namaz kılanlar, huşû içinde bulunanlar, susanlar demek olur. Asıl kıyam,
"Allah için ayakta durun." ifadesinden açıkça anlaşıldığı için
"kunut yaparak" ifadesi, daha çok Allah'ın zikri ile durup huşû ile
susmak mânâsına yorumlanmıştır. Ebu Amr eş-Şeybanî'den rivayet edilmiştir ki:
"Biz başlangıçta Resulullah zamanında namazda konuşurduk. Allah için kunut
yaparak ayakta durun." âyeti indi, bize susmak emredildi." demiştir.
Abdullah b. Mes'ud da demiştir ki: Biz Habeşistan'a gitmeden önce Hz.
Peygamber'e namazda olduğu halde selâm verirdik, O da bize karşılık verirdi.
Habeşistan'dan geldiğimde selâm verdim, karşılık vermedi, sonra bunu kendisine
arz ettim. "Cenab-ı Allah dilediği emri yaratır, namazda konuşmamanızı da
kesinlikle emretti." buyurdu. Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilmiştir ki:
Bir adam Hz. Peygambere namazda selâm verdi. O da işaretle aldı. Selâm
verdikten sonra buyurdu ki: "Biz namazda selâm alırdık, ama ondan
menedildik. Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî hadisinde de Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur ki: "Bizim şu namazımız yok mu, bunda insan kelâmından hiç bir
şey yaraşmaz. O tesbih, tekbir ve Kur'an kırâetidir. Bu âyetin inişinden sonra ashab-ı
kiramdan her hangi birisi, namaza durduğu zaman, Allah korkusu ile uzağa
bakmaktan, sağa sola dönmekten, bir çakılı itmekten, gönlünde dünya işleriyle
ilgili bir kuruntu yapmaktan sakınırdı.
Kelimesinde, elif-lâm ahdi harici içindir ki
maksat, günde beş vakit bilinen farz namazlardır. Bu ahd olmasaydı, bilinen
bütün namazların farz olması gerekecekti ki buna güç yetmezdi.
VUSTÂ : Evsat ın müennesi (dişili) olarak
ism-i tafdildir ki orta veya en faziletli demektir. Bunun için salat-ı vüstâ
anlam itibarıyla orta namaz veya efdal (en faziletli) namazdır diye ancak iki
görüş vardır. İsm-i tafdil, fazlalık ve eksikliği kabul eden şeylerden
yapıldığı cihetle "mevt (ölüm)"ten "emvet (daha çok ölüm)"
denmediği gibi; bir şeyin vasat (orta) olması da fazlalık ve eksikliği kabul
etmeyeceği için, "evsat" ve "vustâ" kelimesinin tafdil
mânâsında kullanılmasının doğru olmayacağı ve bu bakımdan "evsat" en
hayırlı, en mütedil demek olup, salatı vüstanın da "efdal namaz" (en faziletli
namaz) mânâsına olması gerekeceği de hatırlatılmıştır. Bununla beraber ism-i
tafdilin, fiilin asıl mânâsına gelmesi de inkâr edilemeyeceği gibi, tavassutun
(ortada olmanın) izafî veya hakikîsini düşünmek de mümkündür. Şu halde salât-ı
vustâ "namazların en ortası" veya "ortası" demek de olabilir.
İşin aslına gelince, atıf, tegayür (başkalık)
gerektireceğinden "orta namaz", "essalevat"tan yani bilinen
namazlardan başka bir namaz gibi görünürse de aslında "namaz",
"namazlar" da dahil olduğundan bu atfın, fazla itina göstermek için
hassı âmma (özel olanı, genel olana) atıf cinsinden bulunduğu en küçük bir
düşünce ile anlaşılır ki genel olarak tefsircilerin rivayetleri de böyledir. Şu
halde bu atıf, "ve melâiketihî ve Cebrail" (Allah'ın melekleri ve
Cebrail) diye meleklere Cebrail'i atıf gibidir ve farz namazlar içinde salat-ı
vüstâ (orta namaz) melekler içinde Cebrail'e benzer. Acaba bu hangi namazdır?
Bunu kesin bir şekilde tayin etmek mümkün değildir. Tabiin'in büyüklerinden
Said b. Müseyyeb hazretleri, salat-ı vüstâ hakkında Resullullah'ın ashabı
şöyleydi, demiş ve parmaklarını birbirine geçirmiştir. Bu konudaki görüşlerin
özeti şöyledir:
1- Bu, ikindi namazıdır. Bu görüş, Hz.
Ali'den, İbnü Mes'ud'dan, Ebu Ey-yub'dan, bir rivayette İbnü Ömer'den, Semre b.
Cündeb'den, Ebu Hüreyre'den, Utayye rivayetinde İbnü Abbas'tan, Ebu Said
el-Hudri'den, bir rivayette Hz. Âişe'den, Hz. Hafsa'dan (R. anhüm), birçok
tabiînden, İmamı Azam Ebu Hanife'den, bir kavlinde İmam Şafiî'den, Ahmet b.
Hanbel'den ve Malik'in bazı arkadaşlarından rivayet edilmiştir ki Resulullah
Efendimiz "Ahzab" savaşı günü, "Bizi, orta namazı olan ikindi
namazından meşgul ettiler. Allah kalblerine ve evlerine ateş doldursun."
buyurmuştur. Çünkü düşmanların savaş için hücumlarından dolayı "korku
namazı" şeklinde olsun vaktinde kılamamışlar, güneşin batışından sonra
kılmışlardı. Hz. Ali de "Biz orta namazı sabah namazı zannederdik. Nihayet
Resulullah söyledi de bunun ikindi namazı olduğunu öğrendik." demiştir.
Ebu Malik Eş'ari ve Semre b. Cündeb hazretleri de Resulullah'ın, "Orta
namaz, ikindi namazıdır." buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Bunun sebebi ve
hikmeti olarak denilmiştir ki ikindi namazı vakti, herkesin ticaret ve geçim
için en çok meşgul oldukları bir vakittir. Gece ve gündüz meleklerinin toplanma
zamanıdır. Bir de şer'î günle, iki gündüz iki gece namazlarının ortasındadır.
Bu bakımdan her iki mânâsıyla ortadır.
2-Sabah namazıdır. Bu da Hazreti Ömer'den, bir
rivayette Hz. Ali'den, Ebu Musa, Muaz, Cabir, Ebu Ümame ve bir rivayette İbnü
Ömer hazretlerinden ve Mücahid'den ve İmam Malik'ten ve bir kavilde İmam
Şafiî'den rivayet edilmiştir. Bunun hakkında da Resullullah'ın, bir gün sabah
namazını kılıp rukudan önce kunut da yaptığı, elini kaldırıp dua ettiği ve
sonunda: "İşte bu, içersinde kunut yaparak (boyun eğerek) kılmamız
emredilen orta namazıdır." buyurduğu Ebu Reca Utaridî hazretlerinden
rivayet edilmiş ve Fahreddin Razî, tefsirinde daha çok buna atıfta bulunup
delil getirmiştir.
3-Öğle namazıdır. Bu da İbn Ömer, Zeyd, Üsame,
Ebu Said, Aişe hazretlerinden ve bir rivayette İmam-ı Azam'dan rivayet
edilmiştir. Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle rivayet etmiştir ki: "Hazreti
Peygamber, öğle sıcağında namaz kılar, insanlar da kendilerini sıcaktan
koruyacak barınaklarında bulunurlar, Cemaate gelmezlerdi. Resulullah, bu
hususta söylendi. Cenab-ı Allah: 'orta namazı' âyetini indirdi ki maksat öğle
namazıdır." Yine rivayet olunmuştur ki o zaman öğleyin Hz. Peygamberin
arkasında ancak bir iki saf cemaat bulunurdu. Resulullah: "Vallahi şu
namaza gelmeyen kavmin üzerlerine evlerini yakayım, diye gönlüme geldi.
buyurmuş, bunun üzerine bu âyet inmiştir; bir de öğle namazı, Resulullah'ın ilk
defa Cebrail'in imamlığı ile kıldığı ilk namazdır. Bundan başka cuma namazı bu
vakittedir. Bunun fazileti ise bilinmektedir.
4- Akşam namazıdır. Bu da Ebu Ubeyde
es-Selmanî ve Kubeysa b. Züveyb (r. anhüma)dan rivayet edilmiştir. Çünkü bu
namaz, ikâmet halinde ve yolculukta hep üç rekat olarak sabittir.
5- Yatsı namazı olduğu da bazı zatlardan
nakledilmiştir.
6- Beş vakit namazın tamamıdır ki Muâz b.
Cebel (r.a.) bu görüştedir. Gerçekte namaz, imanın aslı ile diğer ameller
arasında ortada bulunan bir ibadettir. Bu itibarla "vüstâ" (orta
oluşu) sıfat-ı kâşifedir (açıklayıcı bir sıfattır). Diğer taraftan namazda
tertip sahibi olmanın, daha faziletli olduğunda söz yoktur. Bu ise, her gün beş
vakit namazın tamamı itibariyledir.
7- Beş vakit namazdan, belirsiz olarak bir
tanesidir. Tabiînin büyüklerinden Said b. Müseyyeb ve Ebu Bekir Varrak bu
görüşe sahip olmuşlardır. Cenab-ı Allah, Ramazan ayında kadir gecesini, Esmâ-i
Hüsnâ'sında (en güzel isimleri içersinde) İsm-i Azam'ını (en büyük ismini),
cuma gününde icabet saatini gizlediği gibi; namazlar içinde de orta namazını
gizlemiş ve bununla beraber muhafazasını emretmiştir ki; namazların hepsine
devam ve muhafazasına itina gösterilsin.
Böyle olduğunu Nafi, İbn Ömer'den rivayet
etmiş, Rebi' b. Heysem de bu görüşe sahip olmuştur. Bir de bu âyet önce,
"orta namazını, ikindi namazını..." diye inmişti. Hz. Hafsa'nın,
kölesine yazdırdığı ve bu âyete gelince özellikle imla suretiyle yazdırdığı
mushafta ve yine Hz. Aişe'nin mushafında böyle ve bir rivayette: "o ikindi
namazıdır" şeklinde olduğu, fakat bunun daha sonra neshedilip (kaldırılıp)
yalnız, kırâetınin kaldığı mütevatir kırâetlerle sabit ve Bera' b. Âzib
hazretlerinden de özellikle rivayet edilmiş bulunduğu cihetle anlaşılıyor ki bu
önce ikindi namazı olmak üzere tayin edilmiş olduğu halde, daha sonra tayini
neshedilip kapalı bırakılmıştır. Tefsirci Kurtubî demiştir ki, sahih olan
budur; çünkü deliller, birbirine zıt ve tercih şekli de yoktur.
Meşhur olan görüşler bunlardır. Bunlardan
başka:
8- Cuma günü cuma namazı, diğer günlerde öğle
namazıdır. Bu da Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.
9- Yatsı ve sabah namazlarıdır ki Ebu
Hayyan'ın anlattığına göre Hz. Ömer ve Hz. Osman bu görüşe sahiptirler.
10- Sabah ve ikindi namazlarıdır ki Malikî
fıkıhçılarından Ebu Bekir Ebherî'nin görüşüdür.
11- Özellikle cuma namazıdır.
12- Farz namazların hepsinde cemaattir.
13- Korku namazıdır.
14- Vitir namazıdır. Ebu'l-Hasan Ali b.
Muhammed es-Sehâvî bunu tercih etmiştir.
15- Kurban bayramı namazıdır.
16- Ramazan bayramı namazıdır.
17- Kuşluk namazıdır.
Tefsirci Ebu Hayyan Endelûsî, bunları
özetleyerek der ki: "Bu görüşlerden her biri söylediği namazın fazileti
hakkında vârid olan hadislerle, bir de bazısının, şu ve şu arasında ortada
bulunmasıyla tercih edilmesi istenilmiştir. Halbuki bu bir delil değildir.
Belirli bir namazın özel bir faziletinin bulunması; ne hepsinden faziletli
olmasına, ne de orta namazdan Allah'ın muradının, o namaz olduğuna delâlet
etmez. Bütün bu rivayetler arasında itimada en uygun olan görüş; Hz.
Peygamberin salat-ı asır (ikindi namazı) diye açıklamasıdır..."
İbn Cerir Taberî de tefsirinde bunu doğru
göstermiştir. Hanefîlerin de en çok taraftar olduğu görüş budur. Böyle olmakla
beraber, bu kadar ihtilaf içinde bunun kesin bir tefsir olduğu iddia edilemez.
Çünkü âyetten "salâtü'l-asr" (ikindi namazı) açıklamasının,
okunuşunun neshedilmiş olarak kalması, belirleme hükmünün kaldırılmış olmasına
yorumlanır. Yalnız okunuşun neshedilmiş olması, orta namazın bilinmesinin, beş
vakit namaz gibi yerleşip tevatürle bilinmesine ve tayin edilmiş olmasına
bağlıdır. Halbuki görüldüğü üzere beş vakit namaz, kesin olarak bilindiği halde
bu öyle değildir. Bu ancak genel anlamı ile bilinmektedir. Gerçi
"Ahzab" günü (Hendek savaşı günü) hadisi, en kuvvetli bir
açıklamadır. Fakat bunun, o günkü ikindi namazına mahsus olması da muhtemeldir.
Çünkü en çok engelle karşılaşan o olmuştur. Ve çok meşguliyet hikmetine
bakılarak orta namazın, çoğunlukla ikindi namazı olduğunun söylenmesi,
insanların çoğu için ikindi namazının, meşguliyetin çok olduğu bir zamana
rastlamış olmasından ve böylece ortada kalmasındandır. Halbuki genel duruma
bakılırsa, meşguliyetin çokluğu ve engeller, diğer namazlara da rastlayabilir.
Bu bakımdan denilebilir ki her şahıs için engellerin çokluğu sebebiyle
kılınması zor ve en çok ortada kalıp geçmesi muhtemel olan namaz hangisi ise,
onun hakkında namazların en faziletlisi ve orta namazı da odur. Ve yukarıdaki
şekilde her namaz hakkında rivayet bulunması, bu şekilde izah edilebilir ve ilk
inişteki "salâti'l-asr" (ikindi namazı) açıklamasının, neshedilmiş
bulunması da bunu teyid etmektedir. O halde orta namazı hakkında en sahih ve en
itidalli söz, beş vakit namazdan herhangi birisinin olmasıdır.
239- Bütün namazlara itina gösterilmesini
temin için, orta namazı kesin olarak tayin edilmemiş, ancak açık ve kesin
buyurulmuştur ki:
Namazların hepsini ve hele orta namazı
muhafaza ediniz ve Allah için kalkıp divana durunuz, eğer korkarsanız; düşman
veya yırtıcı hayvan gibi bir sebepten ötürü şiddetli bir korkuya düşerseniz,
yaya veya binekli, nasıl durabilirseniz öyle kılınız. Yani durum neyi
gerektiriyorsa ona göre nasıl ve ne tarafa durmak mümkünse öylece, isterse
hayvan üzerinde ima ile olsun tek başınıza kılınız ve her halde mümkün olduğu kadar
kılınız, terk etmeyiniz.
Bu şekilde gelişine göre namaza, "korku
namazı" denir ki en şiddetli korku zamanındadır. Korku namazının, cemaatle
kılınabilen diğer bir şekli vardır ki Nisâ sûresinde gelecektir. Onda korku,
bundan azdır. Fakat düşmanla fiilen savaş sırasında bunların hiçbiri yapılamaz;
hareket namazı bozduğundan, o zaman namazı kazaya bırakmak zorunlu olur.
Nitekim Hendek savaşında "Ahzab" günü güneş batıncaya kadar böyle
olmuş da Resulullah: "Bizi orta namazı olan ikindi namazından meşgul ettiler..."
buyurmuş, dört namazı kazaya bırakmış ve güneş battıktan sonra sırasıyla kaza
etmişti.
Artık korkuyu atıp emniyet ve selâmete
çıktınız mı, size o bilmediğiniz hükümleri ve bu arada namazın hükümlerini
nasıl öğrettiyse, öylece Allah'ı zikrediniz, namazlarınızı yine tam olarak
kılınız ve diğer hükümlerini de yerine getiriniz ki şükretmiş olasınız. O
hükümler içinde namazlara devam, bu üstünlük ve fazileti unutturmaz. Demek ki
namazlar içinde orta namazı nasılsa, bütün şer'î hükümler içinde namazlar da
öyledir ve bunu anlatmak için nikâh ve boşama meseleleri henüz bitmeden arada
özellikle bu emirler verilmiştir. Ölümün ve boşamanın bahis konusu olduğu ve
olacağı bir sırada fazilete sevk ve namazı emretmek ve korku ve güvence ile
cihadı hatırlatmak ne kadar beliğ (belagatlı)dir! Bu uyanışla o hükümlerin geri
kalan kısmını dinleyiniz:
Meâl-i Şerifi:
240-İçinizden hanımlarını geride bırakarak
vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın
kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Bununla birlikte eğer kendileri
çıkarlarsa, kendi haklarında yaptıkları meşru bir hareketten dolayı size bir
sorumluluk yoktur. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
241- Boşanmış kadınlar için de meşru ve
geleneğe uygun şekilde bir meta'(intifa hakkı) vardır ki verilmesi, Allah'tan
korkanlar üzerine bir borçtur.
242-İşte akıllarınız ersin diye, Allah size
âyetlerini böylece açıklıyor.
240- KIRÂET: Ebu Amr, İbnü Âmir, Hafs
rivayetiyle Âsım ve Hamza kırâetlerinde mansub şeklinde, diğerlerinde ise merfu
şeklinde okunur. Abdullah b. Mes'ud kırâetinde de şeklindeydi.
Tefsircilerin büyük çoğunluğu bu, âyetinin
inişinin, evvelki âyetten daha önce olduğunu, fakat okunuşta geri bırakıldığını
söylemişlerdir. Bununla beraber tarih açıklanmış değildir. Önceki iddet, bu da
nafaka içindir.
Yine içinizden vefat edip de acıklı hanımlar
bırakanlar, eşleri için senesine kadar evden çıkarılmayarak geçinecekleri bir
malı vasiyet edip bırakırlar. Bunların, hanımları için böyle bir vasiyet hükmü
vardır ki vasiyet yapılmasa bile hüküm verilir. Bunun üzerine o hanımlar,
kendiliklerinden çıkarlarsa, o zaman kendi haklarında meşru bir şekilde
yaptıkları hareketlerde size bir günah yoktur. Nafaka haklarını, kendileri
düşürmüş olurlar. Allah azizdir, hakimdir (çok güçlüdür, hüküm ve hikmet
sahibidir); meşru olanın aksine hareket edenleri veya meşru olan harekete
müdahale edenleri hesaba çeker.
Burada nekre (belirsiz) olarak
"ma'ruf", öncekinde (belirli bir kelime olarak)
"bi'l-ma'ruf" buyurulması; bunun inişinin önce, öbürünün inişinin ise
daha sonra bulunmasından dolayı olduğunu tefsirciler açıklıyorlar. Çıkış
halinde günahın olmayışı gösterir ki bu bir sene tamamen iddet değildir. Çünkü
iddet olsaydı, çıkışları günah olurdu. Şu halde bu âyet, birincisinden inişte
de önce olsaydı, dört ay on gün iddet müddetiyle çelişkili olmazdı. O halde önce
olduğundan dolayı nafakaya ait olan bu müddetin, iddet müddetiyle neshedilmiş
veya tahsis edilmiş olması gerekmezdi. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki bu
bir sene kadar intifa hakkı, vasiyet veya vasiyet hükmünde olarak sabittir.
Halbuki ileride görüleceği üzere karı da kocasına dörtte bir veya sekizde bir
hisse ile varis olacaktır. Bu şekilde miras âyetlerinin inişinden sonra varise
vasiyet neshedilmiş (kaldırılmış) olduğundan, bu vasiyet de neshedilmiştir.
Bundan dolayı kocası vefat eden eşlere kendi miras paylarından başka bir de
nafaka vacib değildir. Bu âyet, İslâm'ın başlangıcında karıya miras yokken
inmiş ve daha sonra miras ile hükmü kaldırılmıştır. Ve bu hükmün kaldırılması,
karının aleyhine değil, lehine (yararına) olmuştur. Bir sene de iddet mânâsı
düşünenler, bu neshin, sonradan inen iddet âyetiyle olduğunu da söylemişlerdir.
Demek ki her iki takdirde neshedilmiştir. Ancak Mücahid'den mesken hakkında
neshedilmediğine dair ayrı bir görüş vardır. İmam Şafiî de o görüşü
benimseyerek, bunlara nafaka yoktur, fakat bir sene meskende oturma hakkı
vardır demiştir. Mesken de nafakadan sayıldığı için, bu düşünce rivayet ve
dirayet bakımından zayıftır.
241- Kocası vefat edenlerin nafakaları böyle.
Bu açıklamanın sonunu, baş tarafına bağlamak için bu hususta ilk bahis konusu
olan boşanmış kadınlara gelince: Boşanmış kadınlar için de şer'î bakımdan ve
gelenekler açısından uygun şekilde bir mal, bir intifa hakkı (faydalanma hakkı)
vardır ki, verilmesi, Allah'tan korkanlara, takvanın en geniş mânâsıyla müminlere
vacibdir. Koca onu vermeli; vermezse, müslümanların hakimleri alıvermelidir. Bu
mal, gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bir
bağıştır (müt'adır). Fakat müt'a, yukarda geçmiş bulunduğundan burada asıl
konunun iddet nafakası olacağı açıktır. Bunun geleneklere uygun olanı da
kocanın gücüne göre, karının durumuna uygun olmasıdır. "Hiç bir kimse,
gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef tutulmaz." (Bakara, 2/233),
"Eli geniş olan kendi gücüne göre, eli dar olan da kendi gücüne göre"
(Bakara, 2/236).
242- İşte böyle Allah, hükümlerine delil olan
âyetlerini size açıklıyor ki, aklınız ersin, akıl ve anlayış sahibi olasınız.
Allah'ın hükümlerini güzelce anlayıp lâyıkıyla tatbik edesiniz de
"ölüm" denince, akıllarını kaçıranlar gibi olmayasınız:
Meâl-i Şerifi
243- Görmedin mi o kimseleri ki kendileri
binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıktılar. Allah da kendilerine
"ölün!" dedi, sonra da onlara bir hayat verdi. Şüphesiz ki Allah,
insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Fakat insanların pek çokları şükretmezler.
Çoğunlukla taaccüb ve takrir için kullanılır
ki dilimizde "görmedin mi" ifadesi de böyledir. Rü'yet (görme) de
gözle veya kalble olur. İkisi de ile sılalanmaz (ulanıp bağlanmaz). Bundan
dolayı
243- denildiği zaman bakmak veya ulaşmak
mânâsını ifade eder ki, "Bakıp görmedin mi? Görmüş gibi bilmedin mi?
İlmin, bu bilinen şeye daha yetişmedi mi? Ne garip. Hayır, sen onu
bilirsin." yahut "Haberin yok mu baksana ne acayip!" demek olur.
Görmedin mi? Haberin yok mu? Ne acayip,
baksana şunlara ki, binlerce kişi oldukları halde ölümden kaçınmak için
yurtlarından çıktılar. Allah da onlara "ölün!" dedi sonra bunlara
yeniden hayat verdi. Öldükten sora dirilmeye erdiler. Ölmeyelim diye kaçtıkları
zaman korktukları başlarına geldi, öldüler fakat ölüm içine düşüp âdete göre
"öldük!" dedikleri bir anda akla ve hayale gelmez bir şekilde tekrar
hayat buldular. Demek ki Allah'ın hükmünden kaçılmaz ve hiç bir zaman Allah'tan
ümit de kesilmez. Rivayet olunmuş ki vaktiyle Irak'ta Vasıt tarafında
(Dâverdân) denilen bir kasaba varmış. Orada veba hastalığı ortaya çıkmış, halk
bundan kaçmak için memleketlerinden çıkmışlar fakat hep telef olmuşlar, sonra
Allah yine hayat vermiş. Bir de İsrail oğullarından, kendilerine cihad
emredilmiş olan bir kavim savaştan korkup vatanlarından çıkmışlar, kaçmışlar.
Fakat yine ölmüşler, perişan olmuşlar. Nihayet Allah, onlara tekrar hayat
vermiş, Allah yolunda savaşmalarını emretmiş. Bir gün Hz. Ömer namaz kılarken
geride iki yahudi varmış. Hz. Ömer rükûa varırken hava yapar, yani rükûda
kollarını bögürlerine kısmayıp serbest ve aralıklı tutarak dizlerine kor ve
karnını çekkin tutar ve bu şekilde rükûda mertçe ve güçlü bir vaziyet alırmış.
Bunu gören yahudilerin biri, diğerine "Bu o mu?" der. Hz. Ömer,
namazı bitirince birisinin "Bu o mu?" dediğini söylemiş. Yahudiler:
"Biz kitabımızda Allah'ın izniyle ölüleri dirilten Hazkil'in verdiğini
verecek demirden bir boynuz (karn) buluyoruz demişler. Ömer'in: "Biz
kitabımızda Hazkil ve İsa'dan başka Allah'ın izniyle ölüleri dirilten
bulmuyoruz." demesi üzerine, "Biz, Allah'ın kitabında sana
nakletmediği peygamberler buluyoruz demişler. Ömer de "evet" der.
Bunun üzerine Yahudiler, ölüleri diriltmeye gelince, "Sana şunu
söyleyeceğiz ki İsrail oğullarında veba meydana gelmişti. Bunlardan bir kavim
çıktılar, bir mil gider gitmez Allah, bunları öldürdü. Bunlara bir duvar
çevirdiler. Kemikleri çürüdüğünde Cenab-ı Allah, Hazkil'i gönderdi, üzerlerinde
bir müddet durdu, Allah da bunları bu yüzden ölümden sonra tekrar hayata kavuşturdu."
dediler diye de rivayet edilmiştir.
İşte bu âyet, bu kıssaların biri veya hepsi
dolayısıyla inmiştir. Ve deniliyor ki Hazkil, Zülkifl (A.S.)dır. Âyetin gelişi,
savaş kıssasına daha münasip gibi görünürse de âyette ölüm korkusu mutlak
olduğu için gerek taun ve veba, gerekse savaş, her hangi sebeple olursa olsun,
ölüm korkusuyla Allah'ın hükmünden kaçmak isteyenlerin hepsini içine
almaktadır. Taun ve veba gibi salgınlarda herkes bulunduğu yerden kaçmaya
kalkışmamalı, savaş gerektiği zaman da binlerle halk korkup vatanlarından
kaçmamalıdırlar. Ölüm korkusuyla vatanlarını müdafaa ve Allah'ın emrini yerine
getirmekten kaçınarak, sürü sürü yurtlarını terk eden binlerce kavimlerin, çok
geçmeyip mahvoldukları, perişan oldukları ve sonradan Allah'ın izniyle yine
hayat buldukları hakkında insanlık tarihi örneklerle doludur. Burada Cenâb-ı
Allah, bütün bunları hatırlatırken ölümden, Allah'ın hükmü olan vazifeden kaçıp
kurtulmanın imkanı bulunmadığını ve böyle yapanların, korktuklarına daha çabuk
ve daha feci bir şekilde uğrayacaklarını ve hatta Allah'ın, dileyince hükmünü
yerine getirmek için ölüleri bile dirilteceğini ve dolayısıyla, ölmekle
kurtulacaklarını zannedenlerin de kurtulamayacaklarını anlatmış kısaca Allah'ın
hükmünden kurtulmak için, ne ölümden kaçmanın, ne de ölüme koşmanın akıl işi
olmadığını bildirmiştir.
Şüphe yok ki Allah'ın insanlara lütuf ve
ikramı çoktur. Böyle her türlü sebeplerin kesilmiş, artık hayata imkan kalmamış
zannedildiği bir sırada bile yeniden hayat verir. Fakat insanların pek çoğu
şükretmezler. O'nun emirlerine karşı gelir ve kaçmakla kurtulacağız zannına
düşerler. Ne budalalık! Ey müminler! Siz böyle olmayın:
Meâl-i Şerifi:
244- O halde Allah yolunda çarpışın ve bilin
ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.
245- Kimdir o adam ki Allah'a güzel bir ödünç
versin de Allah da ona birçok katlarını ödesin. Allah darlık da verir, genişlik
de verir. Hepiniz de O'na döndürülüp götürüleceksiniz.
244- KIRÂET: : Nâfi', Ebu Amr, Hamza, Kisâi,
Halefi Âşir kırâetlerinde nın zammesiyle şeklinde, İbnü Kesir ve Ebu Cafer
kırâetlerinde nın zammesi ve "ayn"ın şeddesiyle elifsiz , İbnü Âmir
ve Yakub kırâetlerinde "fa"nın nasbı ve "ayn"ın teşdidiyle
, Asım kırâetinde ise, râ'nın nasbı ve elif ile okunur. Nâfi', Bezzî, Ebu Bekir
Şu'be, Kisâî, Ebu Cafer ve Ravh kırâetlerinde "sin" yerine
"sâd" ile okunur.
Siz, bunlardan ibret alıp şükredin ve Allah
yolunda savaşın, vazifenize bakın. Anlaşıldı ki korkunun ecele faydası yok.
Kesinlikle takdir edilmiş olanın da reddine çare yok. Ecel geldiyse Allah
yolunda ölmek, gelmediyse kıymetli zaferler elde edip sevablar kazanmak var ve
biliniz ki, Allah mutlaka işitir, bilir. Gidenlerin ve kalanların ne
söylediklerini işitir, kalblerinde neler gizlediklerini bilir.
245- Şimdi kimdir o yiğit ki, Allah'a bir
karz-ı hasen, yani gönülden koparak iyi niyet ve ihlâsla dişinden, tırnağından
güzelce kırpıp bir ödünç versin, Allah yolunda mal harcasın da, o da yarın ona,
birçok defa katlayarak kat kat fazlasıyla versin, yahut her kim öyle ödünç
verirse, Allah da ona böyle kat kat verir. Bu katların miktarını ancak Allah
bilir. Bununla beraber, "...bir tanenin hâli gibidir ki yedi başak
bitirmiş, her başakta yüz tane var..." (Bakara, 2/261) hesabıyla bire yedi
yüz de denilmiştir.
Rivayet olunuyor ki Ebu'd-Dehdah (r.a.):
"Ya Resulallah! Benim iki bahçem var, birisini tasadduk edersem bana
cennette iki misli var mıdır?" demiş. "Evet" buyurulmuş,
"Dehdah'ın anası da yanımda mı?" demiş, "Evet" buyurulmuş,
"Sabiyye de beraberimde mi?" demiş, "Evet" buyurulmuş. Bunun
üzerine bahçelerinin en güzeli olan Huneyniyye adındaki bahçesini tasadduk
etmiş, dönüp çoluk çocuğuna gelmiş, onlar da o bahçede bulunuyorlarmış. Hemen
bahçenin kapısına durmuş, hanımı Ümmü Dehdah'a bunu nakletmiş. O da "Satın
aldığın bahçeleri Allah mübarek etsin!" demiş. Çıkmışlar, bahçeyi teslim
etmişler, bu âyet inmiş. Resulullah, "Ebu Dehdah için Cennette nice hurma
ağaçları saçak atıyor." buyurmuş.
Bu ne lütuftur ki Allah kullarına böyle bir
ödünç alma işi ilan ediyor ve bu bereketin, ihlas ve iyi niyetle kulun
iradesine bağlı olduğunu da gösteriyor. Buna talip olunuz. Allah bu katlı
ihsanı önceden niye yapıvermiyor, demeyiniz. Çünkü, Allah sıkar ve açar, gerek
fertlere ve gerekse toplumlara bazen darlık verir, bazen de genişlik. Darlıkta
ümitsizliğe düşmemeli, genişlikte azıtmamalı her iki takdirde herkes hâline
göre iyiliğe rağbet göstermelidir. Dişinden, tırnağından güzelce kesip Allah'a
mal ve bedence isterse sıkıntılara tahammül etmek ve hiçbir şey bulamazsa
"Allah'ı tesbih ederim, Allah'a hamd olsun, Allah'tan başka hiç bir ilâh
yoktur. Allah büyüktür." demek suretiyle olsun karz-ı hasen yapılmalı
"Allah'a güzel bir ödünç verilmeli" dir ki sonu genişlik olsun. Ve
siz ne kadar kaçınsanız, sonunda o Allah'a döndürüleceksiniz. Mükafat veya
cezanızı mutlaka bulacaksınız.
Bunların gelişmesini aydınlatmak için:
Meâl-i Şerifi
246- Baksana, İsrail oğullarının Musa'dan
sonra ileri gelenlerine! Hani onlar, bir peygamberlerine: "Bize bir
kumandan gönder de Allah yolunda savaşalım..." dediler. O da: "Size
savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?" dedi. Onlar:
"Bize ne oldu da yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve çocuklarımızdan
ayrıldığımız halde Allah yolunda savaşmayalım?" dediler. Bunun üzerine
savaş kendilerine farz kılınınca da onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ama
Allah, o zalimleri bilir.
247- Peygamberleri onlara: "Allah, size
hükümdar olmak üzere Talût'u gönderdi." demişti. Onlar: "Ona bizim
üzerimize hükümdar olmak nereden geldi? Oysa hükümdarlığa biz ondan daha
lâyıkız, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir." dediler.
Peygamberleri de "Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve ona bilgi ve vücut
bakımından bir güç, bir genişlik vermiştir." dedi. Hem Allah, mülkünü
dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir.
248-Peygamberleri, onlara şunu da söylemişti:
Haberiniz olsun, Onun hükümdarlığının alâmeti, size o tabutun gelmesi olacaktır
ki onda Rabbinizden bir sekine (sükûnet, gönül rahatlığı), Musa ve Harun
ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye (kalıntı) vardır. Onu melekler
getirecektir. Eğer iman etmiş kimselerden iseniz, bunda sizin için kesin bir
ibret, bir alâmet vardır.
249-Talut, ordu ile hareket edince dedi ki:
"Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse, benden
değildir. Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan
başka (bu kadarına ruhsat vardır)." Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi
de varır varmaz ondan içtiler. Talut ve beraberindeki iman eden kimseler nehri
geçtiklerinde. "Bizim bugün, Calut ile ordusuna karşı duracak gücümüz
yok." dediler. Allah'a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı
verdiler: "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara
galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir."
250-Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına
çıktıkları zaman da şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök,
ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!"
251-Derken, Allah'ın izniyle onları tamamen
bozdular. Davud, Calut'u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet
(peygamberlik) verdi ve ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah'ın,
insanları birbirleriyle savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka bozulur giderdi.
Fakat Allah, bütün âlemlere karşı büyük bir lütuf sahibidir.
252-İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Onları
sana hakkıyla okuyoruz. Şüphesiz ki sen o gönderilen resullerdensin.
246-KIRÂET : Nâfi, "sin"in
kesresiyle şeklinde, diğerleri fethasiyle şeklinde, okurlar. Nafi', İbnü Kesir,
Ebu Amr, Ebu Cafer "gayın"ın fethasiyle , diğerleri zammesiyle
okurlar. : Nafi', Ebu Cafer, Yakub, şeklinde okurlar.
MELE' : Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi
tekili olmayan bir çoğul isimdir ki toplandıkları zaman göz veya yer dolduran
bir cemaat veya cemiyet anlamıyla insanların eşrafına; yani ileri gelen, görüş,
fikir ve itibar sahibi olan, işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik
ve yetkiye sahip bulunan heyete denir. İbnü Atiyye demiştir ki: kelimesinin
asıl kullanılışı, kavmin tamamınadır.
İleri gelenlere denilmesi, benzetme
yoluyladır. Yani ileri gelenlere, bütün bir kavmi temsil edebilmeleri
bakımından onlar gibi mele' denir. Onun için ilerde göreceğiz ki sözler, fikir
ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle beraber, sorumluluk tamamına yöneliktir.
Kısaca iki bakımdan kavmin büyük çoğunluğu demektir. Ferrâ açıklıyor ki bütün
Kur'an'da kelimeleri erkekler demektir, içlerinde kadın yoktur.
Ey görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi,
baksana, Musa'dan sonra İsrail oğullarından o kalabalık topluluğa. Bir vakit
bunlar bir peygamberlerine bize kumanda edecek bir emir (kumandan) gönder,
Allah yolunda savaşalım, dediler. O peygamber, size savaş farz kılınırsa
yapmamazlık etmeyesiniz dedi, damarlarına bastı, gerçeği gördü, tesbit etmek
istedi. Cevap olarak bütün topluluk, biz niye Allah yolunda savaş etmiyelim?
Halbuki yurtlarımızdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan olduk, dediler.
İntikam duygusu ve Allah'tan zafer ümidiyle
savaş sebeplerinin fazlasıyla mevcut olduğunu söylediler. Bu sırada Mısır ile
Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika'nın başında Imlîk oğullarından
Calut adında zorba bir hükümdar bulunuyormuş. Bunlar İsrail oğullarına galip gelmişler,
vatanlarının birçoğunu zaptederek çocuklarını, hatta şehzadelerinden dört yüz
kırk kişiyi esir edip götürmüşler, kalanlara vergiler bağlamışlar ve
Tevratlarını bile almışlar. Bu sırada İsrail oğullarının bir peygamberleri
yokmuş. Nihayet Allah'a yalvarmışlar. Allah Teâlâ bunlara peygamber
sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan
etmiş; bu sayede ümitlenmişler, bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir
taraftan da zafer ümidiyle savaşmak arzusuna düşmüşler. Bu sebeple ondan bu
talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler. İmam Kuşeyrî, bu noktada demiş ki,
fakat iyi niyetlerine mal ve evlad endişesini karıştırarak hareket etmiş ve
sırf Allah yolunda tam bir samimiyetle ilâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik göstererek
harbe coşturmak için ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam olmamış ve
çoğunlukla rahata alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta intikam
duygusuyla yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları
sözlerine uymamıştır.
Gerçek şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir
verilip iş kesinlik kazandı, geri döndüler. Hareketleri, sözlerine uymadı,
sözlerinde durmadılar, emre riayet etmediler. Savaş alanına gelirken yüz
çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesna bir makâm kazandılar ki
yakında görüleceği üzere bunlar, bir avuç su ile yetinenlerdi. Azlıklarına
bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular.
Bir hadisi şerife göre bu azınlıkta olanlar,
"Bedir" ashabının sayısı kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek
olur. Sözlerinde duran ve başarıya ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta
harbe çoşturdular da savaş alanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler.
Allah da böyle zalimleri bilir, dolayısıyla onlara yapacağını da bilir. Bu
tezyîl (ilave) cümlesi, sözlerinde durmayan ve özellikle savaşa talip olup da
sonradan dönenler hakkında büyük bir uyarıyı içermektedir. Burada "Benim
ahdim (vadim) zalimlere ulaşmaz." (Bakara, 2/124) ilâhî sözünü hatırlamak
gerekir.
247-Harbin nasıl kesinlik kazandığına gelince:
Onlar öyle söylediler, o peygamberleri de
onlara, Allah size Talut'u emir (hükümdar) olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o
topluluk, o bize karşı nerden hükümdar olacak? Yahut bizim üzerimize onun
hükümdar olması nasıl olur? Halbuki biz, hükümdarlığa ondan daha layıkız,
hükümdar olmak, ondan daha çok bizim hakkımız, ona bir mal genişliği, bolluğu
da verilmiş değil, diye itiraz ettiler. Cevap olarak o peygamber dedi ki: Allah
onu seçip ayırarak üzerinize kesin bir şekilde tayin etti ve ona ilimde ve
vücutta, maddi ve manevi bir çok gelişmeler ve güç verdi. Vücutca iri, güçlü,
kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da din ilmi, siyaset, idare tekniği ve savaşta
sizden yüksek yarattı. Fiilen hükümdarlık ve kumandanlık için esas olan şartlar
da bunlardır. Yoksa varislik ve soy, asıl şart değildir.
Deniliyor ki İbrâni olan "Talut"
ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını
içermektedir. Bu bakımdan ilim ve vücut kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında
ucme (yabancı) bir özel isimden ibaret olsa da Kur'ân, Arapça açısından
mânâsına işaretle bunu bir genel kural hâlinde tarif ve tesbit etmiştir.
Talut'un ismi Süryanice Sayil ve İbranice Savil b. Kays imiş. Demek ki Talut
lakaptır.
Şimdi, biz dururken Allah bunu niye böyle
yapmış mı denecek? Allah, mülkünü dilediğine verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk
(hükümranlık) O'nundur. Hükümranlığa kavuşanlar, asaleten değil, ondan
vekaleten kavuşurlar. Hem Allah'ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir. Rahmet
ve ihsanı çoktur, dilediğini yapar. Daraltmasını, genişletmesi takip eder.
Fakiri, zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini vermek için de hiç bir
kayıt ve şarta tabi değildir, bilgisizlikten münezzehtir, yücedir. Hükümdarlığa
layık olup olmayanları, kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de bilir.
Buna karşı, "Biz dururken mülkünü Talut'a niye verdi? denemez. Ancak
habere itimat edemeyecek kimseler, mantık açısından bu davanın önermesi (suğra)
olan seçme meselesini (kaziyye), "ne malum?" diye reddedip, delil
isteyebilirler. Bunu tamamlamak için, Bir de peygamberleri onlara dedi ki:
248- Talut'un hükümdar olmasının görünürdeki
alâmeti ve peygamberliğin mucizesi, size tabutun gelmesidir.
TÂBÛT: Sandık demektir. Bununla birlikte
müracaat demek olan "tevb" maddesinden mübalağa sığası (kipi) olması
bakımından dönüp dolaşıp gelinecek olan herkesin dönüş yeri meâlinde bir anlam
da ifade eder. Bu tabuttan maksat da Tevrat sandığıdır ki Hz. Musa'dan sonra
İsrail oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış, (Allah tarafından)
kaldırılmıştı. Haberciler demişlerdir ki: "Allah Teâlâ, Hz. Âdem'e bir
tabut indirmiş, içinde çocuklarından gelecek peygamberlerin suretleri
(resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu üç iki (3x2) kadarmış. Âdem
(a.s.)in vefatına kadar yanında kalmış, ondan sonra birer evladı miras yoluyla
devralmışlar, nihayet Yakub (a.s.)'a intikal etmiş. Sonra İsrail oğullarının
elinde kalmış, Musa (a.s.)'ya kadar gelmiş. Hz. Musa, Tevrat'ı buna kor, savaş
yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının gönülleri bununla huzur bulurdu.
Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra İsrail oğulları arasında elden ele
geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında
hakim olurdu. Savaşa gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük
ederek (bereket umarak) düşmanlarına karşı zafer ümid ederlerdi. Melekler bunu
askerin başında tutar, savaşa girişirler, sonra tabuttan bir ses işittikleri
zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi edinirlerdi. Ne zaman ki İsrail oğulları
isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış; Allah,
başlarına Amalika'yı musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, tabutlarını da
almışlar, götürmüşler, bir pisliğe, bir helaya bırakmışlar. Cenab-ı Allah,
Talut'u hükümdar yapmak isteyince Amalika'ya bir bela vermiş, hatta tabutun
yanında abdest bozanlar basura tutulur olmuş, diğer taraftan ülkelerinden beş
şehir de mahvolmuş, kâfirler bu belânın tabut yüzünden olduğu kanaatine
varmışlar, onu çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunun
için dört melek görevlendirmiş, sürmüşler, Talut'un evine getirmişler. İşte
İsrail oğulları, Talut'un hükümdarlığına delil istedikleri zaman peygamberleri,
onun hükümdarlığının alâmetinin, tabutun gelmesi olduğunu söylemiş..."
Demek oluyor ki İsrail oğullarında tabut,
mukaddes emanetlerden olup Hıristiyanlıktaki "haç" gibi bir mevkide
tutulurmuş. Nitekim Hıristiyanların büyük haçları da buna benzer bir olay
geçirmişti. Tabutun ta Hz. Âdem'den beri gelmesi, içi resimli bir sandık
olması, bunun insanların babası olan Hz. Âdem olmasıyla uyumu güçtür; aynı
zamanda bu yaygın haberleri düşünmeksizin hemen yalanlamak da haksız
olacağından İbnü Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere bunun zayi olmuş
"Tevrat sandığı" olmasıyla yetinmek ve şu kadar ki bunu Hz. Musa
yaptırmış olmayıp, daha eski tarihi bir sandık olduğunu da kabul etmek uygun
olacaktır. Bununla beraber Ragıb'ın naklettiği gibi, "Tabut, kalb, Sekîne
(huzur) ise ondaki ilimden ibarettir." de denilmiş. Çünkü kalbe:
"İlmin düşüp biriktiği yer", "hikmet evi", "ilim tabutu",
"ilim kabı", "ilim sandığı" isimleri de verilir. Gerçi bu,
meşhur ve zahir olan görüşlere aykırı görünürse de onun gereği olan önemli
iş'arî (işaret yoluyla çıkarılan) bir mânâ olduğu da inkar edilemez. Buna göre
meâlin özeti: Onun hükümdarlığının gerçek alâmeti, isyan ve gururla zayi olmuş
ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek
huzur ve sükünete ermenizdir. Gerçek delil, objektif olmaktan çok sübjektiftir.
Siz, bozgunculuk düşüncesiyle zayi olmuş kalbinizi bulup, davayı bırakarak ona
biat ettiniz mi (uydunuz mu) mesele biter. Aksi halde Allah'ın ona verdiği
kudret ve vereceği başarı, size hükümdarlığını, karşısında aciz bırakarak kabul
ettirir. İşte onun hükümdarlığına kesin delil, bu zahirî (açık) ve batınî
(gizli) tabutun gelmesidir. O tabutta veya gelişinde Rabbinizden bir sekine,
Musa ailesiyle Harun ailesinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır.
SEKÎNE: Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden
ve vakar, sebat, güven, gönül rahatlığı demektir ki dilimizde de sekinet
(huzur) denir. Hafifliğin ve telaşın zıddıdır. Bir de tanınan ve kendisiyle
huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir işarete, bir alâmete
"sekine" denir. Mesela bir ordu için sancak bir sekinedir. Burada
bunun ne olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır ki bazıları maddî ve
bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgar, konuşan ilâhî bir ruh,
cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin kalbleri yıkanır, rahmet,
levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların özeti başlıca şöyle toplanmıştır:
1- Sekine, İsrail oğullarında zebercedden veya
yakuttan iki kanatlı ve kedi gibi başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir
inilti yaparmış, inledikçe tabutu alıp düşmana doğru giderler, durdukça
dururlarmış.
2- Hz. Ali'den: insan yüzüne benzer yüzü olan
bir "rih-i heffafe = hoş, hafif bir rüzgar."
3- Sekine, Hz. Musa ve Harun ile onlardan
sonraki İsrail oğullarının peygamberlerine inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah'ın,
Talut ve askerlerine yardım ihsan edip, düşmanları savacağına dair bazı
müjdeler.
4- Ne olduğu bilinmeyen bir şey.
BAKİYYE'YE GELİNCE: Diyorlar ki bu da
levhaların kırıkları, Musa'nın asası ve Tevrat'tan bir parça idi. Birinci mânâ
üzere tabut'un, bir sakinlik sebebi olduğu da rivayet edilmiştir.
Mânânın özü: O tabutta veya gelişinde size
Rabbinizden bir sukûnet, bir gönül rahatlığı ve Musa ailesiyle Harun ailesinden
kalma kutsal şeylerden bir kalıntı vardır ki siz bununla huzur bulur, güven ve
gönül rahatlığına erer, onlar gibi amel edersiniz, demek olur. Bu durumda
tabut, içindekilerle kendisi bir sekinedir (rahatlıktır). "Peygamberler ne
bir altın, ne bir gümüş miras bırakmamış, ancak ilim miras
bırakmışlardır." hadis-i şerifi gereğince peygamberlerden kalma yadigâr
kalıntısı ise ilme, din ve şeriata ait şeyler olur.
Fakat bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru
içeren tabut nasıl gelir? Onu melekler, Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir.
Yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse getirir, siz o tarafı
düşünmeyin de gelirse bilin ki Talut hükümdardır. O tabutun gelişinde sizin
için mutlaka bir gerçek alâmeti, ilâhî bir delil vardır. Eğer siz iman etmiş
kimseler iseniz veya iman şanınızdan ise bu böyledir. Bu bölüm, şunu da gösterir
ki iman ehline yaraşan, hafiflik değil, vakar (ağır başlılık) ve sakinlik,
kararlılık ve gönül rahatlığıdır. Bunda da peygamberlerin mirasının, ilim ve
dinin büyük önemi vardır. Mukaddes emanetlerin de kalbin kuvveti için bir feyiz
ve bereketi bulunduğu inkar edilmemelidir.
249- Ne zaman ki bunlar tamam olup, Talut
askerleriyle hareket etti, askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka
bir ırmakla imtihan edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil,
ve her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya
beni sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç alan içlerinden müstesna, bu
kadarına ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Talut bir
hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken ırmağa gelince askerlerin
birazı hariç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.
Rivayet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır,
kendine ve hayvanına yetermiş, fakat saldırıp içenlerin dudakları morarır,
hararetleri artarmış. Bu bakımdan onlar ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da
Talut ile iman eden beraberindeki kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu
gün bizim Calut ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar
değil de ırmağı geçmiş olan müminlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce,
ümitsizliğe düşüp birbirlerine böyle söylediler. Çünkü müminlerin de imanda
dereceleri farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her halde Allah'a kavuşacaklarını
bilen ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu
savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihayet Allah'ın huzuruna
varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer ümidiyle ya
şehid veya gazi olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice defalar azıcık
bir bölük, birçok bölüklere Allah'ın izniyle galip geldiler. Allah sabır ve
sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine de kuvvet verdiler.
250- Ne zaman ki Talut ve beraberindeki bu
müminler, Calut ve askerlerine karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın
çokluğunu ve hazırlığını gördüler, hepsi birden kalb kuvvetiyle Allah'a
yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz! bize sabır yağdır, bizi sabit kıl,
ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma, azim ve hedefimizden
şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan et.
251-Bunun üzerine, çok geçmeden o kâfirleri
Allah'ın izniyle bozdular ve Davud, Calut'u öldürdü ve Allah ona -yani Davud'a-
hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik ihsan etti. Talut kendisine kızını vermiş
ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin ve Kudüs civarı) doğusunda ve
batısında büyük bir devlete kavuşmuştu. İsrailoğulları, Davud'dan önce hiçbir
hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka ona daha dilediği
bazı şeyler de öğretti. Bu cümleden olarak, demirleri yumuşatıp zırhlı
elbiseler yapma sanatını ve başkalarının bilmediği kuş dilini, güzel nağmeleri
ve diğerlerini öğretti ve işte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın azim
ve imanı, gayret ve duasıyla Allah Teâlâ böyle ümit edilmez büyük başarılar
ihsan etti.
Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç
meydan vermese ve hükümetin baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı,
dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını, bazısıyla savmasa veya müdafaa
etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler ve mücahitlerle savıp barış
ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu,
dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve
imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı,
insanların çoğu, uyum içinde, itaatkar ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların
devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik
bulunmaz, nihayet herkes saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de
varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenab-ı Allah, insanları irade sahibi olarak
yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler
mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle
karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni çiğnemeye çalışır.
Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol
olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur.
Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün
bir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada razı olmaz, o yeryüzünü imar edecek,
üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek
mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat batıldır. Allah'ın
istediği düzendir. Bu bakımdan düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen
ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve
zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden,
akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk'ın
zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun
tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı
ve hükümeti bu hikmetle meşru kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan
kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışacak korumak
için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı göz önünde tutmayıp ve
savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa,
bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçrimek sevdasıyla yer
yüzüne bozgunluk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki
yukarda buna bir, "Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara,
2/195) hatırlatması geçmişti.
Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah
savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de
Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün
kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene
ve İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı
kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp kıyamet kopacaktır.
252- Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından
Davud kısmına kadar olan şu kıssalar, Allah'ın ibret alınacak âyetleridir. Biz
bunları sana her türlü şüphe ve hatadan, bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan
uzak, sırf hak ve gerçek olarak okuyoruz, Cebrail ile sana devamlı bir şekilde
okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka gönderilmiş olan resullerdensin, o büyük
peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni yap.
O gönderilen peygamberlerin makamlarını
anlamak ister misin?
Meâl-i Şerifi:
253- O işaret olunan resuller yok mu, biz
onların bazısını, bazısından üstün kıldık. İçlerinden kimi var ki Allah,
kendisiyle konuştu, bazısını da derecelerle daha yükseklere çıkardı. Biz Meryem
oğlu İsa'ya da o delilleri verdik ve kendisini Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile
kuvvetlendirdik. Eğer Allah dileseydi, bunların arkasındaki ümmetler,
kendilerine o deliller geldikten sonra birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat
ihtilâfa düştüler, kimi iman etti, kimi inkâr etti. Yine Allah dileseydi,
birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.
254- Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış
verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce,
size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar
zalimlerdir.
255- Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O
daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne
gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni
olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve
arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka
ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri
kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O
çok yücedir, çok büyüktür.
256-Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk,
sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a
inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her
şeyi işitir ve bilir.
253-Ey Muhammed! O peygamberler, o işaret
olunan peygamberler şunun bunun seçimi ve tayini ile değil, bizzat Allah'ın
gönderdiği O Allah elçileri, içinde bulunduğun Peygamberler kafilesi yok mu,
biz onların bir kısmını diğer bir kısmına üstün kıldık; evet hepsi peygamber,
peygamber olmak bakımından hepsi eşit, fakat böyle olmakla birlikte bazısına ve
hatta her birine bir üstünlük, özel bir fazilet, ayrı bir rütbe verdik.
Kimisine Allah bizzat söz söyledi." Kelîmullah" (Allah ile konuşan)
yaptı, nitekim Musa Tur'da ve belirlenmiş gecelerde Allah'ın aracısız ve
elçisiz sözünü dinledi. Bazısını da birçok derecelerle daha yükseklere çıkardı.
Sidre-i münteha'dan (bütün varlıkların ilminin son bulduğu nokta) geçirip,
"İki yay kadar yahut daha yakın" (Necm, 53/9) sırrı ile, mutlak
yakınlık makamında âlemlere rahmet olarak herkese gönderilen peygamber,
Allah'ın sevgilisi en son peygamber yaparak, Makâm-ı Mahmud'a yüceltti. Biz
şanı yüce olan Allah, Peygamberleri birbirlerine üstün kıldık, Bu arada
öbürlerinden sonra ve senden önce, İsa b. Meryem'e dahi o delilleri,
peygamberliğini ve faziletini ortaya koyan açık delilleri, yani İncil'i,
İncil'deki o öğütleri ve etkileyici ikazları ifade eden âyetleri, bir diğer ifade
ile (beşikte iken) konuşma, ölüleri diriltme ve anadan doğma gözü kör olanı
iyileştirme mucizelerini verdik. Ve kendisini Rûhu'l Kudüs ile destekledik
kutsal ve nezih bir özelliği kendisine bahşettik. "Andolsun biz Musa'ya
kitabı verdik. Arkasından peygamberler gönderdik, Meryem oğlu İsa'ya mucizeler
verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik." (Bakara, 2/87)
Şimdi üstün kılmanın biçimini açıklayan şu cümlelerin açıklama üslûplarında,
üstün kıldık, onlardan, yükseltti biz verdik, diye çoğuldan tekile, tekilden
çoğula, üstünden daha üstüne, daha üstünden üstüne, iltifat iltifat üzerine
nasıl bir çeşitleme var, dikkat edilmelidir. Önce herbiri peygamberlikte ve
dolayısı ile hakkı söylemiş olmakta bir; ikinci olarak genelde bazısı özel bir
üstünlük ile üstün olarak, bir bakıma çeşitli ve çeşitli olmasına göre birer
ümmete uygun; üçüncü olarak bu üstün kılmada, Musa ve İsa gibi, cem makamında
karşılıklı belirgin iki sınır, ve ortada cem'u'l cem' makamında hepsini
toplayan, sonu başlangıç başlangıcı son, peygamberlik dairesinin mutlak
merkezi, peygamberler topluluğunun en mükemmel kalbi ve bu bakımdan çeşitli
ümmetlerin birbirini izleyen dereceler üzere, çokluktan tekliğe çevrilmesi için
mutlak yakınlığa ulaşan tevhid önderi olarak en mükemmel sistem üzere bir
peygamberler zinciri mevcuttur. Dikkat çekicidir ki İsa'nın fıkrasını bir
taraftan geri bırakıyor, bu bakımdan derecelere yakın gösterilerek değeri
yükseltiliyor. Diğer taraftan, "sahib-i derecât" (üstün dereceler
sahibi) ile karışıklık olmaması için ile, ta yukardaki cümlesine atfolunuyor da
diye ya atfolunmuyor, bu şekilde "sahib-i derecât" (Hz. Peygamber)e
değil, genel olarak peygamberler zümresine bağlanıyor. Bir de annesine nisbet
edilerek ismi açıktan söyleniyor ki bunlarda, hem İsrailoğullarının çirkin
suçlamalarının tam tersine davranma, hem de ona "ilâh" ve
"Allah'ın oğlu" diyen hıristiyanların iftiralarına açık bir red
vardır. Ve aynı zamanda bu atıf şekliyle, İsa'nın "sahib-i derecat"
(Hz. Peygamber)tan zaman açısından önce olduğuna da işaret olunmuştur. Bundan
başka bu peygamberler topluluğunun elde ettikleri makâmların ve derece derece
üstünlüklerin, kendilerinde kendiliklerinden ve çalışarak elde etme olmayıp
sırf Allah vergisi olduğu, iyice anlatılmak için, biz üstün kıldık Allah konuştu,
yükseltti biz verdik, biz destekledik buyrulmuş ve bununla hem peygamberliğin
anlamı açıklanmış, hem de bu konuda ifrat (aşırılık) veya tefrit (ihmalkârlık)
ile şirk çukuruna düşülmemesi hatırlatılmıştır ki, âyetin daha sonra gelen
ifadesi bu nokta üzerinde duracak ve sonu da Âyetu'l-kürsi ile gerçek açıklığa
kavuşturulacaktır. Kısacası peygamberler topluluğu, peygamber olmakta bir ve
aynı, çeşitli üstünlüklerle üstün kılınmış olarak özel makamları ile yüksek ve
muntazam, düzgün bir topluluk oluştururlar. Bu arada üçü özellikle dikkat
çekicidir; ikisi yan, birisi orta ve merkezdir. Bir yanda Kelîmullah (Hz.
Musa), bir yanda da İsa, Ruhullah vardır. Ortada kendisi tam olarak belli
olduğundan dolayı ismini açıklamaya gerek olmayan belli birisi konulmuştur ki,
diğerlerinin birçok derece üstünde yüksek bir Makâm-ı Mahmud'u elde etmiştir.
Bu noktada Cenab-ı Allah, habibini kendini beğenerek övünmekten ve
böbürlenmekten korumak için, İsa'dan önce ve Musa'dan daha yüksek birine ve
mesela Hz. İbrahim'e işaret eder gibi, "bazısını da birçok derecelerle
daha yükseklere çıkardı." diye şereflendirmiş de, "O da sensin ey
Muhammed" diye açıkça belirtmemiştir, fakat açıkça söylemekten daha beliğ
(belâgatlı) belirleme takısı ile (ahd) iltifat göstermiştir. Edebî sanatlarda
(belâgatta) bu çeşit açıklamanın bir çok örnekleri vardır. Nitekim Arap
şairlerinden Hutey'e'ye: "En yüksek şair kimdir?" diye sorulduğu
zaman, Züheyr'i ve Nâbiğa'yı söylemiş de isteseydim üçüncüyü söylerdim demiş ve
bununla kendini kastetmiştir ki, eğer, "Kendimi söylerdim." demiş
olsa idi büyüklüğü olmazdı. Âlemlerin Rabbı olan Yüce Allah, burada
peygamberlerin en üstününe bu çeşit açıklama ile makâmını bildirmiştir. Bunun
için Allah'ın habibi Hz. Peygammer, "Ben âdem oğullarının efendisiyim,
fakat böbürlenme ve övünme yok." hadisi şerifi ile, bu gerçeği açıkladığı
gibi, hem bu nükteye hem de, "Allahın peygamberlerinden hiçbirini
ayırmayız." (Bakara, 2/285) âyetindeki peygamberlerinin eşit tutulması
şeklindeki iman fıkrasına işaret için, "Beni Yunus b. Metta'dan üstün
tutmayın. Yani ben de peygamberim, o da peygamber." buyurmuştur. Şu halde
Peygamberlerin isimlerini söyleyerek üstün tutmaya kalkışmamak, iman terbiyesi
gereğidir. İbnü Abbas (r.a.)in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz mescidde peygamberlerin
üstünlüğünü konuşuyorduk, Nuh'u uzun ibadeti ile, İbrahim'i dostluğu ile,
Musa'yı Allah'ın kendisi ile konuşma fırsatı vermesi ile, İsa'yı göğe
yükseltilmesi ile andık. Fakat Resulullah hepsinden üstündür, bütün insanlara
gönderilmiş, önü sonu bağışlanmıştır, peygamberlerin sonuncusudur. dedik.
Derken Resulullah (s.a.v.) geliverdi. "Neden söz etmektesiniz?" dedi.
Biz de söyledik. "Hiçbir kimseye Yahya b. Zekeriya'dan hayırlı olmak
gerekmez." buyurdu. Ve onun hiçbir şekilde günah işlemediğini ve niyyet de
etmediğini söyledi." phe yok ki bütün peygamberler arasında Musa ile
İsa'nın özellikle adlarının anılması bu iki peygamberin mertebelerinin
büyüklüğüne dikkat çekmedir. Bu ise, bunların derece derece üzerinde gösterilen
Resulullah'ın mertebesinin yüksekliğine başka bir delil teşkil eder.
Zikrettiğimiz hadisi şerifler de bu mükemmelliğin ortaya çıktığı nezih
ifadelerdir. Yâ Rab! Bizi de bu günahkârların şefaatçısının şefaati ile
arzusuna ulaşanlardan eyle.
Şimdi bu ifadenin mânâsı şuna varıyor: İşte
peygamberlerin makâmları, bu arada sen de makâmını anla ve ona göre vazifeni
yerine getir. Fakat şunu bilmeli ki, bu çeşitli üstünlükler ve yüksek dereceler
sırf Allah vergisidir. Bu yükseklik kendi şahıslarında aslında var olan bir
özellik değil, ilâhî ihsan ile elde ettikleri ilâhî bir bağıştır. Bunları Allah
vermiş ve kendilerini Allah göndermiştir. Asıl peygamberlik görevi, ilâhî
emirlerin bildirilmesi ve yerine getirilmesine vekâlettir. Peygamberler ancak
ilâhî emri temsil ederler. Özel üstünlükleri, kişisel iradeleri ve vekâletleri,
ilâhî emirde yok olmuştur. Onlar kayıtsız ve şartsız kendi dilediklerini
yapamazlar. Bizzat kayıtsız şartsız ve mutlak bir iradeye sahip ve bütün
olaylara hakim, vücudu zatının gereği zat ve sıfatı ile ezeli olan, mutlak irade
sahibi, yaratıcı ve yoktan var edici değildirler. Ne Musa'nın yüce Allah ile
konuşmuş olması, ne İsa'nın çocuk iken beşikte konuşmuş olması, ve Allah
tarafından bir ruh olması ve hatta, bunların derece derece üstünde olan
Resulullah'ın makâmı, peygamber olma yakınlığının sınırından çıkıp rablık
sınırına giremez. Asıl irade Allah'ındır. Allah murad etmeyince hiçbir şey
yapamazlar, görmez misin, Allah kesinlikle dilemiş olsaydı, bu peygamberlerden
sonra ümmetleri, kendilerine bu kadar hak deliller geldikten sonra,
birbirlerinin kanına girmezler, savaş etmezlerdi. Peygamberlerini tasdik ve
ilâhî emri açık olarak beyan eden nasların gereği ile amel eder, kardeş olurlar
da onlara aykırı hakeret edemezlerdi. Özellikle Musa'dan sonra, ne
İsrailoğulları birbiri ile boğuşurdu, ne de peygamberlerin kanına girip,
İsa'dan sonra hıristiyanlarla döğüşürdü. Hele İsa'nın delillerinden sonra
hıristiyanlar ne kendi aralarında, ne diğer milletler ile hiçbir savaş
etmemeleri gerekirdi. Çünkü onlara: "Bir yanağına tokat vurana öbür
yanağını da çeviriver." diyen İsa'nın ifadesi, saldırıya bile karşılık
vermekten yasaklama emrinde ne kadar samimi ve ne kadar açıktı. Bundan sonra
hıristiyanlıkta her ne sebeble olursa olsun, birinin kanına girmek değil, hatta
kimseye el kaldırmamak, hiç savaş yapmamak gerekmiyor muydu? Onlara savaş
yapmak haramdı. Fakat böyle olmadı, ihtilâf ettiler, çeşitli fırkalara
milletlere ayrıldılar da kimi iman etti, peygamberlerin dinini benimsedi; kimi
de yüz çevirip, kâfir oldu, olabildiğince birbirlerinin kanına girdiler. Nice
savaşlar yaptılar ve hâla yapıyorlar. O peygamberlerden ve o delillerden sonra
da bunlar olabildi. Hak söz, emirleri tebliğ ve peygamberlerin bunları yerine
getirmeye yönelik kişisel iradeleri, bu ihtilâf, inkârı ve aykırı davranmayı imkânsız
hale getirmedi, kaldırmadı; halbuki Allah dileseydi bunlar olamazdı. Demek ki
her ilâhî emir, aksine hareket etme imkânını ortadan kaldırmaz, her emir aykırı
davranmayı ortadan kaldırmayı irade eden tekvinî bir emir, zorlayan bir irade
değildir. Eğer böyle olsaydı, aykırı davranmanın olmamasına ilâhî irade
karışmış bulunur, Allah'ın peygamberlerine ve açıkladığı emre dair
açıklamalarına karşı inkâr ve aykırı davranmak mümkün olamazdı. Oysa, gerçek
böyle değildir. Demek ki Allah ihtilafın mutlak olarak meydana gelmemesini
dilememiştir. Dikkat olunursa peygamberlerin, birbirlerine üstün tutulması,
esasta bir olmak üzere, bir çeşitleme ifade eder ki, bu çeşitleme bizzat yüce
Allah'ın iradesidir. Bunlarla çeşitli milletlerin meydana gelmesi de yüce Allah'ın
iradesidir. Bu az çok bir ihtilâf anlamını içerir. İşte bu çeşitleme, genel bir
ihtilâf gerektirmemek için, bunları derece derece birleştirecek daha yüksek
peygamberler ve hepsinin üstünde herkese gönderilen "sahib-i derecât"
(yüksek derecelere sahip bir peygamber) gönderilmiştir ki, bu şekilde milletler
çeşit çeşit ve bir çok olmakla birlikte, mutlak bir tevhidi, (birliği) elde
etsinler. Demek ki tevhid emri, tam olarak ihtilafa engel olmadığı gibi,
muhalefet imkânını da ortadan kaldırmış değildir. Ve bunların hepsi ilâhî irade
iledir. Çünkü ilâhî irade olmasa idi, hiçbir şey olamazdı. Şu halde iradenin
kapsamı emrin kapsamından, hakkın kapsamı da hayrın kapsamından daha geneldir.
Teklifî emir, zorlayan iradeyi değil, hayrı ve rızayı hedefler. Meydana gelme
ve gelmeme ise mutlak iradeye ve yaratma işine bağlıdır. Görülüyor ki ilmî
olarak belli olma, aklen vacip olma ve yalnız teşri ifade eden emir, herkesin
kişisel iradesi, yapmanın veya yapmamanın tam sebebi değildir. Ne kadar kesin
ve açık olursa olsun mücerred emir, sırf ilim; ne kadar açık ve isabetli
yerinde bulunursa bulunsun, sadece irşadlar ve fikir yönünden aydınlatmalar,
isterse peygamberlerden gelsin herkesin kişisel iradeleri, herkesi kötülükten,
isyandan, tecavüzden, inkârdan, ihtilâftan engellemeye ve aralarında çarpışma
ve savaşı kaldırmaya yeterli sebeb değildir. Herşeyde olduğu gibi bu hususta
asıl etkili sebeb ve tam neden bizzat ilâhî irade ve yaratma emridir. Madem ki
bu kadar açıklamalardan ve bu kadar ilmî ilerlemelerden sonra Allah'ın teklifî
emirlerine ve peygamberlerine karşı ihtilâf ve ümmetler arasında çarpışma ve
savaş yine meydana gelmiş ve gelmektedir; o halde hepsi mümin olsun, ihtilaf ve
savaş mümkün olmasın diye ilâhî irade taalluk etmemiştir.
Gerçi Allah dilemiş olsaydı ümmetler hiçbir
zaman iman ve inkar ile birbirlerinden farklı oldukları halde bile
birbirlerinin kanına girmezlerdi, giremezlerdi. Allah savaş olmamasını dilemiş
olsaydı, bazı durumlarda yaptığı gibi, onu yapacak insanlara irade ve kudret
vermez veya irade ve kudretlerini hükümsüz bırakır da hepsini zorla ve mecburen
barışa ve anlaşmaya sevk eyler, çarpışma ve savaşa dair hiçbir hareket
yaptırmaz ve o zaman bunlar üzerinde cebriye mezhebi cereyan eder ve
fiillerinde hür değil, mecbur ve zorlanmış olurlardı. Ve o zaman Allah'ın,
dilediğini yapan (fail-i muhtar) olduğu da bilinmezdi. Fakat öyle değil, Allah
ne dilerse yapar, dilediğine koruma, dilediğine yenilgi verir. Mutlak irade
O'nun, tam tercih O'nun, mutlak kudret O'nundur. İradesini durduracak hiçbir kudret
yoktur, kudretine karşı koyacak hiç bir şey düşünülemez. O hiçbir hususta
mecbur değil, tam mânâsı ile fiillerinde hürdür ve her tercihi hikmettir. Genel
olarak yarattıklarında sırf eşitlik ve benzerlik irade etmemiş, eşitlik içinde
üstünlük ve çeşitlilik, çokluk içinde "birlik" murad etmiş ve
insanlarda mutlak zorlama istememiş, teklif (mükellef kılma) murad eylemiştir.
Dolayısı ile çarpışma imkânını ortadan kaldırmamış; aksine bunun varlığını
takdir buyurmuş ve peygamberlerin makâmlarında görüldüğü üzere, çeşitlilik
içinde birlik, emreylemiştir. Bunun için iradeye göre ihtilaf ve çarpışma
durumu meydana gelmiştir ve bunun hayır yönü de vardır, kötülük ciheti de.
İkisi de Hakk'ın irdesinin dışında olmamakla birlikte, emir ve Allah'ın rızası
hayır yönündedir. Bu suretle mümkün ve meydana gelmiş bir iş olan ihtilaf ve
savaşın kötülüğünü, fesadını savmak ve gidermek, saldırgan veya saldırıya
hazır, hak ve tevhid düşmanlarının tecavüzden engellenmesi için Allah yolunda
cihad, büyük bir hayır ve ilâhî emir ile müminlere bir farz olmuştur. Şu halde
cihaddan Allah'ın muradı, çeşit çeşit olma ve ihtilafın mutlak olarak ortadan
kaldırılması değil, inkâr ve muhalefeti mağlup ederek ve yenerek, çeşitli ve
muhtelif insanlar üzerinde Hakk'ın emrini galip kılmak, Hakk'ın tevhidine,
genel barışa aykırı ihtilaflara ve tecavüzlere karşı Hakk'ın hakimiyetini
sağlamaktır. Tekvin (yaratma) konusunda savaş nasıl yer alan bir emir ise,
teşri (kanun koyma) ve teklif (mükellef kılma) konusunda da cihad verilmiş bir
emirdir. Ve artık cihadın hakkın delillerinden fiilî bir delil olduğunda
şüpheye yer yoktur. Diğer delilleri dinlemeyen ve hiçbir söz (ahid) tanımayan
kâfirlere, azgınlara, zalimlere bu fiilî delil uygulanır. Fakat bunun
uygulanması için yukarlarda da hatırlatıldığı üzere daha önce bir farzoluş
vardır:
254- Ey Allah'a ve bütün peygamberlerine iman
eden Muhammed ümmeti! (İbn Kesir, Ebu Amr, Yakup kırâetlerinde 'nın ve
"ta"ların tenvinsiz üstün okunması ile okunur. Bir kıyamet günü
gelecek ki onda ne alım satım, fidye ve mübadele (değişme), ne dostluk, ne
şefaat hiçbiri bulunmayacak o gün gelmeden önce alım-satım yapmak, Allah için
kardeşlik ve dostluk sağlamak, şefaatçı ve yardımcı bulmak mümkün olan
dünyadaki günlerde gerekli hazırlıkları yapmak üzere size herhangi bir sebeble
bölüştürdüğümüz mallardan Allah yolunda nafakalar veriniz. Yani mallarınızın
üzerinize farz olan haklarını eda etmek için zekâtlarınızı yerli yerine
harcayınız, kâfirler gibi mallarınızı keyiflere, arzulara göre harcamayınız ve
boşuna telef etmeyiniz veya farz olan hakları gizleyip de kendinizi cezaya
uğratmayınız, unutmayınız ki Allah'a, peygamberlerine ve dehşetli güne ve bu
emirlere iman etmeyen o kâfirler hep zalimdirler. Hakk'ın emrine bakmaz, hakkı
yerli yerine koymaz, ilâhî sınırları aşarlar, neye güçleri yeterse çiğnerler,
mücerred (soyut) delilleri dinlemezler, fiilen bir engelle karşılaşmadıkça
hak-hukuk gözetmez saldırırlar, verilen sözleri mi bozmazlar, canlar mı
yakmazlar, ırzlara mı geçmezler, gönüllerinin hükmettiği kadar vergiler mi almazlar,
ibadethaneleri, hayır kurumlarını tahrib mi etmezler kısacası fiili bir direniş
görmedikçe her haksızlığı yaparlar. Siz ise haksızlığın, inkârın ve zulmün
giderilmesi ile görevlisiniz. Öyle ittifaklarla, bunlara karşı gereken savunma
ve karşı koymayı hazırlamalısınız. Bunu yapmayanlar kendilerini ilâhî ceza ile
yüzyüze getirirler. Ceza gününden korunmazlar da nihayet zulmü kendilerine
yapmış olurlar. O gün herhalde gelecek, o kâfirler o zaman alışveriş ile fidye
ve mübadele ile hiçbir iş göremeyecekler; ne dostları bulunacak, ne şefaat
edenleri. Tapınıp sakladıkları ve Allah yolunda harcamadıkları altınlar,
gümüşler ateşten damga olacak, alınlarını, böğürlerini dağlayacaktır.
"Allah'a saygı duyup kötülükten sakınanlar müstesna olmak üzere (dünyada
iken kötülükte) dost olanlar o gün birbirlerine düşman kesilirler."
(Zuhruf, 43/67) âyetinin delâletince o gün bütün dostlar birbirlerine düşman
kesilecek, şefaat kapıları kapanacak, bu felâketlerden ancak iman edip görevini
yapan ve önceden korunan müttakiler müstesna olacaklardır. Bu bakımdan bu
mertebe takvayı (korunmayı) elde etmek ve felâketten sakınmak için müminler o
gün gelmeden önce görevlerini yapmalı; Allah yolunda harcamalar yapmalı, seve
seve zekatlarını vermeli, kardeşliklerini güçlendirmeli, toplumlarını düzene
koyarak hazırlanmalı, uyumayıp uyanık bulunmalı, kâfirler gibi Allah'ın emrine
aykırı davranıp da kendilerine yazık etmemelidirler. Bakınız Allah nasıl bir
Allah'tır:
255- Allah o biricik hak mabuddur ki, gerçekte
ondan başka hak mabûd yoktur, çünkyok olmaktan ve ölümlü olmaktan uzak, hayy ve
kayyûm (diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürüten) ancak O'dur. Ezelden
ebediyete (sonsuza) kadar bütün hayat ve ebedilik O'nun zatı ile zatından
dolayı kaim, vâcibülvücuttur, (varlığı zatının gereğidir) ve her an tüm varlık
âlemini idare eden ve herşeyi ayakta tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne hayattan
eser olurdu, ne de varlık âleminden. ilâhî hayat, ilim ve iradenin başlangıcı
olan ezeli bir sıfattır.
KAYYÛM: Kıyamdan "Fey'ul" vezninde
(kalıbında) bir mübalağa kipidir ki, kendi kaim, diğerleri mukim (ayakta tutan)
ve mukavvim (yöneten) demektir. Ve bunda eşyanın ayakta durmasının ilâhî
kıyamda fani olduğuna lafzında bir ima (işaret) vardır. İbni Sina bunun
vâcibü'l-vücud kavramına eşit olduğunu söylemiş ise de, buna vâcibü'l-vücud
kavramının, kendinden başka, ondan ayrılmaz bir kavramı olan, külli mucid
(herşeyi yoktan var eden) külli müdebbir (herşeyi idare eden, yöneten) gibi
diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibariyle dahildir. Âyetin devamı
bunun açıklamasıdır. Ve bu isimlerin "İsm-i A 'zam" olduğu da
söylenmiştir. O öyle bir hayy ve kayyumdur ki, O'nu ne gaflet basar, ne uyku;
daima âlim, daima habir (her şeyden haberli)dir. Göklerde ve yerde,
yukarılarda, aşağıda ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlık O'nun
mülküdür. Tüm sebeb O, tüm gaye O, herşeyin maliki olan O; Allah'ın mülkü olan
bu yaratıklardan kimin haddi ki Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat
edebilsin, bu halde hangi budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların birinden
şefaat dilenebilsin. Çünkü Allah yukarıların aşağıların, önlerindekini ve
arkalarındakini, geçmişlerini, geleceklerini bildiklerini ve bilmediklerini
bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir şey yoktur. Bunlar ise O'nun bildiklerinden
hiçbirini bilemezler. Ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. Bu bakımdan
bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl şefaate
kalkabilir. Herhangi bir şeyde ister bir parça tasarrufa kimin yetkisi
olabilir. Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış sevgililerinden olabilir.
Bilindiği üzere şefaat hürmete layık birinin kendinden düşük bir diğeri
hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki, bu bir
bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını
kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat
istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan
kimseler yapabilir. Oysa Allah'ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile
Allah'tan daha çok birlikte bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve ilerisini
gerisini tamamen idrak etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî huzurda
kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek
şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat
edecek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı
nereden bilinir? Bu hâl içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun, kimdir
o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp Allah'ın
kullarına Allah'tan daha çok sahip çıkma, koruma yetkisini kendinde görsün de
şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak dilerse, özel veya genel şefaate
ilâhî irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka... Demek ki yüce
Allah'ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat da herkesten önce
O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat
kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil,
yine Allah'ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır ki
önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi umulan bir
Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim şanından
olmayanların şefaatçı olabilmelerine, asla ihtimal yoktur. Sonra kendisine izin
verilebilecek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah katındaki derecesi ve o
oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile uyumlu olabilecektir. Bu
bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman en genel biçimde şefaat sahibi,
yukarda peygamberlerin makâmları hakkındaki ilâhî açıklamadan anlaşıldığı
üzere, hepsinin üstünde "sâhib-i derecât" (dereceler sahibi) olan
Resulullah, peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu konudaki naslara göre,
Cenab-ı Hak O'na şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en yüksek
peygamberlik makamı, "Şefaat-ı uzmâ" en büyük şefâat makâmı olmuştur
ki, Makâm-ı Mahmud'a şefaat hadisi gelecektir. Allah öyle bir ilim ve saltanat
sahibidir ki, hükmünün tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri ve yeri geniş geniş
tutmuştur. Yerlerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve cisimler içinden, dışından
hep bu kürsü ile kuşatılmıştır. Herbirinin kıyamı (ayakta durması) onun
içindedir. Bu arada hiçbir nokta bulunmaz ki, orada yüce Allah'ın kürsüsünün
hükmü geçerli olmasın. Yeryüzünün içinden çıkamayan insanlar onun yerleri,
gökleri kuşatmış kürsüsünü nasıl kavrarlar. "Onlar Allah'ı, gereği ve
lâyıkı biçimde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun
tasarrufundadır. Gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O müşriklerin
ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir". (Zümer, 39/67)
Gökler ve yeryüzü denince hapsedilmiş birisi
gibi bunlarla her taraftan kuşatılmış olan insanlar madde ve kuvvetin,
duygunun, hayalin, kuruntunun, aklın, tasavvurun, hükmün ve bütün itibarî
belirlemelerin içinden son sınırına dayanır. Bunların ötesi deyince kayıtsız
şartsız, kalbî bir merakla sonsuz bir ortama, sınırsız mutlak bir emel sahasına
geçmek için çırpınırlar. İnsanlar kendilerince, yerkürenin küçük bir parçası
üzerinde bile bir devlet ve hükümet ele geçirip idare ve muhafaza etmenin ne
kadar zor bir iş olduğunu ve asırlardan beri gelen nice nice devletlerin,
milletlerin bu yüzden memleketlerini koruyamayarak yıkılıp gittiklerini görüp
bildiklerinden nihayet tasavvur edemedikleri bu göklerin ve yerin bir kabza-i
tasarruf (tasarruf avucun)da vahdet kürsüsünden bir saltanat ile idare olunur
bir memleket olduğunu düşündükleri zaman, "koruması ne kadar zor ve
ağırdır" gibi bir zanna düşebilirler. Fakat o ilâhî kürsü, bütün gökleri ve
yeri tutmuş olmakla birlikte, bu gökleri ve yeri o vahdet (birlik) kürsüsünden
tasarruf avucunda tutup muhafaza etmek ve korumak Allah'a ağır da gelmez. O'nun
için bu hiçbir şey değildir. O şanı yüce Allah pek yüksek, pek büyüktür.
Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'dur. Bu bakımdan bundan başka gerçek bir
ilâh nasıl mümkün olur? Ve buna karşı başkalarına tapılıp da şefaatleri nasıl
umulur? Ve böyle yapan kâfirler ne kadar bedbahttır!
Bu âyete " Âyetü'l-Kürsî" denilir ve
bundan dolayı bu sureye "Sûretü'l-Kürsî" de denilir. Görüldüğü üzere
bu âyet, ilâhî saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını
ve Allah Teâlâ'nın zatını ve sıfatını hem tarif ve hem gökler ve yeryüzünün ve
çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve düzeni, miktar ve genişliğini
muhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet sırrı vb. gibi maddî ve manevî
kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile isbat ederek bütün ilâhiyat
meselelerinin ana noktasını, Allah'ın kürsüsü gibi geniş bir kapsam ile
kapsamış bulunduğundan bütün Kur'ân âyetleri arasında konusu ile uygun olmak
üzere en yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir Nitekim Resulullah (s.a.v.):
"Kur'ân'da en büyük âyet, âyetü'l-kürsidir. Bunu her kim okursa, Allah o
saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını
siler. Bu âyet bir evde okunsun da şeytanlar onu otuz gün bırakmasın, olmaz ve
kırk gün ona ne sihirbaz kadın, ne sihirbaz erkek girmez, ey Ali bunu evladına
ve ailene ve komşularına öğret, bundan büyük bir âyet nazil olmadı";
"Her kim farz namazların her birinin arkasında âyetü'l-kürsîyi okursa onu
ölümden başka cennete girmekten engelleyecek hiçbir şey kalmaz. Yani ölünce
doğru cennete gider ve ona ancak sıddık veya abid olanlar devam eder. Ve bunu
her kim yatağına yatarken okursa Allah onu kendisine ve komşusuna ve komşusunun
komşusuna ve etrafındaki evlere emin kılar"; "Günlerin efendisi cuma
günü, sözlerin efendisi Kur'ân, Kur'ân'ın efendisi, Bakara Sûresi, Bakara
Sûresinin efendisi de âyetü'l-kürsîdir." buyurmuştur.
KÜRSİ: Sözlükte, üzerine tek başına oturulan
belli bir şeydir ki, aslında taht ve şerefli ilmin ayni şekilde olan özel ve
seçkin makâmı demektir. İlmin kendisine ve âlime de denir. Daha sonra iskemle
ve sandalye gibi şeylere de bu isim söylenmiştir. Dilimizde en çok ilim
makâmında kullanılmıştır. Herhangi bir şeyin aslına ve toplandığı yere de kürsi
denir. Nitekim memleket kürsisi, "başkent" anlamına gelir. Bunun aslı
olan "kürs" kelimesinde bir araya toplanıp karışma ile keçe gibi giriftleşip
sağlamlaşmak mânâsı vardır. Kısaca gerçek mânâsıyla kürsi, ancak bir kişinin
oturabildiği en yüksek bir çeşit sandalyedir. Bundan dolayı, yerleri gökleri
kaplamış bir kürsi düşüncesinin, bu bilinen mânânın aynı olmayacağı da
şüphesizdir. Aynı zamanda bu kelimenin bize bir hakimiyet (egemenlik) ve
saltanat, bir ilim, bir şeref ve büyüklük ve söz geçerliliği anlamı ifade
ettiğinde de şüphe yoktur. Biz bir memlekette bir kürsi, bir taht düşündüğümüz
zaman, önce bir memleket, ikinci olarak onun içinde bir başkent, üçüncü olarak
o başkent içinde bir arş, bir saray, dördüncü olarak o saray içinde bir taht,
beşinci olarak o taht üzerinde hükmü elinde bulunduran bir hükümdar, altıncı
olarak bu hükümdardan bütün memleketi kapsayan bir nüfuz tasavvur ederiz ki,
bunda hükümdar, zarf zarf içinde memleketle tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda
nüfuzuyla o memleketi kuşatmıştır. Bunda en çok hayrete değer nokta da, bir
şeyin hem kuşatan ve hem de kuşatılan olabilmesindeki sırdır ki, ilmin
kendisinde de vardır. Ve bu nokta insanlara, Allah'ın birliğini en güzel
şekilde telkin edecek olan bir işarettir. Âyetü'l-kürsî, bize bu mânâyı telkin
etmekle beraber gösteriyor ki, Allah'ın mülkü göklerle yerdir. Fakat Allah'ın
kürsisi, bunlarla kuşatılmış değil, onları kuşatmaktadır. Bizim kürsi düşüncemizin
aksinedir. Allah'ı düşünürken hep kuşatılmış olanlardan, kuşatıcıya doğru
geçmelidir. Taht veya başkent, göklerle yer memleketini kuşatmış; Arş, tahtı
kuşatmış; Rahmân olan Allah, Arşın içinde değil, üzerinde ve Allah hiç
kuşatılmış değil, hep kuşatıcı ve yöneticidir ve öbüründeki zıtlığı kaldıran
budur. Şu halde Allah'ın kürsisi, bize ancak bir isim ve kuşatılandan kuşatana
geçerek, nihayet gökler ve yer tasavvurunun ötesinden, kapalı ve tahayyülü
imkânsız bir büyüklük kavramıyla bilinebilir. Bunun gerçek mahiyetini tayin
edebilmemize imkan yoktur. Bununla beraber tefsirciler, bunun tarifinde birkaç
şekil rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:
1- Kürsi, gökleri ve yeri kaplamış büyük bir
cisimdir. Buna "Arş'ın kendisi" diyenler de olmuştur. Fakat sahih haberler,
"Kürsi, Arşın altında ve göklerin üzerinde bir cisimdir." diye
gelmiştir. Kürsi, iki ayak yeridir. Süddi'den nakledilmiş olduğu üzere, gökler
ve yer Kürsi'nin içinde, Kürsi, Arşın altında ve iki ayağının yeridir. Burada
iki ayak yerinin, Arş'ın ayağının yeri olduğu açıktır. Bunu en büyük Ruh'un
veya hamele-i Arş'tan (Arşı taşıyan meleklerden) büyük bir meleğin iki ayağının
yeri diye gösterenler de vardır. İşte bu iki ayak yeri tarifi, Kürsi'nin
başkent, yani hükümet karargâhı mânâsıyla ilgili olduğunu açıkça gösteriyor.
Gökler ve yer, bilinen bütün cisim âlemlerinin ifadesi olduğuna göre, bunları
kaplamış olan Kürsi'nin içinin bir cisim olması, göklerde ve yerde bilinen
cisimlerin, cisimliklerinden başka bir cisimlik demek olduğunu da unutmamak
gerekir. Yani Kürsi, boşlukta yer tutan bir cisim değil, yerin kendisi olan bir
cisim (bir boşluk) demek oluyor ki, bunun cisimliğinin, madde ile değil, mutlak
uzunluk, diğer bir deyimle genel olarak yer ve mekân denilen soyut bir uzaklık
ve bütün bir boşlukla tasavvur edilmesi mümkündür. Çünkü mutlak mekân denilen
soyut uzaklık, feza, madde uzantısının mahiyetini ifade eden soyut bir
uzantıdır. Boyut ve uzantı ise cisimliğin en genel mânâsıdır. Fakat maddî
cisimler burada yer tuttuğu halde, bu başkaca bir yerde yer tutmuş değildir ve
diğer cisimlerle iç içe bulunması mümkündür. Fakat şu madde âleminde görülen
maddî güçler ve varlığa ait işlerin ortaya çıktığı yer de budur. Bütün yüksek
cisimler burada yerleşmiş ve aralarındaki esirî âleme (fezada gök cisimleri arasında
ışık ve sıcaklığı nakleden, havadan daha hafif cisimlere) varıncaya kadar bütün
toplu dalgalar burada bulunmaktadır. Hareket ve sakinlik burada meydana
gelmektedir. Ancak zaman ve ruhlar âlemi bundan daha geniştir. Bir zamanlar fen
bilgilerine sabit bir kıymet isnad eden ve Allah'ın indirdiklerinin sınırının,
fen sınırlarından daha geniş bulunduğunu düşünmeyerek, Kur'ân âyetlerini
zamanının fen bilgilerine göre açıklayıp yorumlamaktan zevk alanlar, o zaman
kâinatın şekli hakkında Batlemyus'un astronomi ilminin, en yüksek fen bilimi
yerinde bulunması ve kendilerinin de bu ilmin mütehassıslarından olmaları
dolayısıyla gökleri ve yeri ona göre düşünüp yorumladıkları gibi, Kürsi'nin
cisimliği hakkındaki haberleri de o fennin teorileriyle (varsayımlarıyla)
açıklamaya çalışmışlar ve dolayısıyla "Kürsi, sekizinci gök olan sabit gök
cisimlerinin bulunduğu gök, Arş da dokuzuncu gök olan Atlas göğü (en büyük gök)
dür." diye tevil etmişler (yorumlamışlar), "Kürside yedi gök, bir
kalkan içine atılmış yedi para gibidir.", "Arş'ta Kürsi, büyük bir
sahraya atılmış demir bir halka gibi bir şeyden ibarettir." meâlinde
rivayet edilmiş olan iki hadisi şerifi de buna delil gibi kabul etmişlerdir.
Bugün görüyoruz ki, fennin bu dokuz gök varsayımı gücünü kaybetmiş olduğu halde,
Kur'ân âyetleri ve Peygamberimizin hadisleri, gönüllerde yine bugünkü gökler ve
yer gibi bütün kıymetiyle ortaya çıkıp durmaktadır. Şu halde bunları, mutlaka
kendi bilgilerimizin çerçevesi içine alarak açıklamaya çalışmak, ilmin
gereklerine de dinin gereklerine de uygun değildir.
Bu iki hadisi şerif, bize Kürsi'nin, sekizinci
gök veya sabit yıldızların bulunduğu gök olduğunu değil, nihayet göklere ve
yere göre büyük bir yer, Arş'a göre de pek küçük bir daire olduğunu misal
yoluyla anlatmaktadır. Bu yüzden asrımızdaki fen bilimlerine göre buna bir mânâ
vermek gerekirse, Kürsi'yi mutlak bir yer mânâsıyla tasavvur etmek, elbette
daha uygundur ve bu bizim kendi düşüncemiz değildir. İmam Fahreddin Razi, bu
âyette değil, fakat Fatiha tefsirinde Kürsi'yi mekân, Arş'ı da zaman
teorileriyle ele almıştır. Çünkü mutlak mekân, gökleri ve yeri içine almış,
kaplamıştır. Halbuki bütün mekân uzunlukları, şu andaki bir anlık zamanın içine
sığmış, geçmişin ve geleceğin, aralıksız cereyanı içinde bu hâl dairesi
(şimdiki zaman çerçevesi) tıpkı büyük bir sahrada küçük bir halka gibi
kalmıştır. Bununla birlikte diğer taraftan Kürsi ve Arş'ın manevi değerleri
hakkında da rivayetler vardır. İnsan şu görüşleri düşünürken bile farkına varır
ki, gökleri ve yeri mekândan başka kuşatan, kuvvet ve kudret, akıl ve ilim ve
bunların üzerinde ruh vardır. Ve hatta zaman, mekânı kuşatmış görünürken bunun
da ruhta meydana gelen bir durum olduğu ve buna göre ilim ve ruh âleminin,
zamanı da kaplayan bir deniz olduğunu takdir eder. Nitekim Kürsi, en büyük
Ruh'un veya diğer büyük bir meleğin iki ayağının yeri denilmişti. Şu halde
bunların aslı, Arş'ın sınırına dahil ise de, Kürsi'nin Kürsi olması, sırf
cisimlikten ve bir uzantıya sahip olmasından değil, bu manevi kuvvetlerin de
bir tesellisine sahne olmasındandır. Ve Allah'a nispet edilmesi de bundan
olmalıdır. Buna göre:
2- Kürsi, saltanat, kudret ve mülk demektir.
Çünkü ilâhlık, ancak kudret ve var etme ile ortaya çıkacağı gibi, dilde de taht
ve Kürsi dendiği zaman, doğrudan doğruya egemenlik gücünün kastedildiği vardır.
3- Allah'ın kürsisi, Allah'ın ilmi demektir.
Çünkü ilim Kürsisi, taht mânâsından daha çok bilinmektedir ve bu münasebetle
ilmin kendisine de mecazî olarak kürsi denilir. Bu rivayet, İbnü Abbas
hazretlerinden nakledilmiştir. İbnü Cerir et-Taberi gibi birçok tefsirciler,
bunu tercih etmişlerdir.
4- Bu sözden maksat, sırf Allah'ın yücelliğini
ve büyüklüğünü anlatmaktır. Cenab-ı Allah, halka zat ve sıfatlarını tarif
ederken, insanların hükümdarlar ve büyükler hakkında alışmış oldukları
şekillerle hitap buyurmuştur. Nitekim Kâbe'yi kendine ev yapmış, tavaf ve
ziyaretini emretmiştir. Çünkü insanlar, hükümdarlarının saraylarını ziyaret
ederler. Hacerü'l-esved'in yer yüzünde "yeminüllah" (Allah'ın eli)
olduğunu söylemiş ve öpme yeri kılmıştır. Nitekim insanlar, hükümdarlarının
ellerini ve eteklerini öperler. Yine bu türden olarak kıyamet günü kullarının
hesaba çekilmesi hakkında, meleklerin, peygamberlerin, şehitlerin huzurda
bulunacaklarını ve mizanlar konulacağını söylemiştir. İşte bunlar gibi
kendisine de Arş isbat etmiş, "Rahmân olan Allah, Arş'ın üzerine
hükmetti." (Tâhâ, 20/5) buyurmuş ve bunu anlatarak, "Meleklerin,
Arş'ın etrafını kuşatarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün."
(Zümer, 39/75), "O gün Rabbinin Arş'ını, onların üzerinde sekiz melek
taşır." (Hâkka, 69/17), "Arş'ı taşıyanlar ve onun etrafında
bulunanlar..." (Gâfir, 40/7) buyurmuş, sonra kendine Kürsi de isnad etmiş,
"O'nun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır" (Bakara, 2/255) buyurmuştur.
Bundan anlaşılır ki, Arş ve Kürsi gibi, benzetmeyi andıran lafızlar (sözler)
Kâbe, tavaf ve Hacerül-esved hakkında daha fazlasıyla mevcuttur. Halbuki bunlar
da mesela Kâbe'nin "beytullah" (Allah'ın evi) olmasında, Allah'ın,
geceyi orada geçirmesi gibi bir benzetme ve cisim mânâsı kastedilmiş olmadığı
hususunda nasıl görüş birliği varsa; Arş ve Kürsi hakkında da maksatın,
Allah'ın yücelik ve büyüklüğünü anlatmaktan ibaret olduğunda tereddüt
edilmemesi gerekir. "Kaffâl" ve "Keşşaf" tefsircileri gibi
araştırmacılar da bunu tercih etmişlerdir. Buna göre Kürsi'den maksat nedir, ve
nasıl bir şeydir, diye düşünmeye lüzum yoktur. Bu açıklama Cenab-ı Allah'ı
cisim olma şüphelerinden tenzih için pek güzel olmakla beraber, Allah'ın
Kürsi'sinin gerçekle delâlet ettiği bir şeyin bulunmadığını kabul etmek de
zahire (bu konudaki açık ifadelere) aykırıdır. Evet bilinen gerçek mânâsıyla
bir Kürsi, bir taht kastedilmediği yukarda geçtiği üzere muhakkaktır. Bununla
birlikte bir beytullah (Allah'ın evi) bulunduğuna iman etmek gerektiği gibi
Allah'ın bir Kürsisi bulunduğuna iman etmek de gereklidir. Bunun az çok cisimle
ilgili bir kavramı içermesi Cenab-ı Allah'a -haşa- bir cisimlik isnadını
gerekli kılmaz. Meselenin ruhu, Kürsi'nin Allah'a nisbetini lâyıkiyle
düşünebilmekte, bunun bir "oturma nisbeti" olmayıp bir "Rablık
nisbeti" olduğunu anlamaktadır. Âyetten anlaşıldığına göre Allah'ın
Kürsisi, bir taraftan maddî cisimler toplamı olan göklerin ve yerin hepsini
kaplayıp tutan, cisimleri kuşatan birşeydir. Biz bunun "Kürsi" ismiyle
varlığına iman eder ve gerçek mahiyetini idrak edip tam olarak bilemeyeceğimizi
anlarız. Diğer taraftan az çok bir tasavvur edinebilme gereğine kanaat
getirirsek, Allah'ın Kürsisinde saltanat tahtı ile ilim kürsisi kavramlarındaki
mükemmellik içeriklerini bir araya toplama, kısaltma ve fani olma anlamlarını,
"Daima diridir, evrenin yöneticisidir.", "O'nun misli gibi bir
şey yoktur." ifadelerinin delâletleri gereğince dürüp katlayarak onu
mutlak bir ilim ve saltanatın tecelli edeceği (ortaya çıkacağı) bir yer olmak
üzere ele alıp düşünürüz. Ve bu bakımdan aslında yüce Allah'ın büyüklüğünün
soyut bir tasavvuru değil, kudretinin ortaya çıkış biçiminin de bir ifadesini
içine almış bulunduğunu tasdik ederiz. Bütün cisimler, yüksek ve alçak
kütleler, Kürsi'nin içinde kaldığından, onun üzerinde hüküm yürüten ilim ve
saltanat sahibinin, cisim olmanın üzerinde çok yüce bir varlık olduğunu da
kesin olarak anlarız. Ve daha açık olması için Kürsi'nin büyüklüğünü anlatan
haberlere bakarak diyebiliriz ki, Allah'ın Kürsisi, göklerde ve yerde görünen
bütün maddelerin, kuvvetlerin kaynaşıp durduğu mutlak bir boyut, yani ilim,
irade ve kuvvetten soyutlanmış olan sadece mücerret feza değil, bunların
tecelli ettiği bir ayna bulunması bakımından mekân ve her şeyin yeri olması
muhtemeldir.
Burada yerleşmiş olan Allah değil, gökler ve
yer denilen cisimler ve yer işgal eden kütleler toplamıdır. Bunun üzerinde daha
geniş olarak zaman uzantısı, akıllar ve ruhlar âlemini içeren ve mukarrep
(Allah'a yakın) meleklerle kuşatılmış olan Arş vardır. Ve burası mekân üstüdür.
Artık burada cisimlik mânâsı yoktur. Ve "Rahmân olan Allah Arş'a
hükmetti." (Tâhâ, 20/5) ifadesinin delâlet ettiği üzere Allah Teâlâ Arş'ın
içinde değil, rahmânlık sıfatıyla üzerindedir ve bu üzerinde bulunma, mekânla
ilgili olmayan bir üstünlüktür. "Ey Rabbimiz sen her şeyi rahmetinle ve
ilminle kuşattın. " (Gâfir, 40/7) âyeti gereğince de Allah'ın kuşatması,
rahmet ve ilim yönüyledir. Kürsi, bu ilim ve rahmetin, bizim âlemimize bir
tecelli yeridir. Bu bakımdan ne Kürsi'nin, ne Arş'ın Allah'la ilgisi bir yer
tutma şeklinde değildir.
Hükümranlık ve tasarruf, zapt etme ve emre
hazır tutma, hüküm ve emir gibi tecellilerle bir rablık ilişkisidir. Bu ilgi,
bu tecelli sayesindedir ki, ruhlarla cisimler, zihin ile dış âlem birleşerek
gerçekleşme noktalarında Hakk'ın varlığının bir parıltısına ayna olurlar da
yerlerin, göklerin, mekânların, zamanların, Kürsi'nin, Arş'ın, kuşatamadığı
Allah'ın varlığını, müminin kalbi, eşyanın her zerresinde, mekânın her
noktasında, zamanın her anında marifete (Allah'ı tanımaya) yol bulur ve her
şeyi anlamayı ancak bununla başarabilir. Hak demeden hiç bir şeyi bilemez ve
Hakk'ın zatı ile ilgili en yüksek marifeti (bilgisi) de, ""Seni
gerçek bir şekilde tanıyamadık." ifadesidir. Bunun için de sadece marifeti,
iman olamaz. İmanın kapsamı, marifetin kapsamından geniştir. Marifette bir
kayıt vardır. İman ise kayıtsız, şartsız bir teslimiyet, ilâhî bir ilgidir ve
en büyük temaşa ondadır. Bunun yeri olan müminin kalbi de yerlerden göklerden
geniştir. Bunun için mutlak mekânın, tecelli eden kuvvetleriyle beraber gökler
ve yer cümlesinde dahil olması daha çok muhtemel bulunduğundan en sağlam iman,
Allah'ın Kürsüsüne, Allah'ın açıkladığı şekilde iman edip, marifet
taslamamaktır. İşte gökler ve yer ne kadar açık ise, Allah ondan daha açıktır.
Onları kuşatmış olan Kürsi ve onun ötesi ne kadar gizli ise, Allah ondan daha
gizlidir. Bununla beraber O, diridir, varlığı kendi zatiyle kaim olup her şeyi
yönetmektedir; hem evveldir, hem sondur. O halde bundan başka mabud, bundan
başka ilâh nasıl düşünülebilir? Seçme yeteneği ve irade gibi ilâhî bir lütfu
kötüye kullanıp, o geniş kalbi daraltıp da Allah ve O'nun emirlerini inkâr
edenler zalim olmaz da ne olur? Bunlardan çok kendilerine zulmeden nasıl
düşünülebilir? Bunlar hep mecburiyet ve zorlamak isterler, dine davet
edildikleri zaman, "Allah istiyorsa bizi zorla dindar yapsın."
derler.
256-Fakat dinde zorlama yoktur. Allah onu
zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde
zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'd-dîn"
(dinde) ifadesi, "ikrah"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil)
haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani
sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak
din olan İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin
konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve
davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde
yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama
değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde
dine zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada
zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya
olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır.
Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya
bulunmamalıdır.
Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur.
Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz.
Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet
bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere
göredir." Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile
yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen
iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da
öyle, hac da öyle, cihad da öyledir...
Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp
da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın
hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır.
Cihad da bu hikmetle meşrudur. de zarflık değil, sebeblik mânâsı düşünülürse,
mânâ şu olur: Zorlama, din için yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak
için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir
tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey
değildir. Dinin aslı olan imanın kökü tasdik ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf
bir rıza ve seçenek işidir. Bunu "Dilediğini yapar." (Bakara, 2/253;
Hac, 22/14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın
iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya değil, güzel bir seçime
ve gönül rızasına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün olmaz. Ancak
tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların
hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için insanları zorluyor
musun?" (Yunus, 10/99) Şu halde dine girmesi için kimseye zorlama
yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman, Allah yanında
gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz. Bununla beraber
kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağından ve bu zorlama hâlinde
olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine
kâfirsin." denilemez, kâfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe
ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir
irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir
zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla müslüman
olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu,
ikrahın (zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.
Zorlamaya ne hacet? Zorlama beklemekte mânâ
nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması gerekmez mi? Çünkü doğru yolda
bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar
peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihayet ilâhî
saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya çıkışından) sonra, iman ve
dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr ve dinsizliğin ise azab ve
felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak batıldan, hayır şerden
ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, küfür (inkâr) ehli de
muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle,
kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama mânâsını
içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor ki, "dinde zorlama
yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek
şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış
bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış
olmasındandır.
Bilinmektedir ki zorlama, fiilden önce gelir
de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı
için fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz.
Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, bir alet olur.
Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan
yapılmış olan inkâr ve zulmün, fasıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış
müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun
gerekli bir sonucu olan ceza ve azab da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır
ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine zulmetmiş olur. Allah
Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de
başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından, onları korumak için
sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde zorlama
yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin
engellerindendir. İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye
İslâm dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme
hakkına sahiptir. İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi,
hıristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir müşrik,
dilerse yahudi veya hıristiyan olabilir; hiçbirine müslüman ol, diye zor
kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır.
Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna göre
cezasını görür. Kendi rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamberine
söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tevbe etmezse
cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir
sonucudur. Bu noktada İmam Şâfiî gibi bazı âlimler, müslüman olmaya söz vermiş
bulunan mecusi veya hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela
yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya müslüman ol, diye
zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki,
"Küfür, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din
değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur. Buna göre, "Ya dön
veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslâm dinine girdikten
sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse cezası verilir.
Bundan başka ibadet ve diğer muameleler gibi rıza şart olan amel dallarında da
zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir
fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir
saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan
hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan
dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya
mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm
uyruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır.
Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul
etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de yine din değiştirmeye
zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir intizama mecbur
tutulur. Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil, hak
dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile din
olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin
saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her türlü
haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş,
bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği
bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan İslâm
yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din
çevresinden dışardadır. Dâr-ı harb (kâfir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle
iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki,
"Dinde zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit
etmektedir. Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul
etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi mensub
olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip
yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak
düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve güçlü
bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenliğini
herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler cemaati
arasındaki Hz. Muhammed'in makâmı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden
teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi
gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini
ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan
İslâm dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir
din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi, intikam,
öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı
gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın
kelâmını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bir zayıflık
gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık
allak bullak olacaktır.
Fakat bu açıklamadan sonra bir soru kaldı.
Yukarda, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya
kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) âyetinde görüldüğü üzere Mekke ve
hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli gibi din hürriyeti verilmemiş,
bunlar hakkında, "Bana, Lâilâhe illallah (Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu sözü söyledikleri
zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." hadisiyle ya İslâm,
ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde zorlama yoktur." hükmüne ters
değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki âyet,
birbirini nesh veya tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı anlaşılır.
Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi
özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün tatbiki içindir.
Bu münasebetle tefsircilerden birkaç görüş
vardır:
1- Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden
genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş
bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak
doğru görülmemiştir. Aslında "Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir."
âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu
göstermekte ve böyle bir düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere
cihad meselesi aslında buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu
olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine
göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem
(neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine
aldığı görüşüne sahip olabilecekler için bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki
bu âyette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih
rivayeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri kalan kısmın
neshedilmiş olmasına imkân yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan
kısımda yine kesindir. Kısaca nesih âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.
2- Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir.
Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden hariçtir. Gerçi "şu
peygamberler..." âyetinden başlayan sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği
gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu desteklemektedir. Rivayet
ediliyor ki Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Ensar'dan bazıları,
çocuklarını Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa sokmuşlardı. İslâm dini gelince
bunlara zor kullanmak istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan bir kadının çocuğu
yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve
onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı
kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri zaman
dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün
görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki İslâm dini
geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler. Bu cümleden olarak Salim
b. Avf oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam
tüccarlarının telkinleriyle hıristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed'in
peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi
sizi bırakmam, mutlaka müslüman olmalısınız." diye sataştı. Onlar da
çekindiler, üçü birlikte Resulullah'a müracaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet
indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden önce olsun
ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri içine almamaktadır.
O halde hükmünün genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil,
muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu,
hükmün genel oluşuna mani değildir. "Dinde zorlama yoktur." hükmü ise
daha geneldir. Sonra bu hüküm yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dâr-ı
İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (emân)
verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası müşriklerinden başkasına bu
muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı
gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes:
"Nüzul (iniş) sebebi, Resulullah, birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da
'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu âyet bunun hakkında inmiştir."
diye rivayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda
daha açıktır.
3- Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki
muamele, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya
kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) emrine dayanmaktadır. "Dinde
zorlama yoktur." hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra
dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." meâlinde olduğu Tefsir-i
Kebîr'-de açıklanır.
Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi
o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne
ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın..." âyetinden sonra inmiş demek
olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ
ikrâha = zorlama yoktur" hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında
bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır.
Halbuki bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü
bunun tarih itibariyle sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarda görüldü
ki, aksine rivayet bile vardır. Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın
olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak
tefsir (izah) ve tahsis edebilirler. Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya
çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de
doğru olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile
verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların müslüman oluşundan sonra da zorlama
olmadığı kabul edilmiş, bu arada müslümanlar arasında bulunan Arap müşriklerine
de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir. O halde, âyetinin
bütün kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin, hüküm dairesinde zorlama
yoktur." demek olur. Savaş ve savaş hâlinde bulunan düşman meselesi, bu
hükümden esas itibariyle hariç olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça
ceza da bunun dışındadır. Ancak bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de
yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193)
âyetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre âyetin sonunun da delâlet edeceği
üzere İslâm dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki
kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslâm yurdunda diğer
dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (genellik ifade
eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da
şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da
içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç
duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama
yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar,
belalarını bulurlar".
Bundan dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya
azgınlıklara küfredip (inkâr edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb
ile, "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." diyerek önce o tağutları
kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla
Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o
mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır ki, kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin
kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmî
ve amelî delillerden, hak ve batılın bu ortaya çıkışından sonra akıl ve
doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok, gelip geçici olan fani, batıl,
koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet kendine tutunanı düşürüp bırakıp gidecek
olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi
azgın, sahte mabudların çürük kulplarına yapışmak değil, "Ezelden sonsuza
kadar dirisi, her şeyin yöneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz,
göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz,
şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi, gizli açık, cüz'î (kısmî), genel
her şeyi bilen, her şeyden haberdar, ilminin gerçek mahiyetine erilmez, o
bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsisi yerleri, gökleri tutmuş,
yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek, pek yüksek kudretinin
yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan
Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki eliyle seve seve canı gibi
koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsiden uzatılmış, kopmaz,
kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin başı olan
Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel etmek ve
onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış olur.
Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde kalmamalı, ağız, gönül
bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir. Hem
sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından, deyip, içinde inkâr saklayan
münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr savuran
kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.
TAĞUT: "Tuğyan" (azgınlık) kökünden
mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberût = zorbalık" gibi
"tağavut" olup, yer değiştirmekle "tavagut" yapılarak
"vâv", "elif"e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye
söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan
demek gibidir.
İbnü Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi,
Allah'a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine
tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş
ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya
sihirbaz, yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük
taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud
gibiler veya putlar diye çeşitli rivayetlere rastlanır. Ebu Hayyan der ki:
"Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her
birine hasredilmiş (mahsur)tir.." Yukardaki tarif, bunların hepsini içine
almaktadır. Bununla birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan
menedenler" fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir.
Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva
ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 45/23) âyeti
gereğince kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği
düşünülürse önceki tarife dahil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde
edeceğiz: Önce, tağutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya
çeşitlerini gösterebileceği gibi "şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mabud,
insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her
biri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade
edildiğine göre bunların, mânâ itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pek
yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret
edebilir. İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun açığı da, gizlisi de, görünürü
de, görünmezi de vardır. Üçüncü olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından
anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi
olmayan putların ve dikili taşların tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi.
Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve
azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu sebeple nihayet bir
azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında
erkek veya dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya
açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar,
asıl tağut değil, tağutların temsilcileridirler. Böyle "Kim tağutu inkar
ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş,
putlardan önce ona sevk eden azgın isyankârlara küfretmek (onları inkar
etmek)tir. Dördüncü olarak, Allah'a karşı isyankâr olmayan ve şirke razı olma
ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankârlar tarafından ilâh
diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr gibi büyük insanların kendileri tağutun
tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden hariçtirler. Tevhid emrinde,
"başka hiçbir ilâh yok" derken bunların ilâhlığını da olumsuz kılıp
inkar etmek, ibadet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr
caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman
ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır. Bu çok önemli nükteye işaret
edilerek "kim tağutu inkâr ederse..." buyurulmuş da diğerlerini inkâr
şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr etmek
değil, Allah'tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak ve bu arada tağutları
inkar etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki
derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet şunu da
kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak için,
Allah'a imandan önce küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tağutları
asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tağutu inkar eder
de Allah'a iman ederse..." ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur." kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı
ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın
Kürsisine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve
giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecekleri kelâmın
mânâsından anlaşılıyor. Şimdi hem bunu daha çok aydınlatmak, hem de acaba hiç
tutunmasak, hiçbir kulpa yapışmasak ne lazım gelir, diyebilecekleri irşad için
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
257- Allah, iman edenlerin velisidir. Onları
karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları
aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî
olarak kalırlar.
258- Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye,
Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, ona: "Benim
Rabbim odur ki, hem diriltir, hem öldürür." dediği zaman: "Ben de
diriltir ve öldürürüm." demişti. İbrahim: "Allah güneşi doğudan
getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!" deyince o inkâr eden herif
şaşırıp kaldı. Öyle ya, Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
259- Yahut o kimse gibisini (görmedin mi) ki,
bir şehre uğramıştı, altı üstüne gelmiş, ıpıssız yatıyordu. "Bunu bu
ölümünden sonra Allah, nerden diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu
yüz sene öldürdü, sonra diriltti, "Ne kadar kaldın?" diye sordu. O
da: "Bir gün, yahut bir günden eksik kaldım." dedi. Allah buyurdu ki:
"Hayır, yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz
bozulmamış, hele eşeğine bak, hem bunlar, seni insanlara karşı kudretimizin bir
işareti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak, onları nasıl birbirinin üzerine
kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?" Böylece gerçek ona
açıkça belli olunca: "Şimdi biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir."
dedi.
260- Bir zamanlar İbrahim de: "Ey Rabbim!
Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" demişti. Allah: "İnanmadın
mı ki?" buyurdu. İbrahim: "İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye
istiyorum." dedi. Allah buyurdu ki: "Öyle ise kuşlardan dördünü tut
da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına
onlardan birer parça dağıt, sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve
bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."
257- Allah iman edenleri, ezelî ilimde iman
etmesi kararlaştırılmış olanları sever, onların dostu ve kayırıcısıdır. Onları,
hidayeti ve başarılı kılması ile karanlıklardan (zulümâttan) aydınlığa (nura)
çıkarır. Burada, "zulümât"ın çoğul, "nur"un tekil
getirilmesi ne kadar dikkate değerdir. Demek ki dünyada çok "zulmet"
(karanlık) vardır. Bütün bu karanlıkları ortadan kaldıracak "nur"
(aydınlık) ise, birdir ki, o da, "Allah göklerin ve yerin nurudur."
(Nur, 24/35) hükmü gereğince, Hakk'ın nurudur. Herhangi bir konuda Hakk'ın nuru
bulunmadı mı insanı her tarafından sayısız karanlıklar kaplar. Hakk'ın nuru
ortaya çıkınca da o karanlıklar kalkar. Hakkın nuru bulunmadı mı, yerler ve
gökler hiç, gündüz gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar sağır olur;
kalpler bin türlü hayal ile buhranlar içinde çırpınır kalır; aranan bulunmaz,
ne aranacağı bilinmez; gönüllere kuruntular, acılar, azaplar çöker; çevreyi kuruntular,
umacılar (öcüler) kaplar; cinler, şeytanlar, başa toplanır. O zaman insana var
olmak bir belâ kesilir de, "Ah keşke ben de bir hiç olsaydım!" diye
haykırır, o sırada herhangi bir sebepten Hakk'ın nuru ortaya çıkıverirse,
gökler güler, yıldızlar doğar, baharlar açılır, neşeler, sevinçler sunulur,
acılar silinir, sıkıntılar unutulur, gönüller ferahlık ve sevinçle dolar, var
olmanın tadı duyulur. Ve zaten işte Hakk'ın nurunun bu bir zevk pırıltısıdır
ki, insana: "hayat, hayat!" dedirtir. Bu tadı sonsuza dek sürdürmek
isteyen akıllı kimseler de kendini kendine bırakmaktan vazgeçip, Hakk'ın nuruna
ermek için onun sağlam kulpuna yapışmalıdır. Bilindiği üzere her şeyin ancak
bir doğru yönü vardır ve Allah'a ancak o yönden gidilir. Buna karşılık her şeyde
batıl yönler sonsuzdur. Mesela bir şey yitirdiniz, o bir yerdedir ve ancak
oradadır. O anda bu şey için doğru yön budur. Fakat siz bir kez onu bilmiyor ve
hele o yeri bildiğiniz halde, o, orada yoktur diye inanmış bulunuyorsanız,
oradan başka hangi taraf aklınıza gelse, oralar hep batıl olan yönlerdir,
bulamazsınız. Bu bir şeye karşı dünyanın bütün yönleri batıl kesilir. Bu
şekilde herhangi bir şeyde bir hak yöne karşılık, sonsuz batıl yönler vardır.
Hakk'ın nuru olan marifet doğunca bu karanlıklardan çıkılır. Şu halde
karanlıklar çok, nur birdir. Nur (aydınlık) var olmaya, bütün karanlıklar yok
olmaya adaydır. Bir varlığa, sonsuz yokluk karşılık olur. Bütün varlıklar
üzerinde idareci olan da ancak Allah Teâlâ'dır. Bunun için Allah'a iman,
Hakk'ın nurunun, kuşkusuz bilginin, mutlak ferahlığın doğmaya başlaması ve
şafağıdır. İman ve marifete karşı veya muhalif olan yokluk, ümitsizlik, küfür,
kuşku, kuruntu, sapıklık, cahillik, eksik bilgi, fasıklık, heveslere uyma,
terbiyesizlik, nankörlük, ahlâksızlık, haddini bilmemezlik ve benzerleri hep
birer karanlıktır. Demek oluyor ki buradaki "zulümât" (karanlıklar),
küfür ve isyanların zulümâtından (karanlıklarından), kuşku ve şüphe
zulümâtından, istidlâl (bir delile dayanarak bir şeyden bir sonuç çıkarma, delil
ile anlama) ilimlerinin güçlü mertebelerine nispetle zayıf mertebelerinden ve
hatta "keşif" ve iyana (gözle görmeye) nispetle fikir ve istidlâl
ilimlerinin hepsini kapsar. "Nur" ise her birine derece derece
karşılık olan "marifet" ve "kuşkusuz inançtır" ki, iman
îkanı (kuşkusuz bilgisi)nden, ıyan îkanına (açıktan açığa görürcesine kuşkusuz
imana) kadar gider.
İşte Allah Teâlâ iman edenlerin ellerinden
tutar, zulmetlerden (karanlıklardan) çıkarır, yakîn nuru (kuşkusuz imanın
ışığı) ile işlerinde başarı, ruhlarına terbiye, gönüllerine huzur bahşeder.
Doğru yolda sonsuz mutluluğa erdirir. Buna karşılık, o sağlam kulpa yapışmayan
ve tağutları (doğru yoldan çeviren azgınları) inkâr edecek yerde, Allah'ı inkâr
eden, tevhid ile iman kulpuna sarılmayan kâfirler ise, (ki bunların bir kısmı)
Allah'a az çok inansa bile, aynı zamanda tağutlara inanırlar. Bir kısmı Allah'a
inanmaz, tağutlara inanır, bir kısmı da ne Allah'a inanır ne tağutlara, ancak
kendine tutunmak ve başka hiçbir şey tanımamak ister ve tağutlar, çoğunlukla bu
kısımdandır. Artık bunları yönetenler tağutlardır. Başlarına azgınlar çöker,
zorlama, dayatma ile, hile ve aldatma ile her taraflarını kıskıvrak bağlar,
yularlarını ellerine alırlar. Onları nurdan, Allah'ın yaratılıştan verdiği iman
nurundan, doğru yoldan çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü tağutlar dosdoğru
aydınlıkta iş görmesini istemezler, her tuttuklarını aksine, tersine
sürüklerler, sürekli karanlığa, gidilmedik yollara giderler, aklı, ilmi sevmez,
fikirleri, istekleri fesada verir, ahlâkları bozar, Allah'a, Peygamberlere
yarış etmek zan ve iddiasıyla yapılamayacak şeyler yapar, keyfini yerine
getirmek için nerde Allah'tan korkmaz varsa peşine takar ve taktığını
karanlıklara, içinden çıkılmaz belalara sürükler. Sonra ne olur? Bunlar ortada
kalırlar da tağutlar kurtulur mu? Hayır tağutları ile birlikte bütün kâfirler
nur içinde kalanlar değil, nâr (ateş) içinde kalanlardır, Allah tarafından o
sonsuza kadar yanacak olan ateşe mahkûmdurlar. Hepsi o cehennem ateşinde
sonsuza kadar kalırlar. Görülüyor ki, Allah'a iman etmeyen kâfirler, tağutları
inkâr etmiş bile olsalar, yani hiçbir kulpa yapışmak istemeyip, kendi
kendilerine kalmak isteseler bile, yine tağutların sataşmasından,
kurtulamayacak, her halde tağutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın
toplumsuz, emirsiz, yasaksız, yaşaması mümkün olmadığından, Allah'ın teklifini
(koyduğu yükümlülüğü) Allah'ın emirlerini dinlemeyenler, mutlaka tağutların
emirlerine mahkûm olacaklardır. "Zorlama yoktur" diyen dini
tanımayıp, zor kullanan zorba tağutlar da, sonuç olarak kendilerini
kurtaramayacak, sonunda ebedî olarak ateşlerde kalacaklardır. Şüphe yok ki hak
tanımayan kuduz nefislerin sürükleyeceği yer cehennem ateşidir.
258-Bakınız Allah'ın yardımı ile bir mümin bir
tağuta neler yapmış ve Allah müminlere ne gibi şeyler gösterebilir. İşte tarihî
bir örnek: Görmedin mi Allah, kendisine 'mülk' yani devlet ve hükümdarlık
verdiği için gururlanarak veya hükümdarlığının şükrünü tam aksine olarak,
nankörlük ile yerine getirmeye kalkışarak, "Halîlullah" (Allah'ın
dostu) olan İbrahim'le Rabbi hakkında tartışmaya girişen, onu yenerim zannı ile
tartışmaya çıkışan o tağutu (o Nemrud'a baksana!) O zaman İbrahim, "Benim Rabbim
O en yüce ve en ulu olan varlıktır ki, hem hayat verir, hem de öldürür."
demişti ki; hem hayatı yaratır, hem ölümü demekti. Rivayet olunduğuna göre, Hz.
İbrahim putları kırdığı zaman Nemrud onu zindana atmış, bir süre sonra çıkarıp,
"Sen kime davet ediyorsun?" diye sormuş. O da böyle söylemişti. Buna
karşı Nemrud, "Ben de hayat veririm ve öldürürüm" dedi. Rivayete göre
iki adam getirtmiş, birini idam edip, birini salıvermiş, işte gördün mü demiş.
Bununla Hz. İbrahim'in anlattığı hayat verme ve öldürme deliline gereği gibi
dikkat etmemiş, güya kendince bir yandan bir "üslûb-ı hakîm"
(hikmetli ve bilge kişinin üslûbu) yapmış, bir yandan da tehdid savurarak:
"İşte o benim!" diye Rablık iddiasına kalkmıştı. Bu cahilce müşrik
cevabına karşı derhal ona haddini bildirmek için tam yerinde bir bilge üslûbu,
"üslûb-ı hakîm" ile, İbrahim: "Şu kesin ki, Allah güneşi doğudan
doğduruyor, sen de batıdan doğdur bakayım." dedi. Deyince "kâfir
tutuldu kaldı." Şaşkın ve yenik düştü. Buna kâfir azgınlık yapmayıp da
Hakk'ı kabul etseydi, hayat vermeyi ve öldürmeyi gerçek biçimi ile alıp, ilâhî
hidayeti reddederek zulmetmeseydi, bu zulmete (karanlığa) düşmezdi. Fakat Allah
da zalimler zümresine hidayet etmez. Onları doğru yola iletmez. Kendilerini
Hakk'ın ta kendisi varsayıp da hak ve hakikate karşı gelen böyle zalimler
Hakk'ın nurundan nasıl yararlanabilirler? "Hayat" yaratmanın, güneşin
hareket yönünü değiştirmekten daha önemli, hayat olaylarının, mekanik olarak
meydana gelen olaylardan daha yüksek bir kudret delili olduğunu takdir etmeyen ve
onu oyuncak zannedip de hafife alan zalimler sonunda böyle gökten inen mekanik
bir tokatla yenilirler. Ancak hakkı kabul etmek arzusunda bulunmayan azgınlar
böyle şaşkın ve yenik olurlar da yine imana yanaşamaz, karanlıktan çıkamazlar;
kişiler böyle olduğu gibi toplumlar da böyledir. Demek oluyor ki, tağut'un
örneklerinden biri, böyle, "Ben hayat veririm ve öldürürüm." diye
Allah ile boy ölçüşmeye kalkışan kâfirdir ve işte bir mümin böyle bir azgına
yağ çekmek şöyle dursun, ona gerektiği gibi haddini bildiriverir ki, bu
Allah'ın bir lütfudur. Allah'a imanı olmayanlar, bunun yanında korkusundan
tiril tiril titrerken bak İbrahim ona ne yapmış, ne hale getirmiştir. Bununla
şu da ortaya çıkıyor ki kâfir, iktidar sahibi birisi olabilir ve fakat bir
kimse iktidar sahibi olmakla hidayete ermiş olmaz, iktidarın nimeti gereği onu
kendi gönlüne ve hevesine göre kötüye kullanmak değil, Allah'ın emrine ve
hakkın gereğine göre idare ve takip etmektir. Yani Allah'ın hayat vermesi ve
öldürmesi o kadar kesin ve açıktır ki, bunu pek değersiz, pek aşağı bir şey
gibi zannedip kendilerine mal etmek isteyen kimseler bile bulunuyor. Fakat
sözle ifadesiyle bu kadar sağlam ve sağlam yapılı olan bu gerçek ayrıntıya
geçildiği zaman kısa akıllar, hayatın tekrar edip duran örneklerini göremezler
de hayatın aslına inanırlarken, yeniden dirilmeyi ve mahşere gelmeyi inkâr
ederler.
Kendilerini hak kanununun üstünde tanımak
isteyen, emirleri ve iradeleri ile hakkı ve gerçeği değiştirmek sevdasında
bulunanlar mutlaka Hakk'ın sillesine mahkûmdurlar. Kendilerine uyanlarla
birlikte kendilerini de karanlıklara sürüklerler ve uçurumlardan yuvarlanır
ateşin diplerine tıkılırlar. Elbette haktan kaçan, hakka karşı gelen, haksız
olur, haksızın, hakka ermesi de bir çelişkidir. Kuşkusuz iktidar ve hükûmet pek
büyük ilâhî bir nimettir. Fakat insanlar kendilerini bunun asıl ve gerçek
sahibi değil, vekâleten ve mecazen sahibi bilmelidirler. Nemrud bunu böyle
tanımadığı için ilâhî hidayetten mahrum olan zalimlerden oldu. Ve Allah'a
dayanan İbrahim üstün gelerek Allah'ın izni ile onu şaşkın ve perişan eyledi.
Ayrıntılı ve uzun tefsirlerde bütün ilmî
yönleri incelenmiş olan bu ilmî münazara (tartışma) örneği, Allah'ın iman
edenlere yardımını ve bir müminin tağuta karşı davranışını bir iki kısa cümle
içinde o kadar açık ve belîğ bir şekilde ifade etmiştir ki, ilâhî yardımın bu
örneği bütün akılların kavrayabileceği açık bir gerçeği kapsamaktadır. Başka
bir tabirle bu âyet, ifadesiyle muhkem âyetlerden olan apaçık bir âyettir.
Bununla birlikte Cenab-ı Allah'ın gücü ve hayat vermesi bir defaya mahsus
değildir. O mutlak gücü ile dilediği gibi hayat verme gücüne sahiptir. Yok
olanı var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar diriltebilir ve hayat
verebilir. Ve bu hayat vermenin ve öldürmenin çeşitleri vardır. Bunlar normal
nedenlere dayalı olarak meydana gelebildiği gibi olağanüstü biçimlerde de
olabilir. Zaten "hayat verme" sırrı başlı başına bir harikadır. Bunun
gibi Allah'ın müminleri karanlıktan nura çıkarması da akılların kavrayabileceği
derecelerden çok yüksektir. Onun öyle incelikleri, öyle gizli yönleri ve öyle
olağanüstü şekilleri vardır ki, onlar akılların, tekniklerin kavrayamayacağı
harikalara varır. Böyle olmakla birlikte bunlar akılların kabul edemiyeceği,
reddine mecbur olacakları muhalâtdan (meydana gelmesi mümkün olmayan şeylerden)
değildirler. Aksine hayatın akışından elde edilebilecek birer gerçektirler.
Meydana gelmeden önce akılların tahmin etmeleri ihtimali olmayan ve fakat
meydana geldikten sonra da kabulünde tereddüt etmeye imkan kalmayan öyle örnekler
vardır ki, bunlar imanı olmayanlar için bir sır, müteşabih (karmaşık) bir iş
olarak kaldığı halde, iman edenler için diğer bir muhkem (sağlam) delil
oluştururlar. Cenab-ı Allah bunları da iki örnekle açıklayacaktır.
259-Birincisi: Şöyle ki, o örneğe yahut şu
kişi gibisine baksana! Buradaki yukardaki 'ye atfedilmiş (ulanmış) olduğuna
göre "Ya da şu kişi gibisini görmedin mi?" demek olur. Bu şekilde
âyetteki (kâf) da harf-i cer olursa, harf-i cerrin harfin başına gelmesi caiz
olmayacağından, âyette denilmesi gerekirdi. Bunun için bu kâfa yani sözü
güzelleştirmek için gelmiş fazladan bir harf diyenler olmuştur. Fakat bunun
(misil) anlamına isim olan "kâf" olarak "...o kimse gibisini
görmedin mi?" demek olduğu hatırlatılmış, ya da atıf anlamı ile "veya
buna benzer bir şey gördün mü?" anlamına geldiği de söylenmiştir. Ancak
atıf anlamı açısından düşünülürse ifadesinin meâli, "Bu, şunun gibi"
demek olacağından, de buna atfedilerek "veya şunun gibi" demek olur.
Bununla birlikte her ne olursa olsun burada "kâf"ın açıkça
getirilmesi öncekinden daha çok olayın kendisine, burada benzer ve örneğine
dikkat çekilmiş, yani görülenden görülmeyene geçilerek (yaşanmış olaydan
yaşanmamış olaya geçilerek) benzerlik kanunu gereğince önce "kıyas-ı
temsilî" (temsilî kıyas), ikinci olarak "kıyas-ı istikraî" yolu
ile daha özelden daha genele bir "istidlâl ilmi" gösterilmiş ve
imanın prensiplerinden olan "Allah'ın her şeye gücü yeter". gerçeği
yerleştirilmiş ve böylece imanla ilmin birleştirilmiş olduğuna dair bir
hatırlatmayı içermiştir. Yani müminlerin işlerini çekip çeviren Allah'ın
onları, karanlıklardan, cehaletten, olayları çözemeyip şaşkınlık içinde
kalmaktan yakînin (kesin bilginin) nuruna nasıl çıkardığını ve O'nun öldürme ve
hayat vermedeki sonsuz gücünü anlamak için şu üzgün ve kederli şahsın
olağanüstü olayını tek bir harika olarak değil, çeşitli açılardan ibret verici
olaylarla dopdolu olan hikâyesini bir örnek olarak alıp benzerleriyle düşününüz
ve bütün çeşitleriyle hayatın akışının her an öldürmeyi ve diriltmeyi kapsayarak
benzerlerinin tekrar edip durması içinde, herkese özgü ve kişisel bir olay
olduğunu anlayınız ve her tümel (küllî) kanunun başlangıçta bir tek harikanın
genelleştirilmesi bulunduğunu biliniz ki, o kişi bir köye, bir şehre uğramıştı,
o sırada bu köy damlarının üzerine çökmüş, o dimdik ayaktaki binaların
tavanları çöküp inmiş, altındaki duvarlar onların üzerlerine yıkılmış altüst
olmuş veya bağlarına, bahçelerine rağmen harap, bomboş, kimsesiz, ağlanacak bir
durumda idi. Âyet metninde yer alan "Arş" kelimesi, aslında tavan
demek olup, üzeri damla örtülü olan yerlere ve her yana gölge veren şeylere de
dendiğinden burada birkaç tasvir (bakış açısı) mümkündür. Hz. Ali, İbnü Abbas,
İkrime, Ebü'l-Âliye, Said b. Cübeyr, Katâde, Rebi, Dahhâk, Süddî, Mükâtil,
Süleyman b. Büreyde, Nâciye b. Ka'b, Sâlim el-Havâs demişlerdir ki:
"Âyette kastedilen kişi Hz. Uzeyr idi." Fakat Vehb, Mücâhid, Abdullah
b. Ubeyd b. Umeyr, Bekr b. Muzar: "Hz. Ermiyâ idi." demişler. İbnü
İshak da Ermiyâ'nın Hızır olduğunu söylemiştir. Bunlardan başka Lût (a.s.)'ın
kölesi veya Şa'ya dahi denilmiş. İlk başta bir kâfir kişi ve fakat dirildikten
sonra mümin olduğu da söylenmiştir. Âyet metninde yer alan "KARYE"ye
gelince, Vehb, Katâde, Dahhâk, İkrime, Rebi' buna "İlya" yani
"Beytü'l-Makdis" demişler, Dahhâk'tan "Beyt-i Makdis"e iki
fersah uzaklıkta, "Karyetü'l-İneb" veya "Arz-ı Mukaddes",
bazılarından Mü'tefike, İbnü Zeyd'den yukarda sözü edilen ölümden kaçan
"Binler şehri", İbnü Abbas'tan Dicle kıyısında "Deyr-i
Hirakl", Kelbî'den, "Şabur-âbâd", Süddî'den Selâmâd diye de
nakiller vardır. Bunların içinde en meşhuru bu şahsın Hz. Uzeyr b. Şerhiya,
"Karye"nin de İsrailoğulları devletinin yerleşip kurulduğu yer olan
Kudüs şehri olmasıdır ki, Buhtünnassar'ın savaşı ile işgal edilmiş ve tamamen
yıkılmış ve bütün İsrailoğulları üç bölüme ayrılıp, bir kısmı baştan başa
öldürülmüş, bir kısmı Şam'da yerleştirilmiş, bir kısmı da esir edilip
götürülmüştü. Uzeyr bu esirlerin arasında olup, daha sonra kurtulmuş ve bir gün
eşeği ile Kudüs'e uğrayıp Kudüs'ü bu hâlde görmüştü. İbnü Abbas'tan, âyetin
iniş sebebinin bu olduğu tafsilatıyla rivayet olunmuştur. Bununla birlikte,
yukarda açıklandığı üzere, diğerleri hakkında da böyle birer öldürme ve
diriltme harikaları rivayet olunmuş ve hikâyenin genel anlamının her birine
veya hepsine ihtimali bulunduğu gibi, hikâyenin konusunun bir ümitsizlik
karanlığı üzerine gerçekleştirilmiş gibi görünmesine, "ümitsizliğin"
de bir "inkâr" olması nedeniyle bu olayı, inkâr karanlığından imanın
ışığına, "ümitsizlikten" başarıya ve ümide bir geçiş örneği gibi
değerlendiren müfessirler olmuş ise de, âyetin gelecek ifadesi bunun, meşhur
anlamına uygun olarak "bir peygamberlik harikası'" olması daha yakın
bir ihtimaldir. Ve hikâyenin konusu, kâfirce bir ümitsizliğin değil, mümince
bir üzüntünün ve kederin sonuçlarını ve olağanüstü bir ortaya çıkış tarzını
kapsar. Her türlü hayat nedenlerini kökünden sökmüş görünen acıklı bir yıkım
olayından acı bir ümitsizliğe düşerek, hayat vermeyi temenni, fakat hayat verme
gücünü gözünde büyütme ve bunun yolunu bilmekte kendisinin yetersiz olduğunu
itiraf edip, insan olarak güçsüzlüğü ile derin bir üzüntü ve kederle yanıp
yakılma içinde kalan ve bu halde Allah ile ilişkisini (muamelesini) kesmeyip
isterse hatalı bir dil sürçmesiyle olsun dertleşen bu acıklının geçirdiği
imtihanı ve nihayet gizli ve ince harikaları dirilmeyi isbata ve karanlıktan
ışığa çıkarmaya mükemmel bir örnek olarak almak için bir inkâr olan
"mutlak ümitsizlik" düşünmeye âyetin anlamı aykırıdır. Şu kadar ki
Nemrud gibi zalimce ve azgınca bir şekilde olmayan ve "Allah onların
kalplerini mühürlemiştir." (Bakara, 2/7) hükmü üzere inkârı huy edinmemiş
olanlar hakkında küfürden imana çıkarma, imanı harikalara erdirmek de
"Allah'ın her şeye gücü yeter." (Bakara, 2/20) hükmüne dahil olarak
caiz olabilir. Ve kuşkusuz, "Allah iman edenlerin dostudur."
ifadesinin bu gibileri de kapsadığının düşünülmesi gerekir. O halde âyetin iniş
sebebi Üzeyr veya Ermiya olayı da olsa âyetin mânâsı tahsis edilemeyerek
hikâyenin birçok olaylara uygun düşmesi için "Karye" nekire
(belirsiz) olduğu gibi, de ahd-i zihnî (zihnen bilinen) ile düşünülmelidir.
Demek olur ki -ismi gerekli değil o kişi
uğradığı köyün bu acıklı durumunu görünce, bu dehşetli ölümünden sonra Allah bu
memleketi nerden diriltecek diyordu ki, bu söz o şahsın durumuna göre şu
anlamları ifade edebilir:
1- Allah bu memleketi diriltecek ama, acaba
nerden diriltecek? Nasıl diriltecek, ne zaman diriltecek?
2- Ben buna çok hızlı bir hayat temenni
ediyorum, fakat acizim, yolunu bilmiyorum, bilmem ki Allah bunu yapacak mı?
Yaparsa da galiba geç yapacak, onu da ben görmem, ah ne felâket ne felâket!..
3- Yapabilir ama, galiba yapmayacak.
4- Ölen dirilir mi? Giden geri gelir mi? Buna
hayat verilmesine, öldükten sonra dirilmesine imkân ve ihtimal yok, heyhat!..
Bu dördüncüsü tam bir ümitsizlik, bir inkârdır. Bunun için bu sözü söyleyen bu
amaçla söylememiş olsa da, bu ilham dolayısıyla bir dil kayması, bir dil
sürçmesi yapmış olur. Mümin hiçbir şeyden ümitsizliğe düşmez. Ancak basit
nedenlerin etkisi ile insanlık icabı, ümit zayıflığı ile karşı karşıya
gelebilir. Çünkü ümitsizlik inkâr olduğu gibi, kendi durumu hakkında tam bir
güven duymak da inkârdır. O da Allah'a gurur ile ondan bir bakıma kopmak
demektir. Bu nedenledir ki, "Ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi
kandırmasın." (Lokman, 31/33) buyurulduğu gibi, "Gönderdiğimiz
Peygamberler, ümmetlerinden iyice ümit kestiklerinde ve kesinlikle yalancı
sayıldıkları sonucuna vardıklarında kendilerine yardımımız erişiverdi."
(Yusuf, 12/110) buyurulmuştur. Demek ki ümitsizlik değil, fakat ümitsizliğe
doğru bir zan ve kuruntu ile ümit kırıklığı ve böylece bir keder ve acı,
peygamberler hakkında bile mümkündür. Fakat peygamberler ilâhî ismet (koruma)
de bulunduklarından öyle bir noktada derhal ilâhî yardım kendini gösterir.
Müminlerin de böyle bir anda, "O'nun gücü herşeye yeter." (Hûd,
11/4), "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin." (Zümer, 39/53),
"Allah'ın lütfundan ümit kesmeyiniz." (Yusuf, 12/87) diyerek imanın
kulpuna daha çok sarılıp sabır ve namazla yardım dilemesi, ümitsizliği andıran
bir telâş ve sızlanma göstermemesi, Allah'ın ölümden sonra da diriltmeye
gücünün yettiğini bilmesi ve onu beklemesi gerekir. İşte, "bu ölümden
sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek," böyle üzgün, yardım isteyen bir
ümit kırıklığı hâlinin ifadesi ise de, bunun az-çok bir ümitsizlik havası
vermesinden uzak kalmamış olması, bir "zelle" (ayak sürçmesi)
olacağından, o anda hem ilâhî yardım başlayacak, hem de bu sürçmenin bir
terbiyesi olmak üzere, arzu edilen şeye kavuşmak bir asırlık "betaet"
(hareketsiz kalma) ile ortaya çıkacaktır.
Bu bakımdan, Allah hemen o kişiye yüz sene
süren sürekli bir ölüm verdi. Bu sürede hayat namına bir şey tattırmadı.
Rivayete göre o kişi bir uykuya dalmış o uykusunda ölekalmıştı. Ve henüz
gençti. Sonra da o ölüyü tekrar hayata salıverdi. Önceki gibi canlı, akıllı,
anlayışlı; ilâhî bilgide, düşünceye ve delillere dayanarak sonuçlara varmaya
(istidlâle) hazır bir ruh ile yeniden dirilmeyi nasip etti. Bazı rivayetlere
göre, bu yüz senenin yetmişinci senesi "Yuşek" adında bir Fars (Acem)
hükümdarı tarafından kalabalık bir askerle Arz-ı Mukaddes fethedilip alınmış,
Buhtünnassar yok olmuş, İsrail oğullarının geriye kalanları yine Beytülmakdis
(Kudüs mescidi) ve civarına yerleştirilmiş, otuz yıl içinde Kudüs yeniden
yapılmış ve işte "Bu, ölümünden sonra Allah bu memleketi nerden
diriltecek?" diyen Hz. Uzeyr'i de Allah bu sırada o karye (köy) gibi
öldükten sonra diriltmiştir. Diriltince, "Ne kadar kaldın?" diye
sormuştu. O da bir uykudan uyanırcasına, "Bir gün veya bir günün bir kısmı
kaldım." demişti. Belli ki ilk kendine geldiğinde, ruhuna bu soru
yönelince, henüz gerçeği bilmediğinden ve zaman aralığı da kişiliğin
sürekliliğine engel olmadığından önceki hayatın uyku hakkındaki hatıralarının
kalıntısından yola çıkararak tahminen ve yalandan kaçınmak ve tedbirli olmak
için böyle söyledi. Demek ki her gelecek, geçmişin hatırasına sahiptir. Gerek
uyku ve gerekse ölüm bile, ilk kendine gelmede insana kısaca (icmalen) bir
hatıra bırakıp da gidiyor. Öyle olmasaydı kalkan adam, o anda kendini geçmişe
bağlayamaz, varlığının o anda başladığını zanneder, "kalmadım yeni
doğuyorum" derdi. Böylece nice zaman aralıklarından sonra bile hayatın
anlarını birbirine bağlayabilir de geçmişte, şimdi ve gelecekte yaşar. Bu bağı
kurma o kadar hızlıdır ki, hayatta geçen yüz yıllık bir ömür bile, sonunda
insana bir gün gibi gelir. Bütün bunlar insanlara ahireti ve dirilmenin
sırlarını, gizli yönlerini anlatmak için canlı örneklerdir.
Bu müttakice itiraf üzerine, Allah gerçeği
anlatıp buyurdu ki: Hayır yüz sene kaldın, şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak,
Allah'ın gücünü seyret ki, hiçbiri yıllanmamış yani bozulmamış, hep eskisi gibi
tazece duruyor. Eşeğine de bak, onu da öyle bulacaksın. Ve seni ecelin geldiği
için değil, sırf bir ibret için, seni insanlara bir delil, Hakk'ın gücünün
görülen bir delili kılmak için böyle öldürüp dirilttik, bu harikaları yaptık.
Sana bu kadar uzun bir ölümden sonra insanî, bitkisel, hayvansal, kişisel,
sınıfsal (sınıf ve cinsle ilgili) ruhsal, bedensel hayatların tümünde diriltip
hayat vermeyi gerçekten gösterdik ki, kuşkusuz bilginin tadına açıktan açığa
eresin de insanlara peygamberlik veya velilikle bir Hak tanığı olasın. O halde
sadece haberlerle kalma, ilâhî gücü açıkça anlamak için tekrar bak, o kemiklere
yani kendinin veya eşeğinin kemiklerine veya her ikisine veya genel olarak
kemiklere de bak; hem gözle, hem de sezme gücü ile seyret ki, biz onları nasıl
çıkarıp birbirine bindiriyoruz ve yerli yerine koyuyoruz. Nâfi', İbnü Kesir,
Ebu Amr, Ebu Ca'fer, Yakup kırâetlerinde noktasız "Râ" ile dan
okunduğuna göre, bak o kemikleri hayata nasıl atıyoruz da sonra onlara et
giydiriyoruz. O kemikler nelerden, nerelerden çıkıp geliyor, düzenine giriyor
ve etler nasıl oluşuyor, yeniden ortaya çıkıp gelişiyor, o kemikleri sarıyor da
canlı bir cisim oluşuyor? Gerçekten öldürme ve hayat verme sırrını, her
anındaki değişiklikler ve o değişiklikler içindeki kişiliğin değişmemesi ile
gösteren bu etlerin, kemiklerin ortaya çıkıp ayağa kalkmasına dikkat et. Şimdi
her hayatta, var olan yoklukla varlığın, ölümle hayatın, yok olmakla yok
olmamanın, aynılıkla başkalığın bir çelişki gibi görünen anlayışlarını içeren
bu olaylar, bu harikalar akılla ve insan gücü ile ölçülecek olursa bunların
meydana gelmesine imkân olur muydu? "Parçalar" değişsin,
"bütün" değişmeden sabit kalsın, bu nasıl şey? Demek ki bütün
bunlarda değişmeyen ne o parçalar, ne de bütündür; ancak Allah'ın gücüdür. Bu
bakışlarla şu gerçek ortaya çıkar ki, hayat her şeydir ve her şey, Allah'ın
gücüyle ayaktadır. İnsan bunları dalgınlıkla unutursa, gerçekten içinde
bulunduğu halde bile, dirilmeyi ve canlanmayı anlayamaz da karanlıkta kalır.
Bunlar ilk hayatta bile olup dururken bu gözlemi dikkatten kaçırıp bunları
yapıp duran Allah'ın gücünden şüphe etmek, büyük bir sefilliktir. Dolayısıyla
bu konuda asla tereddüt kalmaması için, içinde bulunduğun şu zamanda bunlara
iyi bak da Allah'ın gücünün canlı, bilinçli bir delili ol. Bu hitap üzerine,
hakkı anlayınca, o kişi, bilirim Allah'ın her şeye gücünün yettiğinde şüphe
yoktur dedi. Hamze ve Kisaî kırâetlerinde emir kipi ile okunur ki, bu şüphe
üzerine Allah o kişiye bu kesin emri ("Allah'ın herşeye gücünün yettiğini
bil!" emrini) verdi demek olur. Bu bilgiye erenler, ilmî ve aklî
prensiplerinin başına ilmî delillerin tümünden daha açık olan bu gerçeği
koyanların akılları, fikirleri, gönülleri göklerden ve yerden daha geniş olur.
Hiçbir zaman karanlıkta kalmaz. Kâmil aklın, ilim ve teknikte, ikinci derecede
sebeplerin ve normal prensiplerin itibarî olan hakkını vermek isterken,
kâinatın saltanatına hakim, herkesi yöneten Allah Teâlâ'nın mutlak hakkını
unutmaması gerekir. Bunu unutanlar da bir zihniyet içinde sıkışır kalırlar da
akıl ve teknik adına hareket ediyoruz zannı ile bir yudum suda boğulurlar,
imkân ve meydana gelme alanlarını daraltır, ümitsizliklere ve gönül
darlıklarına düşer, pek adi sebeplerden korkar, kuşkulanır, sabit harikaları
inkâra kalkışır, "hurafe" der geçer. Halbuki bunu derken, takıldığı
sebebin kapsamına dahil olmayan bütün kâinat onun gözünde bir hurafedir.
Sebebinin kendisi de zaten bir bilmecedir. Bunun için göklerin ve yerin nuru
olan Allah'ın gücüne tutunmayanlar, o sağlam kulpa yapışmayanlar yakîn
(kuşkusuz bilgi) ile aydınlanamazlar, aydınlanmış olamazlar; ışığa karanlık,
karanlığa "ışık" derler giderler.
260-Allah, "her şeye gücü yeter"
olunca, bizzat kendisi dilediği şekilde dirilttiği ve hayat verdiği gibi, bunu
kullarına da ihsan edebilir. Hayat ve nur (ışık) verdiği kullarına o hayat ve o
nurdan diğerlerine dökecek bir hayat verme ve aydınlatma gücü de verebilir ki,
bu da "nurun alâ nur" (nur üstüne nur) olur. Buna örnek olmak üzere
de bir zaman İbrahim: "Ey Rabbim! Bana göster, ölüleri nasıl
diriltirsin?" demişti. Şüphe yok ki, "Benim Rabbim hayat verir ve
öldürür." (Bakara, 2/258) diyen İbrahim "Ey Rabbim!" dediği
zaman, "Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim!" diyor,
"Ölüleri nasıl diriltirsin?" demekle de "Bilirim sen ölüleri
diriltirsin, fakat nasıl yaptığını tamamen bilmediğimden, hayat feyzi gibi
diriltme feyzi de bende ortaya çıkabilir mi? Buna karar veremiyorum da
düşünüyorum, bana bunu göstermeni niyaz ediyorum." demiş oluyordu. Rabbi,
İman etmedin de mi ki? Yani nasıl olduğunun ayrıntısını bilmiyorsan, sırf
söylenmesi (ıtlakı) ile inanmadın da benim nasıl dilersem öylece hayat vermeye,
diriltmeye gücümün yettiğini bilip iman etmedin mi? İman için görmek mi lâzım
ki, "göster" diyorsun, dedi. Bunda herhangi bir nitelik özel bir
belirleme ifade eder. Mutlak ilâhî gücün ortaya çıkışı ise sonsuzdur. Onlar tamamen
görünmez, ancak mutlak bir imanla bilinir. Sen ise mükemmel bir müminsin, o
halde neden "göster" diyorsun ve hangi "nasıllığı" görmek
istiyorsun? Burada, elbette ben istersem sana da gösteririm, fakat bütün
"nasıllıkları" değil, bazısını gösteririm gibi, uyarı cilvesini
andıran bir müjdeleme vardır. O zaman sorduğu sorunun nedenini ve amacını
belirlemekle İbrahim, evet, ya Rabbi! İman ettim, sen dilediğin zaman hayatı
bana, bende gösterdiğin gibi diriltmeyi de gösterirsin, ancak kalbimin rahat
etmesi için, o imanın verdiği şevk ile kalbime düşen ümit heyecanını dindirmek,
imandan bizzat görmeye, kesin bilgiden kesin müşahedeye, hayattan hayat
verilmesine geçmek için istiyorum, dedi ve asıl amacının her türlü leke ve
kusurdan temizlenmiş ve sürekli bir kalp hayatı olduğunu ve bu şekilde
"makamı hullete" (içten sevgi ve dostluk makamına) erip sonsuza dek
Halilullah (Allah'ın dostu) olarak kalmaktan ibaret bulunduğunu ortaya koydu.
Bu âşıkane niyaz üzerine, Allah hayatın uçup giden bir şey olduğuna işaret olsun
diye buyurdu ki, öyle ise kuşlardan dördünü -rivayete göre kelimesindeki
elif-lâm ahd için olmak üzere tavus, horoz, karga, güvercin veya kartal tut da
bunları çevir, kendine meylettir, kendine bağla. Hamze kırâetinde Sâd'ın
kesresi ile , diğerlerinde zammesiyle okunur. Zammelisi dan, kesrelisi den
gelir ki, ikisi de, "imâle" (meylettirme, bir tarafa eğme) anlamına
birer lügat (sözlüktür) tır. Parça parça kesmek, biçim biçim kesip ayırmak
anlamlarına da gelir. Zammeli okunuşu, "imale" (meylettirme),
kesrelisi (kesme) anlamına olduğu açıklanmış ve iki şekilde de tefsir
edilmiştir. Fakat kesme anlamı âyetin daha sonrasından da anlaşılacağı için
burada "imale" yeterlidir. "İmale"nin ile kullanılması
(sılalanması) da kendine bitiştirme, katma anlamını verir veya bu anlamı
gerektirir. Bunun için âyetin anlamı: Onları kendine meylettir, evir, çevir,
kendine bağla, biçimleriyle, kendilerine özel gerçekleri (karekterleri) ile
bil, tanı, demektir ki, bununla tutulacak kuşların, özelliklerini ve
kimliklerini oluşturan özel biçimlerini iyice düşünülerek, tasavvur edilerek,
kavranarak hayat sırrını elde eden kendilerine özel gerçeklikleri ile tanınıp
İbrahim'in ilmine katılması, gerçek biçimleri ve sabit olan varlıkları ile
İbrahim'in nefsine zammolunmaları (katılmaları) diriltme gücü için bir şart
olduğu gösterilmiştir. Bu şekilde tutulan kuşlar hayat şekilleriyle İbrahim'in
ilminde sabit olarak (yer ederek) İbrahim'in nefsine katılacak, İbrahim'in de
Allah'a kendi isteğiyle tam olarak dönmesi dolayısıyla bu nokta, diriltilecek
ölülerin Allah'a dönmesi prensibine bir örnek oluşturacaktır. Bu olduktan sonra
da ilim ile irade arasındaki ilginin ortaya çıkışından "ol" emrinin,
bir anda meydana gelişinden başka bir şey kalmayacağını anlamak kolay olur.
İşte bu önemli kurallara dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Onları tut, kendine
meylettir, nefsine kat, özel varlıkları ile ilmine al, kendine bağla. Sonra
nefsinde parça parça tahlil et, parça parça ayır ve her dağın başına bunlardan
bir parça koy, sonra onları çağır, Allah'ın izniyle irade ve diriltmenin hükmü
ortaya çıksın da, sana koşarak gelsinler, sen de şunu bil ki, Allah mutlaka
azizdir, hakîmdir. Önce, bütün mümkinata (olabilen şeylere) gücü yeten, hakîm
ve hiçbir nedene mahkûm ve mağlup olmayan bir izzet sahibidir. Bununla birlikte
fiilleri ve bunların sonuçlarını birbirine bağlamış, onlara da bir diğerine
sebeb olma ve onun sonucu olma özelliği vererek, aralarına bir düzen ve tertip
koymuş ve dolayısıyla eşyanın parçalarını birbirlerine karşı da bağsız, ilgisiz
bırakmamış, hepsinin arasında özel düzenlemeler ve sonuç bağlantılarıyla da
gücünü göstermiş olan, işlerin sonuçlarını ve eşyanın amaçlarını bilen bir
hikmet sahibidir. Böyle fiillerinin normal nedenlere, düzgün kanunlara dayalı
olması, her birini olağanüstü yollarla meydana getirmekten aciz olduğu için
değil, her fiilinde sonsuz hikmetler ve yararlar bulunduğu içindir. Sebeplerin
yaratıcısı olan Allah, ilk sebep ve en yüce fail olduğu için, hiçbir sebeb
yaratmayıp her fiilini doğrudan doğruya bir harika olarak yapmaya da gücü
yeter. Ancak o zaman fiilleri arasında kendinden başka hiçbir bağlantı yönü,
münasebet ve eşyada bu sanat ve sağlam yapı bulunmazdı. Kuşkusuz yalnız
illetlere ve sebeplere bağlı sonuçlar yaratmak başka, aynı zamanda o sonuçları,
bir diğerine birbirini takib eden sebepler ve sonuçlar hâlinde bağlayarak
yaratmak yine başkadır. "Hayat verir, öldürür, her şeye gücü yeter."
(Hadîd, 57/2) olan Allah'ın ne izzeti hikmetine aykırıdır, ne de hikmeti
izzetine aykırıdır. Bütün sebeplere ve onların sonuçlarına hakim ve onları
kontrolünde tutan (gâib) olan izzeti, onların hepsini durdurmaya da kâdirdir.
Sebeblere yapışıldığı zaman, O dilemezse hiçbir şey olmaz. Hikmeti ile
sebeblere geçerlilik verdiğinden dolayı, izzetini, yaratılmış olan sebeblere
bırakmış da değildir. İşte Allah böyle bir aziz ve hakim olduğundan, ölüleri de
dilerse kendinden başka hiçbir sebebe bağlı olmayarak diriltir ve dilerse
hikmetiyle bilinen sebeblere dayalı olarak diriltir. Her olayda hem izzeti, hem
hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte ilk yaratması izzetine, ikinci
yaratması da daha çok hikmetine bağlıdır. Hikmetlerinden birisi de kullarının
imanlarına ve tercihlerine bile özel bir sebeblik vermiş olmasıdır ki, bu
sebeblik dirilmenin sırrına kadar çıkabilir. Ve bu sayede, insanlar, mecburi
bir dönüş ve mecburi bir dirilme ile ergeç zorunlu bir hayata atılacakları
gibi, isteyerek dönüş ve isteyerek dirilme ile de seçilmiş bir hayata ve hatta
isteğe bağlı bir dirilmeye nail olurlar ki, din ve ahiret mutluluğu bunun
içindir. Demek ki, "O'nun gücü yeter." icmal (kapalı anlatım), ve
"çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesi ise tafsildir
(açıklamadır).
(Uzeyr), icmal makamında, izzet hükmü ile
mecburi diriltmeye, İbrahim, makam-ı tafsîlde (açıklama makamında) izzet ve
hikmet hükmü ile hem mecburi diriltmeye, hem isteğe bağlı diriltmeye ermiştir.
O Halilullah (Allah'ın dostu)tır. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim bu
emirlere sarılıp muradına erdi mi, ermedi mi diye düşünmeye gerek yoktur. Gerçi
bu noktayı âyet açıkça belirtmiyor. Fakat bu emirler ya emr-i tekvînî
(yaratmaya ait emir) veya emr-i teklîfî (yükümlü kılma emri) veya emr-i ta'cizî
(âcizliğini ortaya çıkarmak için emir)dir. Tekvînî emir olduğuna göre bunun
gereklerinin, meydana gelecek bir iş olacağında kuşku yoktur. Teklifî emir ise,
İbrahim'in bunlara aykırı davranıp isyan etmesi söz konusu olamaz. Ta'cizî emir
olmalarına ise hiçbir gerekçe ve işaret bulunamayacağı gibi, âyetin devamındaki
ifadeler buna aykırıdır. Çünkü âyet Cenab-ı Allah'ın, müminleri karanlıklardan
nura (ışığa) çıkarmasını ve diriltme gücünü temsil ve Hz. İbrahim'i övmek için
gelmiş bulunmasının bir sonucu olarak, Allah İbrahim'i bu emirlerle âciz ve
mahrum bıraktı demek açıkça batıldır. Dolayısıyla Hz. İbrahim tarafından bu
emirlere uyulmakla diriltmeyi ve hayat vermeyi gözlemleyerek kalbin tatmin
olmasının gerçekten meydana geldiği, sözün anlamından tam olarak ortaya
çıkmaktadır. Ve bu konuda önceki (selef) ve onlardan sonra gelen bütün
tefsircilerin görüş birliği ve rivayetlerin ittifakı da vardır. Bizce doğrusu,
bu emirler teklifî emirler olmakla birlikte, tekvinî emri de içermektedir. Hz.
İbrahim'in Rabbine kâmil imanla tam bir dönüş yapması, Allah'ın izni ile
diriltmenin nasıllığından bazısının kendisinden ortaya çıkışını gözlemleyerek, kalbini
tatmin eylemesine neden olmuştur. Bir taraftan harikalarla dopdolu olan, diğer
taraftan en yüksek ilmi ve hikmetli kanunları kapsayan şu iki hikâyenin
akıllara durgunluk verecek yönlerini anlatıp açıklamakla tüketmek mümkün
değildir. Bunlarda ilâhî Kürsi'nin hakimiyetinin tecellisi (ortaya çıkması)
kadarı gayet açık ve bununla birlikte onun gibi kavranması mümkün olmayan
marifet sırlarını da içine almaktadır. Bunlardan herkes kendi derecesine göre
nura dalar. En genel olmak üzere şunu söyleyebiliriz ki, bu âyet bize hiç söz
götürmez bir yakîn (kesin bilgi) sırrını telkin etmektedir. Hayatın gerçek
yönüne dair gerektiği kadar bilgi elde edilir ve en yüce başlangıç noktasına
ulaşma, bağlanma sağlanırsa, diriltmenin ve hayat vermenin bir irade meselesine,
bir "ol" emrine bağlı olacağı görülecektir. Bunu akıllarına
sığdıramayanlar şu örneği düşünebilirler: Bir insan nefsinde ilmî şekli var
olan bir şeyi kalbinde dilediği gibi parçalasın, birbirinden ayırsın,
parçalarını duman gibi her yöne savursun; sonra dönüp yine kalbinden o şeye
önceki gibi aynen "gel" diye irade yöneltsin, o anda Allah aksini
isteyip de ona bir unutma veya diğer bir arıza vermezse derhal görür ki, o
dağılmış parçalar bir anda aynen önceki gibi toplanır, gelir karşısına dikilir.
İşte iç (enfüsî) âleminde her zaman olup duran bu hafıza ve akılda canlandırma
işi bize bir vücudu, o vücud da bir diriltmeyi ve hayat vermeyi simgeler. Ve
bizim ruhumuza göre iç âlemin (sübjektif âlemin) sırları ilâhî ilim ve iradeye
göre sübjektif ve objektif bütün varlıklar âleminin sırlarına en açık örnektir.
Bizim zihnimizdeki şekillerin değişmelerindeki tahliller (analizler), terkipler
(sentezler) her gün bize bu varlıkta binlerce diriltme ve hayat verme örnekleri
arz ederler ki, birçokları irademizin sonucudur. Her hatırlama bir diriltmedir.
Bunlar bizim nefsimizin kürsisi olan, kalbin ve beynin hâkimiyet alanıdır.
Bütün subjektif ve objektif kürsileri, gökleri ve yeri kuşatan Allah Teâlâ'nın
ilâhî ilim ve iradesi altında bulunduğundan buna, karşı ufuklar tasavvuru söz
konusu olamaz. "Oysa kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O'nun avucu
içindedir, gökler de O'nun kudretiyle dürülmüştür." (Zümer, 39/67) âyeti
gereğince bütün canlar ve bütün varlık âlemi bir avuç içinde dürülüdür.
Allah'ın diriltmesi ve hayat vermesi, bizim zihnimizde bir şeyi hatırlamamızdan
daha hızlıdır. Dolayısıyla bütün yaratma alanında her şey O'nun bir
"ol" emrinin sonucudur. O emir, bize yöneldiği zaman biz de O'nun
hükmünü kendimizde ve kendi dışımızda görürüz. Ve nitekim dışarda yapabildiğimiz
şeyleri de bu sayede yaparız. İşte Hz. İbrahim, Allah'a dönme ile dostluk
makâmında bir tekvînî emri de kapsayan bu emirler üzerine, o kuşları Allah'ın
izniyle tutup kendine katıp bağlayabildiğinden dolayı öyle bir kalb hayatına
ermiştir ki, sübjektif diriltme örneği üzere, bir irade ile objektif diriltmeyi
kendinde gözleyebilmiştir. Allah'ın, yalnız "Hayy" (diri) değil,
"Muhyî" (dirilten) olduğunu ve yarattığını görmüş; hem aziz, hem
hakim olduğunu anlamış, izzetine kendini teslim ederek hikmetinden Halilullah
(Allah dostu) olmuş, zorunlu dönüşten sonra, zorunlu dirilme nasıl mutlaka
olacaksa, tam bir istekle O'na dönüş üzerine de isteğe bağlı dirilmenin
gerçekleştiğini görmüş, bu sayede Nemrud'un ateşini söndürüp gül bahçesi, gül
tarlası yapmıştır. Allah böyle işleri çekip çevirendir. Ve peygamberlerin
mucizelerinde ortaya çıkan harikalar ve hayat verme sırları hep böyle demektir.
Bunları akla sığmaz görmek, kendinin karşısındaki dış dünya gibi, Allah'ın
karşısında ufukların birtakım ortakları (şürekây-ı âfak) veya O'nun üstünde bir
şey var saymaktan doğar ki, şirk ve inkâr da bu demektir. Allah derken, böyle
bir tasavvurda bulunmak ise çelişkidir. Bu çelişkiden çıkamayanlar ise ebedî
olarak karanlıklara mahkûmdurlar. Bundan ancak Allah çıkarır. O da zorla değil,
iman ile çıkarır.
Allah'a iman etmek aklın başıdır. Akıl
herhalde bir kaynak, bir başlangıç noktası, bir tutamak arar. Onu Hakk'ın
izzetine teslim edip O'nun sağlam kulpuna yapışmalı, hikmetine uymalıdır. Din
ve imanın hikmet düzeni üzere ne büyük meyveler vereceği ve imanın esaslarından
olan öldükten sonra dirilme ve hayat vermenin bütün çeşitleriyle mümkün ve
meydana geleceği, hayatın yürümesinin bununla mümkün olduğu, ebedî hayatın da
bununla olacağı ve her dirilmede ikinci hayat, birincinin meyvelerini
taşıyacağından, sonsuz gelecekte ahiret mutluluğu hayatı, dünyadaki kazançların
Allah'ın hikmeti ile, onun sonucu, meyveleri gibi ortaya çıkıp gideceği ve
dolayısıyla dirilme gününde, ancak ilâhî izzet hakim olurken, insanların
birinci hayatta din konusu olan kendi istekleri ile yaptıkları fiilleri de
hikmet gereği, daha önce geçen normal sebeblerden olacağı ve herhalde insanlar
için ahiret sebepler âlemi değil, sırf bir neticeler âlemi olabileceğinden,
onların ahirete, ahirette değil, ancak dünyada Allah'ın emri ile
hükmedebilecekleri ve bunun için, "Ne alışverişin ne dostluğun, ne de
iltimasın söz konusu olmadığı." (Bakara, 2/254) özelliğinde olan o dirilme
günü gelmeden, isteğinizle o sağlam kulpa yapışıp Allah yolunda "infak"
(harcama) ve mücahede (cihad) ile Allah'a dönenlerin Allah'ın dostluğu ile
karanlıklardan ışığa, kesin ölümden ebedî hayata nasıl geçecekleri ve bunları
yapmayıp tağutların ellerine düşenlerin nefislerine pek büyük bir zulüm yapmış
olacakları öteden beri, Hakk'ın delilleriyle hem haber verilmiş, hem ispat
edilmiş, hem de bu hikâyelerle akıllılar tam anlamı ile aydınlatılmışlardır.
İlâhî Kürsiden ortaya çıkan, din ve imanın niteliğini ve meyvelerini açıklayan
ve aydınlığa kavuşturan bu kesin deliller yukardaki, "Ey müminler, ne
alışverişin ne dostluğun ve ne de iltimasın söz konusu olmadığı gün gelmeden
önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın." (Bakara, 2/254)
âyetinin hükmî sebebleri ile açıklamasından başka daha yukardaki hükümlerin ve
özellikle, "Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah
da o borcu ona kat kat fazlasıyla öder." (Bakara, 2/245) âyetindeki
bildirinin ve ilâhî sözün ezelî ve ebedî kesin güvencesini de kapsadığından, bu
açıklamanın ona bağlı olduğunu göstermek için azîz ve hakîm olan Allah hayat
vermenin nasıllığının ardından hikmet gereği bu borç vermenin ve harcamanın
elde edilecek kazanç ve artışının nasıl olacağını ve kabul olmasının şartlarını
da açıklamak için buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
261- Mallarını Allah yolunda harcayanların
durumu, bir tanenin durumu gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz
tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah'ın rahmeti geniştir. O, her
şeyi bilir.
262- Allah yolunda mallarını infak eden, sonra
verdiklerinin arkasından başa kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyen
kimselerin Rableri yanında mükafatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve
onlar, üzülmeyeceklerdir.
263- Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak,
arkasından eza ve gönül bulantısı gelecek bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah,
hiçbir şeye muhtaç değildir, halimdir, yumuşak davranır.
264- Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa
kakmak, gönül kırmakla boşa gidermeyin. O adam gibi ki, insanlara gösteriş için
malını dağıtır da ne Allah'a inanır, ne ahiret gününe. Artık onun hâli, bir
kayanın hâline benzer ki, üzerinde biraz toprak varmış, derken şiddetli bir
sağnak inmiş de onu yalçın bir kaya halinde bırakıvermiş. Öyle kimseler,
kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu doğru
yola iletmez.
265- Allah'ın rızasını aramak, kendilerini
veya kendilerinden bir kısmını Allah yolunda sabit kılmak için mallarını Allah
yolunda harcayanların hâli ise, bir tepedeki güzel bir bahçenin hâline benzer
ki, ona kuvvetli bir sağnak düşmüş de yemişlerini iki kat vermiştir. Böyle bir
bahçeye yağmur düşmese bile mutlaka bir çisenti vardır. Allah, yaptıklarınızı
görür.
266- Hiç biriniz ister mi ki, kendisinin
hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun, altında ırmaklar aksın, içinde her
türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine de ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez,
güçleri yetmez küçük, zayıf çocukları olsun. Derken ona ateşli bir bora isabet
ediversin de o bahçe yanıversin. İşte Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor.
Umulur ki, düşünürsünüz.
261-Dirilmenin sırrı ve hikmetin feyzi iledir
ki, Mallarını Allah yolunda, din uğrunda gönüllerinden gelen kendi tercihleri
ile ve tam bir hoşnutlukla harcayanların, yani gerek farz ve vacip, gerek
nafile ve sırf sevap amacı ile (tatavvu') olsun, hayır ve iyi amellere mal
harcayanların durumu ve kazancı öyle bir tanenin durumuna benzer ki, ekilmiş,
yedi sünbül (başak) bitirmiş, Allah'ın hikmetiyle bir kökte çatallanarak yedi
başak bitmesine sebeb olmuş, hem nasıl başaklar, her başakta yüzer tane var.
Kısacası bire yedi yüz tutmuştur. Müminler bir taneyi bile küçük görmemeli, yok
etmemeli ve Allah'tan hiçbir şeyi kıskanmamalıdır. Eğer bunu eken, elimde bir
tanecik var toprağa atarsam bu da gidecek diye düşünürse ne kazanır? Hiç değil
mi? Öyle ise, Allah'ın hikmet düzenine dikkat etmeli, harcayacakları şeyleri
262-Allah yolunda harcamalı ve bundan
çekinmemelidir. Hikmetin düzeni ve dirilmenin sırrı olmasaydı, o bir tane çürür
gider; ne filiz verirdi, ne başak. Bunların her anında ilâhî izzet de hükmünü
göstermekle birlikte, daha çok ilâhî hikmet ortaya çıkar. İşte kulların
fiilleri de böyledir. Böyle olduğu içindir ki, insanın ekme fiili, bir tane
nedeniyle Allah'ın hikmeti ile yüzlerce taneye bürünür. Allah yolunda yapılan
infaklar da ahirette böyle çok fazla olarak karşımıza çıkacak ve teraziye
konacaktır. Artık Allah yolunda koşacak insanlar Allah için harcanan, ekilen
tanelerin feyzini (bereketini) anlamalı, acaba bu örnek verme olayı
"varsayım" cinsinden bir şey midir? Yoksa kesin midir? Tane ne
cinsten olursa olsun, herhangi bir taneye denildiğine göre, verimli tarlalara
ekilen çekirdek, darı gibi bazı tahıllarda bu irfan gözlenebilir şeylerdendir.
Fakat tane dendiğinde daha çok buğday anlaşıldığına göre, bu örneğe ender
rastlandığı söyleniyor. Verilen örneğin gerçek olması için bu kadarı da yeterli
ise de, bize özellikle şunu anlatıyor ki, Allah'ın hikmeti en az olmak üzere,
bu kadarına uygundur. Bunun böyle üretilememesi hikmet düzenine göre ekin
yapılamamasındandır. Dolayısıyla insanlar bozulmayı ortadan kaldırıp, tarımı da
ilerletecek olurlarsa bu kadar ürün alacakları müjdelenmiştir. O zaman
yeryüzünün rızıkları bize yetişmiyor diye kavga etmezler, yetişmeyecek diye
ümitsizliğe düşmezler. Ancak örneğe dalıp da asıl hedefi unutmayalım. Maksat buğday
toplamak değil onları yerinde, Allah yolunda harcamaktır. Bu ekinin ürünü ise
asıl cennette biçilecektir ki, işte o zaman bire yedi yüzden aşağısı yok. Allah
dileyeceğine böyle veya daha çok katlar da katlar. Yedi yüzü sade iki kat
değil, daha fazla katlar artırır. O'nun artırma kanunu, sonsuza kadar gider.
İbnü Kesir'den Bezzî kırâetinde okunur ki, anlamı aynıdır. Zamanımızda tarım
deneyleriyle uğraşanlar bir buğday tanesinden çıkan çimleri çatallandıktan
sonra ayırıp fide halinde dikerek bir taneden iki bin taneyi aşkın ürün
alınabildiğini gözlemlemişlerdir. Bunlar bir kez daha aynı şekilde ekilecek
olsa nelere erişir. Fakat biz "Habbeyi kubbe yapmaktan" (işi
abartmaktan) vaz geçelim de şunu bilelim ki, hayatın kanunları her halde "kat
kat prensibine" göre işlediğinden hayatta, canlıların yararlanması ve
Allah'ın hükmünün yükseltilmesi için Allah yolunda, Allah'ın kullarına ve
özellikle mücahitlere verilen harcamaların ve sadakaların Allah katında sonsuz
verimlere ve sevaba sebeb olacağı şüphe ve kuşkudan uzaktır. Ve Allah'ın
rahmeti geniştir. O'nun yolunda ne kadar çok harcama yapılırsa yapılsın artık
yetişir ben bunların kârını ve sevabını vermem demez. Bununla birlikte
"alîm"dir de. Harcama yapanın niyetini, harcadığı miktarı, kendisine
vadedilen ürünü (sevabı) bilir hiçbirinin sevabını şaşırmaz.
SEBÎLULLAH: Allah yolu, din demektir. Fakat
dinin güvencesi, dindarların zorlamadan korunması demek olan Allah yolunda
cihat, hareketlerin en önemlisi olduğundan, "Fî-sebîlillah" (Allah
yolunda) deyimi, şeriatta daha çok cihad anlamında örf haline gelmiştir. Bunun
için bazı tefsirciler burada "Fî-sebîlillah" örf olduğu üzere, cihad
demek olup, bu âyet, bizzat cihada giden ve kendi mallarını harcayan
mücahidler, bundan sonraki âyet de kendi gitmeyerek diğer mücahitlere harcamada
bulunanlar hakkında inmiştir. Diğer iyi amellerden Cenab-ı Allah, bire on vaad
ettiği halde, kendi malını harcayarak cihad edenlere en az bire yedi yüz sevap
vaad etmiş demişlerse de, diğerlerinin açıklamasına göre bire on, genel olarak,
iyiliklerin en az sınırı olup, cihad ve diğer bazı ameller gibi, harcamanın
başka bir üstünlüğü olduğundan, bu âyet genellikle harcamaya (infaka) teşvik ve
her çeşit hayır şekillerine, yerlerine infakın sevabını açıklamıştır. Bundan
sonraki de onların kabul şartlarını açıklayacaktır. Ebu Hayyan tefsirinde İbnü
Ömer'den rivayet edilmiştir ki, bu âyet indiği zaman, Resulullah: "Ey
Rabbim! Ümmetime daha artır" diye dua etmiş, sonra, "Ancak
sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) âyeti
inmiştir.
Allah yolunda harcamanın sevabı ve feyzi bu
kadar yüksektir. Ancak her infaka da bu sevap verilmez. Çünkü asıl neden
tohumun, infakın kendisinde değil, Allah'tandır. Bunun için, mallarını Allah
yolunda harcayıp infak edenler, sonra da harcamalarına ne başa kakma, ne eziyet
takıştırmayanlar, gururlanmayanlar, tiksindirmeyenlerdir ki, Allah yanında
ancak onların sevapları vardır. Ve yalnız Allah'tan korkup ve ancak ondan sevap
beklediklerinden dolayı bunlara ne başka bir korku gelir ne de üzülürler. Bir
zarar yerine kat kat mükafat alırlar.
Dikkat edilsin ki, bazı âyetlerde bazılarında
da burada olduğu gibi buyurulmuştur. Bunun sebebi şudur: Sebeblik ifade eder.
Sebebliğin açıklanmasının istendiği yerlerde "fâ" getirilir. Olmayan
yerde de bırakılır. Yukarda hikmet temeli üzerine infakın sevaba sebeb olması
gösterilmişti. Bunda ise, gerçek sebeplik, tam sebeplik anlaşılması ihtimali
vardır. Bu âyet de bu yanlış anlamayı ortadan kaldırmakla asıl gerçek sebebin
Allah olduğunu ve hikmetin ilâhî izzeti yok etmeyeceğini anlatarak infakın
Allah katında kabul şartlarını açıkladığından getirilmiştir.
263-MENN VE MİNNET: Sözlükte iki anlama gelir.
Birisi nimet verme ve nimet anlamınadır ki, dilimizde "memnun olmak"
bundan alınmıştır. Diğeri de hakkı eksiltmek, kesmek, kısacası ihsan ettiği
kimseye karşı ihsanını bir şey saymak ve az çok ihsanı ile gururlanmaktır ki,
gönül bulandırır ve ihsanın değerini eksiltir veya keser. Burada kastedilen
budur. Dilimizde minnet (başa kakma) bu anlamdan alınmıştır.
EZA: Tiksindirmek, iyiliğe balgam atmaktır ki,
in'amı (iyiliği) dolayısıyla bir kusur yüzünden şikâyet etmek, el, dil uzatmak,
yaptığı iyiliği yüzüne vurmak, başa kakmak hep "eza"dır.
Dilimizde "minnet" ikisinden daha
genel olarak kullanılır ve bunlara katlanmaya minnettarlık denilir. Minnet
çekmem, minnettarlık etmek yerine de "Minnet etmem" denildiği vardır.
Kısacası iyiliği bir görev diye yapmalı ve unutulmalı; yaptığı bir iyiliğe göz
dikmek, onu kendine yapmamış saymaktan doğar. Sevap ise, niyyete bağlıdır. Bundan
dolayı "iyiliği yap, denize at, balık bilmezse hâlık (yaratıcı)
bilir." Tebuk gazası (savaşı) için hazırlanan ve "Ceyş-i usret"
(sıkıntı ordusu) diye isimlendirilen ordunun hazırlanmasına Hz. Osman (r.a.)
odunlarıyla, çullarıyla bin deve, Abdurrahman b. Avf (r.a.) hazretleri de dört
bin dirhem sadaka vermişlerdi. Bu âyetin bunların gönüllerini hoş etmek için
indiği rivayet edilmiştir. Hükmün, âyetin iniş sebebine özel olmadığı da
bilinmektedir. Bilmeli ki, gönül alan hoş bir söz, tatlı dille reddetmek (geri
çevirmek) ve kusura bakmamak ayıp örtmek, saygısızlığa karşı bağış ile muamele
etmek arkasından eza gelen, veya bir gönül bulantısı ile birlikte olan bir
sadakadan hayırlıdır. Çünkü Allah ki hiçbir şeye muhtaç değildir. O'na kirli
şeyler sunmak, felaket sebebi olabilir. Zengin olan (kimseye muhtaç olmayan)
Allah, fakirlerine başkalarının minnet yükünü yüklemez, onları hatır ve hayale
gelmez öyle yönlerden rızıklandırır ki, gün gelir fakiri o başa kakıcıya sadaka
verecek derecede zengin eder. Bununla birlikte Allah halîmdir, her günahkârı
derhal paylamaz. Eza yapanlara da cezayı hak etmediklerinden dolayı değil,
fakat tevbekâr olsunlar diye hilminden dolayı mühlet verir, geri bırakır.
264-İnfak ve sadakaların kabul şartları
bilindikten sonra, Ey müminler! sadakalarınızı yüze vurmak, başa kakmakla iptal
etmeyiniz, bunlardan biriyle sevabını kesmeyiniz, başa kakma ve eza karışan
sadakalar sevapsız kalır. Ne Allah'a ve ne de ahiret gününe inanmayıp, malını
insanlara gösteriş, iki yüzlülük için harcayıp infak eden münafığın sadakası
gibi hiçe gider. Çünkü bunun hâli, üzerinde az bir toprak varken başına
şiddetli bir yağmur yağmış da cascavlak bırakmış, bir toz bile kalmamış, yalçın
kayanın bu hâli gibidir. Öyle bir sadaka böyle bir taş üstüne atılmış tohum
gibi zayi olur gider de imkânsızlıkla harcama, riya ile başa kakma ve eziyet
verme ile sadaka verenler yaptıkları bu amellerden hiçbir şey elde edemezler.
Allah kâfirler zümresini hayra erdirmez. Bunun için sadakalarını başa kakma ve
eziyet ile kâfirlerin gösteriş yaparak ve riyakârca harcamasına benzeten
müminler de onlar gibi sevaptan mahrum kalırlar.
265- Mallarını, Allah'ın hoşnutluğunu istemek
ve böylece kendilerini veya kendilerinden bir kısmını, canlarının bir nafakası
olan mallarını, amellerini, kardeşlerini bozuk eğilimlerden ve her türlü
sarsıntıdan koruyarak Allah yolunda vermek ve hayır ve iyilikleri kendilerine
değişmez bir huy kılmak ve ondan sonra her çeşit fazilet ve ibadetleri
kolaylıkla yapmak, kısacası ekecekleri tohumu tutturmak için cân ü gönülden
harcayanların durumları ise, yüksek bir tepedeki güzel bir bahçenin şu hâline
benzer ki, buna kuvvetli bir yağmur yağmış da meyvelerini iki kat vermiştir.
Normal bir durumda meselâ bin veren bu bahçe, bu yağmur nedeniyle ikibin vermiş
bulunuyor. O kayayı cascavlak bırakan yağmur, bu tepede rahmetin ta kendisi
olur. Bu benzetme yukardaki, bire yedi yüz ve daha kat kat vaadini aşağıya
indirmiş değil, aksine bir daha katlamıştır. Böyle bir bahçeye şayet yağmur
yağmazsa, hafif bir yağmur, az bir nem de yetişir. Vereceğini yine verir.
Unutmamalı ki, Allah amellerinizi görür ve bilir. Sakın gösteriş yapmayın,
gizlide ve açıktan açığa da ihlâstan ayrılmayın.
266- Hiçbiriniz ister mi ki, altından ırmaklar
akan, hurmalık, üzümlükleri içeren gönül alıcı hoş bir bağı, bağlık bahçelik
bir yeri , ve bunun içinde kendinin her çeşit meyveleri olsun, üstüne de
ihtiyarlık çöksün ve bu durumda elleri ermez, güçleri yetmez yavrucukları dahi
bulunsun da, o gönül alan bağa ateşli bir bora gelsin, baştan başa bir anda
yansın mahvolsun... Böyle felaketi kim ister? İşte iman ile iyiliklerin
karşılığı ve sevabı böyle bahçeler (cennetler), bunların ihlasına ve Allah
rızası için olmasına engel olan imansızlık, riyakârlık, başa kakma ve eziyet
etme ve diğer kötü amaçlar gibi kötülükler de kıyamet gününde o ateşli bora
gibidir. Ahiret cennetlerinin bir yolu, ebedi, sonsuz nimetlerin tarlası olan
ve içinde zorlamasız yaşanması gereken İslâm yurdu da böyle güzel infak
(harcama) ve salih amellerin meyvesi bir bağa, bir cennete; cebbar (zorba),
zorlayıcı, kâfir, zalim düşmanların ve bunun gibi fasıklığın ve günahkârlığın,
ahlâksızlığın, gayretsizliğin çabasızlığın onu kuşatması da bu ateşli boralara,
kasırgalara benzer; hem dünyayı yakar, hem ahireti. Bunu anlattığı gibi, Allah
size başka âyetler açıklayacaktır ki, düşünesiniz. Yani ibretler alasınız,
güzel güzel benzetmelere yol bulasınız, bunların her birini delil, asıl,
düstur, büyük prensip edinip hikmet kuralları üzere düşününüz. Durumunuzu,
menfaatlerinizi bunlara vurarak her birine uygun önermeler bulup neticeler
alasınız ve o sonuçlarla amel edip muratlara eresiniz. Çünkü fikir, belli
işleri tertip ile düzene koymakla bilinenden bilinmeyeni bulmaktır.
Şimdi düşünüp de o infakları nerden yapacağız,
zekâtları, sadakaları nerden ve nasıl, kimlere vereceğiz mi diyeceksiniz?
Meâl-i Şerifi:
267- Ey iman edenler! İnfakı gerek
kazandıklarınızın, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden
yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamıyacağınız fenasını vermeye
yeltenmeyin. Biliniz ki, Allah sadakalarınıza muhtaç değildir ve hamde layık
olandır.
268- Şeytan sizi fakirlikle korkutup çirkin
çirkin şeylere teşvik eder. Allah da lütfundan ve bağışlamasından birtakım
vaatlerde bulunuyor. Allah'ın lütfu geniştir. O herşeyi bilendir.
269- Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene
ise pek çok hayır verilmiş demektir. Ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.
270- Her ne çeşit nafaka verdinizse veya ne
türlü bir adak adadınızsa, Allah onu kesinlikle bilir. Ve zalimlere hiçbir
şekilde yardım olunmayacaktır.
271- Sadakaları açıkça verirseniz o, ne iyi
olur; yok eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır ve günahlarınızın birçoğunun bağışlanmasına sebep olur. Bilin ki,
Allah, her ne yaparsanız hepsinden haberdardır.
272- Onları yola getirmek senin boynuna borç
değildir, ancak Allah dilediğini yola getirir. Yaptığınız her iyilik sırf
kendiniz içindir. Siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak
etmezsiniz. İyilik cinsinden ne infak ederseniz o size aynen ödenir. Size
hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz.
273- Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna
adamış olan fakirlere veriniz. Onlar yeryüzünde gezip dolaşmaya güç
yetiremezler. Utangaç olduklarından dolayı, bilmeyenler, onları zengin
sanırlar. Oysa sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük yapıp kimseden birşey
de isteyemezler. Ne türden bir iyilik yaparsanız, şüphe yok ki, Allah onu
bilir.
274- Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve
açıkça infak edenler yok mu, işte onların Rableri katında ecir ve mükafatları
vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar hiçbir zaman mahzun da
olmazlar.
267- Ey müminler! Kazandıklarınızın
temizlerinden; kaynağı ve elde edilme yolu helâl olan, helâl kazanç ile ele
geçirdiğiniz her çeşit mal varlığınızın iyi ve hoşlanılanlarından, bu cümleden
olmak üzere ticaret mallarından ve nakit paradan ve size yerden
çıkarıverdiğimiz ürünlerden; tahıl, meyveler ve madenler gibi yerden çıkan
şeylerden, bunların iyilerinden infak ediniz. Açıkçası zenginlik kaynakları
ikidir: Birincisi, kazanç adı verilen genellikle kişinin kendi emek ve
gayretiyle bilgi ve sanatıyla doğrudan veya dolaylı olarak elde ettiği
gelirlerdir ki, miras da bunun içindedir. İkincisi yerden çıkanlardır ki, bunda
kara, deniz ve hava da dahildir. Denizden çıkan balık, inci ve benzeri şeyler
de yerden çıkmış hükmündedir. Geriye bu iki kaynağın birlikte harekete
geçirilmesi sonucunda elde edilen kazanç şekli kalır ki, onda da kısmen emeğin,
kısmen de yerin payının büyük olduğu görülür. Hangisi daha ağır basıyorsa o
tarafa bakarak durum değerlendirmesi yapılır. Sonuçta bütün kazanç yolları bu
iki sebepten birine dönüşür. Öne alınmış olmasından anlaşılıyor ki, kendi
emeğine dayanan kazanç yolu insanlar için daha yakın bir sebeptir. Genellikle
yerden mal çıkarmak dahi bir anlamda yine buna bağlıdır. Fakat aynı zamanda
kazanç, doğanın zenginliği ile de yakından ilgilidir. Çünkü bu şekilde emek ve
gayret, yaratılıştan ihsan edilmiş olan sebep ve aletlerin kullanılması demek
olduğundan, bunlar da bir anlamda hiçbir emek karşılığı olmadan doğuştan ihsan
edilmiş güçler, kabiliyetler ve sebeplerdir. Emek dediğimiz şey de işte bu güç
ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve yerli yerinde kullanılması anlamına gelir.
Bundan dolayı kesb, hiçbir zaman tek başına kazanç için bağımsız bir sebep
olmadığı halde, yerden çıkanlar bağımsız ve yeterli kazanç sebebi olabilir.
Demek ki kesb, aslında bir katılıma da yönelik olduğundan kesb yolu ile yerden
çıkanın birleşmesinden meydana gelen üçüncü bir kazanç yolundan söz etmeye
gerek yoktur. Bu zaten sözün sonucundan çıkan bir şeydir. Bu konuda insanların
başlıca iki türlü hata yaptıkları görülür: Birincisi servette emek ve
çalışmayı, tek başına yeterli bir sebep gibi kabul edip, öteki bütün sebepleri
ve sermayeleri buna borçlu saymak ve onların hepsini geçersiz sanmaktır ki, bu
hataya genellikle emek harcayıp, zahmet çeken ve sermaye kullanmayan çalışan
insanlar düşer. Bunlar sermaye sahipleriyle derin ve köklü bir didişmeye girerler.
Bunlar emek ve çalışmanın, kazanmanın değerinin, aynı zamanda sermayenin değeri
demek olduğunu görmek istemezler. Eğer çalışıp kazanmanın amacı sermaye
biriktirmek olmasaydı, tek başına çalışmanın bir değeri olmazdı. Kendi amacını
gözardı eden her fikrin boş bir çelişki olduğu aşikârdır. Para biriktirmenin,
sermaye elde etmenin çalışmanın hedefi ise yalnızca tüketim açısından değil,
yukarıda açıklanan, değerlerin karşılıklı olarak birbirine bağımlılığı kanunu
gereğince, üretilen malın yeni yeni işlemlere malzeme teşkil etmesi ve kazanç
yollarını çoğaltması ve kolaylaştırması açısından da önemli olmasından
dolayıdır. Bunun için emekleriyle geçinen insanların, sermayeye düşmanlık
duyması, kendi zahmet ve yoksulluklarının daha da artmasını istemesi demektir.
Bunun içindir ki, emekten sonra özellikle yerden çıkarılanlardan da
sözedilmektedir. Üstelik emeğe karşılık olarak zikredilmiştir. İkinci hata,
sermayeyi mutlak kazanç sebebi olarak kabul edip, emek ve çalışmayı geçersiz
saymaktadır. Bu hataya da bizzat çalışmak ihtiyacını duymayan ve başkalarının
emek ve çalışmalarından zahmetsizce yararlanmak isteyen sermaye, yani para
sahipleri düşerler. Bunlar paraya öncelikli kaynak olarak bakarlar ve her türlü
kazancın, onun eseri olduğuna inanırlar ve çalışmadan yaşamak mümkünmüş gibi
zannederler. Bunun için çalışanları küçümseyerek ve kendi paralarına fazlaca
önem vererek, emekleri zora koşmak ve sermayelerinin karşılığını fazla fazla
almak, daha doğrusu sermaye gücüyle çalışanların emeklerini ucuza almak ve gasbetmek
suretiyle kendileri hiç çalışmadan ve yorulmadan yaşamak isterler. Düşünmezler
ki, bunların elindeki değerler aslında sermaye olarak doğmuş değil, emek ve
çalışmanın birikiminden oluşmuş olan kazançlardır. Para, emek ve çalışmayı
kolaylaştırıp geliştirmeye hizmet eden bir maya ise de, kaynağı bakımından yine
de sermaye değil, birer emek birikimidir. Sermayenin, emeği sıkıştırması ve onu
hareketsiz bırakması, kendi bindiği dalı kesmesi ve dayandığı temeli yıkması
demektir. Gerçi asıl sermaye büsbütün yok değildir, fakat o, olsa olsa yerin
zenginliği ve yaratılışın ihsanı olan şeydir. Bundan dolayı para sahiplerinin
hiç çalışmadan yaşama sevdasına kalkışmaları ve çalışanları sıkıntıya sokacak
bir tutum izlemeleri büyük bir hatadır. Herhangi bir toplumda para ve sermaye
bu duruma gelir, para ve para sahipleri mutlak hükümran kesilirse, buna tepki
olarak birinci hata kendini gösterir. O zaman sermaye ile emek arasında kavga
başlar. Cemiyet düzeni altüst olur. İşte sermaye adı verilen paranın, kaynağı bakımından
sermaye olmayıp, kazanç birikimi olduğu, hatta iyi yollarla elde edilmişse
kazançların en hoşa gideni olduğu, en temizi bulunduğu gerçeğini hatırlatmak
için, "kazandıklarınızın en güzelinden" buyurulmuştur. Asıl
sermayenin yeryüzü zenginlikleri olduğu, öteki bütün zenginliklere göre emeğin
de bir anlamda sermaye durumunda bulunduğu ve hatta bunun, yerin sermayesinden
daha önce gözönünde tutulması gerektiği gösterilmiştir. "Kazandıklarınızın
en güzelinden" ilâhî sözü, şunu da anlatıyor ki, kazançların bir temizi ve
güzeli, bir de bunun zıddı olan kötüsü vardır. Her kazanılmış olan şey iyi ve
temiz olmaz. Bu da ya kazanılan şeyin doğrudan doğruya kendisine veya elde
edilme yollarına göre maddî veya manevî anlamda iki bakımdan ele alınır.
Yukarıda açıklandığı üzere, infak sonsuz bir bereketin tohumu ve ebedî hayatın
bir parçası olduğundan, bu tohumun en temizinden seçilmesi lazım gelir.
Bunun için bunları iyi düşünüp akla ve şeriate
uygun olarak çalışınız da kendi emeğinizin ve yerin sermayesinin ürünü olan
gelirlerin temiz ve iyilerinden infak ediniz. Ve öyle habîsini, yani kötüsünü
veya haramını vermeye yeltenmeyiniz ki; siz onu başkasına infak edersiniz de
kendiniz gözünüzü yummadan, sıkılmadan hediye diye veya hoşgörüyle alacağınızın
yerine almazsınız. Böyle kötü, bayağı ve değersiz şeyleri kendiniz almayı
düşünmezken, Allah'a olan borcunuzu bu aşağılık şeylerden vermeye
kalkışmayınız.
Rivayetlere göre, başlangıçta sadaka ile
ilgili emirleri bildiren âyet indiği zaman ashabdan bir kısmı hurma
salkımlarını getirir, muhtaç olanlar yesin diye Mescid'e asarlardı. Bir kısım
ashab da caiz zannıyla döküntü, bozuk, çürük çarık şeyler getirmişlerdi. Sonra
bu âyet indi. Bununla verilecek vergilerin, zekât ve sadakaların ne gibi
mallardan verileceği böylece açıklanmıştır. Her malın vacip olan vergisi kendi
cinsindendir. Mesela altına altın, gümüşe gümüş, paraya para, hayvana kendi
cinsinden hayvan, deveye deve, sığıra sığır, davara davar, ata at; tahıl
ürünlerinde de böyledir, buğdaya buğday, arpaya arpa... Madenler ve daha başka
gelirler için hep böyledir. Hepsi de daha aşağı kalitede olmamak şartıyla malın
vergisi kendi cinsinden ödenir. Bunların değer bakımından düşük kalitelisini ve
yüksek kalitelisini birbirinin yerine vermek, ancak kıymet ve fiyatını iyice
hesap edip tam karşılığını vermek suretiyle yine caizdir. Bu husus, mükellefin
seçimine aittir. Bu şekilde esnek ödeme tarzı halk için kolay bir yol
olduğundan dolayı İslâm dini bunu emretmiş idi. Bunun, İslâmiyetin yayılmasına
ve İslâm adaletinin kök salmasına büyük katkıları olmuştur. Başka ülke
insanlarından mutlaka nakit olarak vergi topladıkları ve toplama masraflarını
da yine halkın üzerine yıktıkları için, diğer devletlerin harcama yerleri de
yine İslâmın gösterdiği sarf yerleri gibi tamamen hayra yönelik olmadığından
dolayı, İslâm dininin infakı böylece tam bir adalet uygulamasına dönüşmüş olup
"Allah size kolaylık diler." (Bakara, 2/185) ilâhî hükmünün yerine
gelmesi demek olduğundan, çeşitli devletlerin tebaası durumunda bulunan
insanlar bu kolaylık ve adaleti yakından gördükleri zaman büyük bir
memnuniyetle bunu kabul etmişlerdir. Fakat bunun bir devlet için böyle büyük
bir yarar sağlaması, bir şarta bağlıdır ki, o da bunu uygulayacakların Allah'ı
tanıyan, dindar ve ahlâklı vergi memurları olması, ellerine verilen görevi,
kendi öz mallarından daha fazla bir özenle yerine getirmeleri ve emaneti iyi
korumaları meselesidir. Bu olunca toplanan malların bir çoğu değiştirmeye gerek
kalmadan devlet ve milletin ihtiyacına harcanabileceği gibi, değiştirilmesi
gerekenler de en iyi şekilde değerlendirileceğinden hiçbir şekilde kötüye
kullanılması söz konusu olmaz. Böyle olunca da hem milletin masrafı azalır, hem
de devletin gelir kaynakları sürekli olarak gelişir. Ancak böyle olmayıp gerek
vergi mükellefleri, gerek vergi toplayan memurlar arasında ahlâksızlık yayılır,
görevler gereğince yapılmaz, emanetler korunmaz ve suiistimal edilirse, adam
kayırma, çalma çırpma, israf, aldırmazlık ve ciddiyetsizlik meydanı almış
bulunursa, malın cinsinden alınan vergiler pek çok kayba ve suiistimale
elverişli olduğu gibi, masraf ların artmasını ve gelirlerin azalmasını
gerektireceğinden, hükümetler ayniyatı bırakıp vergilerini nakit yoluyla
toplamayı daha uygun bulurlar. Nakit para ise mal ile değişime tabi tutulmadan
hiçbir iş göremiyeceğinden, yine mal değişimi olacak ve yine olan olacak
demektir. Devletin harcamaları durmadan artar, arttıkça da milletin vergi yükü
artar ve herkes sıkıntıyı çeker, fakat sadece para hükümran olur. Bu arada en
çok kazananlar da para işleriyle uğraşanlar olur. Fakat yine de diğer üretim
alanlarında çalışanlar sıkıştırıldıkça para ile uğraşanların da geleceği
tehlikeye düşer. Bütün bu gibi tehlikelere sebep olan şey ise, bu gibi
hizmetlerde çalışan görevlilerin, görevlerini kötüye kullanmaya elverişli olan
ahlâksızlıklarıdır. Bunu gerçek anlamda ortadan kaldıracak ve yok edecek olan
da din ve dindarlıktır. Bunun için insanların dinden ve dindarlıktan
kaçınmaları, infak görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten ve en iyi
şekilde idare etmekten uzak kalmaları, ilâhî hikmetin gereği olarak acı
çekmelerinin ve felâketlerinin başlangıç noktasını oluşturur. Bundan dolayı bu
ilâhî emir gereğince hareket etmeyenler, ilim ve hikmet iddiasında ne kadar
ileri giderlerse gitsinler, hikmetin tam aksi olan bir yöne gitmiş olurlar ve
kendi elleriyle geleceklerini tehlikeye atarlar. Bu âyet, bu gerçekleri de
gözeterek zekât ve sadakası gerekli malların usulünü açıklamış, bununla beraber
bunun nafile cinsinden olan sadakaları da kapsamına alıp almadığı söz konusu
olmuştur. Yani aşağılık ve haram şeylerden, farz cinsinden vergi yoktur ve
verilemez. Lâkin nafile olarak sadaka verilebilir mi? Burası ihtilaflıdır.
Doğrusu haramdan nafile sadaka dahi caiz olmaz. Bunun Allah katında bir sevabı
olmaz. Fakat aşağılık yani, düşük kaliteli maldan nafile sadaka caiz olur.
Ancak mendub olan en iyisinden vermektir. "kötüsünü vermeye
yeltenmeyin!" yasağı farz olan sadakalarda haram, nafile olanlarda ise
kerahet demektir. Âyetin zahiri her çeşit maldan zekât verilmesi gerektiğini
gösteriyor gibidir. Fakat malın nisabı ve miktarı hakkında hiçbir açıklama
yapmadığı gibi, "tayyib ve habis" gibi özelliklerle belirgin olduğundan
hangi malları içine aldığı da mücmel ve açıklamaya muhtac bulunduğundan, bu
mallar Hz. Peygamber'in uygulaması ve çeşitli hadisler ile açıklığa
kavuşmuştur. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler, fıkıh kitaplarının zekâta
tabi mallar bölümüne başvurabilirler.
Hasılı, Allah buyuruyor ki: Ey müminler, sizin
kazandıklarınızın ve bizim yerden çıkardıklarımızın temizlerinden infak ediniz
ve kendinizin gönül rahatlığı ile almadığınız, kabul etmediğiniz kötü şeylerden
zekat ve sadaka vermeye kalkmayınız! Ve biliniz ki, Allah, kesinlikle
zengindir, sadakalarınıza muhtaç değildir, sadakalarınız kendi faydanız, kendi
menfaatiniz içindir. Ayrıca Allah hamîddir, yani övgüye lâyıktır. Herkes O'na
şükür ve hamd borçludur. İşte böylesine zengin ve övülmüş olan Allah'ın
rızasına ermek için kötü ve bayağı şeyler nasıl olur da sunulabilir? Diğer bir
mânâ ile Allah hamîddir, kendi adına yapılan hayır ve hasenatı daha yüksek
ikram ve ihsanlarla karşılar. Rızası uğrunda ortaya konan emekleri ve çabaları
makbul ve meşkûr eder. Böyle bir Allah adına en temiz, en güzel şeyler
sunulmalı değil midir?
268-Ey nisab sahibi olan zenginler! "Bu
emirlere karşı elimize geçenlerin en iyilerini vere vere kendimiz fakir düşmez
miyiz," gibi bir düşünceye kapılırsanız, bunun bir şeytan vesvesesi
olduğunu biliniz. O şeytan, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş olan o karamsar
iblis veya hayırlı işlere karşı gizlice veya açıkça ümitsizlik telkin ederek,
yanlış ve aldatıcı fikirler ve duygular saçan her çeşit şeytanlar veya insanın
içindeki nefs-i emmare, size hep fakirlik vaad eder, "Aman hayır yapmayın,
sonra züğürt düşersiniz." der, ve size çirkin hasletler emreder, sizi
cimriliğe ve hasisliğe sevkeder, mallarınızı fenalıklara, fuhşiyata, anlamsız
şeylere, isyanlara harcamanızı teşvik eder, Allah ise, size, tarafından
bağışlama ve lütuf ve ihsan vaad ediyor. O sadakalarla ahirette günahlarınızı
bağışlamayı, dünyada da yaptığınız harcamaların yerine kat kat kârlar, dünyada
ve ahirette ecirler ve sevaplar ihsan ederek sonsuz mutluluğunuzu güvence
altına alıyor. Ve Allah vâsîdir, alîmdir. Yani kerem ve ihsanı bol, ilmi de
çoktur. İnfakınızın kadrini bilir, ecrini verir, sözünü yerine getirmekte hiç
güçlük çekmez. Her şeyin önünü, sonunu bilerek emir verir ve ona göre vaadde
bulunur.
269-Allah vâsî olduğu içindir ki, kime dilerse
ona hikmet verir, vermek için hiçbir şarta ve kayda bağlı değildir. Kötülükleri
engelleyecek ve önleyecek, faydaları sağlayacak sebepleri ve hikmetleri,
hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini, iradeye bağlı olan sevap kazandıracak
işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler yapmayı yalnızca kendine ait kılmakla
yetinmez de akıl sahiplerinden dilediğine dahi verir. Ve her kime hikmet
verilirse, yahut Yakub kırâeti üzere "tâ"nın kesriyle, Allah kime
hikmet verirse o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur. Çünkü hikmetsiz
binde bir hayra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayra erilir. Hikmet dünya ve
ahiretin hayrını içine alır. Hikmetsiz hayır ise bir vardır, bir yoktur. Ve
fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu düşünemez. Hak ile
doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp hatırlar, ne de uyarı kabul eder.
Bizzat Allah Teâlâ âyetiyle ihtar edip uyarır da o yine aklını başına almaz,
aklını yormayınca da ilâhî hikmetten faydalanamaz. Demek ki hikmete ermek için
vermek yetmez, almak da gereklidir. Veren Allah keremi geniş olduğundan,
herhangi bir şarta da bağlı ve muhtaç değildir, ama alacak olan kul şarta
bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı düşünmedir. Bu da temiz akıl ve temiz kalb
ile olur. Allah'ın verdiği aklı şehvetlere ve şeytanın vesveselerine
kaptıranlar ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları, ne de dış dünyada olup biten
ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar. Zihinlerinde güç
bulamazlar. Ya hiç düşünmezler veya düşünseler bile hatıralarına dönüp göz
atarken, neyin gerçek, neyin hayır olduğunu kestiremezler; çünkü hakkın ve
hayrın alâmetlerini bilemezler, onu seçip belirleyemezler. Bunu yapamayınca da
hikmet yolunda ilerleyemezler. Bu suretle büyük bir ilâhî lütuf olan hikmet,
ancak temiz yürekli, temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine nasip olabilir.
Bundan dolayı akıl ve iyi seçim hikmetin şartı, düşünce de başlangıcıdır.
Bunlar hep Allah vergisi ve ilâhî iradenin eseri olan kabiliyetlerdir. Ancak şu
kadar var ki, ilk şartlar ve ilk sebepler, kayıtsız şartsız bir ön iradenin
bağış eseri iken; hikmet düzeninde olayların cereyan şekli, kulun istek ve
iradesi yanında ilâhî iradenin de o yönde tecellî etmesiyle meydana gelir. Bir
bakımdan vehbî, (Allah vergisi) bir bakımdan kesbî (kazanmakla ilgili) sayılır.
Kulun iradesi adî sebep, ilâhî irade gerçek ve geçerli sebeptir. Önünde ve
sonunda ilâhî irade bulunmadan hiçbir şey meydana gelmez. Kulun iradesi
bağlantı kurmaya yarayan bir küçük yoldur. İlahî iradenin çok değişik
şekillerde tecellî etmesi, işte Allah'ın vâsi' (geniş) adıyla anılmasının bir
sonucudur. Bundan dolayı hikmetin aslı ihsandır, hikmet eseri olan şeyler hem
ihsandır, hem de kesbdir.
Hikmet ne demektir? Bu kelime hüküm, hükûmet
ve sağlamlaştırmak demek olan ihkâm mânâlarıyla ilişkili olarak mastar ve isim
olur. Bundan dolayı manevî ya da lafzî alanda anlam ilişkileriyle birçok
mânâlarda kullanıldığından yerine göre tefsir edilmesi gerekir. Mastar olması
bakımından, aslında kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek mânâsı
vardır ki; hüküm ve hükûmet, sağlamlık ve muhkemlik hep bu kökten alınmıştır.
Her nerde kötülüğü gidermek ve iyiliği elde etmek varsa, işte orada hikmet
mânâsı vardır. Bundan dolayı bir şeyin içinde gizlenen ve sonuç bakımından
ortaya çıkacak olan fayda ve iyiliğe o şeyin hükmü ve hikmeti denilir ki,
hikmetin birçok anlamından biri de budur. Bunda bütünüyle nihâî (son) hedef
mânâsı olmasa bile, bunun az çok bulunması gerektiği söylenebilir. Buna göre,
anlam bakımından hikmet sözü, fayda sözünden daha özel bir anlam ifade eder.
Sebep kelimesinden daha geniş anlamlıdır. Zira hikmet, sebepten önce olabildiği
gibi, nihâî hedeften sonra da olabilir. Yani sebebin sebebi, amacın sonucu
şeklinde ortaya çıkabilir. Bundan dolayı hikmet denildiği zaman, mutlaka ya bir
sebep sonuç ilişkisi veya daha genel olarak bir sebebin nedeni ve buna benzer
gerekçeli bir mânâ söz konusudur. Yani hikmet, kesinlikle sonucun sebebe irca
edilmesi, tutarlı ve sağlam bir ilişki anlamı ifade eder. Nitekim bir işi, bir
başka işe isnad etmeye hüküm denildiği gibi, bilimsel veya amelî herhangi bir
doğru karara da hikmet denilir. Hasılı böyle içerikli veya gerektirici çeşitli
anlamlardan her biri dolayısıyla hikmet, çok yönlü mânâlar için çok anlamlı bir
isim olmuştur. En genel anlamda hikmet, fayda, yarar ve ihkâm anlamlarından
dolayı her güzel bilginin ve her faydalı işin ismi olmuştur. Bununla beraber
pratik ilimlerle ilişkisi, teorik ilimlerden daha fazla olduğu gibi, doğrudan
doğruya amele tahsisi de ilimden daha fazladır. Güzel ameller içindeki yeri de
ilme yöneliktir. Yani bir işi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve
ondan doğacak bütün tehlikeleri bertaraf etmeyi gözeterek yapmak demektir.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; hem ilim, hem iş yapma hikmetin en esaslı
mânâsını teşkil eder. Bütün bunlardan dolayı hikmet kelimesi, aşağıda görüldüğü
çeşitli anlamlarla tefsir edilmiştir:
1- Sözde ve fiilde doğruyu tutturma
(Mücahid'den İbnü Nüceyh). Söz, fikir ve lafızdan daha geniş anlamlıdır. Fiil
de, bu kalbin fiili, dilin fiili gibi diğer amellerden daha geniş anlamlıdır.
Herhangi bir hususta kalbinden geçirerek ve dil ile söyleyerek, şu şöyledir
demeli ve öyle yapmalı ve yaptığı işte isabet de etmeli; işte bu bir hikmet
olur. Şu halde yalnızca sözde doğru söylemek tek başına hikmet olmadığı gibi,
yalnızca işi doğru yapmak da hikmet değildir. Sözde isabet etmek, o konu
hakkında gerçek ve doğru olan hükmü vermek demektir; o hükmün gerçekten o
olayın hakikatına uygun düşmesi, yani gerçek bilgiye dayanması, içinde
bilgisizlik, hata ve yalan olmamasıdır. Harekette isabet de, o işin hem özüne
uygun olması, hem de gerçekte kendisinden beklenen sonucun gereği gibi ortaya
çıkması; yani kötülüğü gidermek, iyiliği elde edebilmek şeklinde
sonuçlanmasıdır ki, bunlara o işin hükmü, hikmeti, gayesi, garazı veya illet-i
gâiyyesi denilir. Hasılı sözde isabet hakka, fiilde isabet hayra yöneliktir.
Hikmetin hakikatı, başlangıcında ilmî anlamda, sonucunda ise amelî anlamda her
iki yönünün birlikte bulunması demektir. Bu mânâ daha başka şekillerle de ifade
edilmiştir. Şöyle ki:
2- Hikmet hem bilgi, hem de iştir: Bilmek ve
bildiğiyle amel etmektir. Bu ikisini birlikte yürütemeyene hakîm denilmez.
Mukâtil ile İbnü Kuteybe hikmeti böyle anlamışlardır. Burada ilim, gerçek
mânâsıyla ilm-i yakîn (kesin bilgi) demektir. Yani bir şeyin özünü kavramış
olmak demektir. Buna açıklık kazandırmak için genel olarak "ilimde ve
amelde ihkâm ve itkan" veya "tahkîk-i ilim ve ihkâm-ı amel"
tabirini kullanmışlardır. Zira ilmin muhkemliği yakîniyet derecesiyle, amelin
muhkemliği kendisinden bekleneni sağlamasıyla ilgilidir. Bu önceki tarif bize
gösteriyor ki hikmetli bilgi, tecrübe ile desteklenmiş ve uygulanabilir
özellikler taşıyan ilimdir. Hikmetli hareket de bilimsel temellere dayalı olan
ve bir ilmin ölçüsüne vurulduğu zaman doğru olduğu kesinleşen ameldir. Hasılı
hikmet, ilim ile iradenin karşılıklı işbirliği sonucu fiil sahasına çıkması ve
o fiilin de kendisinden bekleneni sağlamasıdır. Bir başka deyişle hikmet, ilim
ile sanatın birleşmesidir.
3- Hikmet; ilim ve fıkıh demektir (Mücahid).
Bu tarif öncekilerden başka bir şeymiş gibi kabul edilebilirse de öyle
değildir. Fıkıh kelimesi esas itibariyle hikmet kelimesinden çok farklı bir
anlam taşımaz, aslında bu ikisi birbirinin benzeri gibidir. Mesela: "şunun
hikmeti veya sırrı veya ruhu veya hakikatı şudur" demek yerine,
"fıkhı şudur" denilir. Hikmet gibi fıkıh da birçok yönden ve
ayrıntılı sebepler bakımından derin bilgi ve faydalı iş anlamına gelir. Lügat
anlamıyla fıkıh, amaç ve maksadı kavramak demektir. O halde ilim katıksız bilgiyi,
fıkıh o bilginin amacını anlamaktır ki, bu anlam, işi de içine alır.
"Allah kime hayır murad ederse onu dinde fakih kılar." hadisi şerifi
dahi, bu âyetteki hikmetten maksadın fıkıh olduğunu ortaya koyacak bir delil
olarak gösterilebilir. Dinde fıkıh ise, dinin amaçlarını kavramak demek olur
ki, bunun hakikatı da insanoğlunun kendi yararına veya zararına olan hükümleri,
haklarını ve görevlerini bilme melekesidir. Bu da kendi kendini ve Allah
katında kendisiyle ilgili olan hüküm ve kuralları tanıması ve ona göre görev
bilerek yapması ve bu gücü kendinde bulmasıdır. Şu halde fıkhı olmayan ne kadar
bilgili olursa olsun hakîm olamaz. Bu tarife göre, şu da muhakkaktır ki,
fıkıhtan başka ilmi olmayanlara da hakîm denilemiyecektir. Gerçekten de fakih
olabilmek için fıkhın dayandığı temellerin neler olduğunu da bilmek şarttır. Bu
da bütün ilim dallarıyla ilişkilidir. Fıkıh hem nazarî (teorik), hem amelî
(pratik) yanları olan bir ilim olduğu gibi, bir bakıma bildiğini yaşama işiyle
de yakından ilgili bir ilimdir. Yani ilmi ile amel etmeyene gerçek anlamda
fakih adı verilemez. Bundan dolayı ilim, tevhid ilmi ve akaid gibi usûle ait,
fıkıh da fürû' ve amele ait kabul edilince bu tarif, hikmet-i nazariye (nazarî
hikmet) ve hikmet-i ameliyenin (amelî hikmet) tamamına uygun düşmüş olur ki;
hasılı hikmet usûl ve fürû'u, ilkeleri ve amaçları, özündeki bütün
incelikleriyle bilip ne yapacağını tayin etmek ve bu bilgilerin gereğiyle amel
etmek anlamına gelir. Ancak fıkıhta, yalnızca bilgi söz konusu edilirse o zaman
bu tarif, hemen aşağıda gelecek olan dördüncü tarif gibi olur.
4- Hikmet varlıkların özündeki mânâları
anlamaktır (İbrahim Neha'î). Mânâlar, âyân (cevher) karşılığı olduktan başka,
erken devirlerdeki İslâm âlimlerinin dilinde "sebep ve illet"
kelimesi yerine kullanılmakla etkili özellikler, sebepler ve sonuçlar, daha
doğrusu sebepler ve amaçlar demek olacağından bunun özeti, varlıkların
içyüzündeki gerçeği ve o gerçeğin gerektirdiği özellikleri tanımak ve en etkili
özelliği tanımak, o özelliğin değişik amaçlara nasıl yönlendirdiğini
anlamaktır. Yani varlıklar arasındaki sebep sonuç ilişkilerini ve etkileşim
düzenini izleyip, varlıkların özünü ve amaçlarını kavramak demek olur. Bu
tarif, amel ve uygulamayı hesaba katmamış ve hikmeti yalnızca bilgi yönüyle ele
almış olduğundan öncekilerden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü iş ve hareket
alanına uygulandığı takdirde de doğruluğu ortaya çıkar. Fakat bilmeyi ve
anlamayı, varlıkların taşıdığı mânâlar ile sınırlayıp kavram ve kapsamını
genişlettiğinden dolayı bir bakıma özel anlamlıdır. Bilmek ve anlamak demek,
mütkan ilim (kesin bilgi) anlamında olup tümevarım metodunu da dile getirmiş
olur. Bununla beraber "vav" tertip anlamını gerektirmeyeceğinden,
aksine bir anlama da ihtimali vardır. Buraya kadar verdiğimiz bilgilerin hiçbiri
Allah'ın hikmet sahibi ve hakîm olmasıyla ilgili değildir. Zira Allah'ın ilmine
ve hikmetine "fıkıh" denilemiyeceği gibi, "ma'rifet ve
anlamak" da denilemez. Çünkü bu deyimler, öncesindeki bir bilgisizliği de
îma ederler. Demek oluyor ki, her marifet hikmet olmaz, işin özünü kavramak da
şarttır. Anlamak demek, bir şeyin akılla ilgili yanını kavramaktır. Eğer bu
tarife amel şartı ilave edilmiş olsaydı, o zaman böyle bir hikmetin sahibinin,
herşeyi yapabilmesi gerekirdi. O zaman da âyette geçen hikmet sözüne uygun
düşmezdi. Marifet ve anlamanın eklenmesiyle hikmet, Allah'ın sıfatının
tarifinde sakınca doğururdu. Bu tarif, bütün ilimlerin ve fenlerin bir temele
irca edilmesiyle hepsini aynı düzeyde ifade eden ve ilâhî hikmetin bilgisi
denilen yüce bilgiye uygun düşer. Meşhur olduğu üzere, hikmet bilgisinin
"Varlıkların hakikatını tanımak" diye tarif edilmesi de buna
benzemekle birlikte bundan daha dar anlamlıdır. Hakikatler, tabiatüstü olduğu
gibi, amaçları da kapsamına almaz. Lâkin insanoğlunda böyle bir hikmet bilgisi
mümkün müdür? Herşeyden önce marifet ve anlamak bilfiil değil de meleke ve
kabiliyet olarak ele alınırsa belki bu tarif gerçeği ifadeye yarar. Ayrıca
Allah dilerse mümkün olur. Bu anlamda bir hikmet bilgisi peygamberlerde ve
büyük velîlerde bulunabilir. Gerçekten de Kur'ân'ın birçok yerinde
"hikmet" peygamberlik kavramıyla birlikte bulunmaktadır ve çoğu zaman
da onun yerine kullanılmaktadır. Nitekim tefsir âlimlerinden Süddî bu âyette de
hikmeti böyle tefsir etmiştir. Zira peygamberlik hem ilmî, hem amelî yönden
ilâhî ihsan eseri olan hikmetin en yüksek mertebesini ifade eder. Bunun içindir
ki, İbnü Rüşd, "Tehâfüt" adlı eserinde, "Her peygamber hakîmdir,
fakat her hakîm peygamber değildir." diyerek bu hikmeti tarif etmiştir.
5- Hikmet, Allah'ın emrini anlamaktır (Zeyd b.
Eslem ve oğlu). Bu tarifte de anlamak için kullanılan akıl, aslında nazarî
akıldan da, amelî akıldan da daha geniş bir anlam taşıyorsa da, insanın kendi
işlerini kapsam dışı bırakmaktadır.
6- Hikmet, anlamak demektir (Şüreyk). Bu bir
lafzî tarif olmakla beraber diğer tariflerin ortak yönünü almıştır. Demek ki,
hikmetin en genel anlamı anlamaktır. Mutezile bunu anlama gücü ve yeteneği
şeklinde kabul etmişse de doğrusu anlama yeteneği değil, anlamanın kendisidir.
Aslında her ikisi de Allah'ın ihsanıdır. Anlaması olmayan hakîm olamaz. Bu üç
tarif (Yani 4. 5. ve 6.) hikmeti yalnızca bilgi özelliğiyle ele almıştır.
Bunlara karşılık, hikmeti yalnızca amelî değeri ile ele alanlar da vardır.
Şöyle ki:
7- Hikmet, icad demektir (Ta'rifat-ı
Seyyid'den). Hikmet sebep ve illetlere irca edilen ve onunla ilişkili
olduğundan, illiyetin hakikatı da yaratmak ve icad etmek olduğundan, asıl
hikmet icad demektir. Fakat bu tarif, her şeyden önce Allah'ın hikmetine uygun
düşmektedir. Bir de mutlak anlamda yaratmak yalnızca Allah'ın işi olduğundan,
hikmet yalnızca eserleri, sebep ve illetleri yaratmak değil, aynı zamanda o
sebepleri birbirlerine karşı çok yönlü fayda ve maslahatları da gözeterek, bir
uyum içinde ilişkilere yöneltmektir. Böylece birinci eser, ikinciye, ikincisi
üçüncüye ve sonsuza kadar ilk sebep ve illetin etkisine doğru uzanan bir yol
olur da eserlerin hepsi birbirlerine perçinlenmiş bir halde aralarında
sarsılmaz bir düzen kurulmuş olur ve buna "sünnetullah" (Allah'ın
sünneti) adı verilir. İşte hikmetin bütün sırrı bu kurulu düzenin içindedir.
Bundan dolayı hikmetin çeşitli isimlerinden biri de "Sünnet-i
muhkeme"dir. Hakk'ın nizamı, Hakk'ın şeriati, Hakk'ın dini ve bunlara
uymak, uymakla birlikte hakikatın ortaya çıkmasına vesile olan her güzel haslet
hep hikmettir. Ve yine bundan dolayı hikmetin bir mânâsı da sebeptir. İşte bu
yüzdendir ki, insanlarda dahi basit bir özellik kazandıran sebep ve illetler
bulunduğundan, bu hikmeti icad eden Cenab-ı Allah, dilediği insanlara da bundan
bir hisse bahşetmiş, yine kendi hikmetinin icabı olarak, insanlara da dış
görünüşte basit ve geçici bir düzen kurabilme gücü ve yeteneği ihsan
eylemiştir. Bu demektir ki, insanoğlu ortaya koyduğu düzende gerçek yaratıcı
değilse de ilâhî yaratışın ortaya çıkmasına bir araç olmak bakımından, aynı
yolda O'nun bir vekili durumunda olduğundan yine bir değer ifade etmektedir.
Özetleyecek olursak, Fahruddin Razî'nin
beyanına göre, bu mânâca Allah'ın hikmeti, her zaman her yerde, kulların
yararına olacak şeyler yaratması demek olduğu gibi, kulların davranış ve
eserlerinde de bu böyledir. İnsanların hikmeti de başka kulların yararına
olacak şeyler yapmak ve ortaya koymak, sünnetullah denilen kâinat düzenini
anlayıp ona göre keşif ve icadlarda bulunmak demektir. Yani sadece kendisine
yarayacak birşey değil, başkalarına da yarayacak eserler ortaya koymasıdır.
Ancak insanların haddi zatında yaratılmış ve birtakım sebeplere bağlı olarak
ortaya çıkmış oldukları bilinip dururken, birtakım keşif ve icadlar ortaya
koyan kimseler, kendilerini ilk sebep yerine koyup öyle sanırlarsa, ilim
açısından sonuçtan sebebe yol bulup geçememiş ve bir yerde takılıp kalmış
olacaklarından, dışa bağımlı olan zahiriyeden sayılırlar ve hikmet ehlinden
olamazlar.
8- Hikmet, varlık düzeninde herşeyi yerli
yerince koymak demektir ki, bu tarif de görünüşte bütün varlığı açıklamaya
yönelik olduğundan, bir bakıma ilâhî hikmeti, ilâhî sıfatları topluca tarif
sayılır. Ancak herhangi bir şeyi kendi yerine koymak denildiği zaman, cüz'î
hikmete de uygun düşeceğinden, insanların hikmet özelliği için de geçerli olur.
Ayrıca buradaki yerli yerine koymayı, yaratılış anındaki ilk yerleştirmek veya
yaratılmış olan mevcut düzendeki yerinin ne olduğunu keşfedip kavramak şeklinde
iki türlü anlamak da mümkündür. Bununla beraber bu tarif, hikmetin, varlık
düzeni içinde çeşitli varlıkların yerini ve değerini anlamanın gerekli olduğunu
dile getirmektedir. Bundan dolayı, hiçbir sıra ve düzen gözetmeden ortaya konan
icad, hikmet kavramının dışına çıkmak olur. Bununla beraber bu tarif,
yaratılmış varlık düzeni içinde kulların ne gibi düzenlemeler yapabileceği
açısından daha ziyade adaletin tarifi olmak üzere meşhur olmuştur. Şu halde
pratik açıdan hikmet adalet demektir. Amelî hikmet denilen ahlâk ilmi, ahlâkı,
ifrat ile tefrit arasında adalet temeline dayandıran bu mânâyı almışdır.
9- Hikmet güzel ve doğru işlere yönelmektir.
Bu tarifte hikmetin, güzelliği ve iyiliği hedef tuttuğu ve bu amacın sınırlı
olmayıp sonsuza kadar durmadan ilerlemeyi gerektirdiği ifade ediliyor. Bundan
dolayı hikmetin bir meleke ve bir huy olduğu kesin demektir. "Sonucu
iyilik olan işi yapmaktır." şeklindeki tarifi de buna çok yakın bir
tariftir.
10- Siyasette, insanın gücü yettiği kadarıyla
yüce yaratıcıya benzemeye çalışmasıdır ki, bu da ilmini bilgisizlikten,
icraatını zulüm ve haksızlıktan, ikram ve ihsanını cimrilikten, hoşgörüsünü
bunaklıktan arındırmak ile mümkün olur. Fahruddin Razî'nin tefsirinden alınan
bu tarife göre, siyaset deyimi bu tarife bir özellik kazandırıyor gibi
görünüyorsa da, "Hepiniz çobansınız ve her çoban sürüsünden sorumludur."
hadîsi şerifinin anlamı derinden derine düşünülürse, kapsamının genişliği iyice
anlaşılır. Bununla beraber bu tarif, daha ziyade hikmetin hakimiyet mânâsıyla
olan ilişkisini ön plana çıkarıyor.
11- Hikmet, Allah'ın ahlâkı ile
ahlâklanmaktır. Bu tarif de yine Fahruddin Razî'ye aittir. Nitekim bir hadîsi
şerifte, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın." buyurulmuştur. Fâtiha
Sûresinde ilâhî ahlâkın bir tecellisini görmüştük. Nûn Sûresinde Peygamber
(s.a.v.) efendimiz hakkında, "Doğrusu sen büyük bir ahlâk üzere yaratıldın."
(Kalem, 68/4) buyuruldu. Bu âyet de bunun canlı bir örneğini göstermektedir.
İlahî ahlâk veya büyük ahlâk adı verilen şeyin Kur'ân ahlâkı olduğu da
tefsirlerde açıklanmıştır. "Ben ahlâk yüceliklerini kemale erdirmek için
gönderildim." hadîsi şerifi gereğince Hz. Peygamber'in peygamber olarak
gönderilişinin sırrı da bu noktada toplanmıştır. Şüphe yok ki akıl, anlayış,
iman, marifet ve ilim böyle bir ahlâklanmanın öğelerinden değilse bile
şartlarındandır. "Bunu ancak üstün akıllılar anlayabilir." meâlindeki
âyeti de bu anlama açıklama getirmiştir. Hikmetin kâh ilim, kâh amel, bazen de
her ikisi birden olmak üzere ele alınmış olması da bundan ileri gelmektedir.
Bundan dolayı sebepler ile sonuçlar, ilkeler ile amaçlar arasındaki inceliklere
ve ilişkilere dönük olan gerçekleri, hikmet ile uygulama arasındaki sebep sonuç
düzeni içinde görmek ve göstermek bakımından, ilk tariflerde dile getirildiği
üzere; hikmet, ilimde ve amelde sağlamlık, sözde ve işte isabet diye tarif
olunduğu zaman, hemen hemen bütün tarifler gözetilmiş olur. Bunun gibi sebep
durumunda olan birinci şıkkın varlıkta da önceliği olduğuna göre ilim ile;
sonra bu ilişkiden maksadın sonuç ve amaç olması, varlıkta sonra gelen amacın
bilgide önceliği bulunması bakımından "amel" ile tarif edilmiştir.
Fakat şunu gözden uzak tutmamak gerekir ki, sebep sonuç ilişkisini ve bu
ilişkide kötülükleri önlemek ve faydaları sağlamak kavramını daima gözetmek
durumunda olan hikmet, sonuçta amele yönelmeyen ve pratiği gözetmeyen ilme,
aynı şekilde ilimden etkilenmeyen amele ve her ikisinin birlikte iyiliği elde
etmek değil de kötülüğü hedef tutan kısmına uygun düşmeyeceğinden, bu çeşit
bilgiye hikmet denilmesi doğru olmaz. Bir bilgiye hikmet denebilmesi için
üzerinde faydalı bir işin eserinin görülmesi gerekir. Herhangi bir faaliyete
hikmet adı verilmesi de hem ilmî temellere dayanması ve ilmin gereklerine uygun
olarak ortaya konması, hem de kötülüğü ve zararı amaçlamamış olması gerekir.
Bundan dolayı, uygulama alanı olmayan herhangi bir nazarî bilgi bizzat bir hikmet
olmadığı gibi, tesadüflere bağlı olarak meydana çıkmış olan herhangi bir iş de
öyledir. Bunun için ilâhî hikmetin içinde ne kuru ve nazarî bilgi vardır, ne de
tesadüfe dayanan bir hareket, bir oluş. Bundan dolayıdır ki, sebepler düzenine
dayalı olarak kurulmuş olan bilginin hakikatı, tesadüf eder. Çünkü tesadüf,
gerçeğe ve bilinene göre değil, sebebini bilmeyen bilgisizliğe göre tesadüftür.
Tesadüf nazariyesi daima bilgisizlik nazariyesidir. Böyle olduğu içindir ki,
varlığın başlangıcı konusunda tesadüfe dönüşmekten kurtulamıyan tabiat
nazariyesi, tabiatın ilk başlangıç ve ilk sebep olduğunu savunan görüş, her
yönüyle ilim dışıdır. Ve bütün ilimlerin ve fenlerin akışına ters düşen bir
cehalet nazariyesidir. Gerçekten de bütün olayları ve oluşları ve bütün
yücelikleri bir bakıma tesadüfe bağlayan bir fikrin, ne kendisinde, ne eserinde
hikmet nasıl olur da söz konusu olabilir. Hikmet ve varlık düzenindeki
sağlamlık kesinlikle ilme, ilim de "âlim-i kül" (herşeyi bilen) ve
"hakîm-i mutlak" (mutlak hakîm) olan bir ilk sebebe dayanır. Ve
âlemde görülen hikmet, mutlak hakîm olan Allah'ın gücüne ve hikmetine şahittir.
Ve insandaki hikmetin temeli de işte O'na iman etmek, O'nu tanımaktır. İnsan
hikmetinin amacı da O'nun kurduğu düzendeki incelikleri, o düzenin kanun ve
kurallarını ve sebep sonuç açısından işleyiş şeklini anlamaya çalışmak, ona
uygun davranmak, onun ahlâkıyla ahlâklanmak ve her işinde doğru ve faydalı
olanı yapmaktır. Demek ki ilk sebep olan Allah Teâlâ ile yaratılmışlardan her
birinin iki türlü ilişkisi vardır. Birisi O'na, doğrudan doğruya O'na bağlanan
sebep ilişkisidir ki, her şeyin kendine mahsus olan özelliği buna bağlıdır.
Eğer bu özel sebep ilişkisi ve bağı olmasaydı varlıkta hiçbir şey, diğerinden
ayrıcalık kazanamaz, ferdî özelliği ve ferdî kişiliği olan varlıklar
gerçekleşemezdi. Bu nokta, müminin Allah'a tevekkülünün, yüce gücüne ve
mucizelere imanının temelidir. Burada akıl değil, yalnızca iman hakimdir.
Diğeri ise şimdiki zamandan ezele, ezelden
ebede doğru zincirleme olarak akıp giden bir sebepler ve sonuçlar ilişkisidir
ki, bunda bütün varlıklar birbirlerine tutunarak bir bütün hâlinde yaratılışın
başlangıcı ve sonucu itibariyle Allah'a dayanır. Bu da ilâhî hikmet meselesidir
ve akıl ile ilmin alanıdır. İnsanoğlunun hikmeti, genel ve özel karakterli bu
iki türlü ilişki ve bağlantının gözetilmesine uygun düşecektir. Bu ikisi
birlikte gözetildiği takdirde akıl ile kalb birleşecek ve o zaman insan,
insan-ı kâmil olacaktır. Ve insan-ı kâmil olanlar ebediyete kadar varlıkta bir
hakimiyet sırrına nail olurlar da hiçbir zaman bunu kendilerinden bilmezler ve
kendilerine mal etmezler, kendilerinde meydana gelen o hâli, ilâhî hakimiyetin
bir akışı olarak tanırlar. Nitekim Hz. İbrahim ölüyü diriltme sırrına erdiği
halde, "Ben diriltiyorum, ben öldürüyorum." demedi de "Rabbim
diriltiyor, Rabbim öldürüyor." (Bakara, 2/258) dedi. Halbuki Nemrud, bir
mülke nail olmakla, "Ben diriltirim, ben öldürürüm." şeklinde iddiaya
kalkıştı. "Üstün akıllılardan başkası düşünüp anlayamaz."
İnsanlarda hikmetin başı olan akıl, yalnızca
ilâhî bir ihsan olduğu gibi, şeref ve güç kaynağı olan kalb de yine ilâhî bir
ihsandır. Bunlar doğrudan doğruya Allah'a dayanırken, bunların eserleri olan
fiil ve hareketler de kesb (kazanma, çalışma) sebeplerine bağlı olarak hem
doğrudan doğruya, hem dolaylı olarak yine ilâhî ihsan eseridir. "O
dilediğine hikmeti verir." ifadesi, kayıtsız şartsız her iki ilişkiyi
birlikte ifadeye yöneliktir. âyeti de zekâ itibariyle vehbî olana, düşünme
itibariyle kesbî olanla vehbî olana, her ikisine birlikte bir uyarıdır. Demek
ki sırf kendi kerem ve fazlından Cenab-ı Allah, dilediğine hak ile batılı,
şeytanî olanla rahmanî olanı anlayıp ayırd edebilecek ve ona göre doğru olanı
yapacak, kötülüğü giderip iyiliği elde edecek bir hikmet ve hakimiyet bahşeder.
Hikmet ise bir sonuca birçok sebebin etkili olabileceğini gerektirdiğinden
"çok hayır" demek olur. Fakat bilgi ve anlayış, sağlam iş için bir
sebep ve şart olmakla beraber, yine tam ve yeterli bir sebep değildir. Bundan
dolayı akıl ve anlayış sahiplerinin, kendi kesb ve gayretleriyle düşüncelerini
ve iradelerini kullanmaları da hikmet açısından, bu hakimiyete ve çok hayra
erebilmek için şarttır. Bu şekilde her akıl sahibinin kendi akıl derecesine
göre hikmetten bir hissesi vardır. Her zaman insanoğlu, şeytanî telkin ile
rahmanî telkini anlayıp ayırd edebilmek için, işin başlangıcında aklını ve
düşüncesini uyanık tutmak zorundadır. Daha sonra bu düşünce ve o hikmet ilâhî
feyzin de yardımı ile insanda bir meleke oluşturur ve nihayet insan derecesine
göre, ilâhî ahlâk ile ahlâklanır. Pratik aklı gelişir, kuvvetlenir; dolayısıyla
bildiği ve yaptığı şeyler gerçekten ve doğruluktan şaşmaz olur. Şu halde
düşünceyle pratik bilgiye sebep olması bakımından, hikmetin ön şartı
sayılabilir. Bunun için nazarî ilim, hikmetin başlangıcı sayılarak "nazarî
hikmet" adını almıştır. Lâkin yalnızca nazarî bilgiye saplanıp kalmak,
yolunu şeytana kestirmek demektir; bu olsa olsa filozofluktur. Yani hikmetin
kendisini değil, hikmetin lafını etmektir. Sırf felsefe ile uğraşmanın ayıp
sayılması da bundandır. Bunların pek çoğunun sözü işine uymaz. O zaman sözü
doğru ise, yaptığı yanlış; yaptığı doğru ise söylediği yanlış olacağından,
bunların varlıkları bir çelişki ortaya koyar. Bu tutumları yalnızca kendilerini
perişan etmekle kalmaz, başkalarını da yoldan çıkarır, bunlar şeytan ve
şeytanlık kavramının kapsamı içine girerler. Bundan sakındırmak için, "Siz
faydalı bilgiyi isteyiniz ve faydasız ilimden Allah'a sığınınız!"
buyurulmuştur. İşte birçok âlimlerin, hikmeti tarif ederken amelde ısrar
etmeleri, bilgiyi abesle iştiğalden ayırd etmek ve faydalı olanı elde etmek
amacını gerçekleştirmek içindir. Zira ilim ve marifet pek yüksek bir şey
olmakla beraber, lafta ve uygulama dışı kaldıkça ya da uygulamada onun tam
zıddı ortaya kondukça, boşuna bir uğraştan başka birşey olmaz. Amel denilen şey
olmasaydı, bilginin bilgi olduğu gerçekleşemezdi. Allah Teâlâ bile kâinatı
bilip de yaratmasaydı hikmeti mevcut olmazdı. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak
sözü de bu noktada çok önemlidir. Buna karşılık diğer bir kısım âlimlerin,
tarifte ilmi ön plana almaları da ilimsiz amelin hikmet olamayacağını bilhassa
vurgulamak içindir. Yoksa herhangi bir işi ve faaliyeti hedef tutmayan,
varlıkta gerçekleşmesi hayır hedefine yönelik olmayan ilme de hikmet demek için
değildir. Demek ki asıl hakikat ikisinin birleşmesindedir. O halde önceki
tarifleri esas olarak almak, sonrakileri de onların birer yönden açıklaması
görmek gerekmektedir. Bundan dolayı, ilim ile ameli, hikmetin birer çeşidi gibi
değil, birer parçası olarak kabul etmek gerekir. Yani hikmet denilen şey, ya
gerçek bilgi, ya doğru hareket değil; doğru bilgi ile doğru hareketin
bütünüdür. Bunların her birine tek başına hikmet denilmesi mecaz, ya da
ıstılahtır. Bu açıklama ile amelin imandan bir cüz (parça) olmadığı halde,
dinden cüz olmasının önemi de ortaya çıkar. Böylece akıldan sonra, anlamak ve
düşünmek hikmetin şartı olduğundan pratik bilgiden önce nazarî bilginin dahi
insan hikmetinin bir cüz'ü değilse bile bir başlangıcı olacağı ve bunun mutlaka
pratik bilgiyi, onun da faydalı ve hayırlı olan ameli hedef tutması ve
"Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye
yarattım." (Zâriyat, 51/56) âyetinde de işaret buyurulduğu gibi, bilgiden
kulluğa geçilmesi gerektiği yolundaki ilâhî hikmetin gerçekleşmesinin önemi
anlaşılır ki, İslâm fıkhının üslubu da zaten budur. Herhangi bir konuda nazarî
bakımdan derinleşmek ve orada saplanıp kalıp amel ve faaliyet alanına geçememek
hüsran demektir. Aslında nazarî anlamda hikmet, objektif ve sübjektif yönleriyle
varlıktaki ilâhî kanunların akış şeklini gözlem konusu yapmak ve onlardan
düşünüp bir sonuç çıkarmaktan meydana gelir. Kâinat bir hikmet kitabıdır.
Kur'ân ise bu hikmetin ilâhî dille oluşumunu anlatır ve hatırlatır. Kâinat bir
hâl, Kur'ân ise bu hâlin başı ve sonudur; akıl sahipleri şimdiki hâli görüp,
öncesini ve sonrasını da akılla kavramaya çalışmalı ve böylece hikmete
ermelidir. Şimdiki hâli görmemek veya onun içinde boğulup kalmak, ondan
öncesine ve sonrasına intikal edememek veyahut edip de bir yerde yine takılıp
kalmak, baştan sona kadar hikmet düzenini takip etmemek, ettikten sonra da onun
icabına uygun olarak hareket etmeyip aksine davranmak, işte bunların hepsi
hikmete aykırı düşen şeylerdir. Bu şekilde hikmetin başı ve başlangıcı
varlıklara dikkatli bir gözle bakabilmek, tanıyabilmek, kavrayıp üzerinde
düşünebilmek ve bir sonuca varabilmektir. Bu bakımdan hikmetin başlangıç
noktası ilim, ortası din, ibadet ve tâat, sonu da ahiret mutluluğudur. Bunun
içindir ki hikmet çok hayrı içine alır. Bu mânâları tesbit için de denilmiştir
ki:
12- Hikmet, Allah'ın emirlerini düşünmek ve
ona uymaktır. (İbn Kasım'dan Kuşeyrî).
13- Hikmet Allah'a tâat, fıkıh ise din ve
ameldir (Kuşeyrî). Buraya kadar verdiğimiz bu onüç tarif, hikmetin mânâsını,
efradını cami', ağyarını mânî bir şekilde anlamaya yeter. Fakat daha ziyade
aydınlanabilmek için şunları da gözönünde bulundurmalıyız ki, her birinde başka
bir fayda bulunmaktadır:
14- Hikmet bir nurdur ki, vesvese ile gerçek
makâm arasındaki fark bununla kestirilir. (Ebu Osman).
15- Doğru ve hızlı karar verebilmektir.
(Bündar İbni'l-Hüseyn).
16- Doğruya iletmektir. (Fadıl).
17- Ruhların sükûn ve güvenliğinin son
durağıdır. (Kettanî).
18- Sebepsiz işarettir. Yani öncesinde
herhangi bir illet ve sebebe bağlı olmadan, Hak Teâlâ'dan kayıtsız şartsız
vârid olan, içinde şek ve şüphe, zaaf ve fesat ihtimali bulunmayan, niçin ve
neden diye sormaya hacet bırakmayan işarettir.
19- Bütün hallere hakkı tanık tutmaktır.
20- Din ve dünya düzenidir.
21- Ledünnî ilimdir.
22- İlham vârid olması için sırrı saklamaktır.
23- Bunların hepsidir.
Görülüyor ki bunların bir kısmı hikmet, ilim
ve ameldir derken, bir kısmı da meseleyi kalbe ve vicdana dayamışlardır.
Gerçekten de ilim ve amel, akıl ve irade söz konusu edilirken, hakikatte
ikisinin birleşme noktası olan vicdandaki duyguları hesaba katmamak doğru
olmaz. Çünkü, "Bunu lüb sahibi (üstün anlayışlı) olanlardan başkası
anlayamaz." âyetindeki "lüb" kavramıyla aklın bu özüne işaret
edilmiştir. Bilincin bilinci demek olan vicdan, nefsin kendini kendinde olduğu
gibi bulmasıdır ki; bunun aşamaları nefsin, zamanın akışı içinde kendi
varlığını tanımasını sağlar. Her nefis, kendi vicdanına bir göz atışta, kendi
varlığının ikilik içindeki birliğini görür ki; biri bulan nefis, öbürü bulunan
nefistir. Bulan kim, bulunan kimdir? Burada hayret verici bir vahdet (birlik)
sırrı kendini gösterir. Kalb denilen şey de işte nefsin bu birlik merkezidir.
Yürek denilen cismanî kalb, bedendeki dolaşım sisteminin, sinirlerin ve
adelelerin çeşitli dokularına sahip olduğu gibi; ruhanî kalb de böyle bir
çalışma ve iletişim sisteminin merkezidir. Cismanî kalb nasıl periyodik
hareketlerle sürekli olarak bir açılıp büzülme nöbetini tekrarlıyor ve cismanî
hayat onun bu açılıp büzülmesi sayesinde sürüyor ve ona borçlu bulunuyorsa,
ruhanî kalb de böyle bir manevî açılıp kapanmanın sürüp gitmesi içinde
varlığını sürdürür. Manevî hayat bu bir anlık atışların merkezi olan vicdana
borçlu olarak varlığını sürdürür. Her iki mânâsıyla hayatın kökü, kalbin
temayüllerine ve atışlarına bağlı kalır. Cismanî kalbin açılıp büzülmesi,
akciğerlerin havadan nefes alıp vermesinden görünüşte nasıl bir güç alıyorsa;
iç dünyamızda ruhanî kalb de açılıp büzülmesinde "ruh-ı emrî" ile
rahmâniyetin nefeslerinin yardımından feyz alır. Rahmânî nefeslerin çekilmesi
bir büzülme, akışı ise bir genişleme ve ferahlama ifade eder. Buna ruh ilminde
"kabz ve bast hali" adı verilir: "Allah kabzeder, bast
eder." (Bakara, 2/245) âyeti buna işaret eder. İnkıbazın inbisata (büzülmenin
genişlemeye) dönüştüğü vicdan ışıltıları ruhta bir haz ve ferahlık, inbisatın
inkıbaza dönüştüğü vicdan anları da ruhta bir elem ve sıkıntı doğurur. İnkıbaz,
ruhî kalbin kendine dönüşü, duyduğu acı da bu dönüş içinde yok oluştan azıcık
tadışıdır. İnbisat ise kalbin, rahmânî nefeslere kavuşması, aldığı haz ve
lezzet de bu kavuşma içinde varoluşu tadışıdır. İlâhî kabz, insan ruhuna bir
önceki imdadı yutturup, asıl hasleti olan yokluğu tattırmak üzere, kalbi
kendine döndüren bir terk ve yöneltmedir. İlâhî bast ise, bunun aksine kalbi
kendinden alıp varlığı tattıran bir imdattır. Bunun içindir ki, insan kendi
kendine terk edildiği zaman pek ziyade kabz hâline dönüşür ve acı duyar da
kendisini her şey zanneden o azgın insan o anda Hak'dan azıcık bir imdat almak
için kıvrandıkça kıvranır. Hasılı hayat gerek dışta, gerek içte Hak ile böyle
sürekli bir alış veriş içindedir. İnkıbaz hâlinin sürüp gitmesi bir hastalık
(melankoli) demek olduğu gibi inbisat hâlinin de sürüp gitmesi yine bir
hastalıktır. İnkıbaz-ı küllî de, inbisat-ı küllî de ölüm demektir. Biri boğar,
biri çatlatır. Sağlıklı hayat kalbdeki inkıbaz ve inbisatın nöbetleşe olarak
sürüp gitmesinde; kâh elem, kâh haz şeklinde durmadan değişmesindedir. Geleceğe
göre hikmet, ümitsizlik ile ümidin dengede durmasında, ümitle korku arasında
(beyne'l-havfi ve'r-reca) kurulan uyumdadır ve bu uyumun sağlamlığındadır.
Hikmetin mastar mânâsı açıklanırken, isim
anlamlarından birçoğu da bu arada dolayısıyla anlatılmış oldu ki, bunların bir
kısmına özel olarak, bir kısmına da genel olarak hikmet adı verilir. Bundan
dolayı sağlam bilgi, güzel huy, faydalı sanat, herkesin faydasına olan hizmet,
sebep ve sebebiyet, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için
yapılan herhangi bir şey, ibret ve ders almayı gerektiren herhangi bir söz ve
nasihat, tuhaf bir şeyin sırrını anlamaya yönelik çaba, peygamberlik, sağlam
gelenekler, Allah'ın değişmez kanunları, Peygamber'in sünnetleri, şeriat, din,
kitap, Kur'ân, İncil. İşte bunların her biri hikmetin çeşitli mânâlarından
birer tanesidir.
Mukatil'den rivayet olunuyor ki,
"hikmet" Kur'ân'da dört türlü tefsir edilir:
1- Kur'ân'ın öğütleri mânâsına ki, Bakara
Sûresi'nde, "Ve Allah'ın size indirdiği kitap ile size öğüt vermek için
indirdiği hikmet..." (Bakara, 2/231) bu mânâyadır.
2- Anlamak ve bilmek anlamına hikmet ki,
"Andolsun ki, Biz Lokman'a hikmet verdik." (Lokman, 31/12) âyetinde
olduğu gibi.
3- Nübüvvet (peygamberlik) mânâsına hikmet ki,
"Gerçek şu ki, Biz İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik." (Nisa,
4/54) ve "Ve Allah Davud'a hükümdarlık ve hikmet verdi." (Bakara,
2/251) âyetlerinde bu anlamadır.
4- İnce sırları ile Kur'ân demektir ki,
"Rabbinin yoluna hikmetle davet et." (Nahl, 16/125) ve yine bu
âyetteki "Her kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş
demektir." bu anlamdadır.
Fahruddin Razî de bu dört mânânın, iyice
araştırılınca "ilim" mânâsına geldiğinin anlaşılacağını söylemiştir.
İbnü Mes'ûd, Dahhâk ve daha başkalarından bu âyette hikmetten muradın Kur'ân
olduğu rivayet edilmiştir. Ayrıca Abdullah İbnü Abbas'dan gelen bir rivayette,
"Kur'ân'ın nâsih ve mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, mukaddem ve
muahharını bilmektir." diye; İbrahim, Ebu'l-Âliye ve Katade'den,
"Kur'ân anlayışı" diye; Hasen'den "Dinde takva = " diye;
Rebî' b. Enes'den "haşyet" diye tefsir edildiği de nakledilmektedir.
Bunlar da daha yukarıda kaydettiğimiz mânâlara eklenince toplamı yirmi dokuz
çeşit tefsire ulaşır. Bunların bir kısmı masdar, bir kısmı hasılı masdar, bir
kısmı da isim cinsinden kelimelerdir. Tariflerin bir kısmı ilme, bir kısmı
amele, bir kısmı da her ikisine birden raci olduğundan buraya kadar yapılan
açıklamalar da kısmen tarife, kısmen misale ait olmak üzere tariflerin
toplamından üç farklı tefsir şekli çıkar:
1- Faydalı amele götüren bilgi,
2- Bilgiye dayalı olarak ortaya konan faydalı
amel,
3- İlimde ve amelde ihkâm (sağlamlık).
Bir başka deyişle, sözde ve işte isabet veya
ilim ve fıkıh mânâlarıdır. Bu mânâlar birbirlerinin yakını ve gerekçeleri
durumundadırlar, hikmeti bunlardan birine mahsus kılmaya hiçbir ipucu yoktur.
"Lâm"ın ahde hamledilmesi ile hikmetin, nübüvvet ve Kur'ân mânâları
ihtimal dahilinde, ve , yani "dilediğine..." ve "çok hayır"
gibi ifadeler buna bir ipucu gibi ise de âyetin gerek yukarısı ile bağlantısı,
gerekse "bunu üstün akıllılardan başkası anlamaz" şeklindeki sonucu
ve ayrıca bunun kesbî ilimlere de işarette bulunması, genel anlamda hikmet
cinsinden olan herşeyi kapsamı içine aldığında şüphe ve tereddüde yer kalmaz.
Tefsir ilminde otorite sayılan âlimlerin tercihleri, bu üç mânâdan mastar veya
hasılı mastar olarak hiçbirine tahsis etmeden tefsir etmişlerdir. "Çok
hayır" diye övgüye layık kılmaktan da anlaşılacağı gibi, yukarıda
açıkladığımız şekilde çok hayır, ancak ilimle amelin birleşmesinden doğar.
Kötülüğü önlemek, iyiliği elde etmek şeklindeki esas anlamının bilfiil
gerçekleşmesi de buna bağlıdır. Her çeşit hikmet Allah'ın ihsanıdır, fakat
"çok hayır" kâmil hikmettedir. Ekmel hikmet de "hayr-ı
kül"dür.
270- Cenab-ı Allah'ın lütuf ve rahmeti işte
böyle geniştir. Fakat Allah Teâlâ'nın bu irşadlarını ancak
"ülü'l-elbâb" olan, yani ilmiyle âmil olan hikmet ehli ve derin
düşünceliler anlar. Bunlardan başkası ilâhî telkinler ile şeytanî telkinlerin
arasındaki farkı anlayıp ayırdedemezler. Allah'ın infak emrindeki ve diğer
emirlerindeki incelik ve hikmetleri, ilâhî ihsan ve ikramların genişliğini
takdir edemezler. Onlar şeytanın vesvesesine aldanabilirler; çünkü kalbleri
bozuktur, düşünceleri çürüktür, lübsüzdürler, yani işin özünü kavrayamazlar.
Ayrıca Allah, "alîm" olduğu için, az veya çok, iyi veya kötü, gerek
Allah yolunda, gerek şeytan yolunda her ne niyyetle, her ne türlü nafaka harcar
veya infak ederseniz veya ister ibadet ve taat, ister masiyet ve günah uğruna
ne adak adarsanız, nezir yaparsanız, onu da şüphesiz Allah bilir. Ona göre ne
yapacağını da bilir; iyiye iyi, kötüye kötü ecir ve ceza verir. Bundan dolayı
Allah'dan bir şey gizlenir sanıp da kötülüğü ibadet ve taat, ibadet ve taatı da
masiyet yerine koymamalıdır. Allah'ın hakkını, kulların hakkını hiçe sayarak ve
çiğneyerek insan, ne başkalarına, ne de kendi kendine zulüm ve haksızlık
etmemelidir. Çünkü genellikle zalimler çıkarına yardımcı cinsinden bir kişi,
bir şefaatçi yoktur. Allah'ın azabı o zalimleri yakaladığı gün, hiçbir taraftan
bir kimse çıkıp da onlara yardımcı olmaz ve olamaz. Zulüm herhangi bir şeyi,
hakkı lâyıkı olan yerin dışına koymak demek olduğundan, iyilik tohumu ekmek
için yapılması gereken infakları günah ve kötülük uğruna harcayarak şer tohumu
ekmek veya ibadet ve taata harcanması lazım gelen adakları, masiyetlere
harcamak, mal varlığını gizleyip borcu olan vergileri ve zekâtları vermemek
veya adayıp da adağını yerine getirmemek veya kötü ve işe yaramaz şeyler infak
etmek veya daha başka yollarla insanların haklarını yemek suretiyle zulmedenler
en çok kendilerine yazık etmiş ve zulmetmiş olurlar. Allah'ın kurduğu hikmetli
düzen, bir gün bunları elbette yakalar ve cezaya çarptırır. İşte o gün onlara
bir taraftan bir yardımcı çıkıp da el uzatmasına ihtimal bile yoktur. Allah'ı
saymayan o zalimlerin, her şeye gücü yeten Allah Teâlâ'dan imdat beklemeye de
hakları yoktur. Allah'ın herşeyi kuşatmış olan bilgisi, onların hiçbir
niyetini, hiçbir hareketini kaçırmayacağından, hikmet gereği olarak lâyık
oldukları cezalarını bulurlar. Burada, "Hikmetin başı Allah
korkusudur." hadisinin anlamına işaret vardır. Zira Allah'dan korkmayanlar
her zaman korkulacak akıbete uğrarlar. Hikmetin, iyiliği elde etmek mânâsı,
Allah sevgisine bağlı olduğu gibi, ondan daha önce gelen kötülüğün önlenmesi
mânâsı da Allah korkusuna bağlıdır. Saygısız bir ilişki; severken sevilmek
arzusundan ve sevilmemek korkusundan etkilenmeyen, kaybolmasından korkulmayan
ve endişe duyulmayan, laubali ve ciddiyetsiz bir ilişki; sevgi değil, bir
eğlencedir. Sevdiğinin rızasını gözetmeyen ve onu her fenalığa razı olur
sanarak, hiçbir hareketten nefret ve iğrenmesini hesaba katmayan ve bütün bu
tarz düşüncelerinden dolayı, ona karşı hiçbir edepsizlikten korkup çekinmeyen
bir kimsenin seviyorum iddiasında bulunması, bir oyun ve eğlenceden başka ne
olur? En yüksek, en hassas sevgi, en küçük bir karşı gelmeye meydan vermemek
için itreyen ve bu titreyişten en yüksek bir edep ve terbiye ilhamı alan kalbin
sevgisidir. Ayrıca izzetinefsi olmayan sevgilinin ne seveninde, ne de
sevgisinde bir değer ve anlam yoktur. İzzet ve şerefin ilk hükmü ise heybet,
vakar, saygı ve korku telkin etmesidir. Sevginin gereğini yerine getirmeye
lâyık, muhabbeti küstahlığa çevirmeye engel olacak böyle bir ihtişam ve
korkudan yoksun olan muhabbet iddiaları, yalandan ve tehakküm etme duygusundan
başka bir şey değildir. Hiçbir sevgi tasavvur edilemez ki, onda en derin
elemlerin ve lezzetlerin çatışmasından çıkan ateşli bir heyecan bulunmasın.
Gerçek aşığın kalbi en büyük savaş meydanlarından daha fazla heyecanlı, en
büyük zevk meclislerinden daha neşelidir. Hicran (ayrılık) ile visâl
(kavuşma)ın çarpışmadığı hiçbir sevgi anı düşünülemez. Elektrikte müsbet (artı)
ve menfi (eksi) iki zıt akım birleşmedikçe faydalı bir akım meydana gelmediği
gibi, kalbde de elem ile haz, korku ile muhabbet kaynaşmadıkça sevgi akımı
meydana gelmez. Göz yaşıyla temizlenmedikçe hikmet nuru hasıl olmaz. Bundan
dolayı Allah sevgisi, hem bilgiyi, hem ameli güzel bir sonuca ulaştıran
hikmetin bir kanadı olduğu gibi, Allah korkusu da ilim ve ameli her türlü
kötülükten ve bozukluktan koruyan hikmetin başıdır. Ayrıca aşkta sevgi ve
muhabbet yükseldikçe korku ve endişe de yükselir. Yükselmenin zevk ve heyecanı,
düşmenin korkusuyla orantılıdır. Huzurun şartı, gıyabın şartından ayrı olduğu
gibi, yakın olmanın şartları ile uzak olmanın şartları da başka başkadır. Bunun
içindir ki Allah sevgisine mazhar olan ve yalnızca sevmiş değil, ayrıca
sevilmiş olduklarını da bilen büyükler, "Onlar için hiçbir korku yoktur,
mahzun da olmayacaklar." (Yunus, 10/62) müjdesini aldıkları halde,
"İyiler için hasenat sayılan birtakım hâl ve hareketler vardır ki,
bunların en yakınlardan sudur etmesi kabahat sayılır." endişesinden dolayı
onlar, her an hasenatlarının kabahat sayılması tehlikesini bildiklerinden, söz
konusu yakınlığın gereği olan en yüksek korku derecesinde bulunurlar. Öyle
işler vardır ki, küçüklerden sudur etmesi onlara derece kazandırırken,
büyüklerden sudûr etmesi -Allah korusun- büyük bir cinayet sayılır. İşte
Cenab-ı Allah hikmeti açıkladıktan sonra, bu korku mertebelerine işaret etmek
üzere önce, "Bunu üstün akıllılardan başkası anlamaz." sonra,
"Muhakkak ki, Allah onu bilir." daha sonra da "Zalimlere hiçbir
yardımcı bulunmayacak." diye işaret ve delâletten sarahata doğru üç
dereceli birer ihtar ve uyarıda bulunmuştur.
271-Şimdi gelelim sadakaların veriliş şekline:
sadakaları nasıl vermeli, gizli mi yoksa açık mı diye bir soru akla gelebilir.
Gerçekten de işbu âyeti indiği zaman Peygamber Efendimize, "Sadakanın
gizlisi mi efdal, açığı mı?" diye sual sormuşlardı. Buna cevap olarak şu
âyet nazil oldu: Eğer sadakaları açıkça, alenen verirseniz, bu sadaka, riya
olmamak şartıyla, ne iyi, ne güzel bir şeydir. Ve eğer onları gizler ve gizlice
fukaraya verirseniz, bu gizleyiş, bu gizlice veriş sizin için bir hayırdır veya
daha hayırlıdır. Ve sizin seyyiatınızdan, günahlarınızdan, çirkinliklerinizden
bir kısmını örter, yani Allah'ın örtmesine ve mağfiretine sizin tarafınızdan
bir sebep, bir keffaret olur. İbnü Kesîr, Ebu Amr, Asım'dan Ebubekr Şu'be ve
Ya'kub kırâetlerinde ile okunur. Nafi, Hamze, Kisaî, Ebu Cafer ve Halef-i Âşir
kırâetlerinde de ile ve nın cezmi ile okunur ki, o zaman "Biz de sizin
seyyiatınızdan bir kısmını örteriz." demek olur.
SADAKA: Farza da, nafileye de sadaka denilir.
"Sen onların mallarından sadaka al ki, onları tertemiz yapmış
olasın." (Tevbe, 9/103) ve "Hiç şüphesiz sadakalar fakirler...
içindir." (Tevbe, 9/60) âyetleri farz olan sadakalar hakkındadır. Bunun
gibi, "Kişinin evlâd ü iyaline nafakası da sadakadır." hadisi ile
bildirilen nafakanın da farz olan nafakalardan olduğuna hükmedilmiştir. Fakat
zekât tabiri yalnızca farza aittir. Dilbilimciler demişlerdir ki, sadakanın
aslı olan maddesi, bu tertip üzere bir sıhhat, doğruluk ve mükemmellik anlamına
gelen bir köktür. Bu maddenin sıdk (doğruluk), sadîk (dost, arkadaş), sâdık
(doğru olan) bütün türevlerinde bu anlam bulunmaktadır. Hatta, nikâhtaki mehre
sadaka denilmesinin sebebi de nikâhın bununla tekemmül etmesi dolayısıyladır.
Zekâta sadaka denilmesi de iki bakımdandır: Birisi malın arındırılması ile
sıhhata ve kemâle delâlet etmesidir, diğeri de zekâtı verenin imanda sıdk ve
samimiyet sahibi olduğuna delâlet etmesidir. Her sadakada bu anlamlar vardır.
İşbu daki lâm-ı târifin istiğrak veya ahd-i haricî mânâlarından hangisi olduğu
hakkında birkaç görüş vardır. Müfessirlerin birçoğu ahd için olup yalnızca
nafile sadakalara ait olduğu görüşünü öne sürmüşlerdir. Çünkü farzlarda açıkça
vermenin daha efdal olduğu bilinmektedir. Bu arada bir kısım müfessirler de ahd
için olmakla beraber yalnızca farz sadakalara ait olduğu görüşünü
savunmuşlardır. Bu takdirde, ifadesi de "daha hayırlı" demek olmayıp
"sizin için bir hayırdır" mânâsına yorumlanmıştır. Fakat başta Hasan
Basrî hazretleri olmak üzere diğer bir kısım müfessirler "istiğrak
lâmı" olarak farzdan da, nafileden de daha geniş kapsamlı olduğu görüşünü
ileri sürmüşlerdir ki, muhakkikin (kritikçiler) adı verilen otoritelerin görüşü
de budur. Ebu's-Suûd ile daha bir kısım müfessirlerin açıklamasına göre, âyette
bu mânâ üzere güzel bir taksim üslubu vardır. Açıkça vermenin güzel bir şey
olduğunu bildiren birinci şık, farz olan sadakalar hakkında, gizli vermenin
daha hayırlı olduğunu bildiren ikinci şık da nafile olanlar hakkındadır. Ayrıca
bir insanın zekâtının hepsini açıktan vermesi, servetinin tamamını belli
edeceğinden, bazı zamanlar, hele bazı şahıslar hakkında birtakım insanların
haset ve kıskançlıklarını çekeceğinden, onları tahrik ederek zarara sebep
olabilir. O zaman malını gizlemek efdal olacağından, zekâtını da gizli vermek
efdal olur. Bu bakımdan mal, mülk dahi iki kısımdır: Birisi hayvanat ve ekili,
dikili araziler gibi genellikle gizlenmesi kabil olmayan mallardır ki, bunlara
emvâl-i zahire (açıktaki mallar) denilir. Bunların farz olan sadakalarını
gizlemek de zaten bir fayda yoktur. Diğeri nakit paralar gibi gizlenmesi mümkün
olan mallardır ki, bunlara da emvâl-i bâtına (gizli mallar) denilir. Bir
sakınca bulunmadıkça bunların zekâtını da açıkça vermek daha faziletlidir.
Fakat işaret olunduğu üzere bir sakınca bulunduğu ve mesela açıktan verildiği
zaman lâyık olan yere gitmeyeceği takdirde bunu da nafile sadakalar gibi gizli
vermek efdal olur. Yoksa nafile sadakaları gizli vermek, açıkça vermekten
yetmiş kat daha efdal; farzda da açıkça vermek, gizli vermekten yetmiş kat
efdal olduğu açıkça beyan olunmuştur ki, âyet de bediî bir üslup ile bu taksimî
ifadeye yöneliktir. Allah da açık, gizli her ne yaparsanız haberdardır. Bundan
dolayı Allah'a bildirmek için sadakalarınızı dünyalara ilan etmeye kalkışmakta
bir mânâ yoktur, gizlemek daha samimî olur.
Bu yüce âyetin mazmunu üzere sadakaların
açıklanması, gizli tutulmasından her birinin durumuna göre, hangisinin daha
efdal olduğu hakkında genellikle şer'î delillere dayandırılarak elde edilen
sonuçlar aşağıda görüleceği üzere müfessirler tarafından açıklanmıştır:
Nafile sadakalarda gizliliğin efdal olduğu:
Önce gizli vermek, riyadan ve "desinler" düşüncesinden uzaktır.
Peygamber (s.a.v.) efendimiz, "Allah, ne desinler diye hayır yapan
süm'acıdan, ne gösteriş yapan mürâîden, ne de minnet altında bırakan mennândan
hiçbir şey kabul etmez..." buyurmuştur. Sadakasını söylemeye ve elâlem
ortasında vermeye kalkan da riyâ ve süm'a peşinde dolaşır, susmak ve gizlice
vermek ise bundan kurtarır. İslâm büyükleri arasında sadakalarını verecekleri
fakire bile kendilerini bildirmemeye çalışan kimseler çoktur. Kimi, sessiz
sedasız bir âmânın eline bırakır; kimi, fakirin geçeceği veya oturacağı yere
onun görebileceği şekilde gizlice koyar, fakat kendini göstermez; kimi, fakir
uyurken, onun cebine koyar veya elbisesine bağlar; bir kısmı da başkaları
aracılığıyla fakirlere ulaştırırlardı ki, hepsinden maksat, riyadan, süm'adan
ve minnet altında bırakmaktan sakınmaktır. Zira fakirin kendisine sadaka vereni
görmesinde bir gösteriş ve minnet izi bulunabilir. İkinci bir husus şu ki
sadakasını gizlediği zaman, insanlar arasında şöhret, medih ve saygınlık gibi
birşey meydana gelmez; bu da nefse zor gelir. Bundan dolayı sevabı da çok olur.
Üçüncü olarak, Peygamber (s.a.v.) efendimiz, "Sadakanın en faziletlisi, az
bir şeyi olanın, fakire gizlice verdiği, gücünün son yettiğidir."
buyurmuştur. Bir başka hadiste, "Kul gizlice bir amel yapar, Allah da onu
gizlice yazar. Sonra bu ameli açıklarsa, Allah onu gizli amellerden nakleder,
açıkça yapılan ameller listesine yazar. Sonra bunun lâfını ederse, Allah da onu
gizli yapılan ameller listesinden de, açıkça yapılan ameller listesinden de
çıkarır, riyaya yazar." buyurulmuştur. Yine bir meşhur hadiste,
"Kıyamet günü, Allah gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı o gün,
Allah Teâlâ yedi kişiyi kendi gölgesiyle gölgelendirir. Bunlardan birincisi bir
sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen kimsedir...." Bir
hadis-i şerifte, "Gizlice verilen sadaka, Rabbin öfke ateşini söndürür."
buyurulmuştur. Dördüncü olarak, sadakayı açıkça vermek, alan kimseye birtakım
zararlar getirebilir ki, gizlice verildiği zaman böyle bir şey söz konusu
olmaz. Bunun sakıncalarını da şöylece sıralayabiliriz: Birincisi, açıkça
verildiğinde fakirin şeref ve haysiyetine dokunulmuş, onun fakir olduğu ilan
edilmiş olur ki, o fakirin gönlü buna razı olmayabilir. İkincisi, açıkça
verildiği zaman, az sonra gelecek olan âyette methedilen iffetli hâlden onu
çıkarmak, ahlâkını bozmak tehlikesi vardır. Üçüncüsü, bir kısım halk, sadaka
almasını onun sadakaya muhtaç olmadığı hâlde aldı zannederek, hakkında kötü
düşüncelere kapılabilir. Böyle fakir aşağılanmış, onun hakkında kötü düşünenler
de gıybet yapmış ve günah işlemiş olurlar. Dördüncüsü, "veren el, alan
elden daha hayırlı" olmak bakımından açıkça vermekte fakiri bir aşağılama
ve ihanet etme mânâsı da gizlidir. Halbuki bir mümini küçük düşürme caiz
değildir. Beşincisi, sadaka hediye cinsinden birşey sayılır. Halbuki bir hadisi
şerifte "Her kime bir hediye sunulduğunda yanında bir cemaat varsa, onlar
da o hediyeye ortaktırlar." buyurulmuştur. Bundan dolayı açıkça bir sadaka
verildiği zaman, o fakir ondan yanındakilere bir şey vermezse, bu yüzden
yakışık almayan ve hoş olmayan bir duruma düşmüş olur ki, buna sebep olmak da
hoş bir şey değildir. İşte bütün bu akla uygun ve nakle dayanan sebepler,
nafile olan sadakanın gizlice verilmesinin daha faziletli olduğunu ortaya
koyar.
Sadakanın açıktan verilmesinin caiz olması
meselesine gelince: Bir insan sadakasını açıkça verdiği zaman, onu görenlerin
de ona uyup sadaka vereceklerini ve bu yüzden fakirlerin faydalanacağını
bilirse, o takdirde açıkça vermek gizlice vermekten daha faziletli olur.
Nitekim Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber
(s.a.v.): "Gizlice vermek, açıkça vermekten efdaldir. Açıkça verdiğinde
kendine uyulmasını isteyen kimse için de açıkça vermek efdaldir. buyurmuştur.
Hakîm, Tirmizi, Muhammed b. İsa demiştir ki, "İnsan halktan gizliyerek bir
amel yapar ve içinde onu halkın görmesini isteyen bir arzu bulunduğu halde o
arzuyu yenerse, bu sefer şeytan yine ona halkın görmesi isteğini telkin eder de
onun kalbi onu çirkin bulur yine itmeye çalışır durursa, işte bu insan şeytanla
savaş hâlindedir. Bundan dolayı onun bu gizli ameli, açıkça yapılan amellere
göre sevabı yetmişe katlanır." Sonra Allah'ın öyle kulları vardır ki,
nefislerini arındırıp terbiye etmişler ve bundan dolayı da Allah kendilerine
çeşitli hidayet ihsan etmiştir de kalblerinde marifet nurları birikmiş,
kalblerinden nefis vesveseleri gitmiştir. Çünkü şehvetleri ölmüş, kalbleri
Allah Teâlâ'nın azamet der -yasına dalmıştır. Böyle bir insan açıkça bir iyilik
yapacağı zaman nefsiyle savaşmaya bile muhtaç olmaz. Zira nefsin şehveti
kırılmış, vesvese ve çekişmesi yenilmiş, perişan edilmiştir. Bu insan açıkça
bir amel yaptığı zaman, başkalarının kendisini görüp uymalarından ve onların da
sevap kazanmaları arzusundan başka bir maksat beslemez. Bu, kendisi kemale
ermiş de başkalarını kemale erdirmeye çalışan ve bu şekilde tam ve hatta tamın
da üstünde olmak isteyen bir kuldur. Nitekim Allah Teâlâ, kitabında bir kısım
insanları medh ü sena etmiş, onlara "Rahmânın kulları" adını vermiş,
"İşte bunlar cennet köşkleri ile mükâfatlandırılacaklar." (Furkan,
25/75) diye bunlara cennetin en yüksek derecelerini vaad eylemiştir. Bunların
dualarında istedikleri özellikleri de "Bizi müttakilere önder yap
(derler)." (Furkan, 25/74) diyerek beyan buyurmuştur. Musa ümmetini
methederken "Musa'nın kavmi içinde öyle bir ümmet vardı ki, hakka yol
gösterir ve hak sayesinde adaleti sağlarlardı." (A'râf, 7/159) buyurduğu
gibi, Muhammed (s.a.v.)'in ümmetini methederken de "Siz iyiliği emreyler,
kötülükten nehyeyler olduğunuzdan insanların hayrı için ortaya çıkarılmış en
hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 3/110) buyurmuştur. Sonra gerçeği
iyice dile getirmek ve vurgulamak için, "Yine bizim yarattıklarımızdan hak
yolu gösteren ve onunla adaleti yürüten öyle bir ümmet vardır ki..."
(A'râf, 7/181) buyurmuştur.
İşte bunlar hidayet önderleri, din
bayraktarları, halkın efendileridir ki, halk Allah'a giderken bunlara iktida
etmek sayesinde yollarını bulurlar...
Farz olan zekatın açıkça verilmesinin efdal
olmasına gelince: Önce bu konuda "Sen onların mallarından sadaka al!"
(Tevbe, 9/103) diye açıkça almaya emir verilmiştir. Bu ise açıktan almayı
göstermektedir. İkinci olarak: Bunun gizlenmesinde kendi üzerine birtakım
töhmetleri çekme, halkı da "bu adam zekat vermiyor" şeklinde sû-i
zanna düşürme tehlikesi vardır. İşte açıkça vermek bunu ortadan kaldıracağından
daha faziletli olur. Nitekim Hz. Peygamber, nafile namazlarının pek çoğunu evde
kıldığı halde, farz namazlarının hepsini açıkça ve cemaat halinde kılmıştır.
Namazda töhmeti ortadan kaldırmak için farz ile nafilenin durumları nasıl
değişik ise, zekatta da öyledir. Üçüncü olarak: Açıkça vermek, ilâhî emre ve
teklife uyduğunu gösterir, gizlemeye kalkışmak ise emre uymadığı şüphesini
doğurur. İlâhî emir dururken, başka art düşüncelere değer vermek, esasen doğru
değildir. Bundan dolayı farzlarda açıklık, nafilelerde gizlilik evladır.
272-Zekat yalnızca müminlere verilir. Çünkü o
soyut bir ihsan değil, belli bir hak olan borcun ödenmesidir. Fakat buna kıyas
edilerek sırf ihsan demek olan nafile sadakalar da böyle zannedilebilirdi.
Nitekim rivayet olunduğuna göre Hz. Ebu Bekr'in kızı Esma (r.anha)nın anası
Kuteyle ile ninesi müşrike oldukları halde Hz. Esma'dan bir şey istemek için
yanına gelmişler; o da Resulullah'dan izin almadan size bir şey vermem, çünkü
siz benim dinimde değilsiniz, demişti. Bir de Ensar'dan bir kısım insanların,
Beni Kurayza ve Beni Nadir yahudilerine yakınlıkları vardı. Böyle iken onlara
sadaka vermezler ve müslüman olmadığınız sürece size birşey vermeyiz derlerdi.
Bir rivayete göre, müslümanlar arasında fakirlerin çoğaldığı bir sırada, Hz.
Peygamber, müslümanları müşriklere sadaka vermekten menetmiş ve müşriklerin
ihtiyaç yüzünden İslâm'a girmelerini arzu etmişti. Bu sebeplerden biri veya
hepsi dolayısıyla şu âyet inmişti: Ya Muhammed! Onları bilfiil hidayete, doğru
yola getirmek üstüne görev değildir. Sen ancak kötülüklerden sakındırmak,
iyiliğe irşad ve teşvik etmeye memursun. Bilfiil hidayete, yani kalblerde
hidayet yaratmaya gelince, onu sen yapacak değilsin, ve lakin Allah, her kime
hidayet dilerse, ona bilfiil hidayet de nasip eder. Yol gösterdiği gibi, yola
da iletir; o yolda ona güç verir, başarı ihsan eder. Düşünce nasip ederek
gönüllerini hidayete yöneltir ve onların gönüllerinde hidayet sevgisi yaratır.
Ve siz her ne hayır, yani hayır adına her ne mal infak ederseniz kendiniz
içindir. Hayrın ve infakın sevabı alana değil, yapana aittir, size aittir.
Muhsin olacak, o ihsanın ecrine erecek olan sizsiniz. Bundan dolayı kendi
menfaatiniz için sadaka verdiğiniz kimselere minnet yükleyip eza etmeye
hakkınız olmadığı gibi, başka dinden olduğu gerekçesiyle müşriklerin
fakirlerine sadaka verilmesini engellemeye kalkmanız da doğru değildir. Siz,
yani sen ve ümmetin, hele hele ashabın Allah'a sunulmak arzusundan başka bir
maksatla veya O'nun rızasını gözetmenin dışında başka bir amaçla infak da
etmezsiniz. O halde insanları, Allah'ın herhangi bir kuluna sadaka vermekten
nasıl engellersiniz veya Allah'a sunulmaya layık olmayan kötü bir şeyi nasıl
verirsiniz? Siz herhangi bir hayır, bir mal infak ederseniz, o, nihayet size
kat kat sevabıyla birlikte fazlasıyla geri ödenecek, siz hiçbir şekilde zulme
de uğramayacaksınız. Size kat kat fazlasıyla vaad olunan ecirlere ve sevaplara
nail olacaksınız. Allah'ın verdiği sözden dönmediğini, size ödenecek sevapta
bir eksik, bir noksan olmadığını göreceksiniz. Yahut böyle iyi niyete dayalı
olarak, hiç fark gözetmeksizin bütün insanlara yaptığınız iyilikler ve
yardımlar sayesinde siz hiçbir zaman zalimlerin eline düşmeyecek, zulme
uğramaktan korunmuş olacaksınız. Bundan dolayı gerek müslüman, gerek gayr-i
müslim herhangi bir fakire sadaka vermekten, verdiğiniz zaman da en iyisini
vermekten sakınmayınız. Madem ki Allah, mümin veya kâfir herkesin Rabbidir,
madem ki sadakalarınız Allah içindir; o halde mümine de, kâfire de Allah rızası
için nafile ve tatavvu' olarak sadaka verebilir, her ikisine verdiğiniz
sadakalardan ayrı ayrı sevap kazanabilirsiniz. Fakat en iyisi hangisidir? Ve
vermekle emrolunduğunuz farz olan sadakalar kimlerin hakkıdır?
273-Bu noktaya gelince, vermekle
emrolunduğunuz, borcunuz olarak ödemekle yükümlü bulunduğunuz infak ve
sadakalar, Allah yolunda tutunmuş, din uğrunda ilme, cihada kendini adamış,
yeryüzünde gezip dolaşamayan, şuraya buraya gidemeyen, yani Allah yolunda
meşguliyetlerinden veya hastalık ve düşkünlük gibi sebeplerden dolayı geçimini
kazanmaya gücü yetmeyen fakirler içindir ki, halden anlamayan cahil kişi,
onları iffetli ve haysiyetli olmalarından, yani kimseden birşey istemeye
tenezzül etmeyip, yokluğa katlanmalarından, seve seve göğüs germelerinden,
izzet-i nefislerini korumalarından dolayı zengin sanırlar. Sen onları
simalarından tanırsın. Dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek yoksulluk
alâmetlerinden bilirsin. İnsanlardan birşey isteyemezler, hele hele ısrarla ve
bıktırırcasına hiç isteyemezler, dilencilik edemezler. Olsa olsa pek zor
durumda kaldıkları zaman, dolaylı yollardan hallerini anlatmaya çalışırlar.
Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet
olunmuştur ki; "Allah iffetli olan ve iffetini korumaya çalışanları sever.
Çok verilince övgüde aşırı giden, az verilince sövgüde aşırı giden, yırtık,
yüzsüz, dilenci ve ısrarcı olanı da sevmez." Bir başka hadis-i şerifte:
"Herhangi bir kimse bir dilencilik kapısı açtı mı, Allah da ona bir
fakirlik kapısı açar. Ve her kim açgözlülükten uzak durursa, Allah da onu
zengin eder. Her kim iffetli olmaya çalışır, yüzsüzlükten sakınırsa Allah da
onun iffetini arttırır. Her birinizin bir ip alıp sırtında odun getirerek onu
azıcık hurmaya satması, dilenmesinden daha hayırlıdır."(2)
Sadakaların kimlere verileceğini bildiren bu
âyet "Ashab-ı Suffe" adı verilen fakir muhacirler hakkında nazil
olmuştur ki, bunların sayısı dörtyüz kadar olduğu zamanlar olmuştur. Medine'de
ne kalacak yerleri, ne aşiret ve akrabaları, ne de kazanç getirecek bir
meslekleri vardı. Hep Hz.Peygamber'in Mescid'ine devam ederler, Mescid'in
sofasında oturur, orada yatar kalkarlardı. Kur'ân öğrenirler, Hz. Peygamber'in
sohbet ve konuşmalarını dinlerler, genellikle oruç tutarlar ve vakitlerini
ibadetle ve İslâmiyeti öğrenmekle geçirirlerdi. Bunlar Peygamber dersanesinin,
kendilerini Allah yoluna adamış öğrencileriydi. Bundan dolayıdır ki, İslâm
Dünyası'nda medreseler ve öğretim yuvaları hep camilere bitişik yapılmıştır.
Medrese öğrencisinden de Suffe Ashabı'nın ahlâkı ve davranış biçimi
beklenmiştir. İlim öğrenmek ibadettir. Din uğrunda her türlü sıkıntıya
katlanmak ve iffetini koruyup dini yaymaya hizmet etmek, icabında cihaddır.
Bununla beraber ilerde Tevbe Sûresi'nde "Müminlerin hepsinin savaşa
çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir cemaatin dini iyi öğrenmeleri ve
kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmaları için savaştan geri
kalması daha doğru olmaz mı? Gerekir ki böyle yanlış hareketlerden
sakınırlar." (Tevbe, 9/122) âyetiyle ilim öğrencilerinin hepsinin cihada
gitmemesi ve öğrenime ara verilmemesi gerektiği de açıklanmıştır.
Abdullah b. Abbas hazretlerinden gelen bir
rivayete göre; bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) Suffe Ashabı'nın başında durmuş,
onların hallerini gözden geçirmiş idi. Onların fakirliklerini ve çekmekte
oldukları zahmetleri gördü ve gönüllerini almak için buyurdu ki: "Ey Suffe
Ashabı! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz durumda olur,
halinden razı olarak bana kavuşursa işte o benim arkadaşımdır." İşte bu
âyet de bunlar dolayısıyla nazil olmuştur. Şu kadar var ki, hükmü umuma aittir.
Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için
medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için halka hizmet uğruna kendini
vakfeden ve bu durumda malı, mülkü olmayan, geçimini kazanmaya vakit bulamayan
veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen, yoksul ve fakir müslümanlar, nerede ve
ne zaman yaşamış olursa olsunlar bu âyetin kapsamı içine girerler. Bunlar infak
ve sadakaların verilecek en güzel yeri olarak tercih sırasında daima başta
gelirler. Bununla beraber, gerek özel olarak bunlara, gerekse genel olarak
bütün ihtiyaç sahiplerine herhangi bir mal infak ederseniz, yahut maldan,
çabadan, bilgiden, nasihattan, irşaddan ve hizmetten bir şey ikram ederseniz,
hatta saygı, sevgi gösterisi ve selamdan herhangi bir iyilik gösterirseniz, iyi
biliniz ki, Allah onu bilir; emeğinizi boşa çıkarmaz, karşılığını verir. Bundan
dolayı veriniz efendiler, veriniz! Özellikle Allah yolunda kendilerini hizmete
adamış olan fakirlere, yoksullara veriniz. İhlasınız ve olgunluğunuz size gece
veya gündüz, gizli veya açık vermenin farkını hissettirmeyecek kadar yüksek
olsun.
274-Minnet yüklemek, başa kakmak suretiyle
fakire ezadan, riyadan ve nifaktan sakınıp Allah rızasını gözeterek ve
kendinizi Allah yolundan ayrılmayan biri yapabilmek için gönül hoşluğuyla,
gücünüzün yettiği kadarıyla en iyisinden vermek âdetiniz, huyunuz, melekeniz
olsun da her zaman ve her çeşitten veriniz. Çünkü, mallarını gece ve gündüz,
gizli ve açık infak edenler, yani, her vakit ve her suretle infak edebilme
melekesini kazanmış olanlar yok mu bu infakları sebebiyle bunların Rableri
katında kat kat ecirleri vardır. Ve bunlara bir korku olmadığı gibi, hiçbir
zaman mahzun da olmazlar. Verdiklerini dünyada ve ahirette kat kat geri
alırlar, bütün korkulardan selamet bulurlar. Dünyada verdiklerine hüzün ve esef
duymayıp, memnun oldukları gibi, ahirette de cimriler mahzun olurken, bunlar
her türlü hüzün ve kederden uzak kalırlar ve mutlu olurlar.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) sahip olduğu kırkbin
dinarın onbinini gece, onbinini gündüz, onbinini gizli, onbinini de açıkça
olmak üzere birden tasadduk etmiş idi ve bu âyet bunun hakkında inmiştir
deniliyor. Hz. Ali (r.a.) dahi dört dirhem gümüşten başka hiçbir şeye malik
değil iken bunun birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de açıkça
olmak üzere hepsini tasadduk etmiş idi. Hz. Peygamber, "Niçin böyle
yaptın?" diye sorduğunda, "Rabbimin va'dine hak kazanmak için,"
demiş, bunun üzerine kendisine "O, senin" buyurulmuştu ki, bu âyetin
nüzul sebebinin bu olduğu da böylece rivayet edilmiştir. Bir başka rivayette bu
âyetin Allah yolunda cihad için atlar besleyip masraf yapanlar hakkında indiği
söylenmiştir. Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) besili bir at gördüğü zaman bu âyeti
okurmuş. Bunlardan başka bu âyetin bütün zamanlar ve bütün durumlar içinde
sadaka veren ve herhangi bir ihtiyaç sahibinin durumunu gördüğü vakit, hiç
gecikmeksizin derhal onun o ihtiyacını gideren ve başka bir zamana ertelemeyen
kimseler hakkında, bütün müslümanları hayra koşmaya teşvik için indiği de nakil
yoluyla gelen bilgiler arasındadır ki; Fahruddin Razî, "Nüzul sebebine
dair anlatılan çeşitli rivayetler içinde en güzeli budur. Çünkü bu âyetin
infakla ilgili hükümleri bildiren âyetlerin sonu olduğunda hiç şüphe yoktur.
Bunda infak çeşitlerinin en mükemmel şekli açıklanmıştır." diyerek bu
sonuncu rivayeti tercih etmiştir.
İlâhî hikmete ve ilâhî sünnete göre, böyle
gece gündüz, gizli ve açık demeyip her zaman ve her durumda infaka devam
edebilmek az olsun, çok olsun infak çeşitlerinin en mükemmeli olan bu tarzı,
sahibinin kazanç yollarına göre, çeşitli derecelerde değerlendirilmesi ihtimali
bulunmaktadır. Bunun temelinde malların faydalanılmaya sunulmasıyla, istifçilik
ve karaborsadan korunması ve dolaşımının hızlandırılması gibi hayatî, malî,
iktisadî hikmetler vardır. En dikkat çekici nokta ise ferdî ekonomi ile genel
ekonomiyi içiçe kaynaştırmasıdır. Toplum düzeninin genel yapısı, servetin
topluca dolaşımını engellemeye yönelik istifçilikten aşırı kâr hırsına yardımcı
olduğu zaman çöküntünün başlamış olduğunu bilmek gerekir. İşte o dönemlerde
iman ehlinin mal ve mülk sahibi olan zenginlerine yüksek görevler düşer ki,
bunlar bütün mal varlıklarının hepsini sarfetme durumunda kalabilirler. Bununla
beraber bu şekilde bütün mal varlığını harcamak âyetin öngördüğü bir şey
değildir. Tam aksine daha yukarılarda geçtiği üzere "Sana Allah yolunda ne
harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'İhtiyaçtan fazla olanı." (Bakara,
2/219) âyetinin anlamı gereğince farz olan sadakalarda nisabın dikkate
alınacağı gibi; nafile olan sadakalarda da o kazancın devamını sağlamaya
yarayan sermaye, tezgâh, işletme masrafları gibi şeylerle, ihtiyat sermayesi
gibi şeyler, söz konusu infakın dışında tutulacak ve bu husus hiçbir zaman
gözden uzak bulundurulmayacaktır. Yani en mükemmel şekilde infaka devam
edebilmek, o infakın kaynağını kurutmadan gerekli şartları esnek ve ekonominin
şartlarına uygun olarak kullanabilmek ayrı bir mesele olarak karşımıza çıkar.
Fakir fukaranın ihtiyacını karşılamak, Allah'ın rızasını kazanmaya vesile olur;
fakat o insanın yardıma muhtaç bir duruma düşmesi Allah'ın murad ettiği ve kuldan
istediği bir şey değildir. Nitekim İsra Sûresi'nde ki, "Eli boynuna
bağlıymış gibi yapma, eli sıkı cimri biri olma, eli büsbütün açık olup israf da
etme..." (İsra, 17/29) âyeti zaten bu noktayı açıkça ortaya koymuştur. Bu
hikmete dayalı olarak ifade edilmiş olsa gerektir ki, İbn Ceriri Taberî'nin
nakline göre, işbu âyeti hakkında Katade şöyle rivayet etmiştir: "Bunlar
cennet ehlidirler, bize nakledildi ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) 'Müksirler, yani
çok servet toplayanlar alçaktırlar' buyuruyordu. Ashab 'Ey Allah'ın Resûlü,
istisnaları kimlerdir?' diye sordular, o yine 'Çok mal toplayanlar
alçaktırlar.' buyurdu. Onlar 'Ey Allah'ın peygamberi, istisnaları kimlerdir?'
dediler. O yine 'Çok mal toplayanlar alçaktırlar.' buyurdu. Onlar 'Ey Allah'ın
peygamberi istisnalar kimler?' diye sordular ve dönüşü olmayan kesin bir
durumun ortaya çıkmasından da korktular. Nihayet Hz. Peygamber, mübarek
elleriyle işaretler yaparak, 'Ancak malıyla sağından ve solundan şöyle şöyle,
önünden şöyle şöyle, arkasından şöyle şöyle diye dört bir yanına infak ederek
malına hükmedebilen müstesna, bunlar da pek azdır. İşte bunlar Allah'ın farz
kıldığı ve razı olduğu yolda israfsız, sıkıntısız, döküp saçmadan ve kötülüğe
yönelmeden infak edenlerdir.' buyurdu."
Demek oluyor ki, ölçülü ve aşırılıktan uzak
bir şekilde infakta bulunmak, bu âyette de söz konusudur. Fakat bizzat âyetin
kayıtsız şartsız olarak mutlak mânâda infakı ortaya koyması, az veya çok elde
bulunan bütün malın infakını gerektirmemekle birlikte buna engel de görünmüyor.
Nitekim nüzul sebebinde görüldüğü gibi, Hz. Ali'nin yaptığı infak, eldeki
avuçtaki şeyin hepsini vermek şeklindedir. Bu bakımdan kemmiyet, yani verilen
miktar hiç söz konusu değildir. Bunun için âyetteki bu ıtlakın (kayıtsızlığın),
iktisadî şartlara bağlı olarak bir takım kayıtlara tabi tutulması veya bir
kısmını zikrettiğimiz diğer âyetlerden birisiyle veyahut daha başkalarıyla
anlamının şu veya bu yöne tahsis edilmesi, bir cihetten de olsa neshini gerekli
kılacaktır. Bunun için bir kısım müfessirler 'dan buraya kadar olan âyetler,
Tevbe Sûresi'ndeki ayrıntılı zekat âyetleri (âyet 60) nâzil olmadan önce
yürürlükte olup, sözkonusu âyetler nâzil olunca hükmün onlara tahsis edildiğini
nakletmişlerdir. Fakat buradaki sadakât (sadakalar) deyimi, kabul edilen görüşe
göre, zekat ve nâfile sadakalardan daha geniş kapsamlı olduğundan böyle bir
açıklama yeterli olmayacaktır. Şu halde buradaki infak farz, vacip, nâfile her
çeşit infakı içine almakta, aynı zamanda infakın en üstün şeklini de göstermiş
bulunmaktadır. Bundan dolayı âyetin kendi mutlak anlamı ile alınıp, infak
sebebi olan ihtiyaçların gereğine göre, zamanın ve yerin, kişilerin ve
durumların icabına göre uygulamasını infak sahiplerinin hikmet ve kemâldeki
derecelerine uygun irfan ve ictihatlarına bırakmak daha elverişli olacaktır.
Zaman olur ki evlâdu iyal, din ve millet uğrunda bütün mal varlığının harcanıp
infakı gerekir ve böyle yapmak iktisat kurallarının bile çerçevesine girer.
Sonra mal denilen şey, olsa olsa canın bir yongasıdır. Halbuki Allah yolunda canını
bile feda etmekten çekinilmemesi gerekli olan öyle görev zamanları vardır ki,
bu gibi durumlarda infak-ı küllî adı verilen her şeyini harcamak bile hafif
kalabilir. İşte bundan dolayıdır ki, "hayırda israf olmaz" dahi
buyurulmuştur. Fakat bu yüce derece, en büyük olgunluk sahibi kimselerin işidir
ki, bunlar "Kendileri darda olsalar bile başkalarını kendilerine tercih
ederler." (Haşr, 59/9) medh ü senâsına mazhardırlar. Bundan ders
alabilecek derecede sabır ve tahammül gösteremeyip yaptığı hayra sonradan
pişman olacak olanların bütün mal varlıklarını infak etmeleri, kendi
dindarlıkları açısından tehlikeli olacağından haklarında hayırlı olmaz. Allah
korusun o türlü bir pişmanlık onları küfre kadar götürebilir. Zira bu gibiler
hakkında da "Neredeyse fakirlik küfür olacaktı." buyurulmuştur. Bu
hususta şahsî kıymet kadar ve hatta daha çok sosyal çevrenin de büyük etkisi
vardır. Çünkü faziletli davranışlara düşman olan ve kişilerin kendi şahsî
çıkarlarından başka bir endişe taşımayan bir çevre içinde, iyiliksever ve
faziletli insanlar boğulup boğulup gitmeye ve bozulmaya mahkum olurlar. Bu
zorluğun üstesinden gelmek için, Allah tarafından ihsan olunacak bir ruh gücüne
ihtiyaç vardır. Ve işte Kur'ân'ın başından beri devam edip gelen infak
hakkındaki yüksek açıklamaları da ilâhî hikmet gereğince insanlar arasında
böyle feyizli, kalıcı ve sarsılmaz bir cemiyet düzeni ortaya koyacaktır.
"Ve Allah yolunda infak ediniz ve geleceğinizi kendi elinizle tehlikeye
atmayınız." (Bakara, 2/195) âyetinin hükmü gereğince nice nice
tehlikelerin önüne geçecek bir kutsal ahlâk öğretimini dile getirmektedir ki,
ahirette vaad olunan ecir ve sevap, ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak, Allah'dan
vekalet şerefini bağışlayacak olan bu gibi özellikleri kazanmaya bağlıdır.
Bundan dolayı, önderlik ve eğiticilik edebilecek ileri gelenlerin, daha doğrusu
bunlara örnek sayılan en uluların yüce hasletleriyle, onların izinden gidecek
avam (halk)a örnek olacakları ve böylece onlara iyi alışkanlıklar ve yüce
değerler uğruna fedakarlıklar öğretebilecekleri ve bu iki çeşit insan arasında
birtakım farklılıklar olabileceği gibi; ıslahat devirleri ile durulmuş, oturmuş
ve istikrar kazanmış salâh devirleri arasında da uygulanacak hüküm ve kurallar
arasında birtakım farklılıklar bulunabilir. Meseleye bu açıdan bakılınca
infak-ı küllî denilen bütün mal varlığının infakı, halk için hayır yerine şer
ve zarar doğurabilir. Ancak velî ruhlu ve üstün ahlâklı bazı iyiliksever
kimseler için baştanbaşa hayır, hatta görev bile olabilir. Şunu da unutmamak
icap eder ki, sırf infak yüzünden iflas etmiş, perişan olmuş bir zengine
tesadüf olunmamıştır. Halbuki nefsanî arzular yolunda harcanmış olan gayr-i
meşrû infaklar ile nice hanümanlar sönmüş olduğu her zaman görülmüştür. Hatta
ticaret sahasındaki iflasların pek çoğu bir taraftan daha fazla kazanmak
hırsıyla girişilen yanlış muamelelerin, diğer taraftan da yine daha çok kazanç
hırsıyla yapılan istifçiliğin ve karaborsacılığın geri tepmesiyle uğranılan
zarar ve ziyanlar yüzündendir ki, bunların hepsi de "Şeytan size fakirliği
ve kötülüğü emreder." anlamının kapsamı içindedir. Malların serbest
dolaşımını sağlayan ve hızlandıran hayırlı harcama ve infaklarda ise bu gibi
tehlikelerin hiçbiri yoktur. Bunlar da "Allah size mağfiret ve kendinden
bolluk vaad eder." âyetinin hükmü geçerlidir. Yani hayır yollarına yapılan
harcamalar daima faydalıdır. Şu kadar ki, bunun faydalarındaki bereket ve zevk,
kişilerin ve durumların değişmesiyle değişik olabileceği gibi, birtakım
insanlarda bu faydaların doğmasını bekleyecek kadar sabır ve tahammül
bulunmayabilir. Bunun için genel olarak infaktan bahsolunduğu zaman yukarıda da
belirtildiği gibi, yoksul ve kimsesiz kalmak ve muhtaç duruma düşmek
endişesinden uzak bir şekilde tutumlu ve dengeli olmak gerekir. Fakat zavallı
ve gafil insanlar, genellikle heva ve hevesler uğruna faydasız, sonuçsuz ve
anlamsız harcamalar, bir hiç uğruna yapılan israflarda aşırıya gitmekten
sakınmaz da, sıra hayırlı yollara yapılan harcamalara gelince, bunda iktisat ve
itidale riâyet şöyle dursun, kırkta bir olan zekatını vermekten bile kaçınır.
Öyleleri vardır ki, kumar ve oyun masalarında avuç avuç paraları havaya
savurmaktan korkmaz da, beri tarafta devlet ve milletin eksiğini düşünmez,
karşısında yoksulluktan kıvranan komşusunun, akrabasının kursağına bir lokma
ekmek vermekten tiksinir, kıskanır. Fazla olarak ona karşı görüyor musun işte
sen açsın, ben tokum; sen açlıktan inlersin, ben zevk u sefa ederim gibisinden
bir gurur ve iftihar ile çalım satar. Düşünmez ki fertlerin sefaleti, toplum
düzeninin çökmesi demektir. Ve toplumun çöküşü ve sefaleti de er veya geç bütün
fertlere yayılır. Düşünmez ki bir insanın çevresindeki sefalet ve ihtiyaç, aynı
zamanda kendi sefalet ve ihtiyacıdır. Serhatlar (sınır boyların)da açılan
gedikler evdeki gedikler sayılır. Ailesinde, akrabasında, komşusunda,
hemşehrilerinde, hemcinslerinde bulunan açlıkların, hastalıkların,
perişanlıkların, felaketlerin hepsi insanın kendi varlığındaki yaralardır.
Fakir fukaranın gözleri önünde açık lokantaların süslü masalarında veyahut
velvelesi ve çığlıkları etrafı çınlatan gümbürtülü konakların yemek
salonlarında, çevrede yaşayanların çektiği sıkıntılara göz yumarak kahkahalarla
yiyip içen, servetler israf eden gaflet sahipleri düşünmezler ki, fazla
kaçırdığı her lokma, belki bir fakirin bir iki günlük, ölmeyecek kadar gıdası
olurdu. Bir lokma belki binlerce kimsenin hayat hakkından sıyrılmış,
sızdırılmış bir emeğin ürünü bulunuyordu. Düşünmez ki, her kahkaha birçok
ihtiyaç sahibinin içindeki öfkeyi harekete geçirecek, iffet ve haya ehlinin
tahammül gücünü çatlatacak, namusluları baştan çıkarıp kötü yollara, çalmaya,
çırpmaya itecek bir tahrik ve heyecan sebebi olabilir.
Evet, kuvvet nedir bilmezsin ey mağrur-i
nahvet sen,
Ezer bir müşt-i kudret beynini yevm-i
mesarinde.
İşte genellikle insanlar, bu gibi gaflet
özellikleri taşırlarken kayıtsız şartsız infaka teşvik ve terğip etmek, itidâli
temin etmekle birlikte bir toplum içinde düzen ve dengenin kurulması hedefini
de gerçekleştirir. Ondan sonra infakta aşırı gidip te zenginlerin fakirleşmeye
başlaması söz konusu olacağı ve sosyal dengenin bozulacağı zaman gelince, o
zaman da, "Elinizi, avucunuzu sonuna kadar açmayın!" (İsrâ, 17/29)
uyarısına lüzum ve ihtiyaç duyulur. İnsan düşünmelidir ki, hiçbir kimsenin
kendi çabası, elde ettiği nimetin yeterli sebebi değildir. Bunda her şeyden
önce yüce yaratıcının doğuştan ihsan ettiği kabiliyet ve özelliklerin payı
vardır. Her doğan çırılçıplak, fakir ve muhtaç olarak doğar ve herkese açık
olan bu nimetler sofrasına konuk olur. Bir sineği bile kovalamaya gücü yokken etrafında
kendisine yine de kısmeti kadar nimet sunulur. Sunulan nimetleri alıp
hazmedecek güç ve kabiliyetler verilir. Feryatlarına çekici ve etkili nağmeler
konulur, etrafında bunlara karşılık verecek kimseler bulunur. Ne suretle olursa
olsun eli ekmek tutacak yaşa kadar yaşamış olan hiçbir kimse yoktur ki, bu gibi
yardımları görmemiş olsun. Bundan dolayı ferdî emek, birinci derecede kendi
varlığını yüce yaratıcının bu gibi ihsan ve ikrâmlarına borçludur. İşte böylece
hayat defterinin ilk sayfaları borç ve zimmet hesaplarıyla açılır. İkinci husus
şu ki, insan hayatında her emek ve kazanç daha önceki birçok kazançların
elbirliğine borçludur. Hiçbir kişisel kazanç düşünülemez ki, ona toplumun bir
etkisi ve başkalarının bir kazanç ilişkisi bulaşmamış olsun. Tok, kendi
sofrasında karnını tıka basa doyururken, o sofrada oradan geçen bir aç insanın
hakkı bulunmadığı iddia edilemez. Meşru olmayan kazançları zaten kale
almıyorum; fakat en hukukî olan kazançların değişim esasına dayandığı
düşünüldüğü zaman, kâr ve kazanç zaruretiyle ilişkili olan değişimin tam bir
denge içinde yürümeyeceği ve dolayısıyla bu yüzden mal dağıtımında birçok
boşlukların birikmesi de kaçınılmaz olduğundan, kamunun servetinde daha önceden
emeği geçmiş bulunan pek çok kişinin çabası ve hakkı ödenmemiş olan katkısı
bulunduğu düşünülmelidir. Bu emek ve katkılar olmadan dünya hayatında mal
değişiminin düzenli olamıyacağı da göz önüne getirilirse yenen her lokmanın çok
derin ilişkilerle haklara bağlı olduğu ve bu hakların yerine getirilmesi, her emek
sahibine hakkını ödemiş olmanın ötesinde ancak hayır ve hasenat yapmak ve
infakta bulunmak yoluyla mümkün olacağını anlamak zor olmaz.
İhtimâl ki, bir lokmanın karşısında yutkunacak
fakir, onu kanıyla, canıyla elde eden bir şehidin yavrusu veya babasıdır. Böyle
olmasa bile hayatın yararına yaradılmış olan malı tutup hapsetmek veya boş yere
telef edip de yok etmek, hayatı yok etmek demek olacağından ne büyük
haksızlıktır. Gaflete dalıp bu ince ve derin görevleri düşünmeyen zenginlerin
birçoğu servetlerini boşu boşuna sarf etmekten veya kilitli yerlerde kapalı
tutmaktan zevk alırlar. Kendi çevresindekilerin bütünüyle ve aynı vatanın
evladı olan fakir fukara ile gereği gibi ilgilenmez, zenginler ile fakirler
arasında kavga ve didişmeye sebep olurlarsa, böylece toplum düzenini altüst
etmiş olurlarsa sonuçta kendilerine yazık etmiş olurlar.
Burada özellikle bu gibi kötülüklerin
düzeltilmesi mutlak surette gözetilmiş olduğundan, toplumun bütünüyle uyumlu
bir toplum haline gelmesini sağlamak için âyet, ileri gelenlerin öncüsü
durumunda olan büyüklerin "infak-ı küllî" ile cömertçe vermeye
yönelik "vilâyet makamı" üzere vârid olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'in daha
birçok yerlerinde infakın değişik özelliklerini gösterecek âyetler gelecektir.
Burada Kur'ân infakı, ahlâk ve toplum düzeni açısından, daha ziyade iktisadî
açıdan öğretip, herşeyden önce bize şunu gösteriyor ki, kazanç ve üretim
yollarını düzene koymak için, işin başında üretimin gayesi olan tüketimi ve
harcamaları düzenleyip, mal ve hizmet dolaşımını hızlandırıp yaymak gerekiyor.
Zamanımızda ekonomi ilminin uzmanlarının istihlâk (tüketim, konsumasyon) tabir
ettikleri infak, genel anlamda ikiye ayrılır: Bunlardan biri, ferdî veya
ictimâî hiçbir faydayı gözetmeyen, abes veya zararlı, hatta çirkin sayılan
harcamalardır ki, tamamen günah ve israf sayılan infaklardır ve Hak Teâlâ, bu
gibi harcamalardan insanları sakındırmış ve bunları yasaklamıştır. Diğeri,
herhangi bir ihtiyaç ve faydaya yönelik olarak yapılan hayırlı infaklardır ki,
malları hayata ve ihtiyaca sunmak demek olan bu infaklar, haddi zatında
istihlâk (tüketim) değil, üretimin esas hedefidir. Ve bu tüketim ne kadar geniş
kapsamlı, ne kadar ahlâkî ve ne kadar temiz olursa, değeri de o kadar yüksek
olur. Emek ve çabasını Allah katında ebedî hayata dönüştürüp de dünya ve
ahiretin korkusundan ve hüznünden kurtulmak isteyenler bu iyiliğe, bu ahlâka,
bu toplum düzenine ve bu iktisat yoluna girmeli, buna uygun bir kazanç ve
üretime yönelmeli ve çaba harcamalıdır.
Bunun tam zıddına gidenlerin durumlarına
gelince:
Meâl-i Şerifi
275- Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan
kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara, "alışveriş de
faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de
haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt
üzerine faizciliğe son verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm
de Allah'a kalmıştır. Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem
ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır.
276- Allah faizi mahveder, oysa sadakaları
bereketlendirir. Allah günahta ve inkârda direnen hiç kimseyi sevmez.
277- İman edip iyi işler yapan, namazı
dosdoğru kılıp zekatı verenlerin Rabbleri katında elbette mükafatları vardır.
Onlara hiçbir korku olmadığı gibi, onlar mahzun da olmazlar.
278- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve
artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten müminler iseniz.
279- Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve
Resulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz,
sermayeleriniz sizindir. Haksızlık etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız.
280- Eğer borçlu darlık içindeyse, ona ödeme
kolaylığına kadar bir süre tanıyın. Ve bu gibi borçlulara alacağınızı
bağışlayıp sadaka etmeniz eğer bilirseniz sizin için, daha hayırlıdır.
281- Öyle bir günden korkunuz ki, o gün
Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra da herkese kazancı tamamıyla ödenecek ve hiç
kimse haksızlığa uğramayacaktır.
275-KIRÂET: Asım'dan Ebubekr Şu'be ile Hamze
kırâetlerinde "hemze"nin meddi ve "zâl"in kesri ile dur. kelimesi
Nâfi kırâetinde "sin"in zammı ile dir. kelimesi ise Hafs'ın
dışındakilerce "sad"ın da şeddesi ile dur. kelimesi Ebu Amr ve Yakup
kırâetlerinde "tâ"nın fethi ve "cim"in kesri ile okunur.
RİBÂ: Sözlük anlamıyla ziyadelenmek,
fazlalanmak mânâsına mastar olup, faiz dediğimiz "artık değer"in ismi
olmuştur. Şeriat dilinde, karşılıklı faydaya yönelik bir sözleşmede karşılıksız
kalan herhangi bir fazlalık demektir. Ribâ bir muamelede, hem karşılık
maksadıyla, hem de karşılıksız suretinde kendini gösteren bir yalancılık, bir
çelişkidir. Bundan dolayı bir karşılık gözetme maksadı olmayınca ribâ tasavvur
olunamaz. Cinsi ve ölçüsü bir olan şeyler birbirleriyle değiştirildiği zaman
ikisi arasında fiyat farkından dolayı bir fazlalık meydana geleceğinden o vakit
bir değer artışı gerçekleşir. Yani ribânın ölçüsü hem cins, hem miktar veya
birinden biri şeklinde kendini gösterir. Karşılıklı sözleşmenin esası, malı
malla terazide tartarak değiştirmek demek olan alışveriştir ki, malın
faydasının satışı demek olan kira da bunun kapsamı içindedir. Gerçi satış bazı
hallerde sadece kâr anlamı ifade eder. Fakat bu kâr, tek taraflı değil, en az
iki taraflı bir sözleşmenin ürünü olduğundan karşılıksız sayılmaz. On kuruşa
alınan bir mal on bir kuruşa satıldığı zaman, o bir kuruşa kâr denilir. Ribâ
ise bir sözleşme sırasında olur: Bir sözleşmede cinsi ve miktarı birbirine eşit
iki mal birbiriyle karşılıklı olarak değiştirildiği zaman bir tarafa bedelsiz
bir fazlalık söz konusu oldu mu işte bu bir ribâdır ki, bu bedelsiz fazlalığın
aslında karşılığı ödenmemiştir ve karşılığı yoktur. Mesela, birine daha sonra
almak üzere borç olarak on lira verdiniz, o sizin verdiğiniz on lirayı harcadı;
fakat bir süre sonra, sizin verdiğiniz o on liranın yerine size yine on lira
getirip verdi. Verdiği anda da bu iki on lira birbiriyle değiştirilmiş oldu
demektir. Bunlar cins ve miktarca tamamen birbirinin karşılığıdır. Fakat o
borçlu on yerine mesela on lira on kuruş verirse, bu on kuruş açıktan ve
bedelsiz verilmiş bir fazlalıktır. İşte bu âyet nazil olduğu zaman böyle altın
veya gümüş nakit borçlanmalar ile ribâ, cahiliyet devri Arapları arasında
bilinen bir şeydi. Hatta zenginlerinin genellikle yediği içtiği hep ribâ
demekti; biri öbürüne altın veya gümüş, belli bir para borç verirdi, aralarında
kararlaştırdıkları vâdeye göre, geçen süre için belli bir miktar da fazladan
ödeme yapılacağını önceden şart koşarlardı. Bu âyet indiği zaman aralarında en
yaygın olan ribâ bu idi. Herhangi bir borçta vade geldiği zaman borçlu borcunu
ödeyemiyecekse alacaklısına, "veremiyeceğim, irbâ et", yani
"arttır" derdi, yine bir miktar daha ribâ eklenir ve böylece her vade
yenilendikçe borcun miktarı da artardı ve arta arta ana paranın bir veya birkaç
mislini bulurdu. Borcun aslına ana para anlamına gelen "re'sü'l-mal" ve
ona eklenen fazlalıklara da "ribâ" adı verilirdi. Her vade
yenilenişinde eklenecek ribânın yalnızca ana para üzerine veya birikmiş
faizlerle birlikte ana paranın toplamı üzerine konularak tartıya dahil edilirdi
ki, zamanımızın deyimi ile birincisi basit faiz, ikincisi mürekkep faiz
demektir. Böylece ribânın ana paraya eklenip katlanması mürekkep faizde daha
hızlı olmakla beraber, faizin her iki şeklinde de meydana gelmesi söz
konusudur. İş ve ekonomi dünyasında bu gün yürürlükte olan faiz işlemleri de öz
bakımından cahiliyet devrinde cari olan faiz geleneğinden farklı bir şey
değildir. Zaman zaman faiz miktarlarının ve işlemlerinin çoğalıp azalması da
bunun niteliğini değiştirmez. İşte Araplar arasında geleneksel ribâ, tam
anlamıyla zamanımızda nakit paralara ait faizin veya nema denilen fazlanın
kendisidir. Bunun "karz-ı hasen" denilen "karşılıksız borç"
dışındaki bütün borçlanmalarda uygulaması da işte böyledir. Şüphe yok ki, işin
aslına göre ve lügattaki anlamına göre, bunun en uygun adı "ribâ"dır.
Ziyadelik, mutlaka bir artık değer, bir fazlalık anlamına gelir; buna
"faiz" veya "nema" adı vermek "alışveriş de ribâ
gibidir" iddiasında görüldüğü gibi, ticarete benzetilerek verilen yalan ve
uydurma bir isimdir. Ribânın nakit paralarda ifade ettiği bu fazlalık, anlam
bakımından şeriatte diğer mallara ve "nesî" adı verilen vadeli
satışlara da uygulanmıştır. Nitekim "Nesîdeki de kesinlikle ribâdır."
hadis-i şerifi uyarınca soyut sarraflık işlemleri de, veresiye esasına dayanan
vade farkları da başlı başına birer ribâdır. Bunun gibi "Aynı cins ve
kalitedeki buğdaya karşılık, aynı cins ve kalitede buğday alınabilir, fazlası
ribâdır. Aynı cins ve kalitedeki arpaya karşılık, aynı cins ve kalitede arpa
alınabilir, fazlası ribâdır..." diye buğdayı, arpayı, hurmayı, tuzu,
altını ve gümüşü, hasılı altı ayrı şeyi aynı şekilde tek tek sayan meşhur
hadis-i şerifte hem "yeden biyedin" yani peşin olarak elden, hem de
"mislen bimislin" değer ve kalite bakımından eşiti ve eşdeğeri olarak
tam karşılığı demek olduğu halde; peşin olmadığı takdirde gerçekleşecek olan,
yani sırf veresiye olmaktan dolayı söz konusu olan fazlalığın bu hadisin
hükmünün kapsamı içinde olduğunda görüş birliği vardır. Bununla beraber bu
hadiste ribânın altın ve gümüş gibi nakitler dışında kalan şeylerde dahi nasıl
gerçekleşeceği gösterilmiştir ki, bunlar o günkü geleneksel anlayışta ribâ
sayılan şeylerden değildi. Bundan dolayı ribâ kelimesi, geleneksel anlamı
dışına çıkarılarak daha geniş kapsamlı bir şer'î deyim olmuştur. Bunun böyle
olduğu şununla da desteklenmiştir ve kuvvet kazanmıştır ki, Hz. Ömer el-Faruk
(r.a.): "Ribânın gizli, kapalı olmayan birtakım bölümleri vardır ki,
onlardan birisi de hayvan alış verişlerindeki selemdir."(3) buyurmuştur.
Selem peşin para ile veresiye mal alma, malı ucuza kapatma olduğuna göre; Hz.
Ömer'in bu sözünden de anlaşılacağı gibi, ribânın birtakım gizli yolları ve
şekilleri de olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim lügatte ve örfte ribâ adı
verilmeyen ve günümüzde dahi faiz kapsamı içine girmeyen bu çeşit hayvan
alışverişlerindeki işlemin açıkça ribâ sayılması gerektiğini kesin bir dille
belirtmiştir. "Ahkâm-ı Kur'ân"da açıklandığı üzere yine Hz. Ömer
(r.a.) demiştir ki: "Ribâ âyeti, Kur'ân'ın en son nazil olan
âyetlerindendir. Hz. Peygamber (s.a.v.), bunu bize bütün yönleriyle açıklamadan
göçtü. Bundan dolayı ribâyı ve rîbeyi bırakınız yani mevcut açıklamalara göre
ribâ olduğu iyice bilinen şeyleri bıraktığınız gibi, ribâ reybi, ribâ şüphesi
bulunanları da bırakınız.
Bundan dolayıdır ki, İslâm'da "Helal olan
şeyler apaçık, haram olan şeyler de apaçıktır ve ikisi arasında birtakım
şüpheli şeyler de vardır, iyice şüpheden kurtuluncaya kadar, sana şüpheli
gelenleri de bırak." hadis-i şerifi gereğince, genel olarak şüpheli
şeylerden uzaklaşmak mendup olduğu ve takva sayıldığı halde, özellikle ribâ
şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak vacip cinsinden bir görev olmuştur. Bundan
dolayı fıkıh ilminde "ribâ şüphesi ribâdır, zira ribâ konusunda şüphe
geçerlidir" diye bir kural vardır. Müslümanların bunları bilmesi gerekir.
Yukarıda sözü edilen ve altı şeyden örnek göstererek ribâyı açıklayan hadis-i
şerifiyle bu konuda mevcut diğer hadislerin ve âyetlerin verilerinden elde
edilen bilgilere dayanarak Hanefî mezhebi imamlarının çıkardığı sonuçlara göre;
gerek nakitlerde, gerek diğer mallarda ribânın sebebi ve ölçü birimi iki
şeydir: cins ve miktar. Fakat Şafiî fakihleri nakitler dışındakilere bir
"ta'm" denilen "yeme" anlamını, Malikîler "kut"
mânâsını ilave etmişlerdir.
Ribâ ile ilgili hükümler, Peygamberlik
yıllarının sonuna doğru ve Mekke'nin fethi sıralarında nazil olmuştur. Ve hatta
halka duyurulması ile ilk uygulaması da Vedâ Haccı'na rastlamıştır. Bu
sıralarda da "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum." (Maide,
5/3) âyeti gereğince İslâm dininin ikmal dönemleri yaşanıyordu. Önce Âl-i İmrân
Sûresi'ndeki "Ey iman edenler kat kat katlanmış olarak faiz
yemeyin!.." (Âl-i İmrân, 3/130) âyeti, sonra da işte bu âyetler nazil
oldu. Bu bize gösterir ki, ribânın ortadan kaldırılması bir tekâmülü ve
gelişmişliği hedef tutmaktadır. Sistem olarak faizin yer aldığı bir toplum
düzeni, henüz tam anlamıyla istenen düzeyde mükemmel hale gelmemiş demektir ve
mükemmel bir toplum düzeni ortaya koyamayan millet ve kavimlerden de ribâ
kalkmayacaktır. Dine ve inanca bağlı ahlâkları yükselmemiş, sosyal yardımlaşma
ve dayanışması sadece sözde kalmış, sosyal yapıları kuvvet ve tahakkümden
kurtulup kardeşliğe varamamış olan toplumlar ribâdan kurtulamazlar,
kurtulmadıkça da gerçekten Allah rızası olan ahlâk olgunluğunu ve sosyal düzen
sağlamlığını bulamazlar, kamu yararı ile kişisel çıkarların çatışmasını ortadan
kaldıramazlar. Herhangi bir toplumda faizsiz yaşanamıyacağı inancı yayılmaya ve
faizin meşru olduğuna çareler aranmaya başladı mı, orada çöküntü ve çözülme
başgöstermiş ve cahiliyet devrine doğru dönüş başlamıştır. "Zaruretler
mahzurluyu mubah kılar." kuralınca zaruretler, mubah görme kapısını açar.
Bugünkü insan toplumlarının ribâ devrinden kurtulabilmesi, ciddi ve sağlam bir
toplum düzeni kurmalarına bağlıdır. Fakirlik azalıp sosyal yapıdaki düzelme
ilerledikçe faizler kendiliğinden düşecek ve bir gün gelip ortadan kalkacaktır.
Fakat faiz devam ettikçe de servetler tekelleşmeden kurtulmayacak ve fakirlik
azalmayacaktır. Genel bakış açısından bakıldığında günümüz dünyasında faizin
ortadan kaldırılması bir ideal olarak düşünülmeye başlanmış ise de, doğrusu
hâl-i hazırdaki eğilimler henüz tamamıyla ortadan kaldırılması değil, aşağı
çekilmesi konusunda yoğunlaşmaktadır. İşte bütün dünyanın henüz
gerçekleştiremediği bu ideoloji, Allah tarafından İslâmî toplum düzeninde
gerçekleşmişti. Bu suretle Kur'ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki bütün
beşeriyete dahi en yüksek bir tekamülün ilhamını sunacak bir aydınlık kitap,
bir ilâhî kanundur. Toplumun iktisat düzenini güven altına almak için, hayır
yolunda infakı genelleştiren toplumlar fakirliği ortadan kaldırmayı en önemli
hedef kabul ederler. Bunun aksine mal bölüşümünde ribâ usullerini revaçta tutan
toplumlar da servette tekelleşme ile fakirliğin yaygınlaşmasını hedef tutarlar.
Faizci, borç verip ribâ alabilmek için daima bir muhtaç gözetir. Ve her ribâ
bir bedel verilmeden alınan açık bir fazlalık olduğu için, ihtiyaç sahibinin
ihtiyacını hafifletecek yerde onun emeğini ve üretimini karşılıksız gasp eder,
dolayısıyla borç yükünü daha da ağırlaştırır ve gerçekte o toplum ribâcılara
çalışmış olur. Fakir fukara kısmı ne kadar dürüst ve faziletli olursa olsun o
toplumun dışına itilmiş ve yabancı durumuna sokulmuş olur. Bu da o toplumu
durmadan ihtilâllere sürükler. Meşru olmayan art düşünceli maksatlardan doğan
ihtilâl fikirleri ile fıtrî sebeplere dayanan ihtilâl arasında ise çok büyük
farklar vardır. İlâhî rahmet, zenginlerle fakirlerin yaratılış sofrasından
samimi bir yardımlaşmayla nimetlenmelerini gerektirirken, bunun aksine hareket
eden ve karşılarında fakirlik olmadan nimete eremiyeceğini sanan toplumlar,
hiçbir zaman ızdıraptan ve ihtilâl sancıları çekmekten kurtulamazlar. Böyle mal
bölüşümünde ribâyı alışkanlık haline getiren toplumun fertleri için ribâ,
tiryakilerin afyonu gibi hasret duyulan bir ihtiyaç halini alır. O zaman
gerçekten faziletli sermaye sahiplerinin de bundan sakınmaları zorlaşır. Hepsi
ister istemez bu çarkın dişleri arasında ezilir gider. O zaman bu zorluğu
göğüsleyip de çevresindekilere biraz nefes aldırabilen büyükler işte yukarıda
açıklanan "Onlar için Rabbleri katında ecir vardır, onlara korku yoktur ve
onlar mahzun da olmazlar." âyetinin verdiği müjdeye nail olurlar.
Ribâcılar ise ebedî bir ihtilâl sarasının çırpınışları içinde kıvranır
dururlar. İşte Hak Teâlâ bunların bu hallerini açıklamak üzere buyuruyor ki:
"faiz yiyenler" , yani faizcilik yapan ve böylece servet elde
ediyoruz diye muhtaçların kazançlarını ellerinden alan ve üretimin hedefini
kamu yararından kişi çıkarlarına doğru kaydıran, gerçekte ise üretimden ziyade
tüketime hizmet eden, velhasıl hayır yoluna infak amacının tamamen zıddına
gidenler, saradan, cinnetten kalkamazlar, ancak kıyamet gününde şeytan çarpmış
saralı veya deli gibi perişanlık içinde kalkarlar. Esasen dokunmak demek olan
"mess" Arap dilinde "delirmek" anlamına da gelir, mecnûna
ve saralıya "memsûs" yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bunlar
anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri gelen fena hastalıklar olduğu için cinlere
ve şeytana nisbet edilerek "cin tutmuş", "şeytan çarpmış"
denilegeldiği de herkesçe bilinen bir şeydir. Bunların böylece şeytana nisbet
edilmesi hakikat mı, mecaz mı olduğu meselesi ayrıca tartışma konusu yapılmış
ise de, burada asıl mânâ aşikârdır ki, fenalığın dehşetini ve gizli sebeplere
dayandığını göstermektir. Bunlar ribâ ile emek ve iş sahiplerinin
çalışmalarının ürünü olan şeyi alıp, onunla geçindiklerinden tembellik içinde
yatar, rahat ve hızlı bir şekilde uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pekçoğu
yataklarında şeytan çarpmış gibi saatlerce gerneşerek, ağzını, yüzünü
buruşturarak, sendeleye sendeleye kalkarlar. Bütün hayatları ribâ düşüncesi ile
ve onun dedikodusu ile geçer, düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar.
Fakat asıl mesele bu değil, bunlar karınlarını ribâ ile doldurduklarından
dolayı bir hadis-i şerifte de beyan buyurulduğu üzere, kabirlerinden kalkarken
genellikle saralı veya deli halinde kalkacaklar ve bu hal onların belirgin
özellikleri olacaktır. Mîrac gecesinde Resulullah, ribâcıları bu âyetin tasvir
ettiği şekilde görmüş, bunlar kimdir diye sorduğu zaman da Cebrail bu âyeti
okumuştur.
O ceza esasen şu sebeptendir ki, bunlar
alış-veriş de başka birşey değil, ancak ve ancak ribânın bir benzeridir. O da
ribâya benzer, o da ribânın bir bölümüdür diye inandılar. Alışveriş ile ribânın
hakikatteki farklarına rağmen, ayrı ayrı özellik taşıyan iki şeyi aynı şeymiş
gibi kıyaslayıp aynı işleme tabi tuttuklarından başka bununla da yetinmeyip
ribâyı asıl, alışverişi de ona benzer bir ayrıntı yerine koydular. Sanki alışverişin
de ribânın akıntısına kapılması gerekirmiş, onun izinde olması icap edermiş
gibi bir düşünceden hareket eylediler. İşte fenalığın başı, ribâyı alışverişe
benzetmeleri ve böyle bir kıyas ile ikisini aynı şeymiş gibi saymaları, daha
önemlisi bu teşbih-i kalb, veya teşbih-i maklûb ile ribâyı asıl ve temel kabul
edip alışverişi de onun bir ayrıntısı yerine koymalarıdır. Sadece "ribâ
alışveriş gibi değil", bilakis "alışveriş ribâ gibidir" demeleri
ve böyle bir mantık oyunu ile ribâyı alışverişe bir esas, bir temel imiş gibi
gösterip helal saymaları sebep olmuştur ki, bunlar bir taraftan alışveriş ile
ribânın farkını kaldırmak iddiasında bulunur, diğer taraftan bu farkı tersine
çevirip, tersyüz edip ortaya koyarlar. Tefsir âlimleri bu benzetmenin "teşbih-i
maklûb" veya "teşbîh-i ma'kûs" olması hakkında biraz ihtiyatlı
davranmışlar ve idare-i kelâm etmişler, fakat âyetin dış görünüşü bakımından
"teşbîh-i ma'kûs" suretiyle bir kıyas-ı ma'kûs olmasını tercih
etmişlerdir ki birine göre, yani teşbih-i maklûb olduğuna göre, ribânın
mübalağa yoluyla asılmış gibi abartıldığı, diğerine göre de asıl iddia edildiği
anlaşılır.
Nakitlerin, her çeşit malın hızlı bir şekilde
değişim aracı olması, alışveriş ve değişimin tekrarlanması ve sürüp gitmesi de
sonuçta malların bir kâr ve nemâ (artma) sebebi olması itibarıyla; nakitler
durduğu yerde bilfiil nemâ yapmasa da takdiren bilkuvve nemâya sebep sayılır.
Bu şeriat açısından da böyledir. Bu bahane ile ribâcılar birine bir para
verdikleri zaman, verdikleri paranın bilfiil olmayan nazarî nemâsını zihnen
hesaba katıp, hayal edilen nazarî menfaatını karşılık göstererek, onun yerine
faiz denilen bir kesinleşmiş fazlalığı alırlar. Aslında mesele yine mal
değişimi meselesidir. Fakat gerçekte karşılığın birisi var, diğeri ise hayalî olarak
var gibi görünmektedir. Yani alınan faiz görünür, bilinir, belli bir maldır,
bir değerdir; fakat onun karşılığı farzedilen şey ise ne görülür, ne bilinir,
ne de elle tutulur bir şeydir, sadece çeşitli ihtimaller içinde gezip dolaşan
bir hayaldir, şöyle olabilirdi, böyle olabilirdi gibilerden bir hayalî
kuvvettir, bir vehimdir. Hayal ise hakikate dönüştüğü zaman bir hiçtir. Hayalin
hakikat ile değiş tokuşu da bir hayal değiş tokuşundan başka bir şey değildir.
Alışveriş ise gerçek anlamda bir değiş tokuştur. Gerçeğin gereği de hayale
hayal, hakikate hakikat hükmünü vermektir. Ribâcı hak gözetmediğinden, bu
hayalî değişimi, bir gerçek değişim olan alışverişe benzeterek karşısındakine
"Ribâ da alışveriş gibidir, ben bu faizi karşılıksız almıyorum, alışveriş
gibi bir değişim yoluyla alıyorum." diye gösterir ve bunu malın kendisinin
değil de faydasının satışı demek olan kira akdi gibi bir şey olarak tanıtmak
ister. Oysa kirada fayda ortada ve gerçek ribâda ise nazarî olarak hayalde ve
vehimde vardır. Ribâcının değişim iddiası, altınların şıngırtısını altınla
satmaktan daha hayalî bir değişimdir. Ribâcı altınlarına şöyle bir bakar,
"Ben bunları tedavüle çıkarsam da herhangi bir alışveriş etsem, neler
neler kazanmazdım. İşte şu on lirayı bütün bu faydalarıyla sana veriyorum.
Haydi bu kazançları şu kadar sürede sen kazan da süre sonunda bu on liramı ve
sağladığı faydalardan da şu kadarını toplam olarak geri bana ver." der.
Ayrıca "Bak, ben sana ne kadar iyilik ettim." diyerek bir de minnet
yükletir. O zavallı fakir de belki kazanırım ümidiyle o parayı o şartlarla
alır, kazanabilirse zaten kazancını faizciye verir. Kazanamazsa da mahvolur
gider. Bununla beraber ribâcılar, "ribâ alışveriş gibidir" demekle
kalmış olsalar, hakikate karşı büyük iftira anlamı taşıyan bu sözleri ve bu ruh
halleri toplum için yine de nisbeten ehven-i şer (ehven şer) olurdu. Çünkü o
zaman alışverişin esas olduğunu kabul ve itiraf etmiş olacaklarından faiz
işlemlerini mümkün olduğu kadar gerçek değişime yaklaştırmaya çalışırlardı. O
zaman bütün ticarî işlemlerde ribâ hakim olmaz, faizsiz, sağlam ve gerçek
anlamda kâr esasına dayalı ticaret de yapılabilirdi. Emek ve üretim sahipleri o
kadar zarar görmez, servetler de sürekli olarak sermaye sahipleri lehine
(çıkarına) birikip durmazdı. Halbuki ribâcılar kendi zihniyetlerinde "ribâ
alışveriş gibidir" demekle kalmazlar. Onlar şu kanaattedirler:
"Ticarî işlemlerde ve her türlü girişimde asıl maksat, kamu yararı
değildir; en az emekle ve en az zahmetle çok kazanç sağlamaktır. Bol kazanç
elde etmenin en rahat, en kısa yolu da faizciliktir. Faizde kâr muhakkak ve
kuvvetli; ticarette ise riskli, zayıf ve vehim, yani varsayımdır. Alışveriş
gibi değişik sözleşmelerin çeşitli çaba ve zahmetlerin arkasından gelecek olan
kâr ile tek sözleşmeyle ve bir hamlede elde edilecek kâr arasındaki fark çok
açıktır. Sonra gerçek değeri ve faydası olan malların değişiminden çıkacak
kârda fazla bir fevkalâdelik yoktur; çünkü o kâr, o uğurda verilmiş zahmetlerin
normal bir karşılığıdır. İnsan hayalî bir şeyi, gerçeğe çevirdiği zamandır ki
ciddi bir kâr elde etmiş olur. Alışveriş kapsamı içine giren bütün işlemler,
hep kazanç ve kâr elde etmek için araçlardır. Alışveriş yalnızca kazanç ve kâr
içindir. Tüccarlık kamu yararına hizmet değil, kamu yararını kendine çekmektir.
Hasılı alışverişin asıl özü değişim ile onun bedeline sahip olmak demek
değildir, yalnızca kazanç ve kâr elde etmektir. Bundan dolayı da ticaretin özü
alışveriş değil kârdır. Halis kâr ise ribâdır. Bu anlamda ribâ alışverişe
benzer değildir, ancak alışveriş ribâya benzemektedir. "Alışveriş de ribâ
gibidir." formülüne göre; alışveriş helâl ise, ribâ öncelikle helâl
olmalıdır derler. Ve hiçbir üretim yapmadan paralarını durmadan arttırmak
isterler.Bunun için paranın sağladığı fayda derken yalnızca ribâyı düşünürler.
Paralarının getireceği faizi düşünmeden hiçbir işe girişmezler. Faiz kalkarsa
ticaret durur derler. Kendilerini tüccarların en büyüğü sayarlar. Faiz işine
bulaşmadan ticaret yapanlara tüccar bile demezler. Halbuki tüccarı yaşatan
faizciler değil, faizcileri yaşatanlar tüccarlardır. Faiz düşünmeyen bir kimse,
mesela yüzde beş kârla işe girişmek isterse ribâcılar, yüzde on ile bile iş
tutmaya razı olmazlar, fakat başkalarını iflas ettirmek ve faiz piyasasını
yükseltmek için türlü türlü entrikalar çevirerek bir süre için zarara bile
katlanırlar. Bir kerre ticarî işlemlerin aslı esası faizdir şeklinde karar
verildi mi, artık ribâ bütün alışverişe hakim olur. Ribâya benzetilmeden, faiz
hesabı karıştırılmadan hiçbir alışveriş yapılamaz. Esas hedef olan mallar ile
onu elde etmeye araç olan para arasındaki denge, araya giren ribâ ile, malların
aleyhine ve paranın lehine bozulmaya başlar. Emek ve çalışmanın karşılığı, faiz
kanallarından ribacıların ellerinde toplanır, derece derece ve gitgide servet
tekelleşmeye başlar, lüks ve zararlı tüketim meydanı alır, sermaye sahipleri
lehine tüketim önem kazanır. Bizzat üreticiler hesabına üretimin değeri düşer,
aracılar da bu ikisi arasında durmadan bocalar durur. Bakarsınız hem mal
vardır, hem de sermaye, bununla beraber ihtiraslar ve kıvranmalar arttıkça
artmıştır. Toklar azalmış, açlar çoğalmış, gülenler eksilmiş, ağlayanlar
artmıştır. Dünyalar kadar mal yığılı olsa, parası olmayan yine fakirdir. Derken
çalışan ve üretime katkıda bulunan emek sahipleri ile, sermaye sahipleri
arasında kin ve öfke başlar. Bir taraftan sermaye sıkıntısı çeken üreticilerde
paranın değişim aracı olması aleyhine fikirler ve duygular gelişmeye başlar ve
onlar malların, parasız ve aracısız değişimini arzu etmeye başlarlar. Öbür
taraftan da para kaynaklarını ellerinde tutanlar, bütün imkanlarını kullanarak
bunları ve bütün ekonomik hayatı kontrol altına almaya, bunları saf dışı etmeye
veya esaret altına almaya çalışırlar. Gitgide sermayeden de, üretimden de
yoksun olan işsizler çoğalır. Bunlarda da bir yağmacılık hissi uyanır. Dışardan
bakıldığı zaman mutlu ve muhteşem sanılan bir toplum, oysa artık içinden
çürümüş ve kurtlanmıştır. Sükûn içinde kımıldanmak ihtimali bile yok gibi
görünen kesimler, ruhlarındaki acının telaşı ile artık patlamaya hazır hale
gelmiştir. Şeytanlar da bundan istifade etmeye kalkışırlar. Bütün bu
fenalıklara sebep olan ribâcıları, korkunç bir cinnetin sarsıntısı sarar da
bütün gerçekleri hayal, bütün emelleri altüst olur. Bu sara onlara da dedikleri
zaman zihinlerine gizlenen cinnet eserinin bir anlamda dışa vurması demek
olacaktır ki, küçük veya orta kıyamette olmasa da büyük kıyamet mutlaka bu
cezayı göreceklerdir. İnançlarını düzeltip tevbe etmedikçe bu kötü sondan
kurtuluş yoktur. Kur'ân'ın belağatı, ne kadar hayret verici bir şeydir ki, bir
tahsis ve hasr edatı altında bir teşbîh-i ma'kûs ifade eden veciz cümlesi
içinde bu kadar çok mânâyı özetlemiş ve halkın ihtiyacını karşılamış, iyilik ve
takva yolunda yardımlaşmak için kapsamlı ve meşru olan bütün değişim usullerini
ve ticarî ilişkileri ribânın tekeline vermek ve bununla ilgili olarak bütün
hukukî ve sosyal düzeni, normal mecrasından hayra ve halka hizmet hedefinden
çevirmek ve çalışanların, üretenlerin ve tüketenlerin emek ve işgücünü, şahsî
ihtiraslarına hizmetçi kılmak ve gerçekleri hayale dönüştürmek isteyen
ribâcıların bir nevi cinnet anlamı taşıyan bütün ruh hallerini
gösterivermiştir.
Evet ribâcılar demekte ve bu kanaatla hareket
etmektedirler, halbuki Allah, alışverişi helal, ribâyı haram kıldı. Bunlar
birbirine benzer şeyler değil, tamamen zıttırlar. İlâhî nassın hükmü böyle iken
aralarındaki fark nasıl olur da görmezlikten gelinir ve aksine ortaya konulan
bir batıl benzetme ile alışverişi ribâya veya ribâyı alışverişe kıyas etmeye
kalkılır. Bunları birbirine karıştırıp haramı helal, helali haram yapmaya
kimsenin hakkı yoktur. Allah, birbirinin zıddı olan yalan ile doğruyu, hayal
ile hakikatı nasıl ayırmış ve bu farklılığı kaldırmak yetkisini hiçbir kimseye
nasıl vermemiş ise gerçek ve sağlıklı bir değişim olan alışveriş ile yalan ve
vehim ürünü bir değişim olan ribânın birbirine zıt olduğunu ortadan kaldırmaya,
haramlığını ve helalliğini karıştırmaya kalkışmak da böyledir. Birbirinin zıddı
olan nur ile karanlığı birbirinin aynı saymak nasıl bir cinnet ise, ribâ ile
alışverişi benzer şeyler saymak da öyledir.
Akıl ve idrakleri olgunluğa ulaşmamış ve henüz
ilâhî irşad kendilerine ulaşmamış bulunanlar haydi neyse, fakat böyle açık
seçik rabbanî uyarıların gelişinden sonra da bu sevdadan vazgeçmeyip böyle
batıl duygu ve düşüncelerde ısrar edenlerin, ahiretteki halleri şeytan çarpmış
deli ve saralı gibi olmaz da ne olur? Bundan dolayı kendisine Rabbinden böyle
bir öğüt, bir nasihat ve uyarı gelip de derhal ribâcılıktan vazgeçen her kim
olursa olsun geçmişte kalan ribâ artık onun kendisinindir. O fesh olunmaz, geri
alınmaya da kalkışılmaz, hüküm öncesine şamil olmaz ve değildir. Ve onun hükmü
sırf Allah'a kalmıştır. Şimdiki halde ilâhî emri dinlediğinden dolayı, artık
ihlas ve nedamet derecesine göre, Allah ona ecir verir; geçmiştekileri de
dilerse bağışlar, dilerse bağışlamaz, onu ancak O bilir. Şu kadar var ki, tevbe
hakkındaki vaadine bakılırsa, o kulun affedilme ümidi fazladır. Her kim
dönerse, yani eskiye döner de yine ribâyı helal görmeye başlarsa işte onlar
ateş, yani cehennem ehli ve ashabıdırlar. Cehenneme gönderilirler ve orada
ebediyyen kalırlar.
Bu Kur'ân âyeti, ribânın niteliği ile kâr
gözeten alışverişin niteliğini öylesine kesin bir şekilde ayırmış ve ikisi
arasındaki farkı ve tezadı öylesine tesbit etmiştir ki, bu karşılıklı ayırım
kelimesindeki "elif lamı" ahd-ı haricîye hamledip, ribânın "kat
kat ve katmerli", yani mürekkep olan bir tek çeşidine aitmiş gibi
göstermeye imkan bırakmamıştır. Bundan dolayı "ribâ" kavramı ile "alışveriş"
kavramı iyice anlaşıldıktan sonra bunları birbirine karıştırmaya imkan yoktur.
Allah katında alışveriş, "alışveriş" olduğu için helal; ribâ da
"ribâ" olduğu için haramdır. Kendisine ribâ karıştırılarak yapılmış
olan alışverişlere gelince, bunların da temiz ile pisin karışmasından çıkacak
olan belli hükme bağlı olacağı bilinmektedir. Midesi temiz olanlar, bir damla
pislik karışmış olan suyu nasıl içemezlerse işte bu da öyledir. Nitekim bir
hadis-i şerife göre: "Haram ile helal birleşince haram öne geçer"
kuralı bunu bildirmektedir. Ribâ haram ve batıl olunca, ribâ ve benzeri
pislikler karışan alışveriş de fasit olur ki, bunun ayrıntıları ve açıklaması
fıkıh ilminin konusuna girer. Yukarıda görüldüğü üzere, şeriat açısından ribâ
kavramı oldukça genel bir kavramdır. Bunu mümkün olduğu kadar Hz. Peygamber'in
açıklamalarından anlamak ve ayrıntılarını onun hadislerinden çıkarmak gerekir.
Ancak geleneklerde ve dilde yaşayan ve bilinen bir ribâ örneği vardır ki, o da
nakit paralarda kendini gösteren faizdir ve bunun âyetteki ribâ kavramının
içinde yer aldığı her türlü şüpheden uzaktır. Âyetin bunun dışındakiler
hakkında genel ve mücmel şer'î anlamı ve delaleti, başlıcaları ismen zikredilen
ve yukarıda geçen meşhur "eşyayı sitte" (altı şey) hadisi ile ve bir
de "Nesîde de ribâ vardır." hadis-i şerifi ile tefsir edilmek
gerekirse de belli bir vadeye bağlı olarak verilen nakit borçtan dolayı alınan
meşhur faizin haram olduğu, bizzat âyetin kesin hükmünden çıkan bir sonuçtur.
Şu halde gerek âyette geçen uyarı ve gerek ribâcılara Allah'ın savaş ilan
ettiği şeklindeki tehditler topluca göz önüne getirildiği zaman, hiçbir müminin
şüphe etmemesi gerekir ki, toplum düzeninin iyiliğini ve mutluluğunu gözetecek
yerde onu gözardı edenler, Kur'ân'ın bu kesin açıklamalarına rağmen ribâ için
cevaz yolları aramaya kalkışırlarsa, bunda toplum için, toplumun geleceği için
büyük faydaların değil, büyük zararların ve tehlikelerin mevcut olduğunu hesaba
katmamış olurlar. Çünkü ribâda toplum için büyük zarar vardır. Ancak konuya
kişisel açıdan yaklaşıldığı zaman, herhangi bir ferdin toplumdaki gidişatı tek
başına durdurmaya veya o gidişatın yönünü değiştirmeye gücü yeteceği iddia
edilemiyeceğinden bazı hallerde ve bazı kimseler için bunun "Kim
başkasının elindekine saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın mecbur kalır da
yerse..." (Bakara, 2/173) âyetinin hükmüne göre, zaruret halinde ölmüş
hayvanın etinden yeme cinsinden bir hükme tabi olabileceği söz konusu olmuş ve
bunun için bir vakitler yetim, dul ve kimsesizler için ve onlara benzeyen sakat
ve yatalaklar gibi muztar durumda bulunanlar için, "hîleyi şer'iyye"
adı verilen "devir" usûlüne göre çare bulunduğu sanılmış idi ki, bu
da herhangi bir sû-i istimal ve kötü niyet söz konusu olmaksızın, denilebilir
ki, özden ziyade bir şekil işidir. Böyle bir zaruret durumuna düşmek kimse için
temenni edilecek bir şey değildir. Ancak şu da çok iyi bilinmelidir ki, ribâ
hastalığı, ferdî bir dert olmaktan çok sosyal bir dert, toplumsal bir
hastalıktır. Bundan dolayı sosyal yardımlaşma ve dayanışması pek kısır olan
gelişmemiş toplumlarda hızla yayılır ve toplumu etkisi altına alır. Gelişmeye
doğru güvenli adımlarla yürüyen toplumlarda bunun tam tersi meydana gelir ki,
İslâmiyetin başlangıcında Muhammedî feyiz sayesinde yirmi sene içinde bu
gelişme meydana gelmiş ve kısa zamanda ribâ belası toplumdan silinip atılmıştır
ve ribâsız bir ticaret uygulanmıştır.
Tefsir âlimleri, ribânın haram kılınmasının
sebeplerini aşağıda görüldüğü üzere tek tek zikretmişlerdir:
1- Yukarıda daha öncede anlatıldığı üzere
ribâ, insanın malını karşılıksız olarak almaktır. Yüz lirayı, yüzbir liraya
peşin ya da veresiye satmak, bütün çıplaklığıyla açıktır ki, o bir lira fazlayı
karşılıksız almaktır. İnsanın malı da kendi ihtiyacıyla ilgili olduğundan bunun
gasbedilmesi haramdır. Nitekim Hz. Peygamber "İnsanın malının hürmeti,
yani haramlığı, kanın hürmeti gibidir" buyurmuştur. Bundan dolayı insanın
malını karşılıksız olarak almak haram olmak gerekir. Acaba o yüz lira
sermayenin bir müddet zimmette beklemesi, o bir lira fazlanın karşılığı değil
midir? Bir de bugün peşin olarak on kuruşa satılacak bir şeyi, bir ay sonra
veresiye olarak onbir kuruşa satmak da caiz olmuyor mu? Hayır. Verilen o bir
lira gerçek ve sağlam bir liradır. Yüz liranın zimmette durması ise vehim ve
nazarî, dolayısıyla itibarî bir duruştur ki, bu duruş bir menfaat olabileceği
gibi, aynı zamanda bir zarar olabilir.
Hatta bundan dolayıdır ki, ribâ yalnızca
insanın malını karşılık almakla kalmayıp, karşılık adını vermek gibi bir
ahlâksızlığı ve bir çeşit sahtekârlığı da içermektedir. Buna karşı gösterilen
karşılıklı rızanın bir tarafı hakikatte rıza değil, bir hoşnutsuzluktur. Bundan
dolayı bir lirasını doğrudan doğruya hibe veya sadaka olarak veren kimse ile
faiz olarak veren kimsenin kalbindeki duygularda ne büyük farklılık vardır.
Birisi en yüksek haz ve zevke erişmiş bir kalb olarak gayet ferah ve sevinçli
olurken, diğeri malını çarptırmış bir zavallı durumunda ve acılar içindedir.
Alışverişteki peşin ve veresiye farkına gelince, eğer alınan verilen her iki
bedel bir cinsten değilseler, bunlar herhangi bir sözleşmede birbirleriyle
karşılaştırıldıkları ve yalnızca birbirleriyle ölçüldükleri zaman aralarındaki
üstünlük farkının ortaya çıkmasına imkan yoktur. O üstünlük farkı bu değişimde
değil, sözleşmenin dışında kalan üçüncü bir değer ölçüsünün yardımıyla ortaya
çıkabilir. Bunun için yalnızca bir satış sözleşmesi hiçbir zaman kârlılık ifade
etmez. Satışta kâr, işte o üçüncü şey üzerine yapılan sözleşmenin bir
sonucudur. Tüccar da böyle sürekli sözleşmelerle iştigal eden kimsedir. Mesela,
on kuruş şu anda ve şu sözleşmede bir okka buğdaya tam karşılık olabildiği
gibi, başka bir günde ve başka bir alışveriş sözleşmesinde on okka buğdaya
karşılık olabilir. Ve kuruş ile buğday arasında cinslerinin ve faydalarının
değişmemesinden dolayı her iki taraf, yani alan ve satan taraflar, her zaman
için seve seve hakiki bir değişme yapabilir. Ve hiçbiri kendi amacına göre
birşey kaybetmiş olmaz. Bu durum, taraflardan birine bir kâr ve fayda
sağlamışsa; söz konusu o kâr, sırf bu satış sözleşmesinden doğmamıştır, bu
sözleşmeyle daha önceki bir satış sözleşmesinin arasındaki farktan doğmuştur.
Yani on okka buğdayı on kuruşa satan adam, ihtimal ki, daha önce onu beş
kuruştan almıştır. Aksine bir okka buğdayı on kuruşa satan da daha önce yirmi
kuruşa almış olabilir. Alışveriş yoluyla ticarî işlerde görülen kâr ve zarar da
hep böyledir. Yoksa değiştirilen çeşitli mallar arasındaki bir tek değişim
doğrudan doğruya söz konusu olduğunda tek başına ne kâr, ne de zarar
düşünülemez; ancak birbirine denk olup olmadığı düşünülebilir. İşin içyüzü de
böyledir. Diğer sebepler ve araya giren bozucu unsurlar önlenirse alışverişin
niteliği böyledir. Ancak bu alışveriş, buğdayın buğdayla, altının altınla
değiştirilmesi gibi aynı cinsten olan şeylerde ise o zaman her birinin miktarı,
öbürünün ölçüsü olacağından; bunlar gerek peşin, gerek veresiye olsun
aralarındaki fazlalık, bir okka un ile iki okka unun, yine bunun gibi bir lira
ile iki liranın değişiminde olduğu gibi, derhal kendini belli eder ve göze
batar. Bunun için bunlar eşit bile olsalar biri bir gün sonra verilmiş olunca,
bir günlük gecikme veya öncelik bir fazlalık teşkil eder ve bu artık alışveriş
olmaz sırf faiz olur. Zaten borç verme de böyle olduğundan dolayı ribâdır.
Bundan dolayı ribâyı buna benzeterek tahlil etmek bir gasptır, bir müsaderedir.
Bunun içindir ki, meşhur "eşyayı sitte" hadisiyle bu mânâ, örfteki
ribâ kavramına ek olarak ayrıca açıklanmış bulunmaktadır.
2- Ribâ insanları cidden çalışıp kazanmak ve
üretim ile meşgul olmaktan uzak tutar. Çünkü herhangi bir sûretle beş on kuruş
para sahibi olmuş bulunan bir kimse faizcilikle parasını peşin veya veresiye
arttırmak imkanını bulunca artık geçimini kazanmak için az veya çok kolay bir
yol elde etmiş olur. Ve o zaman zahmetli olan ticaret veya sanatlarla çalışıp
kazanmak zorluğuna ve sıkıntısına dayanamamaya başlar. Bu durum, yüksek üretim
yapmaya kabiliyetli birçok kimsenin çalışmalarından iş dünyasının mahrum
kalmasına ve bundan dolayı da halkın genel çıkarlarının kesilmesine sebep olur.
Halbuki dünya ve toplum düzeni ticaretler, üretimler, sanatlar ve bayındırlık
faaliyetleri ile gerçek boyutunu kazanır. Yüksek çalışmanın, yüksek
sermayelerin dahi yakından ilgili olduğu bu açıdan bakılınca sermayeyi
arttırmak için ribânın da bu anlamda kamu yararına hizmet edebileceği iddia
olunamaz. Çünkü bu arttırma, yalnızca ribâdan beklenecek olursa emek ve
çalışmaya hiç önem verilmemiş ve iltifat edilmemiş olur. Halbuki bayındırlık ve
kamu yararı paraya, bir araç olarak bağlı gibi görünüyor ise de, emek ve
çalışmaya bizzat geçerli bir sebep olarak dayalıdır. Bundan dolayı sermaye
sahiplerinin nakitleriyle birlikte kendi emek ve çalışmaları da üretime
eklendiği takdirde meydana çıkacak sonuç ile, bunların emek ve çabalarını
kısmen de olsa ribâya terketmeleriyle diğer çalışanların ve üretenlerin ortaya
koyduklarını tüketmekten doğacak sonuçlar arasındaki fark pek büyüktür. Eğer
ticaret ve iş dünyasında ribâ sayesinde iktidar ve güçlerini sürdüren sermaye
sahiplerinin faizcilikleri ellerinden alındığı zaman bunların ticaretteki kıymetlerinin
kalmayacağı düşünülüyorsa, o zaman da bunların zaten faydalı ve kıymetli bir
kesim olmadıklarının ve işe yaramadıklarının kabul edilmesi ve bu yüksek
sermayeleri ellerinde hapsetmeye haklarının olmaması lazım gelir. Yok eğer bu
sermaye sahipleri cidden ticarî gücü yerinde ve kabiliyetli kimseler ise o
zaman da ribâcılık, bunların gerçek değerlerini engellediği ve mesaîlerinden
ticaret dünyasını mahrum bıraktığı için, onlara ve kamuya zarar veriyor
demektir.
3- Ribâcılık insanlar arasında ihtiyaca göre
"karz-ı hasen" suretiyle iyilik ve yardımlaşmanın kesilmesine sebep
olur. Çünkü ribâ haram ve yasaklanmış olunca, insanların yüz yüze gelip
birbirlerine faizsiz borç vermesi; onların hem hoşuna gider, hem de bu durum
ahlâk ve sosyal güvenin gelişmesine, yaygınlaşmasına ve neticede de sosyal
düzenin sağlamlaşmasına sebep olur. Herkes ihtiyacı ölçüsünde tüketmeye,
tükettiği ölçüde ödemeye mecbur olacağından borcunu ödemede titiz davranır,
vaktinde ödemeye daha çok gayret gösterir ve borcuna dört elle sarılır. Şüphe
yok ki, on yerine onbir ödemeye mecbur olanlar arasında batan borçların çoğu
batmaktan kurtulmuş olur. Ribânın yürürlükte olduğu yerlerde muhtaç olanların
ihtiyacı bir lira yerine iki lira borçlanmaya sebep olabilir. Bu imkanı bulan
para sahipleri de bunu vesile yaparak "karz-ı hasen"den vazgeçmeye
başlarlar. Bu şekilde halk arasında iyilik, ihsan, yardımlaşma ve dayanışma
duyguları silinmeye; yerine hırs, kin, öfke ve saldırganlık fikirleri yayılmaya
yüz tutar. Bu da toplumun felakete sürüklenmesi demek olur.
4- Ribâyı caiz kabul etmek, zenginlere fakir
fukaradan fazla bir mal çekmek imkanını bağışlamak demektir ki, bu da Rahmân ve
Rahîm olan Allah'ın rahmetine aykırı düşer. Bu sayılan birkaç sebep bile; ribânın
infaka, hayır denilen kamu yararına ters düştüğünü açıkça göstermeye yeter.
5- Bunların her biri ribânın çirkin ve kötü
bir şey olduğunu ifade eden zararlarını göstermekle beraber, Allah katındaki
haramlığının hikmetini tam anlamıyla anlatmaya yine de yetmez. İhtimal ki
ribânın bilinmeyen daha birçok kötü yönleri vardır. Ribânın haram oluşunun asıl
sebebi bunun ilâhî nass ile sabit olmasıdır. Ve bütün mükellefiyetlerin ve
yasakların sebepleri ve hikmetleri, mükellef olan halk tarafından bilinmeleri
de gerekli değildir. Binaenaleyh biz, sebep ve hikmeti bilemesek bile, ribânın
kesinlikle haram olduğunu tanımamız gerekir.
276-Sonuç olarak ribâ, bir çok yönüyle hakkı
ve hukuku rayından çıkarmaktır. Bunda aracı amaç, amacı da araç zannettiren bir
göz boyama; bir şeyi kendisiyle hem mukayese etmek, hem de kendine intibak ve
eşitliğini ortadan kaldırmaya çalışmak gibi bir çelişki bulunmaktadır. On lira,
on lira ile hem ölçülmek, hem de onbir lira yerine konulmak gibi hak ve
hakikatın zıddına bir çelişki vardır. Bunun için ribâ, gerçekte hakka değer
vermek ve hayat hakkı tanımak istemeyen ve nihayet kendi çıkar ve isteklerini
hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen kısır görüşlü kimselerin
şiarıdır. Bunun için ribâya taraftar olanlar, daima hukukî mevzuatı, Hakk'ın
ölçüsüyle ölçmeyip beşeriyetin kanunlarını, hakkın ve gerçeğin yegane ölçüsü
sanan ve her şeyi kendi kişisel çıkarları açısından görenler arasında bulunur.
Cenab-ı Allah da ribânın, insanların koyduğu kurallarla değil, ilâhî hükümlere
dayalı olarak haram olduğunu ve bundan dolayı bunu helal sayanların saradan
kurtulamıyarak en sonunda cehennemi boylayacaklarını ve yalnızca tevbe edip
bundan vazgeçenlerin kurtulma ümitleri olduğunu beyan buyurmuştur. Artık bu
kadar büyük bir zarar olan ribâyı bir kâr, bir kazanç sanıp da arkasından
koşmamalıdır. Sonra ribâcıların zannettiği gibi, ribâ malı arttırır da
sadakalar eksiltir değildir. Tam tersine, Allah, malı arttırır sanılan ribâyı
derece derece eksilte eksilte nihayet mahveder. Ribâ içinde ayın on dördü gibi
parlak görünen servetleri, hilal gibi küçülte küçülte nihayet gözle görünmez
hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan sadakaları
"irba" eder, yani gitgide büyütür ve çoğaltır, nemalandırır. Ribâ,
mal üretecek hayatları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet sermayelerin de
batmasına sebep olur. Halbuki sadakalar ecir, hayat ve bereket olur. Ve Cenab-ı
Allah, haramı helal tanımakta ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimselerin hiç
birini sevmez. O tevbe edenleri sever, onlardan razı olur. Ribâ ise pek
kâfirane ve pek günahkârane bir iştir.
277-Buna karşılık iman edip iyi işler, salih
ameller yapan ve özellikle namazlarını doğru dürüst kılıp zekatlarını veren
kimseler yok mu? Her zaman bunların Rableri katında ecirleri vardır. Bunlara gelecek
bir korku yok, bir kayıptan dolayı mahzun olacak da değiller.
278- Ey iman ehli Allah'dan korkun, O'nun
azabından korunun! "Geçmişte yaptıkları kendisine aittir" âyetinin
hükmüne göre, geçmişte kalan ribânın sahibinin zimmetinde bulunduğundan gaflet
etmeyin. Henüz alınmamış, elde edilmemiş ve kalmış olan ribâdan geriye
kalanları bırakın, terkedin. Eğer siz gerçekten mümin iseniz, böyle yaparsınız.
Zira imanda olgunlaşmak, gereğini yerine getirmeyi gerektirir.
279- Şayet yapmazsanız, yani Allah'dan korkmaz,
ribânın haram olduğuna inanmaz veya inanır da yine terketmezseniz Allah ve
Resulü tarafından bir harbe maruz kalacağınızı bilmiş olasınız. Yahut kırâetine
göre, Allah ve Resulü tarafından kendinize harb ilan ediniz.
Burada ribâyı terketmeyenleri, gerek ribâ
helaldir inancına dönmüş mürted veya ahdini bozmuş kâfir olsun, gerekse haram
olduğuna inandığı halde o inançla amel etmeyip ribâya devam eden fasık mümin
olsun; her ikisine de Allah Teâlâ, savaş ilan etmeyi emretmiştir. Çünkü bunlar,
zekatı inkar eden veya inandığı halde vermemekte direnenler gibi, ya mürted
veya bâğî ve âsîdirler. Dışardaki kâfirlere her zaman için savaş açmak zaruri
ve gerekli olmadığı halde, bunlara savaş açmak kayıtsız şartsız vacip
kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan sakınmak, İslâm tabiiyetinde bulunanların
hepsine farzı ayn bir ferdî görev olduktan başka, genelde ribâ işlemlerini
kaldırmak da mühim bir ictimaî farizadır. Çünkü ribâ öyle bir sosyal hastalık
ve öyle bir toplumsal fitnedir ki, toplumda sürüp gittiği müddetçe tek tek
kişilerin ondan kaçınmaları çok zor, belki de imkansız olur. Gerçi küfür
diyarında bulunan bir müslümandan, müslim ile gayri müslim arasındaki ribânın
haramlığı sakıt olacağı Hanefî mezhebinde açıkça ortaya konmuştur. Bilhassa bu
hikmetten dolayı olsa gerek ki, Asr-ı Saadet'te müslüman ümmeti kemal
derecesini bulup da savaş edebilme güç ve kabiliyetini kazanmadıkça ribânın
haram oluşu ilan edilmemiştir. Bundan dolayı İslâm devleti, ribâ işlemleri
yapan kişileri uyarır ve terbiye eder. Bunlar fert veya cemaat halinde devlete
karşı koyarlarsa o zaman onlara savaş ilan etmek bütün müslümanların dinî
görevleri gereğidir. Bununla beraber bugünkü müslümanlar bu vazifelerini
unutmuş ve bunun uygulanması hususunda sosyal güçlerini yitirmiş, bir
kararsızlık ve karışıklık içine düşmüş bulunduklarından pratik hayatta ribâdan
kaçmak sırf ferdî bir görev gibi kalmış; ribânın toplum hayatında revaç bulmuş
olması da ona karşı koymak isteyenlerin durumunu güçleştirmiştir. Kur'ân böyle
ribâyı terketmeyenlerin Allah tarafından savaş ilanını hakkettiklerini
anlatıyor ki, Kur'ân dilinde "Allah ve Resulü'nün harbi" deyimi,
bazen gerçekten savaş anlamında, bazen de günahın büyüklüğünü ve zararını
tasvir için uyarı makamında mecaz olarak kullanılır. Ve burada her iki tefsirle
ilgili olarak görüşler öne sürülmüştür. Demek ki biri olmazsa, diğeri muhakkak
olacaktır. Faiz yiyen veya yedirenler maddî veya manevi anlamda ilâhî savaştan
kurtulamıyacaktır. Bunun için bir hadis-i şerifte "Allah, ribâ yiyeni de,
yedireni de lânetlemiştir." veya lânet etsin, buyurulmuştur.
Bu böyledir. Ve eğer siz ribânın haram
olduğuna inanır, ribâya tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ana
paralarınızın hepsini alırsınız, o şekilde ki, zulüm etmezsiniz, zulüm de
edilmezsiniz, yani ne fazla alırsınız, ne de eksik alırsınız. Fakat tevbe
etmezseniz, dinden çıkmanızdan veya zulmünüzden dolayı ilâhî harbe muhatap
olmakla her türlü zarara uğrar, ana paralarınızı ve hatta bütün mallarınızı
bile kaybedebilirsiniz ve kendinize yazık etmiş olursunuz. 'dan buraya kadar bu
âyetin, müslüman olup da daha önce yaptıkları ribâ işlerinden henüz
alamadıkları alacakları kalmış olan bir takım kimseler hakkında nazil olduğu
anlaşılıyor. Daha özel anlamda olmak üzere ve aşağıda açıklanacağı şekilde daha
başka birkaç nüzul sebebi de rivayet edilmektedir:
Mukatil'in rivayetine göre, Taif'deki Sakif
kabilesinden Amroğulları denilen oymaktan Mes'ud, Abdi Yaley, Habib ve Rabi'a
adlarındaki dört kardeş hakkında nazil olmuştur ki, bunlar Mekke'de Beni
Mahzûm'dan Beni Muğire'ye faizle borç verirlerdi. Hz. Peygamber Taif'i
fethettiği zaman bu kardeşler müslüman olmuşlar, sonra Beni Muğire'deki
alacaklarının faizlerini istemişlerdi. Beni Muğire de müslüman olmuş ve İslâm'a
rağmen faiz vermek istememişlerdi. Fetih'ten sonra Mekke valisi olan Attab ibni
Üseyd'e müracaat olundu ve bir rivayete göre, Sakif'in Hz. Peygamber'le Taif
antlaşmasında hak üzerinde ribâdan olan gerek alacak ve gerekse vereceklerinin
mevzu', yani metruk ve sakıt olduğuna ilişkin hüküm de yer almaktaydı. Attab ibni
Üseyd (r.a.) Hz. Peygamber'e yazdı, o zaman işte bu âyet nazil oldu. Bundan
dolayı Hz. Peygamber, cevap olarak bu âyeti yazdı ve altına da şu notu ekledi:
"Onlar buna razı olurlarsa ne âla, yoksa onlara savaş ilan et!" Ata
ile İkrime'nin verdiği bilgilere göre, Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile damadı
Osman b. Affan (r.a.) ortak olarak hurma bahçesi kiralamışlar, yani vakti
gelince hurmaları toplamak üzere peşin para vererek selem yoluyla bir alışveriş
sözleşmesi yapmışlardı. Toplama vakti gelince, hurmanın bir kısmını toplayıp
kaldırmışlar, geriye kalanını da faiz karşılığı olarak toplamak istemişlerdi.
Bu da faizin karşılığı demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Süddî'nin
rivayetine göre, Hz. Abbas ile Hz. Halid bin Velid, cahiliyet devrinde ortak
olarak faizcilik yapıyorlardı. İslâm'a girdikleri zaman eskiden kalma pek çok
faiz alacakları vardı. Bu âyet bunlar hakkında nazil oldu.
Hadis kitaplarında sahih rivayetlerle yer
almış bulunan bilgilere göre, Abdullah b. Ömer ile Cabir (r.a.), bizzat Hz.
Peygamber'den şöyle rivayet etmişlerdir ki; Resulullah, Vedâ Haccı günü
Mekke'de, yani Cabir'in açıkça bildirmesiyle Arafat'taki meşhur hutbesinde
"Cahiliyyet devrindeki ribâların hepsi batıl ve sakıttır. İlk iptal
edeceğim ribâ da Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın ribâsıdır" buyurmuş idi.
Mekke ve Taif'in fetihleri hicretin sekizinci senesinde, Veda Haccı ise onuncu
senesinde olmuş ve hacdan birkaç ay sonra da Hz. Peygamgamber vefat etmişti.
Bundan anlaşılmaktadır ki, bu ribâ âyetinin
ilk uygulaması bu hutbede ilan buyurulmuş ve âyetin hükmüne göre; o güne kadar
alınmış olan ribâlara dokunulmamış ve alınmamış olanlar da iptal edilmiştir.
Bundan dolayı Hz. Abbas'ın faiz alacakları âyetin özellikle nüzul sebebi
değilse bile genel olarak âyetin hükmünün ilk uygulandığı alacaklar olmuştur.
Bu âyet, sonradan müslüman olan kâfirlere uygulanacak hüküm hakkında da büyük
bir temel olmuştur. Bu gibi kimselerin müslüman olmadan önceki zamanlarında,
İslâm dininin hükümlerine aykırı ve fakat kendi aralarında muteber ve geçerli
olmak üzere yapmış oldukları işlemler temelden fesih ve iptal edilmez; lakin
İslâm'a girdikten sonra ortaya çıkan sonuçları, İslâm'ın hükümlerine göre
çözüme kavuşturulur. Mesela, kendi aralarında caiz ve fakat İslâm'a göre caiz
olmayan bir nikah yapmış bulunsalar, bu nikah geçerlidir, fakat İslâmiyete
aykırı düşüyorsa onda devam olunamaz. Kâfir iken süt kardeşiyle nikahlanmış ve
onunla yatmış ise, bu nikah eskiye göre muteber ve geçerlidir. Verilen mehir
geri alınmaz. Fakat İslâm'a girdikten sonra onda devam olunamaz. Boşanmaları
gerekir. Mehir verilmemiş ise mehr-i misil ödettirilir. İşte ibaresi yalnızca
ribayı ilgilendiriyor gibi görülen bu âyet, kapsamı ve delaleti bakımından
birçok işlemlere ait hükümleri de içine almaktadır. Bunun gibi, Veda Haccı
Hutbesi de birçok hükme temel teşkil eder. Bu cümleden olmak üzere, bu şuna da
delalet ediyor ki; dar-ı harpte yapılmış olan sözleşmeler, aslında İslâm'a göre
fasit yapılmış olsalar bile, fetihten sonra onlar temelden feshedilmez. Zira
biliniyor ki, âyetin nüzulü ile Mekke'de tahsil edilmemiş ribâların iptalini
fiilen ilan eden bu hutbe arasında, Mekke fethinden önceye ait akitlerin
uzantısı olarak devam edip gelen birtakım ribâ sözleşmeleri vardı. Demek ki,
bir dar-ı harpte müslümanlarla diğerleri arasında yapılmış olan sözleşmeler,
orayı müslümanların fethinden sonra bile esasından feshedilmez. Alınmış olanlar
iade olunmaz. İşte bu ribâ konusunda görüldüğü gibi, fasit kısım, yani İslâm
hükümlerine uygun olmayan kısım devam da ettirilmez. Yani fethin hükmü, daha
öncesine şamil olmaz, ancak sonrasına dönük olur. Bu açıklamalardan şu
sonuçları alabiliriz: Evvela şunu belirtmek gerekir ki, bu âyetin inişi, sadece
Veda Haccı'ndan değil, Mekke fethinden de önce imiş. Ayrıca ribâ için, onu
inkar edene veya haram olduğunu kabul ettiği halde ribâ işine devam edene savaş
açmanın faraz olması dâr-ı harpte değil, dâr-ı İslâm içinde ve Müslümanlığı
kabul etmiş olanlar için geçerli olan bir hükümdür. Müslümanların vazifesi,
dâr-ı harbde bulunan kâfirlere, ribâdan vazgeçmeleri için savaş ilan etmek
değil, kendi ülkelerini müslim veya gayri müslim, kim olursa olsun ribâ
fitnesine uğratacak olanlardan korumaktır. Bunun için "Ey müminler
Allah'dan korkun!" diye hitap buyurulmuş, "Ey insanlar" diye
buyurulmamıştır. Müminlerin hükümranlığı ve vilâyeti de dâr-ı İslâm'a aittir.
Dâr-ı harb için geçerli değildir. Bu mânâdan dolayıdır ki, Hz. Peygamber, İslâm
uyruğunda bulunmayanlara ribâyı terk etmeleri gerektiğini teklif etmediği
halde, İslâm'ın zimmetini kabul eden Necran Hıristiyanları'na ribâ yememek ve
ribâ yedikleri takdirde zimmetin sağladığı haklardan mahrum olacaklarını
bildirmek üzere onlara söz vermiş ve onlara, "Ya ribâyı terkedersiniz veya
Allah ve Resulünden harb açılacağını bilmiş olunuz." diye yazarak bu âyetin
içerdiği hükmü tebliğ etmiştir. Zira dâr-ı İslâm'da zimmet ehlinin sözleşmesi,
hukuk açısından müslümanların imanı yerindedir. Ve zimmet ehli, ibadet ile
yükümlü değil, fakat muamelat ile yükümlüdür.
Velhasıl dâr-ı İslâm'da ribâ işlemleri
yapanlar, gerek dini inkârlarından ve dinden çıkmak niyetiyle yapsınlar,
gerekse sırf günah ve isyan niyetiyle yapsınlar, her iki şekilde de Allah'ın ve
Resulünün harbine muhatap olmuş olurlar. Fakat tevbe edenlerin de ana paraları,
eksik ve fazla olmadan aynen korunur. Şu kadar ki, bunun hemen ödenip
ödenmiyeceği de borçlunun kolay ödeme şartına bağlıdır.
280- Ve
eğer borçlu züğürt durumda ise o halde ödemeye ilişkin hüküm, çaresiz olarak
onun kolay ödeyebileceği zamanı beklemeyi gerektirmektedir. Borçluya,
ödeyebilecek duruma gelinceye kadar süre tanımak gerekir. Ve bu gibi borcunu
ödeyemiyecek borçlulara alacağınızı sadaka edip bağışlamanız, sizin için onlara
süre tanımaktan daha hayırlıdır. O parayı bağışlamanın sevabı daha çoktur. Eğer
bilirseniz böyle yaparsınız. Bu âyetin hükmü, delaleti ve kapsamı açısından her
çeşit borç için geçerlidir. Hükmü bütün borçlara şamildir. Bu husus da
borçlanmayla ilgili hükümler arasında temel hükümlerden biridir. Bundan
dolayıdır ki, borçlunun gerçekten sıkıntı içinde olduğu kesin olarak ortaya
çıkarsa hapsine hüküm verilmez, hapsedilmez. Borçlu olan fakirlere borçtan
kurtulmaları için yardım etmek ve alacağını ona olduğu gibi bağışlamak da büyük
bir hayır teşkil eder.
281-Ey iman ehli! Bunları yapınız ve öyle bir
günden korkunuz ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz, yahut döneceksiniz. Sonra
herkese kazandığı aynen ödenecek. Ve onlar zulüm görmüş de olmayacaklar. Onlar
kıyamette ebedî cezaya ve azaba uğrasalar da asla zulüm görmüş olmayacaklar,
çünkü kendi kazançları neyse onu almış olacaklar.
Abdullah b. Abbas hazretlerinden rivayet
ediliyor ki, bu âyet Kur'ân-ı Kerîm'in en son nazil olan âyetidir. Şöyle ki:
Hz. Peygamber, hac farizasını ifa ettiği zaman "kelâle" âyeti, yani
"Sana soruyorlar, de ki, Allah size kelâle hakkında hüküm
bildiriyor..." (Nisa, 4/176) âyeti nazil olmuştu. Sonra Arafat'ta vakfede
iken "İşte bugün size dininizi ikmal ettim..." (Maide, 5/3) âyeti
nazil oldu. Sonra da işte bu âyeti nazil oldu. Ve Cebrail Aleyhisselâm "Ya
Muhammed! Bunu Bakara'dan ikiyüz sekseninci âyetin başına koy." dedi. Ve
bu âyetten sonra Resulullah seksenbir gün yaşadı ki, yirmi yirmibir gün veya
yedi gün, yahut sadece üç saat yaşadığı da söylenmiştir.
İyi veya kötü amellere ileride verilecek ecir
veya ceza, sahiplerinin kendi kazancı olmak üzere Allah katında defterlerine
geçirilecek bir karşılık, bir yükümlülük derecesinde bulunduğundan son nazil
olan bu âyetin, ölümü veya kıyamet gününü ihtar ederek nazil olması çok anlamlıdır.
Ayrıca özellikle ribâ konusunu izleyerek borçlanmayla ilgili hükümlerin
arasında yer almış olması da çok açık seçik ve anlamlı bir uyarıdır.
İnfak ile ilgili hükümler, kazanç yollarından
olan alışveriş ve ribâyla ilgili hükümlere, bu da borçlanmayla ilgili hükümlere
müncer olmuştur. Borç ise her şeyden önce yükümlülük ve zimmet denilen insan
haysiyeti ile ayakta duran bir özellik olduğundan, Cenab-ı Hak, bunu bizzat
kendi ezelî misakı altına alarak ve nihayet en büyük müeyyidesi (yaptırımı)
olan dindarlık ve takva duygusuna bağlamış ve fakat takva duygusunun helal
kazanca engel olacak olumsuz bir yöne sapmaması için bundan sonra genel olarak
borçlanmaların yazılı belgelere bağlanmasını ve nasıl yazılması gerektiğini,
ikinci derecedeki ayrıntı sayılabilecek açık belgelerini ve diğer temel
hükümlerini beyan ederek buyurmuştur ki:
Meâl-i Şerifi
282- Ey iman edenler! Belli bir vade ile
karşılıklı borç alış verişinde bulunduğunuz vakit onu yazın. Hem aranızda
doğruluğuyla tanınmış yazı bilen biri yazsın. Yazı bilen biri, Allah'ın,
kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da yazsın. Bir de hak kendi
üzerinde olan adam söyleyip yazdırsın ve herbiri yazarken Rabbi olan Allah'dan
korksun da haktan birşey eksiltmesin. Şayet borçlu bir bunak veya küçük bir çocuk
veya söyleyip yazdıramıyacak durumda biri ise velisi doğrusunu söyleyip
yazdırsın. Erkeklerinizden hazırda olan iki kişiyi şahit de yapın. Şayet iki
tane erkek hazırda yoksa, o zaman doğruluğuna güvendiğiniz şahitlerden bir
erkekle iki kadın ki, birisi unutunca, öbürü hatırlatsın, şahitler de
çağırıldıklarında kaçınmasınlar; siz yazanlar da az olmuş, çok olmuş, onu
vadesine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun olduğu
gibi; hem şahitlik için daha sağlam, hem şüpheye düşmemeniz için daha
elverişlidir. Meğer ki, aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret olsun, o
zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alım satım yaptığınız
vakit de yine şahit tutun. Ayrıca ne yazan, ne de şahitlik eden bir zarar
görmesin. Eğer onlara zarar verirseniz, o işte mutlaka size dokunacak bir günah
olur. Üstelik Allah'dan korkun. Allah size ayrıntılarıyla öğretiyor ve Allah
her şeyi bilir.
283- Şayet siz sefer üzere olur bir kâtip de
bulamazsanız, o vakit alınmış bir rehin belge yerine geçer. Yok eğer
birbirinize güveniyorsanız kendisine güvenilen adam Rabbi olan Allah'dan
korksun da üzerindeki emaneti ödesin. Bir de şahitliğinizi inkâr edip
gizlemeyin, onu kim inkâr ederse mutlaka onun kalbi vebal içindedir. Her ne
yaparsanız Allah onu bilir.
282-KIRÂET: Hamze kırâetinde
"hemze"nin kesriyle dir. İbnü Kesir, Ebu Amr ve Yakup kırâetlerinde
in sükûnu ve şeddesiz olarak okunur. Hamze kırâetinde de nın zammiyle dir.Î ise
Âsım kırâetinden başkasında ref' ile şeklinde okunur. kelimesi Ebu Ca'fer kırâetinde
şeddesiz; kelimesi İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde ve nın zammiyle elifsiz
okunur.
Bu birinci âyete (âyet 282) "Müdâyene
Âyeti" denilir ki, Kur'ân'daki en uzun âyet budur. Bir rivayete göre;
nüzul sebebi "selem" denilen alışverişlerdir. Yani peşin para ile
veresiye mal almak demek ise de her çeşit alışverişe ve borçlanmaya şamildir.
Ancak dil âlimleri demişlerdir ki, "karz" ile "deyn"
birbirinden farklı şeylerdir. Bundan dolayı bu âyetteki şartın, aslında karzı
içine almaması gerekir. Fıkıh açısından da karz başlangıçta emanet, sonuçta da
satış demektir. Onun ödenmesi belli bir süreye bağlı değildir.
"Ey iman edenler! Bir ecel-i müsemmaya,
yani gün, ay gibi belirlilik ifade eden ve bilinmezliği ortadan kaldıracak
şekilde belirlenmiş olan bir vakte kadar herhangi bir borç ile işlem yaptığınız
zaman o borcu yazınız. Allah ribâyı haram kıldı diye borç ile veresiye
muamelelerin hepsini haram kılmış sanılmamalıdır. Birbirinizle borç alıp
verebilirsiniz, fakat alışverişte borçların vadesi belli olmalı, bir de
yazılarak belgelenmelidir. Ve bunu iki taraftan birine meyil göstermeyecek,
eşit olarak her iki tarafın da haklarını olduğu gibi gözeterek yazabilecek
tarafsız ve âdil bir kâtip yazsın. Birbirinizin yokluğunda her biriniz kendi
kendine veya özel kâtibi ile kendi defterine ve yalnızca kendi hesabına
yazdırabilirse de bununla yetinilmesin. Kendisine yazması için başvurulan
hiçbir kâtip de yazmaktan imtina etmesin, çekinmesin. Allah'ın kendisine
öğrettiği gibi, yani senet ve belgelerdeki yazılış usûl ve geleneklerine uygun
olarak, yahut demin bildirildiği üzere adalet ve hakkaniyet çerçevesinde, yahut
kendisine ilâhî bir lütuf demek olan yazı bilmenin şükrü olarak hiçbir şekilde
yazmaktan çekinmesin de öylece yazsın. Borçları yazmak farzı kifayedir, yani
herhangi bir yazı bilen insana farzı kifayedir. Fakat bu işle görevlendirilmiş
biri olunca ona farzı ayn olur. Bundan dolayıdır ki, hükûmetin "Kâtib-i
vesâik", başka bir deyimle "Kâtib-i adl" denilen
"noter" tayin etmesi de görevleri arasındadır. Böyle kâtiplerin bir
müracaat olduğunda yazmaları onlara farzı ayndır. Ve üzerinde hak bulunan, yani
borçlu olan taraf söyleyip imlâ ettirsin. Çünkü yazılacak olan senedin
muhtevası onun ikrarı olacak, şahitler de onun aleyhine şahitlik edecekler. O
halde yazıya geçecek ifade ikrar sahibinin ifadesi şeklinde olmalıdır, senedi
borçlu olan taraf vermelidir.
İMLÂL:
İmlâ kelimesinin aslı veya eşanlamlısıdır, ezbere söyleyip yazdırmak demektir.
Bundan şu da anlaşılır ki, böyle bir borçlanmada borcun senede geçirilmesini
asıl borçlu olan taraf teklif etmeli, o yazdırmalıdır. Bunun için tamamen imlâ
etsin, yazdırsın ve imlâ ederken, yazdırırken kâtipten, vesaireden değil, rabbi
olan Allah'dan korksun da o haktan zerre kadar bir şey eksik etmesin,
ifadesinde hileye ve art düşünceye saparak veya araya bazı engelleyici ifadeler
katarak, borç olayının hâlde ve gelecek zaman içinde hukukî şeklini ve akışını
değiştirmesin. Şimdi üzerinde hak bulunan borçlu malını israf ve telef eden
cinsten kafası az çalışan bir sefih, yahut küçük çocuk veyahut bunak bir zayıf,
bir zavallı, yahut da dilsizlik, tutukluluk, bilgisizlik vesaire gibi herhangi
bir sebepten dolayı bizzat söyleyip yazdırmaya gücü yetmeyen bir kimse ise,
velisi, yani onun yerine, işine bakan kâhyası, veliyy-i umûru, vasîsi, vekili,
tercümanı, yahut veliyy-i deyni olan alacaklısı, adalet ve hakkaniyet
çerçevesinde imlâ ettirsin, o yazdırsın, yaptığınız borçları böyle yazınız.
Ayrıca siz müminlerin erkeklerinizden en az iki şahit getirip, gerektiğinde
buna şehadet etmelerini onlardan talep ediniz. yani "...erkeklerden"
buyurulmayıp, "erkeklerinizden" buyurulması, çocukların ve müminler
aleyhine gayri müslimlerin şehadetinin yeterli olmadığını anlatıyor. Yani sizin
erkeklerinizden, mümin erkeklerden olmayan erkeklerin, siz müminler aleyhindeki
şahitlikleri geçerli olmaz. Eğer iki erkek olmazsa, o zaman da bir erkekle iki
kadın şahit olsunlar, öyle ki, bunlar şahitliklerine razı olacağınız, sizce
adalet ve güvenilirlikleri belli şahitlerden bulunsunlar, yoksa gelişigüzel bir
erkekle iki kadının veya iki erkeğin şahitliği muteber ve geçerli olmaz. Başka
bir âyette "Sizden iki adaletli kimseyi şahit yapın" (Talak, 65/2)
buyurulduğu için âdil kimselerden olmaları da şarttır. Sonra bir erkek yerine
iki kadın olsun ki, birisi unutacağından, öbürü ona hatırlatsın, yahut Hamze
kırâetinde olduğu gibi, birisi unutur, şaşırırsa diğeri ona hatırlatır.
Görüldüğü gibi, şahitliğe ehliyet ve liyakatin şartlarından biri de hakkıyla
zabt ve hıfzetmek, yani akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ahlâk açısından
güvenilir olmayanların da şahitliği geçerli değildir, fakat akılda tutmak için
olayı başından sonuna kadar her an hafızasında tutmak, aklından çıkarmamak şart
değildir. Elverir ki, şahitlik edeceği sırada hakkiyle hatırlasın ve aklına
getirmiş bulunsun. Demek ki, bir olayı defterine yazan bunu bir süre sonra
unutsa da o deftere başvurduğu zaman zihninden iyice hatırlayabilirse şahitlik
edebilir. Kendi kendine içinden, "Ben buraya bir şeyler yazmışım, ama ne
olduğunu iyice hatırlayamıyorum." diyorsa şahitlik edemez. Şahitlerin
hatırlatmaya uyması da iyi olmaz, unutan şahit kendiliğinden
hatırlayabilmelidir. Şahit sayısının en az iki kişi olması da şüphe ve töhmeti,
iftirayı, yanlışlığı ve unutmayı bertaraf etmek, hata ihtimalini ortadan kaldırarak
zabtın ve adaletin kuvvetini açığa çıkarmak içindir. İşte genellikle göz önünde
bulundurulduğu zaman erkeklere nisbetle kadınlarda zabt denilen akılda tutma
gücü biraz eksiktir, unutma ihtimali daha fazladır. Böyle olmayanları
bulunabilirse de burada itibar kişiye değil cinsedir, cinsin de çoğunluğuna
göredir. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Evvela kadınlığın yaratılışında
duygusallık ağır basar, duygusallığın ağır bastığı kimseler de aşırı heyecan ve
etkilenme söz konusu olur, yani duygusallık etkilenmeyi gerektirir.
Etkilenmenin çokluğu ise unutma sebeplerindendir ve bir şeyi aklında iyi tutmak
sadece bir zeka ve hafıza meselesi de değildir. Pek çok zeki insan vardır ki
aşırı duygusallıktan, fazla etkilenmeden dolayı hafızasına güvenilmez. Ayrıca
kadında enfüsiyet (sübjektiflik) daha ilerdedir. Dış çevredeki olaylar onu ilk
anda ilgilendirir ve telaşa sevkeder. Doğrusu ticarî işlemler ve insanlar
arasındaki borçlanmalar gibi dışarıya ait olaylar ile ilgilenmek veya böyle
şeylerle meşgul edilmek kadınlık açısından arzu edilecek bir olgunluk değildir.
Bu gibi işler esas itibariyle erkeklerin işleri olmalıdır. Bundan dolayı
mükemmel bir kadın olmak üzere düşünüldüğü zaman, bu gibi dışarıya ait olayları
tek başına takip ederek şahitlik yapabilecek şekilde akılda tutmaktan ve
hafızasını böyle şeylere yormaktan uzak kalmak ve bu çeşit işlere doğrudan
itilmemek gerekir. Üçüncü bir husus olarak göz önünde bulundurulması icab eden
bir şey de şudur: Kadında haya ve utanma duygusu kuvvetlidir ve kuvvetli olması
gerekir. Onun bu değerli özelliği, en küçük bir uğraşmayla büyük ölçüde gücünü
kaybeder. Bunun için olayların kadına anlattıkları erkeğe anlattığından daha
azdır. Bu şartlar altında bir kadına şahitlik yükünü yükletmek, onu bir anlamda
zarara uğratmak ve tedirgin etmektir. Dördüncü olarak, kadının fıtratı ve kendi
cinsinin olgunluğu erkeğin zıddı olduğundan, erkekleşmek kadın için bir düşüş
ve dejenerasyon demektir. Bundan dolayıdır ki, kadınlaşmış ve hünsalaşmış
erkeklerin şahitlikleri geçerli ve muteber olmayacağı gibi, erkekleşmiş ve
yarıyarıya erkek gibi olmuş kadınların şahitliği de caiz değildir. Bunların her
ikisi de kendi nevinin özelliklerini kaybetmiş ve düşüş göstermişlerdir. Böyle
kalbi yumuşaklığa yönelik olanların şahitlikleri de hakkı tahrif etmek töhmetinden
uzak kalamaz. Şu halde yaratılış gerçeği kadının mükemmelliğiyle erkeğin
mükemmelliğini ayrı ayrı özelliklere bağlamış ve farklı kılmış olduğundan,
kadının dışarıda olup biten olaylara ait ilgisini ve onlara ait hafızasını
kısmen kapalı tutması, kendi kadınlığının ve kadınlığındaki mükemmelliğin bir
gereğidir. Bunun için şahitliğe konu olan olayı kadın erkekten daha fazla
unutabilir. Çünkü o gibi olaylar, onun ilgi alanı değildir. Lakin unuttuktan
sonra tekrar hakkiyle hatırlayabilirse yine de şahitlik etmesi mümkün olur.
Kadını doğrudan bu gibi olayları hatırda tutmaya mecbur etmek, ona karşı
haksızlık etmek olur. Bunun gibi icabında üzerine yüklenilen şahitlik yükünü
beşeriyet gereği olarak unuttuğu zaman da onu dışarıdan yapılan telkin ve uyarılarla
yeniden hatırlamaya zorlamak da yine ona haksızlık etmektir. Bundan dolayı bir
erkek karşılığında yalnızca bir tek kadına şahitlik yükünü yükletmek de gerçeğe
ve hakkaniyete uygun olmaz. Ancak bunlar iki kadın oldukları zaman birinin
unuttuğunu diğeri, diğerinin unuttuğunu öbürü unutmamış olabileceğinden, bunlar
şahitlik yapmadan önce dışarıdan hiçbir hatırlatmaya tabi olmadan ve muhtaç
bulunmadan birbirleriyle hasbihal ederek kendilerine karşılıklı hatırlatmalar
ile hafızalarında sakladıklarını kuvvetlendirip tesbit edebilirler ve bu
şekilde hem kendi haysiyetlerini, hem de hak adına yüklenmiş oldukları
şahitliği koruyabilirler. Şayet hiç unutmamış bulunurlarsa durumları daha da
kuvvetli olur. Şu halde bu hatırlatma ve uyarma mahkemede şahitliğin edası
sırasında olacak diye önceden anlaşıp ağız birliği etmemelidir. Çünkü bu hâl,
şahitliğin kabulüne engel olabilir. İşte bir taraftan kadının fıtratının ve
haklarının, bir taraftan insanların haklarının korunması ve yerine getirilmesi
açısından erkeklerin daha iyi bilgi sahibi olabileceği işlerde kadın şahit
yapılmamalıdır. Kadınlara şahitlik görevi yükletilmemelidir. Bu işlerde erkek
bulunmadığı ve kadına başvurmaya ihtiyaç duyulduğu takdirde de bir erkek yerine
bir kadına değil, iki kadına yükletilmelidir. Şu halde erkeklerin haberli
olmaları caiz olmayan hususlarda yalnızca kadınların bilgi vermesiyle ve hatta
yerine göre yalnızca bir kadının bilgi vermesiyle de amel etmek caiz olur.
Mesela kadınlar hamamında meydana gelmiş olan bir olayın şahidi ancak kadın
olabilir. Ve bir çocuğun annesinden doğması bir kabilenin, bir oymağın haber ve
şahitliği ile sabit olur.
Bir de şahitler ne vakit şahitlik etmeye
çağırılırlarsa çekinmesinler, şahitlik yapmamazlık etmesinler. Bundan dolayı
gerek tahammül gerek eda olsun şahitlik için davet edildiği zaman bu davete
icabet etmek farzı kifayedir. Hiç kimse gitmezse herkes günahkar olur. Giden
bulunur da maksat hasıl olursa diğerleri de günahtan kurtulur. Başkası bulunmaz
da belli kimselerin gitmesine ihtiyaç duyulursa, o vakit bunların şahitlik için
davete icabet etmeleri kendilerine farzı ayn olur. Bazı âlimler buradaki
"şahitlik yapmamazlık etmesinler" emrinin yalnızca tahammüle, bazı
âlimler de bunun tahammüle ve edaya bağlı olmaksızın her ikisine de ait olduğunu
açıklamış iseler de "Ahkâm-ı Kur'ân" da beyan olunduğu üzere, burada
hüküm mutlaktır. "davet olundukları zaman" ifadesi de genel
anlamlıdır.
Bu âyetin nüzul sebebinde Katade'den gelen bir
rivayet şöyledir: "Bir adam bu hususta oba oba dolaşır, ona kimse aldırmazdı,
sonra bu âyet nazil oldu." denilmektedir. Bundan dolayı eda farizası daha
mühim olmakla beraber, ihtiyaç gerekli kıldığında gerek tahammül ve gerekse eda
bakımından şahitlik farzı ayn olur. Kısacası siz işte böyle yapınız. İster
büyük olsun, ister küçük olsun o borcu veya onun ödeme gününü son süresine
varıncaya kadar yazmaktan usanmayınız. Az olsun, çok olsun yazınız ve vadesinin
son taksidine kadar bütün yönleri ve bütün ayrıntılarıyla yazınız; her bakımdan
açık ve anlaşılır olsun, "Zaten azdır, önemi yoktur, canım işin bu yönü
zaten bellidir, yazmaya ne lüzum vardır." demeyiniz, yazmaya ve
ayrıntılarıyla yazmaya üşenip de işi baştan savmayınız. Bu kısım daha önceki
"yazınız!" emrinin bir açıklaması ve pekiştirilmesi olmak üzere kâtiplere
hitap ve tenbih gibi tefsir olunuyor. Fakat bunun daha geniş kapsamlı olarak
senet yazmaktan başka gerek borçlu, gerek alacaklı tarafından borç miktarının
ve ödeme şekillerinin kendi defterlerine de yazılmasını, ayrıca şahitlerin dahi
şehadetini yüklendikleri gerçeği unutmamak için mümkün olduğu kadar yazmalarını
hatırlatmakla hem taraflara, hem kâtiplere, hem de şahitlere ait bir hitap
olması da âyetin kapsamı içindedir. Ve gelecek âyetlere göre bizce bu mânâ
siyaka, yani konunun akışına daha uygun görünüyor. Çünkü ey müminler böyle
ayrıntılarıyla yazılması, üç türlü fayda getirir. Evvela Allah katında en doğru
olanı, adalete ve hakkaniyete uygun olanı, en ziyade adalet ve doğruluk demek
olanı budur. Esas belge demek olan takvanın gereğine en uygun olandır. İkinci
olarak şahitliğin yerine getirilmesini en iyi şekilde sağlayandır. Üçüncüsü
kuşkuya, şüpheye düşmemenize yardım eden en büyük sebeptir. Borcu ve gerçeği bu
şekilde iyice yazarak tesbit ettiniz mi, cinsinde, miktarında, müddetinde,
şahidinde, şehadetinde, birbirinize karşı ahlâkî ve hukukî yükümlülüklerde ve
sosyal hayatınızda güven hasıl olur. Şüpheden kurtulur, yakin üzre
bulunabilirsiniz. O halde bunları yapınız. Ancak yaptığınız iş aranızda elden
ele alıp vereceğiniz, tamamen peşin ve hazır bir ticaret işi olursa o başkadır,
yahut meğer ki, iki taraftan aranızda hemen elden alıp elden vereceğiniz hazır
bir ticaret malı bulunursa o zaman mesele yoktur. O takdirde onu yazmamanızda
size bir beis, bir zarar ve bir sakınca yoktur. Demek ki, yine de yazmak fena bir
şey değildir. Müştereken bir kâtib-i adl, bir noter huzurunda senet ve sözleşme
yazdırmaya lüzum yoksa da her ihtimale karşı özel olarak veya toplam olarak
birbirine bir hatırlatma olmak üzere, mümkün olduğu kadar yazılırsa fena olmaz.
Lakin yazı bilmeyen pek çok kimse için bunda zorluk, meşakkat bulunacağı, bunun
da kolaylıktan ziyade, zarar getireceği için yazmamanızda bir beis yoktur,
buyuruluyor, amma velev peşin olsun, bir alışveriş, bir alım veya satım
yaptığınızda işhad ediniz, şahit getiriniz, yani bu işleri şahit huzurunda
alenen yapınız, herkesten gizli bir şekilde yapmayınız. İşlemleriniz ve malınız
şüpheden uzak olsun. Çünkü hırsızlık mal satmıyorsunuz, normal ve meşru ölçüler
içinde alışveriş yapıyorsunuz. Bunun için alım ve satım işlemlerinin şahitlerin
gözü önünde yapılması güven ve hukuk açısından herhalde bir ihtiyattır. Bütün
müfessirler açıkça bildiriyorlar ki, bu âyetteki mendubluk ihtiyaç içindir. Bir
de ne kâtip, ne de şahit zarar vermeye kalkışmasın; kendilerine müracaat
edildiği zaman icabet etmemek veya yazıyı ve şahitliği değiştirip tahrif etmek
gibi ahlâksızlık yaparak hak sahiplerini zarara sokmasın, yahut mechul sîgası
olduğuna göre; ne kâtip, ne de şahit bu yüzden bir zarara uğratılmasın. Bunlara
yazmak veya şahitlik gibi görev yükletilirken, böyle dinî görev verilirken,
kendilerince mühim olan işlerinden alıkonulmak veya belirlenen hududun dışına
çıkılıp ziyade tekliflerde bulunmak, veyahut kâtibe ücretini vermemek gibi bir
suretle zarar da verilmesin. Ve eğer zarar verdirirseniz bu kesinlikle sizin
için bir fısk, bir günah ve vebaldir. Hak Teâlâ'ya karşı itaatsizliktir,
Allah'ın itaatından çıkmaktır. Bunu yapmayınız, ve Allah'dan korkunuz, ikab ve
cezasından korununuz, O'nun koruması altına giriniz. Allah size tane tane
öğretecek, daha ziyade bilgiler ihsan edecek, işinize yarayacak, işinizi
kolaylaştıracak ilâhî hükümlerini ve irfanını belletecektir. Allah her şeyi
bilir. Bundan dolayı emirlerine itaat, nehiylerinden sakınmak, sözüne güvenmek,
kendisine ta'zim ve saygı ile hukuk ve ticarî işlerinizi, bütün işlemlerinizi
yazıp belgelendirin. Her şeyi yazıp belgeye bağlamanın, din ve dindarlığın,
takvanın temeli olduğunu unutmayınız.
283- Ve şayet yolculukta olur, bir kâtip de
bulamazsanız, o zaman vesikalarınız, aldığınız rehinlerdir. Gerçi rehin
alınabilmesi bu zamana ve bu şartlara bağlı ve münhasır değildir. Hazar
zamanında kâtip ve yazı mümkün iken de rehin almak sahih ve caizdir. Fakat
kâtip bulunmadığı, senet ve yazı ile belgelendirmeye imkan olmadığı zaman rehin
konusu kendini açıkça belli eder. Bundan dolayı bu şartlar rehinin sıhhatına ve
cevazına değil, belgelendirmek için belirliliğin şartıdır. Yani bu şart,
seferde değilseniz ve kâtip bulursanız rehin alamazsınız anlamına değildir.
Bunun böylece mefhumu muhalifi muteber değildir. Mantık açısından da bellidir
ki, bir önceki hükmün geçersizliği, ondan sonraki hükmün de geçersizliğini
gerektirmez. Ancak şart bulunduğu zaman o şartın gerekli kıldığı şey, yani
meşrut gerekir. Şu halde seferde olmak ve kâtip bulunmamak rehnin cevazının
veya sıhhatının şartı değildir, belki vücub veya mendubiyetinin şartıdır. Ve bu
şart da esas itibariyle kâtibin bulunmamasından dolayı yazının imkansızlığıdır.
Sefer bunun alelade sebebi ve çokça meydana gelen durumu icabıdır. Başka bir
deyişle "kayd-i ihtirazî değil, kayd-ı vukuîdir". Diğer mazeret
sebeplerinden biriyle dahi hazar zamanında da kâtip bulunmazsa, hüküm yine
böyle olacaktır. Hazar zamanında rehinin caiz oluşu Peygamber Efendimizin
uygulaması ile de sabittir. Çünkü Resulullah hazarda iken zırhını rehin
vermiştir. Bununla beraber âyet şunu gösteriyor ki, senet ve yazı ile
belgelendirmek mümkün oldukça, müminler arasındaki borç alışverişlerinde rehin
talep etmek caiz olsa da mendub olmayacaktır. Meğer ki bir mazeret, bir sebep
bulunsun. Bir de anlaşılıyor ki, rehinin tamam olması için onun fiilen alınmış
olması şarttır, sözü edilip de alınmamış olan rehin belge özelliği taşımaz.
Zaten rehin kelimesinin mânâsında hapsetmek vardır. Şu halde rehinin hisse-i
şâyi'a (çok ortaklı mal) olması da doğru olmaz. İşte esas olmak üzere
borçlanmada ve diğer işlemlerde üç türlü belgelendirme vardır: Bunlar yazı,
şahit ve rehindir. Dindarlık ve takva anlayışı, gerçeği belgelendirmeye ve
hakkın yerini bulmasına hizmet eden bu gibi belgelendirmeye engel olmamalı,
hatta buna yardımcı olmalıdır. Müminler borçlanma ve ticarî işlemlerde ve bütün
muamelelerinde bu gibi belgelendirmelere riayet etmeli ve bu surette helal malı
korumaya ve onu telef olmaktan, kayba uğramaktan kurtarmaya çalışarak, meşru
yollardan kazanç ve üretimi arttırmaya gayret etmeliler ki, insan bu sayede
Allah yoluna infaka güç yetirebilsin. Allah'ın gazabına uğrayan ribâ ve benzeri
haram şeylerden sakınsın da takvaya devamı mümkün olabilsin. Görülüyor ki,
insan hakları için bu arada en büyük güvence Allah Teâlâ'ya bağlılık ile, O'nun
emirlerine sarılmak demek olan din ve takva duygusudur. Bu olmayınca diğer
belgelerin ve ayrıntı sayılan müeyyidelerin faydası pek sınırlı kalır.
İmdi bir kısmınız, bir kısmınızdan, yani bazı
alacaklılar bazı borçlulardan güven içinde olur, rehin almaz ve bu gibi
belgelerden hiç birine lüzum görmezse güvenilen kimse de emanetini gecikmeden
tediye etsin, borcunu ödesin. Güvenilmeye değer ve layık olduğunu isbat
eylesin. Demek oluyor ki, yukarıda emrolunan üç türlü belgelendirmeden
hiçbirini yapmayıp da mutlak olarak güvenmek dahi caizdir. O halde yukarıda
geçen "yazınız!", "şahit gösteriniz!" emirleri ile
"rehin vermek" şeklinde gerekler vücub için değil, mendûbiyet
içindir. Zira bunlar vücub için olursa, o vücûbun bu ikinci şıkla mensuh olması
gerekir. Gerçekten de Hasan, Şa'bî, Hakem b. Uyeyne gibi bazı müfessirler bu
son hükmün öncekileri neshettiğini kaydetmişlerdir. Ancak Abdullah ibni Abbas
hazretleri "Müdayene âyetinde nesih yoktur, âyet muhkemdir" diye
açıkça bildirdiği ve bu âyetin nüzulünün öncekinden daha sonra olduğuna ilişkin
bir açıklama da bulunmadığı, halbuki tarih muahhar olmadıkça nesih
bulunmayacağı yönünde bütün tefsir âlimlerinin ittifakı ile burada nesih
olmadığı söz konusu ise de, bununla beraber birçoğu yine de buradaki güven
şartının nâsih (neshedici) değil, fakat nedbe bir karine olduğunu
söylemişlerdir. Ata, İbni Cüreyc, Nahaî ve daha birçokları bu cevaz "Eğer
seferde iseniz ve kâtip de bulamıyorsanız..." ifadesine göre, sefer şartına
ve kâtip bulunmaması durumuna bağlı olduğuna göre, rehnin mendubiyetine karine
olursa da imkan olduğu takdirde bu emirlerin mendubiyete hamlini
gerektirmeyeceğinden, imkan hasıl olduğu takdirde bu emirlerin, yani yazmayı ve
şahit bulundurmayı öngören emirlerin vacip olduğuna kail olmuşlardır. Ahkâm-ı
Kur'ân'da Ebubekr Razî'nin açıklamasına göre, "Fıkıh mendub olduğu
görüşündedir, fakat her ne olursa olsun kendisine emniyet edilip senetsiz,
şahitsiz borç verilen kişiye emaneti hakkıyle eda etmek farzdır."
Kendisine güvenilen insan boynunda bir farz olduğunu bilsin ve Rabbi olan
Allah'dan korksun da o güveni hiçbir şekilde kötüye kullanmasın. Siz de
şahitliği gizlemeyin. Ey şahitler, ihtiyaç olduğu anda şahitliğinizi eda
etmekten hem kaçınmayın, hem de görüp bildiğiniz gerçekleri gizlemeyin. Ey
borçlular siz de içinizde bildiğiniz, görüp durduğunuz borcunuzu inkâr
eylemeyin. Zira her kim şahit olduğu gerçeği gizlerse, muhakkak ki, o kötü
kalbli günahkâr bir kimsedir. Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek öyle dış
veya iç uzuvların işlediği günah gibi değildir; bizzat imanın karargahı olan
kalbin ve ruhun işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en büyük
günahlardandır, kâfirliğe ve inançsızlığa en yakındır. Nitekim Abdullah ibni
Abbas'dan rivayet olunmuştur ki: "Büyük günahlardan en büyüğü şirk,
yalancı şahitlik ve şahitliği ketmetmektir." Şahitliği ketmetmek böyle bir
kalb günahıdır. Allah ise şahitlik veya şahitliği gizlemek gibi açık, belli
veya gizli kapaklı her ne yaparsanız hakkiyle ve tamamiyle bilir. Sırası gelince
de cezasını verir. Sakın kalbde kalan gizli şeyleri kim bilecek, demeyiniz.
Zira:
Meâl-i Şerifi
284- Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah
onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder.
Allah her şeye kadirdir.
284-KIRÂET: Nâfi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Hamze,
Kisaî ve Halefi Âşir kırâetlerinde nın cezmiyle ; İbnü Âmir, Âsım, Ebu Cafer ve
Yakup'dan başkasında nin cezmi ile ve mim'e idğam ile, = , ancak Verş'in
kırâetinde idğamsız sadece cezm ile okunur. Bütün bu okuyuşlarda mânâ farkı yok
gibidir.
NÜZUL SEBEBİ: Bu âyetin nüzul sebebinde iki
rivayet vardır: Birisi şahitliği ketmetmek ve doğruyu olduğu gibi söylemek
hakkında nazil olmuştur, diğeri ise müminlerden kâfirleri dost edinip, onları
taklid eyleyenler hakkında nazil olmuştur. Zira kalbin günahının küfür ile
yakın ilişkisi sözkonusudur. Göklerde ve yerde bulunan her şey kayıtsız şartsız
Allah'ındır. Bütün gerçekliğiyle ve var olan düzenleriyle O'nun mahluku, O'nun
mülküdür. O'nun tasarrufu ve tedbiri altındadır. Bütün kâinatta Allah'ın
ilminden gizli hiçbir şey düşünülemez. O hepsini bilir. Siz de bunlara dahil
olduğunuz için sizin de içinizde ve dışınızda ne varsa, ne yaparsanız onu da
bilir Ve siz içinizde bulunanı açıklasanız da, gizli tutsanız da, her iki
durumda da sizi onunla Allah hesaba çeker. Bundan dolayı ne açık, ne de gizli
olarak hiçbir fenalık yapmayınız. "içinizde ne varsa" ifadesi mutlak
olduğuna göre, nefsin her türlü hallerini ve hareketlerini kapsamı içine
almaktadır. İrade, yöneliş ve duyuş, düşünüş ve hayal ediş ve her çeşit hatıra
ile vesveseler, şüpheler, inançlar, huylar ve meleler ve bunlarla ruhsal
tepkiler, ister ihtiyarî ve isterse gayri ihtiyarî, sürekli veya gelip geçici,
iyi ve kötü nefiste (iç dünyada) bulunan her şey buna dahildir. Fakat her
şeyden önce âyetteki siyak, yani sözün gelişi, şahitliği gizlemek ve bildiğini
söylememek gibi fena şeylere ait olduğundan, iyi olanlar dış görünüşüyle sanki
hesaba çekilmenin dışında gibi görünüyor. İkinci bir husus "içinizde
bulunanlar" zarf-ı müstakar olduğundan, içinizde iyice yer etmiş, karar
haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler için açık bir anlam taşıdığından,
bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular bunun dışında gibi
görülüyor. Üçüncü olarak gizli tutmak ve açığa vurmak ihtiyarî fiillerden
oldukları için insanların iradeleriyle ilgili olan işlere ve davranışlara, yine
kendi içinde bulundurduğu niyet ve tasavvurlara ait olup, gayri iradî olanlar
bunun dışında kalır. Zira hesaba çekilmek mutlaka açığa çıkmaya ve gizli
kalmaya ait değildir, çünkü niyetlerinin açığa çıkması da, gizli kalması da
kendi takdirlerine kalmış bir şeydir. Bu ise kesinlikle kasıt ve niyetle olur.
Yani iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî haller hesaba çekilmeyi
gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa çıkması da Allah
Teâlâ'nın isteğine bağlıdır. Lakin kötülük kötülük olduğundan, haddi zatında
azap ve acı sebebidir. Bunun için her ne şekilde olursa olsun onun açığa
çıkması insanlara başka türlü bir azaptır. Hele zarurisi zaruri bir azaptır.
Bunda hesaba çekilmek de felahı, yani ruhsal kurtuluşu sağlamaz. O zaman bunu
sağlayacak olan ancak Allah'ın gizli tutması ve bağışlamasıdır. Bunun için
insanlar Allah'ın mağfiret ve affına muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Hasılı
insanların hiçbir şeyi Allah'dan gizli kalmaz. Bundan dolayı insanların açığa
vurmaları ve gizli tutmaları bir önem taşımaz, kendi hür iradeleriyle ve
isteyerek yaptıkları tercihler ve seçimlerle yaptıkları işlerin hepsi hesab
kapsamının içine girer ve hepsinin hesabını Allah sorar ve sorumlu tutar. Tutar
da sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar, mağfiret eder,
dilediğine de azap eder. İşte bundan dolayıdır ki, O'nun azabı bile katıksız
adalettir; mağfireti de katıksız ihsan ve inayettir. Gerçi burada önce
mağfiretten söz edilip, azabın önüne alınmıştır. Lakin bunlar O'nun istemesine
(meşiyyetine) ait işlemler ve hükümler olduğundan mağfiretin kime, adaletin
kime nasip olacağını yine Allah'dan başka kimse bilmez. Bu gerçek karşısında
insan olanlar kısmetlerine adalet çıktığında, haklarına düşen şeyin azab
olmaması için, açıkta ve gizlide her türlü fenalıktan sakınıp, kâmil imanla
hayır hasenata sarılmalı, iyilikleri ve faziletleri alışkanlık haline getirip
güzel huylarla donanmalı, kendilerinde çirkin şeyler huy, meleke ve ahlâk
olarak değil, hal olarak dahi bulunmamalı, kendi içindeki her fenalığı söküp
atmaya çalışmalıdır. Bunlar nasıl gerçekleşir, demeyiniz. Allah her şeye kâdir,
hem de pek ziyade kâdirdir. İnsanları ve bütün içinde bulunanlarla gökleri ve
yeri yaratan, bilerek vücuda getiren Allah, hepsini bir anda yok etmeye ve
öldürmeye kâdir olduğu gibi, ölenleri tekrar diriltmeye, gizli veya açık
geçmişin hesabını sormaya, iyilere iyi, kötülere kötü karşılık ve mükâfat
vermeye, azabı hak etmiş olanları bağışlamaya da kâdirdir.
Allah, kendi zat ve sıfatlarına, enfüs
(insanların iç dünyaları)ü ve bütün dış dünyayı, bütün âlemleri şahit getirip
ve böylece hükmettirdikten ve herşeyi bildiğini ilân ettikten sonra,
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." cümlesiyle "âyetelkürsî"ye
yeniden bir göz atma anlamına gelen bu âyet-i kerime, kalbin günahı olan
şahitliği ketm etme işinin ne kadar ağır cezayı gerektireceğini isbat sadedinde
ve dolayısıyla yukarıdan beri sûrenin içine aldığı âyet ve delillerin,
mükellefiyet (sorumluluk) ve hükümlerin genel bir icmalini (özetini) ve toptan
bir muhasebesini yaparak, esas açıklamanın hedefi olan iman ilkelerinden
özellikle ahirete iman meselesine getirerek, bunu da dinin temeli olan Allah'ı
tanıma meselesine ve bilhassa ilâhî sıfatlardan ilim, irade ve kudret
sıfatlarına bağladığı sırada tekrar sağlam ve edebî bir "terci-i
bend" neş'e (neşve)si veren "Allah her şeye kadirdir." fasılası
ile sûrenin sonunu ta başındaki genel bir hitap olan "Ey insanlar! Sizi
yaratan Rabbinize ibadet ediniz!" (Bakara, 2/21) âyetinin öncesine
bağlayan ve böylece bu kadar çeşitli açıklamaların ve değişik hitapların
tamamını başı ve sonu aynı hizada olan bir genel hitapta birleştiren estetik ve
beyan dokusu oluşturmaktadır. Bundan dolayı bununla sûrenin baş tarafında o genel
hitaptan önce olan giriş kısmına karşılık bir sonuç kısmına başlanmış oluyor
ki, bu sonuç da üç âyetten ibaret olacaktır. Bunlara "havatimi
sûreti'l-Bakara" denilir. Bu üç âyetten birincisi, sûrenin baş tarafında
yer alan ve kâfirlerle münafıklar hakkında olan onbeş âyete (âyet 6-20)
dönüktür. Bunu izleyen son iki âyet ise, hem bu âyetin bazı izaha muhtaç
yönlerini açıklamakta, hem de sûrenin en başındaki mümin ve muttakilerle ilgili
kısımla uyum sağlamaktadır. Bu uyumu göstermek ve bütünüyle gözler önüne sermek
için orada iman ve daha başka özelliklerden sadece nazarî olarak söz eden
tasvirler burada o mümin ve muttakilerin kim olduklarını bilfiil tesbit
etmektedir. Şöyle ki: "Bu kitabın müttakiler için hidayet olduğunda hiç
şüphe yoktur... ve işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."
(Bakara, 2/2-5) âyetlerinin içeriğine göre, hidayet ve ilâhî tebliğin nasıl bir
feyiz kaynağı olduğu ve onun nasıl bir sonuç verdiği, buna bağlı olarak o
imanın gerçeğe, o gaybın görünüre nasıl dönüştüğünü belgelere dayalı olarak
anlatmak ve nihayet Fatiha sûresindeki "Ey Rabbimiz! Sen bizi doğru yola
ilet." (Fâtiha, 1/6) duasının nasıl kabul olunup ne gibi gelişmelere yol
açtığını gözler örüne sermek üzere buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
285- Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne
indirildiyse ona iman etti. Müminlerin de hepsi Allah'a, meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. "Biz Allah'ın peygamberleri
arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı
dileriz, dönüş ancak sanadır." dediler.
286- Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden
başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün
zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi
tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır
yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla
bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere
karşı yardım et bize.
285-KIRÂET: Hamze, Kisaî ve Halefi Âşir
kırâetlerinde müfred olarak okunur. Yakup kırâetinde ile okunur.
NÜZUL SEBEBİ: Rivayet olunduğuna göre,
"Siz içinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de" (Bakara, 2/284)
âyeti nazil olunca, bu ashaba pek ağır geldi, toplanıp Resulullah'ın huzuruna
vardılar, diz çöktüler: "Ey Allah'ın Resulü, namaz, oruç, cihad, sadaka
gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef olduk. Şimdi ise bu âyet indirildi.
Halbuki bizim buna gücümüz yetmiyecek." dediler ve "Herbirimiz, kendi
gönlünde öyle şeyler konuşur ki, dünyaları verseler bunların kalbinde
bulunmasını arzu etmez." diye insanın elinde olmadan içinde bulunan duygu,
düşünce, tasarı ve hayallerden söz ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara:
"Siz de sizden önceki Kitap ehli gibi, duyduk ve karşı koyduk mu demek
istiyorsunuz? 'duyduk ve uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş ancak
sanadır, deyiniz!' buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça
dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman âyeti nazil oldu. Böylece Allah'a
tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardıklarından, istiğfar edip Allah'a
sığındıklarından dolayı bir süre sonra arkasından âyeti nazil oldu ve
güçlerinin yetmiyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri
bildirilerek, endişeleri giderilmiş oldu. Demek ki, Ashab-ı Kiram "Siz içinizdekini
açığa vursanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." nazmı
celîlinin gizli ve açık yönleriyle bütün ihtimallerini dikkate almışlar ve bu
âyetin gerekli kıldığı sorumluluğun akla doğan düşünce ve duyguları da kapsamı
içine alma ihtimalinden korkmuşlar ve kendilerince âyetin insan gücünün üstünde
bir sorumluluk yüklediğini düşünerek, bunun böyle olmaması gerektiğine hükmedip
Hz. Peygamberden, her ihtimale karşı bu hükmü yorumlayacak bir açıklama
aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız şartsız itaat, istiğfar ve
yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler. İçlerinde kaçınılmaz olarak
mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî sorumluluğa ve Hz. Peygamber'in
emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi kabul ettiler. Allah
Teâlâ da evvela bunların kâmil imanlarını, bu söz dinlemelerini ve emre
uymalarını, alçak gönülle yakarmalarını, "Rabbena, Rabbena" diye
yalvarmalarını ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle dile getiriyor.
Onları medh ü sena ederek bu şekilde dua etmeye devam etmelerini teşvik ediyor
ve destekliyor. Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa vurup,
"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde
iltifatta bulunuyor. İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve ızdıraplarına
sebep olan hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi gidermiştir ki, işte
itaatın ve Allah'a sığınmanın ürünü daima böyledir. İtaat vesvese ve endişeyi
yok eder. Hasan ve Mücahid ile İbnü Sirin'den, bir rivayette de İbnü Abbas'dan
naklen anlatıldığına göre, den itibaren bu son iki âyet, Cibrîl vasıtasıyla
nazil olmamış, Resulullah bunları Mirac gecesinde vasıtasız olarak işitmiştir.
Bundan dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nazil olmuştur, ancak o takdirde bu
iki âyet müstesna olarak daha önce nazil olmuş demektir. Bununla beraber bir
başka rivayette İbnü Abbas, İbnü Cübeyr, Dahhak ve Ata: "Bunlar da
Medine'de Cibrîl ile nazil oldu." demişlerdir. Gelelim mânâsına:
O Peygamber, yani bu indirilmiş kitabın
tebliğiyle görevli olan peygamber, o özel muhatap, yukarıda "kulumuz"
(Bakara, 2/23), "Muhakkak ki sen peygamberlerdensin", (Bakara,
2/252), "Peygamberlerin bazısını yüksek derecelere erdirmiştir."
(Bakara, 2/253) özellikleriyle bilinen o muhteşem peygamber Muhammed Mustafa
(s.a.v.), Rabbinden kendisine indirilmiş olanın hepsine iman etti,
peygamberliğini şüphe ile değil, bu iman ve bu yakîn ile yaptı. Rabbinden
gelene hem kendisi inandı hem de onun ümmeti olan ve yukarıda genel özellikleri
açıklanan o müminler. Onların hepsi, Allah'a ve Allah'ın meleklerine,
kitaplarına -yahut kitabına-, peygamberlerine, onlar da Allah'ın peygamberleri
olmalarından ötürü, inandılar, iman getirdiler. "Allah'a, bize indirilene
ve bizden önce indirilene... inandık, deyiniz" (Bakara, 2/136) gibi emirlere
uyarak biz Allah'ın peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız. Birinin
peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir diğerini inkâr ederek aralarında fark
gözetmeyiz, hepsini kendi derecelerine göre peygamber olarak tanırız.
"İşte bunlar peygamberlerdir, bir kısmını bir kısmına üstün kıldık."
(Bakara, 2/253 âyetine bakınız). İşte böyle iman ettiler ve bu iman ile dediler
ki: dinledik ve itaat ettik, Hak'tan gelene kulak verdik, iyice dinledik ve
anladık; kerhen değil tav'an, kendi rızamızla, seve seve söz tuttuk, emre
uyduk. Ğufranını (affını) niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ne kadar itaat edersek
edelim yine de kusurumuz çok. Hele nefse doğan, içe dolan duygu ve
düşüncelerden kurtuluş yok. Akibet varılacak yer, son durak ancak sensin.
Senden geldiğimiz gibi, dönüp dolaşıp yine sana geleceğiz. Ölüm, ahiret,
yeniden diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi! Öldükten sonra dönüp
sana varılacak, sana hesap verilecek, sen de dilediğine mağfiret ihsan edip,
dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden sana sığınıyoruz ve senin
bağışlamanı diliyoruz.
286-Bu müminler Allah'ın emirlerini ve onlara
yüklediği görevlerini böyle güzel bir itaat ile kabul edip ahirete yakînen iman
ve bu iman ile Allah'dan gufran talep eylediklerinden dolayı, ilâhî rahmetten
şu iltifat ile cevaba nail oldular:
Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını
yüklemez, yükleyemez değil, yüklemez. Allah'ın kendi kullarına yüklediği
sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun çok altındadır.
Allah insanları zora koşmaz, güçlerini son sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya
sokmaz, müşkülat ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o görevleri güçleri
rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Nitekim "Allah size kolaylık
diler, zorluk dilemez..." (Bakara, 2/185) buyurmuştur. Hak din kolaylıktır,
onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye
Allah'ın kudreti olmadığından değildir, sırf fazl u kereminden ve
rahmetindendir. Bu suretle Allah'ın kullarına bahşettiği güç ve takat onlara
emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu sayede onlara görevlerini yaptıktan
sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya ve maişet işlerinde çalışacak, hatta
daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve
imkan kalabilecektir. Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler
yapabilirler. Mesela günde beş vakit namazdan başka daha ne işler görebilirler.
Gerçi sorumluluk iradeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir, her zahmet de
bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten dolayı her yükletilen sorumluluk
ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gücü zorlamaması da
şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek
gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve takatleri farklı olduğundan, gücü ve
kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki, adalet
ve eşitlik de bunu gerektirir. Mesela, malı olmayan zekatla mükellef olmayacağı
gibi, çeşitli zenginlerin zekatları da bir ölçü çerçevesinde değişik olur.
Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepsi de aynı nisbet
dahilinde, mesela kırkta birdir. Kudret hesaba katılmayarak, nüfus başına eşit
olarak şu kadar verilecek demek, bu temele aykırı düşer. Yine bunun gibi,
ümmete toptan yönelik olan farzı kifayenin fertlere ilişkisi de böyledir. Ayrıca
bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların toplamı hesap edildiği zaman dahi
onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı sorumluluklarda zahmetsiz ve külfetsiz
kudret-i mümekkineden başka bir de kudret-i müyessire denilen, yani daha da
kolaylık esasına dayanan bir kudret de şart olmuştur. Velhasıl bu âyet,
hikmet-i teşrî'in en büyük esasını özet olarak ifade etmiştir. Sorumluluk onu
yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır. Herkesin kesbettiği (kazandığı)
kendi lehine (çıkarına), iktisap ettiği de kendi aleyhine (zararına)dir. Kesp
ve iktisap lügatte, Kur'ân'da bir ve aynı mânâya kullanıldığı gibi, farklı
olarak da kullanılmıştır. Kamusta dahi gösterildiği üzere, evvela kesib,
iktisab, tekasüb, rızık aramaktır; yani faydalanacak, hazz alacak bir şey istemek
ve aramaktır ki, bulmak ve ele geçirmiş olmak şart değildir. İrade-i cüz'iyye,
bir güç sarfetmek demektir. Türkçesi çalışmak, çaba harcamak demek olur. Kesp
ile iktisabın farkı olmayınca birinin lehe, öbürünün aleyhe olması ancak ilgi
alanlarından kaynaklanabilir. Bu açıdan kelimesindeki ile kelimesindeki nın
anlamları birbirinden ayrılarak birincisi Allah'ın teklif ettiği hayır,
ikincisi Allah'ın nehyettiği şer ile tefsir edilmiştir. İkinci olarak kesb,
isabet demektir; yani hedefini vurdurup, istediğini elde etmektir ki, Türkçe
kazanmak anlamına gelir. İktisab ise gerek isabet etsin, gerek etmesin mutlak
anlamda tasarruf ve gayret göstermek, yani çalışıp çabalamaktır. Bundan dolayı
bir bakıma kesibden daha genel, bir bakıma da daha özel bir anlam taşır. İşte
bundan dolayı bu iki kelime birbirinin yerine kullanılabilir. Üçüncü olarak,
kesib kazandırmak mânâsına gelir ki, o zaman iki mef'ûl alır: "Filâna mal
kazandırdım." denilir. Şu halde iktisap bu mânâya karşılık olduğu zaman,
dönüşümlü fiil olur ve kazanmak, yani başkasının kazandırmasıyla kazanmak demek
olur. Bu mânâya esas olmak üzere Rağıb İsfehanî şunu da beyan eder ki:
"Kesib hem kendisi, hem başkası için kazanıp aldığına, iktisab ise sırf
kendisi için istifade ettiğine denilir. Bundan dolayı her kesib iktisab
değildir, fakat her iktisab kesibdir. Bunlar gibidir..." Bunun için
iktisab şehvet ile, kesb ise hikmet ile ilgili olur. İşte bu mânâların her biri
bakımından değişik anlamlar ifade edebilir. Bu cümleden olmak üzere:
1- Her nefsin istediği, yaptığı iyilik, kendi
lehine, kendi iyiliğine, kendi yararınadır. Sonunda da sevabı ancak kendisinin
olacaktır. Aksine yaptığı kötülük, yüklendiği vebal de yine kendi aleyhine,
kendi zararınadır. Sonuçta o yaptığının azabı kendisine aittir. "Kim bir
iyilik yaparsa kendi lehinedir, kim bir kötülük işlerse kendi
aleyhinedir". (Fussilet, 41/46) Yani herkesin yaptığı iyilik kendine,
yaptığı kötülük yine kendinedir. Allah'ın emrettiği görevler de iki kısımdır:
Birisi dışarda ve içimizde veya her ikisinde yapılmasını emrettiği şeylerdir.
Bunlar hayır, hasenat ve iyi hizmetlerdir. İkincisi de yapılmamasını emrettiği,
yani yasak kıldığı şeylerdir ki; bunlar da şer, kötülük cinsinden olan
şeylerdir. Öncekileri yapmak faydalı, yapmayıp terk etmek zararlıdır. Sonrakileri
yapmak zararlı, yapmayıp terketmek faydalıdır. Bunların yararları ve zararları
da Allah'a değil, mükellef olan kullaradır. Bundan dolayı ilâhî teklifler
kapasiteye göre olmak gibi bir kolaylık sağladıktan başka, her mükellefin
sarfedeceği emeği zararına harcatmayıp tamamen onun yararına tahsis ettirmek
gibi bir özel faydayı, bir ilâhî rahmet ve merhameti de içine almaktadır. Bunun
için Allah kullarına hiçbir görev yükletmese, hiçbir teklifte bulunmasa acaba
daha büyük bir rahmet olmaz mıydı gibi bir vesvese hatıra gelmesin. İlâhî
rahmet ve inayet, hırs ve şehvetin itmesiyle zarara sürüklenmekten nehyetmeye
ve ebedî menfaat ve kazanç elde etmek için mükellef tutmamaya elverişli olmaz.
O'nun rahmeti kullarını başıboşluğa terketmeye müsait olmaz. Zararlar ve
faydalar karşılıklı olarak dengelidir. Zarar söz konusu olmasa idi, fayda da
söz konusu olmazdı. Allah'ın kulları mükellef kılması onlara zarar vermek için
değildir, zararlardan korumak içindir, faydalı olana yönlendirmek içindir.
Külfet nimete göredir. İşte bu hikmetten dolayıdır ki, Allah verdiği güç ve
kudretin üstünde yük yükletmez. Yükletirse o zaman faydadan ziyade zarar,
nimetten ziyade külfet yükletmiş olur. Bu ise mükellefiyet olmaktan çıkar ceza
olur. Bunu da Allah'ın adaleti ve rahmeti, ancak görevi kabul etmemenin bir
cezası olarak tayin buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki, buyurulmuştur. Bu cihetle
ilâhî emirle yükletilen görevlere tamamen "duyduk ve uyduk" demeyen
ve Hakk'ın koyduğu kurallar çerçevesinde kesib yapmayanlar sonuçta böyle bir
cezalandırmaya uğrarlar. Nitekim ahirette "Cehennemin kapılarından haydi
girin bakalım!" (Zümer, 39/72) emri, böylelerine takatlarının üstünde
yapılmış olan bir cezalandırma şeklidir. Hakkın koyduğu kanunlar ile amel
etmeyen milletler veya kişiler bu şekilde nelere uğramışlardır. Bundan sonraki
duaların öğretim tarzı da bu hikmetle ilgilidir.
Allah Teâlâ kullarının daha işin başında böyle
zararlara uğramalarına razı olmadığından onları mükellef tutmuş ve teklife
uygun bir kapasite ile yaratmış ve adaleti sayesinde nimetle külfeti karşılıklı
olarak dengede tutmuştur. Madem ki bu böyledir, o halde insanlara da nimete
göre külfete katlanmak ve hatta Allah'ın mükellef kıldığı görevlerden artan
gücü ve takatı boş yere harcamıyarak, nafile ibadetlere hayır ve hasenat
işlerine sarfedip nimet ve menfaati arttırmaya çalışmak yaraşır. Böylece
"Yaptığı iyilik lehine, yaptığı kötülük de aleyhinedir." formülü, hem
emir ve teklifteki faydayı açıklamış ve onu kabullenip yapmaya sevketmiş, hem
de farz olan görevlerden başka hayırlara ve nafilelere de teşviki kapsamı içine
almış olur ki, buna "nedb" tabir olunur.
2- "Her nefsin kazandığı, yani yolunca
isteyip elde ettiği kendi yararına, aksine veya körü körüne çalışıp boğuştuğu
da kendi zararınadır". Bundan dolayı kapasiteye göre teklif, o faydayı
elde etmeye ve bu zararı def'etmeye ilişkin hikmete dayanmaktadır. Zira teklif
olmazsa insan atıl ve tembel olur. Teklif kapasiteye göre olmazsa o zaman da
çabalar, boğuşur durur, bir şey elde edemez. Her ikisi de zararlı olur. Bir de
Allah kapasiteye göre sorumluluk vermemiş olsa, hayra ve nimete varmak için; ya
yol göstermemiş, ya da yolun ne olduğunu belirlememiş olurdu. O zaman insanlar
boş durmak istemedikleri takdirde, yanlış yollara sapmış veya boşu boşuna
uğraşıp didişme durumunda kalmış olurlardı. Takattan fazla teklif yapsa ona
takat yetişmez ve kazanç olmaz ve çabalar boşa giderdi. Her iki halde de Allah
kullarının hayrını istememiş, zararlarını istemiş olurdu ki, bu da Rahmân ve
Rahîm olan Allah'ın merhametine aykırıdır. Bu mânâya göre, kesb ve iktisabın
kapsamına giren konularda esasen "şer" hiçbir şekilde sözkonusu
olmayabilir. Her iki da hayırdan ibaret olabilir ki, biri ele geçen, elde
edilen hayır; öbürü de ele geçirilemiyen hayırdır. Yani yoluna ve usulüne uygun
olarak hayır kazanmak bütünüyle faydadır. Şer öyle dursun hayır kazanacağım
diye körükörüne çabalamak, boğuşup durmak bile zarardan başka bir şey değildir.
Çünkü sonuç boşa çıkarsa emek heder olur gider ve ihtimaldir ki, daha büyük
tehlikelere ve şerre kadar gidilir. Bilgisizlik bunun için zararlıdır. İşte
kapasiteye göre olan ilâhî teklif hayrın yolunu göstermekle o menfaatı temin
etmiş ve enerjiyi telef etmeyerek bu zarardan korumuştur.
3- "Her nefsin hem kendisi, hem başkaları
için kazanıp elde ettiği sırf kendi lehinedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki,
hayır buna derler. Hayır her halükârda sahibinindir. Bunun aksine şehvet ve
hırsına mahkûm olarak ve yenik düşerek 'ben, ben' diye yalnızca kendisi için
kazandığı da zararınadır." Zira o tek başına yaşayamaz. Kazanmak için
başkalarının varlığına muhtaçtır. Bundan dolayı Allah'ın teklifi, bu faydaları
sağlamak ve o zararı önlemek içindir. Bunda bencillikle diğergamlığın güzel bir
ayırımı vardır.
4- "İnsanın kazandırdığı sırf kendi
lehinedir . Ona hak ve menfaat sağlar. Fakat başkasının kazancıyla yaşaması,
başkasının sırtından geçinmesi de aleyhinedir". Görev borç sayılır, fakat
borçlu açısından yenilgiyi ve ezikliği gerektirir. Veren el, alan elden
hayırlıdır. Bundan dolayı teklifin kapasiteye göre olmasında mükellefi, el
açmaya muhtaç olmaktan korumak ve onun haklarını savunmak anlamı vardır. Bunun
için yüce Allah, hayır yollarına infakı, alışve-rişte sağlamcı ve gerçekçi
olmayı teklif etmiş, dilenmekten, ribâdan ve saldırganlıktan nehyetmiştir.
Çoğunlukla tefsir âlimleri, bu dört mânâdan
birincisi üzerinde durmuşlar. Diğerlerinin her birini birer yönden ona
eklemişlerdir. Bundan dolayı birincisi asıl tefsirdir. Zira ilâhî teklifin
bütün inceliklerini içine almaktadır, ayrıca çok açıktır.
Şimdi Cenab-ı Allah "işittik, emre uyduk,
ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş yalnızca sanadır." diyen müminlerin
yakarışına ve sığınmasına karşılık olmak üzere işte bu cevabı verdi. Kolaylık
ve yükü hafifletmeyle ilgili olan bu açıklamasıyla onların telaşlarını giderdi.
Bu suretle Allah kelâmı yalnızca Resulü ile değil, yukarıdan beri yapılan
açıklamalar çerçevesinde ona iman eden ümmeti ile de bir konuşma ve münacat
şeklinde tecelli eyledi ki, bu üslup özellikle Fatiha sûresinde de böyle
geçmişti. Bu, Kur'ân okuyan veya dinleyen müminlerin ara sıra kendilerini
bizzat Cenab-ı Allah ile konuşma halinde bulmaları gibi büyük bir nimeti dile
getirmeyi de içine alır. Bu derece ihlasla ve itaat duygusuyla kendilerini
Allah huzurunda hissedenler, yalnızca Allah'a muhatap olmak şerefine ermekle
kalmıyacaklar; o yüce huzurda söz söyleyebilmek için kendilerine izin verileceğinden,
bizzat Allah'dan dilek dileyebilmek şerefine de erecekler. İşte bu visal
makamının kuvvet ve şerefini göstermek için Cenab-ı Allah, yeni baştan bir
cevap demek olan bu kelâmını bir fasıla ile ayırmakla beraber, bir taraftan da
yine onların sözleri ve onlardan hikaye olunuyormuş gibi bir üslupta ifade
buyurmuştur. Çünkü mutlak anlamda "duyduk ve uyduk" diyen o müminler,
aradıkları bu cevabı, bu kolaylığı ve bu rahmeti öncelikle ve hemen kabul edip
ikrar eyleyecekler ve aynen tekrarlayacaklardır. Esas içeriği de kendi
düşüncelerine uygun olduğundan bu âyet dahi onların sözleri gibi olacaktır. Bu
nükte ile bu âyet dahi onların dilinden hikaye ediliyormuş veya onların duaları
arasındaki bir ara cümlecik olarak bulunuyormuş gibi bir tarz-ı müteşabih olarak
sevk buyurulmuştur. Bu üslup ile mükellefiyetin inceliğini açıklayan bu cevap
kendilerine güçlerinin üstünde yük yükletilmeyeceğini ve aksine kapasiteye göre
kolaylığın murad edilmiş olduğunu müjdelerken aynı zamanda güç yetirilemeyecek
bir mükellefiyetin haddizatında mümkün olduğunu dolaylı olarak ifade etmiştir
ve bununla beraber kesbin, yani çalışıp kazanmanın değerini ve nimetin külfete
göre olduğunu anlatarak, mükellefiyetten arta kalan güçlerin, emredilmemiş ve
farz kılınmamış olan hayırlı işlere harcanmasını teşvik ederek "Mümin
kulum bana nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır." kudsî hadisin içeriğini
de anlatmış olduğundan özendirmesiyle uyarısının etkisi altında tekrar ve
yeniden bir itaat azmi ve günah korkusu ile, dua ve yakarmaya yol açmakla bu
cevap cümlesi aynı üslupta ve bütün arzularına uygun olarak gayet önemli ve
maksada elverişli dualarla sona erdirilmiş, şimdi de şöyle deyiniz diye emir
verilmeksizin bu da önceki dualarının devamı ve sonu şeklinde öğretilmiştir.
Bundan dolayı burada Nahiv ilmi (dil bilgisi) açısından üç vecih vardır. Birisi
dan başlayarak sûrenin sonuna kadar tamamı nun "mekûlü" olmaktır.
İkincisi yine böyle olup, ancak kısmı arada bir ara cümlecik (cümle-i
mu'teriza) halinde bulunmaktır. Üçüncüsü de bundan sonra yine bir
"deyiniz" takdir edilmektir. Yani, ey müminler şu halde duadan
ayrılmayınız da şöyle deyiniz; Ey Rabbimiz! Unutursak veya hata edersek bizi
sorumlu tutma. Yani, kapasitemiz ölçüsünde teklif ettiğin vazifeleri en iyi
şekilde eda etmeye, hatta gücümüz yettikçe daha fazla hayırlar kazanarak ileri
gitmeye, yeni baştan bir itaat ve iştiyak duygusuyla azmettik; fakat farz
kıldığın vazifelerden birini beşeriyet icabı unutur veya iyi, meşru bir şey
yapmak isterken yanlışlıkla haram kıldığın, yasakladığın şeylerden birine
bilmeyerek düşer de hata edersek, bu da hayrı terketmek veya şer olan bir şeyi
işlemek cinsinden bir iktisab olabilecektir, ise mutlak olduğundan bunlardan
sorguya çekilmek ihtimal dahilindedir. İşte bundan dolayı ne unutma ve hatanın
kendisinden, ne bizi unutma ve hataya sürükleyen sebeplerden, ne de bunlardan
biri sebebiyle iktisab etme durumunda olduğumuz hayrın terkinden veya şer
fiilinin işlenmesinden biz Muhammed ümmetine dünyada ve ahirette ceza verme,
azab eyleme.
Unutma ve hata iki türlüdür: Birisi sahibi
mazur görülebilir cinstendir ki, bunda sahibi mazur görülebilir, diğerinde
görülmez. Mesela bir kimse üzerinde bir pislik görse de bunu temizlemeyi
geciktirse, sonra unutup namaz kılsa, mazur olmaz. O pisliği görür görmez
temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket etmiş olur, lakin görmezse mazurdur.
Yine bunun gibi, bir kimse bir ava tüfekle ateş etse de bir insan vursa, orada
insan bulunabileceğini ve bulunduğu takdirde ona isabet edip etmiyeceğini
hesaba katmamış ve bu hususta gerekli önlemlere riayet etmemiş ise mazur olmaz.
Yine aynı şekilde insan dinî emirleri ve şer'î görevleri bellemeye çalışmaz ve
belledikten sonra da unutmamak için tekrar tekrar mütalaa eylemez de unutursa,
böyle bir unutmadan dolayı mazur olmaz. Bunun için yukarıda belgelendirme
usulleri gösterilmiş ve borçların yazılması gerektiği üzerinde durulmuştur.
İşte bundan dolayı bazı unutma ve hatalardan kaçınmak, insanoğlunun gücü
dışında ise de bazılarında durum böyle değildir. Yine bundan dolayıdır ki,
"gücünün yettiğinden başkası..." ifadesi genel anlamda bütün hata ve
unutmalardan sorguya çekilmeyeceği anlamına gelmez. Âyet sorguya çekilme
ihtimalini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir. Bunların elde olanlarının in
kapsamı içinde bulunduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Demek ki, mesele
müşkildir. Unutma ve hata ile yapılmış olan fenalıklar haddi zatında zararlı,
gayri meşru ve insanın gücüne bağlıdır. Unutarak veya hata ile yutulmuş bir
zehirin zararı yoktur denilemiyeceği gibi bunlar da böyledir. Kötülükler ve
günahlar tıpkı zehir gibi zararlıdır. Hasılı hiç unutmamak ve hiç hata yapmamak
insanın gücünün üstünde bir şey de olsa, bunlar sebep oldukları işin Allah
katında, yani özünde sonucunu değiştirmez, hepsi de hükmüne dahil olurlar.
Bunun için insanlar bunlardan mümkün olduğu kadar uzak durmak ve sakınmak ile
de yükümlüdürler. Hata ile adam öldürmede olduğu gibi, hata konusunda bazı
mükellefiyet hükümleri vardır. Unutmak ve hata etmek kul hakkındaki zararın
tazminine engel olmaz. Bunlara işaretledir ki, "bizi mükellef kılma!"
denilmemiş, "bizi sorumlu kılma!" denilmiştir. Bu şekilde gerek
hatadan, gerek unutmadan, gerekse bunların ön şartlarından ve sebeplerinden,
hatta gerekse sonuçlarından mükellefiyetsizlik değil, sorumlu tutulmamak niyaz
edilmiş ve istenmiştir. Böyle bir öğretim iyilik ve adaleti de içine almıştır.
Nitekim "Hata ve unutmadan doğan sorumluluk ümmetimden
kaldırılmıştır." hadis-i şerifi bununla ilgilidir. Evet hataya düşmemiz ve
unutmamız da kötü bir şeydir, fakat lütfunla bunlardan dolayı bizi sorumlu
tutma!
Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere
yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme. Bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma!
Yani bizi diğer milletlere yaptığın gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor
dayanılır ağır boyunduruklar, şiddetli mîsaklar, ağır tabiiyetler, meşakkatli
buyruklar, katı kanun ve kurallar ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta
mükelleflerini meshederek (suretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara
çevirecek sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar,
zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.
İSR : Lügatte esas anlamı esaret ve hapis
mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve
bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır misaka, zor dayanılır ahde ve
bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki,
tarihlerde görüldüğü üzere, yahudi ve hıristiyanlar gibi önceki ümmetlerde katı
hükümler ve yükümlülükler vardı. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, meselâ
yahudiler günde elli vakit namaz kılmak ve mallarının dörtte birini vergi
vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak,
birçok konuda hemen idam cezası uygulanmak, tevbe etmek için intihar ile
yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana
gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümler vardı.
Kaffal Tefsiri'nde denilmiştir ki, "Yahûdilerin ellerinde Tevrat diye
iddia ettikleri kitabın beşinci sifri iyice gözden geçirilirse, onların ne
kadar katı hükümlere, ne kadar çetin misaklara tabi tutulmuş oldukları daha
birçok acaip hükümlerle birlikte görülür. İşte müminler bu gibi sıkıntılardan,
zorluklardan korunmalarını niyaz ettiler ki, Allah da fazl u keremi ile ileride
gelecek olan "Üzerlerindeki ağır yükü kaldıran ve bağları çözen..."
(A'raf, 7/157) âyetiyle bunları giderdi.
"Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü
yüklemez" buyurulduktan sonra bu duaya ne hacet vardı? denilmesin. Çünkü
önce vüsu' yani kapasite kelimesinin anlamı takat kelimesinin anlamından daha
geniş kapsamlı ise de onun takat yerine kullanıldığı da meşhurdur. O halde
mükellefiyetin takat ile orantılı olması da ihtimal dahilindedir. Bu da baskı
ve şiddetten başka bir şey değildir. Önceki ümmetlerde bunun meydana gelmiş
olduğu da sabittir. Bundan dolayı bu mücmel mânânın ortadan kaldırılıp, vüs'un
açık olan kolaylık anlamına olması dilenmiştir. İkinci olarak, amel, yükümlülük
kelimesinden bir bakıma daha geniş kapsamlıdır. Bunların bizzat ilâhî teklifin
ve teşrî'in eseri olarak değil, tam aksine bunların zıddına hareket eden
Firavun vesaire gibi azgınların tasallutu ile terbiye olması da mümkündür.
Bunun için yerine denilmiştir. Sûrenin başından beri sürüp gelen İsrailoğulları
kıssalarında her iki yönden de uyarılar olmuştur. Aynı mânâ şu duada daha
ziyade düşünülebilmektedir.
Ey Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de
yükletme; hiç çekilmez, takat getirilmez, yükletilecek olursa yerine
getirilemez, isyan ve ihtilale sevkeder, uygulanacak olursa cezalandırma olur,
mahveder, helak eder, takat yetişmez belalar, sevdalar altında inletme ey Kâdir
Rabbimiz! Çünkü Sen herşeye kâdirsin. Bunu rahmetinden dolayı yükümlülük olarak
yapmazsan da imtihana çekmek için ve isyankârlara gazabından dolayı
cezalandırmak için yapabilirsin. Her şey senin istek ve iradene bağlıdır.
Bundan dolayı bize yükümlülük olarak, ne imtihan olarak, ne de ceza olarak güç
yetmez şeyleri yükletme, hasılı müjden Muhammed ümmetinedir. İşte sağladığın bu
kolaylık, bu hafifletme, bu ümmete bahşettiğin iman feyzi, itaat duygusu, ihlas,
irade gücü ve Hakk'a bağlılık gibi güzel hasletler ile bağlantılıdır. Elbette
bu kanunu tanımayanlar, bunun çerçevesinden dışarı çıkmak isteyenler, genel
anlamda bu yükümlülüğün çerçevesi dışına çıkabilecek değiller, o zaman onlara
birbirlerinin gereği olan, hak ve hukuk tanımayan kapasite ve güç dinlemeyen
yükümlülükler koyduracaksın; kâfir, kâfir olmakla mükellefiyetsiz
yaşayamayacak, fakat hakka uymadığından halka haksız ve yersiz yükümlülükler
getirecek ve karşılığında da haksız tepkiler alacaktır ki, bu da aynı zamanda
adalet ve hakkın gereği olarak yine Senin yükletmiş olduğun bir yük olacaktır.
Bu açıdan bakılırsa âlemde her kavmin kendine göre bir kanunu olduğu görülür.
Ve o kanun kaçınılmaz şekilde ilâhî bir yüklemenin varlığına dayanır. Şu kadar ki,
müminlerinki müstakimdir ve ilâhî rahmet eseridir; kâfirlerinki gayr-i
müstakimdir, dolaylı olarak ilâhî adaletin ve gazabın eseridir. Müminlere
adalet olan şey kâfirlere adalet olmaz, kâfirlere adalet olan şey de müminlere
adalet olmaz. Bütün bu liyakat ümmetin ruhunda ve kalbindedir. Kalbler ise
"Ya Rab! Sen Rahmân ve Zülcelal'in iki parmağı arasındadır. Onu dilediğin
gibi evirir çevirirsin. Bundan dolayı bizi, İslâm dininin kolay hükümlerinin
yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma! Bundan ayrılmaya ve rahmetinden uzak
düşmeye dayanamayız. Bizi böyle dayanılmaz dertlere uğratma Rabbimiz! O şekilde
sorumlu tutmayı ve bu şekilde yük yükletmeyi yapma da günahlarımızın izlerini
bizden gider. İtiraf ederiz ki, biz Senin koyduğun hükümlere itaat etmeyi bütün
gücümüz ve ihlasımızla taahhüt etmiş olduğumuz halde yine de kusurdan, günahtan
uzak kalabilmiş değiliz, bütün çalışmalarımız esas itibariyle Senin bir
nimetinin bile şükrünü edaya yetmez. Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs'at
esasen Senin bize ihsan ettiğin bir nimettir. Onun kullanılmasından doğacak
faydalar da yine bize bahşedilmiş olduğu halde, bizim de onu tamamen Senin
yolunda kullanmamız gerekirken, biz tutuyoruz da onunla Senin rızana aykırı
olarak kendimize zararlar bile verebiliyoruz. Kesb ve kazanç sermayesi olarak
verdiğin irade ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya getirip hepsini
kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden
dilediğimiz dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil, fazl u rahmetinden
ümid ederek diliyoruz. Halbuki olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir şekilde
sadır olmuş olan günahlar, Senin ilâhî bilginde zaten belli ve sabittir.
Onların oradan silinmesi imkansızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle onların bize
yönelik olan sonuçlarını istersen silebilirsin. Zira sebepleri yaratan ve
gerçekten etki sahibi olan ancak Sensin. Bizim kötü işlerimizle onların
doğuracakları sonuçlar arasındaki ilişkiyi sen dilersen mahvedebilirsin, bizden
onları affettikten başka bize mağfiret de et! Ayıplarımızı ilâhî ilminde gizle,
örtbas eyle, eller içinde bizi rezil ve rüsvay eyleme, ayrıca rahmetinle
muamele et, rahmetinle bize ihsanda bulun, Sen bizim Mevlâmız'sın, sahibimiz,
malikimiz, yardımcımız ve işlerimizin tedbircisisin. "Allah, inananların
dostudur." (Bakara, 2/257) buyurdun. İşte bundan dolayıdır ki, o kâfirler
güruhuna karşı bize yardım et, nusret ihsan eyle; maddeten ve manen hakkın
savunulmasında ve Allah adının yüceltilmesinde bizi üstün getir ve zaferlere
ulaştır, muzaffer eyle!.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu dualarla
dua ettiği zaman, Allah tarafından "peki yaptım" buyurulduğu Müslim
ve Tirmizî'de rivayet edilmiştir. İlerideki sûrelerde de bu dualara çeşitli
yönlerden verilmiş cevaplar göreceğiz; bu cevaplardan biri olmak üzere Âl-i
İmran Sûresi, bu nusret duasına bir cevap olarak başlayacaktır.
Kütüb-ü Sitte'de Abdullah b. Mes'ûd'dan
rivayet olunan bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: "Her kim geceleyin
Bakara Sûresi'nden bu iki âyeti okursa ona yeter".
Hakim ve Beyhakî'nin Ebu Zer'den naklen tahric
ettikleri bir diğer hadis-i şerifte de Fahr-i Risâlet Efendimiz buyurmuştur ki:
"Allah Teâlâ, Bakara Sûresi'ni iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana
arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza,
oğullarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem salattır, hem duadır, hem
Kur'ân'dır".
Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.anhümâ)'den rivayet
edilmiştir ki, her biri: "Aklı başında bir adam görmezdim ki, Bakara
Sûresi'nin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun." demişlerdir.
"Cibrîl, Hz. Peygamber'e Bakara
Sûresi'nin sonunda 'âmin' demeyi telkin etti." diye de Ebu Meysere'den
gelen bir rivayet bulunmaktadır.
Cenab-ı Allah, biz kullarını da daima bu
duaların mânâlarını duyan, anlayan ve gereğini yerine getirerek, vaad ettiği icabetinin
feyzinden büyük büyük nasiplerle pay alan kullarından eylesin. Amin.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
bakara - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.