Kuran Suresi ve Türkçe Meali
|
|||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Araf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
7-ARAF:
1- Allah ne kastettiğini daha iyi bilir.
(Bakara ve Âl-i İmran sûrelerinin başına bkz.) Bununla beraber burada sâd
münasebetiyle tefsirciler tarafından nakledilen bazı sözler vardır: Özellikle
İbnü Abbas'tan bir rivayete göre "Ben Allah'ım, bilir ve açıklarım."
demek olduğu nakledilmiştir. Süddî "şekil ve sûret veren" isminin
muhaffefi (kısaltılmış hâli) olduğunu, bazıları "senin göğsüne genişlik
vermedik mi?" mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Fakat sözcüklerin dilde
özel bir konuma dayanmayan bu gibi ihtimallerin binlercesi hatıra geleceğinden
tefsirciler bunlara güvenmenin caiz olmayacağını açıklamışlardır. Bununla
beraber İbnü Abbas'tan nakledilen mânâ, iki sûre arasındaki sözün gelişi ve
ilgi bakımında dikkat çekicidir. Her halükârda bu sûrenin de böyle huruf-ı
mukattaa (kesik kesik harfler) ile başlaması, muhtevasının "O'nun tevilini
Allah'tan başkası bilmez." (Âl-i İmran, 3/7) mânâsı üzere, insan
anlayışının duracağı bazı müteşabih hakikatleri ve remzi mânâları ihtiva
ettiğine dair bir uyarıyı ifade eder.
2-Şu halde, Bakara ve Âl-i İmran'da olduğu
gibi bu sûrede de gerçek aslını daha çok bir açıklama ile ihata edemeyeceğimiz
bir takım iman hakikatleri karşısında, aczimizi itiraf ederek ubudiyet
secdesine kapanacağız. Özellikle yaratılışın başlangıcı, teklif sırrı, ahiret
âlemi, peygamberlerlerin mucizeleri, Allah'ı görme meseleleri bu türdendir. Şu
halde işte bu başlığında da bizim düşünebileceğimiz mânâ şudur: Ey Resulüm
Mustafa! Sence bilinen bu sesleriyle kulaklarında çınlayıp, kalbinde fısıldayan
vahiy tecellileri bir kitaptır ki sana indirildi. Şu halde göğsünde bundan bir
darlık olmasın. Yani bunun Allah'tan indirilmiş olduğundan şüphen olmadığı
gibi, sana yüklediği görevin son derecede önemli ve zor oluşundan dolayı da
sıkılma. Bu sana indirildi ki bununla korkutasın, müminlere de hatırlatasın.
Yani bu kitabın mânâsı müminlere has zannedilmemelidir. Buna muhatap olacak
olanlar ikidir: Mümin ve mümin olmayan. İnanmayan kâfirler için bu mübarek
kitab bir korkutmadır. Sadece onların korkunç sonlarını açıklama ve haber
vermedir. Onlar bunlara inanmayacaklar ve inanmadıkları için sakınmayacaklar.
Şu halde Kur'ân'da kendileri için acı şeylerden azab ve cezadan başka bir şey
duymayacaklardır. Fakat onlar inanmadığı için gerçek değişmiş olmayacak, doğru
haber yerini bulacaktır. Bunun için Kur'ân'dan istifade edemeyecek kimseler çok
olabilir, ama Kur'ân'ın hükmü dışında kalabilecek hiç kimse düşünülemez. Şu
kadar ki, bu hüküm lehine olmaz da aleyhine olur. Mesela kâfir "Allah'ın
laneti zalimlerin üzerine olsun." (A'raf, 7/44) hükmüne inanmamakla bundan
kurtulacak değildir, Bunun gibi, Kur'ân'ı arkalarına atanlar, dinlemek, amel
etmek istemeyenler böyle yapmakla Kur'ân'ın hükmünden kendilerini kurtarmak
şöyle dursun, aksine tamamen onun korkutucu hükmüne atılmış olurlar. Müminlere
gelince: Kur'ân, onlar hakkında bir hatırlatıcıdır, iman ettikleri ve fakat
ayrıntısını unutup geciktirdikleri şeyleri kendilerine hatırlatır, akıllarına
getirir. Müminler Kur'ân'ı devamlı bir hatırlatıcı, bir rehber olmak üzere
ellerinde ve gönüllerinde tutmalı, herhangi bir hususta bir iş yapacakları
zaman onun açıkça veya dolaylı yoldan bildirdiklerine müracaat ile uyarı ve yol
göstermesine, iznine veya yasağına göre hareket etmelidirler.
3-4- Bu hatırlatma ve uyarı şöyle ki: Ey Muhammed
ümmeti! Rabbinizden size indirilen bu Kitaba uyunuz. Ve bunsuz birtakım dostun,
bir yardımcının, bir âmirin bizzat kendilerine ve kendilerinden olan söz veya
davranışlarına uyuvermeyiniz. Onlara uyup uymamak için öncelikle Rabbinizden
indirilmiş olan bu Kitab'a uymayı ölçü edininiz. Kitab'a aykırı olan,
Rabbinizin emir ve yasaklarına aykırı bulunan hususlarda gizli açık kimseye
uymayın. Rabbinizi bırakıp başkalarının arkasından, izinden gitmeyin. Siz pek
az öğüt alır ve hatırlarsınız. Halbuki nice karyeler (kentler); insan toplanan
memleketler vardı ki, biz onları yok etmişizdir. Öyle ki ona, o kente azabımız,
azap darbemiz ansızın geliverdi. O sırada halkı yataklarına yatmış, gece
uykusuna dalmış veya kaylûle hâlinde, kuşluk uykusunda bulunuyorlardı. Kısaca,
ya Lût kavmi gibi gece yarısında veya Şuayb kavmi gibi güpe gündüz dinlenme ve
gaflet halinde azap kendilerini bastırıverdi de
5-Bu hatırlatma ve uyarı şöyle ki: Ey Muhammed
ümmeti! Rabbinizden size indirilen bu Kitaba uyunuz. Ve bunsuz birtakım dostun,
bir yardımcının, bir âmirin bizzat kendilerine ve kendilerinden olan söz veya
davranışlarına uyuvermeyiniz. Onlara uyup uymamak için öncelikle Rabbinizden
indirilmiş olan bu Kitab'a uymayı ölçü edininiz. Kitab'a aykırı olan,
Rabbinizin emir ve yasaklarına aykırı bulunan hususlarda gizli açık kimseye
uymayın. Rabbinizi bırakıp başkalarının arkasından, izinden gitmeyin. Siz pek
az öğüt alır ve hatırlarsınız. Halbuki nice karyeler (kentler); insan toplanan
memleketler vardı ki, biz onları yok etmişizdir. Öyle ki ona, o kente azabımız,
azap darbemiz ansızın geliverdi. O sırada halkı yataklarına yatmış, gece
uykusuna dalmış veya kaylûle hâlinde, kuşluk uykusunda bulunuyorlardı. Kısaca,
ya Lût kavmi gibi gece yarısında veya Şuayb kavmi gibi güpe gündüz dinlenme ve
gaflet halinde azap kendilerini bastırıverdi de
6-7-Bu felaket bunların dünyadaki azabları,
bunun arkasından bir gün gelecek genellikle kendilerine peygamber gönderilmiş
olanlara elbette ve elbette soracağız. Gönderilen peygamberleri nasıl, ne cevap
ile karşıladınız. "Elçilere ne cevap verdiniz?" (Kasas, 28/65) diye
sorguya çekeceğiz. Ve gönderilmiş olan bütün peygamberlere de elbette ve
elbette soracağız "Allah, elçileri toplayacağı gün: Size ne cevap verildi?
der." (Mâide, 5/109) buyruğumca ne şekilde, ne cevap ile karşılandınız?
diye suâl edeceğiz. İki türlü suâl vardır. Birisi azarlama ve çıkışma suâlidir.
Nitekim bu mânâ ile dilimizde "İyi belle bunu ben sana sorarım."
denilir. Diğeri de anlayıp öğrenmek için bilgi isteme suâlidir ki, bu mânâca da
"Bilmiyorum sorayım." denilir. İşte "O gün ne insana, ne de
cinne günahından sorulmaz." (Rahmân, 55/39) "Suçlulara günahlarından
sorulmaz." (Kasas, 28/78) âyetlerinde insan ve cinden suçluların hiçbiri o
gün günahlarından sorulmaz buyrulması bu anlamdadır ki, suçlu oluşları
yüzlerinden belli. Suçları bütün belgeleriyle bilinmiş ve zabtedilmiştir.
Kendilerinden veya şundan bundan sormağa gerek yoktur, demektir. Buna karşılık
burada kendilerine peygamber gönderilenlere ve peygamberlere elbette ve elbette
soracağız, buyrulması da bütün inkârcıları bütün peygamberler önünde azarlama
ve çıkışma ile sorumlu tutacağız demektir. Bunun için buyruluyor ki: Elbette ve
elbette soracağız da Kendilerine karşı bir ilim ile mutlaka ve mutlaka haber
verip anlatacağız. Peygamberler soruldukları zaman "Bizim bilgimiz yok,
gizlileri bilen yalnız sensin, sen." (Mâide, 5/109) diyecekler. Bunun
üzerine en gizli durumlarına varıncaya kadar hepsinin yaptıklarını, içlerini
dışlarını ilmimizle yüzlerine vuracağız. Biz gaib değildik ki bilgimiz olmayan
bir durumları bulunabilsin, açık ve gizli her ne yaptılarsa Allah hepsini görüp
bilmekte ve tanık olmaktadır.
8- Vezin (terazi) de o gün haktır: Her şeyin,
her amelin en doğru ve tamamen adalet ve hakkaniyetle tartısı da o gündür. Ne olursa
olsun o güne kadar az çok bir cârî hesap, veya zaman tanıma ve müsaade vardır.
O gün ise amel defterindeki her muamele en ince, en küçük noktalarına varıncaya
kadar hakkıyla tartılıp, leh ve aleyhteki alacak ve borç dengeleri tamamen
gerçekleşecek, herkesin kâr ve zarar pusulaları, bilançoları, belgeleri
çıkarılıp hesapları kapanacaktır.
9- Şu halde Her kimin tartıları ağır gelir,
iyilikleri kötülüklerinden, alacakları borçlarından, kârları zararlarından
fazla çıkarsa işte bunlar ve ancak bunlar o felâh bulmuş (kurtulmuş),
muradlarına ermiş olanlardır. Çoğul sigasıyla "tartıları" tâbirinden
anlaşılır ki, her kişi için bile birçok tartılar vardır. Kâr ve zarar hesabı
hepsinin toplamından çıkacaktır. Her kimin de tartıları hafif gelir; iyilikleri
kötülüklerinden, alacakları borçlarından eksik çıkarsa işte bunlar da
nefislerini ziyan etmiş, kendilerini hüsranda bırakmış olanlardır ki bunun
sebebi, Bizim âyetlerimize zulmeder olmaları, devamlı olarak yalanlama ve inkâr
ile hakkını vermekten geri durmalarıdır. Şu ilâhî âyetlerin kapsadığı
gerçeklere ve hukuka dikkat ediniz:
Ey insanlar!
Meâl-i Şerifi
10- Doğrusu Biz sizi yeryüzünde, yerleştirdik,
orada size geçimlikler verdik; ne kadar da az şükrediyorsunuz!
11- Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra
da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik; hepsi secde ettiler, yalnız
İblis, secde edenlerden olmadı.
12- (Allah) buyurdu: "Sana emrettiğim
zaman, seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (İblis): "Ben, dedi,
ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın."
13- (Allah) buyurdu: "Öyleyse oradan in,
orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen
aşağılıklardansın."
14- (İblis) dedi: (Bari) bana (insanların)
tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver."
15- (Allah) buyurdu: "Haydi sen süre
verilmişlerdensin."
16- "Öyleyse, dedi, beni azdırmana
karşılık, and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun
üstüne oturacağım."
17- "Sonra (onların) önlerinden
arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoklarını
şükredenlerden, bulmayacaksın."
18- (Allah) buyurdu: "Haydi, sen,
yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun ki,onlardan sana kim uyarsa,
(bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım."
19- (Sonra Allah, Âdem'e hitab etti): "Ey
Âdem! Sen ve eşin cennette durun, dilediğiniz yerden yeyin; fakat şu ağaca
yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
20- Derken onların, kendilerinden gizli kalan
çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: "Rabbiniz,
başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî
kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti." dedi.
21- Ve onlara: "Elbette ben size öğüt
verenlerdenim." diye de yemin etti.
22- Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı
(önceki mevkilerinden indirdi). Ağacı(n meyvesini) tadınca, çirkin yerleri
kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerini örtmeğe
başladılar. Rableri onlara seslendi: "Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve
şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?"
23- Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz
kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen
muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!"
24- (Allah) buyurdu: "Birbirinize düşman
olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz
gerekmektedir."
25- "Orada yaşayacaksınız, orada
öleceksiniz ve yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız!" dedi.
10- And olsun ki sizi yeryüzünde yerleştirdik,
yerleşik kıldık, onu size vatan, hayat ve ölümünüzde karargâh yaptık veya
üzerinde tasarrufa güç ve kuvvet verdik. Ve onda sizin için birçok geçimlikler,
yaşayacak, geçinecek, faydalanacak sebepler, vasıtalar yaratıp tahsis ettik, ki
yer, güç ve geçim sebepleri, diğer bir deyimle vatan, iktidar, geçim, bu esas nimetler
ne büyük ilâhî bağışlardandır. Ve bunlardan dolayı insanlar, Allah'a karşı ne
kadar hukuk ve görevler ile şükür ve şükran borçludur. Böyle iken siz pek az
şükr ediyorsunuz. Vatan olan yeryüzünün ıslah ve imarında ve geçim sebeplerinin
elde edilmesinde Yaratıcısını ve Yaratıcının emirlerini tanıyarak güç ve
kuvvetini yerli yerinde kullanan, bozgunculuk ve zulümden, küfür ve
taşkınlıktan sakınanlar az olduğu gibi şükr edenlerin bile şükür ve ibadetlere
ayırdıkları zaman ne kadar azdır. Oysa insanlar bunlardan başka daha ne büyük
İlâhî nimetlere şükran borçludurlar bakınız:
11- Andolsun ki biz sizi yarattık. Siz hiç bir
şey değilken, siz insan cinsinden hiçbir kişi âlemde mevcut değilken, siz henüz
şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.
Sonra size biçim verdik. Siz yaratılışın başlangıcında şekilsiz, organsız bir
yaratık; yeryüzünde bir çamur ve babanızın belinde birer zerre, birer nutfe
(sperma) olduğunuz halde sizi ahsen-i takvim (en güzel biçim) olan insan şekline
koyduk. Sonra da meleklere "Âdem'e secde edin, ona boyun eğip itaat ederek
hizmet edin." dedik.
Bu hitapların bir kişiye veya sınıfa değil,
genel olarak insan cinsine, daha doğrusu insan toplumu türüne yönelik olduğu ve
bu münasebetle meleklerin Âdem'e secdesi meselesinin de insan cinsine bir
minnet siyakında hatırlatıldığı açıktır. Demek ki bu secde emri Hz. Âdem'in
şahsına mahsus değil, soyu da dahil olmak üzere cinsine aid bir şeref ve
ayrıcalıktır. Âdem soyunda bizzat Hz. Âdem'den daha faziletli olan ulü'l-azm
büyük peygamberler gibi şahıslar bulunduğu şüphesiz olduğuna göre de bu mânâ
açıktır. Şu halde Âdem'i yalnız ilk insan olmak üzere değil, genellikle insan
cinsinin mahiyetini temsil eden genel bir misal, başka bir deyimle cins ismi
olarak düşünmek, âyetin sözgelimine daha uygundur. Hz. Âdem kendi kişiliğinde
fiilen sahip olduğu faziletler ve insanî melekelerden başka bütün soyunda
görülecek olan fazilet ve melekelere de tasavvurî olarak sahip olmak
bakımından, Ebu'l-Beşer (insanın babası) olarak düşünüldüğü zamandır ki,
Âdem'in yaratılışının, Âdem soyunu; Âdem'in biçimlendirilmesinin, Âdem soyunun
biçimlendirilmesini; Âdem'e secdenin, bütün insan cinsine secdeyi kapsadığını
ortaya koyar.
"Sizi yeryüzünde halifeler yapan
O'dur." (Fâtır,35/39) mânâsını da açıklayan bu âyetin anlamı, birçok derin
konuları kapsamaktadır. Fakat biz burada bu kadar işaretle yetineceğiz. Cenab-ı
Allah insanlığa öyle bir şeref bağışlamıştır ki, Âdem'in meleklere değil,
meleklerin Âdem'e secde etmesini emretmiştir. Düşünelim ki bu yaratma, bu
biçimlendirme ve bu şereflendirme nimetlerinden sonra, insanların Allah'tan
başkasına tapmaları ne büyük aşağılık ve ne büyük nankörlük olacak ve ne büyük
bir sorumluluk doğuracaktır.
Evet Allah, Âdem ile insanlığı yaratıp biçim
verdikten sonra, meleklere Âdem'e secde ediniz dedi de onlar da secde ettiler.
Ancak İblis secde edicilerden olmadı. Olmadı da ne oldu?
12- Allah ona "sana ne engel oldu da ben
emrettiğimde secde etmemeye cüret ettin!" buyurdu. Böyle azarlayıp sorguya
çekti. Buna karşı İblis ne dedi bilir misiniz? Dedi ki Ben ondan hayırlıyım.
Yani daha faziletli, daha yükseğim. Böyle olanın, aşağı derecedekine secde
etmesi ise uygun değildir. Şu halde bu emir, akla uygun ve hoş değildir. İşte
beni secdeden engelleyen, ondan yüksek olmam ve bu emri uygun görmememdir. Ben
ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın onu ise çamurdan yarattın. O
davayı gerektirmek için bu mukayeseli çifte suğra (küçük önerme) şunu içerir:
Ateş ise çamurdan hayırlıdır, hayırlıdan yaratılan da hayırlıdır. Şu halde
ateşten yaratılan ben, çamurdan yaratılan Âdem'den hayırlıyım, bunun için secde
etmedim. Demek oluyor ki bu zamana, yani Âdem'e secde emrinin gelmesine kadar
yüce Allah, İblis'in duygularına dokunacak hiçbir emir ve teklif yapmamış, bir
imtihan etmemişti ve onun o zamana kadar isyan etmemesi ve melekler içinde
bulunması, olayların kendi istek ve eğilimlerine uygun gerçekleşmesiyle de
ilgili bulunuyordu. Böyle bir durumda olan tâatin ise sadece emir ve ilâhî
rızaya boyun eğmekten kaynaklandığı ortaya çıkamazdı. Çünkü Allah'ın emrine,
hem de nefsin rızasına uygun gelen hususlarda asıl göz önüne alınıp itaat
edilen mabud, Allah mı, yoksa nefis mi, bu belirlenemez ve açıklığa kavuşamaz.
Ne zaman ki Âdem yaratılıp, meleklerin ve o arada İblis'in ona secde etmeleri
emredilince, bu hepsi için bir imtihan olmuş ve bu imtihan, İblis'in
duygularına dokunmuş ve iç yüzünü ortaya çıkarmıştır. Ve o zaman Allah'ın
bildiği gibi melekler ve Âdem tarafından da anlaşılmıştır ki, İblis'in geçmişte
meleklere arkadaşlık ve benzerliği "Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı
gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi yapan melekler vardır." (Tahrim,
66/6) özelliğine gerçekten sahip olduğu için değil, ilâhî emir ile nefsin emri
çatışmadığından ve isyana sebep bulunmamasından dolayı imiş. Yoksa İblis
gerçekte Allah'a değil, kendi zevkine taparmış. Nitekim "Âdem'e secde
edin" diye onun zevk ve rızasına aykırı ilk ilâhî emir yönelince, İblis'in
ilk işi secdeden kaçınma ile isyan, "secde etmekten seni alıkoyan
nedir?" suâline karşı ilk sözü de kibir ilanı ile inkarını açığa vurma ve
azgınlık olmuştur. Bu şekilde İblis "ben ondan hayırlıyım" derken,
öncelikle sadece kişisel duygularına uymuş fakat bunu bir de ilim şeklinde
süsleyerek hakka dayandırmak için biri yalan "ben ondan hayırlıyım",
biri de doğru "beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" iki
mukaddimeyi birbirine bağlayıp doğru mukaddemenin içinde yanlış bir takım kübra
(büyük önerme)ları gizleyerek iki suğra (küçük önerme) ile iki mantıkî kıyas
şeklinde bir bozuk görüş yürütmüş ve doğru olan yaradılış önermesinden yalan
olan kişisel davasını sonuçlandırmaya kalkışmıştır ki, âlemde şeytanlık ve
İblisliğin ilk örneği olan bu sözde, şeytanlığın bütün özü ve aslı yer almış
gibidir. Bu iki cümle tahlil edilip incelenecek olursa, bunda araştırma âdâbı
ilmi, pisikoloji, ahlâk, istikraî (tümevarımla ilgili), istintacî (sonuç
çıkarmak ile ilgili) mantık, hikmet-i tekvin (yaratma hikmeti) ve teşrî (kanun
koyma) gibi nice ilimlere değinen açık ve gizli birçok suçlar, hile ve oyunlar,
yanıltıcı sözler görülecektir ki, bununla şeytan ve şeytanlığın bütün iç yüzünü
anlamak mümkün olacaktır. Bu cümleden olarak hayırdan geri durmayı uygun görmek
için bilgisizlikle bilgiyi, yalan ile doğruyu, kötülük ile hayrı, kibir ile
yüze gülmeyi, aldanmakla aldatmayı katıp karıştırarak, hayırlı olmayı hayra
engel yapmak çelişkisini, ilmi bir gerçek ve mantıki bir sonuç şeklinde tasvir
etmek, şeytanın birinci sıfatı olduğu anlaşılıyor ki, kişisel gururu ile fikir
ve zekâ şeklinde görünmek isteyen bu ahmaklık ve cehaletin Hak hususunda ne
kadar aşağılık bir durum olduğunu bir düşünmeli.
Şimdi İblis'in bu dava ve istidlâlindeki
başlıca hata ve yanlış noktalarını da kaydedelim:
1- Herşeyden önce İblis soruya karşı durum ve
görevini takdir edememiş, cevabı tariz ve çekişme tavrına dökerek bahis ve
sözde makam gasbı sevdasına düşmüştür. İtiraf ve bağışlanma dileme yerine
itiraza ve yanlış çıkarmaya kalkışmıştır.
2- Nass (kesin ilâhî buyruk) karşısında kıyas
ve ictihada kalkışmış, açık emre karşı yaratılışın delaletine başvurmuştur.
3- "Beni ateşten, onu çamurdan
yarattın." demesi, aslında doğrudur. Fakat İblis bu iki yaratılış olayını
mukayese ile, bundan "ben ondan üstünüm" sonucunu çıkarmak için
görüşünde hata etmiştir. Çünkü bir taraftan yaratıcının yaratmasını itiraf ile
ona dikkat çekiyor gibi görünürken, diğer taraftan hayır ve üstünlükte bakışını
sadece madde ve unsurla sınırlamış, fâilin ihtisasının nisbetine, şekle, gayeye
bakmamıştır. Âdem'in yaratılışında "İki elimle yarattığıma secde etmekten
seni alıkoyan nedir?" (Sâd, 38/75) ilâhî buyruğuyla hatırlatılan hususi
üstünlüğü "Onu düzenle (yip insan şeklini ver)diğim ve ona ruhumdan
üflediğim zaman (hemen ona secdeye kapanın)" (Hicr, 15/29) ilâhî buyruğuyla
hatırlatılan ruh ve sûreti "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım."
(Bakara, 2/30) ilâhî buyruğuyla hatırlatılan gayeyi göz önüne almayıp yalnız
madde ve unsura itibar etmek isteyen İblis, Âdem'de topraktan, kendisinde
ateşten başka bir özellik görmemiş ve diriden ölü, ölüden diri yaratan ve
eşyanın özellikleri ve üstünlüklerini kereminden bahşeden Yüce Yaratıcı'yı
maddeye mahkum gibi varsaymıştır. Hiç düşünmemiştir ki, çamur ile ateşin
özündeki fark da sadece Yaratacı'nın tahsisine borçlu olan bir yaradılış
farkından başka bir şey değildir. Bundan anlaşılır ki, âlim geçinenlerin bir
çoğunda görülegelen sadece maddeye yöneliş (maddecilik) İblis'in mesleklerinden
bir meslektir. İşte yukarda işaret edildiği üzere bu yanlış görüşüyledir ki
İblis "Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." küçük
önermesi altında; "Ateş çamurdan üstündür, üstün olandan yaratılan da
üstündür." diye iki gizli büyük önermeye işaret ederek, bunları birer açık
gerçek ve müselleme (yardımcı teorem) gibi varsaymış ve bundan "Ben ondan
daha hayırlıyım." sonucunu çıkarmak istemiştir. Oysa ikinci önerme toptan
doğru olmadığı gibi, birinci önerme de mutlak olarak doğru değildir. Gerçekte
genellikle yaratılış bakımından ikisi de mahluk olmak ve yaratıcının hükmüne
mahkum bulunmak bakımından eşit olduktan başka, özellik bakımından da toprağa
mahsus özellikler, ateşe mahsus özelliklerden daha kapsamlı ve üstündür. Hele
ahlâkî bir temsil ile düşünüldüğü zaman, ateşin hafifliğine, hiddet ve
şiddetine, telaş ve ızdırabına, kibire eğilimli ve yayılmacı olmasına karşılık
toprağın vakar ve sakinliği, sabır ve dayanıklılığı, sebatı, yumuşaklığı, haya
ve cömertliği, seçkinlik ve olgunlaşma yeteneği ne kadar yüksektir. İblis gerek
bilgi edinme noksanlığından, gerek anlayışındaki bozukluktan, yani bilgiyi
haktan değil nefsinden almak davasında bulunduğundan dolayı bunda da yanlışa
düşmüştür. Ve yine bu yanlış iledir ki, Âdem'i sırf çamur, kendisini sırf bir
ateş seviyesinde mukayese etmiş, çamurdan yaratılan Âdem'in Allah'ın seçkin
kılması ile çamurdan büsbütün başka şerefli bir duruma yükseleceğini,
kendisinin de ateşten büsbütün başka bir lanete uğrayacağını anlayamamıştır. Ve
yalnız Âdem'e karşı değil ilâhî sual ve emre karşı da gurur ve bencillikle
deyivermiştir. Bunun üzerine:
13- Allah buyurdu ki öyleyse in oradan, o
bulunduğun cennetten, yahut melekler toplumu içinden. Çünkü senin orada
büyüklenip gururlanman olmaz. O yüce makam, haddini bilen taat ve tevazu sahibi
kimselere mahsustur. O halde çık, sen artık küçülenlerdensin. Kibirlenmek
küçüklüktür; büyüyecek olan büyüklenmez, büyüklenen mutlaka küçülür, alçalır,
küçük düşürülür. Yücelik sıfatları kendisine ait olan Yüce Allah, bu emirle onu
bulunduğu makamdan derhal azledip indirdi. Kibirine karşılık küçüklüğe ve
hakarete mahkum etti. Aslının ateş olmasına güvenerek, hayırlılık ve fazileti
kendisinde aslından intikal eden bir miras, elinden alınmaz bir kişisel özellik
gibi varsayarak bu imtihan zamanına kadar bulunduğu o mutluluk makamından
düşmeyeceğini zanneden ve bu zannıyla: Yaratıcı'nın emrini eleştirmeğe kalkışan
İblis'e bu ilâhî emir, eşyanın bütün özelliklerinin sadece bir Allah vergisi
olduğunu, bu şekilde bir defada fiilen anlatıverdi.
14-Bu öfke hitabı karşısında, yaratıkların,
varlığının hiçbir şey olmadığını anlayan İblis, derhal yok edilmesinden
korkarak, zillet ve hakaretle olsun hayatı ölüme tercih ederek beni onların
tekrar diriltilecekleri güne kadar geciktir ve süre tanı, dedi. Yani, Âdem ve
soyunun ölümden sonra diriltilmeleri zamanına kadar öldürme de ecelimi geri
bırak, diye yalvarıp yakardı ki o gün "Sonra ona bir daha üflendi, birden
onlar kalktılar, bakıyorlar." (Zümer, 39/68) buyruğunca "O gün
insanlar, âlemlerin Rabbi'nin Divanında dururlar." (Mutaffifin, 83/6) olan
ikinci üfleme zamanıdır. Bundan anlaşılır ki, İblis aslında Yüce Yaratıcı'yı
inkâr etmediği gibi, öldükten sonra dirilmeyi de inkâr ediyor değildir; o
biliyormuş ki, Âdem'in nesli ve soyu olacak, bir müddet yaşayacaklar, sonra
ölecekler ve bir gün gelip diriltilecekler. Şu halde İblis'in küfrü Allah'ı ve
ahireti inkâr şeklinde değil, emir ve yükümlülüğü ve amelin gereğini inkâr ile
tartışma şeklindedir. Dikkate değer bir husustur ki İblis, bu dirilme gününe
kadar zaman isteği içinde birinci nefha (üfürme) devresini atlatıp süresiz
olarak ölümden kurtulmayı ve zillet ve hakaret içinde de olsa yok olmadan
sonsuzluğa ermeyi arzu etmiş ve fakat bunu açıkça söylemeyip, kurnazlık etmek
istemiştir. Çünkü öldükten sonra dirilme sonrasında ölüm yoktur. Şu halde bu
derece hayata yönelmek de İblis'in hissi demektir.
Hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duasını
toptan reddetmek, şânından olmayan ve "göğüslerde olanı bilen" yüce
Allah, huzurundan kovduğu İblis'in bile ricasını mutlak suretle reddetmiyerek
şüphelenme, sen munzarindensin. Yani eceli tehir edilenlerdensin buyurdu. Fakat
gayesine müsaade etmedi, aksine, Hicr ve Sâd sûrelerinde de geleceği üzere
bilinen vaktin gününe kadar bir ecelle geciktirdi ki, "Sûra üflendiği gün,
göklerde ve yerde bulunan kimseler, hep korku içinde kalır. Yalnız Allah'ın
diledikleri müstesna." (Neml, 27/87) buyruğu üzere ilk nefha (sûra üfürme)
günüdür. Âdem'e secde emri İblis'in iç yüzünü ortaya koyan ve meleklerden
ayırdeden bir imtihan olduğu gibi İblis'in geri bırakılması (zaman tanınması)
da Âdem ve soyu hakkında bir imtihan olacaktır. İblis isyandan tevbe ve
kurtuluşu düşünmeyip zillet içinde hayat hırsıyla ilgili olan bu istek ve
duasında, Âdem'in hemen tevbeye acele edip bağışlanma ve rahmet istek ve
duasıyla kıyaslanınca, aradaki farkın ne kadar önemli olduğu anlaşılır.
İblis, dileğinin kabulünü gördükten sonra, o
uzun ömrünü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak yerde şöyle dedi: Öyleyse
beni azıtman, azdırma ve saptırmama izin vermen hakkı için elbette ben onlar
için, o Adem cinsini azıtmak için senin doğru yoluna oturacağım. Sana, senin
nimetine götüren iman, İslâm ve doğruluk yolunu kesip pusuya duracağım.
Sonra da mutlaka önlerinden ve arkalarından,
sağlarından, ve sollarından onlara varacağım, dört yönden, yani düşmanın
saldırabileceği her taraflarından saldıracağım. Doğru yoldan çevirip sapıtmak,
şaşırıp soymak için ne yapabilirsem yapacağım. Sen de çoğunu şükr eden,
itaatkâr kimseler olarak bulmayacaksın. İblis, bu son kısmı "Şüphesiz
İblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı." (Sebe, 34/20) âyetinin
delaletine göre zannen söylemiştir. Çünkü insan cinsinden kötülük için birçok,
hayır için bir başlangıç görmüştür. Bazı tefsircilerin nakline göre de bunu
meleklerden işitip söylemiştir. Onun bu kötülük azmine karşı:
Allah buyurdu ki çık oradan yenilmiş ve kovulmuş
olarak çık. And olsun ki, onlardan her kim sana uyarsa, sizden, sizin
hepinizden Cehennem'i doldururum, buna asla şüpheniz olmasın. Demek ki İblis'e
uyanlar ondan, onun uydularından oldukları gibi onun âkıbetine de mahkûmdurlar.
Görülüyor ki Yüce Allah, İblis'i önce
isyanından dolayı kovuvermemiş, sorguya çekmiştir. Sorgusunda özür beyan etme
yerine kibir ve gururla gösterdiği inat ve küfürden dolayı da bulunduğu
makamdan indirmiş, yerinden çıkarmış "in oradan çık, artık alçaksın,
küçüksün" diye yerinden atıp düşürerek, aşağılamış ve alçatmış, birinci
"çık" emrinin mutlak oluşuna göre o anda bu çıkarmanın henüz ebedî
bir kovma olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer İblis uslanıp edebini takınsa,
düzelmeye yüz tutsaymış affı muhtemel bulunuyormuş. Nitekim, zaman tanıma
ricası bir dereceye kadar yerine getirilmiştir. Fakat bunun üzerine şükür ve
düzelme yerine bütün bütün şımarıp hak yola ve iman edenlere ve doğru yolda
bulunanlara karşı kötülük etmeye ebediyyen, azmettiğini ortaya koyduğu zamandır
ki emriyle tamamen kınanmaya, kovulmaya ve ahirette de kendisine uyanlarla
beraber ebedî azaba mahkûm edilmiştir. Allah bunu, İblis'in kötülük kararına
ceza olarak belirlemiş ve ona uyanları da ona katmıştır. Âdem'in yaratılmasıyla
gerçekleşen bu imtihanda İblis'in kişisel duygularına tabi olarak, melekler
içindeki mutluluk makamından bu bedbahtlık çukuruna düşmesi ne kadar acı ise,
hiç şüphe yok ki, meleklerin secde etme şerefine kavuşan Âdem cinsinin böyle
apaçık bir düşmanı bulunan yerilmiş, kovulmuş İblis'in izine, huyuna uyarak, o
yüce makamdan düşmesi ve onun kötü sonuna ortak olması, ondan daha acı
olacaktır. İblis'in, yaratıcıyı ve ahireti inkar etmediği halde bu düşme ve
bedbahtlığına sebep kibir ve gurur ile hissiyata tabi olması ve bu şekilde
arzusuna uygun olmayan hususlarda, ilâhî emre sataşıp saldırma fikrinde
bulunması olmuştur. Onda bu hasletin ortaya çıkmasına da, insanın özel bir
şeref ile yaratılması ve secde emrini kazanması sebep olmuştur. Buna karşılık
İblis'in ecelinin tehir olunmasında da insanın düşmesine yakın sebep, kendi
hatalarıdır. Fakat bu hataların karşılıklı olarak birbirleriyle ilgili yönleri
vardır. Allah'a karşı serbest kalmak isteyen İblis insan ile imtihan olmuş
bulunduğu gibi, İblis gibi serbest kalmak sevdasına düşecek olan insanlar da
İblis ile imtihan kılınmışlardır. Şu halde yaratılışlarıyla İblis'in düşmesine
sebep olmuş insanlar, kendi iradeleriyle onun akıbetine düşmemek için
yaratılışlarına bahşedilen bu ezelî nimetin şükür hakkını yerine getirmeli ve
İblis'in izine gitmekten son derece sakınmalıdır. Ve bilmelidir ki, şu kıssada
İblis'in gösterdiği huylardan hangisi bir kimsede varsa, onda şeytandan bir huy
var demektir. Ve onun düzeltilmesine çalışmalıdır.
İnsanın yaratılışının aslındaki mevkii böyle
yüksek ve naziktir. Melekler secde ettiler, İblis etmedi böyle oldu. Ve dedik
ki, ey Âdem! Sen eşinle o cennette otur: İblis'in kovularak çıkarıldığı o
cennette dur. Bu cennetin Huld (ebedilik) cenneti veya gök cennetlerinden bir
cennet veya yeryüzü cennetlerinden bir cennet olması hakkında bazı görüşler
vardır ki, Bakara Sûresi'nde buna dair bazı açıklamalar geçmişti (Bakara,
2/35). Burada da şunu kaydedelim ki İblis'in emriyle indirilip çıkarılan cennet
hakkında İbnü Abbâs, (r.anhüma) "Huld cennetinde değil, Adn cennetinde idiler."
demiştir. Şu halde Adem'in yerleştirildiği de Adn cenneti demektir.
"Dâl" harfinin sükünuyla "adn" ikâmet demek olduğuna ve
"mâdin" kelimesinin de aslı bu olduğuna göre "Cennet-i adn"
ismi hilkat madeni ve aslî ikametgâh olan cennet anlamına işaret eder. Bu ise
Âdem'in ilk varoluş nimetini kazandığı yaratılış cenneti mânâsına işaret eder.
"Cennet-i adn" dahi Cennetü'l-Me'vâ, Cennetü'n-Naîm,
Cennetü'l-Firdevs, Dârü's-Selâm, Cennetü'l-Huld, Cennetü'l-Vesîle gibi ahiret
cennetlerinden sayılmış olduğuna göre Âdem'in ilk meskeni olan Adn cennetinin
ahirette Huld cenneti geçidinde ilk cennet olacağı ve bunda "İşte
yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur." (Zuhruf, 43/72)
âyetinin mısdakınca (dosdoğru delaletince) başlangıç ile sonun bir kavuşma yeri
bulunacağı anlaşılabilir. Daha iyisini Allah bilir. Oturunuz da, neresinden
dilerseniz yiyiniz, mübahtır. Ancak bir şu ağaca yaklaşmayınız, ki zalimlerden
olursunuz, haddinizi tecavüz ve kendinize yazık etmiş bulunursunuz. Demek ki
Âdem ve Havva, cennette diledikleri gibi hareket edebilecek ve istedikleri
yerde istediklerini yiyip nimetlenebilecek bir serbestlik ve helâl kılma ile
iskân edilmiş olmakla beraber bu yetki ve izin hiç sınırı olmayan sonsuz bir
hürriyet ve mülk edinme olmayıp, bir sınıra kadar idi ki, şahsen veya cins
olarak tek olan bu ağaç ve bunun meyvesi o sınırı belirlemiş ve ona yaklaşmak,
kendileri için yaradılışça mümkün ise de dinen ve hukuken yasaklanmıştı.
Malumdur ki ağaç örfte yer sınırlarından bir sınırı, onun meyvesinden yemek de,
davranış sınırlarından bir sınırı gösterir. Bu nokta, Âdem'in cennette bile
sorumluluktan kurtulmuş olmadığını ve bu ağaç civarı, aslında cennetten
sayılmakla beraber, Âdem ve Havva için bir cennet değil bir imtihan alanı
olacaktı. Ve her kim olursa olsun ona yüce Allah'ın tayin ettiği sınıra ve
hukuk çizgisine tecavüz ederse haksızlık ve böylece kendine zulmetmiş
olacağından Âdem ve Havva'ya da buna yaklaşırsanız zalimlerden olursunuz
buyurmuştur.
Bu iskân ve tebliğ üzerine şeytan,
kendilerinden örtülüp gizlenen yerlerini meydana çıkarmak: cinsel organlarının
bulunduğu yerleri açmak için ikisine de bir vesvese (kuruntu, şüphe) verdi.
Âdem ve Havva, bu zamana kadar yaradılışlarında kendilerini utandıracak ve
tiksindirecek çirkin pis şeylerin çıkmasına yer olacak ve çıkacak kötü
yerlerini ne kendilerinden, ne de birbirlerinden görmüyorlar ve hatta
bilmiyorlardı. Ayıbları örten yüce Yaratıcı başlangıçta onu örtmüş,
kendilerinden gizlemişti. Bir rivayete göre bir nur ile görüşlerine kapalı idi.
Diğer bir rivayete göre de tırnak çeşidinden bir örtü ile örtülü idi.
Anlaşılıyor ki insan ne kadar yüksek olursa olsun, bilkuvve ayıptan uzak
değildir. Ve yaratılışın bütün kuvvetleri şöyle dursun, fiilen ihtiva ettiği
parçalarına bile tamamen vakıf olamaz. Bu şekilde insanın yaradılışı iyiye de
kötüye de yeteneklidir. Ve bu yeteneğin gelişmesi yaratılıştan sonra Allah'ın
emir ve yasağıyla belirleyip sınırladığı faaliyet hududuna uyması ölçüsüyle
orantılıdır. Şu halde yaratılışın öncesi, emir sınırıyla denk olduğundan
yaratılış, ahsen-i takvim (en güzel biçim) üzerine olmakla beraber, iradî
kuvvetin ortaya çıkmasından itibaren emre muhalefet imkân dahilinde olduğundan,
o ahsen-i takvimin içinde bir de esfel-i safiline (aşağılar aşağısına) düşme
yeteneği vardır ki, işte din ve ilâhî emirler, insanlığı bu düşüşten korumaya
yönelik olduğu gibi, şeytanın azim ve kararı da bu insanlarda o ayıpların
ortaya çıkarılmasıyla bu düşüşe yöneltmektir. Ve bunun için ilk yaratılış gereğince
cennette olan Âdem ve Havva'ya, kapalı olan ayıp yerlerini açmak için bir
vesvese vermiştir.
VESVESE lugatte hışırtı, fışırtı, fısıltı gibi
gizli ses demektir. Bu münasebetle gönülde birbiri arkasından gelip tekrar eden
gizli söze vesvese ve bir nefse böyle söz bırakmaya da vesvese vermek denilir.
Şeytan, Âdem'e ve Havva'ya böyle bir vesvese
verdi ve dedi ki: Rabbiniz sizi bu ağaçtan başka bir sebeple değil ancak iki
melek olacağınızdan veya ebedî kalacağınızdan dolayı men etti. Yani bundan yerseniz,
ya yemek içmek ihtiyacından melekler gibi müstağnî olursunuz (ihtiyaç
duymazsınız), yahut ölüm yüzü görmez, ebedî kalırsınız, diye bir taraftan
onları Âdem'e secde ile emredilmiş olan meleklere imrendirmek, bir taraftan da
maddî sebebin, ilâhî takdiri değiştirebileceği şüphesiyle ne olursa olsun bir
sonsuzluk ve devamlılık sevdasına düşürmek istedi. Burada meşhur bir suâl
vardır: Şeytan cennetten kovulup çıkarılmış olduğu halde cennetteki Âdem ve
Havva'ya nasıl vesvese verebilmiştir?. Buna karşı, bir yılan aracılığıyla girdi
diye bir kıssa nakli şöhret bulmuş ise de, bunu büyük tefsirciler uygun
görmemişler ve başlıca üç şekilde cevap vermişlerdir:
1- Hasan Basrî hazretleri demiştir ki: Yüce
Allah'ın vermiş olduğu bir kuvvet ile, yerden göğe veya cennete vesvese
ulaştırabilmiştir. Bu mânâya göre "hayye" (yılan) tabirinin, insan
için yılan gibi zehirli bir hayatî kuvvetten kinâye olması söylenebilir.
2- Ebû Müslim İsfehânî: Bu cennetin, yeryüzü
cennetlerinden biri olduğu görüşünde olduğu için, Âdem ve İblis ikisi de
cennette idi demiş. Ancak bunun suâle uygun olmadığı açıktır.
3- Diğer bir takım tefsirciler de demişlerdir
ki: "Âdem ve Havva, bazan cennetin kapısına yakın gelirler, İblis de
dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu şekilde meydana geldi." Âyetlerin
delaletine bakarak, İblis'in kovulması ve çıkarılmasının, dört yönden vesvese
vermesi imkânını yok eder bir şekilde olmadığı anlaşılıyor. Bunun için
vesveseye imkân bulup o maksatla öyle yaptı.
21- Ve inanınız ben sizin öğütçülerinizden,
iyiliğinizi isteyenlerdenim, diye yeminleşti. Yani yemin etti de
22- ikisini de aldatarak sarkıttı. Âdem ve
Havva, hiçbir kimse yalan yere Allah'a yemin etmez sandılar, aldandılar.
Şu halde ne zaman ki o ağacı tattılar,
kendilerine kötü yerleri beliriverdi. İsyanın uğursuzluğu yüz gösterdi, kapalı
ve gizli olan cinsel yerleri açılıverdi, bunun üzerine utançlarından derhal
üzerlerine cennet yaprağından yamalar yamamaya başladılar. Denilmiş ki bu
yaprak incir yaprağı idi. Rabb'leri yüce Allah da kendilerine şöyle seslendi:
Ben sizi o ağaçtan men etmedim miydi? Ve mutlaka şeytan size açık bir
düşmandır, demedim miydi? Ki birincisi yasağa karşı gelmekten dolayı, ikincisi
de düşman sözüne aldanmalarından dolayı darılma ve azarlamadır. Şeytanın düşman
olduğunun hatırlatılması, bu sûrede açıkça geçmemiş ise de bu sorunun gereğine
ve Tâhâ Sûresi'nde "Bu senin ve eşinin düşmanıdır." (Tâhâ, 20/117)
âyetinin belirttiğine göre, demek bu hatırlatma da yapılmıştı.
23-Bu azarlamağa karşı Âdem ve Havva bakınız
ne dediler: Ey Rabbiniz, biz nefsimize zulm ettik, kendimize yazık ettik. Ve
eğer sen bize mağfiret ve rahmet etmezsen, hüsrana uğrayanlardan olacağımız
şüphesizdir, dediler. Derhal durumu anlayıp hatalarını itiraf ve tevbe ve
istiğfara teşebbüs ederek ilâhî rahmete sığındılar ki, bu yalvarış kelimeleri
Bakara Sûresi'nde "Âdem Rabbinden birtakım kelimeler aldı (tevbe etti)
bunun üzerine (Allah)
Onun tevbesini kabul etti." (Bakara,
2/37) âyetinde işaret olunan kelimelerdir. İlâhî suale karşı İblis'in sözü
geçen cevabıyla, Âdem ve Havva'nın bu cevaplarını mukayese etmeli
(karşılaştırmalı) de bu kelimelerin derhal Âdem'in kalbine gelmesi ne büyük
ilâhî bir lütuf olduğunu ve Âdem'in mizacı ile İblis'in içyüzü arasında ne
büyük bir fark bulunduğunu anlamalı ki, İblis'in ateş ve çamur kıyaslamasındaki
cehaletinin sırrı bu noktada açıkça görülmektedir. Denilmiştir ki, Âdem beş şey
ile bahtiyar (mutlu) oldu. Emre karşı gelmeyi itiraf etmek, pişmanlık duymak,
nefsini kötülemek, tevbeye teşebbüs etmek ve rahmetten ümidi kesmemek, İblis de
beş şeyle bedbaht (mutsuz) oldu. Günahını kabul etmedi, pişmanlık duymadı,
kendini kınamayıp azgınlığını Allah'a bağladı ve rahmetten ümidini kesti.
Bununla beraber ilâhî emir ve yasaklara karşı gelmekle işlenen herhangi bir
günah affedilmiş bile olsa, günahı işleyeni nezâhet-i mutlaka (mutlak temizlik)
mertebesinden indirmeğe sebep olacak demektir.
24-Çünkü bu tevbe ve yakarış üzerine Allah
buyurdu ki: İniniz, bazınız bazınıza düşmansınız. Ve size yeryüzünde bir vakte
kadar bir yerleşme ve yararlanma var.
25-Yani Allah dedi ki: Onda, o yeryüzünde
yaşayacaksınız, ve orda öleceksiniz, ve yine ordan çıkarılacaksınız, öldükten
sonra diriltilip toplanacaksınız. İşte Allah, siz insan cinsini yeryüzünde
böyle yerleştirdi. Şimdi:
Meâl-i Şerifi
26- Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi
örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Hayırlı olan, takva elbisesidir.
İşte bu(nlar), Allah'ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.
27- Ey Âdemoğulları. Şeytan, ana babanızı,
çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı
gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin
onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanların
dostu yaptık.
28- Onlar bir kötülük yaptıkları zaman:
"Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti." derler. De
ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi
söylüyorsunuz?"
29- De ki: "Rabbim bana adaleti emretti.
Her mescidde yüzünüzü O'na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na
yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz."
30- (O) bir topluluğu doğru yola iletti, bir
topluluğa da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar, şeytanları Allah'tan başka dostlar
tuttular ve kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlar.
26- Ey Âdemoğulları, muhakkak ki biz üzerinize
çirkin yerlerinizi örter, avret yerlerini örter bir elbise, bir de rîş (yani
güzellik ve öğünmek giysisi yahut servet ve refah) indirdik. Yerle, gökle,
içle, dışla, ferdle, toplumla, tabiatla, sanatla ilgili sebepleri yaratıp ihsan
ettik. Âdem ve Havva cennette saklı ve gizli otururlarken ayıpları açılarak
yeryüzüne gelmiş oldukları gibi, Âdemoğullarından her biri de ana karnında
"döl yatağı" içinde saklı ve gizli olarak rızıklanıp dururken
çırılçıplak yeryüzüne indiler. Sonra da ayıplarını örtecek veya giyinip kuşanıp
süslenecek şekilde fakirce veya zengince iki çeşit elbise ile korunmaya ve
örtünmeye ve hatta güzelleşme ve süslenmeye imkân buldular. Bu arada, takva
elbisesi takva hissi veya takva duygusu ile giyim yani hayâ, utanma duygusu ve
Allah korkusu ile giyilen ve Allah'ın izniyle maddî manevî ayıptan,
çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan korunma elbisesi yok mu, bu,
mutlak hayırdır. Sırf faydadır. Elbise nimetinden faydalanma ve istifade asıl
bununladır. Zira takva duygusu, korkusu ve imanı, hayâ ve irfanı olanlar
zorunlu olarak çıplak bile kalsalar en az Âdem ve Havva'nın yapraklarla
örtündükleri gibi ayıp ve örtülmesi gereken yerlerini örter ve muhafaza
ederler. Fakat takva duygusu olmayan günahkârlar ne kadar giyinseler yine
kıçları, açılmaktan kurtulamazlar. Çünkü bunlar, elbise nimetinin ayıp ve
örtülmesi gerekeni örtmek; sıcak, soğuk ve rahatsız edici çirkinliklerden,
hastalık sebeplerinden korunmak, düşmandan sakınmak ve nihayet güzel bakışı
cezbedecek ve kötü bakışı defedecek, hiç kimsenin ne şehvetinin heyecanına ve
ne nefretinin gelişmesine sebep olmayacak faydalı bir sima, edeb ve vakar
rahatlığı ile güzelleşme gibi gerçek fayda ve güzel maksatlarını düşünemezler.
Şehvet, kibir ve gururla süslü püslü giysiler içinde kibrini ilan etmek
isterken, bir taraftan en kötü yerini açar, hatır ve hayale gelmez zarar ve
edepsizliğe düşerler. Bunun için süslü elbise, giysi, şeref ve ihtişam dahi
hadd-i zatında ilâhî bir nimet olmakla beraber, birçoklarının gözlerini
kamaştıran görünür çekiciliğine rağmen hayır ve mutlak fayda değil, bir gurur
metâıdır. Asıl hayır, takva giysisidir ki, örtülmesi gerekli yerlerin örtülmesi
(setr-i avret), namusu korumanın ilk şartını teşkil eder. Bu, yani elbise
indirilmesi, Allah'ın âyetlerindendir. İnsanlığa olan lütuf ve yardımını, bağış
ve rahmetini gösteren delillerinden ve alametlerindendir. Umulur ki bunu
düşünürler. Bundaki delalet vecihlerini, rabbânî hikmeti düşünür Allah'ın
nimetlerini hatırlar, tanır veya uslanıp çirkinliklerden sakınırlar. Rivayet
ediliyor ki, cahiliyye Araplarından bir takımları, bu cümleden olarak Humus'tan
olmayan A'rab yani bedevîler Kâbe'yi çıplak oldukları halde tavaf ederler ve
içinde Allah'a isyan ettiğimiz giysilerimizle tavaf etmeyiz, derlerdi.
Çoğunlukla erkekler gündüz, kadınlar gece tavaf ederler, kadınların gündüz
tavaf ettikleri de olurdu. Kadın bütün göğüslerini ve göğüslerindekileri açar
ve hatta büsbütün çırılçıplak olur, ancak cinsel organına şarap üstüne sinek
konmuş gibi hafif, seyrek bir paçavra kor, "tavaf ederken beni kim
ayıplar", der ve şu:
"Bugün bunun bir kısmı veya hepsi açılır,
açılanını da helâl etmem." beytini söylerdi. İşte bu âyetler bu sebeple
nazil olmuştur.
27- Ey Âdemoğulları, sakının şeytan sizi de
belaya düşürmesin. Ebeveyninizin (babanızın ananızın) kötü yerlerini,
(Mücahid'in tefsirine göre kendilerine fenalık veren günahlarını) kendilerine
göstermek için elbiselerini soyarak, üzerlerindeki takva elbisesini sıyırtarak
cennetten çıkmalarına sebep olduğu gibi sizi de aldatıp fitne ve belaya
düşürmesin, sakının. Çünkü o ve o kabilden olanlar sizi, sizin onları
görmeyeceğiniz yönden görürler. İblis de cinden olduğundan, o şeytan ve onun
hemcinsleri nesil ve insan askerleri gözünden gizlenebilen cin
güruhundandırlar. Ve hafiye ve casus gibi insanı görmediği tarafından vurur
avlarlar. Tefsirciler demişlerdir ki, bundan insanın şeytanı hiç görmeyeceği
sanılmamalıdır. Görülmeyecek yönden görebilmek hiç bir şekilde görülememeyi
gerektirmez. Gerçekte bir insan bile diğer insanı göremiyeceği yönden
görebilir, şeytan da insanı böyle görmediği tarafından aldatır ve hatta bazan
görünür de şeytan olduğunu sezdirmez, şeytan olduğunu gizlemiyerek göründüğü de
olur. "Şeytan sizi belaya uğratmasın." yasaklaması da gösterir ki,
bir insan için şeytanın fitnesinden geri durmak ve çekinmek mümkündür. Demek ki
şeytan, gözle görünmediği halde bile onun şeytanlık ve aldatma noktaları
bilinebilir. Ve bilinemediği halde bile takva giysisi, iman ve korku hissi onun
fitnesine en kuvvetli bir engel teşkil eder. İnsan dışıyla ve içiyle maddî ve
manevî bakımdan silahlanmış olur. Takva elbisesi, ile içinden dışından giyinmiş
bulunursa, şeytan ona görmediği tarafından, gördüğü halde bile etki edip
aldatamaz. Şu halde şeytandan takva elbisesi ile sakının. Muhakkak ki biz
şeytanları iman etmeyen imansızların dostları (velileri, âmirleri, iş başları,
başlarına bela olmuş yakınları, arkadaşları) kılmışızdır. İmansızlıkla
şeytanlık arasında bir çekicilik vardır. Korusuz bahçeye haşerelerin üşüştüğü
gibi "Muhakkak biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları günaha
sevkediyorlar." (Meryem, 19/83) âyeti delaletince imansız kalblere de
şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytanlığı sever, şeytana mahsus
hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar,
eşkiyanın reisi, en büyük haydut olur. Bunun gibi imansızların bütün eğilimleri
şeytanlıkta olduğundan önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer ve
artık onları diledikleri yere sevkeder, soydurur, soyarlar.
28-Bu şekilde şeytanlara düşkün olduklarından,
o imansızlar bir edepsizlik yaptıkları zaman da: biz atalarımızı bunun üzerinde
bulduk, Allah da bize böyle emretti, dediler. Mesela kötü yerleri açmak eski
bir âdet ve bununla beraber Allah'ın bir emri olduğunu iddiaya kalkıştılar. Ey
büyük Peygamber! Sen de ki: Muhakkak Allah edepsizliği emretmez. Edepsizlik,
fenalık, günah eskiden beri bir âdet olabilir, fakat şurası muhakkaktır ki,
Allah onu emretmez. Bir de tutup bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı söylüyor
musunuz? Bilmediğiniz şeyi biliyormuş gibi tutturup Allah'a karşı yalan ve
iftiraya kalkışmak ne büyük cüret ve cahillik!... Hiçbir dinde, hiç bir
peygambere hiç bir vahyde, hiç bir akılda Allah'ın edepsizliği emrettiğine veya
edeceğine delalet edecek hiç bir şey yoktur. Ve iyi bilmek gerekir ki,
insanları edepsizliğe, terbiyesizliğe, günaha davet eden rûhî ve fikrî
dürtülerin, ilim ile, ilham ile, vahy ile ilgisi yoktur. O, bir şeytan
vesvesesinden başka bir şey değildir.
29- De ki: Rabbim, adaleti ve itidali emretti,
yani ifrat ve tefritten sakınıp orta halli ve ölçülü olarak hareket ediniz, ve
her mescidde yüzünüzü ona doğrultun. Yani her secde zaman veya mekânında, her
namaz veya namaz kılınan yerde yüzlerinizi dosdoğru ona, onun kıblesine dikerek
ibadetine yöneliniz. Namaz vakti nerede erişirse, orada kılınız. Ve hepinizin
yüzü bir düzende Allah'a dönmüş olarak sırf Allah için kılınız, kalblerinizde
şirk eseri, yüzlerinizde ayrılık ve eğrilik eseri bulunmayarak muntazam bir
şekilde kılınız. Ve Allah için dininizde samimi olarak Allah'a dua ediniz.
Çünkü o size nasıl başladı ise yine öyle döneceksiniz. Yani Allah Teâlâ siz
insanları başlangıçta yaratıp, var edip dünyaya getirdiği gibi yine öyle iâde
edecek, ahirete gideceksiniz. Şüphe yok ki iade etmek, başlamadan daha
kolaydır. Bir defa olanın, yine olabileceğinde şüpheye yer yoktur. Bunun için
tabiat davasına tutulup da ahireti inkar edenler, ilk önce tabiat kanunlarının
başı bulunan "olan yine olur" kanununu düşünmeli ve yaratmaya gücü
yeten Allah'ın iadeye öncelikle kâdir olduğunu anlıyarak ahirete
inanmalıdırlar.
Şu halde ikinci olarak bilmelidir ki, bu
dünyaya çırılçıplak gelip az çok türlü türlü giysiler bulan insanların hepsi
sonunda bu dünya elbisesinden soyunup yine geldikleri gibi çırılçıplak olarak
dönüp gidecekler ve amellerinin cezasını bulacaklardır. Üçüncü olarak şunu hiç
unutmamalıdır ki, bu geliş gidişte, bu başlama ve dönüşte tecelli eden bütün
hüküm ve kudret yalnız Allah'ın olduğunda hiç şek ve şüphe yoktur. Analar,
babalar, hısımlar, akrabalar, eşler, dostlar, efendiler, beyler, hâkimler,
krallar, devletler, milletler, insanlar, cinler, kısaca bütün yaratıklar bir
yere gelseler, kendi kendilerine bir ferdi ne başlangıç itibariyle
canlandırmaya güçleri yeter, ne de sona erme itibariyle iâdesine. "İnsanı,
insan yapar" diyen nice iddiacılar, "Ben de diriltilir ve
öldürürüm." (Bakara, 2/258) diyen nice Nemrud'lar gelmiş geçmiştir ki,
bütün arzu ve iddialarına rağmen ne bir çocuk yapabilmiş, ne de kendisini
öldürmeye gelen düşmanının canını alabilmiştir. Şu halde başlangıç ve sona
hâkim yalnız Allah olduğu için her gün, her an ister istemez o sana doğru
yürümekte olan ortadaki insan da dininde Allah için ihlas sahibi olmalı ve
ancak Allah'a dua edip yalvarmalı ve bütün ihlas ve samimiyetle ona yalvarıp,
ona çağırmalıdır.
30-Başladığınız gibi döneceksiniz, öyle ki bir
kısmınızı hidayet etmiş, imana muvaffak kılmakla doğru yolu tutturmuş, bir
kısmınızı da, üzerlerine sapıklık hak olarak bırakıvermiş bir halde
döneceksiniz. Çünkü onlar, o ikinci kısım Allah'ı bırakıp şeytanları dost
edinmişlerdir. Bununla beraber kendilerini doğru yolu tutmuş hidayettedir,
sanırlar. Üzerlerine sapıklığın hak olmasında ve ebedî dalalette bırakılmalarında
bu zannın büyük önemi vardır. Bu zanları olmasaydı sapıklık üzerlerine hak
olmaz, hidayete gelmeleri mümkün olurdu.
Meâl-i Şerifi
31- Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde
güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah
israf edenleri sevmez.
32- De ki: "Allah'ın kulları için
çıkardığı zinetleri ve tertemiz rızıkları kim haram kılmış?" De ki:
"Bunlar, bu dünya hayatında inananlar içindir, kıyamet gününde de yalnız
onlara mahsustur". İşte böylece biz âyetleri bilen bir topluluğa uzun uzun
açıklıyoruz.
33- De ki: "Rabbim, sadece fuhşiyatı,
onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere isyanı, haklarında hiç bir
delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklamıştır".
34- Her ümmetin bir eceli vardır. O ecel
geldiğinde, ne bir ân erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.
31- Her mescid yanında zinetinizi tutunuz.
Yani gerek tavaf ve gerek namaz halinde elbisenizi üzerinize alınız, en güzel
hâl ve durumda bulununuz, çirkin yerlerini açmak insanın en büyük ayıbı ve
rüsvaylığı olduğundan, esasen elbise, insanın bir zineti, süsüdür. Bu da
yukarda açıklandığı üzere en az avret yerlerini örtmekten "rîş"
(güzellik ve öğünme elbisesi) derecesine kadar farklıdır ve en hayırlısı takva
giysisidir. Bunun için setr-i avret (avret yerlerini örtmek) insana her zaman
farz olduğu gibi, özellikle namazda ve tavafta da farzdır. Ve bir müslümanın
namazda mümkün olan en güzel durum ve şekilde bulunması sünnettir ki, cemaat
ile namazda safların intizamı ve câmiye giriş çıkış ve oturuş duruşta edep ve
hayâ, vakar ve ağırbaşlılık da bu zinet ve güzel sûret anlayışının işaretin de
dahil olur. Nitekim önceki âyetlerdeki yüzleri doğrultma anlayışında da bu
intizam işareti vardır. Aynı şekilde âyetin işaret ve eğiliminden şu da
anlaşılır ki, bir islâm şehrinin güzellik bakımından tanzim ve teşkilâtında
câmi ve câmi civarları en güzel yerleri ve zinet merkezi noktaları
edinilmelidir. Bununla beraber bütün bunların içinde mescitlerin asıl süsü,
ibadet ile mamurluğu ve ibadetle ilgilenen kimselerin hâl ve tavırlarıdır.
Fenalar, en güzel yerleri kirletir ve çirkinleştirir. İyiler, en kötü yerleri
bile temizler, güzelleştirir. Bunun için asıl istenen insanların iyiliği ve
güzelliği olduğundan buyurulmuştur ki: "Her mescide gidişinizde güzel
giysilerinizi giyiniz." Ve yiyiniz, içiniz, bununla beraber israf da
etmeyiniz. Haramı helâl kılmak veya helâlı haram yapmak veya yemek ve içmekte,
süs eşyasında hırs ve ifrat etmek gibi bir şekilde orta hal sınırını
geçmeyiniz. Çünkü O, yani Allah israf edenleri sevmez, işlerine razı olmaz, bu
muhakkak. Bunun nüzul sebebinde çıplak tavaf âdetinden başka bir de şu rivayet
ediliyor ki: Âmiroğulları, hacc günlerinde yemek ve yağlı yemezler, ancak
bayılıp düşmeyecek kadar kût miktarı (ölmeyecek kadar yiyecek bir şey) yerlerdi
ve bu şekilde haclarını ulularlardı.. Müslümanlar da böyle yapmak istemişler bu
âyet nazil olmuştur. Demişler ki bu âyette tıbbın yarısı özetlenmiştir. Biz
bunu bir kaç bakımdan anlıyoruz: Birincisi: Tıp gerçi başlıca hastalıkların
ilim ile tedavi sanatında özetlenir. Fakat her ikisinden gaye sıhhattır. Şu
halde sıhhati koruma baştan sona tıbbın en büyük şartını ve gayesini teşkil
ettiğinden, tıbbın bir yarısı sıhhati koruma, diğer bir yarısı da hastalıkları
tedavi demektir. Bu âyet ise sıhhati koruma (hıfzı's- sıhha)nın esasla ilgili
şartlarını özetlemiştir.
32- De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı
zineti (mesela pamuk, keten gibi bitkilerden, yün ve ipek gibi hayvanlardan,
zırh vb. gibi madenlerden çıkan ve insanları süsleyen giysiler gibi Allah
zinetlerini). Ve rızık türünden temiz ve lezzetli şeyleri: (kısmet olup lezzet
ve iştahla faydalanılacak, hoş hoş, temiz temiz çeşitli yiyecek ve içecekleri)
kim haram kılmış? Bu bir inkarî istifham (soru)dır. Yani Allah'ın çıkardığı bu
zinetleri ve tertemiz şeyleri haram kılmak kimsenin haddi değildir. Şu halde bu
âyet yenecek ve giyilecek ve çeşitli süs eşyalarında aslolanın mubahlık
olduğuna delildir. İbnü Abbas ve birçok tefsir bilgini zineti, giyilecek şeyler
ile tefsir etmişlerdir. Fakat diğer bir görüşe göre israf olmamak üzere çeşitli
zinetlerin hepsini içine almaktadır ki, zahiri de budur. Şu halde her yönden
bedeni temizleme, hayvanlar ve diğerlerinden üzerine binilen binitler ve zinet
eşyalarının her çeşidi, zinet deyimi altında dahildir. Çünkü hepsi zinettir.
Eğer nebevî hadiste erkek için altın, gümüş ve ipeğin haram olması hakkında
özellikle nass (dînî delil) gelmemiş olsaydı bunlar da bu genele dahil olurdu.
De ki o zinet ve temiz şeyler bu dünya hayatında iman edenler için kıyamet
gününde halis olarak vardır. Yani o zinetler, o temiz şeyler, esas itibariyle,
müminler içindir. Çıkarılmasının hikmeti müminlerin faydalanmasıdır. Fakat bu,
dünya hayatında kâfirler de ona, tâbi olmak sûretiyle de olsa, iştirak ederler.
Fakat kıyamet gününde onlar yalnız bu dünyadaki müminlere mahsus olacak,
kâfirler asla ortak olamayacaklardır. İkinci olarak o zinet ve temiz şeyler, bu
dünyada, her ne olursa olsun eksiklikten, tatsızlıktan, karışıklıktan, kederden
uzak kalmaz. Kıyamet gününde ise her türlü kederlerden uzak olarak vardır. O
zaman o özel zinet, ancak bu dünya hayatında iman etmiş olanların olacak,
kâfirlere de sadece mahrumiyet ve acı kalacaktır. İşte bilecek olan bir topluma
âyetleri biz böyle açıklarız.
33- De ki: Rabb'im, ancak şunları haram
kılmıştır: Bütün fevahışi, yani çirkinliği açık, aşırı olan fenalıkları,
özellikle kadın tenasûl uzvu ile ilgili olan namussuzlukları, fuhuş ve ahlâka
aykırı olayları ki, gerek açık olanları olsun, gerek gizli; mesela nikâhı caiz
olmayanı nikâh etmek, bâyin talâktan sonra nikâhı yenilemeden karı koca
muamelesini devam ettirmek gizli fuhşiyat (ahlâka aykırı olay) cümlesindendir.
Ve günahı; bütün günahları, akıl ve şeriate uymayan her kötü fiili, bilhassa
bilinen günahı yani sarhoş edici içki kullanmayı, sarhoş olmayı, haksız yere
isyanı; haddini aşarak cana, mala, ırza, yani haysiyet ve hukuka tecavüzü ve
zulmü. "Haksız yere" kaydı, isyanın mânâsını açıklama ve te'kittir.
Çünkü "hak yere" olan isyan olmaz. Allah'a hiç bir delil indirmediği
herhangi bir şeyi ortak koşmanızı. Yani bütün âlem bir Allah'a delil olduğu
halde Allah'a ortak koşmak için ilmî bir kudreti olacak hiçbir burhan, hiç bir
delil yoktur. Müşriklik, delilsiz hüccetsiz şeytana uymaktan kaynaklanan bir
cehalet ve aptallıktan ibaret bir nefsî arzudur. Bütün kötülüklerden, günahtan,
isyandan daha büyük bir haramdır. Ve Allah'a karşı bilginiz olmayan şeyi
söylemenizi, "Allah onu bize emretti" dediğiniz gibi cahillik ve
inkâr ile yalan söyleyerek din ve hükümler uydurmaya kalkmanızı. İşte Rabb'im o
zinet ve temiz şeyleri değil, bunları haram kılmıştır .Ve ilim şânından
olanlara böyle açıklamıştır. Artık ilim ehli, bunların içindeki mânâları
istinbat eder, anlar, ona göre tatbik ve istifade ederler.
34-Şimdi sakın biz bu haramları yapageldik,
bir felaketini görmedik, nice topluluklar da yapıyor bir şey olmuyor,
demeyiniz. Çünkü her ümmet, az veya çok her topluluk, küçük veya büyük her
toplum ve devlet için bir ecel; Allah katında tayin edilmiş ve kararlaştırılmış
olan bir vakit ve mühlet vardır ki, azab veya helakleri ona bakar. Allah'a
karşı peygamberlerini yalanlayanların, yalancıların, dinsizlerin, müşriklerin,
isyancıların, günahkârların, edepsizlerin hepsi dünyanın her tarafında ve her
zamanında birden bire cezalandırılıvermezler. Çeşitli ümmetlerden her birine ve
hatta her ümmetten her ferde mahsus bir ecel, bir müddet sonu vardır. Birini şu
kadar müddet içinde mahveden bir kötülük, diğerini mahvetmek için daha az veya
daha çok bir müddete dayanmış olur. Şu halde ecelleri geldi, mühletleri bitti
mi, bir saat geri kalamazlar, ileri de gidemezler. Yani o eceli ne bir an ileri
çekebilirler, ne de geri. Ne uzatabilirler, ne kısaltabilirler. Biçilen vakti
gelince ânı ânında derhal yakalanır, belalarını bulurlar. Bu müddeti ise ancak
Allah bilir. Şu halde bir müddet devam eden bu müsaadeye aldanıp da sonsuza
değin böyle gidecek sanmamalı, fırsat elde iken hemen tevbekâr olup bir an önce
isyandan korunmaya ve Allah'ın emirlerine yapışmak sûretiyle geleceği temine
çalışmalıdır. İbnü Abbas ve tefsircilerin çoğunluğunun tercihine göre bu
âyetteki ecel, söz gelişine göre mutlak ömür mânâsına olmayıp, "azab ve
helak eceli" demek olduğundan "her ümmetin bir eceli vardır"
kanunu, fertleri dinlerine bağlı olan bir ümmetin, dünyanın sonuna kadar yaşayabilmesine
engel değildir. Bundan günah ve ahlâksızlık içinde koşan kâfir ve âsi
ümmetlerin bir müddet nâil oldukları görünüşteki refah ve safaya bakıp da
arkalarına düşmemek ve onları bâkî kalacak sanıp da ahlâk ve hareketlerini ve
medeniyet tavırlarını benimsenecek bir örnek saymamak gerektiğini anlamalıdır.
Bunun için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
35- Ey Âdemoğulları! Size içinizden
peygamberler gelip âyetlerimi anlattıklarında, kim Allah'tan korkar ve kendini
düzeltirse, işte onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.
36- Kim de âyetlerimizi yalanlar ve onlara
karşı büyüklük taslarsa, işte onlar cehennemliktirler ve orada ebedî olarak
kalacaklardır.
37- Allah'a karşı yalan uyduran yahut
âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onlara Kitap'tan nasipleri
erişir. Canlarını alacak elçilerimiz gelince onlara: "Allah'tan başka
taptıklarınız nerede?" derler. Onlar: "O taptıklarımız bizden sapıp
ayrıldılar." derler. Böylece kendilerinin kâfir olduklarına bizzat şahitlik
ederler.
38- Allah onlara: "Sizden önce geçmiş cin
ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!" der. Cehenneme
giren her ümmet kendi din kardeşine lanet eder. Nihayet hepsi oraya
toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında derler ki: "Rabbimiz ! İşte
şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azab
ver". Allah der ki: "Herkesin azabı kat kattır, fakat siz
bilemezsiniz".
39- Öncekiler de sonrakilere derler ki:
"Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktur. O halde yaptıklarınızdan dolayı
azabı tadın".
40- Bizim âyetlerimizi yalanlayan ve onlara
inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve
deve (veya halat) iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete
giremeyeceklerdir. İşte suçluları böyle cezalandırırız.
41- Onlara cehennemde ateşten bir yatak,
üstlerine de (ateşten) örtüler vardır. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.
35-36-37 Yani insanlar içinde Allah tarafından
gönderilip Allah'ın âyetlerini tebliğ ve beyan eden hak peygamberlere karşı
yalan uyduran, yalan yere peygamberlik taslayıp din vazetmeye kalkışan sahtekâr
ve yalancı iftiracılardan ve yahut Allah'tan gereğince korkan ve doğru
müminlerin zıddına "Allah'ın âyetlerini yalanlayan kâfirlerden daha zalim,
daha haksız kim olabilir?" Bunlara kitaptan nasibleri erer, ecellerine
göre yazılmış, takdir edilmiş olan rızıklarından, ömürlerinden, "İnkâr
edeni az bir süre geçindiririm." (Bakara, 2/126) âyeti delaletince aslında
"az bir şey olan" dünya nimetlerinden kısmetlerini alırlar ve asıl
nasibleri olan yüzkarası ile giderler... Yani nihayet böyle olurlar. Allah'tan
gelen ölüm elçileri, ölüm veya azab melekleri karşısında Allah'tan başka
taptıklarını kaybederler ve kendi kâfirliklerine kendileri şahitlik ederek can
verirler.
38-O zaman Allah der ve hatta birçoklarına
demiştir ki Cin ve insanlardan sizden önce geçen ümmetler içinde ateşe girin.
Geçmiş ve gelenden her ümmet girdikçe hemşîresine (arkasından gidip sapıklığa
düştüğü din kardeşine) lanet eder. Böyle bölük bölük girerler. Nihayet hepsi
orada, o ateşte birbirlerine ulandıklarında sonrakileri (arkadan gidenleri veya
sonra girenleri), öncekiler hakkında, dünyada öne düşen öncüleri veya ateşe
önce girenleri hakkında Allah'a hitap ederek derler ki: Ey Rabb'imiz, şunlar
yok mu, işte bizi bunlar şaşırttılar. Onun için sen bunlara ateşten katmerli
bir azab ver. Buna karşı Allah, der ki: hepinize katmerli: her an artan katlama
usûlüyle artan katmerli bir azab var. Çünkü bir kerre, iki taraf sapıklıkta
ortaktır. İkincisi öndekilerin sapıtması, sonrakilerin de bu sapıtmayı
kabullenmeleri vardır. Uyan ile uyulan birbirinden karşılıklı kuvvet almıştır.
Bu şekilde bir tarafın sapması ve sapıtması, diğer tarafın onları taklit ve
küfürleri biri diğerinin günahlarını ve azablarını katlama artırır. Ve fakat
siz bilmiyorsunuz. Herkes kendi acısını tattığı için bir bölüm diğerinin
çektiğini bilmiyor. Yahut siz o katlamanın ulaşacağı sonsuzu birden
bilmezsiniz. Şu halde o azabın miktar ve şeklini, durumunu ve derecesini
bilmezsiniz. Onu, her ânını göre göre sonsuz zamanda takip edeceksiniz. Ancak
şunu biliniz ki, hepinizinki katlamadır.
39-Bu cevap üzerine öncekiler de sonrakilere
der ki: Anlaşıldı ya, sizin bize karşı bir üstünlüğünüz, bir meziyet ve tercihe
değer yönünüz yoktur. Azabı hak etmede hep eşitiz. Şu halde siz de o azabı, o
katlama azabı tadın, o acıyı çekin, çünkü kazancınızdır.
40-41- Şu muhakkak ki, âyetlerimizi yalanlayanlar,
hayır ve şerri, hak ve bâtılı, geçmişin sonuçlarını, şimdiki zamanın ve
geleceğin gereksinimlerini açıktan açığa gösteren delillerimizi ve
işaretlerimizi yalan çıkarmaya çalışanlar, ve onlara karşı kibirlenenler,
kendilerini daha yüksek sayıp, bunları nazar-ı itibara almaya tenezzül etmek
istemeyenler yok mu, bunlara göğün kapıları açılmaz, ruhları yükselemez, biraz
fırlasalar bile yükseklere nüfuz edemezler, meleklerin sırlarına eremezler,
düşerler, dua ve niyazları reddolunur. Üzerlerine feyz ve bereket inmez, ve
cennete giremezler, tâ deve iğnenin deliğine girinceye kadar. Diğer bir mânâ
ile: "Halat, iğnenin deliğine girinceye kadar". Çünkü (el-Cemel)
kelimesi bilindiği üzere "deve" mânâsına geldiği gibi, urgan ve halat
mânâsına da gelir ki (cümmel), (cümel), (cüml) ve (cümûl) de denilir. Bazı
tefsirciler halatın ipliğe bir çeşit benzeyişine ve bundan dolayı iğneye
deveden çok bir ilgisine göre ikinci mânâyı tercih etmişlerse de tefsircilerin
çoğu birinci mânâyı tercih ederler. Zira her iki mânânın ikisine göre de bu bir
darb-ı meseldir ki, bizim "balık kavağa çıkıncaya kadar" deyişimiz
gibi bir şeyin mümkün olmayana bağlanmasını ifade eder. Bu bakış açısından ise
birinci mânâ daha belağatlıdır. Çünkü örf bakımından "iğne deliği"
küçüklükte, "deve" büyüklükte meseldir. Bir şeyin ufaklığında,
inceliğinde mübalağa edileceği zaman, "iğne deliği gibi" denilir.
İrilikte mübalağa için de "deve gibi" denir. Özellikle Arap dilinde
bu çok bilinir. "Halat" da misal olabilirse de, deve kadar mesel
değildir. Bu yönden olmayacak bir şeyi anlatmak için, irilikte mesel olan
devenin, incelikte mesel olan iğne deliğine girmesiyle darb-ı mesel şüphesiz ki
daha belağatlıdır. Bir de deve, girebileceği yere kendi girer. Halat ise
sokmaya dayanmaktadır. Şimdi devenin iriliğinden başka bizzat hareketli bir
hayat sahibi olması, sonra boynu, hörgücü, ayaklarıyla , özel şekliyle de bütün
eğri büğrülüğü ve acaibliğiyle göz önüne getirildiği zaman iğne deliğine
girmesinde uzaklık fikri ve mümkün olmayanı hayal etme öyle bir kuvvetle ortaya
çıkar ki, bu kuvvet halatta yoktur. Hasılı her iki takdirde mânâ, o kâfirlerin
cennete girememelerini bir müddet gayesi ile sınırlamak değil, onun mümkün
olmadığını açık bir temsil ile anlatmaktadır. Şu halde devenin iğne deliğinden
geçmesi, aslında mümkün müdür değil midir, diye bazı inkârcıların yaptığı gibi
boş yere tartışmalara dalmaya lüzum yoktur.
Meâl-i Şerifi
42- İman edenler ve iyi amellerde bulunanlar
-ki biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz işte onlar cennet
ehlidir ve orada ebedî olarak kalacaklardır.
43- Orada kalblerinde bulunan kini çıkarıp
atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. "Bizi buna erdiren Allah'a
hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola sevk etmeseydi biz doğru yola
erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişler."
derler. Onlara şöyle seslenilir: "İşte size cennet! Yaptıklarınıza
karşılık buna varis oldunuz".
44- Cennet ehli, cehennem ehline:
"Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad
ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenirler. Onlar da "evet"
derler. Bunun üzerine aralarında bir çağırıcı şöyle seslenir: "Allah'ın
laneti zalimler üzerine olsun!
45- Onlar, Allah'ın yolundan men ederler ve
onu eğriltmek isterler, ahireti de inkâr ederlerdi".
46- Cennetliklerle cehennemlikler arasında bir
perde vardır. A'raf üzerinde de, her iki taraftakileri simalarından tanıyan
kişiler vardır. Bunlar cennetliklere: "selâm olsun size" diye
seslenirler. Bunlar henüz cennete girmemiş, fakat girmeyi arzu eden kimselerdir.
47- Gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince
de :"Rabbimiz! Bizi zalim toplulukla beraber eyleme!" derler.
48- A'raftakiler yüzlerinden tanıdıkları
kişilere seslenerek şöyle derler: "Ne topluluğunuz, ne de büyüklük
taslamanız, size hiç bir yarar sağlamadı".
49- "Allah onları hiç bir rahmete
erdirmiyecek, diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?" (Cennetliklere
dönerek): "Girin cennete, artık size ne korku vardır, ne de siz
üzüleceksiniz" derler.
50- Cehennemdekiler, cennettekilere:
"Bize biraz su akıtın veya Allah'ın size verdiği rızıktan bize de
verin." diye seslenirler. Cennettekiler de: "Allah, bunların ikisini
de kâfirlere haram kıldı." derler.
51- Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve oyun
yerine koydular ve dünya hayatı kendilerini aldattı. Onlar, bugüne
kavuşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi nasıl inkâr ettilerse, biz de
bugün onları öyle unuturuz.
42-45- Ve cennet ehline şöyle seslenilir: İşte
o, bu cennet, yani dünyada vaad olunduğunuz cennet, gönlünüzdeki bütün kin ve
nefreti silen, altından ırmaklar akan, içinde böyle hamd ederek dâim safa ile
ebedî olacağınız bu cennettir. Siz buna varis kılındınız. O sebeple ki, amel
ediyordunuz. Dünyada güzel çalışıyor, iyi işler yapıyordunuz. Cennet ehlinin bu
başarıyı kendilerinden değil, sırf Allah'dan ve Allah'ın yardım ve hidayetinden
bilerek hamdetmelerine karşılık Allah tarafından bu başarıları amellerinin
sebebiyetine dayandırılarak böyle seslenilmesi kulluk terbiyesi ile ilâhî
lütfun ne büyük bir tecellisidir. Şu halde insan çalışmalı ve fakat başarıyı
Allah'tan bilmeli, ameline mağrur olmayıp daima ilâhî hidayete sığınmalıdır.
Amel, cennete girmenin sebebidir, fakat Allah'ın yardımı ile.
Mirasta ölüden diriye geçme mânâsı
bulunduğundan, buradaki miras çoğunlukla "felan şey insana şeref
verir" deyiminde olduğu gibi mutlak verme mânasıyla tefsir edilmek daha
açık görülmüştür. Fakat bir hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: "Hiç bir
kâfir ve hiç bir mümin yoktur ki, hem cennette, hem cehennemde bir yeri
olmasın. Ve şu halde cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme girdikleri
zaman cennet, cehennem ehline kaldırılır gösterilir. Oradaki yerlerine bakarlar
ve kendilerine, işte siz Allah'a itaat ederek amel etmiş olsaydınız, bunlar
sizin makamlarınız idi, denilir. Sonra ey Cennet ehli, haydi amelleriniz
sebebiyle siz bunlara varis olunuz, denilir. Şu halde onların yerleri cennet
ehli arasında bölüşülür".
Cennet ehli, cehennem ehline seslendi. Fahreddin
Râzî'nin nakline göre âlimler demişlerdir ki, bu âyetten, mesafenin uzaklığının
sesi idrak etmeye -genellikle- engel olmadığı anlaşılır. Bazı âlimler de
özellikle şöyle demiştir: "Seste öyle güç, kuvvet vardır ki, yalnız
uzaklık duyulmasına mâni olmaz." Kim bilir bu gerçek, öncekiler tarafından
nasıl bir hayret ve uzaksama ile karşılanırdı? Fakat zamanımızda radyo ve
televizyon keşiflerinin bu Kur'ân gerçeğini nasıl ortaya çıkardığnı görüyoruz.
46-47- Cennet ile cehennem arasında bir perde
ve A'rafta bir takım kimseler vardır. Bu perde, Hadîd Sûresinde geçen
"Aralarına kapılı bir sûr çekilir ki, onun içinde rahmet vardır, dış
yönünde de azab." (Hadid, 57/13) ilâhî sözünde zikredilmiş olan sûrdur.
"A'raf" kelimesi "arf"ın
çoğuludur. Arf ise her hangi bir yüksek yer demektir ki, bu münasebetle atın
yelesine, horozun ibiğine "arf" denilmiştir. Buna göre A'raf, meşhur
görüşe göre cennet ile cehennem arasındaki perdenin, sûrun yüksek tepeleri
demek olur. İbnü Abbas'dan "sıratın şerefeleri" diye bir görüş de
rivayet edilmiştir. Fakat Hasan-ı Basrî hazretleri demiştir ki A'raf, marifet
(bilmek) kelimesindendir. Ve mânâ: "Cennet ehli ile cehennem ehlini
simalarından tanımak üzere bir takım kimseler vardır." demektir. Kendisine
bu kimseler, "iyilikleri ve kötülükleri eşit olan kimselerdir",
denildiğinde dizine vurmuş, ve "bunlar, demiş, Allah Teâlâ'nın cennet ehli
ile cehennem ehlini tanımak ve birbirinden ayırmak üzere tayin buyurduğu bir
kavimdir. Vallahi bilmem belki bir kısmı beraberimizdedir". Hasılı A'raf üzerindeki
adamların tefsirinde başlıca iki görüş vardır: Birincisi: Ebu Huzeyfe ve
diğerlerinden rivayet edildiği üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mizanda
iyilikleri ve kötülükleri eşit gelmiş Allah'ı birleyen bir topluluktur ki,
cennet ile cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Teâlâ haklarında
bir hüküm verir. İkincisi: Bunlar, peygamberler, şehidler, hayırlılar, âlimler
veya adam şeklinde görünen melekler gibi dereceleri yüksek birtakım zâtlardır,
denilmiş ki birincilere göre "henüz cennete girmemiş, fakat girmeyi arzu
edenlerdir." kayıtları, seslenen A'raf ehlinin halini beyandır. Yani
cennet ehli, cennete girmiş, bunlar girmemişlerdir. Fakat arzu ve ümit ederler.
Onlara özenirler de, "selâm ve selâmet size" derler. İkinciye göre
ise, o sırada cennet ehlinin hâlidir. Yani cennet ehlinin henüz cennete
girmemiş ve girmek ümidinde bulunmuş oldukları sıradadır ki A'raf ehli onları
selâmetle müjdelerler.
48-51- "Simalarından tanıdıkları
kimselere." Velid b. Muğîre, Ebu Cehil Âs b. Vâil ve akranları:
"Allah Selmân, Ammâr ve benzerlerini cennete koyacak da bizi cehenneme
atacak ha, böyle şey olmaz. Allah bizim hizmetçilerimizi, çobanlarımızı bizden
üstün tutmaz." derlerdi ki, işte A'raf ehlinin "ne topluluğunuz, ne
de büyüklük taslamanız size hiç bir şey sağlamadı" diye bağırdıkları
bunlar ve bu gibilerdir. Ve "bunlar mıydı?" diye işaret ettikleri de
onların küçümsedikleri Selmân ve Ammâr gibi iman ehli kimselerdir.
Meâl-i Şerifi
52- Gerçekten onlara, bilgiye göre
açıkladığımız, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap
getirdik.
53- İlle onun te'vilini mi gözetiyorlar? Onun
te'vili geldiği (verdiği haberler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş
olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi
bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler, yahut tekrar geri
döndürülmemiz mümkün mü ki eski yaptıklarımızdan başkasını yapalım?"
Onlar, kendilerini zarara soktular ve uydurdukları şeyler kendilerinden saptı,
kaybolup gitti.
52-53- O kâfirler, ancak onun te'vilini
gözetirler. TE'VİL, esasen bir şeyi sonucuna irca etmek, varacağına
vardırmaktır. Yani dünya hayatına mağrur olan o kâfirler bu kitaba iman
etmezler de bakalım sonucu neye varacak, diye sonunu gözetirler. İman
edeceklere bir hidayet ve rahmet olarak ilim üzere açıklanan ve gelecek için
haber verilen vaad ve tehditlerin ilerde bilfiil tatbikatıyla vuku buluşta
doğruluğunun ortaya çıkmasını beklerler. Kısacası işi ilerisine atarlar,
ahirete inanmak için kıyametin kopmasını, ahiretin bilfiil gelmesini, geleceğin
şimdiki hâl olmasını beklerler. Halbuki te'vili geleceği, o haberlerin tatbik
olunacağı gün, o kıyamet günü, bundan önce onu unutanlar (hatırlarına getirmek
ve ona göre amel etmek istemiyenler) şöyle diyeceklerdir: hakikaten Rabb'imizin
resulleri hak emirle geldi, peygamberlerin dedikleri doğruymuş, olmaz
sandığımız oldu. şimdi acaba bizim şefaatçilerimiz var mıdır ki, bize şefaat
etseler de azaptan kurtarsalar, yahut geri çevrilsek, dünyaya döndürülsek de
yapageldiğimiz işlerden başkasını yapsak. Böyle diyecekler. Fakat o gün
kendilerini ziyan etmiş, ve iftira edegeldikleri şeyler; şefaatçi olur diye
uydurup bel bağladıkarı putlar, o bâtıl tanrılar yanlarından kaybolmuş gitmiş
bulunacaklardır. Ve bunun böyle olacağında hiç şüphe yoktur. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
54- Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri
altı günde yarattı, sonra Arş üzerine hükümran oldu. O, geceyi durmadan onu
kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi
biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.
55- Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua
edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.
56- Düzeltildikten sonra yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki
Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
57- Rahmetinin önünde müjdeci olarak
rüzgarları gönderen O'dur. O rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu
kurak bir memlekete gönderir, sonra onunla yağmur yağdırır ve onunla her çeşit
ürünü yetiştiririz. İşte Biz, ölüleri de böyle diriltiriz. Gerekir ki düşünür,
ibret alırsınız.
58- Güzel memleketin bitkisi, Rabbinin izniyle
çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz,
şükreden bir toplum için âyetleri böyle açıklarız.
54- Hakikaten Rabb'iniz (Sahib ve hâkiminiz,
işlerinizin kaynağı, efendiniz) ancak o Allah'tır ki gökler ve yeri altı günde
yarattı. Başınız üstünde yükselen birçok gökleri ve ayağınızın altında
çiğnediğiniz yeri, yücelikleri ve düşüklükleriyle bütün bu çeşitli şeylerden
her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamânâ tahsis ederek hepsini ezel ve
ebede göre ancak altı gün sayılacak kadar sınırlı zamanlarda yarattı. Sonra da
Arş üzerine istiva eyledi. Alçaklı, yüksekli bu çeşitli yaratıkları, birbirine
benzemeyen ve henüz bir tekrar ve birbirini takip devrine girmemiş olan ilk
yaratılışlarıyla zaman zaman yarattıktan sonra hepsini hükmü ve tasarrufu
altında tutarak, eşit bir şekilde hepsine sahip ve merci olarak, hepsi üzerinde
dilediği gibi nizamlı ve muntazam bir ritimle hükümlerini de tatbike girişti. Yerden
göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar onun hüküm ve
idaresinin altında ândan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire,
oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmekte; O ise son bulma
ve bozulmadan, ıztırab ve değişimden uzak tam bir hâkimiyet ve tam mülkiyet ile
hepsi üzerinde bir düze hâkim; hepsinin üstünde mutlak bir yücelik ile ulu, her
şeyden üstün bütün devletlerden, saltanatlardan üstün, yüceliğin en yüksek
misali olan Arş-ı âlâ (en yüksek Arş)'dan da üstün ve daima üstün. Ve bununla
beraber birbirlerine karşı mertebeleri ve dereceleri farklı olan bütün
varlıklara "Biz ona şah damarından daha yakınızdır." (Kaf, 50/16)
âyeti gereğince nisbeti bir, adaletli ve hikmetli. "O'nun hiç bir benzeri
yoktur." (Şûrâ, 42/11), "Her şeye şahit" , (Sebe', 34/47),
"Her şeyi kuşatıcıdır" , (Secde, 41/54) tek ilâh olarak rablığını
yerine getirmektedir ki, bu hükümranlık kayıtsız ve şartsız ve devamlıdır. Yani
Tevrat tercemelerinde denildiği gibi yaratmadan sonra çekildi, dinlendi değil,
yarattığı bütün varlıklar üzerinde devamlı bir saltanat, hâkimiyet ve bir düze
yaratıcılık ve rablık ile işleri idare ve hükümleri icra etmektedir.
SİTTETİ EYYÂM Altı gün: Bazı tefsirciler bu
altı günün dünya günleri denilen, bilinen günler diye kabul etmişlerdir.
Gerçekte lugat bakımından "yevm" denilince önce güneşin yeryüzüne
doğmasıyla batışı arasındaki zaman müddeti demek olan gün mânâsı akla gelir.
Fakat henüz yer ve güneşin bulunmadığı yaratma sırasında bu mânâ ile bir gün
tasavvur olunamayacağı açık ve Kur'ân'ın bir çok yerlerinde olduğu gibi
"yevm"in vakit mânâsına geldiği ve dil bakımından bilindiğinden
burada da "altı gün"ün, "altı vakit" mânâsıyla tefsir
edilmesi lazım geleceği bir çok tefsirci tarafından hatırlatılmıştır. Bunun ölçüsünün
ise bilinen güne eşit veya ondan kısa veya uzun olması mümkündür. Nitekim
"Kim o gün, savaşmak için bir tarafa çekilme, ya da başka bir birliğe
katılmak dışında arkasını döner (kaçar)sa" (Enfâl, 8/16) âyet-i
kerimesinde "yevm" (gün) böyledir. "Sizin saydığınız (yıllar)
dan bin yıl kadar süren bir günde" (Secde, 32/5) âyetinde, bizim
saydığımız günlerle bin sene; diğer "Miktarı elli bin yıl süren bir
günde" (Meâric, 70/4) âyetinde ise, elli bin sene miktarı ile
açıklanmıştır ki, bunlar da "ahiret günleri" adıyla bilinir. Ve İbnü
Abbas, Kâ'b, Mücâhid, Dahhâk gibi büyük tefsirciler de buna uygun tefsir
etmişlerdir. Buna göre, "altı günde" demek, miktarı binlerce seneye
varan "altı zamanda" demektir. Fakat açıklamadan kastedilen, bunların
uzama miktarı değil, bu miktarın ezele, istivâ (hâkimiyet)nın mutlak ve
ebedîliğine göre altı gün denecek kadar sınırlı zamanlardan ibaret bulunduğunu
anlatmak olduğundan "altı gün" buyurulmuştur.
Bununla beraber dikkate şâyândır ki, burada
rablığın, biri yaratma, biri hâkimiyet olmak üzere iki tecelli mertebesi olup,
âlemdeki varlıkların önce sırf olağanüstü olan misalsiz bir yaratma ile
başlayıp, bundan sonra bir nizam seviyesine girdiği ve her iki durumda da
Allah'ın hâkimiyeti altında bulunduğu anlatılırken, "altı gün" ile
özellikle gökler ve yerin âdet ve nizam dediğimiz tekrar etme, benzeme ve
birbirini takip ile devam ve uzama devirlerinden önce bulunan ve benzeşmeyen
bir fark, örneksiz bir icad ile sırf olağanüstü olan ilk yaratma anları
gösterilmiştir. Sırf olağanüstünün mutlak olan nizam ve hâkimiyet devirlerine
nisbetle altı adedinin, sayıların derecelerine ve diğer günlere oranı gibi çok
az olduğunun ifade edilmiş olması bakımından diğer bazı tefsircilerin dediği
gibi bu altı zamanın dünya günleri ölçüsüyle ve hatta ondan daha az bir müddet
olarak düşünülmesinde daha uygun bir mânâ vardır. Bu şekilde iki yaratılma
arasında geçen benzer devam anları hâkimiyet hükmünde olmakla dürülüp bükülerek
ve soyutlanarak önce dumandan cisimlere, sıcak ateşten toprağa, topraktan suya,
sudan hayata geçmek gibi yalnız ilk yaratılma anlarının düşünülmesi gerekir.
Sonra Fussilet Sûresi (9-12. âyetleri)nde bu altı gün hakkında bazı açıklamalar
gelecektir, (oraya bak.) ki ona göre bunun ikisi göklere, dördü de yere ait
görünmektedir. Bununla beraber Müslim-i şerifte rivayet edilen bir hadisin
delaletine uyarak bazı tefsircilerin tercih ettikleri üzere "altı
gün"ün yalnız yeryüzü ile ilgili olması da muhtemeldir ki, bu takdirde
mânâ: "Rabb'ınız ancak o Allah'tır ki gökleri ve altı günde yeryüzünü
yarattı." demek olur. Hasılı iş bu altı günün mahiyetinin tayini ve
açıklaması hususları Allah'ın ilmine bırakılması gereken müteşabih bir mânâ
olmakla beraber, bundan kesin olarak şu sonuçlara ulaşmış oluruz:
Birinci olarak, âlem kadîm (başlangıcı
olmayan) değil, görüldüğü üzere bir olaylar toplamıdır ki, varlığında da,
devamlı olmasında da yaratıcı olan Allah'a muhtaçtır. Ve yalnız onun hükmü
altındadır.
İkinci olarak: Âlemin toplamı ezelî olmadığı
gibi, bir defada ve basit bir şekilde yaratılmış da değildir. Başlangıçta
çeşitli zamanlarda birden çoğa giden, bundan sonra çokluk içinde bir terkib
(sentez) ve toplanmaya dahil olan fakat sonu olan derece derece bir ilerleme
ile yaratılmış ve sonra bu ilerlemeye değişim ve benzeme içinde tekrarlanma ve
devam etme ile düzenli, bir şekil verilmiştir ki, bu düzenli şeklin
birbirlerini takibinin devamı da bir seviyede kendi kendine sabit ve karar
kılmış değil, Allah'ın hâkimiyeti altında değişmektedir.
Bu derece derece ilerleme (tedric) mânâsı münasebetiyle
burada şu iki soru meşhurdur:
Birincisi : Yaratmadaki bu derece derece
ilerleme (tedric) "Bizim buyruğumuz, yalnız bir tekdir, göz açıp yumma
gibidir." (Kamer, 54/50) âyetinin delaletine aykırı değil midir? İkincisi;
bir defada yaratma, Allah'ın kudretine delalette daha uygun olmaz mıydı? Cevap:
Hayır. Gerçi bir yaratma, bir haysiyetle hem bir defaya mahsus hem tedrîcî
olmaz. Bir defada oluş, derece derece ilerlemeye aykırıdır. Bununla beraber bir
defa oluş, tedrîcin şartıdır.
Dereceleme çeşitli yaratma anlarının sıralanma
ve devamı demek olduğundan aralarında yorum itibariyle zıtlık bulunan bir
defada oluş ve tedric arasında gerçekleşme itibariyle mutlak umûm ve husus
vardır. Her tedricde bir def'aten oluş vardır, fakat her defada tedric yoktur.
Gerçekte Cenab-ı Hak her neyin yaratılmasını veya yok edilmesini isterse
"ol" der ve derhal isteği dilediği şekilde vâki olur. Bir anda bir
değil sayılamayacak ve hesap edilemiyecek şeyler yaratıp yok edebilir. Nitekim
bir yağmur ânında ne kadar sayısız damlaların yaratılıp düştüğü ve bir doğma
ânında hesabımıza sığmaz birçok hadiselerin bir anda vâki olduğu görülür. Ve
Hakk'ın bütün işleri böyle tek olan bir vicdan bakışı ile görülür. Fakat bunun
böyle olması, bakışların çoğalması ve devam etmesiyle, çeşitli veya birleşik
yaratılışların çoğalma ve devam etme kudretini ortadan kaldırmaz. Çünkü ilâhî
kudretin, hiç bir şekilde sona ermesi mümkün değildir. Şu halde tek emrin, bir
anda pek çok şeyi yaratmaya kâfi gelmesi, buna karşılık yaratmalar arasında özel
bir sıralama ile geliştirerek yaratma kudretine aykırı da olmaz. Hem dereceleme
zamanlarının her birine göre "Bizim buyruğumuz yalnız tekdir."
(Kamer, 54/50) hükmü doğrudur. Hem de toplamına göre bir dereceleme silsilesi
ve sıralaması geçerlidir.
İkincisi: Yalnız bir defada yaratma, kudrete
delalet etmede daha uygun da değildir. Çünkü bu tahsiste bir kudretin son
bulması şüphesi vardır ki, ikinci bir yaratmaya imkân yok sanılır. Tertip ve
terkib ile yaratma kudreti de durdurulmuş ve delilsiz bırakılmış olur. Evet
Allah dileseydi bugünkü gökleri ve yeri bütün içerikleriyle bir defada
yaratmaya gücü yeterdi. Fakat bu şekilde dünkü âlem olmaz, iki yaratılmış
arasında bir sıralanma ve devam etme düşüncesine imkân kalmazdı. Diriden ölü,
ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkmak şöyle
dursun, gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı.
Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı ve yahut hepimiz
olur, fakat ata evlat olmazdık ve şimdiki yaratmanın imkânına delil bulamazdık.
Ve o halde o âlem, bu âlem olmazdı. Hiç bir tedricen ilerleme olmadan bütün
yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiç biri diğerinin
yaratılışına şahit olamayacağından, hem yaratma delili bulunmaz, hem de eşyanın
tabiatı ilâhî tasarrufa mahkûm ve emre âmâde kılınmış olduğu anlaşılmaz; âlem,
ezelî bir tabiat sanılırdı. Sonra "hiç bir derecelere ayırma
bulunmasın" demek, "rabblık, ilâhlık bulunmasın" demek
olduğundan da gaflet edilmemelidir. Şu halde bir çok def'aten yaratılışları da
içine alan dereceleme ve sıralama ile yaratmanın kudret ve yaratıcının
ilâhlığına delaleti açısından pek büyük önemi vardır. Ancak bu derecelemenin
ilk yaratılışta altı güne tahsisi meselesi kalır ki, bu da sırf ilâhî bir irade
meselesidir. Bu tercih, fikrinde hür olanın seçimine aittir.
İSTİVÂ: Râğıb der ki: " (istevâ) fiilinin
kullanılışı iki şekildedir. Birisi iki veya daha çok fâile isnad olunur.
denilir ki "Zeyd ve Amr eşit oldu." demektir. Nitekim "Bunlar,
Allah katında eşit olmazlar" (Tevbe, 9/19), "Bilenlerle bilmiyenler
bir olur mu?" (Zümer, 39/9) buyurulmuştur. Diğeri de bir şeyin kendi
zâtında doğru ve ölçülü olmasına denilir. "Üstün akla sahip (olan melek)
doğruldu." (Necm, 53/6) gibi ki, "Onların sırtına binip kurulmanız
için" (Zuhruf, 43/13), "Sen ve yanında bulunanlar, gemiye
yerleştiğiniz zaman" (Müminûn, 23/28), "Gövdesinin üstüne
dikildi." (Feth, 48/29) aynı şekilde Arap kelâmında "filanın işi
mutedil oldu", "filan işçilerini idare etti" gibi ifadeler hep
bu kabildendir. ile müteaddî olmasında bir istîlâ mânâsını gerektirir. ile
müteaddi olmasında da bizzat veya tedbirle son bulma mânâsını gerektirir. Bu
şekilde istivâ lugatte, bir düze olmak, istikrar etmek yani karar kılmak veya
kararını bulmak, ulûvvve isti'lâ yani yükselmek veya yüksek olmak, diğer
deyimle üstün olmak, bir düze kurulmak, eşit veya benzer veya denk olmak,
dosdoğru varmak veya kasdetmek, isti'lâ etmek mânâlarına gelir.
ARŞ , esas itibariyle "sakf"
demektir ki, bir binanın veya yerin yüksek muhîtini teşkil eder. Bir eve
nisbette tavanı, tavanına nisbette üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki
köşkü, tahtaboşu, cihannüması (terası) hep Arş mânâsına dahildir. Buna ilave
olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de denir. Bu
şekilde Arş anlayışının en kesin gereği ulvilik ve üstünlük mânâsıdır. Bundan
dolayıdır ki arş, hükümdarların oturdukları "taht" anlamında meşhur
olmuş ve tahtın gereği olan mülkten , izzet ve saltanattan kinaye de
yapılmıştır. denilir ki, mülkün istilâ edildi, yıkıldı, bozuldu demektir. Mülkü
kıvamında ve işi yolunda, emri muntazam ve ahenkli olduğu zaman da "Arşına
hâkim oldu, mülkünün tahtına yerleşti." denilir. Bunlardan başka bir işi
ayakta tutan şeye, bir şeyin esasına ve bir toplumun işlerini idare eden başkanlarına
ve "avvâ' " denilen kuzey tarafın alt yanında Acûzü'l-Esed (arslan
burcunun ucundaki takım yıldızları) ve Avşü's-Simâk (biri kuzey, diğeri güneyde
iki parlak yıldız) da denilen dört küçük yıldıza, tabuta ve kuyunun dibinden
adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yaptıkları
ahşaba, ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümseğe ve kuşun
yuvasına da denilir. Ve birçok mânâlarda masdar da olur.
Âyetü'l-Kürsî'de açıklandığı üzere bazıları,
"O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır." (Bakara, 2/255)
âyetindeki Kürsî ile Arş'ın bir şey olduğunu kabul etmişlerdir ki, ikisini de
"taht" mânâsından alınmış olarak düşünmüşler demektir. Fakat
çoğunlukla nakledildiğine göre Arş, Kürsî'nin de üstündedir. Bu şekilde Kürsî,
taht mânâsıyla düşünülürse Arş onu kaplayan saray ve sarayın tavanı gibi veya
bütün memleketin muhîti gibi düşünülür Ve Kürsî, "Mevzii
Kademi'l-Arş" (Arş'ın ayağının yeri) olduğu rivayetine göre
"başşehir" mânâsıyla düşünülürse, Arş da "taht" mefhûmuyla
düşünülür. Ve bu iki mânâ düşüncesiyle Arş, şeriat dilinde âlemin hepsini
saran, sınırlamanın ve beşer aklının takdirinin dışında, hakikati Allah'ın
ilmine bırakılmış bulunan yüksek bir muhît olmak üzere yaygın olmuştur ki
gökler, cennet, sidre, Kürsî hep bunun altında tasavvur edilir. Bu bir sondur
ki, âlem tasavvuru burada biter. Fakat Hakk'ın varlığı bitmez ve Sidre-i
müntehâ geçilmeden Hak Teâlâ'nın cemalinin müşahedesine erilmez. Nitekim
Resulullah (s.a.v) Mi'rac'da Sidre-i münteha'yı geçmişti. Birinci düşünceye
göre Arş'ın ihatasının, mekâna ait bir ihata; ikinci düşünceye göre de manevî
bir ihata (kuşatma) kabilinden olması gerekir. Şimdi bu mânâ şekilleri ile
yüksek nazmından şöyle bir anlam ortaya çıkar: "....." Sonra da bir
dize taht üzerine kuruldu. "......." Fakat bundan ne anlamalıdır?
Burada önce şunları dikkat nazarından uzak
tutmamak gerekir:
1- Bilinen mânâsıyla "taht", bir
hükümdarın, hükumeti icra ederken üzerine kurulduğu özel, mahdûd bir cisimdir.
Fakat asıl önemi, cisimliğinde değil, gereği olan hüküm, izzet ve
saltanatındadır.
2- Bütün göklerin üstünde ve bütün âlemi
çevreleyen Arş'ın bilinen mahdut "taht" mânâsına, tamamen hakiki
lugat mânâsı olarak uyuşmuş olamayacağı şüphesizdir. Bundan dolayı bunda
muhakkak mecazî ve kinayî bir mânânın bulunması ve daha doğrusu Arş ve taht
cins ismi iken (el-Arş)'ın şer'î konumla bir özel isim gibi düşünülmesi
gerekir. Ve o halde bu Arşd'a cisim olma zarureti de iddia edilemez.
3- Arş bir cism-i küll olsun, fakat yön ve
cisimliğin hepsi bunda son bulacağından, bunun üstünde cisim, mekân, yön
tasavvuru çelişkili olur. Burada "Sidretü'l- müntehâ" anlayışını iyi
düşünmek gerekir.
4- (Alâ) kelimesinin hakiki mânâsında ne
mekâna, ne zamânâ ait bir zarflık yoktur. Bu bir isti'lâ ifade eder. Gerçi ulûv
(yükseklik) ve fevkiyyet (üstlük, üstte olmak) bir yön anlatır. Fakat (el-Arş)
anlayışı, bütün mekân ve yönleri kapladığından, bu isti'lâda yön de düşünülmüş
olamaz. Ve bundan dolayı "Arş üzerine", mekân üstü ve yön üstü, çok
yüksek bir yükseklik ile isti'lâ ifade eder ki, asıl gerçek isti'lâ (Yükseliş)
da budur. Bu, bütün izafetleri altına alan öyle bir isti'lâdır ki, hiç bir
kayıt ve nicelikle şartlanmış olmadığından ihata mümkün değildir. Biz bu
yüksekliğin ifade ettiği mâlûlûn izâfetini illet (sebeb)e, mahkûmun hâkime,
netice itibariyle bütün varlığı mümkün olanların, varlığı vacib olana, bütün
yaratıkların yaratana olan etkilenme ve muhtaç olma nisbeti olmak üzere kendi
izafetimizle düşünebiliriz.
5- İstivâ gerçekte sırf cismanî bir anlam
değildir. Bunun cismanî olup olmadığına, isnad olunduğu fâili veya medhûlü
(dahil olduğu kelime) de bir karîne olur. Mesela "işine hâkim oldu"
denildiği zaman bu istivânın cismanî olmadığında şüphe yoktur. Aynı şekilde
"filan işine hâkim oldu" denildiği zaman da böyledir. Burada ise
fâil, "Kendisinin hiç bir benzeri olmayan" (Şûrâ, 42/11) Allah
Teâlâ'dır. Şu halde Arş üzerinde ilâhî istivâyı Allah ile Arş'ın gerisindeki
yaratıklar arasında bir uzaklık, bir mekânî aralığı gerektiren cismanî bir mânâ
ile düşünmeye imkân yoktur. Zira "Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz
görmezsiniz." (Vâkıa, 56/85).
6- Bir hükümdarın tahtına oturup kurulması
anlamında bile asıl kastedilen mânâ, cismanî bir oturuş değil, hükümdarlık
sıfatıyla nitelenmesidir. Bu öyle bir mânâdır ki, hükümdarın taht sayesinde
değil, tahtın hükümdar sayesinde ayakta durmasını ifade eder. Ve bir hükümdarın
tahtında devamlılığı, cismen taht üzerinde oturup kalması değil, hâkimiyetinde
devamlılığı ve bâki olması demek olur. Fakat bu mânâ diğer hükümdarlarda ve
tahtlarda tam, mutlak ve hakiki değil, geçici, nisbî ve ârızîdır. Bunun mutlak
hakikati ancak Allah Teâlâ'ya mahsustur. Şu halde istivâdan bu mânânın Allah'da
zâtî, tam ve hatta tamın üstü mutlak ve hatta mutlak üstü ve hakiki yani
cismaniyet ve rûhâniyet gibi imkanî bir vücud ile değil, zarurî bir vücûd ile
oluşmuş olduğunu anlamak gerekir. Bunu anlayabilmek için de varlığın gerçeğinin
yalnız cisim ve cismaniyete mahsus olmadığını ve hatta cisimliğin gelip geçici
ve izafî bir varlıktan ibaret bulunduğunu ve Hakk'ı bilmek için cisim ve ruhun
üstüne geçilmek gerektiğini sezmek şarttır. Bunun içindir ki, cisimden başka
varlık, cismanî yükseklikten başka yükseklik duyamayanlar, bu konuda şer'an bir
dereceye kadar özürlü sayılırlar.
7- İstivâ bir fâile isnat edilmiş ve Arş'a da
cer harfi ile bağlanmış bulunduğu için, bunda Allah Teâlâ'nın Arş seviyesi ile
eşitlik veya birliğine değil, tersine Arş'tan üstün yükseklik ve mutlak
büyüklüğüne delalet vardır. Yani "Arş ile beraber istivâ etti" değil,
"Arz üzerine istivâ etti"dir. Bu ise Allah'ı, âlemin kendisi ile
birleştiren hulûl veya ittihat görüşlerini red ve iptal ile "her şeye
şahittir", "her şeyi kuşatıcıdır", "onun hiç benzeri
yoktur" mânâlarının sonsuzluğunu hatırlatan nezih bir tevhid ispat eder.
Şu halde bunda bir teşbihi (benzetme) değil, pek yüksek bir tenzihi tasdik
etmek gerekir.
Bunun için bu meselede büyük âlimler şu iki
mezhepten biri üzerindedirler: Birincisi Selef mezhebidir ki, Allah Teâlânın
mekân ve yönden yüksek olduğunu kesin bir şekilde tasdik etmekle beraber Arş
üzerine istivâsı sıfatına da - Allah'ın irade ettiği şekilde - iman etmek ve
tafsilatıyla te'viline dalmayıp, "Onun açıklamasını ancak Allah
bilir." (Âl-i İmran, 3/7) âyetinin delaleti üzere hakikatini Allah'ın
ilmine bırakmaktır. Ehl-i Sünnetçe asıl tercih ve itimad edilmiş olan da budur:
"Ey dayımın oğlu, Arş'ın Rabb'ı, Arşın
üstündedir, fakat yerleşme vasfı olmaksızın".
İmam Mâlik b. Enes hazretlerine bir gün bir
adam "istivâ nasıldır?" diye bu âyetteki istivânın nasıl olduğunu
sormuş ve İmam Mâlik de biraz başını eğip murakabeye daldıktan sonra vücûdundan
şiddetli bir ter boşanmış ve demiştir ki: "İstivâ malûm; keyf (nasıl),
makul değil; buna inanmak vacib ve bu soru bid'attır. Sanıyorum ki sen sapık
bir adamsın". Bundan sonra emretmiş, o adamı huzurundan çıkarmışlar. Aynı
mânâ selefin daha birçoğundan nakledilmiştir. Bizim Hanefilere göre asıl
rivayet edilen de, "Arş üzerine istivâ, Allah Teâlâ'nın keyfiyetsiz bir
sıfatı" olduğudur.
İkincisi, sonradan ortaya çıkıp istivâdan
tecsîm (cisimlendirme) veya ittihat (birleşme) şüphesi çıkarmaya çalışan ve
selefin sözlerini bu konuda bir çeşit kapalılığa sevketmeye kalkışan nefsine
düşkün kimselere karşı müteahhirîn (sonra gelen âlimler)in tercih ettikleri
doğru te'vil mezhebidir ki, aklî ve naklî delillere göre Allah Teâlâ'ya nisbeti
caiz olmayan bâtıl ihtimalleri atarak caiz olduğunda şüphe edilemiyecek doğru
bir meâl araştırmaya girişmektir. Bunda başlıca üç, dört görüş hasıl olmuştur:
1- Yukarda gösterildiği üzere lisan örfünde
"Arş'ı hükmüne aldı", "mülkünün tahtına yerleşti"
deyimleri, tam sahip olmakla işin intizamından kinâye olarak kullanılır ki,
"mülkü bozuldu"nun zıddıdır. Şu halde "sonra Arş üzerine
hükümrân oldu" âyetinde de en açık ve en olumlu mânâ "bütün
yaratıkları üzerinde devamlı emrini yürütmek ve muntazam bir şekilde hükümleri
icra etmek sûretiyle eksiksiz kudretin nüfuzu ve iradenin cereyan
etmesinden" kinaye olmasıdır. Bu mânânın gerçekte hakikatı şüphesiz olduğu
gibi devamında "O, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter;
güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir." aynı şekilde Yûnûs Sûresinde "Sonra
arş üzerine hükümrân oldu, işleri nizama koyar." (Yûnûs, 10/3) buyurulması
buna bir karine veya tefsirdir. Hasan-ı Basrî hazretleri bunu "işine hâkim
oldu" diye ifade etmiştir ki, aynı mânâyı mecazî isnat şeklinde göstermiş
demektir. Yani istivânın Allah'ın zâtına nisbeti hakikatte fiil ve emrinin
vasfı olması itibariyledir. "Sonra" buyurulması da buna bir karine
gibidir. İlk yaratma lahza (an)ları mukayesesi mümkün hiç bir denk ve misal ile
geçmemiş olan ve hiç bir tekrarlama ve benzeme devamını içine almayan çeşitli yaratıklarını
yeniden yeniye yaratılmaları ile cereyan ettiği, diğer deyişle altı gün henüz
tekrar etme devrine girmemiş bulunduğu için ilk önce yaratma hiç bir
devamlılığı içine almış olmayacağından o demlerde istivâ düşünülemez. O
vakitler rabbânî tecellîler "Onun Arş'ı su üzerinde idi." (Hûd, 11/7)
âyetinin delaleti üzere hiç bir seviyede durmayan çeşitli bir cereyanı ifade
eder. Mesela bir bulut, bir duman, ondan bir göksel cisim, ondan ateş, ondan
toprak, ondan su, ondan bitki ve hayvan yaratılır giderken bu fiilde henüz bir
âdet, bir devamlılık, bir istivâ yoktur. Hepsi olağanüstü, hepsi çeşitlidir.
Fakat yaratma böyle soyut bir fark ve değişim cereyanından ibaret kalmamış,
değişim içinde az çok bir benzeme ile bir düze tekrar ve devam etmiş, genel bir
değişim ile değişen ve içerikleri başka başka bulunan yaratıklardan sonra cüz'î
değişim ile çeşitli müttefik ve benzer yaratıklar da yaratılmış, yaratılanlar
değiştirilmeye ve düzeltilmeye, sonradan olma ve yok olma devam etmeye, mesela
buluttan ateş ve su, su ile topraktan hayat bir defa değil birçok defalar
yaratılmaya ve giderek bitki bitkiden, hayvan hayvandan, insan insandan
yapılmaya başlamış ve artık o zamandan itibaren zamanda bir devir, çeşitli
işlerde bir tertip ve devamlılık tecelli etmiştir ki, buna
"sünnetullah" (Allah'ın sünneti), "âdetullah" (Allah'ın
âdeti) denilir. Bu istivâ vasfı bundan itibaren düşünülebilir. İşte
"yarattı, sonra istivâ etti" terâhî (gecikme)si de buna işaret eder.
Hasılı istivâ, ne bir fiil, ne de sırf değişme ile değil, bir tekrarlama ve
benzeyiş nisbeti ile düşünülebilir. Bu ise zatında çoğalmadan, artmadan,
değişmeden münezzeh olan Allah Teâlâ'nın ancak fiilleri arasındaki uyuşma
nisbeti itibariyle bir fiilî sıfatı demek olur. Nitekim Süfyân-ı Sevrî
hazretleri bunu: "Arş'da bir iş yaptı ki, ona istivâ ismi verdi."
diye ifade etmiştir. Diğer bazı âlimler de: Yani hepsi Allah Teâlâ'nın
"Sonra göğe yöneldi ve onları düzenledi." (Bakara, 2/29) âyetinde
açıklanan düzenlenmesiyle muradı üzere istikamet aldı demiştir ki, bu da
kinâyede anılan işin intizamı ile devamı, iradenin cereyanı mânâsının diğer bir
ifadesi olarak fiil sıfatına işaret demektir. Ancak bunda istivânın esas
itibariyle yaratıkların vasfı olması hususunu tercih şüphesi vardır. Halbuki
âyet bu istivâyı Arş'ın da üzerine geçirmiş olmak itibariyle Allah'a tahsis
eylemiş yani mahkûmun mahkûmiyete istivâsını değil, yalnız hâkimin hâkimiyette
istivâsını anlatmıştır.
2- İstivânın, istilâ mânâsına olmasıdır ki,
"Yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galibiyeti,
velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." demek olur. Bunun "Her şeyi
kuşatıcıdır" (Secde, 41/54) mânâsıyla münasebeti açıktır. Bununla beraber
istilâ, ihatadan daha şûmullüdür. Gerçi İbnü Arabî, "biz istilâ mânâsına
bir istivâ bilmiyoruz" demiş ise de şâirin:
"Bişr, kılıçsız ve kan dökmeden Irak'ı
istîlâ etti." beytiyle şahit getiririlerek buna cevap verildiği meşhurdur.
3- Arş'ın, mülk ve memleket; istivânın, istîlâ
mânâsına olmasıdır. Bu da öbür mânâlarla yakından ilişkili olmakla beraber,
ayrıca bazı faydalara da işaret etmektedir. Birincisi: nın mânâsına özellikle
bir dikkat nazarını celbedicidir. İkincisi: Allah Teâlâ'nın, kendilerini mutlak
hâkim gibi sayan beşerî saltanatlar üstündeki yüksek hakimiyetine öbür
mânâlardan daha çok bir hatırlatmayı içine alır. Üçüncüsü: Allah Teâlâ'nın
yalnız fiilî sıfatı itibariyle değil, bütün zâtî sıfatıyla yüce ve mutlak
kemâlinde ısrar eder. Ve bu bakış açısından (sonra) nin mânâsındaki gecikme,
yaratma ve istivâ arasında değil, beyan mertebesine ait rütbeyle ilgili bir
gecikme olur.
4- Bir de şöyle
"Arş'ı istivâ etti", yani Allah'a
nisbette her şey eşittir. Hiç bir şey ona diğer bir şeyden daha yakın değildir.
Çünkü Allah Teâlâ bir mekânı bırakıp da, diğer mekâna giren cisimler gibi
değildir" diye de tefsir edilmiştir ki, ilâhî nisbette, mesafeyi reddetme
ve adaletin ispatı açısından bilhassa dikkate şâyân bir mânâdır. Yani Allah Arş
üzerine öyle bir istilâ ile istivâ etmiştir ki, gökler ve göklerde bulunanlar
ona daha yakın, yer ve yerde bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesafede değil,
hepsi eşit bir nisbettedirler. Bundan istivânın eşitlik mânâsına alındığı
sanılmamalıdır. Zira maksat, eşitliğin lüzumu veya gereği olan zâtî veya nisbî
bir vasıftır. Nitekim istivânın diğer mânâları da eşitlikten vazgeçmekle
düşünülür. Bu mânânın mekânlıkta düşünebileceğiniz misali, eşit iki taraf
arasındaki ortanın ve dairenin çemberine göre merkez konumundaki istivâ ve
ortada olmaktır ki, bunda eşitlik oranı iki taraf veya çember noktalarına ait
olur. Ve orta ve merkezde ancak bunlara bir kararda nisbet edilmiş olarak
mânâsı düşünülür. Bu şekilde Arş ve Taht anlamı, çevreleyen mânâsından başka, bir
de merkezcilik fikrini telkin eder. Fakat unutmamak gerekir ki, muhît
(çevreleyen)in gerisinde olan çeşitli noktaların merkeze oranı eşit değil,
farklı uzaklıktadır. Halbuki "O, gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır."
(Zuhruf, 43/84) âyeti delaletince ilâhî nisbette böyle bir farklılık da
düşünülemeyeceğinden bu tefsir, ilâhî istivânın bu geometrik mânâya da ölçü
olamayacağını ve bunu anlamak için bütün uzaklık ve mesafe kaydının da
kaldırılması gerekeceğini özellikle anlatmıştır. Ve gerçekte mekan ve yön, uzaklık
ve mesafe anlayışları da Arş'ın altındadır, "Arş'ın üzerinde"
değildir. Allah, her şey üzerine bidüziye hazır ve nâzırdır. Onun tıpkısına
benzer hiç bir şey yoktur. Şu halde istivâsı da, mahiyeti belli olan hiç bir
istivâ ile kıyas kabul etmez. İlâhî zatı ve sıfatı hakkında varid olan
kelimelerin, yalnızca lugata ait gerçeklerin mânâlarıyla değil, birer şer'î
hakikat olarak düşünülmesi gerekir. Bunun için burada Arş ve Taht'ın ulvî
gerekleri olan hüküm ve saltanatın intizam, emir ve iradenin yerine getirilmesi,
istilâ (zaptetme) ve isti'lâ (yükselme)'yı, gücün sınırını ve tam adaleti
unutup da istivâ kelimesinin lisanda oturma veya ayakta durma ve korunma ile
istikrarda da kulanıldığından dolayı, Allah tıpkı bir taht, bir sandalye veya
dam üstünde duran bir şahıs vaziyetinde Arş'a dayanmış bidüziye oturuyor veya
dikiliyor veya yatıyor gibi bir düşünceye sahip olmak, aklen ve şer'an pek
büyük bir cahillik olur. Böyle bir mânâya lafzın lugat bakımından müsaadesi
varsa da şer'an ve aklen yoktur. Ve işte yukarda açıklanan mânâlar bilhassa
bunu anlatmak ve öyle vehmi defetmek içindir ki, her biri doğru bir mânâdır.
Yüksek nazmın da hepsine hem dil, hem din ve hem akıl yönünden ihtimali ve
müsaadesi vardır. Bununla beraber en doğrusu bunları bütünüyle düşünmek ve
ihatası mümkün olmayan ilâhî istivânın hakikatinde durmak lazım gelir. Çünkü
yaratma, gökler ve yer, altı gün, Arş mefhumlarında bile, idrakimizi aşan bir
esası vardır. O halde bütün bunların üzerine taallûk eden istivânın hakikati,
idrak seviyemizden pek yüksek olduğunu itiraf etmelidir. Bu bakımdan iman
edilecek tefsir Selef'in çoğunluğunun mezhebine göre tefsirdir ki şudur: Allah,
gökleri ve yeri özel vakitlerde yarattı, sonra da hudûs (sonradan olma) ve yok
olma, bir yer tutma ve yön şüphelerinden münezzeh olarak murad ettiği mânâ ile
Arş üzerine istivâ eyledi". Fakat böyle demek, bu yüksek nazımda bizim
anlayabileceğimiz hiç bir mânâ yoktur demek olmadığından da gaflet edilmemek
gerekir ki, bu âyetin devamı açıklayıp izah edecektir.
Baksanıza: Geceyi gündüze bürüyor. İsti'lâ ve
hâkimiyetin en geniş görünümlerinden olan bu iki zıt yaratığın birini diğerine
ard arda kaplayıp duruyor. Âlemin idaresinde ışığı karanlığa giydirip
örttürdükten sonra, bir de çevirip karanlığı ışığa giydiriyor. Onu ona örtü
yapıp sardırıyor. Burada hem "Geceyi gündüzün üzerine doluyor."
(Zümer, 39/5) hem "Gündüzü de gecenin üzerine doluyor." (Zümer, 39/5)
kavramlarına, biri ibaresiyle biri de işaretiyle olmak üzere delalet vardır.
Iğşâ, babından olmak ve bunda birinci mef'ûlün mânâ bakımından fâil olması asıl
bulunmak hasebiyle gecenin gündüzü gaşyetme (örtme)si yani "Geceyi,
gündüzün üzerine doluyor." (Zümer, 39/5) kavramı ibaresiyle olması
açıktır. Yani her akşam görülüyor ki, Allah Teâlâ âlemde ruhları ve nefisleri
(objeleri ve subjeleri) isti'lâ etmiş mulût-ı küll (her şeyi kuşatan) ve
hâkim-i küll (herşeye hâkim) gibi görünen gündüz yaratılışının; mekân ve zamana
bağlı yayılma ve devamıyla aydınlık hissini, hem göz gündüzünü, hem öz
gündüzünü bir akşam emriyle dürüp karanlığın, karanlık hissinin içine sokar,
gece yaratılışının isti'lası altına verir. Gün ufuk ve histen kaybolur,
karanlık içinde his altında bir âleme girer, cihan başka bir cihan olur.
Parlayanlar söner, sönenler döner, renkler ve şekiller siyahlar giyer, yayılan
mekânlar dürülür bükülür, durmaz zamanlar tutulur geçilir, gözler kararır,
gönüller daralır ve siz artık gündüzü ve onun emrindeki her şeyi ve kendinizi
gece içinde, bir hayal altında sinmiş, gizlenmiş, mağlub, mahkûm, hapsedilmiş
bulursunuz. Ve hatta öyle kendinizden geçer, uyur, yokluk karanlığına
gömülürsünüz. Hem ne halde kendinizden geçirttirir? Bu, onu aceleci bir şekilde
isterken, yani gündüz geceyi veya aksi takdirde gece gündüzü teşvik ile
kandırılmış, heyecanlandırılmış bir tâlib gibi bütün sürat ve hızıyle aralıksız
takip edip kovalarken, Allah teâlâ gündüzün bu aceleci isteğinin zıddına o
mağlub ve mahkum geceyi getirir bir anda tepesine geçirir, bir anda gâlibi
mağlub, mağluba gâlip kılar. Ve bu örtmeyi dilediği kadar devam ettirir, bir kerre
değil devamlı yapar. İşte bunu yapan Allah'tır. Bu örtmede ilk ânı itibariyle
bir yaratma müşahedesi ve bunun devam ve tekrarında bir ilâhî istivâ delili
vardır. Bu şekilde ne gündüz geceyi geçip tamamen mağlub edebiliyor, ne de gece
gündüzü "Ne de gece gündüzü geçer." (Yâsîn, 36/40) böyle bir dönme
hareketinin devam etmesiyle disiplinli bir idare altında alt, üst, iç, dış
olarak döner döner giderler, bir düziye Allah'ın saltanatını ilan ederler.
Gerek mekân ve gerek zaman, gerek âfâk (objeler) ve gerek enfüs (subjeler)
açısından âlem ne yalnız bir gündüz devleti olur, ne de yalnız gece. Aynı
şekilde bunlar âlemin bir kısmında daima biri, bir kısmında da daima diğer biri
sabit ve devamlı olmak üzere iki bağımsız devlet de teşkil edemezler. Her biri,
her an nöbetleşe karşılıklı olarak bir istivâ noktasından geçer, üst ve
adaletli bir idarenin hüküm ve nüfuzu altında değişimle biri diğerini örtüp ve
kaplayıp emri altına alarak devrederler. Öyle bir idare ile devrederler ki,
yalnız takip etme ve birleşme ile kalmaz, karşılıklı olarak biri diğerini
örtmekle birbiri içine de girerler. Gündüz gecenin ardında, önünde, halef ve
selefi (kendisinden sonra ve önce geleni) olduktan başka, altında veya üstünde,
içinde veya dışında memuru ve tâbii de olur. Dünkü gündüz, hem bu gecenin önüne
geçmiştir, hem de içinde ve altında gizlenmiştir. Bununla beraber ne gündüz
geceye döndürülür, ne de gece gündüze: Görünümleri saklı, değişimleri mazbut,
fakat isti'lâları denk olarak ve nöbetleşe altı üstüne getirilmiş ve kararlı. Halbuki
gündüzün tabiatına ve aceleci talebine bakılınca, bir kerre nûr (ışık)
karanlığı çiğnedikten, gündüz geceyi örttükten sonra bir daha bırakmaması,
daima geceye hâkim kalması, istîlâ ettiği yerde sönmemesi, yani istivâsına
mutlak bir şekilde sahip olması gerekirdi. Aynı şekilde gecenin tabiatına
bakılınca da gündüzün asla meydana çıkmaması, gecenin Arş'ın istivâsına sahip
olması gerekirdi. İkisine birden bakılınca da aralarında ne bir devir, ne bir
hareket bulunmaması, her birinin diğerini eşit olarak durdurup faaliyetini
engellemesi gerekirdi. Demek ki gece ve gündüzün talebi gibi yaratıklara nisbet
olunacak bir devamlılık, bir tabiat yok değildir. Herhangi bir şey soyut olarak
kendine ve kendi haline göre düşünüldüğü takdirde bir devamlılık vasfını kazanır
ki, buna onun tabiatı veya zâtının gereği denilir. Fakat tabiat, kendi kendine
etkileyici ve hâkim değildir. Nitekim gece ve gündüzü, tabiatlarının
gerektirdiğinin tersine mahkûm eden bu iş, her ikisinin ve tabiatın üstünde bir
iştir. Şu halde hakiki gereklik (icâb) de icat gibi tabiat üstüdür. Mesela
tabiat açısından bakıldığı zaman harekete getirilen her hangi bir cismin uzayda
sonsuza kadar doğru hareket ile hareket edip gideceği düşünülür ki, buna atalet
(tembellik) veya istishâb denir. Gerçekte bütün aklî hareketlerin mantıkî gibi
tasavvur olunan ve tabiat gereği denilen ıttırat (birbirini takip etme)
kanununun hükmü budur. Halbuki incelendiği zaman âlemde böyle bir hareket
yoktur. Bir zıddının karşı koymasına maruz olmayan ve tabiat gereği durdurulamayan
ve değiştirilemeyen hiç bir şey bulunmuyor. İşte bu öyle bir noktadır ki, bize
eşyanın tabiatının hâkim değil, mahkûm olduğunu gösterir. Olayları tayin ve
icab eden gerekli sebebin tabiat üstü olduğunu ve istishâbın ispat edici bir
delil olmadığını ortaya çıkarır.
Şimdi bütün âlemin mekân ve zamanda, görünür
ve görünmezde gece ve gündüz hükmünün dışına çıkmadığı, âlemin tamamen veya
kısmen gündüz veya gece içinde bulunduğu, yani zaman zarfı, mekân zarfından
daha geniş olup, mekân zarfının, ya gece veya gündüz halinde bir zaman zarfı
ânına sığdığı, ışık ve karanlığın uzamasıyla gece ve gündüzün de zaman zarfı
tabiatının iki karşıt sınırını çizdiği düşünülünce, ikisi bütün âlemi kaplayan
ışık ve karanlığı, gece ve gündüzü birbirine katan ve yaratılışlar üzerinde
etkili olan bu örtme ve idare emri bütün âlemin üstünde Yaratıcı Allah'ın
"O, her gün (her an) bir iştedir." (Rahmân, 55/29) âyeti delaletince
doğrudan doğruya, bir emir ve tasarrufun ve Arş üzerine rabbanî istivânın her
gün tecelli eden görünen bir delili olduğu derhal idrak olunur. Aynı hüküm ve
tasarruf, aynı idare, aynı delil, çekme ve itme, hareket ve sükûn, sıcak ve
soğuk, yaş ve kuru, hayat ve ölüm, gam ve sevinç.. gibi bütün çift zıtların
karşılıklı ve nöbetleşe dönme ve hükümlerinde artı ve eksi elektrik gibi bütün
çeşitli tabiatların çift oluşlarında ve hatta tek tabiatın şekillenmesinde bile
cereyan eder. Bütün anlaşanların ayrılıkları, ayrıların birleşmeleri, zıtların
dönme ve nöbetleşmeleri doğrudan doğruya yaratıcı Allah'ın yaratıkların tabiatı
üzerinde hâkim olan istivâsını gösteren birer şahittirler. Fakat gece ve gündüz
bunların hepsini içine aldığından "gece ve gündüzün örtünmesi"
tabiatlar üzerindeki bütün bu tasarrufların görünenlerde ve görünmezlerde en
genel ve en açık bir resmî tebliği: "bu, onu aceleci bir şekilde
isterken" âyetindeki zıt ilişkinin içine almış olduğu bütün karşıt
münasebetleri hatırlatmakla bu örtme ânında değişim mukadderatına uğrayan iki
zıddın tabiat bakış açısından bulundukları hallerini tasvir etmek ve bu hali
tersine çeviren ve değiştiren örtme emrinin tabiat üstü olan ve doğru istivâyı
gösteren karakterini açıklamak ve ortaya çıkarmaktır.
TALEB: Ayn veya mânâ herhangi bir şeyin ele
geçmesi için varlığını araştırma ve takip etme demektir.
HASÎS : masdarından fail mânâsında feîl veya
mefûl olarak veya mânâlarına gelir ki, burda biri talib (isteyen)in, biri de
matlûb (istenilen)un hâlini gösterir. Hass ise ilgi göstererek ve teşvik ederek
kandırıp kızıştırmak veya kanıp kızışmak demektir ki, müteaddî (geçişli) ve
lazım (geçişsiz) da olur ve bir ısrarı, aceleyi ve sür'ati gerektirir. Bunun
için "hasîs", sadece süratli veye süratlendiren mânâsına da gelir.
Bundan dolayı gündüzün geceyi hasîs olarak talebi de sürat ve ısrar ile
aralıksız bir şekilde takip etmesi mânâsıyla tefsir edilmiştir. Bu takip ve
sür'at hallerinin böyle hass ve taleb gibi iki ruhî kelimeyle ifadesi ise bir
hayli ince nükteleri ve mânâları akla getirir:
Önce: bunda bu örtme ânının önemini iyice
düşündürmek için ruha ve ruhî olaylara bir dikkat nazarını çekmek vardır ki, bu
da şu faydaları içerir:
Birincisi: Gece ve gündüzün hayat ve
ruhâniyetle olan önemli ilgisini hatırlatır.
İkincisi: Ruh ve ruhî olaylarda olmadan mekân
ve zamanda hiç bir takip ve hareket düşünülemiyeceğine işaret eder.
Üçüncüsü: Gece ve gündüz kavramlarının yalnız
âfakî (nesnel) değil, enfüsî (öznel) haysiyetle de düşünülmelerinin gereğini
hatırlatır.
Dördüncüsü: Bir gündüzün devamı demek olan ve
isteği ile ifade olunan hareket, gündüzün kendisine isnad olunması gereken bir
fiil, yani güneş ışığının özel meylini ifade eden bir tabiî fiili olmakla
beraber, bunun sırf kendi kuvvetiyle kalmayıp, dışından mün'akis, (tersine
dönmüş) olan ve hass ile ifade edilen bu etkinin te'yid ve harekete geçirmesi
ile de ilgili olduğu ve hatta bu tabiî fiilin mağlub edildiği örtme sırasında
bu dış etkinin fazlaca ortaya çıkmış bulunduğuna işaret edilirken, bu hareketin
ne yalnız mekanik, ne de yalnız dinamik olmayıp iki hususu da içine aldığı
anlatıldıktan başka, bunun birisinin "taleb", birisinin de
"hass" ile anlatılması her iki durumun sırf şuurla ilgili değilse
bile, şuur ile ilgili manevî bir emre râci olduklarına ve anılan örtmenin bütün
bunların zıddına olarak vâki olduğuna işaret edilmiş bulunuyor. Ve sonra bu işaretlerin
sonucu olarak şu anlatılmış oluyor ki: Anılan örtme hem âfâkî (nesnel) , hem
enfüsî (öznel)dir. Gece ve gündüzün örtmesi ânında ilâhî istivânın delili olan
hakkın işi; mekânı zamanda, zamanı ruhta, ruhu bir emirde dürüp uçurarak zihni
dışa uyuşturan bir örtme ânında yani "Bizim buyruğumuz yalnız biz tekdir,
göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 54/50) âyetinin delaleti üzere rabbanî
bir izafetten ibaret olan bir emirde, özetle ortaklığı reddeden bir kabullenme
hükmünde tecelli eder. Yoksa binlerce gece ve gündüz geçirip de ruhu
duymayanların bu tecelliden ve bu delilden haberleri bile olmaz.
Şurası bilinmektedir ki, gündüz Güneş'in, gece
de diğer gök cisimlerinin bir saltanatı görünür ve bundan dolayı gündüzün
süratli ve hırslı talebi Güneş'in talebine döner. Şu halde gündüzün ısrarlı
talebine rağmen geceye örtülüşündeki mağlubiyet, Güneş'in bir mağlubiyeti
demektir. Gerçekte bununla Güneş istilâ etmiş olduğu bir memleketi bir anda
terketmeye mecbur edildikten başka oraya sarfedip yaymış olduğu ışığının da
derhal söndürülmüş olduğu şüphesizdir. Gündüzün geceyi örtmesinde de diğer
cisimlerin hükmü böyledir. Bunun için gece ve gündüzün bu örtmesinden şu da
sabit olur ki Allah, Güneş'i, Ay'ı ve bütün yıldızarı da emrine müsahhar (boyun
eğdirilmiş) olarak yaratmıştır. İbnü Âmir kırâetinde okunduğuna göre, Güneş, Ay
ve bütün yıldızlar onun emrine boyun eğmişlerdir. Hiç biri varlık ve fiilinde
bizzat icad eden (mucid) ve gerekli kılan (mucib) değildir. Hiç biri Allah'ın
emrine, irade ve tasarrufuna karşı direniş ve muhalefet göstermez ve
gösteremez. Gerek gündüzün sultanı görünen Güneş, gerek gecenin melikleri gibi
görünen Ay ve yıldızlar, "Ve her göğe emrini vahyetti" (Fussılet,
41/12) âyeti delaletince kendilerine verilen ilâhî emre itaat ve uymak
zorundadırlar. Yaratılışları, mahiyetleri, tabiatleri, aldıkları emre uymaktan
ibarettir. Allah, göklere ve yere "İstiyerek veya istemiyerek gelin.
" (Fussılet, 41/11) buyurmuş, onlarda "İstiyerek geldik."
(Fussilet, 41/11) demişlerdir. Hiç biri kadîm (ezelî) olmadığı gibi, mahkûmluktan
azâde bir Arş'ın istivâsına sahip de değillerdir. Hepsi yaratılmış mahlûk,
hepsi ilâhî iradeye tâbi, rabbanî saltanatın icabına boyun eğdirilmiş, onun
tedbir ve hikmeti ile evirip çevirmesine göre cereyan eden görevliler ve
memurlardır. Yürü derse yürürler, dön derse dönerler, dur derse dururlar, parla
derse parlarlar, sön derse sönerler... Kendilerine ve kendi mukadderatlarına
kendileri hâkim olmayan bütün bu cisimler, kendi kendilerine ve sırf kendi
adlarına ne bir şey icad edebilirler, ne de bir şeye hâl ve şân icab
edebilirler.
İyi bilmeli ki bütün yaratmak da O'nundur,
emir de.
Baştan sona takdir etme ve tekvîn (var etme)
de O'nun, kabul etme ve şerîat koyma da. Şu halde hacim ve miktarı bulunan
yaratıklar da O'nun mülkü, onlar üzerinde cereyan eden hacimsiz miktarsız
emirler de. Yani yaratma da O'nun, yürütme de O'nun; cisim ve cisimlikler,
madde ve şekil, O'nun icad ve yapısı, onları yürüten kuvvet ve ruh O'nun tesir
ve izafeti. O'ndan başkası ne yokluğa vücut verebilir, ne de mümkünlere vücub.
Var etme O'nun, vacib kılmak O'nun, harika O'nun, kanun O'nun, bütün mâsivâ
(Allah dışında her şey) O'nun hükmü altında yaratma ve emrinden ibaret. O ise
her şeyi yaratan ve mutlak tasarruf sahibi, gerçekte ne O'nun icadına
dayanmayan bir mevcut bulunabilir, ne de onun emir ve icabına uymayan emirler,
emir olabilir. Allah, âlemlerin Rabbi, çok yüksek ve çok büyük. Hayır ve
bereketine, yükseklik, şânına, kudretinin azametine sınır ve son yok.
"Dikkat ediniz, yaratma da, emir de O'nundur." tenbih ve
özetlemesinden sonra akıl sahibi âlemlerinin diğer âlemlere üstünlüğünü ifade
eden "âlemlerin Rabbi" vasfıyla özellikle akıllılar âlemi üzerindeki
ilâhî rablığa dikkat nazarının çekilmesi, hem âlemler içinde akıl sahiplerinin
özel şerefini, hem de Allah'ın yücelik ve büyüklüğünün akıl üstü olduğunu
hatırlatmadır. Yani gözü, özü olanlar iyi dikkat etmelidir ki, gökleri ve yeri
vakit vakit yaratıp şu âlemin tümünü kuran ve hepsinin üzerine eşit olarak
hâkim olarak duran, geceyi gündüzü birbirine katan, Güneş ve Ay'ı gezegenleri
ve sabitleri ile bütün yıldızları emri altında dilediği gibi yakıp söndürerek
muradı üzere yürüten, özetle bütün yaratma ve emir kendinin olan Allah Teâlâ
yalnız görünen âlemin değil, akıllar ve ruhlar âleminin de Rabbidir. Ve bundan
dolayı ululuğu ve yüceliği, Arş üzerinde istivâsı bütün cismanî yüceliklerin
üstünde olduğu gibi, yerden göklere geçerek, alçak ve yüksek cisimleri ve
ecrâmı, uzaklıkları ve mesafeyi, nicelik ve nitelikleri dolaşarak mekânı ve
zamanı dürüp toplayan ve bir şuur ânında bu yücelik ve büyüklüğün tecelli ve
inkişâfına şahit olan akıllar ve ruhlar âleminin de üstündedir.
Akıl sahipleri, mârifetullah (Allah'ı tanıma)
yolunda hem akıllarının kıymetinden ve akıllar âleminin özelliğinden gaflet
etmemeli, hem de akıla haddinden fazla kıymet verip de akıllar âleminin
yüceliği üstünde yücelik ve hakimiyet yok sanmamalıdır. Kendisinden gaflet edip
de yalnız makulüne garkolan akıllar bâtından haberdar olmaz, yalnızca dış
tecellilere saplanır, Rabbını da sırf dışta görmek ister ve bütün ümidini
dışardan bekler. Zanneder ki gökteki Güneş Rabb'ından daha açıktır ve o kendisinden
daha yüksektir. Çünkü kendini duymayan Rabbını da duymaz. Buna karşılık kendini
duyan ve fakat kendine tesir icra edip duran makulünden gafletle yalnız kendine
düşkün, kendine mağrur ve kendi âlemine dalıp kalan akıllar da yalnızca bâtınî
tecellilere saplanır. Gökteki Güneş'i kendinde farzeder. Rabbini de hep
kendinde veya kendi cinsinden bir akıl, bir ruh olarak görmek ister ve bu
şekilde kendini, üstünü yok bir ilâh veya ilâh cinsinden sayar. Çünkü kendi
haddini bilmez, haddini bilmeyen de Rabb'ini bilmez. Hakkın akla hâkim olduğunu
bilmez de, aklın hakka hâkim olduğunu zanneder. Bilmez ki hâkimiyet istivâsı,
ve Güneş ve Ay âlemlerinin, ne de akıllar ve ruhlar âlemlerinindir. Her
ikisinin üstünde Hak Teâlâ'nındır. Allah Teâlâ'nın akıllar üstünde öyle bir
kudret ve kuvveti, öyle bir yücelik ve azameti vardır ki, geceyi gündüze
geçirdiği gibi, akılları parça parça eder. Öyle bir rahmet ve bereketi vardır
ki, parça parça olmuş sineleri gündüzü geceye geçirdiği gibi Güneş ve Ay'ın
üstüne geçirir. Bunun için ey akıl sahipleri:
55- Rabb'inize dua edin, yalvararak ve gizli
olarak. Âsım'dan Ebu Bekir Şu'be kırâetinde okunur ki, bir çeşit korku ile
demektir. Yani önce haddinizi bilip Rabb'ınızı tanıyınız, istivâ, yaratma ve
emir, yücelik ve ululuk, bütün hayır ve bereket O'nun ve O'na mahsus olduğunu
ve kendinizin gece ve gündüz içinde O'na her dem, her lahza muhtaç ve O'nun
hükmü altında ve rubûbiyetinde yaratık ve memur bulunduğunuzu ve hiç bir zaman
O'ndan müstağni olamayacağınızı itiraf ediniz. İkinci olarak o yücelik ve
ululuk karşısında O'na müracaattan ve ihtiyacınızı sunarak arzularınızı talep
ve niyaz etmekten yasaklanmış olmadığınızı ve tersine doğrudan doğruya istek ve
duaya izinli ve hatta emredilmiş bulunduğunuzu, Allah'ın lutuf ve ihsanında cimrilik
olmadığını ve fakat yaratma ve emir, hüküm ve hâkimiyetin ona mahsus olduğundan
isteklerinizi yerine getirmeye mecbur olmaktan uzak bulunduğunu biliniz de, ona
göre O'ndan dilekler dileyiniz, arzu ve ihtiyaçlarınızı isteyiniz. İsteyiniz
ama pervasızca veya bağırıp çağırmakla değil, tam tazîm ile yalvararak ve bütün
bir ihlas ile gizli yalvarma halinde. Zira muhakkak ki O, haddi aşanları
sevmez. Herhangi bir şeyde ilâhî emrin tayin ettiği sınırı aşmak istiyenleri
sevmez, haklarında hayır murad etmez. Şu halde kendilerini talep ve duadan
ihtiyaçsız sayanları sevmediği gibi, duanın sınırını aşanları da sevmez,
dualarını kabul etmez.
DUA: Küçüğün büyükten, acizin güçlüden ihtiyaç
ve arzusunu ciddi olarak istemesi ve rica etmesi demek olduğundan fiil, söz ve
hâl olarak yalvarmak, ihlâs ve ciddilik, bir de istenilen şeyin isteyen ve
kendisinden istenilenin hâl ve şanlarına layık ve uygun olması, aralarındaki
nisbeti bozucu olmaması duanın tarifinde dahil şartlarındandır. Bunun için
duada yalvarma halinde bulunmamak varlığa, pervasızlığa, bir çeşit çalıma
delalet eder. Ufak bir saygısızlık etmek, dua sınırından emir veya iltimas
sınırına geçen bir haddini aşma olayı olduğu gibi, duayı gizli bir şekilde
yapmamak, bağırıp çağırmak da ihlas sınırından gösterişe, dua sınırından
şikayet ve davaya geçen bir hadsizliği kapsar. Nitekim sahih bir hadiste de
şöyle vârid olmuştur: "Siz, ne bir sağıra, ne de bir gâib (ortada
olmayan)e dua ediyor değilsiniz, şüphesiz bir işitene ve yakına dua
ediyorsunuz." Şu halde dua gizlemek vacib değilse, en azından mendubdur.
Ne kadar ibrete şâyândır ki, Cenab-ı Allah gece ve gündüzde mağlubun örtü ve
örtünme içindeki isteğine yardım eder, zafer bahşeder de galibin pervasızca
olan değersiz talebini tersine çevirir ve başına geçirir. Sonra duada layık
olmayan bir şey istemek, mesela harika (mucize) istemek, peygamberlik mertebesi
istemek ve yahut günah olan şeyler istemek de duada haddi aşma cümlesindendir.
Bu son cümle, özellikle buna bir uyarıyı içermektedir. Aynı şekilde duada fazla
söz söyleme ve uzatma da haddi aşma cümlesindendir. Nitekim İbnü Mâce'nin
"Sünen"inde rivayet edilmiştir ki, Abdullah b. Muğaffel hazretleri
oğlunun "Allah'ım, cennete girdiğimde sağ tarafındaki beyaz köşkü senden
dilerim." diye dua ettiğini işitmiş, oğlum, demiş, Allah'tan cenneti iste
ve ateşten ona sığın, ben Resulullah'dan dinledim ki "Bir kavim olacak
duada haddi aşacaklar." buyurdu. İbnü Atıyye'nin ve Zemahşerî'nin nakl
ettiklerine göre bu hadiste Resulullah: "Allah'ım, senden cenneti ve ona
yaklaştıran sözü ve işi dilerim, ateşten ve ona yaklaştıran söz ve işten de
sana sığınırım." demesi kişiye yeterlidir, buyurmuş ve "Şüphesiz O,
haddi aşanları sevmez." âyetini okumuş.
56-Kısaca yalvararak ve gizleyerek dua ediniz,
haddi aşmayınız, ve yeryüzünde ıslahından sonra fesat çıkarmayınız. Allah Teâlâ
yeri yaratıp nizamına koymuş, faydalarınıza ve iyiliğinize uygun bir şekle
sokmuş. "Doğrusu biz yeryüzünde sizi yerleştirdik, orada size geçimlikler
verdik." ve "Sizin için yeryüzünde belirli bir zamana kadar yerleşme
ve geçim imkânı vardır." (Bakara, 2/36) âyetlerinin delaletince sizi onun
üzerinde yerleştirmiş ve kudret vermiş, bir vakte kadar onu size karargâh,
geçim ve faydalanmanız için bir yer yapmış, fayda ve zararınızı onun düzelme ve
bozulmasına bağlamış ve bundan sonra sizi bunun ıslah ve ifsadından sorumlu
tutmuş. Şu halde siz isteyeceğinizi emri dairesinde Allah'tan isteyiniz de
yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde düşmanlık etmekle fesat çıkarmayınız, şirk
ve isyana, azgınlık ve düşmanlığa sapmayınız. İstek hedefiniz, şirk değil
tevhid, küfür değil iman, isyan değil itaat, ihtilal değil intizam, zulüm değil
adalet, yıkma değil yapma, kısaca bozmak değil yapmak, fesat değil iyilik
olsun. İnsan muhtaç olduğu her hangi bir şeyin, bir lokma ekmeğin, bir yudum
suyun yokluğundaki fecaati düşünmeli, bastığı yerin nizamı bozulup çalkalanmaya
başlamasındaki dehşetin şiddetini hesap etmeli de her çeşit bozgunculuktan
sakınmalı, daha iyisini yapamayacağı hiç bir şeyi bozmamalı ve her nede
tasarruf ederse bir iyilik fikri ile tasarruf etmeli, faydasız yere bir dânenin
bile bozulma ve yok olmasından sakınmalıdır.
Böyle yapınız ve hem korku, hem ümid halinde
Rabbinize dua ediniz. Korku halinde ümidi, ümit halinde korkuyu bırakmayarak,
daima ikisinin denklik noktasını gözeterek dua etmelidir. Çünkü Allah hem celâl
sahibi, hem ikram sahibidir. Âlemde Allah'ın emri altında gece ve gündüz nasıl
birbirleriyle yarış ederek gidiyorlarsa, korku ve ümid de öyledir. Bu iki ruh
haleti insanın manevî yolda ilerlemesi (seyr ü sülûkü)nde iki kanat gibidir.
Her hangisi atılsa insan yaralı bir kuş gibi uçmaktan mahrum kalır. Kalb ancak
bunların karşılıklı çarpışmasındaki uygunluk ve denklikten doğrudan doğruya Hak
yüzüne bakan bir yön alır. Duanın güzelliği de, kalbin bu istikametiyledir.
Böyle dua edenler, duada ihsan mertebesine ermiş muhsin (iyilik sever)lerden
olurlar. Şüphesiz ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti yakındır. Hiç bir hususta
Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez. Duada iyilik edenlerin de dualarını
kabul eder, yakında muratlarına erdirir.
57- Ve O, o Allah'tır ki rahmetinin iki eli
arasında, yani önünde müjdecileri olarak birtakım rüzgarlar gönderir. Nâfi,
İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Cafer, Yakub kırâetlerinde , İbnü Âmir'de okunduğuna
göre rahmetinin önünde nâşir (neşredici)leri olarak yaygın bir takım rüzgarlar
gönderir. "Büşr', "beşûr"in çoğulu; "nüşr",
"neşûr"un çoğuludur. "Resul" vezninde "neşûr",
"nâşir" (yayıncı) veya menşûr (neşredilmiş) mânâsına gelir. Nun'un
fethasıyla "neşir" de neşretmek, yaymak ve ayırmak mânâsına masdar
olduğu gibi, "güzel rüzgar" mânâsına ve bundan bulutu yayıp döşeyen,
hoş ve yumuşak rüzgar mânâsına isim de olur. Bu şekilde İbnü Kesir, Hamze,
Kisâî kırâetlerinde okunduğuna göre de: "Rahmetinin önünde neşr halinde
rüzgar gönderir". Yağmur yağdıracağı nimet ve hayat neşredeceği zaman önce
durgun havaları oynatır, sükûnlarını harekete çevirir. Hareketi berekete
başlangıç, sebep, delil ve elçi, müjdeci ve nâşir yapar, yayar, fakat her
hareketi değil, özel bir hareketi. Çünkü azap olan hareketler, azap habercisi
olan rüzgarlar da vardır. Bu mânâ ile İbnü Ömer (r.anh)dan rivayet edilmiştir
ki rüzgar sekiz şekildir; dördü azap, dördü rahmettir. Azap olanlar: Kasıf,
âsıf, sarsar, akîm. Rahmet olanlar da: nâşirât, mübeşşirât, mürselât, zâriyattır.
Bir nebevî hadiste de şöyle varid olmuştur: "Ben, saba ile mansur oldum.
Âd, debûr ile helak edildi, cenûb da cennet rüzgarındandır." Hz. Ka'b'den
de nakledilmiştir ki, Allah üç gün rüzgarı hapsetse, yeryüzünün çoğu kokardı.
Hasılı korkulacak hareketler, korkutucu olan rüzgarlar da vardır. Fakat ilâhî
rahmetin müjdecileri ve yayıcıları mürselât ve zâriyâtı da onlar içindedir.
Bunun için ümidin korkudan, korkunun ümitten ayrılmaması gerekir.
Havanın eserlerinden rih ve rüzgar: Hareketli
hava demektir ki, yönlerine, vasıflarına göre uyumlu veya uyumsuz bir çok
kısımları ve çeşitleri vardır. Genel şekilde yönlere göre dört veya sekiz
rüzgar esas gibi düşünülür ve rüzgarların oluşumunda ve cereyanında ilâhî
tasarrufa delalet eden pek çok noktalar vardır. Rüzgar, hareket eden hava olmak
itibariyle şüphesiz ki bir tahrik ile meydana gelir. Havanın her hareketine de
rüzgar denilmediğinden, rüzgar göndermek, havayı bir noktadan diğer noktaya
özel bir şekilde hareket ettirmek mânâsını içerir. Bir kerre bu hareket, havanın
tabiî bir fiili değildir. Zira hava sakin de olur. Bunun için tabiat bilgisinde
rüzgarın oluş sebebi havanın aldığı sıcaklık, yani soğuk ve sıcak değişimlerine
nisbet olunur. Şu halde rüzgarın oluşunun da gece ve gündüz meselesinde
açıklanmış olunduğu üzere ısı tabiatı ile soğuk tabiatı arasındaki galibiyet ve
mağlubiyet oranlarının tahvil (değiştirme) ve tasrif (idare)ine râcidir ki, bu
da doğrudan doğruya ve tabiat üstü bir Allah emridir. Şu halde gerek bir kural
altında esen muntazam bir rüzgar olsun, gerekse nizamsız olsun, ikisi de bir
tabiatı diğer tabiata musallat etme demek olduğundan, doğrudan doğruya rabbanî
bir tasarruf olduğunda şüphe yoktur. Şu kadar ki nizamlı rüzgarda âdet ve uyum,
nizamsız rüzgarda harika (âdet üstülük) galiptir. Onun için Allah'ın kudretini
yalnız harikada aramak gafletinde bulunanlar, ilâhî fiil ancak fevkalade
rüzgarlardır zannederler. Bununla beraber burada bahis konusu olan yalnız ilk
hareket ettiren delilini teşkil eden bu tahrik değildir. Bu tahrikin içermiş olduğu
daha bazı özellikler ile beraber, bunun sonuçta hayat ve nimete, yağmur gibi
bir ilâhî rahmete olan ilgisi başlangıç delaleti yani bundan sonra gelecek
diğer bir ilâhî fiili haber verir bir şekilde akıllar âlemi peygamberlik
çeşidini temsil etmesi, rüzgar olayının diğer bir olay olan yağmur olayını
hazırlaması ve vuku bulmadan önce işaret etmesi durumuna da bilhassa dikkat
nazarı çekilmiştir. Ve bu şekilde hem yaratma, hem emir, hem maddiyat, hem
maneviyat açısından kudret ve ilâhî hikmet tecellileri gösterilerek ahiret ve
peygamberlik meselesini hatırlatacak ve düşündürecek misaller nakledilmiştir
Özet olarak bir takım rüzgarlarda daha sonra gelecek olan ilâhî rahmeti
müjdeleyen bir elçi, bir melek misali vardır. Allah Teâlâ bunları rahmetinin
önünde müjdeciler ve yayıcılar olarak gönderir.
Şimdi kudrete bakınız ki nihayet o rüzgarlar
(havadan) ağır ağır bulutları az ve hafif bir şey gibi kaldırıp yüklendiği
zaman, yani rüzgarların fâidelerinden birisi de bulutları derleyip toplamak,
yaymak ve yağmura muhtaç olan yerlere götürmek için tepelerinde taşımaktır.
Fakat bu taşıyışta gayet dikkate değer bir husus vardır. Çünkü hava hafif,
bulutlar ise ağırdır. Hafifin ağırı kaldırması ise tabiatın tersidir. Gerçekte
burada bu ağırlık ve ıklâl (yüklenme, kaldırma) ihtarının tabiat ilimleri
bakımından pek büyük önemi vardır. Zannedilirdi ki, bulutlar havadan hafif su
buharından ibarettir. Halbuki asıl bulut su buharı hali değil, bizzat su
taneciklerinin toplu hali olduğu sonradan farkedilmiş ve suyun ise havadan ağır
olduğu bilinmekte olduğundan, bulutların hava boşluğunda muallâkta durması
Fizik ilminde bir mesele teşkil etmiştir. Ve izahında iki görüş hasıl olmuştur:
Başlangıçta, "O su tanecikleri sabun köpüğü gibi boş ve içlerinde hava
hapsedilmiş olup, bu hava dışardaki havadan fazla bir ısı derecesinde
bulunduğundan hafif olarak üzerinde yüzüyor." denilmiş. Sonra bu görüş
çürütülerek bulutları birleştiren su taneciklerinin içi boş değil, dolgun
bulunduğu ve bundan dolayı her biri kendi hacmindeki havadan ağır olduğu halde
aşağıdan rüzgarın tahrikiyle kum tanelerinin yukarı çıkması gibi hava
boşluğunda muallâk kalarak sağa sola hareket ettiği kabul edilmiştir. Öncekine
göre balon ve gemi gibi hafifin ağır üzerinde duruşu, ikinciye göre de kuş ve
uçak gibi ağırın hafif üzerinde duruşudur ki "ağır bulutları kaldırıp
yüklendiği zaman" âyetinin hatırlatması da bunda açıktır. Evet havadan
ağır olan su taneciklerini daha sıcak hava ile doldurmakla köpük haline koyarak
hafiflendirip küçücük baloncuklardan oluşan bulut donanmalarını hava üzerinde
tutmakta da büyük bir sanat olduğu şüphesiz ise de su taneciklerinin
ağırlıklarını olduğu gibi muhafaza etmekle beraber, onlardan daha hafif olan
havanın sırf hareketten aldığı kuvvetle o ağır bulut kütlelerini kaldırıp
yüklenmesi daha çok dikkat çeken bir hadisedir ki, bunda hareketin önemi ve
hareket emrini veren muharrik (hareket ettirici)in, yalnız hareketle, hafiflik
ve ağırlık hükümlerini değiştiren ve tabiatlerin hükmünü tersine çeviren ve
değiştiren mutlak bir kudrete sahip olduğu doğrudan doğruya ortaya çıkar. İşte
bu mânâyı öğrenme sayesindedir ki, hareket ettirici kuvvet elde edilmesiyle
uçaklar yapılmış ve kuş gibi hava üzerinde uçma başarısı elde edilmiştir. Bu
açıklamadan anlaşılır ki rüzgarları hareket ettirmekteki bu yüksek kudreti
özellikle hatırlatan bu "ağır bulutları kaldırıp, yüklendiği zaman"
kavramında Muhammed aleyhisselâm'ın peygamberliğinin kesin delillerinden birisi
olan ilmî bir mucize var demektir. Bir mucize ki, beşer ilmi bunun doğruluğuna
bin seneden sonra vakıf olabilmiştir. Bununla beraber iş bununla kalmıyor,
Allah rüzgara o kuvveti vermekle beraber onu onda atalet (cisimlerin bir
hareket ettirici olmadan hareket edemiyecekleri) kuralı üzere bir tabiat
istivâsiyle bırakmıyor. Bu noktada irade tecellisini anlatıyor ve kendi istivâ
hakimiyetini gösteriyor. Onun için gıyab (üçüncü şahıs)tan tekellüm (birinci
şahıs)e dönerek buyuruyor ki:
Tam rüzgarlar, ağır bulutu kaldırıp
yüklendikleri zaman biz o bulutu ölü bir belde için sevk ederiz de, o suyu o
beldeye indiririz, ve o su ile her türlü meyveleri çıkarırız ve
çıkaragelmişizdir. İşte ölüleri, kabirlerinden, böyle çıkaracağız, şimdi siz
düşünebilirsiniz. Bunları düşünür anlayabilirsiniz ki, yaratmak da emir de
kendisinin olan ve tahrik ve irade ile bunları yapmaya ve ölmüş bir beldeyi
yeniden diriltmeye kâdir olan Rabb'ınızın ölüleri diriltebileceğinde şüphe
yoktur. Fakat şunu da unutmamak lazım gelir ki, yağmur yağmakla her yer eşit
olarak meyve vermez, her toprağın başlangıçta kuvveti bir olmaz.
58-Yağmur yağar ve iyi belde, toprağı iyi olan
arazinin Rabbinin izniyle nebatı iyi çıkar. Gerçi Allah'ın izni, iradesi ve
kolaylaştırması olmayınca hiç bir şey olmaz. Fakat Allah'ın âdetinde yaratma
ile emir arasında uyum bulunduğundan hoş ve iyi olan toprağın mahsulleri de
yağmurla - Allah'ın izniyle bereketli, güzel ve kolaylıkla çıkar. Fena olanın
ise, çıkmaz, çıkarsa da ancak zorla, pek az ve faydasız bir şey çıkar,
yağmurdan da istifade edilmez. Şu halde insan yerin iyiliğindeki önemi iyi
takdir etmeli ve onun iyilik ve kötülüğünde kendisinin de bir sorumluluğu
bulunduğunu unutmamalıdır. İşte biz şükredecek her hangi bir toplum içindir ki,
bu âyetleri böyle çevirip türlü türlü şekillere kor, tekrar ederiz, ve daha
edeceğiz. Yani bu beyan ve tasvir, insanlar için bir darb-ı meseldir.
Peygamberler, ilâhî rahmetin müjdeci ve yayıcıları, yüklenmiş oldukları
teklifler ve şeriatler, hayatın kendisiyle kâim olduğu saf su ile dolu ağır
bulutlar gibi Kur'ân kalblerin âb-ı hayatı (hayat suyu), din ve mârifet
(bilgi), ebedî bir hayat olan ilâhî rahmet; sorumlu ve muhatap olan insanlar da
yağmurun indiği yerler gibi iki kısımdır: Topraklar gibi insanların ve insan
topluluklarının da iyisi ve kötüsü, mümini kâfiri vardır. İyiler iyi düşünür,
Allah'ın peygamberlerinden istifade eder, ilâhî âyetleri düşünmek ve anmakla
ibret alır, iman eder, hayat bulur, Allah'ın nimetlerine şükreder. Ahiret için
güzel ameller ile güzel semereler verirler. Yaratılış âyetlerinde ve şeriat
koymada cereyan eden ilâhî tasrîf ve tasarrufların, peygamberleri gönderme ve
Kur'ân'ı inzal etmenin hikmeti de bilhassa bunların faydaları ve şükranıdır.
Çorak yer gibi fena olanlar ise Allah'ın nimetlerini ve rahmetini inkâr ve
küfür ile karşılarlar, bu faydalanmadan mahrum kalırlar. Onların meyve vermelerine
Allah'ın izni taalluk etmez. Zorluk ve mahrûmiyet içinde felakete yuvarlanır
giderler. Nitekim peygamberlerin kıssaları ve milletler tarihi buna şahittir.
Bunun için burada Âdem'in yaratılışından sonra başlayan ve insan cinsinin
peygamberliğinde yerleşerek zamanı idare eden istivâ hükmü altında peygamberlik
işinde ilk yaratmanın altı günü misali üzere harikaları içeren altı devir
teşkil eden altı peygamberin peygamberlik kıssalarıyla yedincisinde
"Muhakkak ki zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü hâli gibi
devam etmektedir." hadis-i şerifin mânâsının da delalet ettiği üzere Hz.
Muhammed'in peygamberliğinde tecelli eden peygamberlik hükmünü anlatmak ve
açıklamak üzere yemin ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
59-64-59- Andolsun ki Nûh'u elçi olarak
kavmine gönderdik de dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin sizin O'ndan
başka bir ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün
azabından korkuyorum."
60- Kavminden ileri gelenler dediler ki:
"Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz".
61- (Nûh) dedi ki: "Ey kavmim! Bende
herhangi bir sapıklık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir
elçiyim."
62- "Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri
duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz
şeyleri biliyorum."
63- (Allah'ın azabından) sakınıp da rahmete
nail olmanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir(kitap)
gelmesine şaştınız mı?"
64- O'nu yalanladılar, biz de O'nu ve O'nunla
beraber gemide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları boğduk! Çünkü
onlar, kalb gözleri körleşmiş bir kavim idiler.
65-72- 65- Âd (kavmin)e de kardeşleri Hûd'u
(gönderdik): "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir
ilâhınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?" dedi.
66- Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki:
"Biz seni bir çılgınlık içinde görüyoruz, ve gerçekten seni yalancılardan
sanıyoruz."
67- (Hûd), "Ey kavmim! Bende çılgınlık
yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim." dedi. 68-
"Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için
güvenilir bir öğütçüyüm."
69- "Sizi uyarması için içinizden bir
adam aracılığı ile, size bir zikir gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki (Allah)
sizi, Nûh kavminden sonra, onların yerine hâkimler yaptı ve yaratılışta sizi
onlardan üstün kıldı. Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa
eresiniz."
70- Dediler ki: "Ya, demek sen tek
Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi (bize)
geldin? Eğer doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin (o azabı) bize getir!"
71- (Hûd) dedi ki: "Artık size
Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiç bir delil
indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda
benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim!
72- Onu ve onunla beraber olanları
rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü
kestik.
73-79- 73- Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i
(gönderdik): "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir
ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın
devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin (içsin),
sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azap yakalar."
74- Düşünün ki (Allah) Âd'dan sonra sizi
hükümdarlar kıldı. Ve yer yüzünde sizi yerleştirdi: O'nun düzlüklerinde
saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz.
Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da
yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.
75- Kavminden büyüklük taslayan ileri
gelenler, içlerinden zayıf görünen müminlere: "Siz, dediler, Sâlih'in,
gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" (Onlar da):
"(Evet), doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız!" dediler.
76- Büyüklük taslayanlar: "Biz, sizin
inandığınızı inkâr edenleriz!" dediler.
77- Derken dişi deveyi boğazladılar ve
Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar; "Ey Sâlih, eğer hakikaten
elçilerdensen, bizi tehdit ettiğin (o azabı) bize getir! "dediler.
78- Bunun üzerine hemen onları, o sarsıntı
yakaladı, yurtlarında diz üstü çökekaldılar.
79- Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve
şöyle dedi: "Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ
ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz."
80-83- 80- Lût'u da (peygamber olarak)
gönderdik. Kavmine dedi ki: "Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı
fuhuşu mu yapıyor sunuz?
81- Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle
erkeklere gidiyorsunuz. Belki de siz haddi aşan bir kavimsiniz.
82- Kavminin cevabı: "Onları (Lût'u ve
taraftarlarını) kentinizden çıkarın, çünkü onlar, fazla temizlenen insanlarmış!
"demelerinden başka bir şey olmadı.
83- Biz de onu ve ailesini kurtardık, yalnız
karısı(nı kurtarmadık) çünkü o, geride kalanlardan oldu.
84- Ve üzerlerine bir (azab) yağmuru
yağdırdık. Bak ki günahkârların sonu nasıl oldu!
Meâl-i Şerifi
84-85- Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı
(gönderdik): "Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir
ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Ölçüyü ve tartıyı tam
yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın; eğer inanan (insan)lar iseniz, böylesi sizin için daha
iyidir!"
86- Tehdit ederek, inananları Allah yolundan
alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün
ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki bozguncuların sonu nasıl
olmuştur.
87- Eğer içinizden bir grup benimle
gönderilene inanır, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar
sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
85-87-- Sûrenin başındaki "Nice
memleketler var ki biz onları helak ettik..." (A'râf, 7/4) tehdidinin
tarihî şahidleriyle bir açıklamasına, Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra bütün
insan toplulukları ve çeşitli kavimler üzerindeki ilâhî hakimiyyetin tecellisiyle
peygamberlerin gönderiliş hikmet ve neticelerine, şeriat ve dinlerin seyr ve
tekamülüne ve onlardaki maksatların ruhuna yönelik pek mühim hakikatleri
açıklayıp aydınlatan ve bir çok sûrede çeşitli ibret ve ikaz bakış açısından
genişçe anlatılacak veya işaret edilecek olan bu kıssalardan, Kur'ân'ın letafet
(güzellik), ciddiyet ve belağatına bilhassa itina gösterilerek okunduğu zaman
bunlardan alınacak olan ibret dersi ve ilham o kadar yüksek, açık ve boldur ki,
kütüphaneler dolusu tarih kitapları okunup araştırılacak olsa elde edilecek
ders, yükselmek için bağlanılacak ibret düsturları bunlardan başkası olmayacak
ve bunların verdiği açık ilhamı vermeyecektir. Önceki kavimlerin bütün
masalları, eski eserleri, kaleme alınan kitaplar ve meydana gelen olaylar incelenmiş
olsa bunların ihtiva ettikleri bozukluklar ve hurafeler bir araya getirilerek
insanlık hayatının başlangıç ve sonucu bakımından ifade edecekleri sabit
hakikatlerin, Kur'ân'ın söz konusu bu kıssalarında özetle işaret edilen
esasların hududunu aşamadıkları görülür. Bu kıssaların ihtiva ettikleri
gerçekler, Kur'ân'ın indirilmesinden önce dillerde ve kitaplarda o kadar
bozulmuş ve hurafelerle karıştırılmış idi ki, insanlar onları duyup dinledikçe
dinî hisleri, bir çocuğun masal dinlemekten aldığı hayalî neş'e gibi bir şey
zannedecek hale gelmişlerdi. Nitekim bugün de dinler tarihini ve edebiyatı bu
ruh hali ile takip etmek isteyenler pek çoktur. Tefsircilerden bir kısmı,
özellikle öncekiler bu kıssalar etrafında, Kur'ân'ın indirilmesinden önce
anlatılagelen çeşitli rivayet ve hikayeleri nakl etmişler ve bununla Kur'ân'ın
onlardaki bozulmaları nasıl bertaraf ettiğine ve insanları hayalden hakikate
nasıl götürdüğüne dair bir mukayese dersi vermişlerdir. Fakat tefsir
mütalaasına ehil olmayan bir çok kimse de bu nakilleri, kıssaların tefsiri gibi
telakki etmiş ve Kur'ân'da anlatılan hususlardan ziyade bu rivayetlerin
arkasında koşarak Kur'ân'ın açtığı hakikat yolundan aksi yönde istifadeye
kalkışmışlar ve dini, sünnetin dışında mücerred yorumlarda ve garip rivayetlerde
aramak sevdasına düşmüşlerdir. Bunlara karşılık, sırf tabii kalmak isteyenler
de, önceki insanları hiç hesaba katmayarak harika cinsinden olan ve dillerde
destan şeklinde dolaşan bu nakilleri "öncekilerin masalları" deyip
geçmişler veya mutlak surette tabiate bağlama yolunu seçmişlerdir. Kur'ân ise,
hakikatin bu ikisi arasında bulunduğunu anlatmak için söz konusu kıssaları ne
kadar güzel tebliğ etmiş ve ne ciddi bir şekilde tasvirini yapmıştır.
Dolayısıyla bunları her kıssanın mevzu ve gayesine, tasvir tarzı ve
münakaşasına, yani her peygamberin davetinin aslına ve davetinin tebliğ biçimi
ve ispatına ve kavmiyle olan münakaşalarının üslubuna, soru ve cevabın
kapsadığı ilmi gerçeklere ve edebi kurallara, neticede iman ve küfrün sonucuna
sonra bütün kıssalar arasındaki ortak değere, yükseliş ve gelişme ahengine ayrı
ayrı ve birlikte göz atarak son derece ibretli bir tarzda okumalı ve bunlardan
tarih sahnesinden silinen kavimlerin yaşantılarıyla düşüş ve helaklerine yol
açan sebebleri çıkararak gelecek için ibret almanın yollarını öğrenmelidir.
Görülecektir ki, bütün düşüş ve yok olma sebepleri, Hakk'ın emrini dinlememeye,
Allah'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeğe ve sonuçta
şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlıdır. Hak dini, insanlığın koyduğu sosyal
bir kurum değil, sağlam ve mutlu bir sosyal kurumun aslını ve hareket tarzını
teşkil eden ilâhî bir müessesedir. Ve her milletin hayat ve mutluluk
kabiliyyeti, kalbini verdiği yaratıcının şanıyla uyum içindedir. Onun için
hepsi hiç, ancak Allah'ın dini haktır. İnsanlara gök kapılarını açacak olan
kanun, Zeyd ve Amr'ın kanunları, arzu ve hırslı istekleri değil, yaratma ve
emretme hakkı kendisinde olan âlemlerin Rabbi'nin kanunudur. Yoksa dünya bir
tarafa toplansa, bir yaprağın tabi olduğu düşüş ve yükseliş kanununun ilâhî
konumunu değiştirmeğe güç yetiremezler. Nitekim insanları bela tufanlarından
kurtaracak olan kurtuluş gemisi de, Allah'ın kanunundan başkasıyla inşa
edilemez.
Peygamberlerin hatibi Şuayb (a.s)'ın bu
tebliğine karşı:
Meâl-i Şerifi
88- Kavminden ileri gelen kibirliler dediler
ki: "Ey Şu'ayb! Ya mutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden
çıkarırız, ya da dinimize dönersiniz!" Dedi ki; "İstemesek de mi
(bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz?)"
89- (Andolsun ki), Allah bizi ondan
(kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah'a karşı
iftira etmiş oluruz. Rabbimiz Allah'ın dilemesi hali müstesna geri dönmemiz
bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz
sadece Allah'a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle
hükmet. Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın.
90- Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki:
"Eğer Şu'ayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız."
91- Derken o (müthiş) sarsıntı onları
yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çökekaldılar.
92- Şu'ayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında
hiç şenlik tutmamış gibi oldular. Şu'ayb'ı yalanlayanlar var ya işte ziyana
uğrayanlar, onlar oldular.
93- (Şu'ayb) onlardan öteye döndü de: "Ey
kavmim! dedi, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt
verdim, artık kâfir bir kavme nasıl acırım?"
88-91- Hüküm ve hükümet mânâsına gelen
"fetaha"dan alınmıştır ve yukarıda geçen "Allah aramızda hükm
edinceye kadar sabredin..." (A'râf, 7/87) va'dini taleb içindir. Cüsûm,
"tavşanın ve kuşun uyuduğu şekilde iki bacağı el ile kavrayarak göğsü
üzerine yere çöküp yapışmaktır". Yani vatanlarında öyle sürçüp yüzü koyun
çöktüler ki, kendilerinde hareketten hiç bir iz kalmadı.
92- Şuayb'ı yalanlayanlar sanki bu beldede
safa sürmemişlerdi. Şuayb'ı yalanlayanlar, onu ve beraberindeki müminleri
kentimizden çıkarırız diye tehdide kalkışanlar, ona uyarsanız mutlaka ziyana
uğrayanlardan olursunuz diyenler kendileri ziyana uğradılar, Şuayb ve ona tabi
olanlar değil.
93- Bunun üzerine Şuayb, onlardan yüz çevirdi.
Ve dedi ki:
Allah bilir ya ben size Rabb'imin elçilik
görevini tebliğ ettim, bu felaketten kurtulmak için Allah'ın bildirdiklerini
anlattım ve emirlerini ulaştırdım. Ve size gereken nasihatı yaptım,
iyilikseverliğimi gösterdim, vazifemi tamamen yaptım, ancak siz dinlemediniz
inkâr ettiniz. O halde ben şimdi kâfirler topluluğuna nasıl üzülürüm? Yani ilk
önce Şuayb (a.s.) kavminin helak olmasından dolayı bir üzüntü duydu, fakat
onların üzüntüye layık olmadıklarını ve küfürleriyle azabı hak etmiş
olduklarını düşünerek onlarla olan bütün manevî ilgisini kesti. Kısacası
"oh olsun" demedi, ancak "vah" etmenin de caiz olmayacağını
düşünerek ve böyle söyleyerek onlardan tamamen yüz çevirdi.
Böyle şiddetli azab ile kökleri kazınıp yerle
bir olan bu kavimlerin söz konusu tarzda bir sonucu hak ettiklerini açıklamak
ve altıncı kıssaya geçmeden önce bu beş kıssadaki ibret tablolarını öz olarak
gözler önüne sermek, yani olayların duyurulmasından çıkarılıp düzeltilecek olan
sebeplerin gayesini anlatmak suretiyle buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
94- Biz hangi ülkeye bir peygamber
gönderdiysek, onun halkını -yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve
darlıkla sıkmışızdır.
95- Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik
(bolluk) getirdik, nihayet çoğaldılar ve: "Atalarımıza da böyle darlık ve
sevinç dokunmuştu." dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir
sırada ansızın yakaladık.
96- (O) ülkelerin halkı inanıp (Allah'ın
azabından) korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık;
fakat yalanladılar, biz de onları kazandıklarıyla yakaladık.
97- Acaba o ülkelerin halkı, geceleyin
uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi idiler?
98- Yoksa o ülkelerin halkı, kuşluk vakti
eğlenirlerken onlara azabımızın gelmeyeceğinden emin mi idiler?
99- Allah'ın tuzağından (kurtulacaklarına)
emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından emin
olmaz.
100- Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne
vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı ki: Eğer biz dileseydik onları da
günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz
de onlar (gerçekleri) işitmezler.
101- İşte o ülkeler ki, sana onların haberlerinden
bir kısmını anlatıyoruz Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller
(mucizeler) getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek
değillerdi. İşte o kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler.
102- Onların çoğunda, sözde durma (diye bir
şey) bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk.
94- Hiç bir ülkeye hiç bir peygamber
göndermedik ancak şöyle: Yani anlatıldığı gibi mahvedilen köylerin,
memleketlerin her hangi birine her hangi bir peygamber gönderdiysek mutlaka
şunları yaptık: Önce halkını fakirlik, şiddet, hastalık ve ihtiyaçlarla sıktık
ki yakarsınlar, kibirlerini atıp hakka boyun eğsinler, yumuşayıp yalvarsınlar
(Bu konuda bilgi için En'âm, 6/43 âyetine bakınız).
95- Sonra da kötülüğü değiştirip yerine iyilik
getirdik; hoşlanmadıkları darlık ve hastalık yerine, hoşlarına giden bolluk ve
sağlık verdik. Yalnız peygamberin sözlü ve ilmî irşadlarıyla yetinilmeyip
"... belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan
ettik." (A'raf, 7/168) âyeti gereğince hem acı hem tatlı şeylerle fiilen
imtihan da edildiler. İlk önce söz dinlemedikleri, dik başlılık ettikleri için,
yumuşasınlar diye hem mal hem de beden yönüyle darlığa itildiler, ancak yine de
yola gelmediler. Sonra da bu darlık, azab verme ve cezalandırmaya yönelik
olmayıp terbiye maksadıyla olduğu için, terbiyevî olan herhangi bir darlığın
devamı ise terbiye dışı olacağı ve darlığı takip eden genişlik ve nimetin zevki
ve sevincinin son derece hissedilir ve fevkalade dikkat çekici olması yönüyle
darlık, genişliğe dönüştürüldü.
Ta ki arttılar, "afiv" bazen
çoğalmak, artmak mânâlarına gelir. sözü, "otlar çoğaldı"
anlamındadır. "...ve sana Allah yolunda ne vereceklerini soruyorlar, de
ki: Afv (yani ihtiyaçtan fazlasını) verin..." (Bakara, 2/219) âyetinde yer
alan afvın fazla mânâsına olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu mânâya göre
tefsircilerin çoğu, âyeti şöyle tefsir etmişlerdir. Yani onlar, mal ve nüfusça
çoğaldılar, sayı ve kuvvet yönünden fazlalaştılar.
Kâmus'da beyan edildiği üzere denildiğinde bununla
"hayvan mer'ayı yakından otladı, uzağa gitmeğe lüzum görmeden yakından bol
bol yedi" mânâsı kastedilmektedir. Buna göre, gerek bu mânâ, gerek afv'ın
meşhur mânâsı nazar-ı itibâre alınarak şöyle bir anlam da verilebilir: Kötülüğü
iyiliğe çevirmekle kendilerine o derece refah içinde bir hayat temin ettik ki,
hatta hayvan gibi bol bol yakından yediler, otladılar ve nefislerini her türlü
sorumluluk ve zorluktan muaf tuttular, nimet kendilerini şımarttı, darlığı
unuttular hiç bir şeye aldırış etmediler. Ve muhakkak atalarımıza sıkıntılı ve
ferahlı anlar dokunmuş dediler. Yani gördükleri sıkıntı ve refah hallerinin
Allah tarafından terbiyeye yönelik bir sebeb ve hikmetle alakalı olduğunu
düşünmediler. Bunları, hiç bir şekilde uzaklaştırmak ve elde etmek mümkün
olmayan tabii veya zorunlu işlerden saydılar. Adam sen de darlık, bolluk,
fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, gamlı veya sevinçli haller öteden beri
olağan şeylerdir, dediler. Peygamberlerin öğrettikleri gibi din ve ahlâk ile
insanların iradelerini kullanmalarıyla bunlardan uzaklaşma ve onları elde
etmenin mümkün olmadığı fikrini benimsediler. Kısacası Taberî Tefsirinde de
zikredildiği şekilde "kötülüklerden tevbe etmek suretiyle sıkıntıdan
kurtulmanın; nimete şükretmekle refah ve güzellikleri devam ettirme ve
artırmanın mümkün olduğuna" inanmadılar. Sözlü, fiilî acı ve tatlı
ihtarlara önem vermediler. Yahut öylesine rahata erdiler ki sıkıntıları,
vaktiyle atalarının bazan başlarına gelmiş tarihi bir şey gibi gösterdiler.
İşte tam o vakit biz de kendilerini o şuursuz hallerinde, hayallerine
gelmeyecek şekilde birden bire tutup bastırıverdik. Birden bire tutmaktan
maksad, Âd ve Lût kavminde olduğu gibi yalnız helakin bir anda ve göz açıp
kapayıncaya kadar geçen süre içerisinde olması değil, Semûd kavminde olduğu
gibi yakalamanın ansızın başlayıp, helakin bir müddet devam etmesi demektir.
Bazı kavimler, birden yakalanıp birden mahvedilmiş, bazıları da birdenbire
yakalanıp sürüne sürüne mahvedilmişlerdir. Bütün mesele, bu yakalama başlamadan
evvelki uyanmadadır. Zira yakalama başlayınca ".... Rabb'inin bazı
işaretleri geldiği gün, daha önce inanmamış, ya da imanında bir hayır
kazanmamış olan kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz..." (En'âm,
6/158) âyetinde ifade edilen gün gelmiş çatmış olur. İşte o kentlerin halkı
böyle azabı hak etmiş olarak mahvedildiler, hem de en kuvvetli en keyifli
anlarında birdenbire yakalanarak tarih sahnesinden silindiler.
96- Eğer o mahvedilen memleketlerin halkı iman
ve ittikâ etmiş, yani peygamberlerin tebliğ etmiş oldukları şeylere inanmış ve
onların gereğini yerine getirmek suretiyle korunulması lazım gelen şeylerden
korunup sakınmış olsalardı elbette üzerlerine yerin göğün hayır ve
bereketlerini açardık. Her taraflarından azabın yerine bolluk ve bereket yağar,
her işleri yolunda gider, mutluluk ve refahları artardı. ve fakat yalanladılar,
inanıp korunmadılar. Bundan dolayı biz de kendilerini kazanıp durdukları küfür
ve isyanlarıyla kısacası "... atalarımıza da böyle darlık ve sevinç
dokunmuştu... " (A'raf, 7/95) diyerek lâubâlilikleriyle yakalayıverdik.
97- Önceki kent ehlinden maksat, helak edilmiş
olan kent halkı idi. Burada zikredilen "netice fâsı" ile, yaşayan
bütün kent halkından söz edilmiştir. Gerçi bazı tefsirciler bunu da,
öncekilerle ilgili görmüşlerse de bu münasip değildir. Burada uygun olan mânâ
şudur: Şimdi bütün kent halkı -başta Mekke halkı olmak üzere medeniyyyet hayatı
yaşayan bütün halk kendilerine be'simizin (şiddetli azabımızın) uyurlarken gece
baskını halinde gelivermesinden emin mi oldular?
98-*} Veya kent halkı kuşluk vakti oynayıp
dururlarken kendilerine azabımızın gelivermesinden emin mi oldular?
99- Kısacası Allah'ın tuzağından emin mi
oldular? Allahın mekri (tuzağı) ifadesi, O'nun, kullarını yavaş yavaş ve
umulmadık bir yönden cezalandırması mânâsına bir istiâredir. Eğer öyle ise
Allah'ın tuzağına, hüsrâna uğrayan topluluktan başkası, yani tabiatlarında
Allah'ın kendilerine bahşetmiş olduğu ibret kabiliyetini, gerçek delilleri
düşünme ve delillere dayanarak sonuç çıkarma yeteneğini kaybederek nefislerini
zayi etmiş olan hüsran ehlinden başkası emin olmaz.
100- Şu yeryüzüne önceki sahiplerinden sonra
vâris olanlara, yani önceden bu vatanların sahibi iken helak olmuş bulunanların
bugün yerlerini yurtlarını işgal ederek onların ardından gelenlere ve özellikle
Mekke ve etrafındaki halka Allah şu gerçeği anlatmadı mı ki dilesek biz onları
da o geçenler gibi günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık. Evet şüphe yok
ki diğer âyet ve delillere bakmadan kendilerini onlara vâris kılmış olmakla bu
gerçeği anlatmıştır. Ve fakat biz kalblerini tab'eder, mühürleriz de onlar bunu
ve bu çeşit gerçekleri duymazlar.
101- İşte o kentler, o mahvolup yıkılan
memleketler, Ey Muhammed! Onların önemli haberlerinden bir kısmını sana
naklediyoruz ve edeceğiz. Yemin olsun ki onlara Peygamberleri beyyinelerle şekk
ve şüphe götürmez açık ve kesin deliller ve mucizelerle geldiler de önce
yalanladıkları hakikatlere delillerden sonra da iman etmeleri ihtimali olmadı,
inad ettiler de ettiler Allah kâfirlerin kalblerini işte böyle mühürler, küfrü
onlara böyle tabiat kılar.
102- İşte o kentler, o mahvolup yıkılan
memleketler, Ey Muhammed! Onların önemli haberlerinden bir kısmını sana
naklediyoruz ve edeceğiz. Yemin olsun ki onlara Peygamberleri beyyinelerle şekk
ve şüphe götürmez açık ve kesin deliller ve mucizelerle geldiler de önce
yalanladıkları hakikatlere delillerden sonra da iman etmeleri ihtimali olmadı,
inad ettiler de ettiler Allah kâfirlerin kalblerini işte böyle mühürler, küfrü
onlara böyle tabiat kılar.
103-104-Hz. Musa kıssası burada diğerlerinden
daha fazla dikkate alınsın diye özellikle ayrıntılı olarak uzun uzadıya anlatılmıştır.
Çünkü Hz. Musa'nın mucizeleri öbür peygamberlerinkinden daha kuvvetli ve bundan
dolayı Musa kavminin cehalet ve zulmü diğerlerinden daha baskındır.
Kelimesi yukarıdan beri görüldüğü üzere
Kur'ân'ın pekçok yerinde geçen, siyaset ve sosyoloji ilimleri açısından çok
dikkat çekici bir deyim olan bir kelimedir. Tefsir âlimleri bunu ileri gelenler
ve eşraf anlamıyla tefsir ederler. Fakat maksadın, ileri gelenlerin ve eşrafın
ferdiyetleri bakımından olmayıp, onların cemiyetleri ve hükmî şahsiyetleri
bakımından önemli olduğunun ve zaten önde gelmenin ve şerefin sosyal bir anlam
ifade ettiğinin gözden kaçırılmaması, lazım gelir. "Kamus"un beyanına
göre "cebel" vezninde "mele" şu mânâlara gelir:
1- Teşâvür; yani birbiriyle müşâvere,
2- Eşrâf ve ilye; yani bir kavmin eşrafı ve
büyükleri, önde gelenleri, gözdeleri, ileri gelen yüksek tabakası ki, halkın
gözünü dolduranlar.
3- Cemaat,
4- Arzu etmek ve sanmak,
5- Kavmin istişare edilen, aklı eren ve sözü
dinlenen heyeti, seçkinleri, temsilci heyeti. Yani heyet, delege.
6- Tecemmu, toplantı halindeki meclis,
7- Hulk, yani huy.
Rağıb da "Müfredat"ında şöyle
demiştir: "Mele'" bir rey üzerine bir araya gelip şekil ve görünüşü
gözleri, kıymet ve önemi gönülleri dolduran cemaat demektir ki bir çok âyette geçmiştir.
Bir de mele' daha genel anlamda olmak üzere, güzel yüzlülerden meydana gelen
halka denir. İlh... Bundan da anlaşılmaktadır ki, biri genel, öbürü özel olan
bu iki mânâ, "mele'" kelimesinin başlıca iki mânâsı olup, diğerleri
bunların uzantılarıdır. Esasında dolgunluk anlamını içine alan bu kelime,
toplantı, müşavere, güzel heyet, şeref ve yücelik, rey ve istek kavramlarıyla
da ilişkisi yüzünden çeşitli anlamlar için kullanılmıştır ki, bütün bu
mânâların hepsini içine alan en mühim mânâ Rağıb'ın açıkladığı birinci mânâdır.
Görülüyor ki, bu mânâ, zamanımızda Frenklerin "sosyete" adını
verdikleri cemiyet mânâsınadır ki, bunda bir maksat üzere toplanmış olmak, bir
de iyi anlaşma ve uzlaşma ve kıymet, en esaslı anlamı teşkil eder. Mesela bir dernek,
bir kabine ve bir parlamento, bir ordu ve her hangi bir toplumun bütünü adına
söz söylemeye yetkili kişilerin bir araya gelip bir heyet teşkil etmesi hep
birer "mele' " demek olur. Ve önde gelen eşrafa "mele' "
denilmesi de bu yüzdendir. Yoksa önde gelen eşrafın birbiriyle didişme ve
çekişmelerini ifade eden dağınıklık ve kopukluk hâli ve tek tek her birinin
durumu "mele' " tâbirinin anlamı dışında kalır. Bundan dolayı âyetin
mânâsı "Sonra da Musa'yı âyetlerimiz ve mucizelerimizle yüklü olarak Firavun'a
ve onun etrafında toplanıp halkın gözünü dolduran tantanalı heyetine peygamber
olarak gönderdik." demek olur. Gerçi diğer bir âyette "Firavun'a ve
kavmine" (Neml, 27/12) buyurulduğuna göre Hz. Musa, Firavun'a ve bütün
kavmine gönderilmişti. Fakat burada bilhassa şu incelik gösterilmiştir ki,
Firavun kavminin geriye kalanları, onun etrafında toplanmış olan esas meclise
bağlı olduklarından fazlaca bir öneme haiz değildiler. Firavun ve
etrafındakiler, kavmin hepsini temsil ediyorlardı.
İşte Hz. Musa, "âyetlerimizle"
ifadesinin işaret ettiği birçok mucize ile herşeyden önce bunlara gönderildi.
Onlar da o âyetlere zulmettiler, yani Musa'nın peygamberliğinin doğruluğuna
alâmet ve belge olan o açık mucizelerin hakkını vermediler, onların kesin
delaletini yalan sayıp inkâr ettiler ve küfrettiler. Hakikatı kabul etmeyip
fesatlar çevirdiler. şimdi bak fesatçıların akıbeti nasıl oldu? İşte aşağıda
geleceği üzere kıssalarını dikkatle oku, hallerine bak da ibret al:
Biz gönderdik, Musa da varıp dedi ki: Ey
Firavun Ben hakikaten âlemlerin Rabb'i tarafından gönderilen bir peygamberim,
105-106- Allah'a karşı hak olandan başka bir
şey söylememeye hak kazanmışım. Yani, hakkım ve şanım ancak doğruyu
söylemektir. Nâfi kırâetinde okunduğuna göre; "Allah'a karşı haktan
başkasını söylememem kendi üzerime bir borçtur, bir görevdir." Bir
peygamberin birinci özelliği ve görevi doğru söylemektir. Ben size Rabbinizden
bir belge ile geldim. Yani sözüm kuru bir iddiadan, boş bir davadan ibaret
değildir. Şüphe ve tereddüde meydan bırakmaz, açık, seçik ve kesin bir
bürhanım, belgem var, inanmazsanız ispata hazırım. İşte bundan dolayı
İsrailoğulları'nı benimle gönder. Hz. Musa'nın Firavun'a ilk tebliği işte bu
oldu. Buna karşı Firavun: "Eğer, sen bir âyetle, bir mucize ile geldinse
haydi onu getir, eğer o sadıklardan, (yani doğrulukları ile tanınan o
peygamberlerden) biri isen böyle yapman gerekir. Musa'nın tebliğine karşı
Firavun'un bu sözleri usulünce yapılmış bir talep demektir. Bunda henüz bir
haksızlık yoktur. Ancak "eğer, eğer" diyerek şart edatlarını sık sık
tekrar etmesinde bir nezaketsizlik ve bir telaş eseri söz konusudur.
107-Bunun üzerine Musa hemen asasını
bırakıverdi, bırakınca ne görsünler o asâ kocaman bir yılan, apaşikâr bir
ejderha oluverdi. Bir ejderha ki, işi hemen hallediyor. Bu konuda birçok
rivayet vardır: Saîd b. Cübeyr'in, Abdullah b. Abbas'dan naklettiği şekilde
işin özeti şudur: Hz. Musa, asâsını koyuverince kocaman bir yılan olmuş,
Firavun'a doğru akmaya başlamış. Firavun, yılanın üzerine doğru gelmekte
olduğunu görünce tahtından fırlamış, aman bunu zaptet diye Hz. Musa'ya
yalvarmış, o da onu tutmuş...
Burada şundan gaflet etmemek lazımdır ki, bu
gibi değişikliğe hakikatın tersyüz edilmesi denilmez. Zira gerçeği ve görünüşü
asâ olan şey, gerçeğiyle ve görünüşüyle büsbütün yılan oluvermiş değildir.
Gerçekle görünüş yani bu iki hakikat daima bilgimizdeki yerini korurlar,
hiçbiri diğerine karıştırılmaz. Lâkin asâ maddesinin asâ suretinden çıkıp yılan
şeklini alması ve o şekle bürünmesi veya dış görünüşte aynı şekilde asâ kendi
varlığını koruduğu halde zihinde onun yok edilerek yerine yılan şeklinin
konulması daima mümkündür. Nitekim biz bir mumu bin şekle sokarız, her şeklin
kendi varlığı diğerlerinden farklı olur da mum, yine mum olarak kalır. "Hakikatın
değiştirilmesi caiz olmaz." prensibini imkân ve vücub gibi ezeli
hakikatlere tahsis etmek meşhur ise de doğru değildir. Bu prensip tenakuz
(çelişki) kanununun diğer bir ifadesidir ki, hiçbir şeyi özünden değiştirmek
mümkün olmaz demektir. Mesela asâya asâ, yılana da yılan denir demektir.
108- Musa bir de elini koynundan çekip
çıkardı, ne görsünler bembeyaz!... Bütün bakanların hayret ve şaşkınlığını
gerektiren bir surette parıl parıl parlayan bir beyaz. Yani yaratılıştan beyaz
değil, fakat öyle görünüyor.
Rivayet olunuyor ki, Hz. Musa biraz fazlaca
esmer imiş, önce elini yaratıldığı şekliyle gösterir, sonra koynuna sokar
çıkarırmış, eli bembeyaz, lekesiz bir şekilde parıl parıl parlarmış. Tekrar bir
daha koynuna sokar çıkarırmış, bu defa da eski esmer rengine dönermiş.
Biri ilâhî gazap ve celâlin, biri de Rabbani
rahmet ve lütfun birer örneği ve tecellisi demek olan ve doğrudan doğruya O'nun
ilk yaratıcı olarak kudretinden başka bir tesir ile meydana gelmesi
düşünülemeyen bu iki alâmet, Hz. Musa'nın Allah tarafından gönderilen bir
peygamber olduğunu ispata fazlasıyla yeterli birer mucize iken nasıl
haksızlıkla karşılandı bilir misiniz?
109- Firavun kavmi içinden o mele', Firavun'un
danışma meclisi olan o topluluk, o özel heyet "bu her halde çok bilgiç,
çok mahir bir sihirbazdır,
110- sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak
istiyor. Şu halde ne emredersiniz?" dediler. Şuarâ Sûresi'nde bu "ne
emredersiniz" sözünü Firavun'un söylediği ifade buyuruluyor. Demek ki,
onun danışma meclisi, onun görüş ve tekliflerini tasdik edip destekleyerek
gereğini müzakereye sunduklarından dolayı bu söz yalnızca başkanın sözü değil,
aynı zamanda cemiyetin sözü olmuştur. Burada "siz ne düşünüyor, ne
diyorsunuz, ne teklif ediyorsunuz?" yerine "ne emredersiniz?"
denilmiş olması, çok dikkat çekicidir. Dış görünüşüyle bu deyim, Firavun
hükümetinin yönetim ve işleri yürütme yetkisinin bu danışma meclisinin elinde
bulunduğunu gösterir. "O sizi yerinizden çıkarmak istiyor." cümlesi
de bu danışma meclisinin tamamen Mısır'ın yerli halkından meydana gelmiş bir
heyet olduğunu akla getirir. Ebussuûd tefsirinden anlaşıldığına göre; bazı
tefsir âlimleri, meselenin halk oyuna sunulduğunu ve hitabın bütün Mısır
halkına yapıldığını bile öne sürmüşlerdir. Yani bu "Siz ne emredersiniz?"
hitabının danışma meclisi tarafından Mısır halkına söylendiğini beyan
etmişlerdir. Buna verilen "Onu ve kardeşini beklet." cevabı bizzat
Firavun'a hitap olarak gösterilmiştir. Bu ise muhatapların doğrudan doğruya
Firavun ile konuşabilir bir mevkide bulunan kimseler olduğunu açıkça
anlattığından âyetin zahirine göre, meselenin kamuoyuna sunulmuş olduğu sabit
değil ise de her halde Mısırlılar'dan meydana gelen bir cemiyetin veya heyetin
istişaresine sunulduğu ve bunlara da: "Siz ne emredersiniz?" denildiği
kesindir. Böyle demek ise o cemiyetin Firavun hükümetinde karar yetkisine sahip
olduğunu itiraf etmek demektir. Bu da "Ben sizin en yüce Rabbinizim."
(Nâziât, 79/24) demekte olan Firavun'un güttüğü dava açısından en büyük bir
çelişkidir. Demek oluyor ki Firavun, önemli bir olayın sıkıntısı altında
kalınca tanrılık davasını geçici olarak da olsa bir tarafa bırakıp, kulları
saydığı adamlarından ve memurlarından meydana gelen topluluğa veya kendi
halkına karşı "ne emrediyorsunuz?" diyerek, emir sizindir, siz benim
amirim veya efendimsiniz dercesine sahte ve riyakârca bir tabasbus tavrı
takınarak, sanki tehlike kendisiyle ilgili değilmiş de halkla ilgiliymiş ve
bundan dolayı da söz sahibi onlarmış gibi göstermiştir ki, bunda Firavun
sihirbazlığının önemli bir misali vardır. Hz. Musa'dan "Eğer doğrulardan
isen haydi getir bakalım onu!" diye mucize talep ettiğine göre,
anlaşılıyor ki Firavun daha önce sadık peygamberlerin gelmiş ve hepsinin de
mucizeler getirmiş olduğuna vakıftır.
Şu halde demek ki, göz önünde olup biten asâ
ve "beyaz el" mucizelerinin de gerçekten birer mucizeden başka bir
şey olamıyacağını anlamamış değildir. Fakat hakikatın kabulünü kendi
düşüncesine ve özellikle siyasi çıkarlarına aykırı görmüş ve bir de zamanında
sihir ve hokkabazlık gibi tezvir ve gözboyama sanatlarının çok yaygın olması
dolayısıyla kendi emrinde yanıltılmaya müsait bir sürü halk bulunduğundan
halkın siyasi çıkarlarına ve vatanseverlik duygularına ve damarlarına basarak
Hz. Musa'yı bütün Mısırlılar'ı vatanlarından sürüp çıkarmak isteyen gizli bir
düşman gibi göstermiş ve onun böyle bir art düşüncesi varmış da gizliyormuş
gibi tanıtmaya çalışmıştır. Böylece Hz. Musa'nın hak davasını sihir, kendi
çarpık görüşlerini de gerçekmiş gibi satmak istemiş ve bu meseleyi şûrânın
müzakeresine o şekilde sunmuştur.
111-Buna karşı o mele', o danışma meclisi ve
bazı kavle göre halk, "onu ve kardeşini beklet, yani hemen birşey yapma da
biraz oyala, bir müddet salla, ve şehirlere toplayıcılar, derleyiciler gönder,
112- sihirbazlıkta bilgili ve mahir ne kadar
sihirbaz varsa hepsini sana bulup getirsinler." dediler.
Derhal bir saldırıya geçmeyi münasip görmeyip
bu şekilde bir tecrübe ve imtihan teklif ettiler. Bundan anlaşılıyor ki, ne
olursa olsun müşaverenin, gerçeğin açığa çıkmasına doğru özel bir faydası
vardır. Burada bir "ve kardeşini" ifadesiyle Hz. Musa'nın yanında
kardeşi Harun'un da bulunduğu gösteriyor.
"Medâin"; medeniyet kelimesinin aslı
olan medinenin çoğuludur ki, büyük şehir demektir. Ve bu kelimenin iştikakında
başlıca iki görüş vardır: Birincisi medine, başındaki mîm harfi kelimenin
aslından olmak üzere "feîle" vezninde olup kökünden alınmış ve
türetilmiştir. "Müdün" belli bir yerde ikâmet etmek mânâsınadır.
Fakat kelimeleri gibi çekimi terk edilmiştir. Bu şekilde medine insan hayatına
ilişkin her türlü ihtiyacın karşılanmasını içine alan yer veya böyle bu
özellikteki bir yerde ikâmet eden sosyal topluluk kavramıyla büyük şehirlere
isim olmuştur. İkincisi başındaki "mîm" harfi zâit ve "yâ"
harfi asıl olmak üzere kökünden alınmış olup, "ma'îşet" gibi
"mef'ile" vezninde veya medyûnenin muhaffefi olmakla aslında
"mef'ûle" veznindedir. maddesi ise mülk ve taat, ceza ve siyaset
mânâsına olduğundan bu şekilde medîne, mülk ve taat yeri, memleket veya inzibat
ve siyaset altında, memlûke anlamıyla büyük şehirlere isim olmuş olur. Birinci
takdirde çoğulu hemze ile ikinci takdirde ise gibi yâ ile olmak lazım gelir.
Halbuki kırâetlerin hepsinde hemze ile varid olmuş ve öyle okunmuştur. Demek
ki, tercih edilen birinci görüştür. Bazı müfessirler tarafından denilmiştir ki,
burada (medâin)'den murad, Mısır'ın Saîd şehirleri idi. Sihirbazların büyükleri
ve en mahirleri Saîd içlerinde idi ve bazı rivayetlere göre yetmiş kadar usta
sihirbaz toplanmıştı.
113-116- Toplanan sihirbazlar Firavun'a
geldiler...
Ne zaman ki, onlar atacaklarını ortaya
attılar, insanların gözlerini büyülediler, aslı olmadık türlü hayaller
gösterdiler. ve halka son derece dehşet verdiler, ve pek büyük bir sihir ortaya
koydular.
Rivayet olunduğuna göre, iri iri halatları,
uzun uzun sırıkları ve sopaları ortaya atıp bütün vadiyi sanki birbirine binmiş
yılanlarla doluymuş gibi müthiş bir manzara içinde gösterdiler. Denilmiş ki,
bunun sırrı civa idi. Ağaçtan ve deriden yapılmış bir takım iplerin ve
sopaların içlerine özel olarak doldurulmuş civa, yerin ve güneşin ısısıyla
ısındıkça bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar ve ortada korkunç birçok
yılan dolaşıyormuş manzarası arz eyliyorlardı.
(Bakara Sûresi'nde sihir hakkındaki açıklamaya
bakınız: 2/102)
117- Biz de Musa'ya "asanı bırakıver"
diye vahyettik. Burada vahyin ilham mânâsına olduğu hakkında Vâhidî'nin, İbnü
Abbas'dan bir rivayeti vardır. Fakat gerçek mânâda vahiy olması daha açıktır.
Bırakır bırakmaz, bir de ne görsünler, asa, onların uydurmalarını derleyip
toplayıp yutuyor.
118-Böylece hakikat olduğu gibi ortaya çıktı,
sabit oldu ve onların bütün yaptıkları batıl olup gitti. Gitti de
119-120- Firavun ve adamları mağlup oldular ve
küçük düştüler, kendilerini küçük düşüren bir yenilgiye uğradılar. Çünkü
sihirbazlar, o ümit bağladıkları usta sihirciler yıkılıp secdelere kapandılar
ve gerçeğin etkisiyle imana geldiler, kendilerini tutamayıp yüzü koyun yere
kapandılar.
121-122- "Âlemlerin Rabbine, Musa ile
Harun'un Rabbine, (yani Musa ile Harun'un davet ettikleri Rabbe,) iman ettik."
dediler. Zira bu olayın, sihir sınırının üstünde ve ondan bambaşka ilâhî bir iş
olduğunu iyice anladılar ve Hz. Musa'nın Allah tarafından gönderilmiş bir hak
peygamber olduğuna hemen karar verip ona iman getirdiler. Rivayet olunduğuna
göre; sihirbazların iman etmesiyle İsrailoğulları'nın da pek çoğu iman ettiler.
Âlimler demişlerdir ki, bu âyet ilmin fazileti
hakkında en büyük delillerdendir. Çünkü diğerleri bilgisizliklerinden dolayı
"Bu bir sihirdir." denilince şüpheye düştüler, halbuki bu sihirbazlar
sihrin sınırını ve ne demek olduğunu bilmeleri ve konuya vakıf bulunmaları
sayesinde Hz. Musa'nın asâsı ile meydana gelen olayın sihirden bambaşka birşey
olduğunu, bunun göz boyacılığı ve insan gücüyle olabilecek bir şey olmadığını
hemen anlayıp, bunun ilâhî bir mucize olması lazım geldiğini anında
farkettiler. Eğer bu hususta bilgileri ve maharetleri olmasaydı ve sihrin özüne
hakkiyle vakıf olmasalardı, o zaman kendi kendilerine "Belki bu bizden
daha iyi biliyormuş, onun için bizim bilmediğimiz ve yapamayacağımız bir sihir
yapmıştır." diyebilirlerdi. Fakat böyle demediler ve bu hususta hiç şüphe
ve tereddüde düşmediler ve kendilerini tutamayarak derhal küfürden imana
geçtiler. Şu halde sihir ilminde bile ihtisas bu kadar faydalı sonuçlar verirse,
Hakk'ın birliği itikadında ve tevhid inancında ihtisas, insanlığın gelişmesine
ne kadar yüksek faydalar sağlar bir düşünmeli.
123- Bu şekilde küçük düşen Firavun, davet
ettiği ve pek mühim menfaatler vaad eylediği sihirbazların bu kadar kalabalık
halk önünde Hz. Musa'nın peygamberliğini tasdik edivermelerini görünce, bunun
kamuoyunda Hz. Musa lehine çok güçlü bir delil kabul edileceğinden korktuğu
için buna bir çare düşünmek ve bir şeytanlık yapmak istedi ve derhal halkın
zihnine bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmak için sihirbazları
azarlayıp tehdit etti. Dedi ki "ben size izin vermeden önce ona iman
ettiniz öyle mi?" Vicdanlara baskı yapmak isteyen ve fakat kalblerin iman
ve kanaatinin kendi hakimiyetinin sınırı dışında kaldığını gören Firavun hâlâ hakkı
kabul edip ona teslim olmuyor, sihir meselesini çözmek için yetki ve
ihtısaslarını beğenip takdir ederek topladığı ve böylece bir bilirkişi heyeti
gibi başvurduğu sihirbazların kanaatleri kendisi için ölçü olması gerekirken,
bu konuda kendisinin onlara uyması gerekeceğini hesaba katmıyor ve aslında
onların iman etmelerine değil de bu işi kendisinden izin almadan yapmalarına
karşı çıkıyormuş ve hakka iman etmek onun iznine bağlıymış gibi göstererek,
iman için kendisinden izin alınmamış olmasını töhmet ve suç sebebi sayıyor. Ve
böylece bütün meseleyi hükümdarlık şeref ve haysiyetinin ihlâl edilmesi ve
şahsî gururunun çiğnenmesi noktasına toplayıp demiş oluyor ki: "Eğer siz
iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan davet edilmiş olmanız
bakımından kanaatinizin sonucunu önce bana arzetmiş olmanız ve bunun ilanı için
benden izin almanız gerekmez miydi? Halbuki siz benim iznim ve iradem olmadan
birdenbire ona iman ediverdiniz. Şüphesiz ki, bu bir hiledir, bir oyundur. Öyle
bir hiledir ki, siz bunu şehirde kurdunuz. Yani müsabaka meydanına çıkmadan
önce Musa ile şehirde bir araya gelip kararlaştırdınız ki, asıl halkını
Mısır'dan çıkarasınız diye bunu yaptınız."
Görülüyor ki, Allah'a ve peygamberine iman
edilince haksızlık ve tahakküm yollarının kapanacağını anlayan Firavun, bu
sözüyle kamuoyunu yanıltmak ve heyecan vermek için siyasi bir entrika çeviriyor
ve tamamiyle aleyhine sonuçlanan bu yarışmayı kendi iddiasını ispat eden bir
olaymış gibi göstermeye çalışıyor ve asıl kendisi sihirbazlık ve şarlatanlık
yapıyor. Böylece Hz. Musa'nın peygamberliğine olduğu gibi, onu tasdik eden
sihirbazların imanı ve davranışları hakkında da yok yere şüpheler uydurup
ortaya atıyor ve kamuoyunu bulandırıyor. Her şeyden önce diyor ki:
"Bunların böyle ansızın iman edivermeleri, gerçekten mucizenin kuvvetini
takdir etmekten doğan samimi bir iman değil, muhakkak önceden hazırlanmış bir
danışıklı dövüştür, bir hiledir. Bunlar çevre şehirlerden toplanıp Mısır'a
geldiklerinde veya daha önce Musa ile gizlice buluşmuşlar, aralarında anlaşıp,
uyuşmuşlar. Musa bunlara sihir öğreten büyükleri ve reisleri imiş. Söz birliği
etmişler ve halkı aldatmak için böyle hareket etmeye karar vermişler. Yoksa
bunlar birbirlerine gerçekten rakip olsalardı, benim tarafımdan da bir izin ve
irade olmadan böyle birdenbire secdelere kapanarak ona iman ediverirler mi idi?
İkinci bir husus, bunları böyle davranmaya
sevk eden asıl maksatlarına gelince diyor ki: Bunlar böyle sihirbazlıkla
hükümetin nüfuzunu kırarak memlekette ihtilâl yapacaklar, İsrailoğulları'nı
arkalarına alıp, Mısır'ın yerli halkını, yani Kıptî ahaliyi Mısır'dan sürüp
çıkaracaklar. Hükümetlerini alaşağı edip, yerlerini yurtlarını zaptedecekler.
Bütün dertleri budur."
İşte Firavun, kamuoyunu "vatan elden
gidiyor" endişesine ve telaşına düşürüp Musa ve ona iman edenler aleyhinde
galeyana getirmek için halkın zihnine bu iki şüpheyi fırlatıp atmıştır ki,
"İşte Allah, kâfirlerin kalblerini böyle mühürler." (A'raf, 7/101)
âyetinin delalet ettiği mânâ gereğince kalbleri mühürlenmiş olan ve Firavun
tabiatinde bulunan kâfirler de onun mesleğine uyarak, hak peygamberleri
politikacı birer sihirbaz, mucizelerini de birer sihir gibi görmek ve göstermek
isterler. Bu gün bile Hz. Musa'nın asâ ve "beyaz el" mucizelerini,
Firavun'un sihirbazlarının civa oyunları gibi göz boyamaktan ibaret bir sihir
sanatı veya bir hurafe gibi tanıttırmak isteyen ve Hakk'ın âyetlerine
"tılsımlı yalan" diyen ne kâfirler ve karanlık bir odada ellerini
koynundaki fosfor tozuna batırıp çıkarmak suretiyle parıldatarak Hz. Musa'nın
yed-i beyza (beyaz el) mucizesi taslamaya kalkışan ne sahtekârlar vardır.
Bazıları da bunları tekzip vadisinde değil, te'vil vadisinde yürüyerek ilhada
sapmışlar ve demişlerdir ki, Kur'ân'ın ve daha önceki din kitaplarının verdiği
bu bilgiler doğrudur, fakat mânâsı herkesin zahiren anladığı gibi değildir.
Bunlar kinayeli ve temsilî, diğer bir deyişle remzî bir takım mânâlar ifade
ederler. Yani Musa'nın asâsı ve beyaz eli ayrı ayrı şeyler değil, bir şeydir.
Bu şu demektir ki, Hz. Musa'nın Firavun'a karşı ortaya koyduğu hücceti
(belgesi), pek açık ve çok ezici idi, bu mucize ortaya atılınca muhaliflerin
sözlerini geçersiz kılmak ve fesatlarını açığa vurmak bakımından batılcıların
dayanmak istedikleri bütün belgeleri ve delilleri bir anda yalayıp yutan bir
ejdarha gibi idi ve haddizatında çok açık ve aydınlık olması bakımından da bir
beyaz el özelliğiyle vasıflandırılmıştır. Nitekim "filanın falan ilimde
yed-i beyzası vardır" denilir ki bir güçlü mevkii, tartışma kabul etmez
bir bilgisi ve yetkisi vardır demek anlamına gelir.
Fakat böyle bir te'vil esas itibariyle tabiat
fikrine saplanarak mucizeyi inkâr etmek ve ilk yaratılış olayını hesaba
almamaktan kaynaklanmaktadır. Bunlar "bir asânın yılan olduğunu gözümüzle
görsek yine inanmayız, Firavun gibi, bir sihir deriz ve bundan dolayı da bir
haber-i sadık ve bir tevatür ile böyle bir şey işittiğimiz zaman da onu te'vil
eyleriz." demek istiyorlar. Bunların düşüncesine göre, güya Kur'ân Hz.
Musa'nın hüccet ve belgesinin yalnızca kuvvetinden ve parlaklığından, kâfirlerin
de böylesine güçlü ve parlak bir belgeyi bile kabul etmediklerinden bahsetmiş
de haddizatında o parlak belgenin neden ibaret olduğunu açıkça bildirmemiş ve
tasrih etmemiş farz olunuyor. Daha doğrusu koskoca bir yılan yutulup yok
ediliyor ve yalandır demek isteniliyor. Bu bakımdan burada şu suâlin çözüme
kavuşturulması lazım gelir: Rivayeti sabit olan bir naklî delil karşısında
aklın ve dirayetin yeri nedir? Hiç şüphesiz ki, nakli anlayacak olan da
akıldır. Bundan dolayı akıl ve dirayet göz ardı edildiği zaman ortada ne akıl
kalır, ne de nakil. Lâkin aynı zamanda unutmamak gerekir ki, akıl gerçek
bilginin yaratıcısı değil, alıcısı ve kabul edicisidir. O bilgiyi üretmez,
alır. Bunun içindir ki, ilmin konusu soyut düşünce değil, olaylar ve onlarla ilgili
haberlerdir. Nakle dayanan bilgi de işte o edinilen haberler cümlesindendir. Bu
da akla bilmediği ve görmediği şeylerin yeniden yeniye bir akışıdır. Aklın elde
ettiği ve edeceği şeyler de iki türlüdür. Birincisi eşi benzeri geçmemiş olan
ve benzetmesiz, kıyassız alınan şeylerdir ki, aklın ilk elde ettikleri hep
böyle bu yolla meydana gelir. Bunların bir kısmı bir daha tekerrür etmeksizin
münferit olaylar olarak kalır, bir kısmı da tekerrür ederek çoğalır gider.
Tekerrür ettikçe her biri kendi benzerleriyle birleştirilip bir araya
getirilerek kıyas ve ölçü teşekkül eyler ve bunlar kendi hudutları içinde birer
kalıp, birer ölçü birimi fikri oluştururlar. Bu suretle ikincisi de eşi ve
benzeri geçmiş bulunan şeylerdir ki, bunlara da kıyasî ve fennî tabir olunur.
Ve bu sayede bilinenlerden bilinmesi gerekenler de çıkartılır. Genellikle akıl
denilince bu şekilde kıyas-ı fikrî prensibi anlaşıldığından akılla ilgili
şeyler yalnızca bunlardan ibaret sanılır. Halbuki bunun kaynağı olan birinci
kısım atılıverdiği takdirde akıl, kıyas ve fen de kökünden yok edilmiş olur.
Bundan dolayı gözlem, haber alma ve nakil esaslarını alıp kabul etmek için
bütün dirayetini yalnızca kendi kıyas anlayışı ile sınırlamaya kalkışacak
olursa, o zaman İblis'in düştüğü hataya düşmüş ve kendi bilgi sermayesini kendi
eliyle yakıp yıkmış olur. Bu durumda fevkalâde özellikler taşıyan yeni
bilgilerden üstün malumattan mahrum kalmış olacağından eşini, benzerini
görmemiş olduğu tarihi bilgilerden herhangi biri karşısında, kendi aklı
çelişkiye düşmedikçe onları tamamen kendi anlayışına göre irca ederek te'vil
edecek derecede inkâr vadisine sapmamalıdır. Aklın mutlak olarak inkâra ancak
bir noktada hakkı vardır ki, o da özünde çelişki bulunan, yani bir şeyin aynı
anda hem var hem yok olmasını gerektiren şeydir. Allah'ın eşi ve benzeri
bulunması mümtenî olduğundan, özünde çelişki olan her şey de mümtenîdir. Özünde
çelişki bulunmayan her şey de imkân ve mantık açısından mümkün ve caizdir. Onun
benzeri olan olayların azlığı ve çokluğu, sık sık tekerrür eden veya ender
görülebilen cinsten olup olmaması tamamen ayrı bir konudur. Bazı şeyler pekala
mümkün olduğu halde hiçbir zaman vukua gelmez. Mesela kanatlı bir insan
mümkündür, fakat vukuu hiç duyulmamıştır. Bazı şeyler mümkün olduğu halde
nadiren meydana gelir. Bir sayı ve grup oluşturmaz. Diğer birçok şeyler de
mümkün ve sürekli olur. İlmin başarılı olduğu alan da bunların alanıdır. Lakin
böyle mükerrer ve mutad olan olayların bulunması, mutad olmayan nadir olayların
inkârını gerektirmez, inkâra hak kazandırmaz. Şu halde akıl, gerçekten olmuş
bir haber karşısında kaldığı zaman dirayet açısından önce o haberin sıhhat ve
değerini tespit ettikten sonra şunu dikkate almak zorundadır: Nakledilen haber
basit ve âdetlere uygun açıdan mı bahis konusu ediliyor, yoksa âdetlerin ve
alışılmışın aksine bir açıdan mı bahis konusu ediliyor? Eğer alelâde olmak
üzere naklediliyorsa bunda aklın dirayet açısından görevi, onun mümkün olup
olmadığını araştırmak ve kendi açısından geçerli olan genel ölçüye vurmaktır.
Genellikle ilmin ve fennin işi budur. Ve eğer nakil onu harikulâde olmak üzere
kayd ve ilân ediyorsa o zaman dirayetin görevi, onu başka olaylara irca ve
tatbik etmek değil, o şeyi kendisiyle mukayese ederek, onun imkân-ı zatîsini
düşünmek ve kendi özünde bir çelişkiyi içerip içermediğini aramaktır. Çelişki
bulunmadığı takdirde inkâr veya te'vile gitmeden, onu nadir ve garip bir olay
olmak üzere kaydeylemektir. Özellikle nakle dayanan ilimlerin bir vazifesi de
bu gibi nâdir ve özel olayları yitirmeden gelecek nesillere haber vermektir.
İşte ilâhî kitaplar bizi bunların en sabit ve kesin olanlarından haberdar
ederek fikirlerimizi boğan tabiat çemberinden kurtarır. İlim ve fen
zihniyetinde (logique des csiences) şu prensip geçerlidir: Müsbet ilim,
münferit ve nâdir olan vakaları ret ve inkar etmez, fakat onun asıl amacı,
genelleme yapmak olduğundan genelde tekrar eden normal vakaları izler ve
onların müşterek özelliklerini tanımaya çalışır ve müşterek karakterlerini
bulup kaydeder, ilh... Bunun için mesela, tabiat kanunlarının dışında münferit
ve nâdir vakalar olmaz veya olamaz demek, her şeyden önce ilim zihniyetine ters
düşmektir, ilme iftiradır. Bir kısım yazarların edebiyat adına uydurdukları
romanları, hikâyeleri, hayal ve yalanları tarih kılığına sokarak halkın tarih
fikrini bozmak ve karıştırmak istedikleri, sırf bu maksatla masal ve sihir
kitapları yazdıkları bilinmektedir. Bazılarının da rivayetin sıhhatini dikkate
almaksızın her işittiği garip ve acaip şeyi tarih namına kayd ve nakletmeleri
ilmin nakil açısından güvenilirliğini ihlal eder, bozarsa, zamanımızda olduğu
gibi, bazılarının da tarih açısından sağlam ve sıhhatli haberlerle gelen garip
ve harika olayları, şimdiki zamanda ve müsbet ilimde benzerine rastlanmıyor
diye toptan ret ve inkâr etmeleri aynı şekilde sapıklık ve halk efkârını tarih
feyzinden mahrum eylemektir.
Fahruddin Razî der ki: Âdet ve alışkanlıkların
yolundan çevrilmesini caiz görmek zor ve müşküldür. Akıl sahipleri bu konuda
ıstırap içindedirler. Ve bu konuda ilim ehli için üç görüş meydana gelmiştir:
Birincisi, genel olarak caiz görmektir. Mesela
gerek insanın, gerek her hangi bir hayvan veya bitkinin, bunlardan herhangi
birinin, ne madde, ne müddet, ne asıl, ne tohum, ne terbiye bulunmaksızın bir
anda meydana gelmesini caiz görürler. Yine mesela tek bir cevherin, bünye ve
mizaç, rütubet ve terkip hasıl olmaksızın âlim, kâdir, âkıl, kahir ve diri
olabilmesini caiz görürler. Mesela gözü olan bir kimsenin güpe gündüz tepesinde
duran güneşi görmemesini, bununla beraber Endülüs gibi uzak batıda yaşayan bir
körün gece karanlığında uzak doğudaki ağlayan bir çocuğu görebilmesini mümkün
sayarlar ki, bizim ve ashabımızın, yani Ehl-i Sünnet'in kanaati budur.
İkincisi, genel olarak imkânsız saymaktır,
mümtenî kabul etmektir ki, bu da tabiatçı filozofların görüşüdür.
Üçüncüsü de bir kısmını caiz görüp, bir
kısmını imkânsız kabul eylemektir ki, bu da Mu'tezile'nin görüşüdür. Bu arada
en çok münakaşa konusu olan ikinci görüştür. Tabiatçı filozoflar,
olağanüstülüklerin meydana gelebileceğine ihtimal vermezler ve imkânını inkâr
ederler. Derler ki; asânın yılana dönüşmesini caiz görmek müsbet ilimden
gereklilik prensibinin ortadan kalkmasına sebep olur. Çünkü küçük bir asâdan
kocaman bir yılanın doğduğunu kabul ettiğimiz zaman bir saman çöpünden veya bir
arpa tanesinden bir delikanlı insanın doğabileceğini de kabul etmiş oluruz. Bu
kabul olunduğu takdirde ise şimdi gözlerimizle gördüğümüz şu insanın da anasız
babasız olarak şu anda birdenbire meydana geliverdiğini de caiz görmüş oluruz.
O halde şimdi gördüğümüz Zeyd'in dün gördüğümüz Zeyd olmayıp şimdi bir anda
hasıl oluvermiş diğer bir şahıs olmasına ihtimal vermiş oluruz. İnsan aklına bu
gibi ihtimallerin kapısını açanların ise gerçek akıl sahiplerinin gözünde
delilik veya bunaklık ile mahkûm edilecekleri bilinen bir husustur. Böylece
bunların olabileceğini caiz görseydik, dağların altuna, deniz sularının kana,
çöplükteki toprağın una, evdeki unun tuza dönüşmesini de caiz görürdük. Böyle
bir kabul ise zarurî olan ilimleri iptal eder ve geçersiz kılar, insan aklının
safsataya dalmasını gerektirir ki, bu kesinlikle bâtıldır ve imâansızdır. Şu
halde bu sonuca çıkan o caiz görmeler ve kabul etmeler de batıldır. Ve bütün
bunların var olmaları ancak şu gördüğümüz şekilde ve belli kurallara bağlı
olarak mümkün olur. Bu yolun ve bu kuralın aksine bir oluş mümkün değildir.
İşte tabiatçı filozoflar bu düşünce ve bu istidlâl ile derler ki, biz bu yolla
daha işin başlangıcında lazımgelen bilgisizliği ve olumsuzlukları kendimizden
def ederiz. Yani eşyanın alışılmış olan yollardan var olacağını değişmez
tanımakla ve olağanüstülükleri imkânsız saymak suretiyle kendilerini
şüphecilikten kurtardıklarını ve kesin bilgiye sahip olduklarını sanırlar.
Halbuki bu düşünce ile kaçınmak istedikleri o ihtimaller, gerçekte öyle lazım
gelmektedir ki, savuşturulması mümkün değildir. Şöyle ki:
Şu kâinatımızda sürekli olarak meydana gelen
olaylar, ya müessir (etken) siz olarak meydana geliyor veya bir müessir (etken)
ile meydana geliyor. Bunda üçüncü bir ihtimal yoktur. Her iki hâlde de zikr
olunan ihtimallerin gerekliliği meydandadır. Zira etkensiz denildiği surette bu
kabul aklın sebeplilik prensibine açıkça aykırı olmakla susmaya mecbur edilmesi
de kesinlikle gereklidir.
Çünkü varlıkların etkensiz ve yaratıcısız
kendi kendine tesadüfen meydana gelivermesi caiz görülünce, bir insanın kendi
kendine anasız, babasız olarak meydana gelemiyeceği, dağların altına,
denizlerin kana, toprakların una, unun tuza dönüşüvermiyeceği nasıl
sağlanabilir? Çünkü bazı şeylerin kendi kendine ve her hangi bir etken
olmaksızın, tesadüfen hasıl olduğunu caiz görmek, başkalarının da etken
olmaksızın meydana gelmesini caiz görmekten farklı değildir. Şu hâlde bu
takdirde kendi fikirleriyle ve kabul ettikleri ilkelerle susmaya mecbur
edilmeleri kesindir.
İkinci takdirde, yani varlıkların bir etkenden
dolayı meydana gelmiş olduğu fikrine gelince ki, tabiatçı filozofların çoğunun
görüşü de budur: Bunda da iki ihtimal vardır: O etken ya zorunlu etkendir veya
isteğe bağlı etken ve faildir. Zorlama ile etken olduğu takdirde bu zorlama ya
hiçbir tercih ediciyle ilişkili olmaksızın etkenin bizzat zorlaması olacaktır
veya bir tercih edicinin seçimine bağlı olarak yapılmış bir zorlama olacaktır.
Fakat bizzat zorlayıcı olsa idi, yani vacibü'l-vücûd (varlığı kendinden) bizzat
bir tabiat olarak etken olsa, bütün şu kâinattaki varlıkların kadîm olması ve
âlemde hiçbir değişikliğin bulunmaması gerekirdi. Çünkü kadîm ve daimi olan
sebebin zorlamasının doğrudan bir değişken "hâdis"e (sonradan olana)
sebep olması çelişkidir. Şu halde söz konusu failin tercihsiz bizzat zorlayıcı
olması ihtimali ortadan kalkar. O halde bizzat varlıklar arasındaki muhtelif
durumlara göre, bir tercih edicinin bizzat icabına bağlı olması ihtimali kalır
ki, buna icabiye (determinizm) tabir olunur. Bu takdirde ise şöyle bir sonuca
hükmetmek lazım gelir:
Bu kâinatın olayları, varlıklar arasındaki
durumların ve orantıların, özellikle gök cisimlerinin değişen durumlarına bağlı
olarak değişmektedir. Ve herhangi bir vakitte meydana gelen belli bir olayın o
vakte mahsus kılınarak adlandırılması da bunun içindir. Yani, daha önce meydana
gelmiş olan olayların etkileri sonucunda ortaya çıkmış olan zarurî bir
durumdur. Şu halde göklerde ve cisimlerde garip bir şekil ve çok özel bir durum
ortaya çıkıp da yepyeni bir değişikliğe, mesela denizlerin yağ oluvermesine
veya bir anda bir hayvan veya bir insan zuhur edivermesine sebep olmayacağı,
böyle bir şeyi gerektirmiyeceği ne ile temin olunabilir? O halde zikr olunan
gerektirici şart ve sebeplerin hepsi bir anda yeniden geri gelebilir.
Nihayet etkenin dilediğini yapar olduğu ve
eserini kendi iradesiyle tercih ettiği takdire gelelim - ki doğrusu budur hiç
şüphesiz bu takdirde de söz konusu ihtimaller yine tamamen mevcuttur. Kudretine
sınır düşünülemeyen ve istediğini yapan, ne dilerse onu yaratabilir. Ve bundan
dolayı tabiatçı filozofların kaçınmak istedikleri ihtimaller her durumda
karşımıza çıkmaktadır. Yani, olağanüstülüğü caiz görmekten doğan ihtimaller,
ilim anlayışımızda bizi sofistliğe ve şüpheciliğe götürecekse o gibi
ihtimallerin hiç bir durumda ortadan kaldırılmasına imkân yoktur. Olağanüstünün
imkânsızlığını ispat edebilecek hiçbir delil de mevcut değildir ve bizim
varlıklara ait bilgimiz nisbî ve izafî özellikte alelâde bir bilgi olmaktan
ileri gidemez. Mutlak ve tam ilim Allah'a mahsustur. Sofistlik ve şüphecilik
bâtıl, fakat varlıklar hakkında tam bilgi iddiası da bâtıldır.
Zamanımız felsefelerinde bu mesele şu şekilde
ele alınmaktadır: Tabiat ilimlerindeki bilgimizin, kesinlik açısından değeri
nedir? Tabiat ilimlerinin konusunu meydana getiren genel kurumlar şaşmaz ve
değişmez kânunlar mıdır, değil midir? Bunları şaşmaz ve değişmez zarurî ilkeler
olarak kabul edenler varsa da bunlar bu konunun esas otoriteleri değiller.
Böyle bir fikir tabiat ilimlerindeki gelişmeyi inkâr etmek ve bir takım yeni
keşifler ile bu gibi temel kurallarda da tadilat ve değişiklik meydana
gelebileceğine ihtimal vermemektir. Bunun için bunlara karşılık septik yani
şüpheci ve ihtimalci bulunan niceleri vardır. Bu ikisi arasında en güzel çözüm,
Alman filozofu Kant'ın getirdiği çözümdür. Kant demiştir ki, tabiat ilimleri
gözlem ve deneyden alınmış, elde edilmiş olduğu için onun prensipleri zarurî
değil, asertoriktir. Mantıkta "mutlaka-i amme" adı verilen bu
teoriler, bilfiil vâki olanı bildirirler. Yani bunlar deneyden elde edilmiştir
ve deneyde böyle meydana geldiği için böyledirler. Yoksa böyle olmaları gerekli
ve zorunlu olduğu için böyle değiller. Şu halde bunların daima ve zorunlu
olarak böyle olması gerektiğine ve aksinin mümkün olamayacağına hükm olunamaz.
Yarınki bir deneyin bizi başka türlü bir sonuca götürmesi ve bugün görmediğimiz
şeylerin meydana çıktığını gösterebilmesi olasıdır. Kant'ın bu çözümü, tabiat
ilimlerinde kesinlik ve zorunluluk bulunduğunu iddia edenlerle şüphecilik
arasında orta yollu bir çözüm olduğundan, İslâm kelâmcılarının da konuya yaklaşımlarına
uygun düşmektedir.
"Mevakıf" ve "şerhi"nde
der ki; "Olağan dışı olayların ve mucizelerin meydana gelişi, göklerin ve
yerin ve ikisi arasındaki şeylerin ilk yaratılışından ve sonra bunların yıkılıp
yok oluşundan daha garip ve daha acaip şeyler değildir. Olağandışılığı veya
mucizeyi caiz görmek sofistlik, şüphecilik olur demek bir demagojidir. Bizim,
olağanüstülerden bazılarının vukua gelmeyişine, mesela dün gördüğümüz bir dağın
bu gün altın oluvermediğine hükmetmemiz, o dağın haddizatında altın olma
imkânına aykırı değildir. Nitekim elle tutulan belli bir cismin belli bir
durumda bulunduğunu görür, onun varlığına kesinlikle hükmederiz. Bununla
beraber o cismin orada olmayıp, yerinde başka bir cismin bulunduğunu
düşünmemize onun durumu engel teşkil etmez. Gerçekten de o cismin hem orada
olduğu kesin bilgimiz içindedir, hem de orada bulunmaması, aslında mümkün
olduğu yine kesin bilgimiz içindedir. Ne kesin olay, aksinin imkânını ortadan
kaldırır, ne de aksinin imkânı bizim gözlemimizi ve olayı ihlâl edecek bir
şüpheyi gerektirir. İşte böyle âdet denilen tecrübe ve olağan şeyler dahi,
duyular gibi bilgi sebeplerinden biridir. Şu halde duyularımızda olduğu gibi,
âdet bakımından da biz, bir şeyin varlığına kesin gözüyle bakarız. Bununla
beraber o şeyin aksi dahi her zaman için mümkün olur. Mesela, âdete göre biz
kesinlikle biliriz ki, yılan yılandan olur ve belli bir süre içinde olur. Fakat
bu bizim kesin bilgimiz, yer yüzünde ilk yaratılış olayında olduğu gibi,
yılanın diğer bir şeyden meydana gelmesine, veya birdenbire yaratılıvermesi
imkânına aykırı olmaz. Biz, birincisini vaki, ikincisini mümkün biliriz.
Bundan başka şu da unutulmamak lazımgelir ki,
âlemde mucize dahi her zaman olagelmiş olan bir âdet hükmündedir. Her asırda
her zaman harikulâde yaratılışlar ve olaylar bulunagelmiştir. Akıl ve insafı
olanlar için bunları inkâr etmeye imkan yoktur. İlh...
Gerçekten de kâinattaki olaylar birbirine zıt
iki cins oluşların dengesine bağlı olarak mülâhaza olunmaktadır. Bunlardan
birisi olumluların uyumu, diğeri de olumsuzların uyumudur ki, her hangi bir
şeyi bilmek bu iki uyumdan onun hissesine düşeni tayin eylemek, yani olumlu ve
uygun özellikleri benzerlerine eklemek, olumsuz ve aykırı özellikleri de
diğerlerinden ayırdetmektir. Eğer âlemde tabiat dediğimiz, yalnız bir tek genel
uyum olsa idi biz ne bir olay görebilir ne de varlıkları birbirlerinden
ayırdedebilirdik. Halbuki her tanıma ve ayırdetme, âdet dediğimiz olağan
oluşların bazı özelliklerinin ondan kopup değişmesi ve bir anlamda onda kısmî
bir olağanüstülüğün oluşması sonucunda meydana gelmektedir. Ve cinslerden
türlere, türlerden fertlere kadar her şey, fasıl, mümeyyiz, müşahhas adını
verdiğimiz bu olağanüstülük ve değişiklik sebebiyle ayırdedilebilmektedir. Bu
olağanüstülük ve aykırılıklar sayesindedir ki, biz iki zıttan ikisinin de
mümkün olduğunu bildiğimiz gibi, vâkı olunca da onları birbirinden ayırırız. Ve
böylece kâinatta bir tek değil çok sayıda değişik âdetlerin ve tabiatlerin
bulunduğunu biliriz. Birinin mümkün olduğunu bilmemiz, diğerinin vâkı olduğunu
bilmemizi engellemez ve değişik âdetlere ilişkin değişik kıyaslarımız ve ölçü
birimlerimiz vardır. Gerçi tabiatın uyumu ve âdet deyimleri, yaratılıştan beri
sürüp gelen uyumlar için kullanılır ve bundan dolayı bu uyumun zıddı olan ayrıcalıklı
olaylar da olağan dışı ve harikulâde vs. gibi adlarla bunlardan ayırdedilir.
Lâkin uyumlar, genelden özele doğru çeşitli bölümlere ayrıldığı gibi, birbirine
benzemeyen çeşitli ayrıcalıklı olaylar da değişik olmak bakımından kendi
aralarında yine bir uyumu, bir ayrıcalık düzenini meydana getirirler. Bunlar da
öbürlerinden bu özellikleri ile ayırdedilirler. Ve bundan dolayı fasıl,
mümeyyiz, müşahhas, müstesna, nâdir, garîb, hârikulâde... gibi genel
kavramlarla ifade olunabilirler. İşte peygamberlerin mucize denilen alâmet-i
fârikaları da bu şekilde onları başkalarından ayırdettiren ve davalarını tasdik
ettirmeyi amaçlayan ayırıcı özelliklerindendir ki, bunlar da âlemde tehâlüf
(birbirine benzemeyiş) ve tamâyüz (üstün olma) özelliğine sahip ayrıcalıklı bir
ilâhî âdet ve gelenektir. İnsan, varlıkların sınıflandırılmasında canlılar
sınıfını teşkil eden olumlu uyumlar içinde bir tür iken ayrıcalıklı olduğu
aykırılık olayları açısından bakıldığında canlılar sınıfının nasıl bir
harikasını meydana getiriyor ise, peygamberlik olayları da insan türü denilen
olumlu uyumlar içinde böyle bir harika teşkil etmiştir ki, bunların meydana
gelişleri olağanlık fikri ve kıyas yolu ile anlaşılamaz. Ancak bizzat gözlem ve
haber ile bilinebilir. Nitekim varlıkların sayımını ve istatistik dökümünü
yapmadan soyut akılla ve kıyasla varlıkların sınıflandırmasını yapmaya
kalkışmak bir cehalettir. Telgraf ve telefon keşfedilmeden evvel batıdaki bir
adamın doğudaki biriyle bir iki saniye içinde haberleşebileceğini soyut akıl ve
kıyas ile tayin etmek mümkün olmazdı. Fakat âdet olmayan böyle bir şeyin
imkânına akıl ve fennin cevaz vermiyeceğini iddia etmek de akıl ve fen adına
bir iftira olurdu. Çünkü bunun olabileceğini varsaymak ve mümkün görmek hiçbir
çelişkiyi gerektirmez. Bütün bilgiyi yalnızca aklî kıyasa mahsus kılmak ve
aklın kabiliyet ve görevlerini unutup, aklî kıyas ile şimdiki zamandan ileriye
doğru kesin hükümler çıkarmaya çalışmak nasıl bir haksızlık ise aynı şekilde
şimdiki zamandan geçmiş zamana doğru kesin hükümler çıkarmak ondan daha büyük
bir haksızlıktır. Ve işte zamanımızda bulunanların "Biz her bakımdan eski
insanlardan daha gelişmiş ve daha yükseğiz, şu halde bizim ilim ve irademizin
yapamadığı bir şeyi onların yapmasına imkân olmadığı öncelikle sabittir." gibi
bir kişisel kıyasla hüküm çıkarmaya ve "semavî kitapların âyetleri ve
ümmetlerin tevatürleri" ile nakledilegelen eşsiz ve benzersiz olayları
inkâr ve te'vile sapmaları, ilme ve beşeriyetin gelişmesine zarar veren bir
zorbalıktan başka bir şey değildir. ve bunu yapanlar genellikle şu iki sınıfın
içinde bulunurlar: Birisi haddizatında bir harika olan ilim ve irade olayına,
âdet ve tabiat denilen şeyin mutlak hakim olmadığını gösteren çeşitli türlere
ayrışmasına karşı kör bir tabiatçılık taassubunda ısrar eden donuk kafalı
kendini beğenmişlerdir ki, farklılıkları sayılamıyacak kadar çok olan bütün
âlemin en büyük olağan uyumunun, bir hudüs ve değişkenlik prensibine
dönüştüğünü ve birer prensip olarak ele alınan çeşitli ve değişik oluşlardan
her birinin daha önce benzeri görülmemiş bir sonradan oluş veya bir değişme
harikasıyla başlayageldiğini ve bütün tekamül aşamalarının da hep böyle bir
özel harika oluşla meydana geldiğini düşünmezler. Her gün, her lahza câmit
denilen katı varlıkların hayata dönüşüp durduğunu görürler de gördükleri bu
değişikliği şart ve mutlak sanırlar. Bu anlayıştaki bir tabiat davasının bâtıl
olduğunu gösteren şey, aslında yine tabiat olaylarının cereyan şeklidir. Tabiat
davasının geçersizliğini ortaya koyan asıl değişme ve atılımları mümkün ve olağan
tanırlar ve her değişikliğe o değişkenin tabiatı üzerine dışardan etki eden bir
etkenin gerektiği konusunda da tereddüt etmezler de sonra o değişikliğin
hızında ve süresinde bazı derece farklarını mutlak olarak imkânsız gibi
görürler ve bunun imkânsız olduğunu iddia ederler. Düşünmezler ki, bir asânın
süre aşımı ile çürüyüp kömür olarak uzviyet değiştirmesi olağan olduğu ve bu
olayda hiçbir çelişki bulunmadığı gibi aynı hadisenin birdenbire ve daha büyük
ölçüde olabileceğini tasavvur etmekte ve böyle bir olayı gözlem veya haber
vermekte tabiatteki atılım açısından hiçbir çelişki yoktur. Buna göre öbürünü
kabul ve itiraf edenlerin berikine mümkün gözüyle bakmaması akıldan değil,
akılsızlıktan ve asıl hayatın sırrına erememekten ve ilk yaratılış olayındaki
kudreti hesaba katamamaktan doğan bir cehalettir. Bunlar düşünmezler ki, toprak
ve topraktan canlı üretmek tekniklerini bilmeyenlerin "böyle şey
olmaz" demeleri, bu normal oluşlar karşısında bir taassuptur. Şüphe yok
ki, insanın bütün ümit ve beklentisini mucizelere bağlayıp da yaratılıştaki
normal akışı ihmal etmesi ve uzun bir tarihin sonucu olan bilimsel gözlem ve
deneylerin ortaya koyduğu sonuçları hiçe sayarak, çalışıp elde etmenin,
üretmenin, bilgi ve iradenin, eğitimin ve şahsî teşebbüsün feyzini, icaplarını
hesaba katmadan, yaratılışta mevcut olan bu defineleri işletip yararlanmaya
çalışmayıp da sırf gökten inecek bir sofra bekleyip durması, hasılı Allah
Teâlâ'ya yalnızca harika ve mucize açısından tevekkül edip bel bağlayıp da
normal âdet ve mantık açısından tevekkül etmemesi doğru yoldan ayrılmaktır.
Bunun için Kur'ân, dikkatleri, harikalardan ziyade normalde cereyan eden sünnet
ve âdetlere, kanun ve kurallara, şeriate ve ilkelere doğru çekmiştir. Sünnet-i
seniyye de bid'atçılığı yermiştir. Fakat aynı zamanda âdetler ve sünnetler
karşısında harikaların, genel ve olağan gidişatın kuralları dışında kalan bir
takım garip ve nâdir olayların mümkün bulunduğunu, hatıra ve hayale gelmez
açılardan umulmaz hadiseler, ümitler, korkular doğabileceğini bilmemek yani,
Allah Teâlâ'nın olağan gidiş dışında birşey yaratmayacağını zannetmek de Yüce
Yaratıcı'nın sonsuz kudretini donuk ve katı bir tabiat mantığıyla sınırlamaya
kalkışmaktır ki, sebeplere ve olaylara öncülük eden ilk yaratışı unutma sonucu
akıl ile mantığın durduğu sınırda imansızlıkla toptan bir karamsarlık içinde
boğulup kalmaktır. Bunun için yukarıda "Rabb'ınız o Allah'tır ki gökleri
ve yeri altı günde yarattı, sonra emri Arş üzerine hükümran oldu. O, geceyi,
durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter. Güneşi, ayı ve yıldızları
buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki yaratma ve emir
O'nundur. Âlemlerin Rabb'i Allah ne uludur!" (A'raf, 7/54) âyetinde ilk
yaratış ile istivâ meselesine, ilâhî yaratış ile işlerin yönetilişinin başlangıcına
ve bunların cereyan şekline dikkat çekilerek, varlıkların gerek yaratılışında,
gerek akışında yönetici gücün, eşyanın kendi tabiatı olmayıp hepsinin üstünde,
Arş üzerine mutlak hükümran olan Allah Teâlâ olduğu ihtar olunduktan sonradır
ki, bir taraftan harikaları, diğer taraftan sürüp giden olağan düzeni bunun
izleyeceği tekamül seyrini içine alan peygamberler kıssalarına girilmiş ve
ancak ilk yaratış misali ile tasavvur ve tasdik edilmesi gereken peygamberler
mucizeleri de bu açıdan zikredilmiş ve bunları inkâr edenler hakkında
"Allah kâfirlerin kalbini işte böyle mühürler" (A'raf, 7/101)
buyurulmuş ve bununla tabiatı putlaştırmanın bir kalb mühürlenmesinden, diğer
bir deyişle kalbin, daha önce edindiği intibaların dışına çıkamıyacak ve artık
yeni bir hakikat duyamıyacak, bilgide ve imanda hiç bir gelişme gösteremiyecek
şekilde kendi manevî hayatına ve duyarlılığına son verilip, donmasından ileri
geldiğine özel şekilde işaret edilmiştir.
Öneminden dolayı biraz uzatır gibi olduğumuz
bu meseleyi, yani mucizenin mümkün olduğu meselesini çağımızın ilim ve fen
zihniyetine göre özet olarak şöyle çözebiliriz:
Tabiat kanunları denilen ve varlıkların
tabiatleri üzerinde hakim görünen genel kurallar, önce gözlem, sonra deney,
daha sonra da sonuç olarak tespit edilip ortaya konulan ve genelleştirilen tek
düze ve uyumlu oluşlardır. Bunlar içinde en önemlisi de sebepliliktir. Bir
olayın sebebi tecrübe ile ve aynı sebep ve şartlar altında tekrar tekrar
denenerek aynı sonuca ulaşılabildiği takdirde bu deneysel bulgu zihnen bütün
benzerlerine genelleştirilerek bir genel teori ortaya konur. Bu genelleştirmeye
"istikra" ve o teoriye de "bir tabiat kanunu" adı verilir.
Lâkin tabiat ilimlerindeki bütün bilgiler henüz böyle sebep-sonuç gibi teoriler
haline gelebilmiş değildir...
Bu hale gelebilmiş olan tabiat ilimleri ancak
Fizik ile Kimya'dır. Onların da kendi alanlarına giren bütün olayları kapsadığı
iddia olunamaz. Hayat ilmi ise henüz bu halden uzaktır. Fizik ve Kimya'da da
birçok olayların çeşitli sebeplerden birine bağlı olarak, veya birinin daha
ağır basmasıyla meydana geldiği de bilinmektedir. Mesela bir fabrikaya, bir su
hareket enerjisi verebildiği gibi, bir buhar, bir elektrik de verebilir.
Bunlardan başka bütün bu sebepler olayları meydana getirebildiğinden dolayı sebeplerin
sebepleri, sebeplerin sebepler ilh... birliğine bağlı olan bütün sebepler ve
kuvvetler zinciri hesaba katılmak ve ona göre, tali sebepler konusundaki
bilgimizin değeri ölçülmek gerekir. Halbuki illet ve sebepler konusundaki bütün
bilgilerimizi inceden inceye değerlendirirken şunu itiraf etmemiz gerekir ki,
biz bütün olayların sebeplerini bilmediğimizden bir olayın da bütün sebeplerini
bilmiyoruz demektir. Gerçekte bazı olaylar hakkında bildiğimiz ve tatbik
ettiğimiz sebepler, kuvvetler hem eksik, hem de zahirî ve nisbîdir. Ne küllî
illettir, ne de mutlak ve hakîkî illettir. Hakikî ve mutlak sebep kökten bir
yaratma ve icattır, küllî illet de herşeyi yaratan olmak lazımgelir. Şu halde
bizim en iyi bilgimizi teşkil eden sebeplilik düzeni hakkındaki bilgimiz tam ve
mutlak değil, cüz'î ve nisbîdir. Ve o halde bilgi alanımıza giren sebepleri,
âdi ve sınırlı kuvvetleri inkâra hakkımız olmamakla beraber, bunlara birer
genel illet ve sebep gibi bağlanarak "filan şey asla olmaz" demeye ve
mutlak kudreti âciz sanmaya da hakkımız yoktur. Meğer ki, o şeyin olmasını
farzetmek onun yokluğunu gerektirecek bir çelişki olsun: Biri pozitif biri
negatif iki elektrik akımının karşılaşmasında gördüğümüz gibi voltaj, bir anda
sıfıra iniversin. Ruhu bir yana bırakalım, bir ışığın yanmasıyla sönmesi
arasındaki hız bile bize ne kadar hızlı bir şekilde yaratma ve yok etmenin
mümkün olduğunu gösterir. Fakat kalbleri donuk bir tabiat halini almış olanlar,
bu imkânları görmezler de kafalarının durduğu her noktada mutlak anlamda karamsarlığa
boğulur kalırlar. Bunlardan başka bir sınıf daha vardır ki, istek ve
çıkarlarına aykırı gibi görünen hak ve hakikatleri kabul etmek istemezler ve
ona karşı direnip mücadele etmek için her haksızlığı göze almaktan da
çekinmezler. İşte Firavun bunlardandır ve bu gibi hallere Firavunluk denilir.
Firavun, Musa mucizesi hakkında uydurduğu ve
ortaya attığı sihir şüphesi üzerine yapılan tecrübe ve imtihan neticesinde hak
ve hakikatın ortaya çıkmasıyla kendisinin mağlup olup küçük düştüğünü ve davet
edip öne sürdüğü sihirbazların gerçeğe teslim olarak iman ediverdiklerini
görünce, hemen bunun bir oyun ve hile olduğunu ortaya attı, arkasından şu
tehdidi ekledi: Siz yakında anlayacaksınız, yani bu hilenize karşı bakın size
neler yapacağım;
124- elbette ve elbette ellerinizi ve
ayaklarınızı çaprazına kestireceğim, sonra da hepinizi elbette ve elbette
çarmıha gerdireceğim." Gerçekten de sihirbazların imanı, hakiki iman
olmayıp da öyle oyun ve pazarlıklı bir iman olsa idi bu tehdit ve bu ceza
kendilerine layık olurdu. Böylesine sert bir tehdit de üzerlerinde etkili olur,
düşünce ve tutumlarından caydırabilirdi. Halbuki Allah'a, Resulüne ve ahirete
imanı olmayan ve imansızlıktan dolayı hakka karşı savaş açmaya cüret eden yol
kesiciler hakkında etkili olabilecek olan o gibi ürkütücü tehditler, kalbleri
Allah sevgisi ile çarpan ve ahirete gerçekten iman ile hak yoluna giden
müminlerin, mücahitlerin kanaatlerini durdurabilmek şöyle dursun, aksine zulmü
ve haksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik olan çaba ve azimlerini daha da
arttırmaktan ve imanlarını güçlendirmekten başka bir sonuç vermez. Zaten imanın
ciddiyeti ve gücü de bu gibi imtihanlarla kendini gösterir ve açığa çıkar.
Sihirbazlar daha önce sihir konusunda bilgili ve mahir kişiler olduklarından
dolayı imanlarında böyle bir hile ve oyun şüphesi büsbütün sebepsiz sayılmazdı.
Böyle bir şüpheyi de ancak böyle bir imtihan silebilirdi. İlâhî hikmet,
Musa'nın mucizesinin bir sihir olmadığını her türlü şüpheden uzak bir şekilde
ortaya koymak ve açığa çıkarmak istediği için böyle bir rekabet ve tecrübe
ortamında secdelere kapanarak hakkı tasdik ediveren sihirbazların imanları
hakkında da her türlü şüphenin giderilmesini, onların imanlarındaki samimiyet
ve ciddiyetlerini kesinlikle ispat etmiştir. Allah Teâlâ, kendilerini, hak ve
halk karşısında böyle bir imtihana tabi tuttu ve başarılı kıldı da Firavun'un
bu tezvir ve tehdidi karşısında tam bir dirençle
125- şöyle dediler: "Şüphe yok ki, biz
nihayet Rabbimize döneceğiz." Bu cümle şu mânâlara gelebilmektedir:
1- Biz nasıl olsa öleceğiz, sen istesen de
öleceğiz, istemesen de öleceğiz. Bu bakımdan başımıza gelmesi muhakkak olan
ölüm, ölmek bakımından ha senin tarafından olmuş, ha olmamış, bizce aynıdır.
Sebepler değişik olsa da ölüm bir ve muhakkak. Senin bizi ölümden kurtaramayacağın
da muhakkak. Bundan dolayı senin bu tehdidin hükümsüz ve anlamsızdır.
2- Sen bizi keser, asarsan, biz şehid olur ve
muhakkak Rabbimizin rahmetine ve sevabına kavuşuruz. Binaenaleyh bu tehdidinden
korkmak şöyle dursun, hak yolunda can vermeyi cana minnet sayarız.
3- Biz ölüp de sen sağ kalacak değilsin. Hiç
şüphe yok ki, gerek biz ve gerek sen hepimiz ölüp Rabbimizin huzuruna
varacağız. Binaenaleyh o aramızda hüküm verecektir. Haklıyı haksızı, zalim ile
mazlumu ayıracaktır.
126- Halbuki sen bizden hiçbir sebeple değil,
ancak Rabbimizin âyetleri bize gelince onlara iman ettik diye intikam almaya
kalkıyorsun. Yani, gerçeği ortaya çıkaran deliller karşısında, batılı terkedip
hakkı ikrar eylemek, kızılacak, cezayı gerektirecek, tehdit ve korkutma ile
vazgeçirilecek bir fenalık, bir kabahat değil, tam aksine iftihar olunacak,
takdir ve tebrik ile örnek alınacak en güzel, en hayırlı bir fazilet olduğu ve
vicdanlarımızdan silinip çıkarılması mümkün olmayan bir kesinlik ile sabit olan
böyle bir imandan ve idrakten, seni memnun etmek için vazgeçmek de gücümüzün
dışında bulunduğu halde, sen sırf bu imanımızdan, bu faziletimizden ve doğruyu
söylediğimizden dolayı bize suçlulara kızıyor gibi kızıyorsun, intikam almaya
kalkıyorsun ki, bu ne büyük zulümdür! Sihir ve dalaverede galip geldiğimiz
takdirde en yakınlarından kılacak kadar ödüller ve armağanlar vaad ederken,
bize bütün bunları bıraktırarak ve sihirdeki meharetimize rağmen her türlü
nefsaniyeti unutturup yenilgimizi itiraf ettirerek kalbimizi kazanan gerçeği
dile getirdiğimiz zaman bizi asıp kesmeye kalkıyorsun. Bu ne büyük cehalet, ne
büyük vicdansızlık ve ne büyük haksızlık!...
İşte iman eden sihirbazlar, Firavun'un
tehditlerine karşı pek büyük bir ibret ve nasihati içeren ve imanlarında hiçbir
şüpheye yer bırakmayan bu kesin ve açık cevabı verdiler. Ve Allah'a yönelip Ey
Rabbimiz, bize sabır yağdır, yani su gibi her tarafımızı kaplayacak, bizi şirk,
isyan, küfür, hile ve sihir günahlarından yıkayacak, paklayıp arındıracak büyük
ve feyizli bir sabır ver. Ve canımızı müslüman olarak al, diye dua ettiler.
İmanlarındaki ciddiyeti, kararlarındaki şiddet ve kuvveti ölümü bile hafife
alarak ispat eylediler. Bunun üzerine Firavun, tehdidini icra etti mi, etmedi
mi? Bunda ayrı ayrı görüşler bildirilmiştir. Abdullah b. Abbas'dan naklen
bazıları "Günün başında sihirbaz idiler, sonunda şehid oldular." diye
nakletmişler. Diğer bazıları da, bu tehdidin yerine getirildiği açıkça
bildirilmediği için bunun icra edilmediğine kâil olmuşlardır. Lakin bizce âyetlerin
siyakı bunun uygulandığını andırıyor. Bu insanlar imanlarında sebat göstererek
ölmeyi cana minnet bilmişler ve hak yolunda şehid olmuşlardır. Ve bu
uygulamanın neticesinin, Firavun'un aleyhine çıktığı kesindir. Musa'nın
mucizesi bunların şehid olmasına neden engel olmadı, diye bir sual da
sorulamaz. Zira Musa'nın mucizesi hakkındaki şüphelerin giderilmesi bununla
mümkün olacaktı. Mucizenin amacı da Musa'nın peygamberlik davasındaki
doğruluğunu ispat idi. En bilgili, en mahir sihirbazların bu imanla bilfiil
canlarını feda etmeleri iledir ki, imanlarının ciddiyeti ve Musa mucizesinin
sihir olmadığı tamamıyla ve kesin olarak ortaya çıkmıştır. Fakat bununla
beraber Firavun'un oyunları, propagandası, zulmü ve korku salarak sindirme
siyaseti kendi kavmi üzerinde etkisini sürdürdüğünü, şu halde gerçekler
açısından bakıldığında sihir ve dolambaçlı oyunların geçici de olsa bir etkisi
bulunduğunu inkâr etmenin doğru olmadığını buradan anlayabiliriz. Nitekim:
127- Firavun'un kavminden o mele', o meclis
üyeleri Musa'yı ve kavmini bırakacak mısın? Yani sihirbazları asıp kesip de
Musa'yı ve kavmini, yani İsrailoğulları'nı bırakacak mısın ki, yeryüzünde fesat
çıkarsınlar, ve bırakacak mısın ki, o Musa, seni ve ilâhlarını terk etsin"
dediler. Böyle diyerek Firavun'u Hz. Musa aleyhine körüklediler ve harekete
geçirmek istediler. Bilindiği gibi, "Marife olarak zikir ve marife olarak
tekrarda ikinci kişi öncekinin aynıdır." kuralına göre, buradaki
kelimesinin yukarıda zikri geçen 'in aynı olmasıdır. O halde Musa'nın cezalanmasını
isteyenler, daha önce Musa hakkında: "Muhakkak ki, bu bilgili bir
sihirbazdır." diyerek ona sihir isnad edenlerdir. Ayrıca "onu ve
kardeşini beklet, toplayıcıları şehirlere gönder..." diyerek Firavun'u
böyle bir tecrübe ve imtihana girmeye teşvik etmiş olan cemiyet erkânıdır.
Anlaşılıyor ki, bunlar Firavun'un "bu oyunu siz daha önce, şehirde
tasarlayıp hazırladınız" dediğini, arkasından da "hepinizi
asacağım!" tehdidini savurduğu ve bununla beraber Musa'ya hiç ilişmeyip
serbest bıraktığını görünce, bir taraftan sihirbazları davete sebep
olduklarından dolayı suçun kendilerine raci olacağından korkuyorlar. Diğer
taraftan Musa'nın serbest bırakılmış olmasından endişe ediyorlar. Bu iki korku
ve endişe arasında Firavun'un mizacına hulul ederek mevkilerini güçlendirmek ve
sağlama almak istiyorlar. Gerçeğin açığa çıkmasına sebep olan önceki
kararlarının sonucunu gözardı etmek için Firavun'dan fazla Firavunluk
politikasına girişiyorlar: Firavun'un damarına basarak, onu, Musa ve
İsrailoğulları aleyhine tahrik ve teşvik etmeye başlıyorlar. "Şimdi sen
sihirbazları kesip de işin başı olan Musa'yı ve kavmini memlekette bozgunculuk
yapsınlar diye mi bırakacaksın? Hem onların çıkaracağı fesat, yalnızca Mısır
halkı aleyhine olmayacak, daha ziyade senin aleyhine olacak, bu halkın, senin
hakkındaki düşünce ve inancını bozacaklar, seni ve ilâhlarını terk edecekler,
milli bütünlüğü ortadan kaldıracaklar. Hiç bunlar bırakılır mı?" dediler.
Burada "seni ve ilâhlarını"
denilmesinde Firavun'un taptığı bir takım mabudlar varmış gibi anlaşılır.
Bundan da eski Mısırlılar'ın tanrı diye taptıkları Bakara, Güneş v.s. gibi
ilâhlar hatıra gelebilir. Halbuki Firavun kendisinden üstün bir ilâh kabul
etmiyor, "Ben sizin en büyük Rabbinizim." diyordu. (Nâziât, 19/24).
Şu halde "senin ilâhların" sözü senin taptığın, senin ibadet ettiğin
mabudların demek değil, senin hoşlanıp, kabul ettiğin, tapılsın diye izin
verdiğin mabudlar, anlamında kullanılmış demektir.
Bununla beraber bu mabudlar da esas itibariyle
Firavun'un arzu ve heveslerine râci olacağından "seni ve senden daha
üstünü yok diye taptığın kendi heves ve arzularını terk edecekler"
mânâsına anlaşılması da mümkündür.
Buna cevap olarak Firavun dedi ki:
"oğullarını taktîl ederiz, kadınlarını da bırakırız, ve hiç şüpheniz
olmasın ki, biz onların üstünde kâhir hükümranlarız." Yani onlara daha
önce yaptığımız gibi, dilediğimizi yine de yaparız, merak etmeyin. Güya
Firavun, bu son cümle ile mağlubiyet endişesini ve ezikliğini silmek ve
adamlarına moral vermek istiyor. Fakat ne kadar dikkat çekicidir ki, Musa
hakkında hiçbir şey söylemiyor. Zira asâdan öyle gözü yılmış, Musa'dan öyle
korkmuş idi ki, ona saldırmak şöyle dursun, ismini bile söylemekten
çekiniyordu. Musa denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendisini yutmaya
hazır bir ejderhanın üzerine atıldığı hayali zihninde canlanıyordu. Lakin bu
korkusunu gizlemeye ve konuyu karıştırıp başka taraflara çekmeye çalışıyor ve
cevabında güya Musa'nın ismini bile anmaya tenezzül etmiyormuş gibi görünerek
şu fikri ima etmeye çalışıyordu: Musa'nın şahsen hiçbir önemi yoktur.
Onun bütün kuvvet kaynağı kavmi ve
kabilesidir, İsrailoğulları'dır. O ne yaparsa bunlarla yapabilir. Biz ise
onları kahredici gücümüzle, ezici yönetimimizle istediğimiz gibi ezeriz ve
ezeceğiz. Oğullarını çok çok katletmek, kadınlarını ve kızlarını alıkoymak
suretiyle sayısal varlıklarını azaltacağız, güç ve kuvvetlerini yok edeceğiz.
Çoğalıp başkaldırmalarına meydan vermeyeceğiz. Emin olun ki, biz onların
tepesine binmiş olarak bunu her zaman yapabiliriz. Artık bu şartlar altında Musa
ne yapabilir ki, onu kâle alıyor, endişeye kapılıyorsunuz. İşte Firavun'un ve
Firavuncuların siyaseti budur. Buna karşılık:
128- Musa, kavmine, Firavun'un taktîl kararını
işitip telaşa düştükleri zaman, İsrailoğulları'na şu iki emri ve iki müjdeyi
tebliğ ederek, onları teskin etmek için dedi ki: Allah'a istiâne ediniz, yani
Allah dilemeyince hiç kimsenin birşey yapamayacağını ve bütün kuvvet ve
kudretin Allah'ın elinde olduğunu biliniz, ümitsizliğe düşmeyiniz de Allah'dan
yardım isteyiniz. Kalblerinizi, fikirlerinizi, emellerinizi, kuvvetlerinizi ve
varlıklarınızı Allah'ta birleştiriniz de öz ve söz birliğiyle Allah diyerek çalışınız,
ve sabrediniz. Firavun'un sözlerinden telaşa kapılıp, Allah, bu adama neden
yapacağını yapmıyor diyerek acele etmeyiniz, metanetli ve sabırlı olunuz.
Muhakkak ki, yeryüzü Allah'ındır. Şu halde Mısır da O'nundur, onu, kullarından
kime dilerse ona miras yapar. Babadan oğula kalan miras gibi, elden ele
geçirir, âkıbet de müttakilerindir. Hayırlı son, başarılı sonuç, saygısızların
şu veya bu kavmin değil, korunanlarındır ki, Allah'tan istiâne ve sabır bu
korunmanın ilk şartlarıdır. Şu halde siz ey İsrailoğulları, Allah'ın emrettiği
şekilde korunursanız âkıbet sizindir, Mısırlılar korunursa onlarındır, hepiniz
korunursanız âkıbet hepinizin olur. Ve o zaman arada anlaşmazlık kalmaz. O
halde hepiniz korununuz.
129-Lâkin Musa'nın kavmi, mutlak anlamdaki bu
iki müjdeden de teselli bulmadılar ki, Musa'ya Biz, dediler, "sen bize
gelmeden önce de eziyet görüyorduk, sen geldikten sonra da görüyoruz."
Öncekiyle Hz. Musa'nın doğumundan önceki yapılan eziyeti ve erkek çocukların
kesilmesi işkencesini, sonrakiyle de bu defa yapılacağı söylenen taktil v.s.
tehditleri kastediyorlar. Gerçi İsrailoğulları'nın, Firavun ile adamlarının
elinde köle sayılmaları, ağır işlerde kullanılmaları, çok ağır vergiler altında
ezilmeleri gibi daha birçok çektikleri eziyetler vardı ve onların bu sözleri
bütün bu çektikleri eziyetleri de içine alıyor olabilir. Fakat o eziyetler Musa
yüzünden olmadığı için sözün asıl hedefi olamaz. Şu halde bu söz, biz şimdiye
kadar senden bir fayda değil, hep zarar gördük gibi bir şikayeti ima etmekle
beraber Firavun'un zulmüne karşı şiddetli bir acıyı ve bir kurtuluş arzusunu da
dile getirir.
Musa, kendi kavminin böyle çaresizlik içinde
sızlandığını görünce Umulur ki dedi, Rabb'iniz düşmanınızı yok eder, sizi de
yeryüzünde halife yapar, ilâhî hükümlerinin icrasına sizi halifeler yapar da
bakar, nasıl amel edeceksiniz, güzel işler mi yapacaksınız, çirkin işler mi?
Bilfiil açığa çıksın da ona göre iyiye iyi, kötüye kötü son mükafatınızı veya
cezanızı versin, işte böyle müjde verdi.
Acaba bu müjde gerçekleşti mi? Bundan sonra
Firavun kavminin ve İsrailoğulları'nın halleri ne oldu? Buna gelelim:
Meâl-i Şerifi
130- Gerçekten biz, Firavun sülâlesini,
senelerce kıtlık ve gelir noksanlığı içinde tutup kıvrandırdık ki, düşünüp
ibret alsınlar.
131- Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman,
işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu
Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların
uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
132- "Ve sen büyülemek için her ne mucize
getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz," dediler.
133- Biz de kudretimizin ayrı ayrı alâmetleri
olmak üzere başlarına tufan, çekirge, haşereler, kurbağalar ve kan gönderdik,
yine inad edip direndiler ve çok mücrim (suçlu) bir kavim oldular.
134- Ne zaman ki, azap üzerlerine çöktü,
dediler ki, "Ey Musa! Bizim için Rabbine dua et, sana olan ahdi hürmetine
eğer bizden bu azabı kaldırır uzaklaştırırsan, yemin olsun ki, sana kesinlikle
iman edeceğiz. Ve İsrailoğullarını seninle birlikte göndereceğiz."
135- Ne zaman ki, belli bir süreye kadar
onlardan azabı kaldırdık, derhal yeminlerini bozdular.
136- Biz de, âyetlerimizi inkâr ettikleri ve
onlara kulak vermedikleri için kendilerinden intikam aldık da hepsini denizde
boğduk.
137- Ve o hırpalanıp ezilmekte olan kavmi de
yeryüzünün, bereketle donattığımız doğusuna ve batısına mirasçı yaptık. Ve
böylece Rabbinin, İsrailoğullarına olan o güzel vaadi, sabırları yüzünden
gerçekleşti. Biz de Firavun ile kavminin yapageldikleri sanat eserlerini ve
diktikleri binaları yerle bir ettik.
130- Gerçekten de Firavun sülâlesini yıllar
boyu, gelirlerini kısmak ile sıkmaya başladık. Sene yıl anlamına olduğu gibi,
bilhassa şiddetli kuraklık ve kıtlık yılı mânâsına da gelir ki, burada böyle
tefsir edilmiştir. Ve bu anlama göre "sinîn" kelimesinde iki lugat
vardır. En meşhuru, cem-i müzekker-i salim gibi "vav" ile ve
"ya" ile îrab olunup, ref' halinde ve nasb haliyle cerr halinde
okumak ve izafet halinde "nûn" un düşmesiyledir ki, âyet bu lügat
üzeredir. Diğeri, "ennecm" ve "eddeberan" gibi çok
kullanılan isimlerden olarak munsarif veya gayr-i munsarif müfred îrabiyle
îrablanarak "ya" muhafaza edilir ve "nûn" izafette de sabit
kalır. Nitekim şair: demiştir. Bir hadisi şerifte de iki lugat üzere ve
"Allahım, onlar üzerine, Yusuf'un kıtlık seneleri gibi kıtlık senesi
ver." diye vârid olmuştur ki, Kureyş müşrikleri aleyhinde bir bedduadır.
Burada "Biz her hangi bir ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını
yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır."
(A'raf, 7/94) içeriğinin daha ayrıntılı olarak açıklaması vardır. Bu suretle
Firavun kavmi hakkında da bu ilâhî sünnet uygulanmış ve ansızın helak
edilmemişlerdir ki, düşünebilsinler, uyanık olsunlar diye. Yani bu, bir ihtar
ve uyarı idi ki, akıllarını başlarına alsınlar, çeşitli durumları mukayese
etsinler, hadlerini bilsinler, Allah'ı düşünsünler de hakkın emrine karşı
direnmekten ve azgınlıktan vazgeçsinler, küfürden ve zulümden tevbe etmeye
imkân bulsunlar diye yapılmıştı. Zira bu gibi tasarrufatın ve tabiat
kuvvetlerine hükmetmenin insan gücünün üstünde olduğuna şüphe yoktur. Ve bu
gibi afetleri normal ve olağan saymaya da imkân yoktur. Çünkü tabiat olsa idi
ya daimi olarak bolluk veya tekdüzeliğe bağlı olarak sürekli kıtlık olması
gerekirdi. Bu gibi olaylar ise tabiatın değişkenliğine ilişkin olaylardır ve
bunların tabiatler üzerinde hakim olan Rabbanî kudretin iradesinin eseri olduğu
açıktır. Bundan dolayıdır ki, nimet bolluğu ve refah içinde yaşayan ve kendi
üstünde hiçbir kuvvet ve kudret tanımayan, tanımak istemeyen, hakka karşı savaş
açmak isteyen mağrur bir kavmin iktisadi hayatına vurulan bu gibi semavi
darbeler, henüz cürümlerinin cezası olmamakla beraber, kendilerine hadlerini ve
durumlarını bildiren ve bu hallerine devam ettikleri takdirde aday oldukları
akıbeti ihtar eden birer ilâhî uyarı olduğunu ve bunları başlarına getiren
Allah Teâlâ'nın, kendilerini her zaman için mahvetmeye gücü yeten bir mutlak
hakim bulunduğunu ve bundan dolayı ilâhî emirlere karşı direnmekten ve inad
etmekten sakınmak gerektiğini ilan eden fiilî âyetler, tabiî alâmetlerdir. Bir
musibetin bin nasihatten daha etkili bir terbiye aracı olduğu da akıldan
çıkarılmamalıdır. Şimdi bu âyetten şu sonuçlar çıkarılabilir:
1- İnsan hayatında ekonomik şartların pek
büyük önemi vardır. Bir toplum için ekonomik hayatın sarsıntıya uğraması veya
kaybolması, bir helâk işareti veya başlangıcıdır. Genelde üretim yolunda olduğu
zaman, ferdî anlamdaki sıkıntıların giderilmesine çare bulunabilirse de, bütün
iktisadi hayatın şartlarının bozulması, bütünüyle toplumun felaketine sebep
olabilir. İktisadın şartları ise iki esasta toplanır: Allah'ın yaratılıştan
verdiği zenginlikler ile o zenginlikleri işleyip değerlendirecek insanların
ahlâkı. İnsanların ahlâkının bozulması, yaratılıştan gelen feyiz ve bereketin
kesilmesine sebep olabilir. Yaratılıştan gelen feyiz ve bereketlerin kesilmesi
ise bütünün helâki demek olur. Şu halde ahlâklılığın özünün, ancak Allah
Teâlâ'ya kullukta, yani insanların kendi heva ve heveslerine değil, Hak
Teâlâ'nın koymuş olduğu ilâhî nizama, hayır nizamına uymak ve bağlanmak, şer ve
fesattan kaçınmak ve ittikada aranması gerekir.
2- Allah Teâlâ'nın rahmetinin genişliğini
anlamalı ki, Firavun kavmi gibi, her bakımdan helâke hak kazanmış olan bir
kavmi bile hemen helâk etmeyip, onları daha önceden sözlü ve fiilî bir takım
uyarılar ile kendine gelmeye davet ediyor. Şu halde insanlar Allah'ın
rahmetinden mahrum kalmamak için hakkın âyetlerini tanımalı, firavunları ve
onların sihirli oyunlarını bir yana bırakmalı, Allah adamlarının nasihatını
dinlemeli, hiç olmazsa musibetlerden ibret almalı da sonuçta Allah'ın aman
vermez kudretli eli uzandığı zaman, hakkın inkârcısı ve düşmanı halinde
yakalanmaktan korunmalıdır. İmanı olan hadisi şerifinde beyan buyurulduğu üzere
bir delikten iki kere sokulmaz. Geçmişteki felaketlerden ibret alır da
tekerrürüne sebep olmazlar. Fakat kalbleri mühürlenmiş olanların bütün ibret ve
intibah kabiliyetleri söner de şâirin:
Geçmişten adam ibret alırmış ne masal şey...
Üçbin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar.
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
dediği gibi tarihteki felaketler şekilden
şekile tekerrür eder, gider.
131- Nitekim küfrü ve zulmü huy edinmiş olan
Firavun kavmi, bu ilâhî uyarılardan sonra uyanmadılar da kendilerine iyilik
geldiği zaman, (refah geldiği sıralar) bu sırf bize ait dediler, ve kendilerine
bir fenalık, bir kıtlık ve sıkıntı ve herhangi bir musibet gelirse Musa ile
yanındakilere uğursuzluk isnad ederler, tatayyür ve teşe'üm eylerler onların
uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bak, onların tâirleri ancak Allah katındadır.
Yani uğur veya uğursuzluk sayılacak kuşları, bütün talihleri, bahtları,
yaratılıştan iyi veya kötü bütün nasipleri ancak Allah katındadır "hepsi
Allah katındandır" (Nisâ, 4/78), ve lâkin çokları bilmezler. Bilmedikleri
için de şuna buna isnad ederler. Yahut uğursuzluğun sebebi ancak Allah
katındadır. Başlarına gelen ve gelecek olan musibetler ancak Allah
tarafındandır da çoğu bunu bilmezler. (İsra, 17/13. âyetin tefsirine bkz.)
Cahiliye devrinde "ıyâfet-i tayr" denilen bir falcılık geleneği
vardı. Bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, kuş sağa giderse uğur,
sola giderse uğursuzluk sayarlardı. Yine bunun gibi, karga ve benzeri kuşların
çığlık atmasından da uğursuzluk anlamı çıkarırlardı. Bundan dolayı herhangi bir
şeyden uğursuzluk beklemeye, yani uğursuzluk sayıp kuşkulanmaya "tatayyür"
denilmiş, gerek kuş, gerek başka şey olsun şom kabul edilen şeylere de
"tayr, tâir, tıyâre" adı verilmiştir. Gerçi esas itibariyle uğur veya
uğursuzluktan daha genel anlamlıdır. Fakat hep şom olan şeylerde kullanılmıştır
ve tatayyür de daima uğursuzluk demek olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.)
"Uğursuzluk ve baykuş yoktur." hadis-i şerifi ile
"tıyereyi" yasaklamış ve iptal etmiştir. Bununla beraber cahiliye
âdeti olan bu tatayyür meselesine avam arasında çoğunlukla rastlanılır. Mesela,
bizim ülkemizde baykuşla uğursuzluk düşüncesine kapılanlar pek çoktur. Hatta
hüma kuşu mutlulukta, baykuş uğursuzlukta birer atasözü gibi edebiyatımıza
girmiştir. İşte Arapça "tâir" deyimi de böyle baykuş gibi uğursuzluk
sebebi sayılan her hangi bir kuş veya hümâ gibi uğur veya baykuş gibi
uğursuzluk sayılan mutlak kuş mânâsından, istiare yoluyla şer sebebi mânâsına
veya hayır sebebi mânâsına kullanılır ki, şer sebebi için kullanıldığında
baykuş, hayır sebebi için kullanıldığında talih kuşu, baht kuşu demek gibidir.
Bundan başka bir de Araplar "Malı kavim arasında uçurdum da her birine
kendi hissesi uçtu, yani nasibi erdi." derler. Nitekim bizim dilimizde de
şuradan buradan keyfe göre gelen mallara da "tayyarat" denildiği
bilinmektedir. Bu açıdan ele alındığında bir kimsenin kaderden uçan nasibi,
kısmeti, bahtı, talihi, şansı mânâsına gelir. Firavun kavminin bahtına bakınız
ki Allah Teâlâ, onlara, Musa gibi ulu bir peygamber göndermiş, başlarına böyle
bir devlet ve talih kuşu uçurmuş da onlar bununla kendilerini mutlu ve bahtiyar
bilecek ve ona uyup huzur bulacak yerde tutmuşlar onu ve ona uyanları,
kendileri için uğursuzluk sebebi saymaya kalkmışlar. İşte ilâhî takdirden kendi
hisselerine düşen nasipleri bu bedbahtlık, bu kalb katılığı olmuştur. Bu şom
düşünce, bu anlayışsızlık, bu bozuk ruh hali, onların Allah katında sabit olan
uğursuzluklarının esas sebebi olmuş, tairleri de böylece kendi boyunlarına
takılmıştır. Bu ne bahtsızlıktır ki, uyansınlar ve kendilerine gelsinler diye
Allah, kendilerini sıkıntıya düşürdükçe şomluğun sebebi kendi amelleri olduğunu
bilmediler de Musa'dan bildiler.
132- ve "Bizi büyülemek için bize her ne
âyet getirirsen getir, her ne mucize gösterirsen göster, biz sana yine de
inanacak değiliz." dediler. Küfür ve inkârda bu kadar kararlı olmaktan daha
uğursuz ne olabilir?
133- Bunun üzerine biz de onların başına
tûfan, çekirge, haşereler, kurbağalar ve kan gönderdik.
"Tufan": Basra dilcileri
"tufan" ın tavaftan geldiğini ve onun çoğulu olduğunu söylediler.
Kûfe dilcileri ise bunun aslında "rüchan" gibi masdar olduğunu ileri
sürdüler ki, mübalağa için tesmiye bilmasdar demektir. İbnü Atıyye'nin
açıklamasına göre; tufan, tavaf eden her şeye şamil olur. Ancak şiddetli su ve
yağmurda kullanıldığı daha çoktur. Zeccac demiştir ki, tufan, herhangi bir şeyin
çok ve yaygın olanı ve bütün kavmi içine alacak genişlikte olanıdır. Nitekim
birçok şehirleri kapsamına alan su baskınlarına tufan denilir. Bunun gibi,
katliam bir tufan ve silip süpüren ölüm, yani süpürücü ölet; kıran, salgın ölüm
de bir tufan demektir... İlh. Mücahid ve Vehb'den nakledildiğine göre; Yemen
lehçesinde tâûn hastalığına, yani koleraya tufan denilirmiş. Ebû Kılâbe dahi
"cüderi" yani çiçek hastalığının ilk önce Firavun kavminde meydana
gelen bir salgın, bir tufan olduğunu söylemiştir. Velhasıl lugat açısından
tufan kendi dilimizde de bilindiği ve kullanıldığı üzere, şiddetli yağmur, sel
ve su baskını anlamına olmakla beraber, herhangi bir şeyin çokluğu ve bolluğu
için de kullanılır. Fakat çoğunlukla bu mânâya, hele tek başına kullanıldığı
zaman tamamiyle "sel" anlamına gelir. Bu şöhretin sebebi de Nuh
tufanıdır. Ve bunun için buradaki tufanın ne olduğu hakkında zikrolunan mânâlar
çerçevesinde değişik nakiller yapılmıştır ve Hz. Aişe'den "mevt-i
carif" yani süpürücü ölüm, diye bir rivayet nakledilmiş ise de çoğunlukla
tefsir âlimleri Abdullah ibnü Abbas'dan rivayet olunan "boğucu sel"
felaketi mânâsını tercih etmişlerdir ki, bu da tufanın en yaygın olan kendi
mânâsı demektir. Bu tufanın da bir hafta boyunca aralıksız yağan şiddetli bir
yağmur veya Nil nehrinin olağanüstü bir taşması ile meydana gelen büyük bir sel
tufanı olduğu hakkında iki ayrı rivayet vardır ki, bizce bu ikisinin bir arada
olmuş olmasında çelişkili bir durum yoktur. Bu tufan Mısır halkını evleri
içinde basıp ve tahrip etmiş, bununla beraber içlerinde bulunan
İsrailoğulları'na zararı dokunmamıştır.
"Cerâd": Bilinen ekin çekirgesidir
ki, bütün yeşil ürünleri çok kısa sürede yer bitirir, çırılçıplak eder. Bu
demektir ki, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür ekinleri yemiş bitirmiştir.
"Kummel": Hakkında bir kaç tefsir
vardır: Birincisi henüz tohumundan yeni çıkmış ve kanatlanmamış çekirge
yavrusudur ki, buna ve gayet küçük karıncalara dahi denilir. İkincisi buğdaya
düşen güvedir ki, buğday biti denilir. Bu iki mânâ Abdullah b. Abbas'dan
rivayet edilmiştir. Üçüncüsü siyah renkli küçük böcekler, yani başta bit olmak
üzere genellikle siyah kabuklu küçük haşereler ki bu mânâ, Hasen ve Saîd b.
Cübeyr'den nakledilmiştir. Daha önceki görüşlerle birlikte ele alındığında,
aşağıda geleceği şekilde çeşitli tefsirlerin hepsini içine almaktadır. Nitekim
Habib b. Sabit, "cu'lan" yani bok böcekleri diye, Ebu Ubeyde
"hamnan" denilen bir nevi kurd ve kene diye, Ebu Atay-ı Horasanî ve
Zeyd b. Eslem, kummeli maruf, yani kehle dediğimiz bilinen bittir, kummel de
kaml de birer lugattır, diye zikretmişlerdir. Ve İbnü Zeyd'den hikaye edilerek,
pire olduğu da söylenmiştir. Hasılı "Kummel" Firavun kavminin ya
ürünlerine, ya bedenlerine veya her ikisine birden üşüşmüş olan çeşitli
cinsteki küçük haşerelerdir.
"Dafadi'": Dıfda'ın çoğulu ki,
kurbağa demektir. Başlarına kurbağa yağmış ve her taraflarına dolmuş.
"Dem": Kan demektir. Cumhurun
kavline göre içecekleri su da kan olmuş Nil nehri kan olarak akmış. Fakat Zeyd
b. Eslem gibi bazıları demiştir ki, bu kan ruaf, yani burun kanaması idi, Allah
başlarına bu belayı sarmıştı.
Bu çeşitli görüşler ve rivayetler içinde
pekçok tefsirci açıklamaları özet olarak şu şekilde rivayetle
nakledilegelmiştir:
Sekiz gün geceli gündüzlü şiddetli bir yağmur
yağmış, kimse evinden dışarı çıkamamış, seller evlere dolmuş, boğazlarına kadar
su içinde kalmışlar, aralarında bulunan İsrailoğulları'nın evlerine ise bir şey
olmamış. Böylece bir hafta boyunca bütün Mısır bir deniz gibi olmuş, işten
güçten kalmışlar. Bu boğulma tehlikesi altında Hz. Musa'ya başvurup
"Rabbine dua et, bu belayı başımızdan kaldır da sana iman edelim."
demişler. O da dua etmiş, tehlike savuşmuş, fakat bundan sonra bitkiler öyle
fışkırmış ki, arazide benzeri görülmemiş bir feyiz ve bereket ihtimali baş
göstermiş. Bunu görünce "Bizim korktuğumuz şey, bir musibet değilmiş,
meğer bir büyük hayırmış." demişler, iman etmekten vazgeçmişler. Bunun
üzerine Allah çekirge âfeti göndermiş, ekinlerini ve meyva bahçelerini yiyen
çekirge sürüleri evlerine, tavanlarına ve elbiselerine kadar üşüşmüş, yine Musa
Aleyhisselam'a koşup feryad etmişler, Allah Teâlâ da bir rüzgar göndermiş
çekirgeleri sürüp denize dökmüş. Bakmışlar ki, geriye kalan ürünleri
kendilerine yetecek "Eh bu kalan bize yetişir." demişler, yine iman
etmemişler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlara bitleri musallat etmiş,
çekirgeden arta kalan ürünleri yemeye, elbise ve bedenlerine kadar girip
kanlarını emmeye başlamış. Hz Musa'ya üçüncü defa gelip yine feryad etmişler,
Allah'ın izniyle bu bela da başlarından uzaklaştırılmış. "Artık"
demişler, "senin bir sihirbaz olduğunda hiç şüphemiz kalmadı." Daha
sonra deniz tarafından gayet yoğun bir karaltı çıkmış ve başlarına kurbağalar
yağmaya başlamış, öyle ki, yerleri yurtları kurbağa ile dolmuş. Her hangi bir
örtüye veya yiyeceğe el atsalar, hemen bir kurbağa çıkar, ağızlarına,
burunlarına atılırmış. Dördüncü defa tekrar gelip yine yalvarmışlar, o da
kendilerinden kuvvetli bir ant alarak Allah'a dua etmiş, Allah Teâlâ, bu
kurbağa belasını da bir yağmurla sürüp denize dökmüş ve onlardan uzaklaştırmış,
lakin onlar yine antlarını bozmuşlar, küfür ve fesattan vazgeçmemişler. Bunun
üzerine de Allah Teâlâ kan göndermiş, içecekleri ve kullanacakları sular kan
olmuş kalmış. Birisi bir İsrailoğlu'nun ağzından bir yudum su sormak (emmek)
istese o bile kan kesilirmiş veyahut sürekli olarak burunlarından kan
fışkırırmış. Sonra bu âfetlerin her birinin süresi hakkında da çeşitli
rivayetler vardır. Bu arada Hz. Musa'nın sihirbazlara galip gelmesinden sonra
Firavun kavmi içinde on sene kaldığı ve bu mucizelerini bu müddet içinde
gösterdiği de rivayet olunmuştur. Fakat Ebu Hayyan'ın da hatırlattığı şekilde,
şundan gaflet olunmamalıdır ki, bunların niteliği ve süreleri, yani ne şekilde
ve ne kadar bir zaman içinde meydana geldiği hakkındaki haberlerin kaynağı
İsrailiyat denilen İsrailoğulları'nın nakil ve rivayetleridir. Âyette, nitelik
ve süre hakkında hiçbir bilgi ve işarete yer verilmeksizin ancak bu gibi
felaketlerin onlara gönderildiği zikr olunmuştur ve buyurulmuştur ki;
Mufassal mufassal âyetler olarak, yani, her
biri ayrı ayrı birer açık delil olarak gönderildi. Onlardan her biri Musa'nın
hak peygamberliğine ve Allah'ın kudretinin sonsuzluğuna ve Firavun kavminin
helâke doğru gittiğine, hak ve hakikatı anlayıp bir an önce Allah'a iman edip,
yalvarmalarına, tevbe edip yola gelmelerine delalet eden açık, seçik belgeler
idi. Onlar kibre kapıldılar, büyüklük tasladılar, iman etmeyi kibirlerine
yediremediler. Ve bunlar böyle mücrimler, günahkârlar sürüsü bir kavim idiler.
Öyle ahlaksız bir kavim ki, tepelerine bela indimi,
134- "Ey Musa! Rabbine, sana verdiği
nebilik ahdi ile yalvar, bizim için O'na dua et, yemin olsun ki, eğer bizden bu
belayı uzaklaştırırsan, kesinkes sana iman edeceğiz ve İsrailoğulları'nı
seninle birlikte mutlaka ve mutlaka göndereceğiz." derlerdi.
135- Erişecekleri bir vakte (yani bir müddete)
kadar, kendilerinden azabı kaldırdıkmı hemen ahitlerini bozarlardı. O ferahlığı
ebediyyen sürecekmiş sanırlardı. Azabın biri giderse, arkasından bir başkasının
gelebileceğini düşünmezlerdi, hatta kaç defa tekerrürüne rağmen düşünmezlerdi.
İlk fırsatta yine sözlerinden cayar, yeminlerini bozarlardı. Böyle ahlâksız ve
tutarsız bir kavim idiler.
136- En sonunda biz de onlardan intikam aldık,
yani nimeti kaldırdık, büsbütün bela ve musibete uğramalarını irade eyledik de
kendilerini denizde boğduk, garkeyledik. Çünkü âyetlerimizi inkâr ettiler ve
bütün parlaklığına rağmen onları görmezlikten geldiler. Hep yalan diyorlardı, ders
almak için bir kere olsun onları dikkate almıyorlardı. Uyanma kabiliyetleri
bütünüyle tükenmiş idi. Şimdi Allah'ın kudretini düşünmeli ki, ilâhî âyetlere
karşı bu kadar insafsız olan zalim ve bozguncuların ve kendi güç ve
kuvvetlerine mağrur olarak, İsrailoğulları'nın nesillerini mahvetmek isteyen
gafil ve kibirli mücrimlerin âkıbetleri işte böyle bir belaya uğramak oldu.
137-İşte bunları gark ettik, suda boğduk, ve
kahır altında ezilmekte olan kavmi, -yani İsrail kavminiş yeryüzünün bereketle
donattığımız doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Daha sonra
İsrailoğulları, Firavun'un suda boğulduğu yerin doğusunda bulunan Şam ve
batısında bulunan Mısır arazisinin büyük bir kısmına malik olmuşlardır,
Firavun'lardan ve Amalika'dan sonra oralarda diledikleri gibi tasarruf
etmişlerdi. Ve böylece ya Muhammed, Rabbinin o güzel sözü, İsrailoğulları'na
karşı sabırları sebebi ile tamam oldu, yerini buldu. Kasas Sûresi'nde de
geleceği üzere "Biz de istiyorduk ki, orada ezilmekte olanlara lutfedelim,
onları önder yapalım ve kendilerini Firavun'un mülküne mirasçı kılalım".
Onlara orada kuvvet ve üstünlük verelim de Firavun'a, Hâmân'a ve ordularına
korktukları şeyi bir gösterelim." (Kasas, 27/5-6) diye beyan olunan ve
daha önce Musa'nın diliyle İsrailoğulları'na "Umulur ki, Rabb'i-niz,
düşmanınızı helâk eder de sizi yeryüzüne mirasçı kılar." (A'raf, 7/129)
diye müjdelenen ilâhî vaad İsrailoğulları hakkında tamamen gerçekleşti. Şurası
çok dikkat çekicidir ki, sadece sabırları sebebiyle gerçekleşti. Firavun'un ve kavminin
yapageldikleri sanat eserlerini, sanat diye ortaya koydukları şeyleri ve
yükselttikleri, diktikleri köşkleri veya diktikleri bahçeleri yerle bir ettik,
başlarına geçirdik. Medeniyetlerini ve mâmûrelerini, Hâmân'ın köşkü gibi yüksek
binaları harebeye çevirdik. İşte özetle Firavun kavminin durumu ve âkıbeti!
Şimdi de "bakacak ki, nasıl
yapacaksınız" (A'raf, 7/129) âyetinin hükmü uyarınca bundan böyle
İsrailoğulları'nın kıssasına geçelim, bir de onların neler yaptığını izleyelim:
Firavun kavmini batırdık;
Meâl-i Şerifi
138- Ve İsrailoğullarının denizden geçmelerini
sağladık? Derken bir kavme vardılar ki, onlar, kendilerine mahsus bir takım
putlara tapıyorlardı. Dediler ki; Ey Musa! Onların tanrıları gibi, sen de bize
bir tanrı yap! Musa da onlara dedi ki: Siz gerçekten cahillik eden bir
kavimsiniz.
139- Çünkü o gördüklerinizin içinde
bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yaptıkları batıldır.
140- Sizi âlemlere üstün kılan Allah olduğu
halde, ben size O'ndan başka ilâh mı arayayım! dedi.
141- Hani sizi, Firavun sülâlesinin elinden
kurtardığımız zaman, hatırlasanıza, size azabın kötüsünü yapıyorlardı;
oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için
Rabbiniz tarafından büyük imtihan vardı.
138- Derken bir kavme uğradılar ki, o kavim
kendilerine mahsus bir takım putlara tapıyorlardı, o putlara önem veriyorlardı.
Bu kavim Lahm ve Cüzam kabilesinden bir boy olup Rif kasabasında sakin
bulunuyorlardı. Bunların Mısır'da deniz kenarındaki meşhur Rakka kasabasına,
yani Mısır Rakka'sına kondukları söylenmiş, Hz. Musa'nın savaşla emrolunduğu
Ken'ânîler'den bir grup oldukları da söylenmiştir ki, siyakına bu daha
uygundur. Böylece bunların putlarının gerçekten Bakare veya taştan, ağaçtan
vesaireden Bakare figürleri, yani inek şekilleri olduğu da zikredilmiştir.
Fakat Kur'ân bize şunu anlatıyor ki, bu kıssada dikkat çekici önemli nokta her
hangi bir kavim veya her hangi bir put olursa olsun, genel olarak ve mutlak
anlamda putperestliğin batıl, temelsiz ve yok olmaya mahkûm bir şey olmakla
beraber yine de bazı cahilleri çeken ve aldatan yanlarının bulunduğu kesindir.
İşte böyle bazı fenalıkların sırf görenek yoluyla avama bulaşmasında,
İsrailoğulları'ndaki altın buzağı fitnesine başlangıç olan ilk küfür meylinin
böyle bir görenek yüzünden meydana gelmiş bulunmasındadır. Nitekim
İsrailoğulları o kavmi görünce, Ey Musa, dediler, bunların kendilerine mahsus
olan ilâhları gibi, bize mahsus da bir ilâh yap! Yani, içlerinde böyle diyenler
oldu ki, bu da kurtuluştan sonra İsrailoğulları'nın küfre olan ilk
meyilleridir. Buna karşı Musa "Kesinlikle siz cahillik ediyorsunuz"
dedi. Yapma bir ilâh istemek, şu veya bu kavme mahsus ilâhlar olabileceğini
sanmak ve puta tapan bir kavmin putlarına imrenmek, cahillikten başka hiçbir
şey değildir.
139- O putlara tapanlar yok mu, işte onlar,
hiç şüphesiz, bunların içinde bulundukları, din diye içine düştükleri şey,
parçalanıp yıkılmaya mahkûm ve ibadet diye yaptıkları şeyler bütünüyle
batıldır, bir hiçtir. Maksatları onlarla Allah'a yaklaşmak bile olsa, yine de
hiçtir, küfürdür.
140- Ben, dedi, size Allah'tan başka bir ilâh
mı arayacağım, isteyeceğim? Bu mümkün değil. Halbuki, O, sizi bütün bildiğiniz
âlemlere üstün kıldı. Başkalarına vermediği nimeti size verdi. Bunu size
Allah'tan başka kim verebilir? Ve Allah'ın bu nimetlerine karşı nankörlük edip
başka ilâh aramaya kalkışanların hâli nice olur?
141-Cahillik etmeyin! Ve Allah tarafından size
yapılan şu uyarıyı hiç unutmayın: "Düşünsenize, sizi Firavun sülâlesinin
elinden kurtardığımız zamanları, onlar size azabın kötüsünü ediyorlard"
Böyle oldu:
Meâl-i Şerifi
142- Ve Musa'ya otuz geceye vaat verdik ve
süreye bir on gece daha ekledik ve böylece Rabbinin mikatı (tayin ettiği vakit)
tam kırk gece oldu. Musa, kardeşi Harun'a şöyle dedi: Kavmim içinde benim
yerime geç, ıslaha çalış ve bozguncuların yolundan gitme!
143- Ne zaman ki, Musa, mikatımıza geldi,
Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. "Ey Rabbim, göster bana kendini de
bakayım sana". dedi. Rabbi ona buyurdu ki; "Beni katiyyen göremezsin
ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni
göreceksin". Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi,
Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, "Sen sübhansın",
"tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim," dedi.
142- Bir de Musa'ya otuz geceye vaad verdik ve
onu bir onla tamamladık, böylece Rabb'inin mîkatı tam kırk geceye tamamlandı.
Burada Bakara Sûresi'ndeki (âyet 51) âyetin daha ayrıntılı olarak bir anlatımı
vardır. Rivayet olunduğuna göre, Musa aleyhisselam, Mısır'da iken İsrailoğulları'na,
Allah düşmanlarını helâk ederse kendilerine bir kitap getireceğini vaad etmiş
ve Firavun helâk olunca Musa, o vaad olunan kitabı Allah'tan niyaz eylemiş,
Allah Teâlâ da otuz gün oruç tutmasını emreylemiş idi ki, o ay Zilka'de idi ve
Zilhicce'den tutulacak on günle kırk güne erişiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ilk
otuz gün tutulan oruçla ve daha başka Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerle bir özel
arınma ve bir riyazat olmuş ve sonraki o günde de Tevrat'ın nüzulü ve kelâm
olayı meydana gelmiştir. Bu kırkın gündüzleri de mîkate dahil bulunduğu halde,
yalnızca buyurulması, gök ayının geceden başlaması ve bundan dolayı da kırk
gece hesabıyla tamam olması hikmetine bağlı olduğunu tefsir âlimleri beyan
etmişlerdir. Bundan özellikle şunu anlayabiliriz ki, Allah ehlinin büyük bir
aydınlığa ve tecelli sabahına erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap
saatleri ile çile doldurmaları gerekmektedir. İlâhî feyizler daha ziyade
geceleri vaki olur. Ve bütün başarı sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini
izleyerek meydana çıkar. Hz. Musa'nın bu çilesinde kırk sanki tek başına tam
bir gece, son on da onun seher vakti gibidir. Bazı rivayetlerde dahi yer aldığı
üzere bu seherin fecr-i sadık (doğru sabah) saatlerini andıran sonlarına doğru
Hz. Musa, Allah Teâlâ'nın kelâmına mazhar olmuş ve şu tecelliye ermiştir:
143- Vakta ki Musa, kardeşini yerine halef
bırakıp mîkatımıza, tayin ettiğimiz özel vakitte geldi ve Rabb'i kelâmıyle onu
muradına erdirdi. Meleklere olan kelâmı gibi aracısız fakat perde arkasından
ona söz söyledi "onu, özel konuşmak için yaklaştırdık" (Meryem,
19/52) ilâhî sözü delalet eder ki bu kelâm "mecvâ" idi. Musa
aleyhisselam ilâhî kelâmı her cihetten işitiyordu, diye bir rivayet vardır. Bu
da gösterir ki, Allah'ın kelâmını işitmek, mahlukatın kelâmını işitmek gibi
değildir. Rabb'i onu, doğrudan doğruya fakat perde arkasından kelâmiyle mutlu
edip, kelîm kılınca, Allah kelâmının şevk ve neşesiyle Musa'da Allah'ı görme
arzusu uyandı ve galeyana geldi de Ey Rabbim, bana göster kendini, bakıp
göreyim seni dedi. Yani perdeyi kaldır, bana bizzat tecelli et de didarını
görmeyi nasibeyle diye yalvardı. Rabbi ona dedi ki, beni katiyyen
göremeyeceksin, velâkin dağa bak, "eğer yerinde durabilirse sen de beni
göreceksin. Bunun üzerine Rabbi, dağa tecelli edince, ki bu bir izafi
tecellidir yani, zatındaki bütün azamet ve kudret-i mutlakası ile değil, azamet
ve kudretinden bir lemha zuhur, emir ve iradesinden bir parçasının dağa
çarpmasıyla onu hurdahaş eyledi, unufak yapıp yerle bir etti. Hamze, Kisaî,
Halef-i Âşir kırâetlerinde okunduğuna göre, "dümdüz ediverdi", yani,
dağ gidip, yeri dümdüz oluverdi, hörgüçsüz bir deve gibi oluverdi.
"Dekk": Esasen "dakk" gibi
bir şeyi ezip unufak etmek mânâsına masdar olup bunun ismi mefûlü olan
"medkuk" mânâsına da gelir ki, burada mânâ böyledir. ise hörgüçsüz
deve veya gibi tepe ve sırt demektir. Birinci mânâya göre dağ hiç kalmamış,
ikincisine göre de küçük bir sırt, küçücük bir tepe haline gelmiş demek olur.
Meşhur olan kavle göre bu dağ Tûr-ı sîna idi, fakat diğer bir dağ olduğu da nakledilmiştir.
Bunun "Zebiyr" dağı veya Medyen'deki "Erriyn" dağı veya
büsbütün yok olup gitmiş olan bir başka dağ olduğu da söylenmiştir ki, Hz.
Musa'nın üzerinde bulunduğu dağ değil, karşıdan baktığı bir dağ demek olur.
Hasılı Rabb'inin tecellisine dağ dayanamadı
"dekk" yahut "dekkâ" oldu, Musa da şiddetle baygın düştü.
Söz konusu bu tecelli ile iki olay meydana geldi: Biri dağın parçalanıp
ufalanması, diğeri de Musa'nın bayılıp yere düşmesi. Demek ki Musa, dağ
dolayısıyla olan bir izafi tecelliye bile dayanamayıp bayıldı, tam ve mutlak
bir zatî tecelli olsaydı, bütün dünya ve muhtemelen bütün kâinat bir anda yok
olacaktı. İşte "Sen beni katiyyen göremeyeceksin." buyurulmasının
esas hikmeti de bu idi. Yoksa haddizatında Allah tecelliden kaçınmış ve lutufta
cimrilik etmiş değildir, hâşâ, O'nda buhul ve cimrilik yoktur, mesele tecelliye
tahammüldedir. Bu fenâ âleminde O'nu görmeye tahammül olunamaz. O halde bu
ilâhî kelâmdan, ölüm ve fenâ âleminin sona erdiği bekâ âleminde, yani ahirette
dahi Allah'ı görmenin mümkün olmadığını anlamaya kalkışmak doğru değildir.
Ne zaman ki, Musa ayıldı, Seni tenzih ederim,
Sen sübhansın Ey Rabbim, dedi. Fani gözlerle görünmekten gerçekten de
münezzehsin. Sana tevbe ettim, çünkü iznine uygun olmayan bir dilekte bulundum,
ve ben müminlerin evveliyim, inananların ilkiyim. Bu dünyada "Sen beni
göremezsin" tecellisine ilk iman eden benim.
Bunun üzerine Cenab-ı Allah, onu teselli
etmek, gönlünü hoş eylemek ve peygamberlik vazifesini tayin ve tesbit etmek
için:
Meâl-i Şerifi
144- Allah buyurdu: Ey Musa! Sana verdiğim
peygamberlikle ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçkin kıldım. Sana verdiğime
sıkı sarıl ve şükredenlerden ol!
145- Ve onun için o levhalarda her şeyden
yazdık, nasihat ve hükümlerin ayrıntılarına ait herşeyi (belirttik). Haydi
bunlara sıkı sarıl, kavmine de emret, onlar da en güzeline sarılsınlar. Size
yakında o fasıkların yurdunu göstereceğim.
146- Yeryüzünde haksız yere büyüklük
taslayanları, âyetlerimizi anlamaktan uzak tutacağım. Onlar ki, bütün
âyetlerimizi görseler de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler de o yolu
tutup gitmezler. Eğer sapıklık yolunu görürlerse tutar onu izlerler. Çünkü
onlar âyetlerimizi inkâr etmeyi âdet edinmişler ve onlardan hep gafil
olagelmişlerdir.
147- Âyetlerimizi ve ahiretteki karşılaşmayı
inkâr edenlerin amelleri hepten boşa gitmiştir. Çekecekleri ceza kendi
yaptıklarından başkası mı olacaktır?
144-145- "Onun için o levhalarda
yazdık..." Önceki âyette zikr olunan peygamberliği beyandır. O yazılı
levhaların sayısı, maddesi, boyutları hakkında çeşitli rivayetler vardır.
Sayısı, on veya yedi idi veya iki idi denilmiş. Maddesi, yani madeni, Cibril'in
getirdiği zümrüt veya yeşil zeberced veya kırmızı yakut idi, yahut ilâhî emirle
Musa'nın yonttuğu bir taştan idi veya bir ağaç levha idi denilmiş ilh... Fakat
doğrusu bu konuda ciddi bir delil yoktur. Kur'ân bu konuda bilgi vermiyor.
"Şimdi onları kuvvetle tut"! Bu
ifade "Biz ona dedik ki; bunları kuvvetle tut!" demek anlamındadır.
Yani yazmıştık da bunları demiştik: onları kuvvetle tut, iyi sarıl, sıkı tut,
diye söylemiştik. Kavmine de emret, en güzelini alsınlar, yani o levhalarda
yazılanların hepsi güzeldir. Bununla beraber bir kısmı bir kısmından daha güzel
olanlar vardır. Mesela affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipler
mubahlardan daha güzeldir. Yine bunun gibi, çeşitli mânâlara ihtimali olanların
bazı ihtimaller gözetilerek yapılan yorum ve tefsirleri diğerlerinden daha
güzel olabilir. Şu halde senin kavmin daima daha iyi ve daha güzel olanı ve
efdal olanı tercih etsin, efdali ihtiyar edip seçsinler ki, size yakın bir
gelecekte fasıkların yurdunu göstereceğim. Bu hem bir müjde, hem de bir tehdit
demektir: Bunda bir taraftan fısk u fücûr içinde ömür geçiren zorbalar kavminin
diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını vaad eden bir müjde vardır. Buna
da ancak işlerin ve amellerin en güzeline sarıldıkları zaman
erişebileceklerinden amellerin en iyisine sarılmaya teşvik ve terğib vardır.
Diğer taraftan yurtlarına girince göreceksiniz ki, fasıkların âkıbetleri ne
fecidir? diye fısk u fücûrdan uzak tutmaya veya İsrailoğulları'ndan zuhur
edecek fasıklara işaret ve cehennemi ihtar vardır.
146-Bak da gör fasıklara ne olacak. Haksız
olarak yeryüzünde kibre kapılıp büyüklük taslayanları, âyetlerimden
çevireceğim, men edip uzak tutacağım. Kalbleri öylesine mühürlenecek ki, gerek
yaratılışta, gerek kitapta olan, yani gerek tekvinî, gerek teşrî'î anlamda
ilâhî âyetlerin ifade ettiği şan, şeref ve saadeti tadamayacaklar, onların
içerdiği gerçekleri göremeyecekler, ve her bir âyeti görseler bile ona
inanmayacaklar. Olgunluk ve doğruluk görseler de o yolu tutamayacaklar,
sapıklık ve azgınlık yolunu görürlerse o yola düşecekler, hasılı bütün hisleri
ve sağ duyuları tersine dönecek, o sarf veya o kibirlenme veya bu aksine gidiş
şu iki sebeple olur: Âyetlerimizi inkâr etmiş olmaları, yani gidişlerinin
fenalığını, hakkın aleyhlerinde olduğunu gösteren, hayr ile şerri, hak ile
batılı ayırdetmek için indirilmiş bulunan âfakî (objektif) ve enfüsî
(subjektif) delillerimizi, mucize ve alâmetlerimizi aslı olmayan birer hurafe
gibi saymalarıdır. Yoksa ne kibre kapılırlar, ne de bu hale düşerlerdi,
ikincisi de o âyetlerimizden gâfil olmalarıdır. Yani okuyup araştırmadan,
anlayıp dinlemeden uzak kaldıkları âyetlerimizi âmellerinde dikkate almamaları,
hem bilgi alanında, hem uygulama alanında onlardan gafil olmaları, uzak
kalmalarıdır.
147- Halbuki âyetlerimiz ve ahiretteki
karşılaşmayı inkâr edenlerin, her işin sonunda bir hesap ve ceza gününün
geleceğini inkâr eyleyenlerin bütün amelleri haptolur: Yani fakirlere iyilik ve
zavallılara yardım gibi yaptıkları ne kadar iyi amelleri varsa hepsi boşa
gider. Sonunda hiç birinin hayrını göremezler. Bütün emekleri heder, bütün
âkıbetleri zarar ve felaket olur. Sonuç olarak bütün bunların böyle olması,
mutlak bir kaderciliğin (cebr) gereği değildir. Ancak ötedenberi yapageldikleri
amel ve işlerin, inkârın, küfrün, ve gafletin cezasını çekerler. Nitekim.
Meâl-i Şerifi
148- Musa'nın arkasından kavmi, tutmuş süs
takılarından böğüren bir buzağı heykeli edinmişlerdi. O buzağının kendilerine
bir söz söylemediğini ve bir yol gösteremediğini görmemişler miydi? Fakat yine
de onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular.
149- Ne zaman ki, ellerine kırağı düşürüldü
(yaptıklarına pişman oldular), o zaman sapıtmış olduklarını gördüler.
"Yemin olsun ki; eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa,
muhakkak biz kötü akıbete düşenlerden olacağız." dediler.
150- Musa, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine
döndüğünde şöyle dedi: "Bana arkamdan ne kötü bir halef oldunuz!
Rabbinizin emriyle dönüşümü beklemeden acele mi ettiniz?" Elindeki
levhaları bıraktı ve kardeşi Harun'u başından tutarak kendine doğru çekmeye başladı.
Harun, "Ey anamın oğlu!" dedi, "inan ki, bu kavim beni güçsüz
buldu, az daha beni öldürüyorlardı, sen de bana böyle yaparak düşmanları
sevindirme ve beni bu zalim kavimle bir tutma."
151- Musa dedi ki: "Ey Rabbim! Beni ve
kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en
merhametlisisin."
152- Şüphesiz o buzağıyı tanrı edinenlere
Rablerinden bir gazap, dünya hayatında iken de bir zillet erişecektir. İşte
biz, iftiracıları böyle cezalandırırız.
153- O kötü amelleri işleyip de sonra
arkasından tevbe ve iman edenler için hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra
yine de affedici ve merhamet edicidir.
154- Musa'nın öfkesi geçince levhaları aldı.
Onlardaki yazıda, ancak Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve rahmet vardı.
148- Musa'nın kavmi de Musa'nın arkasından,
(yani mîkatte iken,) süs takılarından bir buzağı, daha doğrusu böğüren bir
buzağı heykelini put edindiler, yaptılar ve tutup taptılar. (Tâhâ Sûresi âyet
83-98'e bkz.)
"Cesed": Eti ve kanı olan cisim
demek olduğundan, bazı tefsir âlimleri bunun et ve kana dönüşmüş bulunduğunu
söylemişlerdir. Lakin çoğunlukla müfessirler, ruhlu veya ruhsuz her hangi bir
katı cisme "cesed" denildiğinden, bunun altından yapılmış ruhsuz bir
cisim, buzağı şeklinde bir heykel olduğunu söylemişlerdir. Henüz et ve kan gibi
organik maddelerin insan teknolojisi ile yapılabildiği bilinmediğinden, biz de
bunu böyle anlamak isteriz. Âyette cesedin "icil" kelimesinden bedel
yapılmış olması da buna işaret eder. Gerçi puta tapanlar göreneğe, kendi heva
ve heveslerine uyarak kapıldıkları putlara bağlılıklarını akla uygun göstermek
için bir takım meziyetleri ve özellikleri onlara isnad ederler. Lâkin
görmediler mi ki, o cesed, kendilerine ne bir söz söyleyebiliyor, ne de bir yol
gösterebiliyordu? Şu halde bayağı bir insan kadar bile değeri olmayan bir
cesedin tanrılıkla ne ilgisi olabilir? Hiç şüphesiz onlar bunun böyle olduğunu
görüyorlardı, fakat onu ittihaz ettiler, onun cazibesine kapılıp, ona
tapındılar, ve bunlar bir sürü zalimler idiler. Gerçeği bulunması gereken yerin
dışına koyuyorlar, hakkın âyetlerinin hakkını vermiyorlar, gözlerini,
kulaklarını, akıllarını yok sayıyorlar, Musa'nın verdiği bilgilerden gaflet
ediyorlar ve bu suretle kendi kendilerine zulmediyorlardı. Hasılı bunu yaparken
zalim idiler ve bu iş, onların ilk yaptıkları bir haksızlık da değildi.
149- Bu cümle istiare veya kinaye veya temsil
tarikıyle şiddetli pişmanlık ifade eden bir tabirdir. Bir insan bir işe pişman
olup aciz duruma düştüğü vakit denilir. Bunun pişmanlık veya aşırı pişmanlık
ifade ettiği, bütün dil bilginlerinin üzerinde görüş birliğine vardığı bir
husus olmakla beraber, tahlilinde ve ne gibi anlam ilişkilerinden dolayı bu
mânâyı ifade ettiği meselesinde görüş ayrılıkları ortaya çıkmış ve birçok
vecihler zikredilmiştir ki, biz bunlardan önemli olan bir kaçını dile
getirmekle yetineceğiz:
1- Pişmanlık duyan kimse üzüntüsünden
parmağını ısırır veya başını eğip çenesini iki elinin arasına alarak düşünür.
Bu şekilde sanki o insan bütün pişmanlığı ile eline düşmüştür, eli de düşülen
yer durumuna gelmiştir, meskutun fih olmuştur. Böylece mechul fiilin tahtinde
müstetir olarak "hüve" zamiriyle, aynı fiilin masdarı olan
"sukut"a isnad olunarak, veya mef'ûlun fîhi mechûl fiilinin nâib-i
faili olarak cümlesi ellerine sukut vakı oldu veya ellerini ısırdılar anlamıyla
aşırı pişmanlıktan kinaye yapılmış demektir.
2- Araplar derler. Ve bu şekilde kalbdeki bir
hoşnutsuzluğu sanki el üzerinde veya avuç içinde olmuş gibi tasvir ederler ki,
burada "yed" kelimesi kalb veya ruhtan mecazdır. Bunun gibi
ifadesinde dahi "yed" nefis mânâsına mecaz ve nin naibi faili de
tahtinde müstetir ve mahzuf fiiline raci olan bir "hüve" zamiri
olarak, bu cümle, istiâre bilkinâye veya temsiliyye suretiyle "Gönüllerine
pişmanlık düşürüldü." demek olur.
3- Kırağı demek olan tan alınmış olarak
"kırağı düştü, kırağılandı" mânâsını ifade edebilir. Bundan dolayı
"karlandık, üzerimize kar yağdı" mânâsına "sülicna"
denildiği gibi, de "ellerine kırağı düştü" demek olur. Kırağı hem
soğukla ilgili, hem de az bir sıcaklık ile derhal eriyiveren bir şey
olduğundan, eline kırağı düşen insan hem üzülmüş, hem de eline birşey geçmemiş
demektir. Bu bakımdan bu deyim, sonunda eline hiçbir şey geçmemiş ve o zamana
kadar yaptıkları boşa gitmiş ve pişman olmuş olanlar hakkında bir darb-ı mesel
olmuştur. Ve ilk olarak Kur'ân'da varid olmuş bir mesel olduğu söylenmiştir.
Vahidi'nin naklettiği bu vecih, bizce "Keşşaf" sahibinin tercih
ettiği birinci vecihten daha açık ve daha güzeldir. Buna göre âyetin anlamı şu
olur: Ne zaman ki, ellerine kırağı düştü ve kendilerinin sapmış olduklarını
gördüler, işte o zaman Şayet Rabb'imiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa
biz hüsrana uğrayanlardan oluruz, dediler. Tâhâ Sûresi'nde (âyet 83-98) verilen
bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu pişmanlık, Hz. Musa'nın Tur dağındaki
mikattan döndükten sonra olmuştur. Fakat burada yaptıkları işlerin bütünüyle
pişmanlığa dönüştüğü topluca anlaşılmak için önce zikredilmiş, bu işin nasıl
olduğu da bu âyetin bir açıklaması şeklinde verilmiştir. Şöyle ki:
150- "Esef": hem şiddetli öfke, hem
de şiddetli üzüntü ve hüzün anlamına gelir ve yerine göre her iki anlama da
kullanılır. Nitekim "Bizi eseflendirenlerden, (yani öfkelendirenlerden)
intikamımızı aldık." (Zuhruf, 43/55) buyurulmuştur. Esef, nefsin hoşlanmadığı
bir kötü ve çirkin şey karşısında takındığı tavırdır ki, o hâl üstlerden
gelirse hüzün ve sıkıntı, astlardan gelirse öfke ve kızgınlık sebebi olur. Şu
halde Musa'nın esefi, kavmine karşı şiddetli öfke ve gazap, Allah'a karşı da
hüzün ve üzüntü demek olur. Her iki bakımdan ele alındığında burada kelime, bir
yandan "şiddetli öfke", diğer yandan "hüzünlü" mânâsıyla
tefsir olunmuştur ki, birincisi Ebudderda'nın kavli olarak birçok tefsir âlimi
tarafından tercih edilmiştir. Zira âyette sözün gelişi "öfke"
üzerinedir. Yani kızarak ve son derece kızarak, demektir.
Hasılı Hz. Musa'nın, mîkattan dönerken,
arkasında bıraktığı kavminin buzağıya taptığından haberi vardı. Allah
tarafından bu bilgi kendisine verilmişti. Bundan dolayı çok aşırı bir öfkeyle
dönmüş ve gelir gelmez kavmine demiştir ki; benden sonra bana ne kadar kötü
halef oldunuz: Siz benim, sizi şirkten ve küfürden uzaklaştırıp tek Allah
inancına bağlamak için ne yaptığımı, O'na nasıl ibadet ettiğimi, sizi bu yola
nasıl sevkettiğimi, "onların ilâhları gibi bize de bir put yap!"
dediğiniz zaman size neler söylediğimi gördükten sonra, benim yokluğumda benim
ahdime riayet etmeyerek, arkamdan ne fena şeyler yaptınız ve buzağıya taptınız,
benim yerime geçen ve böyle fenalıkları önlemesi gerekenleriniz de bunu
önlemediniz ha! Halbuki haleflerin vazifesi, kendilerini oraya getirenlerin
ahitlerine riayet etmek değil midir? Rabbinizin emrini ivdiniz mi? Yani dinini
ve emirlerini acele edip hemen bırakıverdiniz mi? Yahut da Rabbinizin bana vaad
ettiği kırk gecelik mîkat süresi dolmadan bu kadar acele ettiniz, vaktinden
önce bitmesini istediniz, otuz gün geçer geçmez beni öldü farzettiniz öyle mi?
Peygamberlerin ölümünden bir zaman sonra birçok ümmetin dinlerini bozması gibi,
siz de acele edip hemen din değiştirmeye mi kalktınız? Ve yahut alelacele
Rabbınızın sizi kahretmesini ve gazabını mı istediniz? Böyle dedi ve levhaları
bıraktı. O levhalar ki, onlar hakkında "bunları kuvvetle tut," sıkı
sarıl "buyurulmuştu. Denilmiş ki, yere bırakılınca o levhalar kırılmış ve
bundan dolayı içindeki bilgilerin yedide altısı yok olmuş, ancak birisi kalmış.
Göğe çekilenlerde "herşeyin ayrıntılı olarak açıklanması" varmış,
geriye kalanlarda da "hidayet ve rahmet" varm
Lâkin Kur'ân âyetlerinde, o levhaların
kırıldığını ifade eden her hangi bir bilgi yoktur. Anlaşılıyor ki, Hz. Musa,
dinin temeli ve kendisi demek olan tevhid inancının böyle kısa bir zaman içinde
sarsıntıya uğraması karşısında, esas meseleyi kökünden halletmek için
ayrıntılara ilişkin olan hidayet ve rahmetin faydalı sonuçları durumunda
bulunan levhaları geçici bir süre için bir tarafa bırakmış ve herşeyden önce
kardeşini bütün gücüyle kendine çekmek teşebbüsünde bulunmuştur. Bu olayda esas
tevhid inancında meydana gelen bir sarsıntı ve toplumsal bir bunalım ve inanç
zaafı konusunda, ayrıntı ve teferruat sayılan tâlî meselelerin bir tarafa
bırakılarak, sıkıyönetim ilanına misal olabilecek bir özellik var demektir.
Musa levhaları bıraktı ve kardeşinin başından
tuttu kendine doğru çekmeye başladı. Bundan şunlar anlaşılır:
1- Din işinde öz kardeşi de olsa hatıra gönüle
bakmıyor.
2- Kardeşini kendi yerine halef bırakmış
olduğundan, her şeyden önce hesap sormaya ondan başlıyor.
3- Kardeş ile işbirliği etmek en önemli iş
olduğundan, önce kardeş ile işbirliği etmek gerektiğini gösteriyor.
Buna karşı kardeşi ey anamın oğlu, dedi. Hz.
Harun, Hz. Musa'nın öz kardeşi yani ana-baba aynı olan bir kardeşi olduğu halde
ona böyle hitap etmesi, ananın sevgi ve şefkatte mesel olması ve ana hakkının,
özellikle Hz. Musa üzerinde daha büyük ve daha önemli bir yeri olması, bir de
analarının mü'mine bulunması dolayısıyla kardeşinin şefkat ve merhamet
duygularını harekete geçirmek amacına yönelik bir belagat anlamı içerir. Yani
Ey benim, ana gibi şefkatli ve merhametli olması gereken sevgili kardeşim,
gerçekten de bu kavim, beni zayıf ve güçsüz gördüler, öldürmeye kalktılar ve az
kaldı öldüreceklerdi. Şu halde düşmanları benimle şematet ettirme yani bana,
düşmanları sevindirecek bir şey yapma! Şâir:
"Yani, ölüm düşmanların sevinmesinden
daha hafiftir." demiş. Ve beni o zalimler gürûhuyla beraber sayma. Yani,
ben onlardan da yaptıkları işlerden de uzak kaldım. Ne yaptıkları işlere
katıldım, ne de onları önlemeye çalışırken onlara söz dinletebildim. Şu halde
ben onların hak ettikleri hesaba çekilmeye müstehak değilim. İşte Hz. Harun,
kardeşinin şiddetli öfkesini böyle zarif ve belîğ bir yumuşaklıkla
151- "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi
bağışla!" dedi. Evvela kendisi için istiğfar eyledi, sonra da kardeşine
karşı yaptığı muamele, kardeşinin günahından dolayı olmadığını itiraf ederek,
ona karşı bir özür dileme ve ona yapılacak sertlikten dolayı sevinecek
düşmanlara karşı kardeşine sevgi gösterisi sayılacak bir davranışta bulundu.
Ayrıca kardeşi adına da Allah'dan mağfiret dilemesi, o zalimler topluluğuna
karşı savaşması gerektiği halde bu işi Musa'nın dönüşüne değin geciktirmiş
olmasından dolayı onun da istiğfara muhtaç olduğunu açığa vurmak anlamı taşır.
"Mağfiret edip bağışlamakla kalma, ayrıca bizi rahmetinin ve fazlasıyla
nimetinin ve ikramının içinde bulundur. Sen erhamürrahiminsin, merhametlilerin
en merhametlisisin." Şu halde kuvvetle ümid ederiz ki, dünyada da,
ahirette de hep rahmetinin içinde bulunuruz.
152- Buzağıyı ilâh edinenler, tevbe edenlerin ve
bu işten vazgeçenlerin hükmü bundan sonra ayrıca gösterilmiş olması karinesiyle
yani, buzağı heykelini yapan Samirî ve taraftarları gibi, bu fitneyi çıkarıp
ortaya süren ve buna tapmada ısrar eyleyenler yok mu? Hiç şüphesiz ilerde
bunlara ilâhî bir gazap, akıl ermez uhrevî bir felaket ve ceza gelecektir.
Dünya hayatında da müthiş bir zillete düçar olacaklardır. Bu öylesine gariplik
zilletidir ki, bütün dünyaya darb-ı mesel olmuştur ve o meskenettir ki,
kendilerine ve evlatlarına şamil olagelmiştir. Bu arada Samirî'ye mahsus olan
bir zillet de vardır ki, Tâhâ Sûresi'nde geleceği üzere "temas
etmeme" (âyet 97) iptilâsı ile halk içine çıkmaktan ve insan arasına
katılmaktan engellemedir. Ve işte biz, bütün iftiracıları böyle cezalandırırız.
Allah'a karşı din uydurmaya kalkışanları sonunda hep böyle bir gazaba ve
zillete uğratırız. Şu halde bunu yalnızca İsrailoğulları içindeki buzağıcılara
mahsus ve münhasır zannetmemelidir.
153-Bununla beraber Kötü işler yapanlar, hangi
kötü iş olursa olsun yapıp da sonra arkasından tevbe edip, gerçekten iman
edenler, yani söz konusu buzağıcılar gibi, fenalıkta diretmeyip cidden tevbe
edenler, iman edip onun gereğini yerine getirenler şunu iyi bilsinler ki,
Rabb'in tevbeden sonra elbette gafûrdur, rahîmdir. Daha önce yukarıda da
geçtiği üzere "Şayet Rabb'imiz bize merhamet etmeyecek ve bağışlamıyacak
olursa biz kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyenlerin
dileklerine verilecek karşılık ve cevap da bunun içindedir.
154- Ne zaman ki, Musa'nın öfkesi dindi,
gazabı söndü ve geçti, kızgınlığı sükûnete döndü, yani sakinleşip o hâl
kendisinden gitti.
Burada sükunet denilen sakinleşmenin,
"susmak" anlamına olan "sükût" deyimi ile ifade olunmasında
çok güzel ve zarif bir istiâre vardır ki, o da şöyle bir tasvir ifade eder: Gazap
denilen öfke sanki Musa'nın üzerinde hükmeden bir âmire benziyordu ve ağzını
açmış Musa'yı, durmadan şiddete sarılmaya teşvik ediyordu: Kavmine şöyle de,
böyle söyle, şunu yap, bunu kes, levhaları bırak, kardeşini başından tut çek
vs... diye emirler veriyordu, Harun'un yumuşak başlılığı, ihlas ve samimiyeti
ve tatlı dili üzerine o gazap susuverdi ve o vakit Musa bıraktığı levhaları
tekrar eline aldı ki, aldığı levhaların nüshasında, yazısında bir hüdâ, yani
bir hidayet ve hakkın beyanı, bir rahmet, hayır ve olgunluğa irşad eden bir
nîmet vardı. Fakat bu herkese değil, Rab'leri için yüreklerinde korku
taşıyanlara, yani Allah için günahlardan korkup sakınanlara mahsus bir hidayet
ve rahmet vardı.
Bunun üzerine şu şekilde tevbeye başladılar:
Meâl-i Şerifi
155- Bir de Musa, mîkatımız için (tayin
ettiğimiz vakitte tevbe için) kavminden yetmiş erkek seçti. Ne zaman ki,
bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Musa: "Rabbim! dedi, dileseydin
bunları da, beni de daha önce helâk ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki o
beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helâk mi edeceksin? O iş de senin
imtihanından başka bir şey değildi. Sen bu imtihanla dilediğini sapıklıkta
bırakır, dilediğini de hidayete erdirirsin. Bizim velimiz sensin. Artık bizi
bağışla, merhamet et, sen bağışlayanların en hayırlısısın."
156- "Ve bize hem bu dünyada bir iyilik
yaz, hem de ahirette. Biz gerçekten de tevbe edip senin hidayetine
döndük." Buyurdu ki, azabım var, onu dilediğime isabet ettiririm, rahmetim
de vardır , o ise her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır. Onu da özellikle
korunanlara, zekatını verenlere ve âyetlerimize inananlara mahsus kılacağım.
157- Onlar ki, o ümmî peygambere uyarlar,
yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, onun
izinden giderler ki, o, onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar,
temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de
üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki
bağları ve zincirleri kırar atar, işte o vakit ona iman eden, ona kuvvetle
saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen
nuru izleyen kimseler var ya, işte asıl murada eren kurtulmuşlar onlardır.
155- Ve Musa, kendi kavminden mîkatımız için
yetmiş adam seçti, en iyileri olmak üzere yetmiş kişi seçip ayırdı ve tayin
ettiğimiz vakitte tevbe için onları aldı getirdi. Bu mîkata da, bundan önce
geçen mîkata da konuşma mîkatı diyenler olmuşsa da, gerek Kur'ân-ı Kerîm'deki
kıssaların hepsinin birlikte göz önüne alınışına, gerek bu konudaki diğer rivayetlere
göre, bunun buzağıya tapma olayından sonra tevbe için yapılmış olan bir başka
mîkat olduğu anlaşılıyor. Ancak önceki mîkatın otuz gece, bunun da döndükten
sonra ona bir ek ve tamamlayıcı olmak üzere, on gece içinde meydana gelmiş ve
böylece her ikisinin birlikte tam kırk geceye tamamlanmış olması da ihtimalden
uzak değildir. Ebu Müslim'in kail olduğu bu görüşte diğer rivayetlerin
uzlaştırılması var demektir. Rivayet olunuyor ki, Allah Teâlâ Hz. Musa'ya,
İsrailoğulları'ndan seçilecek bir takım kimselerin gelip, buzağıya
tapmalarından dolayı özür dilemelerini ve geriye kalanların da tevbelerinin
kabul edilmesi için niyazda bulunmalarını emretmiş ve bunun için bir vakit
tayin etmişti. Hz. Musa da yetmiş kişi seçmişti: Şöyle ki, oniki boy olan
İsrailoğulları'nın her boyundan altı kişi seçmiş idi. Bu ise yetmişten fazla
tuttuğundan, ikiniz kalsın diye de emretmiş, fakat kimlerin kalacağı konusunda
uyuşamadıklarından, kalana da katılanlar kadar ecir var, dedi. Kâleb ile Yûşa'
kaldılar. Musa da yetmiş kişiyle gitti. Onlara, oruç tutmalarını,
temizlenmelerini ve elbiselerini de temiz tutmalarını emretti. Bunlarla Tûr-i
Sîna'ya doğru yola çıktı. Daha yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı. Musa da
onlarla beraber sisin içine girdi, hepsi secdeye kapandılar. Allah Teâlâ,
Musa'ya dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar da
işitiyorlardı ki, tevbe için nefislerini öldürmeleri gerekiyordu. (Bakara
Sûresi'nde 54. âyetin tefsirine bkz.)
Yine rivayet olunduğuna göre, sis açılınca,
onlar tuttular "Biz Allah'ı açıktan açığa görmedikçe sana iman
etmeyeceğiz." diyerek Musa'ya kafa tuttular. İhtimal ki, bununla "Sen
işittiğimiz bu sesin Allah'ın sesi olduğunu söylüyor nefislerinizi öldürünüz
diyenin Allah olduğunu bildiriyorsun, fakat biz Allah'ı göremeyince senin bu
sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz." demek istiyorlar. Nefislerini
öldürmek emrini ağır buluyorlardı. İnanamıyorlar ve inanmak istemiyorlar, ona
inanmayı Allah'ı görme şartına bağlıyorlardı ve Allah'ı görmeyi, kelâmını
işitmeye benzetiyorlardı. İşte o zaman bir "recfe"ye, bir sarsıntıya
tutuldular o sarsıntı bunları tutup sarsmaya başlayınca, yani Bakara Sûresi'nde
geçtiği üzere (âyet 55, 56) onları yıldırım çarptı veya dağda bir zelzele oldu,
onlar da düşüp bayıldılar ve belki öldüler. Bunun üzerine Musa Ey Rabbim, dedi;
"dileseydin bunları daha önce, (yani buraya gelmeden önce, buzağıya
tapanlara engel olmadıkları sırada, görevlerini ihmal edip o sapıklara karşı
koymadıkları ve onlardan uzak durmadıkları sırada da) helak ederdin, beni de
öyle yapabilirdin, daha önce seni görmek isteğinde bulunduğum zaman
mahveyleyebilirdin. Bu sözle önceki affı dile getirip, onunla sonraki affı da
elde etmek istemiştir. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk etmek isteseydin,
o vakit ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve bunu yapmaya
hiç bir engel yoktu. Ancak Sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş idin. O zaman
lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin, kafasızların,
yani dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda kendini tutamaz, hafif
akıllıların, yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?
Etme ya Rabbi Bu ancak Senin fitnendir. Bu
beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf Senden gelen bir mihnet, bir imtihan
ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur sayılırlar. Zira onlara
kelâmını işittirdin Sana meftun oldular, duramadılar, kendilerine hakim
olamayıp, bir fasit kıyas ile daha fazlasına arzu duydular da Seni görmek
istediler. Sen böyle fitneyle dilediğini şaşırtırsın, o kendini tutamaz olur. Dilediğine
hidayet eder, bir hakikatı anlatırsın, onun imanı kuvvet kazanır da benzeri
olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane velimizsin. Dünya ve ahiret
işlerimizde hakimimiz yardımcımız, koruyucumuz ve sığınacağımız ancak sensin.
Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı örtbas eyle,
ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve nimetine nail eyle, Sen, bizim velimiz
olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur bağışlayanların en hayırlısısın,
garazsız, ivazsız, karşılıksız en güzel mağfireti ancak sen yaparsın. Yani
tekrar tekrar niyaz ederim ve yalvarırım ki, bize en hayırlı bir mağfiret ver,
bu recfeden (sarsıntıdan) ve bu helâkten bizi kurtar.
156- Ve bizim için bu dünyada bir hasene yaz,
bu sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet ve afiyet ihsan eyle, güzel işler
yapabilecek güzel bir hayat ortamı ihsan eyle, şiddetten, meşakkatten,
fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat tayin ve tesbit eyle, bize bu
özelliklere sahip bir yaşayış tarzı takdir eyle, onu yaz da kolay kolay değişikliğe
uğramıyacak şekilde sabit kıl da bize kendi kendimizi öldürtme, ahirette de
yine öyle yap, yani güzel bir âkıbet takdir edip, güzel güzel sevaplar yaz,
ahiret yurdumuzun da cennet ve sırf felah ve mutluluk olması yazılsın ve hiç
değişmez şekilde sabit olsun, çünkü biz sana döndük, yeniden hidayete geldik,
tevbe ettik, yani sen, "kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip
inananlara karşı muhakkak Rabb'ın (o tevbe ve imandan sonra) elbette çok
bağışlayan, çok merhamet edendir." (A'raf, 7/153) diye tevbeden sonra
mağfiret ve rahmeti kesin olarak vaad buyurdun. Biz de tevbemizin kabulü için
bütün kavmimiz namına sana başvurduk, sana geldik. Şu halde heyet halindeki bu
müracaatımızı kabul eyle ve bizi mağfiret ve rahmet ile geri gönder, bize hem
bu dünyada, hem de ahirette hasene, yani iyilik yaz.
İşte o sarsıntı üzerine Musa, Rabbine böyle
yalvardı, özür dileyip, bağışlanmayı istedi, dileklerini ve tevbelerini sundu ,
buna ne cevap aldı bilir misiniz?
Allah buyurdu ki, azabım benimdir, bununla
kimi dilersem onu musibete uğratırım. Yani azabımın özelliği budur, onunla kimi
dilersem cezalandırırım, ona azabımı mutlaka ulaştırırım, o da mutlaka isabet
alır, kaçıp kurtulamaz, rahmetim ise her şeyi kapsamı içine almıştır. Dünyada
mümin, kâfir, sorumlu, sorumsuz, hatta şey adını alabilen her varlık ve her ne
varsa hepsini kaplamış, hepsini kuşatmıştır, onların hepsine şâmil olmuştur.
İlerde meydana gelecek ve varlık âleminde zuhur edecek olan şeylerin hepsine şâmil
olmak üzere rahmetim herşeyi kuşatmıştır. Rahmetimin özelliği de budur. Hiçbir
şey yoktur ki, ilk varoluşundan itibaren Allah'ın rahmetinden nasibini almamış
olsun. Rahmetin ona dar geleceği, yetmiyeceği ve yetişmeyeceği hiçbir şey
yoktur. Onun rahmetinin dışında birşey tasavvur etmek dahi mümkün değildir.
Ancak bunun böyle olması, her şeyin rahmetten eşit pay alması gerektiğini
ortaya koymaz. İşin başında olduğu gibi sonunda da aynı rahmete mazhar olmasını
gerektirmez. Rahmeti her şeyi kuşatmış olduğu halde, o her şeyi kuşatmış ve
kaplamış olan rahmeti içinden her kimi azabına uğratmak isterse, ona azabını
isabet ettirir, hükmüne ve iradesine kimse müdahele edemez, itiraz da edemez,
azabı aynıyla isabet ve sevap olur. Şu halde ya bu azabda da o kimseler için
bir rahmet vardır, veya o kimseler merhamete layık olmaktan çıkmışlar, azaba
hak kazanmışlardır. Hasılı Allah'ın rahmeti genel ve her şeyi kapsamına alan
bir rahmettir. Yaratılmış olup da bundan nasibini almamış olan hiçbir şey
yoktur. Hatta bu sûrenin başında görüldüğü üzere, İblis bile önceleri cennette
yaşamış ve "bana mühlet ver" dileği dahi bir zaman için yerine
getirilmiştir. Ancak bu genellikte ve genişlikte zorunluluk yoktur: Gelecek
açısından herkes hakkında söz konusu rahmetin mutlaka devam etmesi mecburiyeti
yoktur. İlâhî irade ve murad gerektirince kim olursa olsun azab ile isabete
uğrar, onunla müptela kılınır.
Burada şunları gözden kaçırmamak gerekir:
1- Azap ile ilgili beyanda gelecek zaman
kipiyle "isabet ettireceğim" buyurulduğu halde rahmet konusunda
geçmiş zaman kullanılarak "herşeyi kapladı" buyurulması gösterir ki,
rahmetin genişliği başlangıç açısından, azap meşiyyeti (dileği) de şimdiki
zaman veya gelecek zaman açısından söz konusudur. Demek ki rahmet işin aslıdır,
azap da ayrıntısıdır. Yani aslolan rahmet, yaratıcının zatının gereğidir, azab
ise kulların durumları gereğidir.
2- Azabın ilâhî istek ve iradeye bağlanması,
rahmetin gelecek zamanda da yine ona bağlanmasını gerektirir. Madem ki, kimi
dilerse onu cezalandıracaktır, o halde rahmetini de kimi dilerse ona ihsan
edecektir.
3- "Azabımı, kime dilersem ona isabet
ettireceğim." karşılığıyla rahmetteki "rahmetim herşeyi kapladı"
genel hükmünü devam ve gelecek zaman bakımından da bir tahsis anlamı vardır.
ilerde azab görmesi murad olunanlar geçmiş zaman kipinde "herşey"
kapsamı içinde iken, sonra çıkarılmış oluyor, İşin başında rahmetin içinde iken
sonra azabın sahasına giriyor ve azaba düçar oluyor. Demek ki, ilâhî rahmetin
kapsamına girmeyen hiçbir şey yok, lakin azabı tadan da olacak, tatmayan da.
İşte Hz. Musa, "bize dünyada da güzellik
yaz, ahirette de" diye dua etmekle kendi kavmine dünya ve ahiret hayatında
iyiliğin ve rahmetin zorunlu kılınmasını ve böylece azap imkan ve ihtimalinin
ortadan kalkmasını talep etmiş olduğundan, buna karşılık rahmet ümidi
güçlendirilmekle birlikte onun ahiret azabının kaldırılması yolundaki zımnî
talebi, işin başında gayet açık bir şekilde reddedilmiş ve daha sonra kısmen
kabul edilerek şöyle buyurulmuştur:
Ben o rahmeti, (silinmez bir şekilde
yazılmasını istediğin o haseneyi ilerde) o kimselere yazacağım ki, onlar takva
ehli olacaklar, her türlü vazifelerini yapıp yerine getirdikleri halde isyandan
ve şüpheli şeylerden kaçıp korunacaklar. Başlangıçta olmasa bile sonuçta elden
geldiğince korunacaklar, ve zekatı verecekler, bu ifadelerde Musa kavmine çok
önemli sitemler ve tarizler vardır. Yani şimdiki seninkiler gibi, takvayı ve
zekatı önemsiz görmeyecekler, onları umursamazlıktan gelmiyecekler, harislik ve
cimrilik etmiyecekler, ve onların hepsi bütün âyetlerimize kesintisiz iman
edecekler. Gösterdiğin bu büyük mucizelerden sonra şu seninkilerin yaptığı
gibi, inkâra ve nankörlüğe sapmayacaklar "inandılar, sonra inkâr ettiler,
sonra bir daha inandılar, sonra yine inkâr ettiler ve küfürde aşırı
gittiler" (Nisâ, 4/137) âyetinde buyurulduğu gibi zikzakları
çizmeyecekler, o takva ehli müttakiler, o gerçek imanlılar kimlerdir bilir
misin?
157- İşte onlar o kimselerdir ki, o ümmî
resul'e, o okuması yazması olmayan ümmî Peygamber'e bağlanıp gönüllü olarak ona
uyacaklar. İleride belli bir kitapla göndereceğimiz o bütün kavimlerin
müjdecisine, okur yazar olmadığı halde baştan sona bütün bilgileri göğsünde
toplayıp, ümmetine her şeyi haber verecek olan o ümmî peygambere, böyle
olağanüstü özellikler taşıyan mümtaz mucizelerin sahibi ahir zaman nebisine can
u gönülden uyup itaat edecekler, yani sözde, işte ve inançta onun arkasından
gidecekler.
"Ümmî", ism-i mensubunda üç türlü
nisbet ihtimal dahilindedir:
1- Ana anlamına olan "Ümm"
nisbetidir ki, sanki "anasından doğduğu hal üzere kalmış",
yaratılışındaki safiyet ve fıtrat hiç değişmeden olduğu gibi durumunu korumuş,
sonradan yeni yeni değişikliklere uğramamış ve hiçbir şekilde bozulmamış
anlamını ifade eder.
2- Ümmete mensub olmak, yani Arap Ümmeti'ne mensup
olmak demek olur ki, "Biz hesap ve yazı bilmeyen bir ümmetiz."
ifadesi uyarınca Araplar aslında hesap kitap bilmez bir kavim olmakla tanınıyor
idiler.
3- Ümmül-kura'ya mensup, yani Mekke'li
demektir. Ve bu üç nisbenin üçünde de "ümmî" okuyup yazmaya
uğraşmamış mânâsına gelen bir vasıftır, bir özelliktir. Ümmîlik sıradan
insanlar hakkında kullanıldığı zaman genelde ilim eksikliğini ifade eden bir
noksanlık sıfatı iken, yani bir ümmînin okuyup yazanlardan daha bilgili olması
Allah tarafından olağan durumun aksine olarak, çalışıp çaba göstermeden ilâhî
bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması peygamber için
fıtrat yüceliğine delalet eder. İlmî yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları aciz
bırakan bir peygamber hakkında "ümmî"lik, her türlü şüpheyi ortadan
kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah'tan gönderildiğini her türlü şüpheden
arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir, yani başlı başına
bir mucizedir. Bu bakımdan "o resul, o ümmî nebî" vasfıyla anılması, "o
risaleti ve nübüvveti açık olan mucize sahibi peygamber" demekten daha
açık seçik bir belagat örneğidir. Nitekim Türk Şairi Fuzûlî, bunu şu beytiyle
dile getirmiştir:
Bâki mucizler ne hacet vasf-ı hak isbatına,
Câhil iken el, senin ilmin yeter bürhan sana.
O Resul, o ümmî Nebî ki, onu onlar, (yani, ey
Musa, senin kavminden onun zamanında gelecek olanlar,) yanlarındaki Tevrat ve
İncil'de onu yazılı olarak bulacaklar, ismiyle ve vasıflarıyla onun o olduğunda
vicdanları şüpheye düşmeyecek, "onu kendi oğullarını tanır gibi
tanıyacaklar" (Bakara 2/146. Ayrıca Bakara, 2/133. âyetin tefsirine bkz.)
Anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya
mîkatte ve Tevrat'ta âlemlere rahmet olan son peygamberi bildirmiş ve istenilen
rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad ederek,
İsrailoğulları'ndan ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve uymalarını
böylece teşvik ve terğip etmiştir. Tevrat'tan sonra ve Kur'ân'dan önce İncil'in
geleceğini dahi böylece vahiy yoluyla haber verip açıklamıştır. Tevrat'ta Mesih
ve İncil, Tevrat ve İncil'de peygamberlerin sonuncusu olan rahmet nebisi Hz.
Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Kerîm, ismen olmasa bile vasıflarıyla ve
özellikleriyle yazılı idi ve yer almaktaydı. Hz. Muhammed peygamber olarak
gönderildiği sırada Tevrat'ı ve İncil'i hakkiyle okuyup anlayan kitap ehli, Hz.
Musa'nın duada istediği rahmet ve haseneye kavminin ancak Hz. Muhammed'e uymak
sayesinde nail olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak
buluyorlardı. "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu hakkiyle okuyorlar ve
ona iman ediyorlar..." (Bakara, 2/121).
O Ümmî Nebî onlara marufu, hakkı ve adaleti,
aklın ve naklin güzel gördüğü hayırlı şeyleri ki özeti Allah'ın emrine saygı,
yarattıklarına da sevgi ve şefkattir o işte bunu emredecek, ve onları
münkerden, (inkâr edilmesi ve sakınılması gereken çirkin şeylerden)
nehyeyleyecek ki, takvanın özü de bu yüce hasletlerin içindedir. İyiliği
emretmek, rahmeti gerektirir, kötülükten yasaklamak da azab sebeplerini ortadan
kaldırmaya vesile olur. Ve onlara bütün o tayyibatı, (güzel ve hoş olan
şeyleri) helâl kılarak "Yahudilerden haksızlık edenlerin zulmü yüzünden
kendilerine, daha önce helâl kılınmış olan güzel şeyleri de haram kıldık."
(Nisâ, 4/160) âyeti uyarınca, Ey Musa, senin kavmine haram kılınmış olan güzel,
hoş ve temiz nimetlerin hepsini, onlara helâl ve meşru kılacak. "Allah'ın
size helal kılmış olduğu güzel şeyleri haram kılmayınız!" (Mâide 5/87),
"Yerdeki güzel şeylerden helâl ve hoş olarak yiyiniz!" (Bakara
2/168), "Kendilerine nelerin helal kılındığını sana sorarlar. De ki, size
bütün güzel şeyler helâl kılınmıştır." (Mâide 5/4) ve "De ki,
Allah'ın kulları için ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş yiyecekleri kim
haram kılmış?..." (Ârâf, 7/32) âyetlerinde müjdelenen bu hükümler tek tek
yazılıp o kitapta yer alacak, gerçekten de temiz ve lezzetli olan hiçbir şey,
içine bir murdarlık karışmadıkça o ümmete haram olmayacak, israf edilmedikçe
yaratılıştan hoş ve lezzetli olan şeyleri yemek ve içmek günah sayılmayacak ve
bunlar azap sebebi olmayacak. Ve bütün habis olan şeyleri üzerlerine haram
kılacak, gerek leş, gerek kan, domuz eti, şarap v.s. gibi maddi murdarlık ile
gerek kumar, faiz, rüşvet ve sahtekârlık gibi başkalarının hakkı olan manevî
anlamda murdarlık ile murdar olmuş bulunan şeylerin hepsini haram ve gayr-i
meşru kılacak. Zira murdarlığın her çeşidi yaratılıştan azab sebebi olduğundan,
Allah'ın rahmetini kazanmak ancak bunlardan kaçınmakla mümkündür, bunlardan
kaçınmaya bağlıdır. Herhangi bir cihetten bir murdarlığı bulunmayan gerçek bir
güzel nimetin hiçbiri haram kılınmamış olmak ve haram kılınmış olan şeylerin de
mutlaka bir açıdan murdarlığı bulunmak ne büyük rahmet ve böyle bir hayat ne
kadar şükre layık bir güzel hayattır. Bunlardan başka ısrarlarını, (ağır
yüklerini) ve üzerlerinde bulunan bağları, tomrukları sırtlarından atacak, o
zamana kadar "Öyleyse haydi nefsinizi öldürün bakalım." (Bakara,
2/54) gibi mükellef bulundukları ve altında ezile geldikleri ağır
mükellefiyetleri neshedecek, külfetsiz, harecsiz, kolaylık ve müsamaha üzerine
kurulu bir şeriat getirecek. Velhasıl şimdi senin kavmin için istediğin rahmet
ve iyilik ancak o zaman bu şekilde yazılmış olacaktır. Şu halde o ümmî nebîye,
(yalnızca senin kavminden değil, hangi kavimden olursa olsun, bütün) iman
edenler ve onu düşmanlarına karşı müdafaa ile yüceltenler ve ona yardımcı
olanlar, dini yaymak ve onun emirlerini uygulamak için hizmeti ve yardımı görev
edinenler, ve onunla beraber indirilmiş bulunan o nura uyup arkasından
gidenler, yani hem onun peygamberliğiyle birlikte getirdiği Kur'ân nuruna, hem
sünnet ve siretine, emrine ve nehyine cidden uyup arkasından giden ve bu
vasıflarla ona gerçek birer ashab ve etbâı olanlar işte ey Musa, onlar ve ancak
onlardır felah bulanlar. Yani, ancak o ümmî nebînin bütün bu evsaf ile
vasıflanmış olan ashab ve etba'ıdır ki, o senin haklarında yazılmasını
istediğini rahmete, o dünya ve ahiret iyiliğine kesinlikle erecek ve azabdan
bütünüyle kurtulacaklardır. O rahmet, o hasene, o felah şimdi bilhassa sizin
için değil, ileride genellikle bütün kavimlerin ve bütün insanların girmesine
uygun düşen, bu özellik ve bu şartlar ile bir umumî rahmet olmak üzere onlar
için yazılacaktır.
İşte Rabb'i, Musa'nın o duasına Bakara
Sûresi'nin girişinde de kısaca yer alan bu cevabı verdi. Nitekim En'âm
sûresinde de "O, kendi nefsinde rahmeti yazdı, muhakkak ki sizi kıyamet
gününde bir araya toplayacaktır." (En'âm 6/12) buyurdu. Demek ki, Hz.
Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğine kadar "rahmetim her şeyi
kuşattı" önermesi ile "azabımı dilediğime isabet ettiririm"
önermesi karşılıklı denge halinde duran belli bir vakte kadar da hükmünü
yürüten geçici bir durum idi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden itibaren ona
iman ve ittiba şartiyle zorunlu ve genel bir kural oldu. Yani rahmet önermesi
ile azab önermesi birbirinden ayrılarak bütün beşeriyet için dünyevî ve uhrevî
rahmetin yollarını, şart ve gereklerini bütün açıklığıyla ve kesinliğiyle
gösterecek ve azabdan ebediyyen kurtulmayı sağlayacak bir tevhid dini, bir
umûmî şeriat yazıldı, kararlaştırılıp tespit edildi. Ve buna uymak, yalnızca
rahmeti elde etmenin imkanlarını getirmedi, aynı zamanda azab ihtimalinin önünü
kesen vücub-i rahmetin de şartı oldu. Binaenaleyh bu özellikleri taşımayanlar
hakkında rahmetin mümkün olmadığı ve onlardan rahmetin büsbütün kesilmiş olduğu
söylenemez. Bir kısmı için azab isabeti muhakkaktır, diğer bir kısmı için de
özel bir rahmet ihtimal dahilindedir. "De ki, ey kendi kendilerine yazık
etmiş olan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! (Zümer 39/53)
buyurulmuştur. Musa aleyhisselam, bu vücub-i rahmet şeriatını o tevbe mîkatında
özellikle kendisi ve kavmi için istemişti. Allah Teâlâ da bunun ancak bütün
insanlığa gönderilecek ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve onun
şeriatına uymaya bağlı olduğunu buyurmak suretiyle bu müjdeyi umuma mahsus
olarak vaad buyurdu. İşte Musa kıssasının sonuçta dönüp dolaşıp vardığı nokta,
bu rahmet şeriatının ve ahir zaman nebisinin ileride geleceği meselesidir.
Yukarıdan beri anlatılan diğer peygamber kıssalarının da esas maksadı, ve son
hedefi budur. Ve işte bu altı peygamber kıssasının başında geçen "Rabbiniz
o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşı istivâ etti,
hükmü altına aldı." (A'raf, 7/54) âyetindeki ilâhî istivânın bu oluşumda
bir tecellisi vardır. "Muhakkak ki, zaman, Allah'ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü şekliyle dönüp dolaşmaktadır." hadisi şerifi gereğince.
Hz. Muhammed'in zamanından itibaren zaman, geçmiş zamanlardaki akışına bir son
veriyor ve rahmânî bir istivâ ile yepyeni bir tarih devri açılıyor ki, geçmiş
zamanların ilkel harikaları ve ufak tefek şeriatları bu dinde büyük, dengeli ve
ahenkli bir genel düzen haline girecek, "kendilerine nimet verdiğin,
ihsanda bulunduğun kulların yolu..." her şeyden önce herkese açık olan bu
ana cadde ile herkes ve her kavim için kesin bir rahmete ve kurtuluşa yürümek
imkânı hasıl olacaktır. İşte Tevrat ve İncil'in içine aldığı o açıklama ve o
vaad karşısında Hz. Musa'nın bir genel Resul, yani bütün insanlığa gönderilmiş
bir peygamber olmadığı ve İsrailoğulları'nı, ahir zamanda gelecek peygamberi
tanımaya sevk ve teşvik ettiği ne kadar açık olarak ortaya çıkıyor. Bundan
dolayı, Musa kıssasının bu noktasında açık ve kesin bir rahmet vaadi ile,
âlemlere rahmet olan Hatemü'l-enbiya'ya, bütün insanlığa peygamber olarak
gönderildiğini ilan etmesi emrediliyor ve buyuruluyor ki:
Ya Muhammed!
Meâl-i Şerifi
158- De ki; ey insanlar! Ben sizin hepinize
Allah'ın resulüyüm. O Allah ki, göklerin ve yerin bütün mülkü O'nundur. O'ndan
başka hiçbir ilâh yoktur. Öldüren de, dirilten de O'dur. Bundan dolayı gelin,
Allah'a ve resulüne iman edin. Allah'a ve Allah'ın bütün kelâmlarına iman etmiş
bulunan o ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz.
158- Ya Muhammed de ki; ey insanlar! Ey nâs
adı altında toplanmış olan bütün beşer cemaati, muhakkak ki ben size, sizin
hepinize Allah'ın resulüyüm, yani diğer peygamberler gibi, yalnız kendi kavmime
mahsus bir risalet ve şeriatle değil, genel peygamberlik ile hepinize,
insanlara ve cinlere gönderilmiş peygamberim. Tebliğ edeceğim ilâhî hükümler,,
sadece bir kavmin kurtuluş ve saadetine değil, hepinizin ve dolayısıyla bütün
yaratılmışların iyiliğine ve yararınadır. Ben öyle bir Allah'ın peygamberiyim
ki, göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur,
hakikatte ilâh ancak O'dur, O'ndan başkasına tapınmak batıldır, geçersizdir.
Çünkü hem can verir, hem can alır. Hayat da O'nun elindedir, ölüm de. Diriye de
O hakimdir, ölüye de. O'ndan başkasının hükmü yoktur. Bütün korku ve ümitlerin
tek kaynağı olup tapılmaya ve ibadet edilmeye layık olan ancak O'dur. Şu halde
Allah'a ve Allah'ın o ümmî nebisi olan peygamberine, yani Tevrat ve İncil'de
yazılı olduğu gibi, ashab ve uyanlarına rahmet ve kesin kurtuluş vaad edilmiş
bulunan Allah'a ve Allah'ın bütün kelimelerine, kelâmlarına, kitaplarına,
âyetlerine ve mucizelerine iman eden yani davetini her türlü şüphe ve
tereddütten uzak, tam bir inançla yapan resulüne iman ediniz ve ona can u
gönülden uyunuz ki, hidayete erebilesiniz. Yazılmış olan o rahmet ve kurtuluş
yolunu dosdoğru tutmuş olasınız. Artık yahudilerin, "Muhammed aleyhisselam
kendi kavmi olan Arab'a gönderilmiş bir peygamberdir, İsrailoğulları'na ve
diğer kavimlere gönderilmiş bir genel peygamber değildir, İncil'in de aslı
yoktur, genel peygamber ancak Musa'dır, demeleri aslında Musa'yı tanımamaktır.
Onların bu tutumları Tevrat'ı ve Allah'ın kelâmını tahrif ve tekzip etmekten
ibaret bir zulüm ve ötedenberi huy edinegeldikleri bir haksızlıktan başka bir
şey değildir.
Bununla beraber:
Meâl-i Şerifi
159- Musa'nın kavminden doğru yolu gösteren ve
doğrulukla adalet yapan bir topluluk da vardı.
160- Biz onları oniki kabileye, o kadar ümmete
ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Musa'ya, elindeki asâ ile taşa
vur, diye vahyettik, vurunca hemen o taştan oniki pınar akmaya başladı. Halkın
her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Bulutu da üzerlerine gönderdik,
gölgeledik. Onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak
ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz, dedik. Onlar zulmü bize
yapmadılar, lakin kendi kendilerine zulmediyorlardı.
161- Ve o vakit onlara denilmişti ki; Şu şehre
yerleşin ve orada dilediğiniz şeylerden yiyin, "hitta" (günahlarımızı
bağışla.) deyin ve secde ederek kapısından girin ki, suçlarınızı bağışlayalım.
İyilere nimetlerimizi daha da arttıracağız.
162- İçlerinden bir kısım zalimler, sözü
değiştirdiler, kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Zulmü alışkanlık
haline getirdikleri için biz de üzerlerine gökten azap yağdırdık.
163- Bir de onlara, o deniz kıyısındaki şehrin
başına gelenleri sor. O sırada onlar cumartesi yasağına riayet etmiyorlardı.
Cumartesi günü balıklar akın akın geliyorlardı, yasak olmadığı gün
gelmiyorlardı. Yoldan çıkıp sapıklık yaptıkları için biz de onları işte böyle
sınıyorduk.
164- İçlerinden bir topluluk, "Allah'ın
helâk edeceği, ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat
ediyorsunuz" dediği vakit, o uyarıda bulunanlar dediler ki; "Rabbiniz
tarafından mazur görülmemiz için, bir de belki günahlardan sakınırlar
diye."
165- Onlar yapılan bunca nasihatı unuttukları
zaman, o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zalimleri de fena
hareketlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğrattık.
166- Böylece onlar kibre kapılıp yasak kılınan
şeylerden vazgeçmeyince, biz de onlara, hor ve zelil maymunlar olun, dedik.
167- O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip
bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan
kimseleri başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve
yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.
168- Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere
ayırdık. İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan
nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler
diye.
169- Derken kitabı (Tevrat'ı) miras alan bozuk
bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, şu
alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da
alırlar. Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair
kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri
okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah'tan korkanlar için daha
hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
170- Kitaba sarılanlara ve namazı kılmaya
devam edenlere gelince, biz o iyilerin ecrini hiçbir zaman yitirmeyiz.
159- Musa kavminden bir ümmet, (üstün bir
cemaat) var dı ki, hakkı gözeterek hidayet ederler, halkı irşad ederek doğru
yola iletirlerdi, ve hakkı gözeterek adaletle hükmederlerdi, adaleti yerine
getirirlerdi. Bunların kimler olduğu hakkında muhtelif rivayetler vardır. Fakat
âyetten açıkça anlaşılan şudur ki, ilk zamanlarda Musa kavmi içindeki
Peygamberler ve onlara uyan adil hükümdarlar, hakkı ve hukuku gözeten rabbaniler,
hahamlar ve yöneticiler, bir de halk arasından bunlara uyan bir kısım iyi
insanlar ki, daha sonra son peygambere iman edenler bu iyilerin halefleridir.
Şu halde Musa kavminin hepsi, yukarıda kötü halleri bildirilenler gibi haksız
ve zalim insanlar değildiler. Çeşitli boylara, değişik ümmet ve cemaatlere
ayrılmışlardır. Şöyle ki:
160-Önce Biz, onları sibt sibt oniki boya,
oniki ümmete ayırmıştık ki, boylardan her biri bir ümmet halinde bir nakib ile
idare olunuyorlardı. Bunların bütünü Musa'nın idaresinde bulunmakla beraber,
kendi özel işlerinde ayrı ayrı birer cemaat halindeydiler. Ve kavmi Musa'ya
istiska için yani, yağmur duası için müracaat ettiği Bakara Sûresi'nde geçtiği
üzere "Musa da kavmi için su istediği" (Bakara, 2/60) zaman,
kendisine şöyle vahyetmiştik: asân ile taşa vur! vurunca, taştan oniki pınar
sızdı, derken fışkırmaya başladı. Nitekim Bakara Sûresi'nde
"fışkırdı" (2/60) buyurulmuştur. Böylece halkın her bir kesimi, su
içecekleri yeri kesinkes bildi. Her bir boy, kendilerine mahsus bir pınara,
özel bir su kaynağına, bir nimete kavuşmuş oldu. Bildiler ki, daima ve
özellikle su içmek için yalnız yağmur duası yeterli değil, taşları kırıp
pınarlar, kaynaklar bulup çıkarmak ve yapmak da lazımdır. Asıl su içilecek
yerler böyle kaynaklar ve pınarlardır. Ve bildiler ki, Allah kuru taşlardan
böyle pınarlar akıtmaya da kâdirdir. Bunun için ümmet denilen yöneticiler iyi
yönetici olmalı ve başında da iyi bir başkan bulunmalıdır. İşte Musa kavminin
oniki ümmete ayrılması ve aynı zamanda hepsinin başında Musa'nın bulunması,
herbirinin aynı yerden çıkan ayrı ayrı pınarlara ve böyle özel nimetlere
ermesiyle ilgilidir. Hepsi aynı kökten geliyordu, ama hepsinin meşrebi bir
değildi. Bundan başka üstlerine bulutu gölgelik yapmıştık. Öyle ki, Tih sahrasında
gittikleri yere birlikte gidiyor, durdukları yerde duruyordu. Üzerlerine menn
ve selva, (yani kudret helvası ve bıldırcın) indirmiştik, size verdiğimiz
rızıkların en iyisinden, en hoşa gideninden yiyiniz, demiştik. İşte bunlar
aslında anlaşmazlığa yatkın idiler, Tîh sahrasında hayretle dolaşıp
duruyorlarken, beyinlerindeki hercü merce, haset ve didişmeye engel olacak ve
bununla beraber onların özelliklerini büsbütün yok etmeyecek bir taksim şekli
ve bir teşkilat ile oniki ümmet halinde bir kavim olarak Musa'nın yönetimi ve
peygamberliği altında birleştirilmiş ve bu suretle hem özel, hem genel
nimetlerle ihsana uğramış idiler. Böyleyken çokları nankörlük ettiler. ve buna
karşı zulüm ve nankörlük edenler bize değil, ve lâkin kendilerine zulmeyliyor,
kendilerine yazık ediyorlardı. Şu halde bundan böyle de haksızlık ederlerse
yine öyledir. Nitekim:
161- Ey Resulüm! O vakti de onlara hatırlat
ki, hani bir zamanlar kendilerine, şu karyede sakin olun denilmişti...
Bakara Sûresi'nde bu kıssa,
"giriniz!" emriyle (2/58) giriş açısından hatırlatılmış idi. Burada
ise "sakin olunuz!" emriyle iskan ve ikamet açısından hatırlatılıyor
ki, aynı kıssayı bir başka bakımdan ele almak gerektiğini de ihtardır. Bundan
dolayı da tekrar değildir, ayrıca bir başka açıdan düşünülmesi gerektiğini de
belirtmedir. Kur'ân'da mükerrer gibi sanılan kıssaların ve âyetlerin hepsinin
böyle birçok özel yönleri ve durumları bulunmaktadır.
162- Sonra içlerinden bir kısım zalimler,
kendilerine söylenen sözleri, başka bir söze tebdil ettiler, değiştirdiler.
Mesela onlara "hıtta" deyiniz, yani orada yükünüzü yıkıp, ikâmet
ediniz, Allah'tan bağışlanma dileyiniz, denildiği halde, sanki
"hınta" yani, buğday deyiniz, denilmiş gibi diye bağırmaya başladılar
ve Tevrat'ı böyle tahrif ettiler. Lâkin bunu yapanlar o zalimler güruhu idi.
Zalimler, o kavmin hepsi değildi, fakat içlerinden çoğu böyleydi:
163-164- Bir de onlara, denizin kıyısındaki
veya denize nazır olan o karyenin hâlini sor. Yani o kasaba ahalisinin başına
nasıl bir bela geldiğini İsrailoğulları çok iyi bilirler. Sen bir sor da
kendileri söylesinler. (Bakara, 2/56. âyetin tefsirine bkz.) Bu kasaba Medyen
veya Taberiyye denilmiş ise de çoğunluğun görüşü, Medyen ile Tur arasında
bulunan "Eyle" kasabası olduğudur. Onlar o vakit Cumartesi yasağını
çiğniyorlardı. Dinleri gereğince Cumartesi günü bütün işleri tatil edip, ibadet
edecek yerde balık avlıyorlardı, çünkü sebt yaptıkları vakit, yani Cumartesi
yasağına uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler halinde
geliyorlardı, zira o gün balıklar saldırıya uğramamaya alışmışlardı, o gün
kendilerine dokunulmayacağını hissediyorlardı, kaçmıyorlardı.
Sebt yasağına riayet etmeleri balıkların bu
suretle o civara ısınıp alışmasına da sebep olmuş oluyordu. Sebt yapmadıkları
gün ise gelmiyorlardı. Yani, diğer günlerde avlanmak korkusundan dolayı öyle
gelmezlerdi. Cumartesi yasağına riayet etmedikleri gün hiç gelmeyeceklerdi ve
artık o kasabanın yeşilliğinin ve güzelliğinin sebebi olan ekonomisi ve
ticareti sönecek, zenginliği gidecekti. Lâkin o fasık ve saldırgan halk,
Cumartesi günleri balıkların öyle akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını
tutamadılar da dinlerinin emrini dinlemediler, yasak demeyip balıkları avlamaya
başladılar. Ve böylece sebtin kutsallığını çiğnediler. İşte o vakit bunlar ne
oldular, sor da söylesinler. İşte biz onları böylece, işledikleri fısk u
fücurdan dolayı belaya çarptırdık. O saygısız ve saldırgan İsrailoğulları'nı,
ötedenberi fısk edegelmeleri, Allah'ın emirlerine itaat etmekten kaçıp, açıkça
yasakları çiğnemeyi alışkanlık haline getirmeleri, huy edinmeleri sebebiyle
böyle imtihanlara çeker, belaya uğratırız. Yoksa fıskta ısrar etme âdetleri ve
huyları olmasa idi, böyle ağır belalara uğratılmazlardı.
"Onlardan bir toplum dedi ki:" Bu
cümle cümlesi üzerine ma'tuftur. Ve o kasaba halkının yasağı çiğnemede sürekli
ısrarı ve bu konuda söz dinlemeye yanaşmaması üzerine içlerindeki bazı iyilerin
hâl ve akıbetlerini beyandır. Yani o vakitler içlerinden bir ümmet, iyiliksever
bir cemaat onlara şöyle demişti. Allah'ın, helâkini murad ettiği, büsbütün
helaklerini değilse bile, çetin bir azap ile cezalandırmayı murad ettiği böyle
bir kavme ne diye va'z u nasihat edip duruyorsunuz? Yani, o kasaba halkı iki
kısım idi. Bir kısmı fasık ve saldırgan takımı idi, bir kısmı da dindar ve
iyiliksever insanlar idi ki, bunlar azınlıkta kalmış idiler, o saldırganlara
söz geçiremiyorlar, onları önleyemiyorlardı. Bu iyiler de iki gruba ayrılmıştı:
O iyilerden bir grup uğraşmış, didinmiş, acı tatlı dil dökmüş, zor veya kolay
her yoldan giderek ve her usulü deneyerek zahmetler çekmiş, nasihat etmiş, ama
onlara söz dinletememiş, nihayet bıkmış ve ümitsizliğe kapılmış, Allah'dan bu
halka bir bela geleceğine karar vermiş, o halka kin ve öfke duymaya başlamış,
sesini kesmiş, bir köşeye çekilip sinmiş idiler. Anlaşılıyor ki, bu bezginler o
fasıklara göre sayıca az olmakla beraber, yine de ümmet denilecek kadar bir
cemaat oluşturuyorlardı ve kendi aralarında bir takım toplantıları vardı.
Bunlar içinde sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki, onlar
ümitsizliğe kapılmıyorlar, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete
katlanarak, o söz dinlemez halka vaaz ve nasihata devam ediyorlardı. İşte
bunlar, o azgın halkı yola getirmek için vaaz ve nasihate devam ettikçe, söz
konusu o ümitsizler grubu da bunlara "Ne diye kendinizi boşuna
yoruyorsunuz? Niçin boş yere vaaz ediyorsunuz?" yollu uyarılarda bulunuyorlar,
"Siz niçin Allah'ın helâk edeceği veya bela vereceği böyle azgın bir kavme
vaaz ve nasihat edip duruyorsunuz?" şeklinde sözler söyleyip, onları
yaptıkları işlerden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Onlar halkı büsbütün kendi
haline bırakmak, ne görecekleri varsa görsünler, demek istiyorlardı. Ve böyle
derken bir "farz-ı kifâye"nin büsbütün terkedilmiş olması ile
hepsinin günahkâr olabileceklerini de düşünmemişlerdi. Lâkin onlar bu farz-ı
kifâyeden; vaaz ve nasihat görevinden vazgeçmediler ve cevap vererek şöyle
dediler: Rabbinize karşı bir mazeret olsun diye, bir de belki bir dereceye
kadar sakınırlar diye, yani bizim vaaz ve nasihatımız iki sebebe dayanmaktadır:
Birisi ve birincisi sırf Allah'a karşı bir mazeretimiz olsun diye, Allah
tarafından hesaba çekileceğimiz vakit, "niçin kötülükten vazgeçirme
görevinizi yapmadınız?" azarlamasına karşılık elimizde bir mazeret
bulunsun diye, Allah katında böyle bir ithamla karşı karşıya kalmamak için.
Çünkü kötülükten vazgeçirme henüz hayatta olanlara son nefese kadar bir farz-ı
kifayedir. İkincisi de yeis yani ümitsizlik, dünyada hiçbir hususta caiz
değildir. Ve ne kadar günahkar olursa olsun halkın tevbe ve ittikasını arzu ve
ümid etmek de bir vazifedir. Gerçi bu hâl böyle devam ederse sonucunun bir
helâke veya azaba varacağı muhakkaktır. Fakat insanların hali değişiktir,
kaderin sırrı da vukua gelmeden önce bilinebilen bir şey değildir. Nereden
bilebilirsin, bu güne kadar söz dinlemeyen bu halk belki yarın dinleyiverir ve
belki yaptıklarından vazgeçer, kötülüklerden sakınmaya başlar. Büsbütün
sakınmazsa bile kısmen sakınır, belki bu yüzden uğrayacakları azap da hafifler.
Ne olursa olsun nasihate devam etmek, onu terketmekten daha iyidir. Nasihatı
bütünüyle bırakmakta hiç bir ümit yoktur. Fakat nasihate devam etmenin hiç
olmazsa azıcık da olsa sakındırmaya sebep olması umulur. Hiçbir tepki görmeyen
fenalık her halde daha kolay yayılır ve kısa zamanda meydan alır. Herhangi bir
fenalığın kökünü kurutmak mümkün olmazsa, hızını kesmek de önemli bir iştir,
bunu gözardı etmemelidir. Felaket mukadder ise nasihat görevini yerine
getirenler Allah katında mazur görülürler. Anlamalı ki, iyiler kötülerden ne
çekmiş, ne kadar uğraşmışlar. Buna karşılık kötüler de ne kadar ısrar etmiş,
her türlü nasihate rağmen kötülükte direnmişler.
165-Sonuçta o kavim, o azgın ahali Ne zaman
ki, yapılan o nasihatları unuttular, hiç önem vermez, sanki hiç yapılmamış gibi
hatırlarına bile getirmez oldular, işte o zaman kötülükten vazgeçirmeye
çalışanları kurtardık, o zalimleri de, kötülüğü itiyad ettiklerinden dolayı
çetin bir azapla yakaladık. Diğer bir mânâca; yoksullukla kıvrandıran bir
azapla tuttuk muahaze ettik. Bundan sonra uslandılar mı? Hayır, aksine azdıkça
azdılar, hiç bir günahtan çekinmez, hiçbir yasaktan sakınmaz, her fenalığı
yapar oldular. Kendilerini engellemeye çalışanlara da düşman olup, kin duymaya
başladılar.
166- Ne zaman ki, o yasaklandıkları
kötülüklerde daha da ileri gitmeye başladılar, büsbütün aşırı gidip isyana
koyuldular. işte o zaman biz de kendilerine, alçak, zelîl, her taraftan hoşt
hoşt diye kovulan aşağılık maymunlar olun, dedik. Bir tekvinî emirle
insanlıktan çıkarıp maymunlara çevirdik. "İşte bu kıssayı, o zaman hazır
olanlara ve sonradan gelenlere bir ibret, müttakilere de bir öğüt yaptık."
(Bakara, 2/66) Bu olayın Davud aleyhisselam zamanında meydana geldiği rivayet
olunuyor. Nitekim "İsrailoğulları'ndan inkâr edenler hem Davud'un, hem de
Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler..." (Mâide 5/78) âyetinde de
zaten buna işaret vardır. (Ayrıca Mâide, 5/60. âyetin tefsirine bkz.)
167-Ey Resulüm! Onlara işte bu kıssayı sor, o
vakti de an ve hatırlat ki, Rabbin, şuna izin vermeyi gerekli görmüş, yani şunu
kesinlikle yerine getirmiş ve uygulamıştı ki, Elbette onların, o bütün Musa
kavmi'nin üzerine kıyamete kadar öyle bir kimse gönderecek ki, kendilerini
azabın en kötüsüne peyleyecek. Daha önce Mısır'da iken Hz. Musa'nın
İsrailoğulları'na ilk müjdesinde "Allah, sizi yeryüzünde başkalarının
yerine geçirecek ve bakacak ki, nasıl hareket ediyorsunuz." (A'raf, 7/129)
buyurulmuştu. Süleyman aleyhisselam zamanına kadar İsrailoğulları, aralarındaki
kötülere pek hayat hakkı tanımazlardı, onları te'dîp ve ta'zîp ederek,
gerekirse yok ederek cezalandırırlardı. İyilerin bu mücadele ve mücahedeleri
sebebiyle ilâhî rahmet sayesinde yükselen ve kalkınan kavim, yeryüzünün büyük
bir kısmına mirasçı olmuştu, ünü doğuyu ve batıyı tutmuştu. Süleyman
aleyhisselam zamanından biraz sonra artık o parlak dönem sona ermiş, İsrail
kavmi, bundan böyle başlarında iyi yöneticiler bulunmasına genellikle tahammül
edemez olmuşlardı. Fasık ve zalim kimselere boyun eğmeye razı olmuşlardı. Bir
kavmin böyle bir halde bulunması ise "Ey Rabbim! Bizim başımıza azap ve
bela getirecek kimseleri gönder." der gibi fiili bir taleptir. İşte o
vakit Hak Teâlâ, İsrailoğulları üzerine azap eyleyecek, onları belaya
sürükleyecek ve nihayet kıyamete kadar en kötü azabı uygulayacak kimseler
musallat etmeyi gerekli görmüş ve vacip kılmış ve şu halde Buhtü Nassar'a
müsaade edip, İsrail kavmi aleyhine böyle bir azabı icap ve icra eylemiştir. Bu
durum, artık onların hepsi hakkında bir ceza olmuştur. Şüphesiz Rabb'in, azabı
süratli olandır, hızla ceza verendir. Onun azabı, O'nun dilemesi ile hemen
geliverir. Nitekim bir gün geldi onlara Buhtü Nassar'ı gönderiverdi de
devletlerini perişan etti, yurtlarını harebeye çevirdi, eli silah tutabilenleri
katliama uğratıp, kızlarını ve kadınlarını esir, geriye kalanları da ağır
vergilere mahkûm eyledi. Onlar bu zillet altında kaldı gitti ki, işte dünyada
azabın en kötüsü de budur. Yine de şüphe yok ki, O senin Rabbin, daima
gafûrdur, rahîmdir. Tevbe edenlere ve sana uyanlara mağfireti ve rahmeti
sınırsızdır. Rabbin böylesine gafûr, rahîm olmakla beraber, öylesine cezası
hızlı geldiğinden üzerlerine o kimseyi gönderdik,
168- ve onları, (o Musa kavmini) yeryüzünde
parça parça eyledik, birçok ümmetlere, cemaatlere ayırdık. Önceleri oniki boy
halinde ayrılmış olmaları, Hz. Musa'nın peygamberliği ve yönetimi altında
kavimlerinin birliğini ve bütünlüğünü bozmayan bir teşkilat, yükselmelerinin
sebebi olan bir nimet idi. Ancak bu sonraki bölünme, kötü azaptan itibaren
başlayan parçalanma ve çözülme, şevketlerine ve devletlerine son veren bir
kader çizgisi oldu. Yeryüzünün her yanına perişan bir surette dağıldılar ve
artık bir güç, bir kuvvet toplayamaz oldular. Bu dağılan grupların içlerinden
bazıları salah ehli, iyi insanlar idiler. Medine'de gelip Hz. Peygamber'e iman
edenler gibi, yukarıda özellikleri anlatıldığı şekilde gerçekten "Hakka
yönlendiren ve doğrulukla adaleti yerine getiren bir ümmet idiler." İşte
içlerinde böyle iyiler olduğu gibi, bazıları da daha aşağı durumdaydılar.
İyiliğe çok yakın ve yatkın olanlardan tutunuz da derece derece ta alt
basamaklara kadar alçalmış olan kimseler de bulunuyordu. Demek ki,
İsrailoğulları'nın devletleri yıkılıp yurtları tarumar edildikten sonra böyle
dağılmaları, içlerinde iyilerin hiç bulunmadığından değil, kötülerin
çokluğundan ve genel olarak yönetimin ve işlerin kötülerin eline geçmiş
olmasından ve onlar tarafından temsil edilmelerinden dolayı idi. Parçalandıkları
zaman bile içlerinde bazı salih ve iyi insanlar vardı, aşağılıkları da vardı.
Ve Biz onları (yani parçalara ayrılmış olan çeşitli grupları), hem hasenat ile
(yani sıhhat, servet ve refah ile), hem de bunların zıddı olan kötülükler (yani
hastalık, kıtlık ve yokluk) ile imtihan ettik. Allah, onları İranlılar ve
Romalılar gibi değişik kavimlerin eli altında ibret alınacak bir çok acı
tecrübelerden geçirdi ki vazgeçeler, kötü huylarından döneler, küfürden ve
günah işlemekten tevbe edip Hakk'a döneler, salaha yüz tutalar diye. Fakat
içlerinden salaha yönelenler olduysa da pek çoğu dönmediler. Hz. Muhammed'in
asrından önce böyleydiler.
169- Sonra onlara arkalarından daha bozuk
birtakım kimseler halef oldular. Bunlar iyice dejenere kimselerdi. Oysa kitaba mirasçı
olmuşlardı. Tevrat, öncekilerden bunlara miras kalmıştı, bunların ellerine
geçmişti, okumasını yazmasını öğrenmişlerdi, eğitim, öğretim, fetva ve hüküm
verme mevkilerine geçmişlerdi. Lâkin kendileri kitaba sahip çıkmıyor, onun
hükümlerine sarılmıyor ve uymuyorlardı, ancak onu diledikleri gibi, işlerine
geldikleri gibi kullanıyorlardı. Bakınız neler yapıyorlardı? Şu ednanın arazını
alıyorlar. Şu alçak veya en yakın âlemin, geçici çıkarlarını elde ediyor, hakkı
değiştiriyorlardı, bir de ileride bize mağfiret edilecek diyorlar, nasıl olsa
mağfiret olunacağız diye hüküm veriyorlar, kendi yanlarından günah
bağışlıyorlar. Ve böyle derken şayet kendilerine aldıklarına benzer bir başka
fayda gelirse, bir rüşvet daha sunulursa yine alıyorlar, tevbe etmiyorlar,
tevbe etmedikleri halde mağfiret olunacaklarına hükmediyorlar da bu suretle
bayağı servetler ve dünya malı için kitap ile oynuyorlar. Vaktiyle
kendilerinden Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemiyeceklerine dair o
kitabın misakı alınmadı mı? Mirasçı oldukları ve mensup bulundukları o kitap
gereğince, üzerlerinde böyle bir misak yok mu? Evet vardır ve alınmıştır. Ve
onlar o kitaptaki bilgileri ders ettiler. O misakı ve bu gün inkâr ettikleri
gerçekleri, o Resul, o ümmi Nebî, o ittika konularını vaktiyle tekrar tekrar
okudular ve okutup öğrettiler. Yani Tevrat'ta yazılı olan bütün bilgileri çok
iyi biliyorlar. Ve ey rüşvetçiler! Artık akıl etmez misiniz ki, ahiret yurdu
müttaki olanlar için daha hayırlıdır, yani öyle haksız kazançlardan, rüşvetten
ve irtikaptan sakınan, uzak durup korunanlar için daha hayırlıdır.
170- O kitaba sıkı sıkıya sarılanlar ve
sarılmayı sağlayanlar, ve namazı kılıp kıldıranlar ise muhakkakki, biz böyle
iyilik yapanların ecrini, sevabını zayi etmeyiz, yitirip kaybetmeyiz.
İşte bu öğütlerden ders almayan ve kitaba sıkı
sarılmaya yanaşmayan o bozuk kimselere, biri İsrailoğulları'na özel olarak
yapılmış zorlama misakı, öbürü genel olarak bütün insanlara şamil olan fıtrat
misakı, her iki misakın da yeniden ilan ve ihtarı emriyle Hz. Peygamber'e
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
171- Hani bir zamanlar biz o dağı gölgelik
gibi tepelerine çekmiştik de üzerlerine düşüyor zannettikleri bir sırada
demiştik ki; "size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve içindekini
hatırınızdan çıkarmayın, umulur ki korunursunuz."
172- Bir de Rabbin, Âdemoğullarından,
bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin,
şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz
yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık).
173- Yahut, atalarımız daha önce şirk
koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batıl yolu
tutanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin, demeyesiniz diye
(yapmıştık).
174- Ve işte biz, âyetleri böyle ayrıntılı
olarak açıklıyoruz ki, belki dönerler.
175- Onlara, kendisine âyetlerimizi sunduğumuz
o adamın kıssasını da anlat; âyetlerden sıyrılıp çıktı, derken onu şeytan
arkasına taktı, en sonunda da helak olanlardan oldu.
176- Ve eğer dileseydik onu o âyetlerle
yüceltirdik, fakat o alçaklığa saplandı kaldı ve kendi keyfinin ardına düştü.
Artık onun ibret verici hali o köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan da
dilini uzatır solur, bıraksan da solur. İşte bu, âyetlerimizi inkâr eden kavmin
misalidir. Bu kıssayı iyice anlat, belki biraz düşünürler.
177- Âyetlerimizi inkâr edip, sırf kendilerine
zulmeden o kavmin hali ne kadar kötüdür!
178- Allah kime hidayet ederse, o hidayete
erer, kimi de dalalette bırakırsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileri
olurlar.
179- Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan
birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği
anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat
onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da
aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.
180- Oysa en güzel isimler Allah'ındır. Bundan
dolayı Allah'a onlarla dua edin. Onun isimlerinde sapıklık eden mülhidleri
(inkârcıları) terkedin. Onlar yakında yaptıklarının cezasını çekecekler. 181-
Yine bizim yarattığımız insanlardan öyle bir ümmet var ki, onlar hakka yol
gösterirler ve o hak ile adaleti yerine getirirler.
171- Natk : Bir şeyi hızla çekmek demektir ki,
bunun sonucu olarak, bir şeyi yerinden koparıp atmak anlamıyla da tefsir
edilir. Nitekim erkekten zürriyet tohumunu çekip koparan rahime denilir. Ve bir
hadisi şerifte buyurulmuş ki, "Bakireler ile evlenmeye özenin, çünkü
onların rahimleri daha çekici ve ağızları daha temizdir ve aza en fazla kanaat
edenler de onlardır." demektir. Diğer yerlerde "üstlerine Tûr'u
yükselttik" buyurulmasına göre burada "nakt"ın da bu anlama
gelmesi gerekir ki, o zaman şöyle demek olur: Ya Muhammed! Kendilerine verilen
kitaba sıkı sarılmayan o Yahudi soyuna, o vakti de hatırlat ki, hani o dağı
şiddetle çekerek bir dam gibi üstlerine kaldırmıştık, Onlar da onu gerçekten
üstlerine düşecek zannetmişlerdi. Yani, yola gelmedikleri takdirde o dağın
tepelerine düşeceğine öylesine inanmışlardı ki, sanki dağ düşmüş de altında
kalmışlar gibi korku ve acı içinde kalmışlar, hemen yerlere kapanmışlardı. İşte
böyle bir tehdit ve tazyik altında kıvranırlarken, kendilerine şöyle demiştik:
Size verdiğimizi kuvvetle tutun, gönderdiğimiz kitaba ciddiyetle, samimiyetle,
bütün zorluklara katlanarak, azimle sarılın, onu sımsıkı tutun. Veyahut haydi
bakalım, tepenize indirmekte olduğumuz bu dağı, bu korkunç mucizeyi ellerinizle
tutun, önlemeye gücünüz yeterse bunu durdurun. Ve haydi bundaki mânâyı (yani
kitaptaki veya bu dağ mucizesindeki mânâyı, emirleri, nehiyleri, vaatleri, ve
tehditleri) anın, belleyin, hiçbir zaman da hatırınızdan çıkarmayın ki,
fenalıktan korunabilesiniz, böyle zorla ve zor ile kendilerinden itaat misakı
alınmıştı ki, buna "ilcai = zorla misak" adı verilir. Ve genellikle
rivayet şekli de şudur:
Tevrat hükümleri ağır ve çetin olduğundan
dolayı İsrailoğulları, bunları kabule yanaşmamışlar, Allah da Tûr'u üzerlerine
kaldırmış, kabul ederseniz ne âlâ, yoksa bu dağ tepenize inecek denilmiş, dağın
durumunu görünce hepsi düşüp sol kaşları üzerine secdeye kapanmışlar ve secdede
de dağın üzerlerine düşme korkusundan sağ gözleri ile de bir taraftan dağa
bakarlarmış. İşte bunun için Yahudiler secde edecekleri zaman böyle yaparlar ve
"Bu secde bizi cezadan kurtaran secdedir." derlermiş. (Bakara Sûresi,
2/63, Nisa Sûresi, 4/145. âyetlerin tefsirlerine bkz.)
İsrailoğulları'nın aykırılıklarını, zor ve
baskı görmeyince hakka boyun eğmeme huylarını anlatan bu kıssanın
hatırlatılmasındaki mânâ, Allah'ın hükmüne ve kudretine karşı koymanın mümkün
olamıyacağını, gönül rızasıyla itaat etmeyenlerin, nihayet zorla boyun eğmeye
mecbur olageldiklerini ve o dayanılması mümkün olmayan zorlama ve baskı
mucizesinin hükmü unutulmamak gerektiğini bildirmektir. Çünkü o ve onun gibi
ilâhî baskıların her zaman mümkün bulunduğunu ve asıl insanlığın, o duruma
düşmeden, hürriyet içinde ve gönül rızasıyla hakkın emrine boyun eğmede ve
kitaba sarılmada olduğunu anlatmaktır. Gerçi her isyanda dağlar yerinden
oynayıvermez, her vakit Hz. Musa'nın mucizesi gibi bir mucize olmaz, fakat
Allah'ın emrini tanımayan ve hakkın koyduğu ahkam ile mücadele etmek sevdasında
bulunanların şunu bilmeleri gerekir ki, Allah Teâlâ, her zaman için dağlar
kadar belaları insanların başına yıkmaya kâdir bir yücelik sahibidir.
Cisimler arasındaki çekim kuvveti bir anda
değişebilir, O'nun emri ve iradesiyle değil dağlar, dünyalar bile yörüngesinden
çıkabilir. Aklı olanlar herhangi bir zelzelenin, bir volkanın nasıl bir gücün
eseri olduğunu ve bu gücün ne demek olduğunu unutmamalılar. Bir takım insanlar,
bunların insanların işlediği günahlarla hiç ilişkisi yoktur diye bilir bilmez
konuşur dururlar ki, bu gerçekten çok yanlıştır. Çünkü yerin ve göklerin
melekûtu yalnızca Allah'ın elindedir, O'nun irade ve idaresindedir.
Gerçi bütün tabiat olayları beşerin
günahlarına ceza değildir. Lakin hepsinin insan hayatıyla yakından ilgili
olduğu, ufak bir sis olayının bile insanları etkilediği kesindir. Hiçbir olay
yoktur ki, insanların isyana cüret ettiği Allah Teâlâ'nın kudretini göstermiş olmasın,
yine hiçbir olay yoktur ki, insanlar için karşı konulması imkânsız bir ilâhî
kudretin azametini, yüceliğini göstermesin. ibretle bakanlar, böyle bir
kudretin sahibine karşı nasıl bir tutum ve davranış içinde olmaları gerektiğini
görürler ve kendilerine çeki düzen verirler. Tabiat kuvvetleri nasıl karşı
konulmaz bir özelliğe sahipse, Allah'ın insan hayatı için koyduğu din kuralları
da öyle bir kesinliğe sahiptir. Çünkü her ikisi de aynı şekilde ilâhî iradenin
eseridir. Ben burada kendi işimle gücümle meşgul iken filan yerde bir dağın
çökmesi, zelzelede binlerce insanın hayatını kaybetmesi, benim günahımın, veya
orada yaşayanların günahlarının eseri değilse bile, bana, onu yapan kudrete
karşı günahlarımın tehlikeli sonuçlarını ihtar eden bir uyarı, bir tehdit
olduğunda, o kudretin bana karşı da bir zorlamayı içermiş bulunduğunda şüphe mi
vardır? Bundan başka Allah Teâlâ'nın, doğrudan doğruya insanların işledikleri
kötülüklerle ilgili olan o kadar âyetleri vardır ki, kendi gücünün sonsuzluğunu
gösteren âyetleri de o kadar çoktur ki, bunlar sayıya gelmez. İşte bütün
âyetler, kendi gönül rızasıyla Allah'ın emrine itaat etmeyenleri, fenalıktan
korunmak istemeyenleri, Allah Teâlâ, herşeyden önce bu cebrî âyetlerle ve
tedbirlerle ittikaya davet eder. Hür iken esir eyler. Bununla da yola
gelmeyenleri ebedi azabına çarptırır. Bunun için insanların, şu fıtrî misakı
akılda tutmaları icab eder:
172- Ey Resulüm! Onlara o vakti de hatırlat
ki, hani Rabbin, Âdemoğulları'ndan, (şimdikilerden tutunuz da nesilden nesile ta
Hz. Âdem'e varıncaya kadar Âdem oğullarının zürriyet sahibi olanlarından
zincirleme olarak her birinin) bellerinden zürriyetlerini aldı, yani kudret
eliyle seçip ayırdı, vücuda getirdi. "ve onları kendi kendilerine karşı
şahit tuttu," şahit yaptı, kendi varlıklarından bile habersiz olan o
şuursuz hücrelere "Ben" ve "Ben ötesi" şuurunun, bilfiil
mebdeini verdi: Her birine şuhud ve şehadet fıtratını, kendi varlığında hakkın
etkisini duymak ve duyurmak, itiraf etmek, tanıklık eylemek yaratılışını,
insanlık ruhunu verip, hepsini varlığına ve birliğine şahit kıldı da kılarken
Rabbiniz değil miyim? Dedi. Üzerinizde dilediğim gibi tasarruf eden ve etmek
hakkı bulunan yegane malikiniz, mürebbiniz, yetiştirip geliştireniniz,
yaratıcınız ve hakiminiz olduğuma şahitsiniz, şahitlik edeceksiniz değil mi?
diyerek, hitab-ı nefsîsi ile hitap eden ve emanetini yükleyen rablığını ikrar
ettirdi. Hepsi de "evet dediler," evet pekala Rabb'imizsin, biz buna
şahidiz dediler. Terbiye ve emaneti kabul edip şahitliği taahhüt eylediler.
Hasılı insan hiçbir şey değil iken, âlemlerin Rabb'ının, rablığının gereği
olarak, bir üreme ve gelişme kanununun etkisi altında yaratmasının ve
terbiyesinin eseri olarak şuursuz zerreler halinde meydana çıkarılıp bütün
duyguları ve zevkleriyle şuurlu birer insan fıtratına geçtiler, birer insan
kimliği ve kişiliği aldılar, hiçbir muhalefette bulunmadan ve bulunamadan ilâhî
takdire uydular, o vakit onlarda inkâr, küfür ve inat yoktu, dış dünyadan
hiçbir şey tanımıyorlardı. İşte böyle kendileri hiçbir şey değil iken bir
zürriyet halinde sulb (bel)den alınıp, ana rahminde döllenme ve büyümeye atılan
ve mutlak "Ben" ve "ben ötesi" ilişkisi içinde zaruri bir
şahitlik ve görüntü, bir etki-tepki ilişkisinin sonucu olan bir şuur fıtratına girip,
mükemmel bir akıl ve idrak, bir anlama ve anlatma, bir irade ve hür seçim
hayatının gelişmesine doğru giden, bütün oluşum süreci içindeki faaliyetlerinde
yalnızca
O'nun emrine, kanununa boyun eğiyor ve ancak
O'ndan yardım ve destek alıyorlar. Ve gerektiğinde bunun böyle olduğunu
söylemeyi, şahitlik edip dile getirmeyi de bir boyun borcu biliyorlardı. İşte
Âdem'in ilk evladından itibaren herkes Rabbinin verdiği ve emrettiği insan
fıtratını, O'nun verdiği vücuda şuhudu alıp kabul etmekle Rabb'i ile kendisi
arasında böyle bir icap ve kabulün sonucu olan bir fıtri akit (doğal bir
sözleşme) altına girmiş ve kendi varlığında Rabb'ine şahitliği ve O'na kulluğu
taahhüt etmiştir. İşte bu mukavele ve fıtrî misak, insanlığın dindarlığının
başlangıç noktasıdır. Bu nokta dindarlığın olduğu kadar, hukukun, ahlâkın,
sosyal hayatın ve medeniyetin de başlangıç noktasıdır, çekirdeğidir. Birçok
tefsir âlimi, demişlerdir ki, burada bu şahit tutma ve misak alma olayı,
temsili bir mânâdadır. Allah Teâlâ bütün insanları fıtratlarının başlangıcında
tevhid inancına ve İslâm'a kabiliyetli olarak yaratmış, objektif ve subjektif
delillerle Allah'ın rablığını algılayabilecek şekilde ve İslâm'a yatkın olarak
halketmiş olduğunu böyle bir temsilî istiare (sembolik bir ifade) yoluyla
tasvir etmiştir. Şöyle ki: Allah Teâlâ'nın beşer varlığına akıl ve basireti
yaratılıştan ihsan etmesi ve bunlar için iç dünyada ve dış dünyada bir takım
deliller meydana koyması ve böylece onları mükemmel bir şekilde donatıp kendi
Rablığını bilmeye, tanımaya yöneltmesi, diğer taraftan insanların da doğuştan
gelen bu donanımlarla Allah'ı tanımaya yönelmiş olmaları, Allah Teâlâ'nın
onları emir ve hitap yoluyla itirafa sevketmesi, onların da tereddüt etmeden
bunu kabul ve icabete koşmaları şeklinde benzetme ve istiare olarak tasvir
buyurulmuştur. Nitekim "Daha sonra gök ile yere buyurdu: Her ikiniz de
ister istemez gelin, dedi, onlar da isteyerek geldik, dediler." (Fussilet,
41/11) âyetinde de emre icabet böyle bir temsilî yolla ifade buyurulmuştur.
Bunda da bilinen şekliyle ve gerçek hayatta olduğu gibi karşılıklı konuşma ve
sözleşme şeklinde bir mukavele düşünmek gerekli değildir. Sanki öyle denilmiş
ve karşılığında öyle cevap alınmış gibi hukukî geçerliliği olan kuvvetli bir
fıtrî misak vardır. Yani, bu sözleşme dille söylenmiş, sözlü ve ikrara dayanan
kelâmi mahiyette bir misak değildir, bir marifet kuvvetinin, bir tanıma
olgusunun doğal durumu açısından bir fiilî misak demektir. Kur'ân'da ve diğer
semavi kitaplarda bunun gibi temsilî anlatımların bulunduğu herkesçe bilinen
bir şeydir. Bu türlü anlatımlar herkes tarafından kolay anlaşılmayı sağlar.
Kelâmcılar da hep bu görüşü savunmuşlardır. Fakat dikkat edilirse burada başka
önemli bir nokta vardır. Asıl mesele insanların yalnızca iç dünya ve dış
dünyadaki delillerden hareketle Allah inancına kavuşmaları değil, insanın
yaratılış olayının bilfiil bu delillerden biri olması, her insanın, bizzat
kendi varlığıyla ve cinsinin varlığıyla Rabbin varlığına ve birliğine şahitlik
etmekte oluşu, kendi varlığının Rabbin varlığına delil oluşudur. Henüz bu
şahitliği kendisi aklı ve dili ile yapmamış olsa bile, bizzat yaratılışıyla
bunu deruhte etmiş oluşudur. Başka bir deyişle insanlar için Allah'ı tanıma,
Rabbin birliğine inanma, hakka boyun eğme meselesi, yani iman ve İslâm
meselesi, yalnızca bilimsel delillerle elde edilecek sırf nazari bir bilgi
meselesi olmayıp, kendi fıtratında yaratılıştan var olan ve şuhud-i nefsî (iç
gözlem) denilen kendi içini duyma ve genel olarak kendisinin kendisi olduğunu
tanıma şuuru ile birlikte kendi varlığında, daha doğrusu varlığının özünde
gerçekleşmiş olan kesin bir tanımadır. Şu kadar ki, kendi varlığının farkında
olma gibi açık seçik değildir, kendini tanımanın altında yatan bir gizli
şuurdur ki, açık bilinç ile duyulup farkına varılması dikkatini kendi içinde
keskinleştirmeye veya içten ve dıştan gelen bir uyarıcıya muhtaç olan bir
farkına varmadır. Zira insanın böyle sezgi yoluyla duymuş olup da bilinç
yoluyla farkına varamadığı bir takım derin olguları vardır ki, bir veya
mükerrer uyarıcılar sayesinde onun farkına varır. İşte Allah inancının temeli
olan içimizdeki ilâhî sezgi de mutlak anlamıyla "benlik ötesi"
bilinci gibi, böyle şuhudî bir tanımadır. Nefis fıtratı içinde merkezleşmiş bir
içgüdüdür. Daha sonra bu şahitliği eda ve ifa etmeyen, yani ikrar edip yerine
getirmeyen, hatırlatma ve uyarılara rağmen inkâr ve küfürde ısrar edenler, ya
kendi vicdanına karşı direnmiş ya da fıtratı bozulmuş, kendilerinde
yaratılıştan ihsan edilen bu tabiat kalmamış olan, yani kavlen veya fiilen bu
ahdi bozmuş ve kendilerine yazık etmiş olan zavallılardır. Nitekim Fransız
filozofu Auguste Comte, insan üç hâl geçirir: "Birinci devirde ilâhî,
ikinci devirde tabiatüstü, üçüncü devirde de tabiî olur." dediği zaman
önce bu fıtratı hissedip itiraf ediyor, sonra da kendinde o fıtratın bozulmuş
ve bozukluğun kesinleşmiş olduğunu ilan eylemiştir ki, bu durum onun bütün
insanlığı görmesinde değil, yalnızca kendi nefsindeki değişmeyi ve fıtrat
bozukluğunu görerek, bütün insanları da haksız yere kendine kıyas
etmesindendir. Halbuki terakki ve tekamül, fıtratın bozulmasında değil,
gelişmesinde ve inkişaf etmesindedir. Zaten fıtratın bozulması "Sonra
onların yerini dejenere olmuş bir nesil aldı." âyetinde de görüldüğü gibi,
bir gerilemedir. Şimdi mesele "marifetullah" denilen Allah'ı tanıma
duygusunun, öyle bir fıtrî bilgi ve insanın buna şahitlik etme görevini
yüklenmiş bir fıtrî şahit olması açısından ele alınınca, bu misakın sırf
tekvini (yaratılışla ilgili) olmayıp, aynı zamanda emri ve kelâmı, yani söze
bağlı bir özelliği de bulunduğunda şüphe etmemek gerekir. Zira mesele yalnızca
ilk yaratılış anını ilgilendirmiyor, aynı zamanda hayatta olduğu müddetçe bunu
insanın kendi içinde hissetmesi olgusunu da ilgilendiriyor. Mesele bilinç ve
içgözlem ile de yakından ilgilidir. Yalnızca yaratılışa ait tekvini bir olay
olsa idi, daha sonra bu şehadeti eda etmeyen hiç kimse bulunmamak gerekirdi. Ve
nefse ait şahitliğin söz konusu olduğu her hangi bir bilinç olayı ise her hal ü
kârda lafzî kelâm ile değilse de, nefsî kelâm ile ilgili olmaktan uzak kalmazdı.
Çünkü ruh, bir ilâhî emir olduğundan bütün ruhsal olayları ve bilinçle
algılanabilen şeyleri, farkına varılabilen olaylardan sayılmak gerekir. Her
şuurda ruhsal bir tebliğ vardır ki, kelâmın da özü odur. Şuur ile ilgili
olmayan oluş ve sezgilerde bu tebliğ yoktur. Bundan dolayı bir ruhun, bir şuur
gücünü yaratması, aynı zamanda onu kendisine duyurması, yani ifadeye
zorlamasını da gerektirir. Şu halde söz konusu misak tekvinî olmakla beraber,
ruhsal ve sözel özelliği de haiz olduğundan, buna mukavele demek de doğru olur.
Ancak bu hitap lafzî kelâm ile değil, meleklere olduğu gibi, nefsî kelâm ile
yapılmış bir tebliğ şeklinde algılanmalıdır. Alış bir tekvin, şahit getirme ise
ruh üflemeyle ilgili bir tekvin ve tebliğ "Rabbiniz değil miyim?"
hitabı benlik ötesinden bir takrir, buna karşı "Evet Rabb'imizsin" de
bu tekvin, şahit getirme ve takrire mutlak bir boyun eğme, ruhsal bir
kabullenme ve gereğini yerine getirmeyi taahhüt etmedir. Her insanın,
insanlığının özünü oluşturan "ben" ve "ben değil" bilincinin
içinde işte bu taahhüt yatmaktadır. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
hitabının başında "dedik ki" veya "diyerek" şeklinde bir
müteallâkın bulunmayıp bunun mukadder (gizli) bırakılması da bunun bir lafzî
kelâm değil, nefsî kelâm olduğuna işaret eder. Sonra bilinmektedir ki, şer'î ve
hukukî anlamda bir sözleşme akdinin hakikatı bir icap ile bir kabulün
arasındaki bağlantıdır. Bu icap ve kabulün, her zaman lafzî kelâm ile olması da
şart değildir. Asıl akit, iki kişinin bir maksatta birleşmesi, fikir birliği
etmesidir. Taraflardan rızaya, yani itirazın terkine delalet eden her hangi bir
hareket de icap ve kabul olabilir. Şu halde bu misak, sırf akıl ve istidlal
gücünün tekvinî anlamda dahi olsa şeriat ve hukuk açısından geçerli olan hakiki
bir akit ve misak demektir.
Ancak bu bakımdan söz konusu mukaveleye,
mukavele diyebilmek yine de temsilî ve mecazi bir anlam taşır. Fakat
açıkladığımız mânâ ile bu tekvinin ruhi olması ve bir nefsi kelâm özelliğini de
taşıması bakımından buna mukavele adı verilmesi dahi hakikat olur. Nitekim ilk
devir tefsir âlimleri de bunu bir temsil değil, bir hakikat olarak rivayet ve
izah etmişlerdir. Bundan dolayı formülü sadece bir temsil değil, aynı zamanda
bir hakikattir.
Gelelim bu misakın ne vakit meydana geldiğine:
Bu hususta da üç görüş vardır:
1- Birçokları zürriyetin, baba sulbünden ilk
yaradılışında ve daha ana rahmine konulmadan önce meydana geldiğini
söylemişlerdir ki, bunlar âyetteki şahit tutma ve hitaba mazhar olma zamanının
bu zaman olduğunu söylemişlerdir. Bu "ahiz" (olma) zamanı, zürriyetin
sulbden ana rahmine konduğu zaman değil, zürriyetin baba sulbünde varlık
alanına çıkması, ilk meydana gelmesi demek olduğunu savunmuşlardır. Gerçekten
de zürriyet, nesil ve evlad demek olmakla birlikte, bunun asıl mânâsı gayet
küçük karınca demek olan "zerr"den veya saçılmak mânâsı gayet küçük
karınca demek olan "zerr"den veya saçılmak mânâsına
"zürur"dan alınmış olarak üreme suyu içindeki canlı zerreciklerdir
ki, hem tekli anlamıyla, hem çoğul anlamıyla kullanılır. Şu halde bu görüşe
göre, bu şahid tutma (işhad) ve "elestü" hitabı, babanın sulbünden
çıkan bu zerrelere, ilk çıktıkları sırada, yani yaratılır yaratılmaz
yapılmıştır. Bu da bu zürriyetin bütün insan varlığını kapsayan bir canlı, yani
büyümeye aday bir insancık olduğunu kabul etmekle mümkün olur. Lâkin bizim
açımızdan bu böyle değildir. Ve hatta "Biz onu şekilden şekile sokarak
yarattık." (Müminun 22/14) ve benzeri Kur'ân âyetlerine de zahiren ters
düşmektedir. O zerrecikler bilfiil insan değil, bilkuvve bir insancık
sayılabilir, ancak döllenme sonucunda bir insan olabilmeye aday bir hücrenin ve
belki henüz hayvani hayat haline gelmemiş bitkisel hayatta bulunan bir
tohumcuğun, bundan insan yaratılacaktır ihtimaline binaen, insan sayılması ve
insan yerine konulması bizce doğru değildir. Buna henüz insanî ruh bile
üflenmemiştir. O halde bunların kendi nefislerine şahit tutulmaları ve hitaba
muhatap olmaları uzak bir temsil ihtimalinden başka bir anlam ifade etmez. Bu
arada bazıları daha da ileri giderek, demişlerdir ki, zürriyetler üzerindeki bu
misak, kendi babalarının değil, ta Âdem aleyhisselamın sulbünden çıkarıldıkları
zaman yapılmıştır. Çünkü bu mânâda rivayet olunmuş bazı hadisler vardır ki,
bunlardan birinin özet olarak anlamı şudur: Allah Teâlâ Âdem aleyhisselamın
zahr(sırt)ından kıyamete kadar yaratacağı zürriyeti çıkardı ve onlara "Ben
Rabbiniz değil miyim?" dedi, onlar da "evet Rabbimizsin" dediler
ve o gün takdir kalemi kıyamete kadar olacak şeyleri yazdı, bitirdi. Yani,
"Kıyamete kadar ne kadar insan gelecekse hepsi Âdem'in sulbünden çıkan
zürriyetlerle yazılıp takdir edildi ve bundan böyle beşerde üreme ilâhî bir
kanun oldu." Bütün insanlar zincirleme olarak o zürriyetlerden gelecek
onların sülâlesi zürriyetlerden olacak ve bunun dışında Âdem'in yaratıldığı
gibi başka âdemler, kıyamete kadar bir daha yaratılmayacak. Âdem'in sulbünden
çıkan zürriyetlerden her biri böyle kendi sülâleleri olacak olan zürriyetleri
de zincirleme olarak ve üreme özelliğini de bir potansiyel kuvvet halinde
kazanmış olarak yaratan ve terbiye eden yüce yaratıcının hükmüne ve kanununa
zorunlu bir şekilde uymuş bulunarak meydana gelecekler. Nihayet O'nun birliğini
ve Rab'lığını tanıyıp itiraf eylemek üzere bir terbiye, bir özellik kazanmak
suretiyle belli bir taahhüde ve misaka bağlanmışlardır. Bunun için bir kısım
tefsir âlimleri, âyetteki misakı da hadisi şerifteki bu misaktan ibaret gibi
anlamışlar ve misak vaktinin Âdem'in sulbünden zuhura geldikleri sırada
olduğuna hükmeylemişlerdir. Lâkin hadiste "Âdem'in sırtından" âyette
ise "Âdem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini (almış) ve onları
kendilerine şahit tutmuş." (A'raf, 7/172) buyurulmuştur. Ayrı ayrı mânâlar
ifade eden bu değişik kelimelere iyice dikkat edildiği zaman aradaki farkı
görmemek mümkün değildir. Hadis, beşerin üreme kanununun ilk uygulama alanına
konduğu zaman meydana gelen ilk zürriyet kapsamında bir potansiyel kuvvet
olarak gerçekleşmeye başlayan türün toptan misakını açıklıyor. Âyet ise bu
kanun uyarınca bilfiil meydana gelen zürriyetin her birinin kendine mahsus olan
ferdî misakını ifade ediyor. Bundan dolayı hadis, âyetin ayrıntılı olarak
açıkladığı kanunun başlangıç şeklini, âyet de hadisin zımmen (kapalı bir
şekilde) ve topluca ifadesinin her nesilde ayrıntılı olarak nasıl meydana
geldiğini açıklayıp ifade etmektedir. Bunun için âyet ile hadis, karşılıklı
olarak birbirini izah etmekle beraber ifade ettikleri şey tıpatıp birbirinin
aynı ve eşiti değildir. Genel olarak ve topluca insan türünün misakı Âdem'in
sulbünden başlamış, fakat ayrıntılı olarak kişilerin misakı da bilfiil kendi
babalarının sulbünden başlamıştır. Yani Zeyd'in misakı, Amr'ın misakı değildir,
anaların ve babaların misakları da evlatların misakı değildir. Fakat tür olarak
birbirine benzer ve hepsi de bir köke bağlı ve aynı rablık ilkesine racidirler.
Aslında taahhüdün mahiyeti de bu terbiyenin mürebbisi, bu kanunun koyucusu olan
yüce yaratıcının nimetine şükürdür. O'nun koyduğu hükümlere boyun eğmek,
birliğini ve rablığını itiraf ve ilan eylemektedir ki, İslâm budur. Şu halde bu
âyet gereğince herkesin kişisel taahhüdünün başlangıcını, türün taahhüdünün
başlangıcı olan Âdem'in sulbünden saymak doğru değildir. Bir de türün bütün
fertleriyle toptan varlığı, sırf vücud-i zihnî (zihni varlık) kabilinden olduğu
ve bu bakımdan Âdem ismi türün bir temsilcisi sayılması açısından hadisteki
ruhi misak Âdem'le birlikte bütün beşer türünün bir misakı diye ifade edenler
de olmuştur. Nitekim Kâ'b-i Kurazî'den böyle bir rivayet de vardır. Bu
rivayetten, haksız yere ruhların tenasühü (reankarnasyon) fikrine sapanlar da
olmuştur. Halbuki âyet, tenasüh fikrinin tamamiyle karşısındadır.
2- İbnü Atıyye'nin ifadesine göre, bazıları da
bu misak ve teahhüdün zamanının, büluğa erme çağı olduğuna kail olmuşlardır.
Zira bir zürriyetin nefsine tamamiyle şahitliği, kendisinden zürriyet çıkmaya
başladığını gördüğü buluğ zamanında meydana gelir. Ve tam anlamıyla kendini
tanımaya başlaması da o vakittir. Âyette ise "ahz" (alma) ve
"işhad" (şahit getirme) söz konusu edilmiştir. Bundan dolayı bulûğa
ermeyenlerin henüz taahhütleri yok demektir. Ve âyetten bu mânâyı anlamak
hususunda iki vecih vardır: Birisi zamirleri zürriyete irca olunmakla beraber,
zürriyete tam ve kamil veled, "ahze" de ıstıfa-yı bâliğ (ergenin
seçmesi) mânâsı vermek ve bu suretle ahz ve işhad zamanını birleştirmek veya
"ahz" zamanı ile "işhad" zamanını ayırıp, misakın evvelini,
"ahz" vaktinden "işhad" vaktine kadar devam eden bir süre
içinde başlamış ve "işhad" vakti olan bülûğ zamanında taahhüdüyle
tamam olmuş diye anlamaktır. İkincisi bu zamirleri zürriyete değil, "Beni
Âdem"e irca etmektir ki, bu suretle âyetin mânâsı, Âdemoğulları'ndan her
biri sulblerinden zürriyetlerin çıkmaya başladığı ve bu suretle nefislerini
duyup kendilerine karşı kendi öz gerçeklerine ve Allah'ın nimetleriyle
terbiyesine şahid oldukları sırada bu bülûğlarıyla diye Allah'ın nimetini ve
terbiyesini kabul edip, O'nun rablığına boyun eğip, birliğini tasdik ile
Allah'ı tanımayı ve O'na kulluk etmeyi taahhüt ettiler. Bülûğ hükmü gelince
"baliğ olmayız ve bu zevki duymayız demediler" demek olur. Bu güzel
bir mânâdır, fakat bülûğ vakti bu misakın akti ve taahhüdü zamanı değil,
bilfiil icrası zamanı olduğunu da unutmamak lazım gelir.
Bunun için:
3- Birçok tefsir âlimleri, bu misakın
başlangıcının, zürriyetin baba sulbünden çıkıp ana rahmine düşmesiyle başlamış
ve orada alak (kan pıhtısı), mudğa (bir çiğnem et), ızam (kemik) ve etlenme
aşamalarından ve terbiyelerinden geçerek yaratılışı belirgin hale gelip
"Sonra onu başka bir yaratılışla meydana getirdik." uyarınca ruh
üflenerek insan şeklini aldığı zaman taahhüdünün meydana gelmesiyle tamam olmuş
olduğunu ve büluğ zamanı gelince de bu taahhüdün bilfiil icrası vaktinin gelmiş
olacağını, yani teklif ve vazifenin başlangıç zamanı bulunduğunu
söylemişlerdir. Fıkıh Usulü'nde beyan olunduğu üzere her ferdin insani
şahsiyeti, hukukî ehliyeti bu misak ile bu taahhüt zamanından başlar ve bülûğ
zamanına kadar gelişmesini tamamlayıp tekemmül eder. Bülûğdan başlayarak da
görevler ve sorumluluklar teveccüh eyler. Bunun ilk hukukî sonucu hayat
hakkıdır. Çocuk ana karnına düştüğü andan itibaren ana-babasına ve topluma onun
hayat hakkını gözetmek bir vazife olur. Bundan dolayıdır ki, düşük yapmak bir
suçtur. Ve bunun içindir ki, çocuk düşürmeye sebep olanların diyet ödemeleri
gerekir. Ana karnındaki cenîne irs (miras) ve vasiyet sahih ve geçerlidir ve
söz konusu cenînin büluğuna kadar lehine olan bütün tasarruflar da yine
geçerlidir. Bundan evvel, yani çocuk ana rahmine düşmeden önce ise zürriyetin
insani şahsiyeti ve hakları belli değildir. Ancak baba sulbünde zuhura
gelmesiyle birlikte müphem ve şüpheli birtakım hakları vardır. Mesela, azil,
din açısından mekruhtur. Şimdi âyetin içine aldığı bazı imaları da hesaba
katarak meâlini şöyle ele almalıyız: zamirleri zürriyete raci' olmakla birlikte
babaları olan Âdemoğulları'na veya hepsine de rucûu ihtimali vardır ve
"sizin Rabb'iniz değil miyim?" sorusunun anlattığı minnet mânâsı,
sözün gelişi dolayısıyla bu uyarı şu anlamları hatıra getirmektedir: Bilindiği
üzere insan, insan olmadan önce kendini duymazken, sonra duyar ve tanımaya başlar
"ben benim" der. İşte bunu diyebilmek, onu ona veren Rabb'ine gizli
bir duygu ile boyun eğmeyi ve kendi içinde O'na şahitlik etmeyi gerektirir.
İnsanın bütün varlığıyla kendi benliğini tanıması ve müşahede etmesi de bülûğa
erdiği andan başlar. Âdemoğulları'ndan bir babanın sulbünden bir zürriyetin
alındığı anda Rabb'inin bu hükmüne öyle bir zevkle boyun eğmesi ve uyması,
O'nun rablığının işine öyle bir şahitliği vardır ki, bu anda bütün heyecanıyla
nefsini duyarken adeta kendinden geçer de Rabb'ının verdiği nimetin zevkine
gark olur. Kendisinin baba sulbündeki halini kendisine hatırlatan bu anda, o
babanın nefsinde Rabbinin "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına
"evet Rabbimizsin" demekten başka hakim bir duygu yoktur. Ve her
insan bülûğ anında bu zevki ve heyecanı kendinde duyar ve müşahede eder. Bunu
müşahede edebilmesi de daha önce Rabbinin emrine uyup insanlık ruhunu almasının
bir sonucudur. Şimdi babadaki bu zevk ve neşve de hakikatte ondan alınan
zürriyet dolayısıyla kendini hatırlayıp Rabb'ine taahhüdünü yerine getirmesi
içindir. O zürriyetin baba sulbünde ilâhî yaratma ile belirlenip sperma
hücreciklerinin yine Allah'ın yönlendirmesi altında bir birleşme sonucunda
şevkle ana rahmine geçmek için harekete geçirilmesi yüzündendir. Her insan
aslında böyle bir zürriyet iken Rabb'ının terbiyesine uyarak ana rahminde
takdir edilen rızıklarla beslenip alâk ve mudğa aşamalarından geçerek belli bir
şekle büründürülmüş ve en sonunda "sonra onu başka bir yaratışla
yarattık" gereğince sırf Rabbani bir emir olan ruh üflenmek suretiyle
kendisine mahsus bir yapıya ve şahsiyete sahip kılınmıştır. İşte Rabbinin
hitabını kendi nefsinde duyup kendi varlığına karşı yaratıcısını itiraf etmiş
O'nun birliğine ve rablığına şahitlik etme görevini üstlenmiş bir kişi olarak
insan şahsiyeti kazanmıştır. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
hitabına "evet Rabbimizsin" demiştir. Her insan yaratılıştan gelen
bir bilinçle böyle bir taahhüdün altındadır. Kendini tanıma nimetinin gereği,
kişinin haddini bilmesi ve kendisini yaratana şahitlik ederek O'nun hükmüne
boyun eğmesidir. Şu halde kendini tanımanın tekemmül ettiği bülûğ çağından
itibaren Allah'a karşı bu şehadet görevini ve kulluğunu yerine getirmesi
insanın vazifesidir.
Biz şahitlik ettik, yani Âdemoğullarının
sulbünden alınıp kendi özüne karşı şahit olabilir gerçek bir insan fıtratı
verilen her zürriyetin üzerinde yaratılıştan böyle bir taahhüt bulunduğuna Biz
azimuşşan şahitlik ettik: "Allah şahitlik etti ki, kendisinden başka tanrı
yoktur. Buna meleklerle birlikte ilim sahibi olanlar da adalet ve hakkaniyetle
şahitlik ettiler." (Âl-i İmran, 3/18) âyetinin hükmü gereğince şahitlik
ettik. O şahitlik alma, "elest" ve "belâ" vaktini onlara
âyetimizde hatırlattık ki, ey kâfirler, kıyamet gününde, işin sonucu bütün boyutlarıyla
ortaya çıkınca, biz bundan kesinlikle gafil idik demeyesiniz. Kendi nefsimizi
duymak, ruh ve şuur sahibi olmak, hakkı kabul etmeyi ve kendimiz üzerinde
Sen'in rablığını ve birliğini tasdik eylemenin bir taahhüt olduğunu ve
kendimizi duymanın, kendi varlığımızın Senin varlığına, birliğine ve Rablığına
bir şahit bulunduğunu gerçek bir bilinçle açıkça duymuyorduk, gizli olan bu
taahhüdü bize açıkça hatırlatıp anlatma lütfunda bulunmadın diye itiraz
etmiyesiniz.
173- Veya şirki daha önce atalarımız yaptı,
onu biz değil, fakat onlar çıkardılar. Ve biz onlardan gelen bir zürriyet idik.
Kendimizden haberimiz yok, yol ve delil bilmez, atalarımızın istedikleri yere
sürüklenmiş atılmış, şuursuz, aciz, buna mecbur kalmış kimseler idik, günah
bizim değil, onlarındır. Bu günah mecburi olarak bizim üzerimizde kalmış olan
bir mirastır. "Şimdi o iptalcilerin yaptıkları günah ve suçla bizi sorumlu
tutup helâk mi edeceksin, demeyesiniz." Zira size o kıyamet günü gelmeden
haber verildi ki, her zürriyetin kendi başına bir taahhüdü vardır. Evvela
zürriyetler babalarının sulbünden alındı, çıkarıldı, ayrıldı, onlardan ayrı bir
fıtrat ve görev verildi. Öyle sırf zürriyet olarak şuursuz bırakılmadı. Kendi
nefisleri kendilerine duyuruldu. Kendilerinden de başka zürriyetler çıkarıldı
ve bu suretle kendiniz kendinize karşı, Rabbinizin "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" hitabına doğrudan doğruya şahit oldunuz lâkin şahitliğinizi
yerine getirmediniz ve şirke gittiniz. Şu halde sizler babalarınızın
taahhüdünden değil, bizzat kendi taahhüdünüzden ve kendi suçunuzdan sorumlu
olacaksınız.
174- İşte Biz âyetlerimizi böyle açıklar,
ayrıntılarıyla böyle ortaya koyarız, ve bu ayrıntılı açıklamayı, o taklitçiler
belki gerçeğe dönerler diye yaparız.
175-Ey Resulüm, onlara hatırlat. ve
kendilerine şu alçağın kıssasını da oku ki, o alçağa âyetlerimizi vermiştik,
ilmî ve dinî haysiyeti vardı. İşte o alçak, âyetlerimizden sıyrıldı çıktı da
onu şeytan kendisine uydurdu, o da sapıklardan biri oldu.
176- Ve eğer dileseydik hiç şüphesiz Biz onu o
âyetlerle yükseltirdik. Lâkin o alçak, yere saplandı, dünya ve sefalete
meyletti, kendi heva ve hevesine uydu da o âyetlerden sıyrıldı, dinden çıktı,
alçaldıkça alçaldı. Demek ki, yükselmesine ilâhî irade meydan vermedi, kendi
haline bırakıldı da bu düşüşten kurtulamadı. Bunun Hz. Musa zamanında
İsrailoğulları âlimlerinden Bel'am b. Ebr veya Ken'anîler'den Bel'am b. Baura
namında birisi olduğuna veya Araplar'dan Ümeyye b. Ebissalti Sakafî hakkında
nazil olduğuna dair bir kaç rivayet vardır. Bel'am'ın bazı ilâhî kitaplara
bilgisi vardı, duası makbul bir veli iken Arz-ı Mukaddes'e girme meselesinde
Hz. Musa'nın veya Yuşa'nın aksine dünya sevgisi ile zorbalara arka çıkmıştı.
Ümeyye b. Ebissalt da bazı din kitaplarını okumuş ve bir peygamberin geleceğine
inanmıştı, o gelecek peygamberin kendisi olması ümidine kapılmıştı. O sırada
Hz. Muhammed'e peygamberlik verilince hasedinden dolayı küfre sapmıştır.
Diyebiliriz ki, asıl kıssa Bel'am olduğu halde nüzul sebebi Ümeyye olmuştur.
Fakat âyet şunu gösteriyor ki, kıssadan maksat herhangi bir şahsın tarifi
değil, onun halini dile getirmek ve karakterini söz konusu etmektir. Madem ki,
o heva ve hevesine uydu, dinden sıyrılıp çıktı ve insanlık bakımından alçaldı,
işte artık onun temsili bir köpek temsili gibidir, sen onu sevketsen de kehler,
bıraksan da kehler, yani onu yorsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline
bıraksan da dilini çıkarıp solur, hiçbir zaman ıstıraptan, acıdan kurtulamaz.
Köpeğin en aşağılık hali de başka hiçbir hayvanda bulunmayan bu soluyuştur.
İşte o kimsenin halindeki düşüş, köpeğin mesel olmuş olan bu aşağılık hali
gibidir. Yani alçalmanın en son kertesidir. "Onları uyarsan da, uyarmasan
da birdir." (Bakara, 2/5). İşte bu mesel âyetlerimizi inkâr eden o kavmin
meselesidir, ki onlar, "Tevrat'ı miras alan ve onu şu alçak dünyanın
çıkarlarına değişen o bozuk nesildir." O inkârcı kavimdir. İşte sen onlara
bu kıssayı anlat ki, belki biraz düşünürler. İçlerinde bundan ders alacaklar
bulunur. Yani sen, bu ihtimali de hesaba katarak anlat.
177- Bak ne çirkin mesele mazhar o kavim ki,
âyetlerimizi inkâr ettiler ve üstelik kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Kendilerinde azıcık düşünce olanlar, kendilerinin bu çirkin hallerini ve bu
çirkin mesellerini bir kere düşünüp de utanmaz mı?
178-Fakat Allah kimi hidayete erdirirse
hidayeti bulan o olur. Kimi de dalalette bırakırsa, hüsrana düşenler de işte
onlardır.
179- Gerçekten de yemin olsun ki cinlerden ve
insanlardan bir çoğunu da cehennem için yarattık, ki bunlar hüsranlarına
haklarında ezeli hüküm verilmiş mahluklardır. Lâkin sırf cebir tarikiyle ve
kendilerinin yaptıkları ve sebep oldukları şeyler hesaba katılmadan ve dikkate
alınmadan cehennemlik olmuş değillerdir. Aslında başlangıçta "ahseni
takvim", yani en güzel biçimde yaratılmış, şuur fıtratını taahhüt etmiş
iken sonra "esfeli safiline" düşmüş ve cebren kurtarılmalarına ilâhî
meşiyetin ilgisiz kalmış olması bakımındandır. Allah Teâlâ ezeli ilmiyle
biliyordu ki, bunlar ileride irade ve hürriyet sahibi oldukları zaman
taahhütlerini yerine getirmeyecekler ve görevlerini yapmayacaklar,
fıtratlarındaki emaneti, şühudu ve marifeti ve diğer güçlerini hak yolunda
kullanmayacaklardır, "Alçaklığa saplanıp kalacaklar ve heveslerine
uyacaklardır." İşte o zaman Allah, onların kalplerini ve ruhsal
melekelerini mühürleyecek, hakkı duymak kabiliyetleri kapanacak, bundan böyle
onlara öyle bir yaratılış ve huy verecek ki, artık sırf cehennemlik olacaklar.
Allah bunun böyle olacağını, son durumlarının cehenneme varacağını bile bile
onları yarattığı için ta başlangıçta, sonu cehennemlik birçok halk yaratmış
oluyordu. Bu ise Allah Teâlâ'nın onları doğrudan doğruya cehenneme zorlaması
değil, cennete zorlaması, sonu bir taraftan cennete, bir taraftan cehenneme
giden, kârlı olabileceği gibi, zararı da olan bir hayata, kâr yolunu taahhüt
ettirerek atması fakat taahhütlerinin yerine getirilmesini kendilerine
bırakması ve onların üstlerine yüklemesidir. Şüphe yok ki, bu taahhüdün yerine
getirilmeyeceğini bile bile o yüklemeyi yapmak, sonuç olarak onların lehine
değil, aleyhlerine olan bir durumdur. Allah dileseydi onları taahhütlerini
yapmaya zorlayabilirdi ya da hiç yaratmazdı. O zaman da yokluk ve zorunluluk
kendileri hakkında hayat ve hür seçimden daha hayırlı olurdu. Bu onlar
açısından belki hoşlanılmayan bir şeydir, ama sonuç bakımından daha hayırlı
olduğu kesindir. Bunu Allah neden dilemedi? Bu nokta sırf O'nun iradesine
bağlıdır ve hiçbir şekilde münakaşa edilebilir bir şey değildir. O'nun
iradesine müdahele olunamaz. O ne mecburdur, ne de sorumludur.
"Yaptığından sorumlu değildir." (Enbiya 21/23), başına buyruk ve
ortaksızdır. O'na bir şeyi vacip kılabilecek veya iradesine sınır koyabilecek
hiçbir şey yoktur. (En'âm Sûresi'nde 25. âyetin tefsirine ve yine aynı sûrenin
112. âyetinin Cin ve İns hakkındaki açıklamasına bakınız.)
Burada mutlak zorunluluk (cebr-i mahz)
olmadığına dikkat çekilerek buyuruluyor ki, onların kalbleri vardır.
Kendilerine duyacak bir kalb verilmemiş ve fıtrattaki misaka bağlanmamış
değillerdir. Lâkin bu kalblerle fıkıh etmezler, yani işi derinden derine
anlamazlar. Kendi vicdanında duyulması ve farkına varılması gereken şeye dikkat
etmezler, gereği gibi duyup anlamazlar, gözleri de vardır. Lâkin bunlarla
görülecek şeyi görmezler, kulakları da vardır. Lâkin bunlarla işitmezler,
işitilecek şeyi dinleyip duymazlar. Hasılı Allah'ın akıl ve duygu kuvvetlerini
insan gibi ve gerektiği şekilde kullanmazlar. İşte bunlar en'âm (hayvan)
gibidirler. Gönüllerinde, gözlerinde ve kulaklarında insanlığa mahsus olan mânâ
ve şuur bulunmaz. Hayvan gibi sadece bir gövde ve ses ile insan olunur sanırlar
ve yalnızca görünüş ile ilgilenirler. Veya bütün duyguları ve idrakleri
münhasıran bu dünya hayatındaki geçim sebeplerine yöneliktir. Belki bunlar
hayvandan da daha aşağı, daha şaşkındırlar. Çünkü en'âm denilen aşağı canlılar,
yaratılıştan ve doğuştan gelen amaçlarından sapmazlar, seçebilecekleri kadar
menfaat ve mazarratlarını seçerler, onları elde etmeye gücü yettiği kadar çaba
gösterir, tehlikelerden korunmaya çalışır. Hiçbir uzvunu yaratılış gayesinin
dışında kullanmaz, ileri gitmese de geri de kalmaz, yaratılışını değiştirmez.
Onlar ise aksine gelişmeye ve ebedi mutluluğa aday olan yaratılışlarından
gereği gibi yararlanmazlar, yararlanmak şöyle dursun onun bozulmasına sebep
olurlar da ebedi azaba götüren bir yola girerler.
Ve işte onlar o gafillerin ta kendileridir.
Tam anlamıyla gafil diye işte bunlara denilir. Zira beyinleri ve kalbleri var,
fakat şuurları yoktur. Nefislerine karşı şahit olmuşlardır da kendi özlerinden
haberleri olmaz, fıtratlarındaki misak ve taahhüdü duymazlar, aldırmazlar.
Kendi iç gözlemleriyle, fıkh-ı nefsî denilen kendi iç dikkatleriyle
duymadıkları gibi, dışarıdan gözlerine sokulan âyetlerin, kitabın ve
kulaklarına okunan hak kelâmının verdiği haberlerin şahitliğiyle de duymazlar.
Vücud var, vicdan namına bir şeyleri yoktur. Dini, bir vehim; kitabı, bir
eğlence; ilâhî kelâmı, bir musıki diye karşılarlar. ilâhî işlerle dünya işleri
arasındaki inceliğin farkına varmaz, kimin kulu olduklarını, neye veya kime
tapacaklarını bilmezler. Gönülleri boş heva, gözleri şekil ve resim, kulakları anlamsız
sesler, müsemmasız isimler peşinde dolaşır durur. Kendilerine kalb, göz, kulak
verip yaratan, yaratılıştan kendilerini rablık mîsakına taahhüt ettiren, Semî
(işiten), Basîr (gören) ve eşi-benzeri olmayan Allah Teâlâ'ya türlü türlü
şirkler koşarlar, gafletlerinden dolayı Allah'ı anmazlar, anarlarsa bile O'nun
münezzeh şanına layık olmayan isim, sıfat ve özelliklerle anarlar.
180- Halbuki Allah'ın esma-i hüsnası (güzel
isimleri) vardır. En güzel isimler O'nundur. Gerçi Allah zatında birdir
(ehaddir) ve zatının ismi Allah'dır. Fakat sayı olan bir gibi eşi ve benzeri
bulunabilecek şekilde bir birlikle değil, eşi ve benzeri bulunmayan üstün bir
birlikle birdir. Zatında yalnızca vahid değil, ehaddir: Cemâl ve celâliyle,
bütün sıfatlarındaki kemaliyle vahid ve her şeyin Rabb'i olan bir Samed'dir.
Bundan dolayı zati, izafi, sübutî, selbî, fiilî ve manevî özellikleri ve bu
özellikleri dile getiren isimleri vardır. İlâhî hitapta yer alan "Biz,
şehadet ettik, yarattık." gibi çoğul kiplerindeki azamet ve ihtişam, işte
ilâhî sıfat ve isimlerin bir araya gelmesinden doğan azamet ve yüceliği dile
getirir ki, Allah yüce ismi, bütün bu sıfat ve isimlerin hepsini içine alan bir
yüce isimdir. Allah ismi, Allah'ın kendisi gibi, eşi ve benzeri olmayan bir
isimdir. Sıfat ve isimlerin çokluğu, zatın çokluğunu gerektirmeyeceğinden o
isim ve sıfatların her biri Allah'ın eşsiz özelliklerinden birine delalet eder.
Âdem'e öğretilen de isimlerin en güzelleridir. Daha doğrusu en güzel isimler
Allah'a mahsustur. Öyleyse ey müminler, O'na o isimlerle dua ediniz, O'nu
onlarla çağırınız veya O'nu bu güzel isimlerle adlandırıp anınız. Ve O'nun
isimlerinde ilhad (yani yamukluk) edenleri terk ediniz. Mesela bedevîlerin
"Ey ikram ve yüceliklerin babası, ey akyüzlü, ey kurtarıcı!" demeleri
gibi, yanlış düşünceye ve kötü zanna sebebiyyet verecek bozuk ifadelerden ve
hadd-i zatında herhangi bir en üst düzeydeki kemali de ifade etmeyen isimlerden
uzak durunuz. Veya "Rahmân" ismini tanımak istemeyen müşrikler gibi,
sapık düşünceyle esmâ-i hüsnanın (güzel isimlerin) bazılarından yan çizmek
isteyen, mesela Kur'ân'da yer alan "Güçlü, intikam alan, büyüklük sahibi,
zorlu" gibi azamet ve sonsuz kudret ifade eden ilâhî isimlerin güzelliğine
itiraz etmeye kalkışan, ya da Allah'a mahsus olan esmâ-i hüsnayı Allah'dan
başkasına da aynen ıtlak edip vermeye kalkan, veyahut Arap müşriklerinin
yaptığı gibi, Allah'ın isimlerinden bazısını alıp müennes sigasıyla Allah
isminden el-Lât, el-Azîz isminden el-Uzza şeklinde kendi putlarına isim
koydukları gibi bir çeşit isim türetme yoluna sapan, mesela şuna buna ilâh,
(müzik ilâhı, gençliğin ilâhı, futbol ilâhı vs.) "ilâhe, mabud, mabude,
rezzak, hallâk diyen dinsizlere bakmayınız, onlara uymayınız, onların
inkârlarını kendilerine bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.
181-Cehennem için yaratılmış olan böyle
gafillere, böyle dinsizlere karşılık yarattığımız kimselerden öyle bir bir
ümmet, öyle üstün bir cemaat de vardır ki, hakka sarılarak rehberlik ederler ve
yol gösterirler ve hakkiyle adalet eylerler. Şu halde bunların oy birliğiyle
ortaya koydukları kararlara uymak, arkalarından gitmek hidayettir ve bütün
bunlar Allah'ın âyetlerindendir.
Meâl-i Şerifi
182- Âyetlerimizi inkâr edenlere gelince, biz
onları, bilemiyecekleri yönlerden derece derece düşüşe yuvarlayacağız.
183- Ayrıca ben onlara mühlet de veririm.
Fakat benim tuzak kurup helâk edişim pek çetindir.
184- Onlar arkadaşlarında herhangi bir cinnet
bulunmadığını hiç düşünmediler mi? O, açık bir uyarıcıdan başka biri değildir.
185- Allah'ın göklerdeki ve yerdeki mülkiyet
ve tasarrufuna, Allah'ın yaratmış olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin
gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bu Kur'ân'dan
sonra başka hangi söze inanacaklar.
186- Allah kimi saptırırsa onu yola getirecek
bir kimse yoktur. O, onları kendi hâllerine bırakır ve kendi azgınlıkları
içinde yuvarlanıp giderler.
187- Sana, ne zaman kopacak diye kıyamet
vaktini soruyorlar. De ki; onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onu tam
vaktinde koparacak olan O'ndan başkası değildir. Onun ağırlığına göklerde ve
yerde dayanacak bir kimse yoktur. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu çok
iyi biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki, onun bilgisi Allah katındadır.
Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
188- De ki, ben kendi kendime Allah'ın
dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye malik
değilim. Ben eğer gaybı bilseydim daha çok hayır yapardım ve kötülük denilen
şey yanıma uğramazdı. Ben iman edecek bir kavme müjde veren ve uyaran bir
peygamberden başka biri değilim.
182-183- O inkârcılara bilmiyecekleri bir
taraftan istidrac yaparız.
"İstidrac", aslında derece derece
çıkarmak veya indirmek demek olup, bir kimseyi arzusuna göre bir noktaya kadar
tedricen götürüp haberi olmayacak bir şekilde felakete atmak anlamına bir deyim
olmuştur ki, o kimse onu kendi yararına bir terakki, hayırlı bir gelişme
zanneder, gerçekte onun için o durum, bir anlamda uçuruma sürüklenmek demektir.
Allah Teâlâ'nın istidrac yapması da uzun süre bir kimse hakkında hayırlı olmayan
nimetler verip onun da bunu lütuf olarak görmesi ve kendi tuttuğu yolun kendisi
için hayır olduğunu sanması, bundan dolayı da gitgide gurur, kibir ve
taşkınlığını arttırması ve en sonunda da bütünüyle hayal kırıklığına uğrayıp en
acı ve en feci bir şekilde hakkında azab hükmünün gerçekleşmesidir ki, bu çok
çetin bir azap olur. Dış yüzüyle lutuf gibi görülen o nimetler, işin iç yüzü
açısından gerçekten bir kahırdır. İşte bundan dolayı buna bir keyd (hile, oyun)
adı verilmiştir. Bu bir zavallının başvurduğu bir hile bir keyd değildir,
Kâdir-i Mutlak olan Allah'ın, o kulun azabını şiddetlendirmek için lütuf
şeklinde ortaya koyduğu bir kahır ve hesaba çekme yöntemidir. Görülüyor ki, bu
istidracta manevî bir zorlama vardır. Fakat kulun inkârına bağlı bir ayrıntı ve
o inkârın bir cezası olan, yani kulun kendi hür iradesi ile yaptığı bir seçime
ilişkin olan ve ömrün belli bir noktasından başlayan bir zorlama (cebr) şekli
olduğundan, esas itibarıyla bir mutlak cebr değildir.
184- Bir defa olsun düşünmediler mi ki,
arkadaşlarında, yani ne zamandan beri bir arkadaş olarak görüşüp konuştukları
ve her bakımdan çok iyi tanıdıkları ve dostluğundan yararlanıp durdukları
Muhammed'in şahsında cinnet namına bir şey yoktur. O bir uyarıcıdan başka biri
değildir.
Hasen ve Katâde'den rivayet olunmuştur ki, Hz.
Peygamber bir gece Safa Tepesi'ne çıkmış, Kureyş'i boy boy, oymak oymak
çağırmış, Allah Teâlâ'nın azabından sakınmalarını hatırlatarak nasihat etmişti.
İçlerinden birisi "Bu adam iyice delirmiş, sabaha kadar bağıracak." demiş.
Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş.
185-186- Göklerin ve yerin melekûtüne hiç
bakmadılar mı? Göklerin ve yerin melekûtü demek, göklerin ve yerin memleketini
yaratan ve yöneten hayret verici rablık ve saltanat gücü demektir. Yani
âyetlerimizi inkâr edip, yalan sayanlar bütün bu âlemlerin düzenine ve Allah'ın
yarattığı herhangi bir şeye -bir kere olsun hiç bakmadılar mı? Bakıp da bunun
ne büyük bir kudret olduğunu, bütün varlıkları ve her şeyi yaratan, ayakta
tutan ve yöneten Allah'ın kudretinin ne büyük bir kudret olduğunu ve bütün
bunlarda sürüp giden rabbanî düzenin akışını bir an olsun düşünmediler mi?
Kâinat varlıklarından gerek her biri ve gerek o varlıkların bütünü birden yüce
yaratıcısının varlığına delalet eden bir delil ve O'nun birliğini dile getiren
bir kitap değil midir? Bunlara dikkat etmek ve bir insan ile bunlar arasındaki
bir bakışın nasıl bir bütünlük, nasıl Hakk'a götüren bir bağlantı ve nasıl bir
tevhid âyeti olduğunu iyice düşünmek insan olmanın bir gereği değil midir?
Bütünüyle kâinatın ve büyük küçük her şeyin gözlere sunduğu ve sunacağı bu
melekûtî manzara, Allah'ın birliğine ve Kur'ân âyetlerinin de dile getirdiği
rablığın işlerine yanılmaz bir şahit olduğuna şüphe mi vardır. Onlar buna bir
kere olsun bakmadılar mı? Ve şöyle bir göz atıp düşünmediler mi? Şöyle bir
tehlike vardır: Olabilir ki, kendilerinin eceli yaklaşmıştır. Başlarına kıyamet
kopmak üzeredir. Artık bundan -bu âyetleri de inkâr ettikten veya ecelden-
sonra, hangi söze inanacaklar?
187- Resulüm! sana o saati soruyorlar, onun
demiri ne vakit atılacak? diyorlar. Yani kıyametin kopacağı zaman ne vakittir,
"bu iş ne zaman olacak?" diyorlar. Bir rivayete göre, yahudilerden,
bazıları Hısl b. Ebi Kuşeyr, Şemuyil b. Zeyd Hz. Peygamber'e gelmişler. Onu
imtihan için "Ya Muhammed, eğer sen peygamber isen bize kıyametin kopacağı
vakti haber ver, çünkü biz onu biliyoruz, doğru söylersen sana iman
edeceğiz." demişler. Ancak belli bir vakit söyleyecek olursa onu
yalanlamaya da kararlı imişler. Bunun üzerine işte bu âyet nazil olmuş. Bir
başka rivayette Kureyş'den bazıları gelmişler "Ya Muhammed, seninle bizim
aramızda bir yakınlık var, bundan dolayı bize özel olarak onun vaktini lütfen
bildir." demişler. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş. Âyetlerin toplam
ifadesinden şu anlaşılıyor ki, bu olayların ikisi de olmuştur. Çünkü âyette iki
kere "sana sorarlar" buyurulması da bunun iki kere olduğuna işaret
sayılabilir. O göklerde ve yerde, (yukarılarda ve aşağıda, yükseklerde ve
alçakta, dış dünyada ve iç dünyada), ağır geldi. Ağırlığı hepsinin tahammülünün
dışında ve dayanılmaz boyutta oldu. Onun şiddetine ne yer dayanabilir, ne de
gökler. Onun koptuğu sırada etrafa saçtığı korkuya ne gök ehli dayanabilir, ne
de yeryüzündeki canlılar. Kıyametin vaktini, yani ne zaman kopacağını keşf ve
belirleme işi o kadar ağır ve güç bir mesele ki, bunu Allah'tan başka bilen
bulunmaz. "O size olsa olsa ansızın gelecektir". Başka türlü
gelmiyecektir. Sanki sen, bunu pekçok söz konusu etmişsin," ısrarla ve itina
ile araştırıp keşfetmişsin, uzun uzadıya sora sora öğrenmişsin gibi, ya da
peygamber olman dolayısıyla mutlaka bilmen lazım gelirmiş gibi durmadan
soruyorlar. Kıyametin ne zaman kopacağından kesinlikle haberdar imişsin veya
bunu bildirmek lütfunda bulunabilirmişsin veya bununla böbürlenirmişsin gibi
sana soruyorlar. " De ki, onun bilgisi Allah katındadır" . Velâkin
insanların çoğu bunu bilmezler, yani bunun böyle Allah katında olduğunun
bilgisine sahip değiller, çünkü insanların çoğu ilim ehli değiller. Bu meselenin
bilgisinin ancak Allah katında olduğunu bilmezler ve insanların bilebileceği
şeylerden olduğunu sanırlar da o yüzden sorarlar. Bilir bilmez konuşurlar,
kıyamet ha bugün, ha yarın kopacak, yok daha kopmayacak, çünkü yerin
tebeddülüne, güneşin sönmesine, göklerin dürülüp bükülmesine daha milyonlarca
sene vardır veya bunların hiçbirinin aslı yoktur gibisinden konuşur dururlar.
188- De ki, ben kendi kendime ne bir menfaat
sağlamaya, ne de zarar vermeye malik değilim, ancak Allah dilerse o başka,
O'nun dilediğinden başkasını yapamam. Ve eğer ben kendi kendime gaybi
bilebilseydim, daha çok hayır yapardım, ve bana o kötülük, (o dokunabilen elem
ve zarar) dokunmazdı. Yani benim durumum şimdiki gibi bir beşer, bir kul hali
olmazdı, Rab olmam lazım gelirdi. Bu ise muhal olan bir şeydir. Ben, bir
uyarıcıdan başka birşey değilim, iman eden bir kavim için de bir müjdeciyim.
Uyarmak ve müjde vermek için gönderilmiş bir kulum, haşa rablık davasında
değilim. Demişlerdir ki, ilim başka şey, kudret başka şeydir.
Yalnızca bilgi, tek başına bilenden her türlü
zararı bertaraf etmeye yeterli değildir. Şu halde gaybı bilmek rablığı
gerektirmez. Buradaki yani kötülükten maksat, bilgi sayesinde bertaraf edilmesi
mümkün olan zarar anlamınadır. Lâm-ı tarif, cinse değil, ahde hamledilmiştir.
Nitekim "bana hiçbir zarar dokunmazdı" buyurulmamıştır, "bana o
zarar dokunmazdı" buyurulmuştur. Burada şuna da dikkat etmek gerekir ki,
burada söz konusu edilen şey, bütünüyle gaybı bilmektir. Bütün gaybı bilmek,
vacip ve mümkün olan kısımlarıyla gaybın hepsini bilmek demektir ki, bunun
içinde mümkün olan her şeyi yapabilmek de dahildir. Yani kendisi için, kendi
kendine ve kendi illiyetiyle bütün gaybı bilmek, vacibülvücud ve mutlak kudret
sahibi olmayı da gerekli kılar.
Şimdi burada yaratılış misakının ve nefislerin
şahit tutulmasının biraz daha açıklanması sadedinde sûrenin sonunu
başlangıcına, bir nevi ayrıntılı olarak bağlamak ve son olarak sûrenin
maksadını bir kere daha özetlemek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
189- Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla
sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah'tır. O, eşini kucaklayıp
sarılınca (ona yaklaşınca), eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Bir
müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan
Allah'a şöyle dua ettiler: "Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz
muhakkak şükredenlerden olacağız."
190- Fakat Allah, kendilerine salih bir evlat
verince, her ikisi de tuttular verdiği evlatlar üzerine ona ortak koşmaya
başladılar. Allah, onların koştukları şirkten münezzehtir.
191- Hiçbir şey yaratmayan ve kendileri
yaratılmış olan putları mı Allah'a ortak ediyorlar, ona eş koşuyorlar?
192- Bu putlar, ne o tapınanlara, ne de kendi
kendilerine yardım edebilirler.
193- Eğer siz onları doğru yola çağırsanız,
size uymazlar. Onları ha çağırmışsınız, ha çağırmayıp susmuşsunuz, hiç fark
etmez.
194- Allah'ı bırakıp taptıklarınız da tıpkı
sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda doğru iseniz haydi onları çağırın da size
cevap versinler.
195- Onların yürüyecek ayakları, tutacak
elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var? De ki: "Haydi
çağırın o ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun ve elinizden
gelirse göz açtırmayın."
196- "Zira benim velim, o kitabı indiren
Allah'tır. Ve O, salih kullarına sahip çıkar."
197- "Sizin Allah'tan başka taptıklarınız
ise ne size yardım edebilirler, ne de kendi kendilerine yardımları
dokunur."
198- "Siz onları doğru yola çağıracak
olsanız da duymazlar." Onların sana baktıklarını görürsün, bakarlar, ama
görmezler.
199- Sen yine de affa sarıl, iyiliği emret ve
cahillerden yüz çevir.
200- Eğer şeytandan bir vesvese, bir gıcık
gelirse hemen Allah'a sığın. Muhakkak ki, Allah hakkıyla işiten, kemaliyle
bilendir.
201- Allah'tan korkanlar, kendilerine
şeytandan bir vesvese iliştiği zaman, durup düşünürler de derhal kendi
basiretlerine sahib olurlar.
202- Şeytanların kardeşlerine gelince, onlar
öbürlerini sapıklığa sürüklerler, sonra da yakalarını bırakmazlar.
203- Onlara (arzularına göre) bir âyet
getirmediğin zaman, derleyip toplasaydın ya derler, sen de de ki; ben ancak
Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyarım, işte bütünüyle bu Kur'ân,
Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözünü açacak beyanlardır), iman eden bir
kavim için hidayettir, rahmettir.
204- Kur'ân okunduğu zaman, hemen susup onu
dinleyin, umulur ki, rahmete nâil olursunuz.
205- Sabah akşam demeden, kendi içinden,
korkarak ve yalvararak, alçak sesle Rabbini an ve gafillerden olma.
206- Zira Rabbinin katında olanlar, Allah'a
kulluk etmekten asla kibirlenmezler, O'nu tenzih eder, şanını ulularlar ve
yalnızca O'na secde ederler.
189- O Allah ki, sizi bir tek nefisten
yarattı. Yani siz, "anılır bir şey" değildiniz, yoktunuz ve hiç
biriniz, hiç yoktan kendi kendinize ve kendi gücünüzle olmadınız. Her biriniz
iptida bir nefisten, bir zürriyet olarak yaratıldınız. Hiç birinizin bizzat iki
tane babası da yoktur, iki tane benliği de. Fert fert, kabile kabile, boy boy,
soy soy, hepiniz bu şekilde bir insan nefsinden yaratılmış birer sülâle, birer
silsile olarak bir çeşit mahluksunuz.
İşte sizi böyle niceliğinizle ve niteliğinizle
ölçüp biçip yaratan Kâdir-i Mutlak olan o yaratıcıdır ki, bütünüyle gaybı bilen
O'dur. Allah Teâlâ, önce bir nefis, bir beşer olarak Âdem'in şahsını, ondan da
sizi yarattı, hepinizi bir tek tür yaptı.
Görülüyor ki, "nesf-i vahide"
nekredir. Bir ferd-i münteşire delalet eder. Bundan dolayı, her şeyden önce
insan türünün başlangıcı olan Âdem'in şahsı için geçerli olduğu kadar, sonuç
itibariyle muhatapların sınıflarına göre, zürriyet babası olan her kişi için de
geçerlidir. Yani, ifade yalnızca geçmiş zamandaki Âdem'i değil, şimdiki
zamandaki olayları da tek tek içine alır. (Nisa Sûresi'nin birinci âyetine
bkz.) Bunun için kıssanın baştarafı Âdem ile Havva'nın doğrudan doğruya
şahıslarıyla ilgili iken sonu evlatlarının şirk halini tasvirle son bulacaktır.
Nitekim bundan dolayı, buradaki tek nefisten murad, Kureyş'in atası olan Kusayy
olduğu da söylenmiştir ki, bu da kıssanın Kureyş müşriklerine uygulanmasıdır.
Hasılı âyetin anlamı; "Ey Kureyş, ey Arap
kabileleri, ey Arap ve Arap olmayan Âdem soyları ve ey Âdem evlatları! Allah
sizin hepinizi bir sülale, bir tek cins, bir cemiyet, bir ümmet olmak üzere bir
nefisten, bir tinet ve ruhtan yarattı. Şimdi siz "Biz bir nefisten değil,
iki nefisten, bir baba ile bir anadan, bir Âdem nevi ile bir Havva nevinden
yaratıldık" mı diyeceksiniz? Bu size doğru gibi gelebilir. Fakat Allah, o
nefsin eşini de ondan kıldı. Âdem nefsi, veya beşerî nefis veya insani nefis
denilen o bir tek nefsin eşi olan dişisini de, yani Havva'yı da ondan yaptı ve
onun cinsinden kıldı. Aynı bir nefisten, onun parçası veya eşi olarak hem
erkek, hem dişi yarattı. Tabiattaki tekdüzeliğin zıddına olarak aynı kökten
ikinci bir tür yaratıp öbürüne çift, yani eş yarattı. Ve bu suretle onun eşini
de kendi cinsinden kıldı. Erkekleri Âdem'den yaratıp da kadınları başka bir
kökten başka bir cinsten yaratmadı. İnsanın eşini yine insandan yaptı. Şu halde
erkek bir nevi insan, kadın bir nevi insan olmakla beraber ikisi de aynı
kökten, aynı cinstendir. İkisi de insandır, ikisi de beşerdir. Ve biri öbürünün
tamamlayıcısı, eşidir. "Size sizin nefisleriniz cinsinden eşler
kıldı." (Nahl 16/72) Bundan dolayıdır ki, siz erkeğiniz ve dişinizle iki
ayrı nefisten değil, bir nefis cinsindensiniz. Allah onun eşini de onun
nefsinin cinsinden kıldı ki, o erkek nefis, o dişi nefis olan eşine sükun
bulsun diye. Onda kendinden bir özellik görüp onunla ünsiyyet etsin ve
aralarında izdivacı sağlamak suretiyle heyecanını yatıştıracak bir sevgi ve
itminan bulsun da ondaki emanet bunda karar kılsın. Bunun içindir ki,
izdivactan sonra aralarında uyum ve sükun bulunmadığı, öfke ve nefret bulunduğu
zaman boşanma ve ayrılma meşru kabul edilmiştir. Zira ilâhî hükme göre
karı-kocalığı geçerli kılan şey aralarındaki uyum ve sükûndur. Bir tek nefisten
erkek ve dişi nevilerinin yaratılmış olmasının hikmeti de budur. Bundan dolayı
erkek ile dişi birbirine nikâhlandı. Bunun üzerine ne zaman ki, erkek dişisini
iyice bürüdü o zaman kadın hafif bir yük yüklendi, bir hücrecik alıp bir zürriyet
yüklenmiş oldu, bununla bir süre gitti, derken yavaş yavaş ağırlaşmaya başladı,
ne zaman ki, o yük büsbütün ağırlaştı, onun doğumu yaklaştı, işte o vakit Allah
Teâlâ'nın rablığının eserini açıktan açığa hissettiler ve bunun sonunun iyi de,
kötü de olabileceğini, bu ağırlığın bir nimet de, bir felaket de olabileceğini
sezdiler ve bütün tesirin Allah'tan olduğunu anladılar. Hasılı "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" ilâhî hitabının anlamını bizzat kendi ruhlarında
duyup anladılar ve yaşadılar. İkisi de Rableri Allah'a dua ettiler ahdimiz
olsun ki, ey Rabbimiz, eğer sen bize bir salih yaraşıklı eli ayağı düzgün,
yaşamaya ve kendi cinsimizden nesiller üretmeye elverişli herhangi bir nesil
ihsan edersen biz, baba, ana ve gelecek olan evlat ve nesillerimizle hepimiz
birden mutlak ve muhakkak olarak şükredenlerden, senin verdiğin nimetlerin
hepsine şükretmeyi huy edinen kullarından olacağız, dediler. Bu hâl Âdem ile
Havva'da böyle olduğu gibi, gerçek bir izdivac ile bir araya gelmiş eşler, yani
bütün ana ve babalar da doğumun yaklaştığı anlarda duyulan ağırlık sırasında
aynı sevinç, neşe, telaş ve endişeyi yaşarlar. Fakat işin ilerisi böyle
değildir.
190- Sonra Allah Teâlâ o ana-babaya bir salih
nesil verdi, tam istedikleri gibi sağlam ve sıhhatli bir çocuk verdi, sonra o
çocuk büyüdü, sağlam biri olduğu bilfiil ortaya çıktı ve gerçekleşti, evlendi
ve onun da çocukları oldu ve bunlardan da analar, babalar yetişti, çoğaldı. O
zaman o ilk ananın ve ilk babanın evlatları veya torunları olarak onların
yerini alan ana ve babalar, erkekli ve dişili bir çok çiftler Allah'ın
kendilerine verdiği evlatta Allah'a bir takım şerikler koşmaya başladılar.
Bazan Allah'ın rablığını unutup, "bu bir tabiat olayıdır" diyerek
tabiatı Allah'a ortak koştular. Bazan da çocuklarına Abdüşşems, Abdüllat,
Abdüluzza vb... isimler koyarak, esasen bir tek cins, bir tek ümmet olan
insanları bu şekilde ayrı ayrı cinsler haline getirdiler ("İnsanlar bir
tek ümmetten başka değildi" âyetinin tefsirine bkz. Yunus, 10/19).
Hasılı ilk yaratılışta şirk yoktu, onu daha
sonraki nesiller uydurdular. Bununla beraber o kadar da eski bir gelenektir ki,
onlar onu Âdem ile Havva'dan başlamış bir ilk günah sandılar. Anlaşıldı ki,
Allah müşriklerin şerik tuttukları şeylerin hepsinden uzaktır. Yukarıdan beri koyduğu
hükümlerdeki hikmet ve kudreti, eserleri ve nimetleri ayrıntılı olarak
anlatılan yüce yaratıcının büyüklüğü ve birliği ne kadar açıktır ve bizzat
beşerin yaratılışı olayında ne kadar belirgindir. Yukarıdaki tesniye (ikil)
sigasından sonra burada diyerek çoğul kipi kullanılması şirkin faillerinde izah
ettiğimiz kullanılışa bir işareti dahi içermiş olduğundan gaflet edilmemelidir.
Böyle bir yüce yaratıcıya karşı onları mı ortak koşuyorlar ki, onlar hiçbir şey
yaratamaz, hiçbir şeyin yaratıcısı olamazlar kendileri yaratılmışlardır,
mahlukturlar ve sürekli olarak benzerleri yapılır durur.
191- Sonra Allah Teâlâ o ana-babaya bir salih
nesil verdi, tam istedikleri gibi sağlam ve sıhhatli bir çocuk verdi, sonra o
çocuk büyüdü, sağlam biri olduğu bilfiil ortaya çıktı ve gerçekleşti, evlendi
ve onun da çocukları oldu ve bunlardan da analar, babalar yetişti, çoğaldı. O
zaman o ilk ananın ve ilk babanın evlatları veya torunları olarak onların
yerini alan ana ve babalar, erkekli ve dişili bir çok çiftler Allah'ın
kendilerine verdiği evlatta Allah'a bir takım şerikler koşmaya başladılar.
Bazan Allah'ın rablığını unutup, "bu bir tabiat olayıdır" diyerek
tabiatı Allah'a ortak koştular. Bazan da çocuklarına Abdüşşems, Abdüllat,
Abdüluzza vb... isimler koyarak, esasen bir tek cins, bir tek ümmet olan
insanları bu şekilde ayrı ayrı cinsler haline getirdiler ("İnsanlar bir
tek ümmetten başka değildi" âyetinin tefsirine bkz. Yunus, 10/19).
Hasılı ilk yaratılışta şirk yoktu, onu daha
sonraki nesiller uydurdular. Bununla beraber o kadar da eski bir gelenektir ki,
onlar onu Âdem ile Havva'dan başlamış bir ilk günah sandılar. Anlaşıldı ki,
Allah müşriklerin şerik tuttukları şeylerin hepsinden uzaktır. Yukarıdan beri
koyduğu hükümlerdeki hikmet ve kudreti, eserleri ve nimetleri ayrıntılı olarak
anlatılan yüce yaratıcının büyüklüğü ve birliği ne kadar açıktır ve bizzat
beşerin yaratılışı olayında ne kadar belirgindir. Yukarıdaki tesniye (ikil)
sigasından sonra burada diyerek çoğul kipi kullanılması şirkin faillerinde izah
ettiğimiz kullanılışa bir işareti dahi içermiş olduğundan gaflet edilmemelidir.
Böyle bir yüce yaratıcıya karşı onları mı ortak koşuyorlar ki, onlar hiçbir şey
yaratamaz, hiçbir şeyin yaratıcısı olamazlar kendileri yaratılmışlardır,
mahlukturlar ve sürekli olarak benzerleri yapılır durur.
192- Üstelik ne onlara, (yani tapınanlarına)
bir yardımda bulunabilirler, ne de kendi kendilerini kurtarmaya güçleri yeter.
Yüce yaratıcıya şerik tutulup mabud edinilen o yaratıklar, o putlar, ne
kendilerine tapan putperestlerine yardım edebilmek, ne de başlarına gelecek
felaketi önleyebilmek durumundadır. Bu bir yana, kendilerine yönelik
tehlikelerden kendilerini kurtaracak durumda bile değiller. İbadet edilen bir
mabud, haddi zatında kendisine saldırılması mümkün olmayan bir durumda
olmalıdır ve kendisine tapınanlara yardım edebilmelidir.
193-194-Onların başkalarına yardım
edebilmeleri şöyle dursun ey müşrikler siz onları hidayete davet edecek, doğru
yola ve iyi bir maksada çağıracak olsanız size tabi olmazlar davetinize uyarak
arkanıza düşmezler, dualarınıza da icabet etmezler. Onlara karşı ha dua
etmişsiniz, ha susmuşsunuz, eşittir. Çünkü sizin Allah'tan başka yalvarıp
durduğunuz o putlarınız (veya tanrı yerine koyduğunuz kimseler) hiç şüphesiz
sizin gibi kullardırlar.
195-Yani sizin gibi akılsız, şuursuz
heykeller, ya da heykel gibi bedenlerdir. Bu tabir, müşriklerin tıpkı kendileri
gibi, memlûk (köle) durumunda olan bir takım insanlara taptıklarını da işaret
yoluyla ifade ederse de asıl murat bu değildir, kendilerinin, taptıkları put ve
fetişler gibi eşya cinsinden olan o varlıklara benzediklerini başlarına vurmaktır
ki, bu mânâyı da "Onların yürüyecek ayakları mı var ki onunla yürüsünler,
onların tutacak elleri mi var ki tutsunlar..." ifadeleri açıklamış olur.
Ey Muhammed! Sen o müşriklere de ki, haydi
bütün ortaklarınızı (veya Allah'a ortak tutarak taptıklarınızı) çağırınız,
sonra hepiniz elele verip hep birlikte bana karşı ne hile yapabilirseniz, ne
tuzak kurabilirseniz kurunuz, elinizden geleni arkaya bırakmayınız, bana bir an
bile mühlet vermeyiniz, süre de tanımayınız. Bana karşı yapmayı düşündüğünüz
şeylerin bence hiç önemi yoktur.
196-Çünkü muhakkak olan şu ki, benim velim,
yardımcım, koruyucum ve kurtarıcım Allah'tır. O ki, bu kitabı indirmektedir.
Sizin hiçbir şey yapamayacağınızı ve kendisinin bana veli olduğunu ve bana
yardım edeceğini bildirmektedir. Ve O, bütün iyilere veli olur, sahip çıkar.
197- Sizin, onun dışında öteki
yalvardıklarınız ise ne size yardım edebilirler, ne de kendi kendilerine bir
faydaları dokunur. Ne sizi kurtarabilirler, ne de kendi kendilerini.
198- Ve siz onları hidayete çağırsanız (yani
doğruluğa veya herhangi bir konuda size yardımcı olmaya veya sizi hakka iletmek
için rehberlik etmeye davet ederseniz), sizi işitmezler bile. Ey dinleyici! Sen
onları sana bakıyorlar görürsün halbuki görmezler. Karşılarında duran ve
görülebilen varlıklara bakarlar, ama görmeleri yoktur, basiretleri de yoktur.
Keşşaf müellifi gibi, bazı tefsir âlimleri bu ifadelerin yalnızca putlara ait
olduğunu sanmışlar ve demişlerdir ki, putlarına bir takım kıymetli taşlardan,
inci boncuktan göz manzarası veren şeyler takıyorlardı. Bu takdirde ise âyette
bir tekrar şaibesi söz konusu önceki benzerinin sadece tekrarı, başa vurmak
gibi bir tekid olacağından önceki âyet sırf bir başa vurma, ikincisi ise
tapılması caiz olanla olmayanı fark ettirmek amacına yöneliktir demişlerdir.
Fakat doğrusunu isterseniz âyetlerde tekrar yoktur. Çünkü o müşriklerin
ortakları yalnızca taptıkları cansız putlardan ibaret değildir. "Onlar da
sizin gibi kullardır." âyetinde de ihtar olunduğu üzere, önceki âyet,
müşriklerin taptıkları cansız putlar açısından, bu kısım içindeki benzer âyet,
müşriklerin taptıkları ve tanrı yerine koydukları reisleri açısından
geçerlidir. Gerçekten de Mücahid, Hasan Basrî ve Süddî, buradaki
"ted'ûhüm"ün "hüm" zamirlerinin küffara ait olduğunu
söylemişlerdir ki, zahir olan da budur. Bunlar hakkında "işitmezler,
görmezler" buyurulması da kulaklarına laf girmez, gözleri görse de
akılları ermez demektir. Bu noktada biz bir mânâ daha seziyoruz ki, o da şudur:
Allah'tan başka kendisine tapınılan şeylerin hiç birisi, karşısında kendisine
ibadet eden bir kulun iç dünyasında çalkalanan acılarını, gönlünden geçen arzu
ve isteklerini, ümit ve dileklerini işitmez ve görmez. Bir hasta yatar
kıvranır, karşısına bütün sevdikleri toplanır, ona bakarlar, fakat o hastanın neler
çektiğini ve gönlünden neler geçirdiğini gerçek yönüyle ne görürler, ne de
anlarlar, ne de gerçek anlamda ona yardım edebilirler. Şu halde karşılarındaki
o hastayı gerçek anlamda görüyor ve işitiyor değillerdir. İşte Allah'tan başka
tapılanların hali budur. Bu açıdan onların hepsi birer put ve heykel
gibidirler. Hiçbirinden doğrudan doğruya bir yardım gelmesi söz konusu
değildir. Allah ise, semî ve basîrdir, gaybların bilicisidir yani, hakkiyle
gören, işiten ve gaybleri bilendir. Bundan dolayı Allah'tan başkasına tapınmak
boştur, batıldır ve hiçtir. Allah da her şeyin Rabbi olmakla beraber, iyilere,
yaratılıştan gelen fıtrî özellikleri ve kabiliyetleri bozulmamış olan iman ve
güzel huy ehline dost olur. Bundan dolayı şirk geleneğinin, fıtrat ve akıl açısından
nasıl tutarsız bir şey olduğu açıkça ispat edildikten sonra en büyük kurtuluşu
ve bütün ahlâk güzelliklerini içine alan şu âyetle Hz. Peygamber'e buyuruluyor
ki:
199- Affı ele al, insanlar ile ilişkilerinde
evvela hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet; insanların işlerinden, önce sana
kolay gelenleri al ve kolayca yerine gelecekleri yap. Kendilerine zor gelecek,
zorluk verecek şeyleri isteme, şiddet ve zorluk taraftarı olma. Ayrıca affedici
ol, herkesin eksiğine, kusuruna bakma, kusurları bağışlamak, özür dileyenleri
affetmek senin önde gelen hasletin, en baş özelliğin olsun. İnsanlardan vergi
alacağın zaman halka zorluk ve sıkıntı vermeyecek şekilde hayatî
ihtiyaçlarından fazla olan mallardan vergi al. Örfe uygun olanla emreyle yani,
affedici olayım, affı gözeteyim derken, örf ile emretmeyi terketme, fakat
emredeceğin, bir emir vereceğin zaman örf ile emret. Emrettiğin iş örfe uygun
olsun, Allah'ın kitabında veya kendini bilen akıl sahipleri katında maruf, yani
yapılması ve yerine getirilmesi gerekli, varlığı yokluğundan hayırlı, olması
olmamasından faydalı olduğu kabul edilen, güzel ve yararlı bir şey olsun.
"Urf, Ârife, Mâruf": "Yani,
yapılması gerekli olan, olması olmamasından hayırlı bilinen her bir iş
örftür." Başka bir deyişle "güzel ve faydalı olan her iş"
demektir. Örf diye de tarif edilir ki, "insanlarca iyiliği bilinen ve
kabul olunan şeydir." Bu demektir ki, insanlar arasında birbirlerine karşı
ötedenberi iyilik olarak yapageldikleri ve iyilik olarak bildikleri, gereğine
inandıkları ve faydasını kabul ettikleri, itiraf eyledikleri, ürküp böyle şey
mi olurmuş diyerek reddetmeye ve karşı koymaya yeltenmedikleri şeydir. Bu da,
yukarıda tarif ettiğimiz öbür anlamların içinde ise de onlardan bir anlamda
daha özeldir. Burada şu iki noktadan gaflet etmemek gerekir: birincisi, örf ile
emretmek demek "her örf", veya "her mâruf" emredilmesi
gerekli olan şey demek değildir. Yani her emrin örfe uygun olması gerekir,
fakat her örfün mutlaka emredilmesi gerekli değildir. İkincisi insanlar
arasında yayılmış, şuyû bulmuş, iyi kötü her şey, her âdet ve gelenek örf demek
değildir. Bilgisizlik ve sapıklık sayesinde veya zorba yöneticilerin zoruyla
halka kabul ettirilmiş ve alışılmış bir takım kötü alışkanlıklar ve gelenekler
vardır ki, bunların çoğu batıl ve çirkin şeyler olduğundan hadd-i zatında
emredilmesi değil, onların nehyedilip yasaklanması ve ortadan kaldırılması
gerekir ki, bunlar aslında kötü şeylerden sayılırlar. Hatta bunların bir çoğu
sahiplerinin gözünde bile çirkindir. Kendi nefislerine uygulanmasını istemezler
ve inkâr ederler.
Yukarıdan beri Kur'ân'da anlatılıp açıklandığı
üzere, kâfirlerde, zalimlerde, fasıklarda âdet olmuş ve alışkanlık haline
gelmiş nice kötü âdetler ve gelenekler vardır ki, şirk ve puta tapmak âdeti
bunların başında gelir. Hz. Peygamber bunları emretmek değil, bunlarla savaşmak
için gönderilmiştir. Şu halde yukarıdan beri bütün bu fena âdetlerin, Kur'ân
tarafından kınanan çirkin geleneklerin kötülenmesi ve yasaklanması istenirken,
özellikle şirk âdetinin yaratılıştan gelmeyip, daha sonra ortaya çıkmış bir şey
olmasıyla çirkinliklerden bulunduğu ispat olunarak iptali için "örf ile
emret" buyurulurken, örfün soyut bir kavram olarak ele alınıp her türlü
örf ve âdet demek olabileceğini sanmak çok yanlış bir şey olur. Her maruf olan
şey emredilmeye layık olmadığı gibi, her âdet ve gelenek de örf demek değildir,
her örf de âdet değildir.
Örf, marifet ve itiraf ile ilgili olduğundan
dolayı "örf ile emret!" ifadesi şuna da işaret eder ki, emrolunacak
şey, ya emredilir edilmez fıtraten kabul ve itiraf edilebilecek bir şey olmalı,
yani haddi zatında bilinen ve kabul edilmiş olan birşey olmalı, ya da önce
genel anlamda ne olduğu iyice tarif edilip tanıtıldıktan sonra emrolunmalıdır.
İnsanların kafasına girmeyen, havsalası almayan veya almak ihtimali bulunmayan
karmaşık şeyler halka emredilmemelidir. Nitekim Fatiha Sûresi'nde ve Bakara
Sûresi'nin baş taraflarında önemli ilkeler iyice açıklanıp belirlendikten
sonradır ki, ilk emir olarak "Ey insanlar Rabbinize ibadet edin!"
(Bakara, 2/21) hitabına yer verilmiştir. Yine böylece Mekke devrinde nazil
olmuş olan sûrelerden İslâm'ın temel ilkeleri, fıtrata uygun olan ana esasları
iyice tarif edilip açıklandıktan ve bu suretle ehli İslâm'ın ruhunda bir
müşterek değerler ve inançlar ortamı oluşturduktan, yani bir kamu vicdanı ve
şer'î örf meydana getirdikten sonradır ki, ibadet ve öteki görevlere ilişkin
emirler Medine devrinde nazil olan sûrelerde peyderpey emredilmeye başlamıştır.
Hasılı bir emir, bir iyiliği ve faydayı içermeli veya amaçlamalıdır. Emrolunan
iş, ne derece maruf olursa o derece geçerli olur, o derece kabul görür. Herkese
şamil olan emirler de herkesin bilgi ve anlayış derecesine uygun olmalıdır ki,
yanlış anlaşılmaya veya istismara meydan vermeden kolaylıkla uygulanabilir
olsun, halkın karşı koymasına, red ve inkâr etmesine meydan vermesin, ya da
halka baskı yoluyla uygulanmasına gerek kalmasın. Bu âyet ahlâk ilmi, kanun
yapma ve yönetim bilgisi açılarından o kadar geniş kapsamlı bir düsturdur ki,
bunun inceliklerini ve ayrıntılarını sayıp dökmeye imkân yoktur.
Bununla beraber o müşrikler gibi cahillik
edenlere gelince: cahillerden yüzünü çevir. O kendini ve Rabbini bilmez
cahillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine misliyle mukabelede bulunmaya
kalkışma. İşte bütün ahlâk yüceliklerini içine alan bu âyeti kerimenin bir
tefsiri gibi olmak üzere şu hadis-i kudsi de varid olmuştur: yani,
"faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni senin arayıp sorman,
seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman ve sana zulmedeni senin affetmendir."
Yine rivayet olunmuştur ki, bu âyet nazil olunca peygamber efendimiz;
"Gazap gerçekleşmiş iken bu nasıl olur ya Rabbi?" deyince, arkasından
şu âyet nazil olmuştur:
200- Ve eğer şeytandan bir gıcık seni
gıcıklayacak olursa, yani seni emrolunduğun şeyin tersine yönlendirmek için
kızdırmak veya başka bir yolla galeyana getirecek şeytani bir tahrik karşısında
bulunacak olursan, onun şerrinden hemen Allah'a sığın. Allah'ın nimetinin
büyüklüğünü ve cezasının şiddetini düşünüp yardım ve korumasına iltica ederek,
gönlünden O'na sığın veya dilinle ve gönlünle O'na sığınmada bulun, muhakkak
ki, Allah işitir ve bilir. Kalbinle de yapsan kendisine sığındığını bilir.
201- Muhakkak ki, müttaki olanlar kendilerine
şeytandan bir tayf çok az bir hayal eseri bir şey dokunduğu vakit bile hemen
durup düşünürler, Allah'a sığınmak gerektiğini hatırlarlar ve hemen gözlerini
dört açarlar, kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden
geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Bu âyet Resulullah'a olan bu
hitabın, bütün müminlere genel anlamda bir hitap olduğuna işaret eden bir
tenbih niteliğini taşır.
202- Şeytanların kardeşleri olanlar, yani
gizli şeytanların, insan cinsinden olan şeytanların kardeşleri olanlar ise
onlara (yani o cin şeytanlarına) iğvada yardımcı olur imdat ederler. Sonra da
kendilerini kısamazlar, müttakiler gibi kötülükten çekip geri tutamazlar,
kötülükten vazgeçip kendilerini çekip çeviremezler.
Bundan dolayı şeytanlara kapıldıkça
kapılırlar, aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar, helâk bataklığına batar
giderler.
203-Nitekim sen onlara bir âyet getirmediğin
zaman, yani zaman zaman olduğu gibi vahiyde belli bir süre kesinti olduğu zaman,
o şeytanların kardeşleri demek ki, derleyip toparlayamadın ha, derler. Böyle
demekle öbür âyetleri de Hz. Peygamber'in şuradan buradan derleyip
toparladığını, kendi hesabına şuradan buradan toplayıp söylediğini ima ederek,
onun peygamberliğine sataşmaya ve dil uzatmaya çalışırlar. Bu ise şeytandan bir
tayf'a, bir hayale ve bir gıcıklamaya misaldir. Resulüm de ki; ben Rabbimden
bana vahyolunandan başka hiç bir şeye uymam. Bu Kur'ân Rabb'iniz katından gelen
basiretlerdir. Tıpkı kalblerde hakkı görmeye, doğruyu anlamaya yardımcı olan
basiretler gibi Rabb'inizin ihsanıdır. Ve iman edecek olan her hangi birkavim
için bir hidayet rehberi ve bir rahmettir. Şu halde saygısızlık etmeyin, iman
edin.
204- Ve ey müminler hatta ey insanlar! Kur'ân
okunduğu vakit namazda, hutbede veya herhangi bir yerde ve mecliste hemen kulak
verip onu dinleyin, ve ağzınızı tutup susun ki, rahmete erdirilesiniz, rahmete
erdirilmeniz arzu edilsin. Zira susmak iyice dinlemeye, iyi dinlemek de
basirete, o da iman ve salih amellere, iman ve ameller de ilâhî rahmete ve
nimete ermeye sebep ve yoldur.
Görülüyor ki, buradaki "dinleme ve
susma" ile ilgili emirler okunmaya bağlı olarak şart kılınmıştır. Kırâet
(okumak) ise bir ihtiyari iştir ki, akıllı ve konuşan bir insanın ağzından
çıkanı anlamaya ve anlatmaya yönelik bir maksat taşıyan sesli olarak okumak
demektir. Nitekim vahiy meleği olan Cebrail'in işi bile aslında bir kırâet
(okuma) değil bir ikra, yani okutmaktır. Allah'ın yaptığı iş ise vahyi indirmek
ve kırâeti yaratmaktır. Bundan dolayı akıllı olmayandan ve cansız varlıklardan
sadır olan seslere kırâet denilemeyeceği gibi, aks-i sadadan, yani sesin
yankılanmasından meydana gelen işe de kırâet denilemez. Bunun içindir ki,
fakihler bir kırâetin yankılanmasından hasıl olan yankıya kırâet ve tilâvet
hükmü terettüp etmiyeceğini ve mesela tilâvet secdesi azım gelmeyeceğini beyan
etmişlerdir. Bir kitabı sessiz olarak okumaya kırâet denilemiyeceği gibi, çalan
veya çınlayan yankı yapan bir sesi dinlemek de kırâet dinlemek demek değildir,
bir çınlamayı dinlemektir. Şu halde Kur'ân okuyan bir okuyucunun sesini
aksettiren gramafondan veya radyodan gelen sese de kırâet denilemez. Bu gibi
sesler bir kırâet değil, bir kırâetin yankısı ve yansımasıdır, bunlara dinleme
ve susma emrinin hükmü terettüp etmez. Yani dinlenilmesi ve susulması vacip
olan Kur'ân, gramafonda çalınan Kur'ân değil, bir insan tarafından okunan
Kur'ân'dır. Bununla beraber dinlenilmesi vacip veya müstehap olmamaktan, bunun
dinlenilmesinin caiz olmadığı veya dinlenilmemesinin vacip olduğu
sanılmamalıdır. Zira Kur'ân'ı gramafonda çalmak başka bir iş, çalınan Kur'ân'ı
dinlemek de başka bir iştir. Kur'ân'ı gramafonda çalmak, onu öteki çalgılar
arasına sokmak caiz görülemiyecek bir iş olduğu açıktır. Nitekim Kur'ân'ı
okumak, Allah'a yaklaştırıcı büyük bir ibadet olduğu halde, ona gerekli
saygının gösterilmediği bir yerde veya bir mecliste okumak bir kabahattir.
Fakat okunmuş bulunursa onu dinlemek kabahat değildir, dinlenmemesi kabahattir.
Mesela, hamamda Kur'ân okuyan günaha girer de onu dinleyen günaha girmez.
Nerede olursa olsun okunan Kur'ân'ı dinlemek sevaptır, dinlememek sevap
değildir. Bunun gibi, bir ses yankısı dahi olsa gramafonda çalınan veya radyoda
çalınan bir Kur'ân'ı dinlemek vacip değildir diye onu dinlememek vacipmiş gibi
zannedilmemelidir. Zira tam anlamıyla bir kırâet değilse bile yine de kırâet
benzeri bir şeydir.
Çünkü nefsî kelâma delalet etmektedir. Şu
halde dinlenilmesi vacip veya müstehap değilse bile en azından caizdir, evladır
ve hatta ona da saygısızlık etmek caiz değildir. Öyle bir hâl karşısında
bulunan bir müslüman, layık olmayan yere konmuş bir Kur'ân sahifesi karşısında
bulunuyormuş gibidir ki, ona karşı lâubalilik etmemesi ve elinden geldiği kadar
onu oradan alıp layık olduğu yere kaldırması dindarlığının gereğidir.
205-İşte ey Muhammed! Onları söyle ve nefsinde
Rabbini zikret, bir tazarru ve yakarış ile ve bir nevi korku ile yani korkarak,
çekinerek ve yalvararak, yakararak, kalben ve fikren sesli olmayan bir söz ile,
yani sırrî olanın biraz üstünde, yalnızca kendin işitecek kadar, kırâet veya
dua veyahut dil ile yapılan zikirlerden güzel tefekküre engel olmayacak şekilde
sabahları ve akşamları, (işte böylece) içinden Rabbini zikretmeyi kendine vird
et, ve gafillerden olma. Kalbin daima uyanık olsun ve Allah'ı zikretmeye devam
et.
İnsan varlığında ruh ile bedenin çok tuhaf bir
ilişkisi vardır ki, düşünce ile duygu, vicdan ile akıl insanın ruhsal
varlığında bir bütünlük teşkil eder. Bu ilişkide şahsiyet bütünlüğü meydana
gelir. Bu birlik Allah'ın birliğini tanımaya doğru açılan bir pencere
durumundadır. Bu ilişki sebebiyledir ki, ruhta meydana gelen bir etki bedene de
etki eder ve bedende meydana gelen bir etkinin ruhta da bir takım sonuçları
görülür. Çok sıradan bir misal olmak üzere ekşi bir şey hayal ettiğimiz zaman
bile ağız sulanır, bir faciayı anlatırken bile baş ağrısı, heyecan veya
baygınlık meydana gelebilir ki, bunlar ruhtan bedene gelen etkinin
göstergeleridir. Aynı şekilde bedende meydana gelen bir takım yara ve
hastalıkların acısı ruhta duyulur veya bedende tekrarlanan bir takım işlerin
etkisiyle ruhta kuvvetli bir meleke meydana gelir ki, bunlar da bedenden ruha
gelen etkinin izleridir. Böylece insanda güzel tefekküre engel olmayacak
şekilde ve kendi kendisinin duyacağı kadar diliyle zikir alışkanlığı yerleştiği
zaman bu zikirden hayal âleminde bir eser meydana gelir. Ve bundan ruha bir nur
yükselir, sonra bu nurlar ruhtan tekrar dile, dilden hayale yansıyarak akıp
gider. Karşılıklı aynalar gibi sürekli olarak birbirini takviye eder ve
destekler. Bunun sayısal artışına da sınır yoktur ve bu sonsuz denizin yüce ve
kutsal makam ve mertebeleri nihayetsizdir. Marifet yolculuğu işte bu sınırsız
denizde Hakk'ın rızasına doğru yürümek ve yol almaktır.
Bu yolculuğun yegane gemisi nefis yeğane
dümeni de Allah'ı zikirdir. Tam gaflet mutlak tehlikedir ve herbir gaflet anı
bile bir tehlike ihtimalini içerir.
206- Hiç şüphesiz Rabbinin huzurundakiler,
"Meleklerin de Arş'ın etrafını çepeçevre kuşatmış olarak Rablerine hamd
ile tesbih ettiklerini görürsün." (Zümer 39/75) buyurulan Mukarrabin
Melekleri ki, mele-i âla denilen yüce meleklerdir. O'na ibadette büyüklük
taslamazlar. O'nu tesbih ederler ve hepsi O'na hamdederler, secde ederler. Şu
halde sen de öyle yap.
İşte bu mânâ sebebiyledir ki, bu âyet okunduğu
vakit tilâvet secdesi yapmak meşru kılınmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)
efendimizden öylece rivayet olunmuştur ki; "Âdem oğlu secde âyetini okuyup
da secde ettiği zaman Şeytan ağlayarak çekilir ve kendi kendine
"vay!" diyerek hayıflanır, bu adam, secde ile emrolundu, secde etti,
ona cennet var, bense secde ile emrolundum isyan ettim, bana da ateş var".
Demek ki, bu zikir, ibadet ve secde iledir ki, Â'raf'tan Cennet'e yol açılacak
ve Cennet ganimetlerine oradan erilecektir.
Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
araf - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.