Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Bakara Suresi 1 - Elmalılı Hamdi Tefsiri
" " Bulunduğu altı sûrenin hepsinde
birer âyettir. " " da bir âyettir. Fakat "" bir âyet
sayılmıyor. " " da bulunduğu beş sûrenin hiç birinde âyet değildir.
"" iki sûrede de birer âyettir. "" âyet değildir. Fakat
"" birer âyet, "" de hepsinde birer âyet, "" iki
âyet, " " bir âyettir. "" birer âyet değildirler. Ve bu
saydıklarımız Kûfeli âlimlerin rivayetidir. Basralı âlimler yirmi dokuz sûrede
bulunan bu mukattaattan (Kur'ân-ı Kerim'de sûre başlarında bulunup isimleri ile
okunan harfler) hiç birini bir âyet olarak saymamışlardır. Âyet meselesi kıyasî
(genel kaideye tabi olan) değil, tevkifî (vahye tabi) bir ilim olduğundan, bu
görüş ayrılığı kırâet şekilleri gibidir. Ve bu şekilde el-Bakara sûresinin
ihtilaf edilen âyetlerinden birincisi " " dir.
Yazılışta bir kelime gibi yazıldığı halde
okunuşta birer birer söyleme şekli ile elif lâm mîm diye üç kelime olarak
okunuyor. Bu üç kelime mânâlı birer isimdirler. Delalet ettikleri mânâları da
müsemmaları (adlanmış) olan basit harflerdir. Bu harfler, kelimelerin maddesi
olan ve hurûf-i mucem (noktalı harfler), hurûf-i mebâmî (sözün esasını teşkil
eden harfler) ve hecâ harfleri diye adlandırılan tek seslerdir ki " "
gibi nakışlar bunların hat (yazı) denilen alâmetleridir. O isimler, aslında bu
seslerin olduğu halde, bu nakışlara da denilir. Her isim, başındaki ilk sesin
veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin bir çeşit resmidir. Arapça'da
gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı esas olarak yirmi sekiz harf ve
bunların yirmi sekiz de ismi ve basit nakşı vardır. Bunlardan başka bir de
mukadder mahrece dayalı olup bizzat okunamayan tebaî (diğer harflere uyan) bir
harf daha vardır ki buna da Lâm elif denilir. Ve çoğunlukla elif ismi buna
verildiğinden diğerine hemze denilir. Lâm elif uymakla okunan bir med (uzatma)
harfidir. Kendinden önceki harfin üç harekesine uymasından dolayı üç durumu
bulunduğundan med harfleri "vav, ya, elif" müstear (eğreti) isimleri
ile üç olarak gösterilir. Bundan dolayı esas ve tabi olmakla harflerin
adlandırılanları, gerçekten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir olarak itibar
edilir. Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden "lâm elif"
ile gösterilir ki otuz bir sayısını da gösterir.
Harflerin bu tek başına olma ve basitlik
durumları, elif, bâ tâ... diye bir bir sayılarak anlatılır ve diye kesik kesik
olarak yazılır. Bunun ismi elifba'dır. Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip
durumları anlatılacağı zaman da "" şeklinde yazılır ve kendi basit
sesleri ile okunur.
Halbuki ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi
okunur.Demek ki ikisinin de değerini birleştirerek hece harflerinin daha
mükemmel bir adı gibidir. Okunuşuna göre mânâsı apaçıktır. Fakat yazılışına
göre "ebced" gibi mânâsız ve anlamsız bir kelime görünür. Gerçi
yazılış, elifba gibi okunmayıp, ebced gibi okunsa idi v.s.. muhtemel şekilleri
ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti. Fakat böyle yazıldığı halde elifba
gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Bu iki değerin
böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır ki, burada biri görünen, biri gizli
iki anlam düşünülmüştür. Acaba asıl istenen hangisidir? İşte büyük tefsirciler
bu iki görüş açısından hareket ederek bir kısmı sûrelerin başında bulunan ve
kesik kesik okunan harflerin kasdedilen mânâsının belli olabileceğini, bir
kısmı da olamıyacağını söylemişlerdir.
Mânâsının belli olduğu veya belli olmasının
mümkün olduğu görüşünde olanlar başlıca iki grup teşkil ediyorlar.
1. Bu isimlerin mânâları bellidir. Bunları
konuşmanın başında birer birer söylemekten maksat, bütün elifba harflerini
elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve bunlardan oluşan kelimelere ve söze
dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan sonra işte kitap demek dilin esas
maddesini göstererek bir meydan okumayı ilan etmek ve Kur'ân'ın i'cazına işaret
etmek olduğunu açıklamışlardır. Ve bu gruptaki âlimlerin çoğu, bu üç harfin
toplamı bu sûreye veya Kur'ân'a bir isim olmasını da tercih etmişlerdir.
2. Kasdedilen mânâsının üç kelimede değil,
müsemmalarında yani terkip itibarında ve başka bir ifade ile yazı itibarında
aranmak lazım geleceğini ve bunların işaret ettikleri bir mânâ bulunduğunu ve
Arap dilinde bunun benzerleri bulunabildiğini söyleyenler vardır. Bu da başlıca
iki esasta özetlenir:
Birincisi: Kısa kesmek ve kısaltma yoludur ki
şairin "O kadına dur dedim. O dedi ki kaaf" mısraında olduğu gibi
(vekaftü = durdum) kelimesinden kaaf harfiyle yetinmesi; yazıdaki örneği de
mesela "Ahmed" yerinde bir " " (elif) yazılması bu
türdendir. Ve bu şekilde elifba harflerinin her biri başından, sonundan ve
ortasından bir veya birkaç isme sembol olabilir. Gerçekten biraraya getirildiği
zaman "er-Rahmân" isminin meydana geldiği görülüyor. Diğerlerinde
halledilememekle beraber böyle Allah'ın isimlerine veya diğer şeylere tahlilî
(çözümsel) veya terkibî (bileşimli) semboller mümkün bulunuyor.
İkincisi: Ebcedin hesap yolu ve şifre
usulüdür.
3. Dış ve iç iki kıymetin ikisini de düşünmek
lazımdır. Ve kasdedilen mânâyı aramak için bu yolların, bu mânâların hepsini
birleştirmek; akıl yolu ve doğal ihtimalleri ile daha ileri gitmek gerekir.
Bunda ise, müteşabih (birbirine benzeyen) mânâlar olur. Maksadı belirlemek
mümkün olamaz.
Sanki el-ma'lûmü'l-mechûl (bilinmeyen bilinen)
terkibi gibi bir anlam ifade eder. Ve bu mânâ, hakikat ve Allah'ın isimlerine
kadar gider. Ve bu tefsirin özeti "Allah daha iyi bilendir." mânâsı
ile biter ki, bu da bize insan ilminin başında daima mahiyetine erilmez bir
başlangıcın varlığını öğretir.
Gerçekten hem dirayet açısından ve hem rivayet
açısından bu görüş açılarının hiç birini feda etmeye imkan yoktur. Çünkü
sûrelerin başındaki mukattaa harflerin okunuşu ve genel durumlarındaki
ilişkiler, ilk görüş açısı hakkında pek büyük bir karine teşkil etmektedir.
Elifba gibi okunan, sûrelerin başındaki mukattaa harfleri, ilk önce elifba
harflerinin yirmi dokuz sayısına eşit olarak yirmi dokuz sûrede bulunur. İkinci
olarak yirmi sekiz ismin tam yarısı bulunan on dört harf ismi seçilmiş ve o
şekilde seçilmiş ki, bu yarım, bütün harflerin sıfat itibariyle çeşitli
taksimlerindeki kısım ve çeşitlerinden her birinin yarısını ve en
önemlilerinden bazılarını ihtiva ettiğinden; zikredilmeyen diğer yarısı, tam ve
eksiksiz olarak temsil edilerek harflerin hepsini esas lehçesi ile, tecvidi ile
göstermiş bulunuyor ki, Kâdî Beydâvî tefsirinde de açıklanmış olan bu
kullanımların etraflıca anlatılmasından vazgeçiyoruz.
Üçüncü olarak; alınan bu harfler, tek ve
birleşik olarak sûrelere öyle dağıtılmış ki, bunda dilin Sarf ve Nahiv itibarı
ile esas bölünüşlerine büyük bir ilgisi vardır.
Kelimenin üç kısmı, birliden beşliye kadar
kelimelerin esas yapıları, mücerred (yalın) ve mezide (artırılmış) bölünmesi,
artırılmış kipinin yedi harfi geçemiyeceği, dörtlü ve beşlide asıl ve mülhak
(katma)a bölünmesi ve daha bazı tâli çeşitleri bunlardan okunabilir. Arapların
şiir ve belağatı pek yüksek bir derecede bulunmasına rağmen dilin tecvid,
iştikak (türeme), sarf (sentaks), nahiv ve diğerleri gibi ilimleri henüz
meydana gelmemiş ve okuyup yazanlarda bile dil ile ilgili kuralların
nazariyatıyla ilgili bilgiler yerleşmemiş bulunduğu bir zamanda okumayazma
bilmeyen bir peygamberin tebliği ile ilmî inceliklere ait sunulan ve daha sonra
dil kurallarının tesbiti esnasında büyük bir rehber olduğu da kaydedilmeğe
değer bulunan ve çeşitli şekilleri ile i'câzın sırrını içine alan bu kadar
güzel tasarrufların delalet ve iradeden uzak sanılması nasıl kabul edilebilir?
Aynı zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu kadar yüksek bir delalet ve iradenin
dış görünüşünden başka hedefi yoktur demek de aynı karinelerle uzlaştırılamadığı
gibi, bunlardaki delalet yönlerinden bir çoğunu ihmal etmek demektir. Bundan
dolayı esas kasdedilen mânâ, açık ve gizli elifba ve ebced görüş açılarının
toplamındadır. Lafzî delaletinden, aklî delalete ve oradan tabiî ve zevkî
delalete geçerek varlık zamanlarının hepsini gözden geçirerek ve hiç birinde
durmayıp varlığın esasının yaratma sırrına, ilk başlangıç noktasına kadar
gitmek ve bu şekilde metafiziği (fizikötesini), gayb alemini bir anda tetkik
edip ilim içinde cahillik ve acizliği itiraf ettikten sonra tam iman ile ilâhî
irşadı beklemek; işte müteşabihler denilen sûrelerin başındaki mukattaat
harfleriyle hitabın faydası, din bilgisi çok geniş olan âlimlerin imtihanı olan
bu sonsuz mânâda meydana çıkıp görünüyor.
İnsanlığın gerçeği, idrak ve anladığını tebliğ
etmektedir ki biz buna mantık ve dil diyoruz. İdrak bizzat mânâlarla,
anladığını bildirmek de kelimeler ile, kelimeler ise sesler ile meydana gelir.
Demek ki sesler, kelimeler ve mânâlar dilin esaslarıdır. Yazmak ise dilin dili
demektir. Ve bu sebeple dil ve yazı insanlıkta ilmî ve pratik ilerlemelerin
esas dayanağıdır. Ve herkes bilir ki elifba harfleri denilen tek ve basit
seslere bütün dillerin maddesi, bunların hat şekilleri de yazının hakiki,
sağlam temelidir. Bunun için bir dilin elifbası ne kadar sağlam ve düzenli,
telaffuzu ve lehçesi ne kadar açık ve ince, çekim ve birleşme kuralları ne
kadar sağlam ve ilmî, delalet yönleri ve anlatımı ne kadar geniş, derin ve
tabiî, imlâsı da ne kadar sabit ve düzgün ise, o dil o ölçüde yüksek ve o
ölçüde olgundur. Bundan dolayı ta başlangıcında okuma ve yazmaya teşvik emri
ile inmeye başlayan yüce Kur'ân'ın, Fâtiha ile duyguları uyandırdıktan sonra
dilin maddesi olan elifba harflerinden başlaması ve başlarken İslâm dinine
gelinceye kadar İslâm'dan önceki dinlerin sonuncusu olan Hıristiyanlığın üçlü
ilah sapıklığını parçalarcasına gerçek bir Allah'tan ve itibarî bir olan ikiyi,
başka bir deyişle Allah'ın varlığından ruh ve cisim ikiliğini bir bakışta fark
ettiren yazılış şekli ile Allah ve kâinat ilgisini açıktan ilham etmesi ve
bundan başka Yahudiliğin ismi söylenmez diye tanıdığı en büyük mabudun ism-i
a'zamına da işaret etmiş olması ve daha söylerken kalbin en derin kısmından
dudağın ucuna kadar bütün harflerin tüm mahreçlerine uygun üç mahreçten özel
tertib ile çıkarak insana kendini tarttırıp tanıtacak olan "elif, lâm,
mim" harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu arada Ruvâkiye
felsefecilerinin elifba delili olarak ifade edilen Allah'ı isbatlama deliline
de işaret etmiş bulunması ve bu delalât (kılavuzluklar) ve imalardan sonra da
insanın akıl ve fikrini; dil sırrı içinde seslerden kelimelere, kelimelerden
mânâlara, mânâlardan eşyaya, eşyadan yaratma sırrına ve varlığın başlangıcına
ve Allah'ın ilmine kadar götürmesi, bu yüce kitabın başlangıçtan sonuca kadar
insanlığa yol göstermeyi üzerine aldığını büyük bir belağatle ifade etmektedir.
Ey düşünür! sembolüne bak ve harflerin çıkış
yerlerine riayet ederek elif lâm mim diye oku, okurken kendini bir tart,
ruhundan bedenine, içinden dışına, göğsünden dudaklarına doğru yokken var
olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice bir dinle, bu sırada bir elifba, ebced
okurcasına bütün elifba harflerini şekilleriyle hayalinden geçir ve düşün.
Aslında hiçbir mânâsı olmayan bu tek ve basit seslerden, sayılmayacak kadar
mânâyı taşıyan kelimelerin ve bu kelimelerden sözlerin ve bu sözlerden kâinatı
anlatan yüce kitapların meydana gelme şekillerinde nasıl bir kudret ve nasıl
bir yaratılış sırrı gizli olduğunu düşün. O zaman anlarsın ki kâinatta her
mânâ, her feyiz (nimet), her ilerleme, her olgunluk, her ümit bir sosyal
düzene, hem de layık olduğu konumu ile bir sosyal düzene borçludur. Kendi
kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti, hiçbir belirtisi olmayan basit
maddelerin tek tek parçaları, layık oldukları bir sosyal düzeni buldukları
zaman onlardan kimyalar, hikmetler, şekiller, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün
önündeki görülen kâinat meydana geliyor.
Aynı şekilde kendi kendine hiçbir mânâsı,
hiçbir kuvveti görünmeyen insan fertleri de, yerli yerinde mükemmel bir sosyal
düzeni elde ettikleri zaman, onlardan dünyaları büyüleyen sosyal kurullar,
milletler ve devletler meydana gelir. Taş ve ağaç kovuğundan çıkamayan o
kişiler yer küresinin bir ucundan diğer ucuna gidip gelmekle kalmayıp göklerde
bile fetihler yaparak ve kâinata hak ve adalet saçarak mutluluğa gark olurlar.
İşte elifbanın o basit ve mânâsız harflerine, o sonsuz mânâları feyizlendiren
düzen ve sosyal konum, sana kâinatın yaratılış sırrını baştan mütalaa ettirecek
bir hidayet anahtarıdır. Düşün ve düşün bu basit şeyler nereden geldi ve
bunlara o sosyal düzeni kim ve nasıl verdi? Sen seslerden kelimeyi,
kelimelerden mânâları, mânâlardan eşyayı okuyup görebiliyorsan böyle yokluğun
var, anlamsızın anlamlı olabilmesi, ayrı ve dağınık şeylerin birleşip bir bütün
meydana getirebilmeleri, bütün bunlar üzerinde ezelden ebede kadar hakim ve her
şeyi kuşatan bir kudret-i vahdaniyenin delili ve tanığı olduğunda tereddüd
edebilir misin? Hayır edemezsin ve etmek için kendinde hiçbir hak göremezsin. O
halde sen başka şeye bakmamalısın. O cömertlik kaynağından kendin için de
sağlam ve doğru bir sosyal düzen aramalısın. İçin ve dışınla ona teslim
olmalısın ki, istediğin hidayet ve mutluluğu bulasın. Düşün yalnız o düzeni ve
o düzenin olaylarının hareketini düşün ve bütün bunları, herşeyi kuşatan o tek
Allah'ın cömertlik kaynağına ermek için düşün. Fakat sakın onun hakikatına
(mahiyetine) ereceğim, onu ve onun ilim ve kudretini kuşatacağım diye uğraşma.
O noktaya geldiğin zaman acizlik ve bilgisizliğini itiraf et. İtiraf et de
"" oku, "Allah daha iyi bilir." de. "Seni, sana
yakışır bir şekilde tanıyamadık." diye ona yalvar. O zaman sende ne şüphe
kalır, ne sıkıntı ne buhran (ruhî bunalım) kalır, ne kuşku.
Bu açıklamalardan sonra anlaşılır ki bu konuda
Abdullah b. Abbas Hazretlerinden rivayet edilen haberler içinde " "
Elif lâm mîm. Ben Allah'ım, bilirim." demektir şeklindeki te'vil (yorum)
veya tefsir, yalnız sembolik mânâ olarak değil, aynı zamanda hitabın faydasının
özeti olmak itibariyle de ne güzeldir. Şu kadar ki bu mânâ başlangıcında değil,
düşüncenin sonunda verilmelidir. "Her kitapta Allah'ın bir sırrı vardır.
Kur'ân'daki sırrı da sûrelerin başıdır." meâlinde Hazreti Ebu Bekir'den
rivayet edilen ve "Her kitabın bir özeti vardır. Bu kitabın özeti de hecâ
harfleridir." diye Hazreti Ali'den rivayet edilen ünlü açıklaması da meâl
bakımından öbüründen başka değildir. Hatta Hazreti Ali'den rivayet edilen
" Allah'ın isimlerindendir." sözü de bu cümlelerden ayrı bir mânâ
değildir. Ve hepsini kapsadığı için sûrelerin başındaki mukattaa harfleri
müteşâbihattandır.
Müteşabihat denildiği zaman mânâsız tam bir
kapalılık iddia edildiğini zannetmek büyük bir yanlış meydana getirir.
Müteşâbihler mânâsız ve boş söz değil, mânâlarının çokluğundan dolayı belirli
bir maksat tayini mümkün görünmeyen ve daha doğrusu ifade ettiği kapsamlı
hakikatleri insan zihninin yüklenemeyeceğinden dolayı kapalı görünen bir
anlatıştır. Bu öyle bir beyandır ki, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, temsil,
tahkik, zahir, hafî gibi beyanın bütün şekillerini içine alır. Bunun için
yukarda buna "el-ma'lûmü'l-mechûl = bilinmeyen bilinen" tabirini
arzetmiştik. Zaten sözde kapalılık, yerine göre en büyük belağat şekillerinden
birini meydana getirir. Her şahıs her mânâya muhatap olamıyacağı gibi, Allah'ın
bütün ilminin anlatma ve bildirmesine umumiyetle insanlığın kudreti de
dayanamaz. Peygamberlerin ilimleri bile Allah'ın ilmine eşit olamaz.
"Rabbim, ilmimi artır de." (Tâhâ, 20/114). Bu gerçek de fasl-ı hitap
(güzel konuşma) olarak ancak gibi bir ifade ile anlatılabilir. En bilgili
insanların bilmedikleri ve bilemeyecekleri neler vardır? Bilginler derler ki
ilmin başı hayrettir. Bu itibarla da Kur'ân'ın başında irşad ve hidayetin
başlangıcında böyle hayret veren bir tebliğin yeterli bir büyüleyici gücü
vardır.
Kur'ân âyetleri başlangıçta indikçe Hazreti
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bunları insanlara okur, tebliğ ederdi. Fakat buna
karşı koymaktan aciz kalan kâfirler "Sakın bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz,
okundukça onun hakkında gürültü ediniz. Belki böylece ona galip
gelirsiniz." (Fussilet , 41/26) derlerdi ki hala etkili ve ciddi sözler
karşısında böyle yapmak kâfirlerin huyudur. Razî ve diğer tefsircilerin
tefsirlerinde İbnü Revme ve Kutrub'dan rivayet olunduğuna göre sûrelerin
başında bulunan mukattaa harfleri indikten sonra okunduğu zaman dikkat ve
şaşkınlıklarını celbettiğinden o kâfirler de dinlemeye meyletmekten
kurtulamamışlar ve gürültüden vazgeçerek Kur'ân'dan faydalanmışlardır ki, bu
kıssanın, bunların özellikle bir nüzul sebebi olarak kaydedilmesi gerekir.
Başta hayreti celbetmek önemli fayda
sağlayacağı için Fâtiha'nın başında bulunması gerekmez miydi? diye bir soru
akla gelir. Fakat şunu bilmek gerekir ki, ilk anlayış, hayretten önce gelir. Ve
Kur'ân'ın gayesi de ilk önce ve bizzat ilim ve hidayete yöneliktir. Fâtiha
" " ile başlasaydı bu iki önemli gaye elden kaçırılırdı. Ve hatta
Fâtiha'daki açıklığı ile tevhid başlangıcı üzerinde anlaşma ve sözleşme
yapılmadan önce bu şekil, faydalı olmaktan çok zararlı olurdu.
Bu nakledilenlerle beraber sûre başlarındaki
bu mukattaa harflerinin bulundukları sûreye de bir isim gibi delalet etmelerine
hiçbir engelin düşünülmemesi gerekir. Nitekim " "ın muhkem mânâsı
sûrenin de ismi olmasına engel olmamıştır.
İ'RAB: "Elif lâm mîm" isimleri, önce
dış görünüşleri ile harfleri birer birer söyleme yerinde bulunduklarından i'râbları
yoktur. Çünkü birer birer sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi
i'râbsızdır. Bununla beraber aralarında mübteda haber olmaları düşünüldüğü
gibi, tamamı bir isim veya isim yerinde düşünülerek, "bu elif lâm
mîmdir" meâlinde, hazfedilmiş bir mübtedanın haberi veya oku, dinle,
belle, yahut yemin ederim gibi hazfedilen bir fiilin sarih veya gayr-i sarih
mef'ûli bih olmak ve nihayet tamamı mübteda ve cümlesi haber yapılması da
düşünülebilir. Bu arada nasb i'râbı bu harflere dikkati çekmek açısından daha
beliğdir. Ve bunda yemin mânâsını göz önünde bulundurmak daha kuvvetlidir. Şu
kadar ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz. Bu açıklamadan sonra
özellikle şu hususa dikkat çekmek isteriz:
"Elif lâm mîm" isimlerinin
müsemmaları olan hecâ harflerinin seslerine delalet ettiğinden, lügat açısından
şüphe edilecek bir taraf yoktur. Fakat bu sesler, mutlak sesler midir? Yoksa
bir ahdi ve bir özelliği içeren belirli sesler midir? Bunu düşünmek gerekir. Bu
nazmın güzelliği, başlangıçta bir gariplikle tecelli ederken, bu seslerde bir
yemin, bir özellik hissetmemek de mümkün olmuyor. İlk önce elif lâm, harf-i
tarif mânâsını anlatmaktan hâlî kalmaz.
İkinci olarak mim de Arap dilinin bazı
lehçesinde lâm yerine belirtme edatıdır. "Yolculukta oruç tutmak sevap
mıdır?" sorusuna karşı "Yolculukta oruç tutmak sevap değildir."
hadisinin demek olduğu bellidir. Bundan dolayı bu seslerin genel olarak hecâ
harfleri sesleri değil, güzel bir gariplik içinde, özel bir şekilde bilinen ve
belli olan birtakım sesler olması hemen akla gelir. Ve bunları belirlemenin
karinesi de vardır. " "den tâ nidasına kadar bu sûrenin başındaki
hitabın ilk önce ve bizzat Resulullah'a yönelik olması ve bir de vahyin inme
şekli ile ilgili hadisler göz önünde bulundurulunca diyebileceğiz ki, bu sesler
Kur'ân inerken Hazreti Muhammed'in kulağında bir özellik ile çınlayan,
şekillerini ve mânâlarını Hazreti Muhammed'in kalbinde yerleştiren ve tesbit
eden vahiy sesleridir. Harfler ve kelimelerin alışılmış olan ortaya çıkma
şekillerinden büsbütün başka bir olağanüstü özellik ile tecelli eden o ilâhî
sesler, yalnız Resulullah'ın duyması ve hissetmesi olduğundan, hissedilenin
durumları ve ayrıntıları da ancak onun tarafından bilinir. " " Kur'ân
nazmını Hazreti Muhammed'in kalbine indiren o olağanüstü seslerin, yalnız
Peygamber tarafından belli olan ayırıcı vasıflarını bildiren cins isimleri
demek olur. Ve bundan dolayı Kur'ân'ın veya sûrenin bir ismi olması rivayeti,
bu görüş açısından çok faydalı ve uygundur. O halde mânâyı dinleyelim:
2-" "Allah daha iyi bilir ey
Muhammed! "Elif lâm mîm" denilince senin derhal anlıyacağın o
olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o "lâm" "mîm"
ğunneleri ile kulaklarında çınlayan vahiy sesleri, belirmeleri insanlar
arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat diğer insanlarca da elifba ve
ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler ve kelimeler ve onların
mânâları, özetle o isim veya isimler yok mu? " " işte o sesler ve o
seslere verilen güzel düzen ile sana ve senin kalbine Allah tarafından indirilmekte
olan o " " o mucizeli nazım ve mânâ yani o Kur'ân'dır ancak tam
kitap, yegâne kitap denilmesine layık olan o hak ve hükümlerin kesin delili,
yahut "Doğrusu Biz sana, sorumluluğu ağır bir söz vahyedeceğiz."
(Müzzemmil, 73/5) âyeti ile vaad edilen o ağır ve büyük Allah kelâmı ki, ondan
sonra "el-Kitâb" denilince Allah'ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve
bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi caiz olmayacaktır. Bunun içindir ki
müslümanlar arasında kitap denilince ancak Kur'ân anlaşılır. Hatta Peygamberin
hadislerine bile kitap denilmez de sünnet denilir. Şu halde burada kitabın
tanıtılması şu olur: Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize
indirilmiş olup her bir sûresi i'câz ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla
nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı)
nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir. Yani bütünü ve hepsi arasında
ortaktır. Şeriata göre bu şekilde tarif edilmiş olan kitap, asıl lügatte ve
(ketb ve kitâbet) gibi bir ekleme ve toplama mânâsını kapsamış olarak, harfleri
birbirine eklemek yani yazmak mânâsına masdar iken örfte mektup (yazılmış)
mânâsına isim olmuştur. Kitabet (yazmak) ve kitap aslında yazıya ait
nazımdadır. Bununla beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir.
Birincisinde kitap, bir yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincide ise yazılan
yazı ile anlatılan ibare (metin) demektir. "Falan kitap benim kütüphanemde
var." dediğimiz zaman birincisini, "Falan kitap ezberimdedir."
dediğimiz zaman da ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki bunların hepsinin
altında mânâya delalet önemlidir. Ve her kitaptan kasd edilen o mânânın
anlaşılmasıdır. Fakat sadece mânâya -kelâm (söz) denilebilirse de- kitap
denilmesi herkesçe bilinmiyor.
Kitabın mahiyeti, o mânâya delalet eden nazım
ve nihayet nazım ve mânânın toplamıdır. Bundan dolayı bu indirilmiş kelâma
kırâet açısından Kur'ân, tasarıda veya gerçekte yazılması açısından kitap
denildiği zaman, nazm ve mânâ beraber kasdedilmek ve daha doğrusu mânâya
delalet eden sözlü veya hatla ilgili nazmı tasarlamak zorunlu bulunduğundan,
yalnız mânâya Kur'ân veya kitap denilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır. Çünkü mânâ
ne okunur, ne yazılır. Okunan sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili nazmdır. Sırf
mefhum olan mânâ ile zihinde kasdolunan lafızların şekillerini, kelam-ı nefsîyi
(içte bulunan sözü) birbirinden ayıramayanlar, kitabı sadece mânâdan ibaret
imiş gibi sanabilirler. Fakat mesele ilim ve fen ve özellikle psikoloji gözüyle
etraflıca incelendiği zaman mükemmel, güzel, sağlam denilebilen fikir ve
mânâların, lafız şekilleri ile öyle derin bir kenetlenmesi ve bağlanması
görülür ki, dil dediğimiz o lafzî şekilleri alıverecek olursanız fikirde,
mânâda hiçbir sağlamlık ve mükemmellik bulamazsınız. O yüksek mânâ ve
fikirlerden bir iz göremezsiniz. Yani nazm, yalnız başkasına değil, düşünürün
kendi kendisine bile mânâyı anlatma ve birbirinden ayırmada önemli bir
vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce ile ilgili manevi
ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı. Bunun için lafza ve hatta (yazıya) ait
nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız mânâdan ibaret bir kitap, bir
Kur'ân tasarlamak mümkün değildir. Yine bunun içindir ki yüce Allah, meleklere
karşı dem'e verdiği ayrıcalığı, sade mânâları öğretmek ile değil, belki
isimleri öğretmek ile vermiştir. Peygamberimize indirilmiş olan da Kur'ân'ın
yalnız mânâsı değil, hem nazmı (lafzı) ve hem mânâsıdır.
Bunda şüphe etmemeli ve asla kötü zanna
düşmemelidir. Çünkü bu dir. Aslında her türlü şüpheden uzak ve her töhmetten
uzak kılınmıştır. Kitaplar içinde hak "kendisinde şüphe olmayan"
Allah'ın kitabı olduğu bunun kadar kesinlik ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru
yolu bunun kadar gösteren hiçbir kitap yoktur. Bunun ne vahyinin niteliği ve
inmesinde bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır. Ey yüce Peygamber!
Hira mağarasından beri Rûh-i emîn Cebrailin getirmekte olduğu o vahiy seslerini
sen tam müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun ve güvenilirliğin de
denenmiş ve herkesçe bilinir. Sonra bu kitabın i'câzına da söz yoktur. Zaten
kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve yeterli tecrübe; ikinci
olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan yerlerde doğru haber ve
tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile dayanarak netice
çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk'ın indirdiği, hakkın şiarı, doğru
haber veren, maksadı yalnız iyilik ve insanlığın mutluluğu olan bu kitapta
şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet ve bozuk
maksadın tasavvuruna imkan yoktur.
Gözlem ve tecrübeye eremeyenler için de
sonsuza kadar delalet, i'câz ile hüsn-i istidlâl (bir delile dayanarak güzel
netice çıkarma) yolu açıktır. Allah Teâlâ bu kitap ile bunu da üzerine
almıştır. Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlâkî oluşunda, Allah'a ait olmasında
şüpheye düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar. Bunlar ya bilmemekle beraber
bilmediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden başka hiçbir şeye değer
verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı kâfirlerdir. Veya tam
cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı anlamaya,
ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka erdirecek basiret nurları sönmüş,
münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri,
kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır. Bu kâfirlerin, münafıkların
durumlarını da yakında görürsünüz.
Rayb (şüphe), aslında nefse bir ızdırap, bir
kuşku vermek mânâsına masdar iken, lügat örfünde bu ızdıraba başlıca bir sebep
olan şek ve şüphe mânâsında kullanılması üstün gelmiştir. Yani rayb, şüpheye
yakın ve fazla olarak kötü zan gibi bir töhmet mânâsını da kapsar. Fakat asıl
mânâsı şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphedir. Yalnız "şüphe"
kelimesini de bu mânâda kullanırız. Burada rayb bütün cinsi ile olumsuz
kılındığından ilmî şüphe ve ahlâkî şüphe diye birbirinden ayrılabilecek olan
şüphe ve suçlama durumlarının ikisi de kaldırılmış ve iki yönden kesin olarak
isbatlamakla kitabın mükemmelliği açıklanmıştır. "zâlike"nin ikinci
haberi olabilirse de başlı başına bir cümle olması daha seçkin ve mukadder
(sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu düşünmekle bir başlangıç cümlesi olması
ise daha beliğdir. Tek bir kişinin bütün insanlık âlemi ile ve özellikle bozuk
niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan bir insanlık âlemi ile mücadelesi
demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce Peygamber: "Ey Rabbim!
Şüphe ve şirk içinde yüzen şu insan yığını benim karşıma çıkıp da: 'Bu kitabın
Allah'ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah tarafından vahiy yoluyla indirildiği
ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar, müellifler gibi sen de bunu kendin
tasarlıyorsun ve fazladan olarak bir de Allah'a isnad ve iftira ediyorsun' diye
iftira yapmaya kalkışacak olurlarsa ben ne yaparım?" diyebilirdi. İşte
yüce Allah böyle bir soruya meydan bırakmamak için: "Bu konuda hiçbir şekilde
şüphelenmeye yer yoktur." diye açık olarak mutlak güvence bağışlamıştır ki
bunda Resulullah'ın ruhunun, vahyi gerek kabul etmede ve gerek tebliğ etmede
sözünde duran emin bir kişi olduğunu kaydetmek ve ilan etmek vardır. Ve bu
şekilde kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmadığını kaydetmek, kitabı tebliğ
eden Muhammed el-Emin'in kendisinde de hiçbir şüphe bulunmadığının tescilidir.
Yakında "Kulumuz Muhammed'e
indirdiğimizden şüphe ediyorsanız." (Bakara, 2/23) âyeti ve daha ileride
"Allah'a yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde;
'Bana vahyolundu.' diyen ve 'Allah'ın indirdiği gibi bir kitap da ben
indireceğim.' diye iddia edenden daha zâlim kim olabilir?" (En'âm, 6/93)
gibi âyetler ile Kur'ân bu noktaları tafsilatıyle savunacak ve isbat edecektir.
Bu başlangıca Kelâm ve Felsefe ilmi açısından
baktığımız zaman her şeyden önce şüphe ve yakîn meselesine yani ilim ve marifet
(bilgi) teorisinin mahiyetine işaret edilmiş ve bu konudaki bütün felsefî
tartışmaları apaçık bir vahiy ile ortadan kaldırmış bulunduğunu görürüz ki,
akaid (inançla ilgili) kitaplarımızın en başında "Eşyanın hakikatları
sabit ve bunları bilmek gerçekleşmiştir." ilk inancının konulması ve
sofestâiye denilen şüpheci ve inatçıların reddedilmesi ve ilim sebeplerinin
gerçekleşmesi ile söze başlanması da bundan doğmuştur. Ve yeni felsefelerde her
şeyden önce bu noktaya önem verildiği ehlince bilinmektedir. Böyle olmakla
beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen, kâinatta gerek teorik ve
gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu da inkâr olunamaz.
Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlâk hastalığı, şüphe ve şek
meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için bunun her şeyden önce ortadan
kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur'ân bu şekilde işaret ettikten
sonra insanları, iman, ilim ve kesin bilgi ile yaşatacak olan hak ve doğru yolu
yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve anlatırken gayb (gizli olan) ve şehadet
(görünen) yani akla uygun olan fizikötesi ile duyumsanan tabiat arasında kesin
olan gerçeklere ve hepsinden önce Tevhid-i Hakk'a dikkatleri çekecek ve bütün
bunlarda ahlâkî değer ve amelî gücü temel fikir olarak takip ettirecektir. Bu
bilimsel noktalar ile Bakara sûresinin başı, Fâtiha'dan sonra bütün Kur'ân'ın
bir genel önsözü demek olduğundan, sûrelerin tertibi (düzeni) ne kadar tabiî ve
ne kadar ilmî ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı gibi, Hazreti
Peygamber'in beşerî çevresi ile bu ilmî gerçekler incelendiği ve mukayese
edildiği zaman da Kur'ân'ın yalnız Allah'ın vahyi olduğunda zerre kadar şüpheye
yer olmadığı ister istemez kabul edilir.
Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap Müttakîlere
hidayetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek yeteneğine
sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek bir delil, doğru yolu gösterecek
apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir hidayet-i
rabbaniye vardır.
Fakat müttakî (günahlardan sakınan)ler için.
Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye erecek olanlar; şek ve şüpheden,
şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma, akibetlerini kazanma
kabiliyetine sahipbulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap esas itibariyle
"İnsanlar için hidayettir." Genellikle insanları irşad ve doğru yolu
göstermek için inmiştir. İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demek olan bu
hidayetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle şuna buna tahsis edilmesi
yoktur. Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma gayesi,
şimdiki halde veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak,
fıtrî kabiliyetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanmayacak ve belki zarara
uğramış olacaklardır. "Biz Kur'ân'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet
kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'ân, zâlimlerin ise ancak zararını
artırır." (İsrâ, 17/82). Hüda, hem lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî
(geçişli) olur. Fâtiha'da açıklandığı üzere hidayet, yol göstermek ve istenen
şeye ulaştırmak gibi iki mânâda ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine
"gayeye ulaştırmayan hidayet", diğerine "ulaştıran hidayet"
denilir. Yüce Allah'a göre biri ulaştıran yolu göstermek ve irşad etmek, diğeri
hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak demektir. Kur'ân'da ikisi de
geçmiştir. Bundan dolayı sonuç olarak 'de doğru yola ulaştıran hidayet yani
tevfik (başarı), 'da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad mânâları açıkça
görünür ise de, araştırma yapıldığında Kur'ân'a nisbet edilen hidayetin irşadla
ilgili hidayet olacağı meydana çıkar. Çünkü başarı ve insanları doğru yola
iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir. Ve burada
denilmesinin önemli bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile gerçekleşen
Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için muhatap olan
insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart kılınmıştır. Kur'ân, herkese genel bir
şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber, herkes bunu kabul
etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları buna iradesini
harcamıyacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılışının) aslında genel olan
hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü alışkanlıklarla tamamen ortadan
kalkmış bulunacağından, Kur'ân'ın irşadları tam belağatı ve kapsamlı gerçekleri
ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak sevinç arzusunu
uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabın esas faydası,
hüsn-i ihtiyar(doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet sahiplerine ait
olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği bulunan
müttakiler (takva sahipleri)dir. Bundan dolayı Kur'ân'ın inmesinin hikmeti,
başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütün insanlara hidayet
etmektir.
Fakat şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet,
bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak gerçekleşecektir. Bununla beraber müttaki
(takva sahibi olma) niteliği, kazanma ile elde edilen bir nitelik olduğundan
dolayı, geleceğe göre bütün insanları içine alması mümkün olan bir niteliktir.
Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir yana bırakarak yine umumun hidayeti olmasına
engel olan bir tahsis değildir. "Arab için hidayettir." veya
"Acem (Arap olmayan)e hidayettir." denilmiyor. Şu halde "Bu
kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir. Fakat bu hidayetten
faydalanmanın ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı seçmek, yani korunmayı
istemektir. Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya istekli olunuz ki, kurtuluş
bulasınız." meâlinde bir takva tavsiyesini kapsamaktadır.
İttikâ, vikâye (korunma)yi kabul etmek, başka
bir ifade ile vikâyeye girmektir. Vikâye ise aşırı korumacılık, yani acı ve
zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O halde lügat
açısından ittikâ veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak,
özetle kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun gereği olarak korkmak,
kaçınmak, sakınmak ve çekinmek mânâlarına da kullanılır. Tevakkî (çekinme)
deyiminde yorgunluğa katlanma, ittikâda sadelik vardır. En kapsamlı ve en
kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın korumasıdır. Çünkü insanın koruması, şimdiye
ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi, şimdiki halde görünen acı zararların
bile hepsine hakim olamaz. Bundan dolayı iyi korunmak demek olan gerçek
korunma, ancak Allah'ın korumasına girmekle gerçekleşebilir. Gerçi rahmaniyete
ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah'ın korumasından zorunlu ve tabiî
ihsan edilmiş bir payı vardır. Ve o oranda herkes korunmasız zorunlu bir
korumaya sahip olur. Fakat rahimiyete ve ihtiyarî fiillere göre insanın bu korumaya
isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin korunması da şart olmuştur.
Demek ki Allah'ın korumasının her yönüyle tamamen tecellisi (ortaya çıkması),
insanın şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef edinen Allah'tan gereğince
korkma hissine bağlıdır. İşte bunun için şeriatta mutlak sakınma veya takva,
insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı
verecek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile günahlardan sakınması ve
iyiliklere sarılması diye tarif olunur ki, gerçek korku ve sevgi ile ilgili
olarak biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara sahiptir: "Tahliye
ve süsleme". Eûzü besmeleden, tevhid kelimesinden ( ) itibaren bu iki
itibarı görürüz. Bundan dolayı şer'î takvanın, yalnız olumsuz ve mücerred (soyut)
perhizkârlıktan ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır. Bununla beraber ittikâ
(sakınma) bunların yalnız birinde kullanıldığı çoktur. Mesela Kur'ân'da korku,
iman, tevbe, itaat, günah işlemeyi terketmek, ihlâs (samimiyet) mânâlarından
her birinde kullanıldığı yerler vardır.
Ve inceleme yapıldığında Kur'ân'da ittikâ
(sakınma) ve takva üç derece üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedî
azabdan sakınmak için Allah'a şirk koşmaktan kaçınmakla iman "Ve onları
takva kelimesine bağladı." (Fetih, 48/26) gibi. İkincisi; büyük günahları
işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden sakınmak ile farzları eda
etmektir ki, şer'an (İslâm'da) bilinen takva budur. "O ülkelerin halkı
inanıp Allah'ın azabından korunsalardı." (A'râf, 7/96) gibi. Üçüncüsü;
kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her şeyden kaçınmak ve bütün varlığı
ile Allah Teâlâ'ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu da "Ey iman edenler!
Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun." (Âl-i İmrân, 3/102) emrindeki
gerçek takvadır. Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar derindir ki, bu
mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara ayrılır. Ve
peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar. Bu şekilde
yüce Peygamberler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını
birleştirmişler, onların cisimler âlemiyle ilişkileri, ruhlar âlemine
yükselmelerine engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın
işlerine dalmalarına zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da aslında kazançlarının
meyvesi değil, Allah Teâlâ'nın özel rahmetinin eseri olmuştur.
"İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle
(Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra
yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik
ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur."
(Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır.
"Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı
topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti
bu takva derecelerinden her birini kapsar. " "in, hepsinden daha
genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu
soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu
anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice
olacağına göre meselede bir devir (Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için
getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce
bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın
başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki
yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye
aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki,
tefsirciler bunu "takva derecesine yükselenler" diye tefsir ederler.
İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva
yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna
umumî mecaz adı verilir.
Üçüncü olarak takva, en son maksat değil,
kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân hidayetinden elde edilecek olan güzel
sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı
için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul
eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva mertebelerinin
hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri
tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez.
Özetle Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç
itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân
hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin
ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya
hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak
gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler bulunduğunu
gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır. O yalnız ilkel
insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek
yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten insanlık
toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel
şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın korumasına
girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine
yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
" " Kur'ân'ın ezeli itibarını,
" " görünen gerçeklerini, " " ilmî ve ahlâkî özelliğini,
" " inme hikmetini ve pratik gayesini dile getirmiş ve sonra inen her
âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir
bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile
ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü)
nazm olarak Fâtiha'daki "bize hidayet et" duasının cevabı olmuştur.
Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı)
açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor.
İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor.
Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak üzere çeşitli
irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor.
Sonra bunları aynı şekilde üç âyet ve üç kıssa takip edecek ve daha sonra da
"Ey insanlar ibadet ediniz." (Bakara, 2/21) genel hitabı ile
sûrelerin maksatları yavaş yavaş inkişaf etmeye devam edecektir. Bu açıklamanın
gelişme şekli Kur'ân'daki uyuma bir misal vermek için ne kadar dikkate
değerdir.
3- O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki
Hakk olan gayba inanırlar. Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir
tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak
oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da
bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve
hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili
şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden
görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp
oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların sağduyuları, saf basiret ve
ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası
anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri,
yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır. Görünen ve
hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve
arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırtederler; hissedilenden
düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybden görünürlüğe,
görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları
altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen,
diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere
ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen
kısmında kabul ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem",
"akıl âlemi", "ruh âlemi" veya "gayb âlemi"
derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar. Gerçekten şimdiki Batı
felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler
bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir âmili (sebebi) var:
Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat bunları his ve müşahede
ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri. Bilimler ve özellikle müsbet
ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir
gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir. Mesela ışık dediğimiz
parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.
Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna
göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin
titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas
etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali
"İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği
gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir. Belki
gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilâhiîkudret ile yaratılan
bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür. Ses de aynen böyle. Biz
biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından ibârettir.
Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu
anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz şey de,
esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir ki, ısı
ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu
elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup,
bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku ve tad olarak ortaya
çıkarlar. Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi
gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür.
Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da
görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla
gördüğümüz önümüzdeki âlem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey
değildir. Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez. Genel göçler,
memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler... gibi tarihî olayların illet ve
gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri... gibi görünmeyen
sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün
değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi ve
yansımalarıdır...
Bu ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor. Bu
açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır. Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem
de hareket tecellisinin bir hayalidir. Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret
ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil. Bu noktada yürüyen ve
Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen
âlimler ve İslâm feylesofları da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih
telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî hakikat "mutlak gayb"
değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi
(kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez,
Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim (görülmemiş) vârid
olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh olarak görülebilir.
Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona
doyulmaz. Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu söylüyoruz.
Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız. Bunun için O'na, özel
isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir. Allah'ın melekleri de bize
gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür.
Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz. Halbuki görünen de
kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür. Hâsılı bizce
"gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla
uygun olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil,
delili olan makûl (akla uygun) gaybe iman ediyoruz. Her delil ise, delalet
ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir. Delilimiz,
aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve Allah'ın kitabı. Şu halde gaybin
hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar
görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri
görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde
de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve
hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve "dünya" adını
alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o
geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında
yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz
arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun ağırlık merkezine
tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan
tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip akıyor,
bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı, kıstağın karanlığına
basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası görüyor. Yalnız ve
yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere erişiyor ve ne
diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu
görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın gıcırtısını da
içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten ve bu gıcırtıdan
artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve
hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve
sonuç denilen birer gayb âlemi var. Dünya âlemi, hissedilen tabiat, imkan
deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak
var. Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını,
bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi
veya tabiat üstü de vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o
kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici
ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin
hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir. Şu halde
kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha
önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine
(kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene,
ahiret gününün sahibine "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım
dileriz." (Fatiha, 1/4) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası
içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki
gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen
âlemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve
bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid, 57/4)
birliğini bulur.
Gayb (kelimesi), "gaybet" ve
"gıyâb" (göz önünde bulunmama) anlamında masdar veya gâib (göz önünde
olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi
masdar diye isimlendirilmişdir veya "meyyit" ve "meyt"
kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin hafifletilmişidir. Buna göre
dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri gerçektirler.
Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum
yoktur. "Gayb" ve "gâib" ise başlangıçta duyguyu anlamada
veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan
demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir.
Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için
anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır. O
henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla
bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde,
anlayışlı olarak tasdik edersiniz. Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur.
Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler
bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı
gerçekten yok olabilirler. "Gayb" ile "gaib" arasında fark
vardır. "Gâib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez
olandır. "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır.
Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı
hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb"
(gaybları bilen) Allah bilir. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları
O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır,
deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan
gâiblerdir ki "onlar gaybe inanırlar." (Bakara, 2/3) âyetindeki
gaybden kastedilen de bu kısımdır. kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani
Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan
hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler,
peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme... gibi imânâ ait temel
unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir geçişle, bazılarında
da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur. Sonra "gaybe iman" ile
"gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış farkı vardır. Zira
birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış, ikincide ise
inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı tefsir
bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan ve
gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan
şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir.
Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba iman
ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur. Ve her iki
değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait
oluşu bakımından dikkati çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i
görüp iman eden sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği
haberlerde tasdik edişlerindedir. Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik
edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır. Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri
"Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse,
gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır." buyurmuş ve bu ayeti
okumuştur. Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve
kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının "görmek"
olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok kalp ile
görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden kurtaran bir imânâ ermek mânâsını
ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır. Yani kalbi bilen,
Allah'ı bilir. "iman", asıl lügatta "emn" ve
"emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir.
Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek)
anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven vermek",
"emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan
"Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak)
mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve
"sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade
eder ki, dilimizde inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek
anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya
kendisi yalandan emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi
bizzat geçişli olur. Bununla beraber veya gibi "bâ" veya
"lâm" harfleri ile de geçişli olur. "Bâ" harfi ile geçişli
olduğu zaman "itiraf" mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli
olduğunda da iz'an ve kabul anlamını içine alır. Bunun için gaybi tasdik ve
itiraf ederler, yahut "Tasdik ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve
itiraf ederler." demek olur.
Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak
demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da
ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a
iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları
vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün
menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve
hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı
iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve
uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman
ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf
etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait
tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat
değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî
(görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları
ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve
yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya
sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve
zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi
değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır.
Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait
bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak
alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli
olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız
imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden
görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider.
Genel olarak lügatta "tasdik", ya
sözlü veya fiilî olur. Sözlü tasdik de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere
iki türlüdür. Buna göre lügat geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır:
Birincisi, kalbe ait tasdiktir. Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün
veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi
kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya
sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur. İkincisi dil ile tasdiktir. Bu da,
kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir tarzda; "bu
böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek veya görünürde
olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile birleşir, söyleyen
kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka olur. Yani dili ile
diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar. Üçüncüsü fiil ile
tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle olur. Bu da kalp ile
veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın olup olmadığına göre
birkaç dereceye ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse
gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur.
Acaba din lisanında iman bunların hangisidir?
Yani İslam dininde bunların hangisini yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile
dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu
âyetten itibaren başlıyoruz.
Dindeki imanın, lügattaki imandan iki yönden
özelliği bahis konusudur. Birincisi, iman edilecek olan ilgili (yani kendisine
inanılacak şey) bakımından şer'î iman özeldir. Allah'ın birliğine ve Muhammed
(s.a.v.)'in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve
gerektiğinde genişçe inanmaktır. Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene
inanmak, diğer deyişle (Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın
Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır. Bir derece tafsîl (açıklama) ile,
Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine, ahirete inanmaktır. İkinci bir
tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya
inanmaktır. Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân) ve Sünnet ile Muhammed
(s.a.v.)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve hükümlerin
tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin istediği şekilde
inanmaktır ki, burada "Onlar gayba inanırlar; ve onlar sana indirilene ve
senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete kesin olarak inanırlar."
ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır. Diğer açıklamalar da ilerde
gelecektir. Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi ile birlikte
bulunur. Bütün dini bilmek demek olan tafsîl, havass (saygın kişiler)ın
özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci farz, özet olarak
inanmak ve en son da tafsîlin ikinci derecesine imandır. Ve işte Bakara
Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir. Halbuki lügat anlamındaki imanın
ilgi sahası bundan daha geniştir. O, gerçeği ve yanlışı, doğruyu ve eğriyi
içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine alır. Lügat
bakımından iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din açısından tam
küfürdürler. Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna inanmak;
küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın, haksız
yere adam öldürmenin, Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna inanmak...
lügat itibariyle birer iman, fakat İslâm dininde birer küfürdürler. Lügat
anlamında imanın diğer bazı kısımları daha vardır ki, dinî açıdan küfür
olmamakla beraber birer inanma görevi teşkil etmezler. Bir kısmı mübah, bir
kısmı mendub, bir kısmı da kötülük ve günah olabilir ve bunların açıklaması
fıkıh ilmine aittir.
Özetle lügat anlamında imanın bir kısmı hak ve
hayır, bir kısmı şer ve batıl, bir kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz şeyler
olabilir. Hak ve hayır olanlar şer'î imanın aynı veya onun kapsamı içinde
ayrıntısıdırlar. Çünkü asıl şer'î iman, şimdiki halin arkasında veya bâtın
(kapalılığın)da kaybolan hak ve hayrın anahtar ve ölçüsünü veren ve bir tek yol
takip eden prensiplerin tümüdür. Gerçekte bütün iş, hak ve hayırdan önce,
bunların prensip ve ölçülerindedir. Ve İslâm dininin esas apaçık gerçekliği
olan imânâ dair prensipleri de bu anahtarı ve ölçüyü verir. Hidayet (doğruluk)de
onu takip edenleredir. Geleceğin kayıp anahtarı, şimdiki görmede; şimdiki
görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile geçmişteki gaybında ve hepsinin
anahtarı ise Allah katındadır. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları
O'ndan başkası bilemez." (En'âm, 6/59).
Şu halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı
kendi istek ve arzusunda aramamalı, doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah
Teâlâ'dan almalıdır. Aracıları inkâr etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a
yapmalıdır. Çünkü "O'nun izni olmadan onun katında kim şefaat
edebilir?" (Bakara, 2/255) âyeti onun izni olmadan kimsenin şefaat
edemeyeceğini bildirmektedir.
İkincisi, imanın ilgilendiği şeyi bırakarak,
kendi mahiyeti bakımından da şer'î imanın özelliği bahis konusu olmuştur.
İmanın şer'î mânâsı, yalnız bir kalbin fiili midir? Yalnız bir dilin fiili
midir? İkisi birden midir? Yoksa bunlarla beraber uzuvların fiili midir? Bu
noktada bazı mezhep farklarına rastlıyoruz. Şöyle ki:
1. Hâricîler ve Mu'tezile mezhebine mensub
olanlara göre şer'î iman, hem kalbin fiili, hem dilin fiili ve hem de uzuvların
fiilidir. Yani Allah Resulü'nün tebliğlerini kalp ile tasdik, dil ile ikrar,
amel ile de tatbik etmektir. Bunların üçü birden imanın esasıdır. Bunlardan,
birisi bile eksik olan kimseye mümin denmez. Hâricîler'e göre kâfir;
Mu'tezile'ye göre ise mümin ile kâfir arası fasık denilir. Bunlar şer'î imanda,
lügat mânâsındaki imanın üç derecesini toplamış oluyorlar. Selef ve
hadiscilerden bazıları da imanı dil ile ikrar, kalp ile tasdik, dinin
esaslarıyle amel etmektir diye tarif etmişlerdir ki, imam Şafiî de bu gruba
dahildir. Fakat bunlar, ameli terkeden fasıkın imandan çıkmış veya küfre girmiş
olduğunu söylemezler. Şu halde bunların görüşleri Hâricî ve Mu'tezile
mezheplerinden büsbütün başkadır. Bunlar gerçekte imanın aslını değil, imanın
kemalini tarif etmiş oluyorlar.
2. Kerrâmiye mezhebine göre şer'î iman, yalnız
dil ile ikrardır. Bunlara göre kalp ile tasdik bulunsun, bulunmasın, dil ile
ikrar eden, diline sahip olan mümindir. Kalb ile tasdik de varsa, içi, dışı
mümindir. Yok münafık ise, dışı mümin, içi kâfirdir. Bunlar, lügat anlamındaki
imanın en aşağı derecesi olan yalnız "söz ile tasdik" mânâsıyle
yetinmişler ve şer'î imanın ölçüsünü de, müslümanlar arasında cereyan edecek
olan muameleler ve hükümlerin prensibinde açık ve görünür sebebi
gözetmişlerdir. Bunlara göre iman, bir kelime meselesi demek oluyor,
"İkrar esas, kalp ile tasdik şarttır." diyenler de olmuştur.
3. İmanın esası, kalp ile tasdiktir.
Dilsizlik, zorlama gibi bir zorlayıcı engel bulunmadıkça dil ile ikrar da
şarttır. Fakat tahakkukunun (gerçekleşmesinin) şartı mı, yoksa tamamının şartı
mı, bunun hakkında da sözler söylenmiştir. Eş'arîler bu görüş üzerindedirler.
4. İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin
toplamıdır. Bunların ikisi de imanın esasıdır. Bununla beraber ikisi de aynı
seviyede temel esas değildir. Kalbe ait sorumluluk, hiçbir özürle düşmeyi kabul
etmez. Bu, temel esastır. Allah korusun bu yok olduğu anda küfür ortaya çıkar.
Dilin fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır. Fakat ölüme zorlayan bir
zaruret ve özür karşısında bunun zorunluluğu düşer. Ve o zaman yalnız kalbe ait
iman yeterlidir. Fakat zorlama mazereti bulunmayan, gücü yettiği halde ikrarı
terkeden Allah katında da kâfir olur. Şu kadar ki cemaatle namaz kılmak gibi dinin
esaslarından olan bazı ameller de ikrar yerini tutar. Gerçekte şer'î iman daima
"bâ" veya "lâm" harfleriyle kullanıldığından, "ikrar
ve boyun eğme ile tasdik" mânâlarını içine alır. Ve İslâm dininin hedefi
insanlığın yalnız iç yüzü değil, için ve dışın toplamıdır. Hiçbir engel yokken
imanını yalnız kalbinde saklayan ve onu açıklamayan kimsenin Allah katında
imanının kıymeti olamıyacağı Kitap ve Sünnet'in birçok delilleriyle sabittir.
Ameli tatbikat, imanın istenilen meyvesi olduğunda şüphe yoksa da, bizzat amel,
imanın kendisinin aynı veya parçası değildir; onun bir dalı ve istenilen
neticesidir. Din, bir meyve ağacına benzer, kalp ile tasdik onun toprak
altındaki kökü, dil ile ikrar gövdesi, diğer ameller dalları, yaprakları,
çiçekleri, meyveleri gibidir. Ağaçtan beklenen meyvesi olduğu gibi, imandan
beklenen de güzel ameldir ve Allah'a yaklaşmak da onunladır. Fakat dalları
kesilmek, yaprakları dökülmek, çiçek açmamak, meyve vermemekle ağaç kurumuş
olmayacağı gibi, iman ağacı da böyledir. Fakat gövdesinden yerle beraber
kesilmiş olan ağaçların çoğunlukla kurudukları ve zamanını bulduğu halde
gövdesi sürgün vermeyen ağacın tutmamış olması gibi, özürsüz olarak ikrarsız
iman da böyledir. Ancak kışta kalmış olduğu için henüz topraktan filiz vermeyen
tohumun veya kökün kuruduğuna hüküm verilemiyeceği gibi, mazeret zamanında kalp
ile tasdik de böyledir. İşte imanın böyle bir temel esası, bir ikinci derecede
esası, sonra da tertip edilmiş dereceleri üzere dalları, fazlalıkları ve
meyveleri vardır. Ve imanın olgunluğu bunlarladır. . "İman yetmiş küsûr
şubedir. Bunların en aşağısı yoldan eziyeti kaldırmadır." hadis-i şerifi
gibi birtakım rivayetlerde bu dallara ve şubelere bile iman ismi verilmiş gibi
görünürse de, bu imanın kemali yönündendir. Ve hatta "imanın şubesi"
denilmesi, imanın aslı olmadığını gösterir. Şu halde bu şubeler ve dallar,
küfrün zıddı olan imanın aslı değil, günah işlemenin zıddı olan imanın
olgunluğudur ve bunun için bu ayette de "yü'minûn = iman ederler"
kısmı, "namaz kılmak" ve "fakirlere vermek" imandan ayrıca
zikrolunmuştur. Yukarda anlatılan bazı selef ve hadiscilerin görüşlerini de
böyle anlamak gerekir. İmanın aslının, böyle kalbin fiili ve dilin fiili iki
esastan ibaret ve geçerli bir özür zamanında ikrarın düşebileceği bir esas olması,
lügat mânâsının tam ortası olduğu gibi, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerinin ve
bütün fıkıh bilginlerinin de tefsir ve anlayışlarıdır. Ebu Hanife,
arkadaşlarına Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat mezhebinin esasını anlattığı ve
açıkladığı en son vasiyetlerinde der ki: İman, dil ile ikrar ve kalp ile
tasdiktir. Yalnız ikrar, iman olmaz. Zira olsaydı münafıkların hepsinin mü'min
olmaları gerekirdi. Aynı şekilde yalnız bilmek de iman olmaz. Çünkü olsaydı,
"Kitap ehli" olanların hepsinin de mümin olmaları gerekirdi. Allah
Teâlâ münafıklar hakkında "Allah şahitlik eder ki, münafıklar kesin olarak
yalancıdırlar." (Münafıkûn, 63/1) buyurmuş; Kitap ehli hakkında da
"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi
tanırlar." (Bakara, 2/146) buyurmuştur. Sonra amel, imandan ayrıca bir
iştir. Mesela "Fakirin zekatı yoktur." denilir de, "imanı
yoktur" denilmez. Aynı şekilde "Fakirin zekata imanı yoktur." da
denilmez. Yine Ebu Hanife "el-Âlimü ve'l-müteallim" ismindeki kitabında
der ki: "İman tasdik, bilgi, ikrar ve İslâm'dır. Ve tasdik hususunda
insanlar üç derecedir. Bir kısmı, Allah'ı ve Allah'tan geleni hem kalbiyle ve
hem diliyle tasdik eder. Bazısı da diliyle tasdik eder, kalbiyle yalanlar.
Diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik eder, diliyle yalanlar. Birincisi Allah ve
insanlar yanında mümindir. İkincisi Allah katında kâfir, insanlar yanında
mü'mindir. Çünkü insanlar, onun kalbini bilmezler ve açıkta gördükleri ikrar ve
görünüşe göre ona mümin demeleri gerekir. Kalbini bileceğiz diye kendilerini
zorlamaları da caiz değildir. Üçüncüsü imanını gizlemek zorunda bulunduğu,
kendini saklama halinde ise onu tanımayanlar nazarında kâfir sayılır, Allah
katında ise mü'mindir". Yine buyurur ki: "İman hakkında böyle kat'î
tasdik, bilgi, ikrar, İslâm dedim, bunu açıklamalıyım. Bunlar, çeşitli
isimlerdir ve hepsinin anlamı yalnız imandır. Şu şekilde ki, "Allah Teâlâ
Rabbimdir." diye ikrar eden, "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye
tasdik eder. "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye tam olarak bilir.
"Allah Teâlâ Rabbimdir." diye bilir, tanır ve "Allah Teâlâ
Rabbimdir." diye kalbiyle ve diliyle teslim olur ve hepsinin mânâsı
birdir." Daha sonra İmam-ı Âzam, imanda bir fazla sevgi değeri bulunduğunu
da şu şekilde anlatıyor: "Mümin Allah Teâlâ'yı, onun dışındaki her şeyden
çok sever. O derecede sever ki, ateşte yakılmakla Allah'a kalbinden iftira
etmek arasında serbest bırakılsa yanmayı, iftiraya tercih eder.
Fıkhu'l-Ekber'de de buyurmuştur ki: "İman, ikrar ve tasdiktir. Müminler
iman ve Allah'ı birlemede eşit, amellerde farklıdırlar. İslâm da o ilahî
emirlere teslim olmak ve boyun eğmektir. Lügat itibariyle iman ile İslâm
arasında fark vardır. Fakat dinde, İslâm'sız iman, imansız da İslâm olmaz.
Bunlar bir şeyin dışı ve içi gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün
şeriatın ismidir."
İman, esasen masdar ve buna göre bir fiil
olmakla beraber örfte ve dinde isim olarak da kullanılır ve o zaman iman bizzat
bu fiil ile başlayan bir sabit durumu ifade eder. Bütün bunlardan da anlarız
ki:
1. İslâm dini, yalnız bir iman meselesi
değildir. İman ve amellerin toplamıdır. Amellerle ilgili tatbikatı atıp da
dinin bütün feyzini beklemek tehlikelidir.
2. Böyle olmakla beraber iman, amel demek
değildir. Amelin farz oluşuna iman ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır.
Müslüman amel ettiği için mü'min olacak değil, iman ettiği için amel edecektir.
Şu halde amelini sırf aldırış etmeme ve küçümsemeden dolayı terketmiş değilse
kâfir olmaz.
3. İslam dininin imanında esasen kalp ve
vicdan işi olan bir esas bulunduğu şüphesiz olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'ın
isteği olan iman meselesi yalnız bir vicdan işi olmaktan ibaret değildir. O,
tam bir insan gibi kalbin içinden başlayıp, bütün dışa yayılacak ve sonra
kâinata güzel ameller saçacaktır. Müslümanın imanı, âleme zarar vermeye sarf
edilmiş olan baştan çıkarıcı düşünceler veya şeytanın dürtüleri değildir ki
kalp ve vicdanda hapsedilmeye mahkum olsun. Müslüman ancak bir zorlayıcı
zaruret karşısında imanını sadece bir vicdan işi olarak saklayıp hapsetmeye
izinli olabilir. O da düşmanın kesin zorlayışına uğradığı zamandır. O zaman da
nefsini feda ederek imanını hapisten kurtarması, imanını hapsederek kendini
kurtarmasından daha faziletlidir. Ve bununla beraber ikisi arasında serbestiye
sahiptir.
İşte bu âyette Cenab-ı Allah, kendisinden
hakkıyla korkanları açıklamad
a "onlar gayba inanırlar" ile dinin
iman kısmını özetledikten sonra amel kısmını özetleyerek buyuruyor ki: "Ve
namazı kılarlar." Yani belli olan namazı dosdoğru kılarlar ve devam
ettirirler. Kur'ân'da namaz hakkında "yüsallûne", veya
"sallû" fiillerinden çok buyurulması dikkate değer bir husustur.
Elbette, "namazı ikame ederler" demekte, "namazı kılarlar"
demekten fazla bir anlam vardır ki bu, en az "doğru dürüst" yani
"namazın şartlarına uymak, Allah'a boyun eğmek ve tevazu göstermek
suretiyle güzelce kılmak ve hatta kıldırmak mânâlarını ifade eder. Ve bunun
için namazda ta'dil-i erkan (namazı erkanına uyarak kılmak) vacip olduğu gibi,
özellikle namaz için iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, namazın
gereklerini tamamlamak için gayret sarfetmek de dinin lüzumlu gördüğü
hususlardandır. Ana-babanın çocuklarına namaz terbiyesi; din kardeşlerin
birbirlerine tavsiye ve hatırlatması; amirlerin engelleri ortadan kaldırma ve
imkanları tamamlama suretiyle beğendirmesi ve teşvik etmesi; Cum'a namazına ve
cemaatle namaz kılmaya dikkat ve devam etmesi de bu cümledendir.
(İkame), "kıyam" veya
"kıvam"dan "if'âl" ölçüsünde olarak lügatta kaldırıp dikmek
veya düzeltip doğrultmak veya kıymetlendirmek ve devam ettirmek veya dikkat
ederek yapma anlamlarına geldiğinden, namazla ilgisinde bu mânâların birinden
veya ortak noktalarından belîğ bir istiare yapılmış ve bunun için bir kelimelik
"namaz kılarlar" yerine, iki kelimelik "namazı ikame
ederler" seçilmiştir. İlk önce "dikmek" veya
"doğrultmak" mânâlarını düşünelim: Bu bize "Namaz dinin
direğidir." hadis-i şerifini hatırlatır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya
benzetiliyor ve namaz aynı o binanın direği gösteriliyor ki, iman da o binanın
temelidir. Buna "istiare-i mekniye" ve "istiare
bi'l-kinaye" (kinaye ile istiare) denilir. Bu âyette de namaz cemaat ile
kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetiliyor ve onun güzelce dikilmesi veya
doğrultulması suretiyle o yüksek binayı dinin inşa, koruma ve devam
ettirilmesinin gereği anlatılıyor. Bir de bu binanın ilerde açıklanacak
esasları, diğer kısımları, süsleme ve güzelliklerinin bulunduğuna işaret
buyruluyor. Bundan dolayı "namaz kılarlar" demekle, "namazı ikame
ederler" demek arasında ne büyük fark vardır. Hakikatte din gayet büyük ve
kudsi bir binadır. Ve bu binanın kerestesi, malzemeleri, şekli ve planı (yani
şeriat) bizzat Allah'ın yaptığı ve koyduğu bütündür. Ona uygun olarak inşası,
kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması da insanlara aittir.
Temsilen (benzetme yoluyla) diyebiliriz ki, bu binanın mimarı Allah, baş
kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli kalplerin
derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği tek başına namazlarla
hazırlanacak, düzlenecek ve cemaat ile görünme meydanına dikilecek, sonra
üzerine diğer kısımları inşa edilecektir. Fakat şurası unu tulmayacaktır ki, bu
bina cansız değil canlıdır. Bu, geçmişler tarafından bir kerre yapılmış olmakla
sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak değillerdir. O, bir canlı
bünye gibi her gün yapılıp işletilecek, her gün büyüme ve inkişafına hizmet
edilecektir. Bu bina ve direk benzetmesi bize İslâm'ın sosyal durumunu ve bu
konumda namazın kıymet ve yerinin önemini anlatıyor. Hakikaten cemaatle namaz
İslâm toplumunun direğidir ve bütün İslâmî teşkilatın binasıdır. Ve cemaatle
namaz kılmak ve kıldırmak, o direği dikmektir. Tek başına kılınan namazlar da
bu direğin hazırlanması ve düzlenmesidir. Dosdoğru, içi-dışı temiz ve muntazam
olarak namaz kılmak, imanın büyüyerek bütün vücuttan fışkırması ve hayatın
gidişatına muntazam ve doğru bir akış vermesidir. Bununla iç ve dış, mümkün
olduğu kadar, temizlenir; kalp ve beden mümarese (alışma) ile kuvvetlendirilir.
Herhangi bir kimsenin namazsız bulunduğu haliyle namazına devam ettiği halini
karşılaştırırsanız, namazlı bulunduğu zamandaki ahlâkını, herhalde yükselmiş
bulursunuz. "Muhakkak ki namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir."
(Ankebût, 29/45) âyeti, bu gerçeği anlatır. Bu karşılaştırmadaki yanlışlıklar,
ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten doğar. Bazı hususta ahlâklı farz edilen
namazsız, namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz ahlâk ve maneviyatça daha
yükselir. Namazını kılan kimsenin hayatta en az dört kazancı vardır: Birincisi
temizlik; ikincisi kalp kuvveti; üçüncüsü vakitlerin intizamı; dördüncüsü
toplumsal düzelme. Bu faydalar, devam şartıyla, en resmî bir namazda bile
vardır. Namazın büyük faydalarını hesap etmek mümkün değildir. Fakat en ufak
ahlâkî faydası bilfiil büyüklenmeyi kırmak, kardeşliğe hazırlanmak, Allah
rızası için iş yapmaya alışmaktır. Bunun için namazda giyinebileceği en güzel
ve en temiz elbisesini giymek ve kendine gurur vermesi düşünülen bu hal içinde
örtülecek nice ayıpların bulunduğunu düşünüp, yüzünü yani alnını ve burnunu
yerlere koyarak, kalbinde iman ettiği Allah huzurunda o kibir ve gururu kırarak
defalarca secdeye kapanmak en mühim bir esastır. "Her cami(ye gidişiniz)
de güzel elbisenizi alın." (A'râf, 7/31). Namazda özellikle secdenin kibre
olan bu mühim tesiri dolayısıyledir ki, kibirliler en çok namazın secdesine
itiraz ederler. O süslü elbiseler içinde alınlarını Allah rızası için yere
koyma zorunluluğu onların kibir damarlarına, sinirlerine pek fena dokunur.
"Şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir."
(Bakara, 2/45). Düşünmezler ki o süsler, o alınlar hep Allah'ın vergisidirler.
Ve zamanı gelince o yağlı alınlar toza, toprağa karışacaktır. Hem o topraklar,
o yerler o kadar hakaret edilmeye, devamlı olarak çiğnenmeye layık değildir.
Zaman olur ki onlar için kanlar dökülür. Beşer hayatı oradan fışkırır ve onu
fışkırtan Allah Teâlâ'dır. O süslere, o bedenlere emek vermiş birtakım Allah'ın
kullarının da hakları geçmiştir. Şu halde o topraklara, o yerlere, toprak ve
yer oldukları için değil, yaratıcısı olan Allah Teâlâ'nın büyüklük ve ululuğu
adına hakkıyla secdeye kapanıp, kibirden ve bencillikten sıyrılmak ve insanlar
ile kardeşçe geçinmek için onların topluluklarına karışmanın pek kudsî bir
görev olduğunu unutmamak gerekir. Namaz o kibir ve gururu kırarken, aynı
zamanda insanın ruhî hürriyetine öyle bir yükselme verir ki bu yükselme en
görkemli kralların huzurundaki saygı duruşundan çok yüksektir. Bunun için namaz
mü'minin bir mi'racıdır. Yani onu beşerî olmanın sertliğinden, tek olan Allah'a
ait arşa çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir beşer hayatının şekli ve
dereceleri dürülmüştür. Allah'ın huzurunda bulunmak, hazırlanmak, düşünmek,
istemek, defalarca kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak nihayet selam
ve selametle işini bitirmek, insanı, bütün hayatın kademelerinden geçirterek,
varlığın sırlarını, dünya ve ahireti düşündürerek Cenab-ı Allah'a kavuşturur ve
büyük bir iman ve sevap ile yine âleme döndürür. Yine bir hadiste açıklandığı
üzere "Namaz, İslâm ile küfrün ayırıcısıdır".
Biz burada namazın dünyaya ve ahirete ait,
maddî ve manevi, bütün faziletlerini ve faydalarını sayacak değiliz. Çünkü o
sonsuzdur, sayılması mümkün değildir. Bunun bütün toplamı din dilinde
"büyük sevap" adıyle anılır. Fakat burada namazın, imandan sonra
nasıl bir ahlâkî ve sosyal prensip olduğunu ve onun üzerine ne kadar büyük bir
sosyal bina kurulacağını kısaca ifade etmek istedik. O büyük binanın direği
işte öncelikle ferdî namazlarla hazırlanır, düzene sokulur ve cemaatle dikilir.
Ondan sonra da geri kalanı yapılır. İşte "namazı ikame etme" tabiri
bu mühim mânâyı çok açık bir şekilde ifade ediyor ve hidayete aday müttakileri
"namazı kılarlar" diye değil, "namazı ikame ederler" diye tarif,
vasf ve medh ediyor. Bunlardan anlaşılır ki, bunun meâlinde "namaz
kılarlar" tabiriyle yetinmek doğru değildir. Burada kelimesinin
"elif-lâm"ı ahd içindir ki durumu ve sınırı bilinen "İslâm
namazı" demektir. Ve bu durum yani namazın nasıl kılınacağı, şartları ve
rükünleri (namazın içindeki farzları), sünnet ve edepleri, mekruhları ve namazı
bozan şeyler ile sıfat ve durumu "Namaz kılarken beni gördüğünüz gibi
namaz kılınız." hadis-i şerifi gereğince, Peygamber'den görülen fiilî,
sözlü ve takrîrî olarak alınan sıfat ve niteliktir ki, bu nitelik ve durum ta
başlangıçtan beri müslümanlar arasında amel ile kesin bir şekilde bilinir ve
din kitaplarında yazılmıştır. Ve "yüsallûne" buyurulmayıp da
"ahid lâmı" ile "yükîmüne's-salâte" buyurulmasında bu mânâ
da açıktır. Yani "yükîmüne's-salâte", "dosdoğru namaz
kılarlar" demek değil; "namazı, dosdoğru kılarlar" demek
olduğundan gaflet edilmemelidir.
"Salât" kelimesinin Arap dilinde iki
kaynağı vardır. Birisi genel olarak dua mânâsıdır ki, "Peygamber'e salât
ve selâm" dediğimiz zaman özellikle bunu anlarız. Diğeri (salv)
maddesinden gelen "sallâ" fiilinin masdarıdır ki, iki uyluğu hareket
ettirmek demektir. Araplar bu mânâca "sallâ" dedikleri zaman
"iki uyluğunu hareket ettirdi" mânâsını anlarlar. Aynı şekilde "at
(veya kısrak) kuyruğuyla iki uyluğunu sağa sola çarptı" denilir. Salveyn
uylukların başındaki iki tümsek kemiktir. "Sallâ"nın bu hareket
ettirme mânâsı tabirine benzer. Yahudiler birbirine selam ve saygı sırasında
başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş ve bu şekildeki
selama Arapça'da "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına
"tekfîr" denirmiş. Buna göre "keffera'l-yahûdiyyü",
"Yahudi uyluklarını oynatıp bükerek reverans yaptı." demek olur.
"Kâfire" kıçdaki kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve
"kâfire-teyn" tesniye (ikileme)dir. Bu şekilde "iki uyluğu
hareket ettirme" mânâsına "sallâ" da rükû (namazda eğilme) ve
secdelerde yapıldığı gibi, bizim "belini eğmek" dediğimiz "iki
uyluğu hareket ettirme" mânâsına kullanılırmış. Demek ki Araplar, hem
yahudilerin yaptığı reveranslı baş kıç selamlarını tanırlarmış, hem de yerlere
eğilerek "kandilli temennâ" usûllerini. İşte lügat bakımından (biri
kalp ve dil işi olan dua, diğeri de bir bedenî hareket işi olan belli fiil) iki
anlama gelen "salat" kelimesi, dinde Peygamberimizden görülegeldiği
üzere kalbe, dile ve bedene ait fiiller ve özel esaslardan oluşmuş gayet
intizamlı, kâmil (eksiksiz) bir ibadetin ismi olmuştur ki, necâset
(pislikler)ten temizlenme, hades (manevi pislikler)den temmizlenme, setr-i
avret (avret yerlerinin örtülmesi), vakit, niyyet, kıbleye dönmek adıyle altısı
dışından başlayan şart; iftitah (başlangıç) tekbiri, kıyam (ayakta durmak),
kıraet (Kur'ân okumak), rükû (eğilmek), sücûd (secdeler), teşehhüd miktarı
(şehadet kelimesi getirecek kadar bir zaman) kâde-i ahîre (son oturuş) adıyle
içinde yapılan altı esas olmak üzere en az on iki farzı; Fâtiha, zamm-ı sûre
(Fâtiha'ya eklenen sûre), tâdil-i erkân (namazın esaslarına hakkıyle uyma),
kâde-i ûlâ (ilk oturuş) ve diğerleri gibi bir takım vacipleri; bunlardan başka
birçok sünnetleri, müstehapları, edepleri, mekruhları ve müfsidâtı (namazı
bozan şeyler) vardır. Sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve bayram gibi
vacip ve diğer müekket sünnet ve gayr-i müekket sünnet, nafileler olmak üzere
çeşitleri ve kısımları vardır ki, açıklaması fıkıh kitaplarına aittir. Cemaatle
kılmak da Cuma'da farz, diğerlerinde vacip veya müekked sünnettir. Ve burada
"salât"dan asıl maksat, farz olanlardır. "Salât"
kelimesinin "lâm" harfi ince de okunur, kalın da. Kalın okunmak
itibariyle "vav"la yazılır, Verş kırâetinde de kalın okunur.
O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler
sadece iman ile ve yalnız namazı dosdoğru kılmak gibi bedene ait ibadetlerle de
kalmaz, mâlî (malla ilgili) ibadetlerde de bulunurlar. Kendilerine nasip ve
kısmet ettiğimiz rızıktan, maddî ve hatta manevî şeylerden az çok harç ve infak
eder, Allah yolunda harcamada da bulunurlar. idğâm ile 'dır, "mâ"
kelimesinin Türkçemizde en güzel karşılığı "nesne"dir. Fakat biz bu
kelimeyi kaybetmek üzere bulunduğumuzdan "şey" diyoruz. Gerçi
"mâ" genelde veya çoğunlukla "şey" mânâsına da
kullanılabilirse de, asıl mânâsı "akılsız olan şey" veya şeylerdir.
Yani nesnelerdir. Akıllıya "men" denilir. Ve bunun için eskiden
"mâ" nesne, "men" kimesne (kimse) diye ayırt edilirdi.
"Rızık", aslında Arapça'da
"haz" ve "nasip" anlamında isim olup, nasip etmek,
rızıklandırmak mânâsında masdar dahi olur ki onun fiilidir. Ve bu karine ile
"mâ" isim olan rızıktan ibaret olur. Ehl-i Sünnet'e göre şer'î mânâsı
da lügat mânâsının aynıdır ki, "Cenab-ı Allah'ın canlıya zevk ve
faydalanma nasip ettiği şey" diye tarif edilir. Şu halde mülk olsun
olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde kullanılmasından faydalanılan
mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim ve bilgileri dahi içine
alır. Fakat hepsinde istifade edilmiş olmak şarttır. Bu faydalanma, dünyaya ve
ahirete ait faydalanmadan daha geneldir.
Buna göre dinî ve dünyevî bilfiil
faydalanılamayan mal, mülk, evlat ve aile, ilim ve bilgi rızık değildirler. Bu
şekilde birşey, çeşitli faydalanma şekillerine göre farklı kimselerin rızkı
olabilir. Fakat malından, gücünden, ilminden faydalanmayanlar rızıklanmış
değildirler.
"İnfak", malın elden çıkarılması,
harç ve sarfedilmesi demektir. Dinî bakımdan farz, vacip, mendub kısımları
vardır. Bu "infak" karinesiyle ya "rızık" mala tahsis
edilmek veya "infak" mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirmek
gerekecektir. Açık olan birincisidir, fakat ikincisi de muhtemeldir. Şu halde
âyetin bu kısmı, ilk bakışta zekat ve diğer sadakalar bağışlar, yardımlar ve
vakıf gibi, fakirlere, diğer çeşitli hayırlara, aileye yardım gibi bütün mal
ile yapılan ibadetleri içine alır ki, ilerde "Sana (Allah yolunda) ne
harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar,
öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak,
Allah bilir." (Bakara, 2/215) gibi âyetlerle açıklanacaktır. İkincisi ilim
öğretme ve diğerleri gibi manevî şeyleri de içermektedir. Bununla beraber
bunların hepsinin başında, İslâm'ın binasından biri olan zekat vardır. Ve bunun
için birçok tefsirciler burada ilk önce ve bizzat kastedilen şeyin zekat
olduğunu açıklamışlardır. Fakat kurtuluşun kendisine tahsis edilmesi
bakımından, namazda olduğu gibi burada da farz olan infak kastedilmek gerekirse
de, infakın farz oluşu yalnız zekata tahsis edilmediğinden muhakkıkîn-i
müfessirîn (araştırmacı tefsirciler) bunu genelleştirme taraflısıdırlar. Ancak
bu ortamda zekatın birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü İslâm
binasının ikincisi de zekattır. Bir hadis-i şerifte de görüldüğü üzere
"Zekat İslâm'ın köprüsüdür.". İslâm'ın bir köprüsü, bir geçididir.
Dinin, iman ile temeli atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek
mühim bir geçidi vardır ki, zekat işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere
kurulacaktır. Çünkü dünya ve ahirette korunmak için yapılacak olan görkemli
İslâm binasının, dünyadaki "dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), ahiretteki
"dâru's-selam" (esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları
vardır ki, bunlar malî ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de
zekat teşkil eder. Zira "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım
dileriz." (Fâtiha, 1/5) diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah'a
kulluk etmek ve kardeş topluluk ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve
o saflarda bir eşitlik duygusu ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu
ise, o toplum içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması
ile mümkün olur. Bir aç ile bir tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar
gibi bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi kabil
değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten
fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması
için ilk önce zekat ve fıtır sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasındaki
uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlası
(efendisi) Allah Teâlâ olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük
bir görevdir. Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında
beşerî bayağılıktan silkinecek, Allah Teâlâ'nın bir halifesi (yani bir vekili)
olmak rütbesini kazanacak ve elindeki malın Allah'ın malı olduğunu ve
kendisinin onu, muhtaç olan Allah'ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu
anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil, senin hakkındır, bende bir
emanettir, ben sana Allah Teâlâ'nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi
teslim etmeye görevlendirilmiş bir dağıtıcıyım." diyerek, aynı şekilde
alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini
okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır.
İşte Kitap ve Sünnet'in araştırılmasına göre fıkıh usûlü ve fıkha ait
kitaplarımızın zekat görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekat, müslümanı,
beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir köprüdür. Namaz, hayat
kademelerinden ilahî huzura çıkaran bir mi'rac olduğu gibi, zekat da o mi'racda
alınan bir ilahî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeye,
yani zekat vermek için helâl mal kazanıp zekat verecek dereceye çıkmaya
çalışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman ile dolu
olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekat almaya değil, vermeye dönük bulunacak ve
ancak çaresiz kaldığı zaman zekat ve sadaka alabilecek ve tersi durumda
aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslâm toplumunun
namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslâm
binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya
atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yükseklik ve bu âyetlerle o
müttakîlere verilen öğme değerinin önemi derhal anlaşılır ki, ilerde
açıklanacak olan orucun da bu noktayı her kalbe hissettirmek için mühim bir
terbiye özelliği bulunduğu açıktır. Görülüyor ki bu âyette İslâm binasından,
imandan sonra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar diğerlerinden önce farz
kılınmıştır: Namaz, zekat. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve burada
bilhassa anılmaları özelliklerinden dolayı değil, diğerlerinin çeşitliliğine
işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadetler iki çeşide
ayrılmıştır.
Biri bedene ait ibadetler, diğeri de mala ait
ibadetlerdir. Hac gibi hem bedenî ve hem de malî olan üçüncü bir kısım dahi bu
iki değerin birleşmesidir. Şu halde namaz, bütün bedenî ibadetlerin asıl
temsilcisi; zekat da bütün malî ibadetlerin asıl temsilcisidir. Ve bunlar
imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı) ve amel ile ilk gelişmesidirler. Buna göre bu
âyet-i kerimede bütün iman prensipleri gaybde; bütün amellerin esasları da
namaz ve infak (Allah yolunda harcama)da özetlenerek, İslam dininin ilmî,
amelî, esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır ki, bunlar Fâtiha sûresinde
"Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha,
1/5) antlaşmasıyla doğru yol ve en son "hamd" başlığında toplanmış
idi.
4-Bundan sonra gaybda özetlenen imana ait
esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik) meselesi olması bakımından bir derece
daha açıklanarak buyuruluyor ki; ve o muttakîler ki, hem sana vahiy ve inzal
edilen ve edilmekte olan Kitap ve şeriata, hem de senden önce vahiy ve inzal
edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi) kitaplara iman ederler
ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin peygamberliğine ve bütün geçmiş
peygamberlerin peygamberliklerine iman ile mümkündür. Çünkü habere iman, haber
verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara tüm indirilenlerden birisi de
peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün müslüman müminler; bu âyet de
önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler hakkında indi deniliyor.
Bununla beraber böyle olması iki âyetin birbirini tamamlayıcı ve açıklayıcı
olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi hikayeden ibaret
zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara ve geçmiş
peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından bir parçadır
ki "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi âyetlerde bu
durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavî dinlerin şahididir.
Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama vardır. Nesih,
amele ait hükümler itibariyle cereyan eder. Bu ve benzeri Kur'ân âyetleri ve
Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık dini
geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr
bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri
bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar ve
kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği
bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zamanlara
kadar hristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı
görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı.
Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri
Katoliklik ve Protestanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla
Fransız inkılâbından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında
Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer
milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler
olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe ve
bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye ait
gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya,
vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği
gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek
evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.
Bu bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki
insanlar, Peygamberimizin gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun
genel bir gelişmesini ve herkesin selameti için, gerçeğin bütün insanlık
üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle kıvranıp çabalamaktadırlar.
İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru üzerinde egemen olması fikrinde
toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli görünenlerin "tapılan
bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle
hukukun (hakların) çiğnenmesini, herkesin selamet ve emniyetinin bozulmasını
doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte insanlığın hakka egemen olması
davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği esasındadır. Ve İslâm'ın eşit
yaşamak için "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım
bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği "yaratılış
kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya) üstün gelmek
davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya Hak Teâlâ'ya
iman ile onun mutlak egemenliğine uymak için İslâm dinine ve Muhammed
(s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören dar
vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup
olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar, Hakk'ı bir bilir
ve haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir.
İşte İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın
sahibidir. O, herkese bu imaniyle göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu
genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya çalışır. Bunu kavrayamayan, bu
yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve kapsamına saldırmamak ve hakka az
çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî sahalarında hür tutarak göğsünde
yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti de yalnız görünüşe has bir
siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.
Gerçekten "Ahirete ait kuvvetli bilgi
sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır, bu genişçe imana sahip
olanlardır." Mesela "Hazreti Musa peygamberdi ama, İsa değildi;
Tevrat, Allah'ın kitabıdır, İncil değildir; yahut Musa ve İsa (a.s.) peygamber
idiler, ama -hâşâ- Muhammed (s.a.v.) değildir; olsa bile bizim değil,
Araplar'ın peygamberidir; Tevrat ve İncil Allah'ın kitabıdırlar, fakat Kur'ân
değildir." gibi sözlerle Allah'ın peygamberlerini farklı gören, kimine
inanıp kimine inanmayarak Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini ve ona inen
Kitap ve dini tanımayanların ahiret hakkında birtakım zanları, bazı kanaatları
bulunsa bile yakînleri (kuvvetli bilgileri) yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde
bir ahiret fikri vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz birtakım emellerden,
ideallerden ibaret kalır. Çünkü meseleler ve ahiret yolunun varlığının imkanı
akıl ve kalp ile her zaman sabit olursa da, gerçekleşmesinde aklî delil,
varsayımlar ve kalbî temenniler yeterli değildir. O ancak Allah tarafından
gelen saygıdeğer peygamberlerin sadık haberleri ile bilinebilecek gaybe dair
haberlerdendir. Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin sonuncusu
olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman etmiyenlerin,
ahirete doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere iman edenler bile
son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe, ahiret
hakkındaki iman ve kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz; hak vakıa (olgu)ya
uygun olamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi olanlar
girecektir." (Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa olsa sayılı
birkaç gün dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar da aynı
sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına dünya ve ahirette
hayat ve saadet hakkı tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya nimetleri
cinsinden midir? Devamlı mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedî olması
meselesi, midir, değil midir? diye ihtilaf ederler. Halbuki Allah'ı bir bilip,
bütün peygamberleri tasdik ve ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve ona
indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman şahsî ve kişisel olan o gibi
bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları Muhammed (s.a.v.)'e ait tebliğlere
imanla gider de, ahiret hakkında gerçeğe uygun kuvvetli bilgi elde ederler.
Dünya hak, ahiret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak, öldükten sonra
dirilmek de var. O da hak, haşir (kıyamet günü toplanmak) hak, sual hak, hesab
(hesaba çekilmek) hak, mîzan (tartı) hak, sırat hak, sevap hak, ıkâb (ceza)
hak, cennet hak, cehennem hak. Ve hepsinin üstünde rıdvan-ı ekber (en büyük
Allah rızası) ve Allah'ın cemalini görmek de hak, Allah'ın izniyle müminlere
şefaat da hak; cennet ebedî, cehennem de ebedî. Bununla beraber o ebedî
cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete gidecek olanlar
da var. Ahiret nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler de var, dünyada
görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile ki, ahiret
nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dünyanın ilmî kanunları, ahiretin bütün
incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya elverişli de değil. Onu hakikatiyle
bilmek, hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye bağlıdır. İlmin kanunları, bize onun
akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet mutlak bir gayb âleminin
bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın
gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah
bilir ve gaybtan haberi olan şerefli peygamberler haber verebilir.
"Ahiret" kelimesi esasen
"âhir" kelimesinin müennesi (dişisi)dir ki, "son" ve
"sonraki" mânâsına sıfat iken şeriat dilinde "ahiret yurdu"
ve "ahiret hayatı" ve "ahiretin neş'eti" tamlamalarının
hafifletilmişi olarak isim olmuştur. Karşıtı olan "dünya" kelimesi de
böyledir. "Ahiret", kâh "dünya" ve kâh "ûlâ"
(ilk) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Ahiret yurdu tam bir hayat, ebedi
hayattır. Tam hayatı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî kabul eder, kimisi
de duygusal ve cismanî (bedene ait). Fakat gerçeğini henüz bilmediğimiz hayatın
bizce kemali (olgunluğu), hem aklî ve hem hissî oluşundadır. Kur'ân'ın bize
bildirdiği ahiret hayatı ise "hayatın en mükemmeli" olduğundan biz
ona inanırız, felsefî derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız. Ben,
"ben" dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına basıyorum ve
hayatı da bunda biliyorum. Gayb âleminin bugünkü görünen âlemden sonsuz
derecede geniş ve mükemmel olduğunu bilyoruz ve her halde yarın için daha üstün
bir hayatın muhakkak olduğu kuşkusuzdur. Buna "acaba!" diyenler
kalpleri kör olanlardır. Maddemiz erir, genel maddeye karışır; kuvvetimiz
dağılır, genel kuvvete karışır, hepsi erir Hak Teâlâ'ya döner. Önce Allah'tan
kendime geldim, yine Allah'a gideceğim. Gidersem, Rabbımın bir âleminde daha
niçin kendime gelemiyeyim? Niçin rahmetlerine eremiyeyim? Hemen Cenab-ı Hak
güzel sonuçlar nasip etsin. Felsefenin, "olan yine olacaktır" diyen
"ıttırat = uyum, ritim" kanunu, "illiyyet = nedensellik"
kanunu bile bu kat'î bilgimi zaruri kılmaz mı? Peygamber efendimizden rivayet
olunuyor ki şöyle buyurmuşlar: "Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah'ın bütün
halkını (yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer. Şuna
şaşılır ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, her
gün, her gece ölüp dirilip dururken öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr
eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet nimetlerine inanır da yine aldatıcı
dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki, başlangıcının bulaşık bir nutfe
(sperme), sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de yine büyüklük taslar ve
öğünür." Bu hadis, ahiret hakkında ilim ve fen açısından başlıca iki
gerçeği gösterir. Birincisi ilk doğuş ve son (doğuş) deyimiyle, hem ahiretin
gerçekliğine ve hem devamlılık ve tekrar etme kanununa işarettir. İkincisi dış
görünüşü ile uyku uyanıklığı gösteren her gün, her gece ölüp dirilmek
meselesidir ki hayatın hakikatı ve ahiretin hakikatı açısından çok önemlidir.
Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmaya niçin muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz,
bedenimizin kısımları her gün ve hatta her saat, her an devamlı bir şekilde
ölüyor ve yerine yenisi yaratılıyor ve bu yaratılış işi olurken biz uyuyoruz.
Bunun için uyku sadece görünürde değil, gerçekten de bir ölüm oluyor.
Çıkardığımız bütün salgılarımız, bedenimizin kısımlarının cenazeleridir. Demek
ki hayat, ancak benzerlerin yenilenmesi ile yeni yaratma sayesinde devam
ediyor. Devam eden nedir? Benim birliğim nedir? Bu da bir ıttırad (ritim)
kanunu, benzeyiş ve gelişme görüntüsüdür. Bundan dolayı, dünyaya ait hayatımın
zamanı, esasında benim ruhumun ve cismimin sabit olması değil, Allah'ın
yaratması ve bâkî kılmasıdır. Ve işte ahiret hayatı da böyledir.
"Îkân", yakîn sahibi olmaktır.
"Îkân", "istikân", "teyakkun", "yakîn"
hepsi bir mânâya gelir. "Yakîn", gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe
ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir
inanış demektir. Diğer bir deyişle "yakîn", şek ve şüphe bulunmayan
kesin bilgi, şüphe karışmayan ilim, bozulması ihtimali olmayan ilimdir. Bununla
beraber "kalbin kararı" anlamına da "yakîn" denildiği olur.
"Şu anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi ve ilerde şüphe edilmez bu
böyledir. Başka türlü olmak mümkün değil, bu böyledir." Bunun üçüne de
yakîn denilir fakat asıl "yakîn" ikinci ile üçüncüdür. Yani birinci
tariftir. Allah'a ait ilme, "yakîn" denilmez. Bunun iki sebebi
vardır: Birincisi; Allah'ın isimleri ve sıfatları vahye dayanır. Kitap ve
Sünnet'te ise Allah'ın ilmine "yakîn" denildiği görülmemiştir.
İkincisi: "Yakîn" ve "îkân" şek ve şüphe edilebilen şeyler hakkında
kullanılır. Bunun için zorunlu bilgilere, yani apaçık olan şeylere, gün gibi
aşikar gerçeklere "yakîn" denilemiyeceğini söyleyenler bile vardır.
"Yakîn"de istenilen şey, gerçeklik ve şüphesizliktir. Fakat bu olayın
zaruri olması değil, ancak vâki olması şarttır. Şu halde görülenler, tecrübe
edilenler, tevatürle nakledilenler ve doğru istidlaller de yakîn (kesinlik)
ifade ederler. Bazı Batı filozoflarının iddia ettikleri gibi "yakîn"
yalnız zarurî ve huzurî ilim demek değildir. Yakînin dereceleri vardır. Mesela
matematik bilgileri, mantık bilimine ait sonuçlar yakînî ve zarurî olduğu gibi,
normal ve tecrübeye dayanan ilimler, tabiat ilimleri yanında Kimya ve Fizik
ilimleri zarurî olmayarak yakînîdirler. Ancak bunların tecrübe edilmiş
olaylarından yanlış istidlaller ile sonuç çıkarılan özel görüş ve varsayımların
hepsi yakînî değildir. Aynı şekilde Hayat Bilgisi, Tıb ve benzerleri henüz
yakînî değildir. Bu sebeplerden dolayı uçakları yaparız, fakat bir çimeni, bir
böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba mümkün değil midir? Mümkün
olmasaydı vücuda gelmezdi. Allah Teâlâ onları öncelikle ve bizzat ve sonra
maddeleri, tohumları aracılığıyla yarattığı gibi, bizim elimizle de
yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde yapabileceğine dair örnekler de gösterdiğini
Kur'ân haber veriyor. "Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey
yapıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu." (Maide, 5/110).
Bunun için ilimler ve tabiat ilimleri, bizim, Allah'ın kudreti hakkındaki kesin
inanışımızı ve imkanın kendisi hususundaki imanımızın genişliğini yıkacak
değil, kuvvetlendirip genişletecek deliller kabul edilmek gerekir. Fenleri
kendi sınırları içinde takip etmeli ve geliştirmeliyiz. Fakat onlara inanırken,
hiçbir zaman Allah'ın kudretini terkettik, dünya ve ahireti bitirdik
zannetmemeliyiz. Normal yakînlere, zarurî yakînleri feda etmemeliyiz. Biz var
isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teâlâ ve O'nun ilim ve kudreti daha önce var.
Bugünkü görülen âlem varsa, yarınki gayb âlemi de tabiatıyle vardır. Bugün
olmayanlar, yarın olur. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde
kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, sonsuz ümitsizliğe düşmemek istiyorsak
hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüpheciliğin yıkamayacağı en hak ve en
temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin iman dairemiz daralmasın; ilim ve
fenni boğmayalım; imkan sahasını kısıtlamayalım; mümküne, imkansız demiyelim;
hayır yerine şerre koşmayalım; imkânsız zannettiklerimizin imkanını, hatta
ortaya çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar
mı? Allah'ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı? Allah'ın izniyle yapılır. Göklere
çıkılır mı? Allah'ın izniyle çıkılır. Kabirde soru sorulur mu? Allah'ın izniyle
sorulur. Ölen dirilir mi? Allah'ın izniyle dirilir. Fakat "İki kere iki,
tek olur mu?" Olmaz. Bir şeyin parçası kendisinden büyük olur mu? Olmaz.
İlletli illetini geçer mi? Geçmez. İnsan bizzat yaratıcı ve bizzat mabud
olabilir mi? Olamaz. O, Allah'ın izniyle, kuş da yapsa, ölüleri de diriltse
yine kuldur, yine kuldur. Bütün imkanlar, Allah'ın kudretindedir. Ve istikbal
(gelecek) dediğimiz zaman sonsuzdur ve o sonsuzda bizim nice başımıza
gelecekler ve sorumluluklarımız olacaktır. Ve işte Hazreti Muhammed (s.a.v.)
bize mutlak olan bu tam imanı, bu tevhid inancını ve buna göre güzel işler
işlemeyi öğretmek için gönderilmiştir. Ona iman edenler hiçbir zaman
aldanmazlar, her zaman yakîn (tam iman)e sahip olurlar.
5- kelimesi "işaret ismi" çoğul,
"zâ"nın çoğulu, " " hitap harfidir ki " " gibi
önce Peygamber'e has hitap, ikinci olarak genel hitap olabilir. Meâli:
"Sana söylerim bunlar, o gördüklerin, o vasıflarını işittiklerin"
demektir. Yani, ya Muhammed! Böyle kalbe ait olan ve sadece görünene
bağlanmayıp aklın anlayabileceklerine dahi topluca iman ve tasdik ettiği bedenî
ve malî ibadetleri yerine getirmekle, duyma yolundan başka imkan olmayan
hususlara da genişçe, detaylarıyle iman etmek ve edebilmek kabiliyet ve
üstünlüklerini toplayan o müttakîleri işittin ya, işte bunlar kendilerinin
Rabbi tarafından, onların tek Rabbi olan Allah Teâlâ tarafından hidayet (doğru
yol) üzeredirler. Yani onun hidayetine aday ve o hidayet üzere yürüyecek olan
ve yürümekte bulunanlar, derecelerine göre onlardır. Doğru yola uymayı bunlar
dinler, derece derece doğruyu yapmaya bunlar erer. "Bizi doğru yola ilet."
(Fâtiha, 1/6) diyecek olan veya diyenler bunlardır. Bunun sözlü ve fiilî
cevabını alacak ve doğru yolda yürümede başarılı olacak olanlar yine bunlardır.
Ve işte herkesin fikrinde ve zikrinde
"müflihûn müflihûn" diye duyup andıkları ve fakat tayin edemedikleri
bahtiyarlar, ciddi ve ebedî olarak kurtuluşu bulanlar, bulacak olanlar, gazab
ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın ebedî nimetlerine erecekleri kat'î
olanlar, ancak bunlar, bu hidayet üzere bulunanlardır. Allah Peygamber
tanımıyanlar değil, yalnız önceki peygamberlere iman etmiş olanlar da değildir.
İman edip beden ile ve mal ile ibadet ve güzel işler yapmayanların halleri de
tehlikeden uzak değildir. Bunların kurtuluşları mümkün olsa bile tam ve kâmil
değildir. Madem ki, imanları vardır, ilahî rahmet ile kurtuluşları kâbil ise de
olağanüstü kabilindendir, Allah'ın sünneti değildir. Bununla beraber onlar
hakkında imansızlar gibi sonsuz ümitsizlik de caiz olmaz. Zira Allah katında
imanın zerresi de kaybolmaz.
"Müflih", "iflah"dan
"felah bulan, kurtulan" demektir. "Felah" aslında
"felâhat" gibi "yarmak" mânâsıyle ilgilidir ki, önündeki
engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek yani zafer bulmaktır.
Müminler de dünya ve tabiat ve şehvet engellerini yarıp, gaybda gizlenen
dileklerine eren ve ahirette sonsuz kurtuluşa erenler olacaktır. Arap dilinde
böyle haber "elif lâm" ile "belirli" olursa
"tahsis" ifade eder. Burada "hüm = onlar" zamir-i fasıl
(ayırma zamiri) denilen bir kelimedir ki, haber ile mübtedâ arasını sıfattan
ayırır. Mühim bir hüküm bağlayıcısıdır. Bundan da bir kasır (tahsis) anlaşılır.
Açıkladığımız mânâ bu tahsislerle tarifin mânâsıdır. Benzerlerinde uygulansın.
Bu gibi tariflerde iki çeşit anlam düşünülür. Birisi: Öteden beri
"müflihûn" vasfıyla şöhret bulmuş birtakım belirsiz kişiler vardır,
bunları duyarsınız, fakat tayin edemezsiniz. Eğer duydunuzsa, işte bunlar ancak
o müttakilerdir. İkincisi: Eğer duymadınızsa, bu kavramı iyi tasavvur ediniz ve
gerçeğini araştırınız ve araştırdığınız zaman biliniz ki bunlar ancak onlardır,
demek olur. 'nin tekrarı, hidayet ile felahın ayrı ayrı birer haslet
olduklarına işarettir. Aradaki atf (bağlaman)ın "vav" ile yapılması
da hidayet ile felahın anlayış ve maksat bakımından ayrılıklarına işarettir
diyorlar. Bununla beraber birinci o imanları yapan müttakilere, ikinci de
sınırlamasından sonra onlara dönmüş olması ve bundan dolayı mânâ bakımından
tekrar bulunmaması daha uygundur. Görülüyor ki, hidayetin müttakilere tahsisi
yoktur ve fakat felahın hidayettekilere tahsisi vardır ve bu nokta mühimdir.
Düşün. Sonra felâhın hidayete, hidayetin takva (Allah'dan çok korkma)ya ait
olması da illiyet (nedensellik) yoluyla değil, âdet yoluyla sürdüğüne ve
gerçekten hükmünü yürüten Allah Teâlâ'nın lütuf ve rahmeti olduğuna işaret için
arada harfi gibi sebeb ifade eden bir harf geçmemiştir.
Kur'ân işte derece derece bu müttakilere
hidayettir. Acaba burada niçin "hüden li'n-nâs = insanlar için"
denilmedi de "hüden li'l-müttakin = müttakiler için" denildi?
diyeceksin. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
6- Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da,
uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar.
7- Allah onların kalplerini ve kulaklarını
mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azab
onlaradır.
6-TAHLİL VE MÜNASEBETLER: Arab dilinde,
dilimizde karşılığı bulunamayan bazı harfler vardır ki de bunlardandır. Bu
harf, fiile benzeyen altı harften biri olup, yerine göre "elbette",
"her halde", şüphesiz", "lâ cerem =besbelli, muhakkak"
gibi bir tahkîk (gerçeklik) ve te'kîd (pekiştirme) mânâsı ifade eder. Râzî'nin
naklettiğine göre Arab'ın ilk filozofu sayılan Kindî, dil imamlarından İmam
Müberred'e gitmiş ve: "Ben Arap kelamında bir gereksiz söz buluyorum.
Mesela "Abdullah ayaktadır" diyor, sonra "Muhakkak Abdullah
ayaktadır" diyor. Daha sonra "Muhakkak Abdullah, gerçekten
ayaktadır" diyor. "Bunların hepsi mânâ bakımından bir, arada fazla
kelimeler var." demiş. Müberred: "Hayır" demiş, "Lüzumsuz
söz yok, kelimeler değiştikçe mânâ da değişir. Birincisi doğrudan doğruya ayakta
durmayı haber veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor. Üçüncü de bir
inkârcının inkârına cevap oluyor." diye açıklama yaparak, dildeki
incelikler konusunda filozofun bilgisizliğini gösterivermiştir. Bu bir harf
bize bir nazım altındaki mânâların inceliklerini anlatmayı ve bundan gafil
olanların düşünceye ait yargılamalarda uygunsuz durumlara düşeceklerini ne
güzel anlatır. Belağat imamı Abdülkâhir Cürcânî der ki: "Gerçekten te'kit
(pekiştirme) içindir. Bir haber muhatabın kanaatının zıddına değilse "
"ye ihtiyaç yoktur. Fakat dinleyenin kanaatının tersine bir haber
verildiği zaman ona ihtiyaç vardır. Ve haber ne kadar uzak görülürse, nin
güzelliği o kadar artar..." İşte bu âyette de böyledir. Burada öncelikle
"hüden lîl müttekîn" sınırlamasına karşı akla gelen bir soruya
isti'nâfen (başlangıçta) bir cevap vardır. İkinci olarak bu âyette açıklanacak
olan haberin mânâsı uzak görülebileceğinden, onu te'kit ve pekiştirme vardır.
Buna göre bu âyetin "hüden lîl-müttekîn" kısmı ile çok kuvvetli bir
tezat ilgisi ve karşılaşması vardır. Ve bu şekilde bu iki âyet öncelerin
karşılığı olan bir sınıflandırma ifade eder.
"Küfür", "kâf"ın ötrüsü
ile lügatta "küfrân" gibi nimeti örtmek, yani nankörlüktür. Bunun
aslı da "kâf"ın üstünü ile "kefir"dir ki, mutlaka örtmek
demektir. Üstün ile olan bu mânâdandır ki, tohum eken ziraatçiye, aynı şekilde
geceye "kâfir"; meyve tomurcuğuna "kâfur", kalça etlerine
"kâfire" denilmiştir. Şu halde üstün ile "kefr", mutlak
örtmek genel; ötrü ile "küfr", nimeti örtmek özeldir. Dinde küfür
ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman şanından
olduğu halde iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terketmeyi,
zorlama ve engel bulunmadığı zaman ikrarın terkini de içine alır. İmandaki
tasdik gibi, küfürde tekzib (yalanlama) de, kalbî, kavlî (sözlü) veya fiilî
olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da
öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha çirkin bir düşmanlığı açığa
vurmak olur. Aynı şekilde fiilî yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu
edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife
almak, bunları bozmaya çalışmak en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız
kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan
edilen küfre küfür denmemek nasıl mümkün olur? Meğer ki o, sözlü veya fiilî
"Kalbi imana yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil." (Nahl,
16/37) şer'î istisnayı bildiren bu âyet gereğince zarurî bir zorlamaya dayanmış
olsun. Fiilî tekzib, iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır.
Ancak fiilî yalanlama ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela
namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse
bile, haça tapmak küfür olur. Bu bakış açısından amelin terkinin, fiilî
yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan küfrü gerektiren bir durum olup
olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Halbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden,
aynı şekilde Mushaf'ı çirkefe atmak, güneşe secde etmek, zünnar bağlamak, küfür
neşretmek, günahı ve haramı helal, helalı da haram saymak... gibi bizzat küfür
eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir
zorlama zarureti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. Biz, yukarda
açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiğini
söylemiyoruz. Fakat bu mesele de pek kötüye kullanılmıştır. Burada dikkat
edilecek bir nokta vardır ki o düşünülürse, Hâricîler ve Mu'tezile bir yana
bırakılmak şartıyle, gerçekten yine fikir ayrılığı bulunmadığı ortaya çıkar.
Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz'î (kısmen) terk, diğeri küllî
(tamamen) terk. Yani biri terk, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir.
Mesela bazan namaz kılmayan ile, namazı terketmeyi alışkanlık haline getiren
arasında büyük fark vardır.
Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin
-insanlık hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla uygundur. Şu
halde cüz'î terk küfür olmayabilir. Fakat amelleri terki alışkanlık edinen,
namaz kılmayı hiç hatırına getirmiyen ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya
azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah'a, Peygamber'e
ve peygamberlere, Kur'ân'a ve ahirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna
nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere
bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan birinin bile olsun,
bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak
şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman, bir
bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile vâki
olur. Tamamının inkârına bağlı olmaz. İman ile küfür sade zıt değil, birbirinin
tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki menzil arasında
bir menzil (menzile beyne'l-menzileteyn) yoktur. Bir insan ya kâfirdir, ya
mümin. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir. İman ile küfür
iki görüş açısından düşünülür. Birisi insanın yalnız Allah Teâlâ'ya karşı
vaziyeti. Diğeri de müminlere karşı vaziyetidir. Birincisinde mümin, yalnız
Allah Teâlâ'nın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş
eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde insanların
ilmi ve onlara kendini ve ne şekilde tanıttığını ve ne gibi muamele yaptığını
ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi tutulması
gerektiğini düşünerek, imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder.
Çünkü İslâm imanının, bir Allah'ın hakları, bir de kulların hakları yönü; bir
ferdî, bir de sosyal durumu vardır. "Allah'a, Peygamber'e kalbimde imanım
var." deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm imanının
şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır. Küfretmek,
dilimizde kaba bir şekilde sövmek mânâsında da âdet olmuştur ki, bu Arapça'da
yoktur. Fakat daha çok İstanbul dilinde, halk arasında yaygın olan bu mânâ,
esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri dine sövmek, imana sövmek, ağıza
bilmem ne yapmak gibi küfrü gerektiren söğmelere kullanılırken, biraz
genişletilmiştir. Bunun için "küfretmek" tabiriyle, "kâfir
olmak" tabiri arasında bir fark sezilir.
"İnzar" korkulu bir şeyden
sakındırmak için bildirmek, yani "ilerde şu fenalık var, sakın!" diye
doğru yolu göstermek.
"Hatm", "tab" gibi basmak
mânâsınadır. Ve "ketm" ile de ilgilidir. " " ile geçişli
kılındığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini
sağlamlaştırmak için üzerine mühür veya damga basmak, bir çıkını, bir odayı,
bir zarfı mühürlemek gibi. Bir de bir şeyi sona erdirmek anlamına gelir. Fakat
bunda gibi bizzat geçişli olur. Şu halde burada birinci mânâdan bir istiâredir.
"Kalp", yürek ve gönül mânâlarına
gelir, yani "kalp" iki mânâya kullanılır. Birisi göğsün sol
tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş bir çeşit çam kozalağı şekline
benzer bir durumda (sanavberiyyüşşekil) ve bedendeki etlerin hiç birine
benzemiyen, hem sinir ve hem kas dokularının esaslarını toplayan belli bir et
parçasıdır ki, atar ve toplar bütün damarların köküdür. İçinde karıncıkları ve
kulakcıkları vardır. İnsanın aza ve organları içinde kendi kendine hareket eden
odur. Ruha ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine açılıp
kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna borçludur. Ve bununla beraber bu
hareketin solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi ve paralelliği vardır.
Bu kalp, beden ilimlerinden olan Tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu
bedeni ve yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek tabir ederiz.
Nitekim mideye de kursak deriz, "kursak aşını, yastık başını ister".
İkincisi, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve
sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin merkezi
bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, "insan ruhu" da denilir.
İnsanın asıl gerçeği bu kalptir. İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan
bölünmez kısmı; konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü
budur. Bütün benliğimiz öncelikle bundadır. Bunun için anlayan "ben",
anlaşılan "ben"in içindedir. Ben ruhuma, cismime, aklıma, irademe
bundan geçerim. Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi bunun bakışı, akıl bunun
ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da
çoktur. Dilimizde buna yine "kalp" deriz. Yukarda "gönül"
denildiğini de söylemiştik. Çünkü "gönlümden geçti", "kalbimden
geçti", "zihnimden geçti", "aklımdan geçti" dediğimiz
zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz. Bununla beraber kalp ile gönlü
ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela "kalbin çürük" deriz de, aynı
mânâda "gönlün çürük" demeyiz. Bazan yürek kelimesini de bu mânâda
kullandığımız olur ki, "yürekli adam", şecaatli ve kuvvetli kalbe
sahip adam demektir. Şüphesiz mekansız olan bu ruhanî kalbin bütün beden ve
cisim olan kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler ve filozoflar bu ilginin
şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi noktasıyla ilgilendiğini
tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Bu ilgi önce cisim olan kalbe midir? Akıla
mıdır? Bütün sinirlere midir? Bütün sinir ve kaslara mıdır? Yoksa kalp ve şuur,
damarlar, sinirler, kaslar ve uzuvlariyle bedenin tek suretine midir? Sonra bu
ilgi, fizikî özelliklerin cisimlere, vasıfların vasıf sahiplerine ilgisi gibi
midir? Bir aleti kullananın, alete ilgisi gibi midir? Bir yerde oturanın, o
yere ilgisi gibi midir? Her ikisini içine alarak bir kaptanın gemiyle ilgisi,
bir devlet başkanının memleketiyle ilgisi gibi midir? Özetle madde ile kuvvetin
ilgisi nedir? Ve sonra maddî kuvvetle, manevi kuvvetin ilgisi nedir? Bunlar,
felsefecileri, psikoloji ilmiyle uğraşanları yoran, hayretler içinde boğan
noktalardır. Ancak önceden olsun, sonradan olsun, önceden ve bizzat olsun,
ikinci ve vasıtalı olsun, yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet cihetinden olsun,
her halde bunun cisim olan kalp ile de bir ilgisi olduğu açıktır. Hissî
etkenlerde hareketin önemi büyük olduğuna ve bütün tabiî etkenlerin harekete
dönmesi çağımız fenninin en büyük eğilimi bulunduğuna göre, bedenimizde, dışa
ait hareketlerin izlenimlerinden etkilenen ve onları alan aletlerimiz, açık
duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz olmakla beraber bunların cereyanının,
bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu olduğu ve bu şahsî hareketin
bizzat hareket eden bedene ait kalbde bulunup, ondan başladığı ve bunun
hastalığı durumunda hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisinin de açıkça
görüldüğü yönden harekete başlayarak şuurun kaynağını birleştirmiş olmak için,
ruhanî kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak hem tabiî, hem de
-hemen her dilde denecek derecede- ikisinin de bir isim ile anılagelmiş
bulunmasından anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun olduğunda şüphe
yoktur. Bu durumu kabul etmemekte ısrar edenler olursa, onların, her iki ismin
biri diğerinden teşbih (benzetme) ve istiâre yoluyla alınmış olmasını, yani
bedende cisim olan kalbin yeri ne ise, ruhta da ruhanî kalbin yeri o gibi
olduğunu düşünebilirler. Akıl ile kalbin ilgisini de akıl kelimesine bırakalım.
Kur'ân'da, Kur'ân ilimlerinde, din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp
denilince bu ikinci mânâ kastedilir. "Temiz kalpli adam", "kör
kalpli adam", "kalbi bozuk", "kalpsiz" gibi ifadelerde
kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de onu anlıyacağız ki, gaybe imanda,
Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. Her şeyi bu
kalp ile duyup da bundan, bunun varlığının şeklinden habersiz olanlar, bunu
düşünemiyenler, din hususunda puta tapıcılıktan, göz önündeki cisimlere
tapmaktan ileri geçemezler . Mühürlü kalpler işte onlardır. "Ğışâve"
perde demektir.
7-TEFSİR VE TE'VİL: Şüphesiz ki küfürleri tam
ortaya çıkmış olanlar kendilerini ha (Allah'ın azabından) korkutmuşsun, ha
korkutmamışsın onlar için aynıdır. iman etmezler. Fakat bu inzâr (korkutma) ve
adem-i inzâr (korkutmama) senin için aynı değildir, "senin için eşit"
değil, "onlar için eşit" dir. Zira sen görevini yapmış ve Allah'ın
delilini göstermiş ve açıklamış olursun, sevap senin, günah onların olur. O
eşitliğin, iman etmediklerinin sebebine gelince: Çünkü yüce şân sahibi Allah,
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gerçeği kendiliklerinden
sezip, düşünüp bulmaya, olmadığı halde dinleyip işitmeye, güzel kabul
göstermeye kabiliyet (yetenek)leri kalmamıştır. Aslî kalp vardır fakat ilk
yaratılıştaki sağlamlıklarını yitirmişler, kötü alışkanlıklarıyla onu örten
ikinci bir alışkanlık kazanmışlardır. Bu kazancı da Allah Teâlâ yerine
getirmiştir. Artık onlar kendiliklerinden; kendi istek ve arzularından, şahsî
ve nefsî gayelerinden başka hiçbir şeye dönüp bakmazlar. Gerçeği anlamak için
yaratılmış olan o kalplerin bütün faaliyet ve yetenekleri nefse ait arzularla
boğulmuş, isterse gelecekteki menfaatleri adına olsun, kendilerinden şimdiki
isteklerinden başka gayba ait gerçeklere karşı inat ile kaplanmışlar, onlar
"Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?"
(Fâtır, 35/37) âyeti gereğince Allah Teâlâ'nın verdiği düşünme devresini
tamamlamışlar ve artık küfür, onların tam ortaya çıkmış kazançları, huyları ve
ikinci yaratılışları olmuştur. Onlar ne hakikatı, kalp gibi nefse ait
delilleri, ne de Kur'ân gibi daima açık manevî ve aklî bir mucizeyi düşünürler
ve hatta ne dinlerler, ne dinlemek isterler, bilmek işlerine gelmez, bilseler
de kabul etmezler. Bunlardan başka gözlerinin üzerinde de bir perde vardır...
Görülen âlemde, âlemin şekli, madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların
durumu, anatomi gibi gözle görülebilen doğru delilleri, bakmak isteseler bile
göremezler, çünkü o gözler perdelidir. Onları gaflet, şehvetler, kötülükler, bencillik
perdesi bürümüştür. Mesela her gün gökyüzüne bakar, o gönülün hoşlandığı
manzarayı görür de, şu yerdeki, şu bedendeki, şu küçücük gözün, küçücük göz
bebeğine uyan bir anlık ışık ile dışardan o kadar uzak ve geniş uzaklık ve
mesafe içindeki büyük dış manzaranın nasıl ve ne ile anlaşıldığını görmez ve
düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar da, dışındaki ekmeği nasıl idrak ettiğini
ve ona nasıl ve ne sayede isabet ve uyum sağlayabildiğini düşünmez ve görmez...
Böylece onlar, gerçeği anlamak için şart olan kalp ve akıl, sağlam duyular,
haberi duyma denilen üç ilim sebebinin üçünden de mahrum bir haldedirler.
Görülüyor ki âyette "kulûb (kalbler) ile
"ebsâr" (gözler) çoğul ve aradaki "sem" (kulak) ise müfred
(tekil) olarak getirilmiştir. Bunun hakkında çeşitli görüşler söylenmiştir.
Fakat bizim anladığımıza göre bunun sebebi, imanda kalbe ait âyetler ve cihana
ait âyetler, düşünce ve görmeye ait yolların çeşitli ve çok olmasıyle beraber,
dinde duyma yolunun, naklî delilin bir, yani "nübüvvet merkezi"
olduğuna işarettir. Şurasının hatırlatılması gerekir ki, Arapça'da
"üzün" (kulak) ile "sem' ve sâmia' ", "ayn" ile
"basar" ve "basîre" pek güzel grup laştırılmış ve ayırt
edilmişlerdir. Fakat Türkçemizde hem "üzün"e, hem "sâmia"ya
sadece kulak dediğimiz gibi, "ayn" ile "basar"ı
ayırmıyarak, ikisine de "göz" deriz. Halbuki cisim olan kulak
işitende ve sağırda, cisim olan göz bakar körde de vardır. Burada ruh ve cisim
tahliline ihtiyaç vardır. Ve bu eksikliği dilimizde Arapça ile tamamlamaya
mecbur olmuşuzdur.
Kalp nasıl mühürlenir? Malum ya üzeri
mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri
de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve kapları gibidir. Ne kadar
anlayışlarımız varsa orada saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler
oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki gaybla ilgili
haberler, kitaplardaki kavramlar duyma yoluyla bilinir. Şu halde kalbin
mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi, kapının
mühürlenmesine benzer. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde şu meâlde
buyurmuştur ki: "Günah ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah nokta
yani kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp
yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra arta arta bir
dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar ki Mutaffifîn
sûresinde "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine
pas tutmuştur." (Mutaffifîn, 83/14) âyetindeki "rayn" da
budur." Bu hadis gösteriyor ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf
gibi kaplar. İşte o zaman bu âyetinde buyurulduğu gibi Allah tarafından mühür
ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe basılıp tabedilir. Başlangıçta âharlı
parlak bir yazı kağıdı üzerine dökülmüş, silinmesi mümkün olan bir mürekkep
gibiyken, bundan sonra matbû ve silinmez bir hale gelir. Diğer bir deyişle,
alışkanlıkla bir ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu
kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare. Bu mühürleme ve baskının kazanılması
kuldan, yaratılması Allah'tandır. Şu halde burada hatm (mühürleme)in Allah'a
isnadı, aklî mecaz değil, Ehl-i sünnet'in anladığı gibi hakikattir ve cebir
(zorlama) yoktur. Bu hadis ve âyet ahlâkta alışkanlık meselesini ne güzel
açıklar. Ahlâkın ve dinin kıymeti, devam ve alışkanlıkta olduğunu ne güzel
anlatır. Bu nokta terbiye meselesinin sırrıdır. Dinî bakımdan bir günahta ısrar
etmekle etmemenin farkı da bundandır. Günahı helal saymanın, haramı helal
saymanın küfür olması da bununla ilgilidir. İman meselesinde kâfirler için bu
alışkanlığın sonucu, bu ikinci huy, bu sağlam meleke ne ise, amel konusunda
müminler için de böyledir.
İyiliklere âdet edinmekle alışılır. Kötülükler
de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir ikinci huy olur. Hayatın akışı bu
alışkanlığın kazanılması demektir. İlk yaratılışta beşer iradesinin ilgisi
yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hissesi önemlidir. Bununla beraber bunun üzerine
sonuç olarak yaratma yine Allah'ındır. Şu halde bu meselelerde ilk yaratılış
gibi zorlama yoktur. Aynı zamanda insanın yaratıcılığı da yoktur, yalnız
kazancı vardır. İnsan bir taraftan yaratılmışı alır, diğer taraftan
yaratılacağı kazanır, onun kalbi, Allah'ın yaratığı ve halkının (yaratmasının)
güzergahıdır. İnsan asıl değil, vekildir. Allah Teâlâ onlara başlangıçta kalp
vermeseydi veyahut kendiliğinden mühürlü olarak verseydi, o zaman zorlama
olurdu. Halbuki âyet öyle demiyor. Şu halde bazı Avrupalıların yaptığı gibi bu
âyetlerle cebir (zorlama) isnadına kalkışmak, âyeti anlamamaktır. Yalnız Allah
Teâlâ bu gibi kâfirlerin iman etmiyeceklerini bildiği halde yine iman ile
sorumlu tutmuştur. Halbuki Allah'ın ilminin tersine bir şey olmayacağından
dolayı, "bu iman, üstesinden gelinemiyecek bir iman değil midir?"
sorusu sorulmuştur. Fakat bunu da şöyle anlamak gerekir: Bu teklif ilk yaratılışa
göre güç yetmiyecek değildir ve onun için yapılmıştır. Gerçi ikinci huya göre
güç yetmezdir. Fakat onun için yapılmamış, sadece bilinmiştir.
Kur'ân'ın hikmeti ve İslâmî esaslara göre
ilimde zorlama fiili yoktur. Bundan, "aklî zaruret yoktur" diye de bahsederler.
Cebir (zorlama) ve icâb (gerekli kılma), iradenin ve yaratmanın eseridir.
Allah'ın, önden veya sondan bir şeyi bilmesi, onu yapması ve yaptırması demek
değildir. Ne bilen yapmaya mecburdur, ne de bilinen yapılmaya mecburdur.
İsteğin fiile çıkması bile kudret (güç)e, güçle beraber bir de yaratmaya
bağlıdır. Bunun içindir ki biz, kendimizde iradeye bağlanmayan ilimler ve hatta
güç bulunduğu halde bile fiile çıkmamış nice iradeler buluruz. Bütün bunlar
bize gösterir ki bilmek, istemek, güç, yaratma bir grup sıfatlardır. Bundan
dolayı Allah Teâlâ'nın bilmiş olması da zorla yaptırmış olması demek değildir.
Ve Allah Teâlâ mühürü, ikinci huyu kulun istemesinden ve bahsettiği gücünden
sonra yaratmıştır ve anılan teklif nihayet geçici ve değişken bir şekilde güç
yetmez olmuştur. Bu ise hem mümkün ve hem olagelendir. Ve öyle olması yakışır.
Özetle kader, zorlama değildir. Bunlar, Allah bildiği için kâfir olmamış, kâfir
olduklarından ve olacaklarından dolayı Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.
Yanılmayanın takdirinin mânâsı düşünülürse, bu pek kolay anlaşılır.
Bunlar için kurtuluş da yok, büyük bir azab
vardır. Çünkü bunlarda, yukarda anlatılan iman ve ahirete şeksiz inanma yoktur.
Allah, Allah'ın kitabı, peygamber, ahiret denildikçe o mühürlü kalpler kıvranır,
çarpınır, o mühürlü kulaklar uğuldar, o perdeli gözler deprenir etrafa yalpa
vurur.
Öldükten sonra da cehennem azabını boylarlar.
Bunun genişçe açıklamasını da ilerde görürsünüz.
NÜZUL (İNİŞ) SEBEBİ: İbn Abbas hazretlerinden
birkaç yol ile elde edilen rivayetin özeti meâlen şudur: Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz bütün insanların iman etmesini ve Allah'ın doğru yoluna uymalarını
çok arzu ederdi. Medine'ye şeref vermelerinden sonra da etrafındaki yahudi ve
yahudi reisleri bile bile çıfıtlık ediyorlar, inkâr ve olumsuzlukta ileri
gidiyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Allah, bir taraftan ilk anışta, ilm-i ezelî
(ezelî bilgi)de herkesin iman ve saadetinin karara bağlanmış olmadığını, bazı
kalplerin takdir edilmiş olan iman kâbiliyeti devresinden istifade edemiyerek
kapanacağı da Allah katında takdir ile bilinmiş bulunduğunu ve ilâhî ilmin
şaşmayacağını haber vermiş, bildirmiş ve teselli eylemiş; bir taraftan da
onları azarlamış ve tekdir etmiştir. Ve bu şekilde Bakara sûresinin başından
yüz âyetin, yahudi haberleri ile, Evs ve Hazrec kabilesinin münafıklarından
birtakım kimseler hakkında indiği ve İbnü Abbas (r.a.) hazretlerinin bunları
isimleriyle , şahıslariyle, nesebleriyle naklettiği rivayet olunmuştur. Rabî'
b. Enes'den vâki olan rivayette de bu iki âyetin nüzulü "toplulukların
önderleri" ve özellikle Bedir harbinde öldürülenler ile ilgili olduğu
söylenmiştir. Gerçi nüzul sebebinin özelliği, hükmün genelliğine engel değilse
de, bu âyetteki "küfredenler"den genel kapsamı ile mutlaka kâfirler
kastedilmediği de görünen deliller ve diğer karineler ile bilinmektedir. Bu
cümleden olarak bundan önce âyetlerinde her türlü şirk ve küfürden imânâ
geçenler de dahil bulunuyordu. Ve bunların iniş sebepleri de onlar olmuştu.
Buna göre başlangıçta kâfirler iki kısımdır. Bir kısmı kalpleri mühürlenmiş
olanlardır, bunlar iman etmezler. Diğer kısmı ise henüz öyle değildirler. Sonra
müslüman olurlar ve hatta ümmetin seçkinlerinden ve etkıyâ (Allah'tan son
derece korkanlar)dan olurlar. Şu halde sözün gelişi ve öncesi karinesi ile
doğruya uygunluğundan tahsis edilmiş, fakat yalnız nüzul sebeplerine mahsus
zannedilmemelidir. Meâl bakımından mukayyed kuvvetindedir. Bunun için yukarda
yalnız küfredenler, "bir defa küfretmiş bulunanlar" diye değil,
"küfürleri ortaya çıkıp yerleşmiş olanlar" diye açıklama yapılmıştır.
Böyle kâfirler yine olabilir.
Buraya kadar iki zıt olan düşünce halindeki
veya gerçekteki iman ile küfre göre insanlar, aralarında vasıta bulunmayan iki
karşıt kısma ayrılmıştır. Bundan sonra da ikinci taksimde kâfirlerin en zararlı
cinsi olan ve küfür ile iman arasında dolaşır gibi görünen münafıklar
vasıflandırılacaktır ki, öncekilere "inatçı kâfirler", bunlara da
ilmen veya amelen "şüpheci kâfirler" diyebiliriz.
Bunlar ayrı bir kıssa ile kâfirlerin kıssasına
bağlı olarak açıklanıyor. Fakat mü'minler hakkında dört âyet; sözleri ve
fiilleri bir olan belli kâfirler hakkında ancak iki âyet indirildiği halde,
sözleri fiillerine benzemiyen bu münafıklar hakkında on üç âyet indirilmiş ve
bu şekilde kâfirler sınıfının âyetleri on beşe ulaşmıştır. Ve bütün bunlar, ilk
önce Allah'ın Resulünü, ikinci olarak da mü'minleri irşad içindir.
Meâl-i Şerifi
8- İnsanlardan öyleleri de vardır ki,
inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık." derler.
9- Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar.
Halbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.
10- Kalplerinde hastalık vardır. Allah da
onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem
verici bir azab vardır.
11- Hem onlara: "Yeryüzünde fesat
çıkarmayın." denildiğinde: "Biz ancak ıslah edicileriz." derler.
12- İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta
kendileridir, fakat anlamazlar.
13- Onlara: "İnsanların (müslümanların)
inandığı gibi inanın." denilince, "Biz de o beyinsizlerin inandığı
gibi mi inanacağız?" derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir
fakat bilmezler.
14- Onlar iman edenlere rastladıkları zaman:
"İnandık" derler. Fakat şeytanlarıyle yalnız kaldıkları zaman:
"Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz." derler.
15- (Asıl) Allah onlarla alay eder ve
taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir.
16- İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet
karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da
bulamadılar. 17- Onların durumu, bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş)
çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların (gözlerinin) nurlarını giderdi
ve onları karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler.
18- (Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.
Artık (hakka) dönmezler.
19- Yahut (onların durumu), gökten boşanan,
içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek(ler) bulunan bir yağmur(a
tutulmuşun hali) gibidir. Yıldırımlardan ölmek korkusuyla parmaklarını
kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, inkârcıları tamamen kuşatmıştır.
20- O şimşek nerdeyse gözlerini (n nûrunu)
kapıverecek. Önlerini aydınlattımı ışığında yürürler, karanlık üzerlerine
çöktümü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de
alıverirdi. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.
8-NÜZUL SEBEBİ: Bu âyetlerin Medine ve
civarındaki birtakım münafıklar hakkında inmiş olmasında fikir birliği vardır.
Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı
kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları Abdullah b. Übeyy b.
Selûl'dür. Peygamberimizin ensarı (yardımcıları, dostları) olan Evs ve Hazrec
kabileleri o zaman Yesrib denilen Medine'nin en esaslı unsuru idiler ki,
ikisine birden "ma'şeri Hazrec" (Hazrec topluluğu) de denilirdi. Bunlardan
başka Medine yakınlarında Kurayza, Benî Nadîr, Benî Kaynuka gibi yahudi
kabileleri vardı. Medine içinde oturan yahudiler de bulunuyordu. Büyük bir
peygamberin gelmek üzere bulunduğu yahudi bilginleri arasında söyleniyor ve
Medine halkı arasına yayılıyordu. Yahudiler, Hz. Musa'nın "bana benzer
peygamber" dediği peygamberi, o peygamberi Arapça "en-Nebî,
er-Resul" ismiyle bekliyorlardı. Ve tahminlere göre bunun zamanı geldiğini
seziyorlardı. Fakat bunu kendilerinden bekliyorlardı. O sırada Abdullah b.
Übeyy de kendini Evs ve Hazrec içinde Yesrib krallığına aday gibi görüyordu.
İçerde ve dışarda bu durumlardan, Allah Teâlâ'nın hikmetiyle en önce uyanan Evs
ve Hazrec oldu. Hac mevsiminde Mekke'ye gidip "ilk akabe"de on iki,
ertesi sene "ikinci akabe"de yetmiş kişi Hz. Peygamber'e biat
ettiler, onun "ensar"ı (yardımcıları) olmaya başladılar, Allah'a
ortak koşmaktan kurtulup gaybe iman ettiler. Hatta birçokları Hz. Peygamber'i
görmeden iman ettiler. En sonra da Peygamber Efendimiz hicret ettiler. Yesrib
"dâru'l-hicre = hicret yurdu" oldu ve Medine (yani şehir) ismini
aldı. Peygamberimiz'in buraya yerleşmesinden sonra İslâm kelimesi çabucak halk
arasında yayıldı. Müslümanlık ve müslümanlar çoğaldı, puta tapıcılara ve
müşriklere karşı ezici bir çoğunluk oluştu. Bununla birlikte Evs ve Hazrec
kabileleri içinde iman etmeyen bir azınlık da vardı. Yahudiler "kitap
ehli" iseler de, tersine çoğunluğu çekememezlik sebebiyle inkârcılıkta
inat etmiş ve bununla birlikte en büyük âlimlerden Abdullah b. Selâm hazretleri
gibi bazı zatlar da âyetindeki öğülmelere mazhar olarak ezelî imanlarını
açıklamışlardı. İman etmeyen ve "Muhakkak ki inkâr edenler" âyetinin
nüzul sebebi olan yahudi âlimleri gizli gizli "gizli örgütler" rolü
oynuyordu. Bunlar, Peygamber'e ve müslümanlara düşmanlık etmek için
öbürlerinden iman etmeyen azınlık ile gizlice ittifak ederek İslam ortamında
onlardan zâhiren iman etmiş görünen bir münafıklar zümresi oluşturmuşlardı ki,
bunların başkanları Abdullah b. Übeyy b. Selûl idi. Allah'ın bildirmesi ile
Peygamberimiz onları tanıyordu ve ashabından seçkin olanlara da bildiriyordu.
Bu sebeple bunların adları ve nesebleri bile rivayet olunmuştur ki, tefsirde
anılmaları lüzumsuzdur. Bu münafıklar, müslümanların ibadetlerine ve bütün dinî
hususlarına görünüşte ve daima iştirak ederler ve el altından da entrika
çevirmeye çalışırlardı. Dikkate değer ki bunlar, dıştan küfrü gerektiren bir
şeyi göstermemeye çalışırlar ve yalnız görüntüyü muhafaza ettiklerinden dolayı
-Allah Teâlâ'nın hikmetiyle- İslâm toplumundan çıkarılmazlardı. İşte açıkça
bilinen kâfirlerden daha çok bu gibilere karşı İslâmî emniyeti muhafaza etmek,
peygamberlik görevinde ve İslâm'da pek önemli bir mesele olduğundan Cenab-ı
Allah bunlar sebebiyle yukardaki on üç âyeti indirerek durumlarını
bildirmiştir. "Nâs" kelimesi, "insan"ın çoğuludur, aslı
"ünâs"tır. Yahut lafzından başka olarak çoğul ismidir. Bazan
"halk" ve "ahâli" deyimlerimiz gibi "halk
topluluğu" mânâsına da kullanılır. Yani anlatılan kâfirlerden başka insanların
bir kısmı da vardır ki, Allah'a ve o son güne (yani ahirete) iman ettik der.
halbuki bunlar mümin (inanmış) değillerdir. Mümin olmadıkları halde
"âmennâ = inandık" diye yalan söylerler. Dikkat edilirse Peygamber'e
imanı çoğunlukla kâle bile almazlar da Allah'a ve ahiret gününe imanı söylerler
ve güya bu kadarla Peygamber'i tasdik ediyormuş gibi görünürler.
9-Niçin mi böyle yaparlar? Bunlar böylelikle
Allah'a ve müminlere hîle yapmaya kalkışırlar, onlara hîle yarışına çıkarlar,
Allah'ı ve müminleri de hîle yapıyorlarmış gibi zannederler. Bu da ""
Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr kırâetlerinde şeklinde okunur. Halbuki hîleyi
başkasına yapmıyorlar, ancak kendilerine yapıyorlar, sonuçta kendilerini
aldatmış veya kendilerini aldatmaya kalkışmış oluyorlar, kendilerini
aldatıyorlar da anlamıyorlar. Farkında değiller, şuurları yok da ne
yaptıklarından haberleri olmuyor.
"Hud'a" (hîle) kelimesi esasında bir
gizlilik mânâsını içine alır. Ve tarifi: Başkasına karşı görünüşte selamet ve
doğruluk düşündüren bir işi açıklayıp, içinde onu zarara sokacak bir şeyi
gizlemektir. "Muhâdea", hile yarışına kalkışmaktır ki, ikisi birden
değil, önce bir taraftan başlamak şarttır.
"Nefs", bir şeyin zatı ve kendisi
demektir. Ruh ve kalp mânasına da gelir. Şeriat örfünde şehvet ve kızgınlığın
başlangıcı olan nefsanî kuvvete de denilir. Buradaki öncekidir.
Şuur, açık duygu ile hissetmektir. Yani şu
anda his halinde olan ve henüz hafızaya ve akla tamamen geçmemiş bulunan açık
bir ilimdir ki, dalgınlığın zıddıdır. İdrakin ilk derecesi yani bir şeyin,
düşünenin fikrine ilk varış derecesi, ilk görünümüdür. Çünkü ilim, nefsin
mânâya ulaşmasıdır. Ve bu ulaşmanın birtakım dereceleri vardır ki, şuur
bunların birincisi yani nefsin mânâya ilk varış mertebesidir. O mânânın
tamamına nefsin anlayışı hasıl olunca tasavvur; bu mânâ şuurun gitmesinden
sonra tekrar geri döndürülebilecek şekilde ruhda bakî kalmışsa hıfz
(ezberleme), bunu istemeye hatırlama; tekrar bulan vicdana zikr (anma) ismi
verilir. Şuur bir bakıma ilmin en zayıfıdır, çünkü onda sebat ve ihtiyatlı
hareket yoktur. Bu sebeple Allah'ın ilmine şuur denmez. Diğer bir yönden de en
canlı bir ilimdir. Çünkü o anda ve bizzat ince bir görüş anı ve huzurdur. Ve
ilahî ilmin kemalini anlatacak en güzel bir şahittir. "Ve bizim emrimiz
yalnız birdir, bir göz kırpması gibi (sür'atli)dir." (Kamer, 54/50). Her
şuur, birlik içinde bir ikiliği, ikilik içinde bir birliği ihtiva eder ve bir
anda iki şuur olmaz. Fakat genişliği olan bir şuur olabilir ve insan başlangıç
halinde şuur ile şuurun mânâsını, düşünen ile düşünüleni birbirinden ayıramaz.
Kalp, kendinden çok düşündüğüne dalmış olur. Ve bunun için şuur (bilinç) daha
çok açık duygular ile olan dış duyguya denir ve görünen duygulara
"hisler" denir. Ve buna karşılık nefsin kendindeki bir şuur olayına
da, "kendinde bulmak" demek olan "vicdan" adı verilmiştir
ki, buna "gizli his" veya "gizli şuur" da denilir. Ve
doğrusu "açık his" demek, yalnız görülen duyularla olan "dış
his" demek değildir. Vicdan da açık bir histir. Bununla birlikte vicdan
daha çok bir "şuur şuuru" demektir. Bu "açık his" ve
"gizli his" deyimlerinde izâfet veya sıfat mânâlarını, sırasına göre,
ayırt etmelidir. Gizli his için ayrıca bir gizli duyular aleti de zorunlu
değildir. Şuur, şimdi ve anî olduğu için, akıl şuurun dışında sayılır. Ve akıl,
şuur kavramının analiz ve sentezi ile özünü alır ve bundan sonuç çıkarmak
suretiyle içinde ve dışında ilgili bulduğu gerekli şeylere intikal eder. Şu
halde akıl, ilgi şuurundan başlar. Bunun için onun ilk kanunları butlan
(bâtıllık), ayniyet (aynılık), gayriyet (başkalık), tenakuz (çelişki) şuurlarıdır.
İzafet (iki şey arasındaki ilgi) de şuurun ilk kanunudur. Çünkü şuurun
hakikati, ruha kendisinin veya kendisindeki veya dışındaki bir işin hazır
olarak görünmesidir ki, bu görünme itibarî (gerçek dışı) veya gerçek bir
ilginin ürünüdür. Fakat şuur, bu ilginin kendisi midir? Ruhun bundan bir
etkilenmesi midir? Yoksa ruhun bir fiili midir? Daha başka bir şey midir? Bu
nokta şüphelidir. Gerçek şuur, bir göz kırpma anı olan basit bir vahdet
(teklik) şuurudur. Bu da başlangıçta mutlak hakkın kendi görünme anı, ikinci
olarak nefsin kendine veya genel olarak dışarının nefse bir yansıması ile
başlar ki, bu iki şeyden hangisinin önceden olduğu henüz kestirilemeyen bir
görüştür. Diğer şuurlar hep bunun üzerinde yürür. Buna sahip olan nefse
"ruh" veya "ruh sahibi" denilir. Şuur parıltıları önce
birer nokta gibi gelir ve ruhda az çok kalır ve kalmasına ezberleme denilir.
Ezberleme bir zihin kuvvetidir ve bir geçmiş kıymetini ifade eder. Şuur, sabit
değildir, ezberleme ise sabittir. Bunun için ezberleme unutmaya da yaklaşabilir.
Ve o zaman ezberlenilenler anlaşılmaz olur. Bundan da anlarız ki, ruhda şuursuz
denilmese bile, anlaşılmayan işler ve hadiseler de vardır. Hafızadaki işin
ikinci defa anlaşılmasına hatırlama, hatıra getirme ve anma ismi verilir. Ve
şuurun devam etmesi ve devamının kıymetleri de bu sayede meydana gelir. Bu
şekildedir ki şuurlar oluşur. Tasavvura, zihnî ve ilmî görünüşlere kadar
ulaşır. İlmin, aklın derinliği, bu sentezlerin büyümesi nisbetinde karışacak ve
çoğalacak nisbet şuurlarının kat kat artarak çoğalmalarındadır. Aklın bunlar
üzerindeki seyrine, düşünme ve fikir denir. Asıl bilme, bu sentezlerdeki son
şuurlanma oranının gerçek nisbetine (yani doğruluğuna) ait hüküm iledir. Yani
şuurun başlangıcı, gerçek doğru olduğu gibi; fikrin, aklın ve ilmin hedefi de
belli olan hakdır. Demek oluyor ki, aklın bütün cereyanına devamlı olarak
sivrilen şuur olayları eşlik eder. Bu cereyanın aleti akıl; mekanı kalp; ürünü
de ilim veya hayaldir.
Akıl, hâl-i hazırdaki şuurun gerisinden
başlar. Onun, öncesi sonrası, içyüzü ile ilgilenir. Bunlardan başka şuur,
kısmen nefsin hoşlanmak, tiksinmek, genişlemek, sıkışmak.. gibi bir olayı ile
ortak olur ki, buna zevk ve his denir. Bu his, bir nokta kadar basit ve
belirsiz de olsa, o zevkin sebebine bir dış kıymeti isnat edilirse, buna
"duyum" tabir edilir. Ve şuurun ilmî kıymeti bu itibarladır. Bir an
bakarsın sende bir keyf var, bunu duyuyorsun, bu keyfe bir bilincin var, bunu
biliyorsun, fakat bu yönü bırak, bu keyf neden geliyor? Ruhun kendi mi yapıyor?
Sırf nefse ait bir eser midir? Yoksa haricî (dışa ait) bir sebebin eseri midir?
Buna dair hiç bir şey sezemiyorsan, yalnız duygu halindesin, bu bir
sarhoşluktur. Buna bir şuur denilirse, histen ibaret bir şuur demek olur.
Bizzat ilmî hiçbir değeri yoktur. Fakat bu hissin sebebine az çok bir haricîlik
verebildiğin, mesela bedenine çarpan bir sıcağın, bir havanın, gözüne çarpan
bir ışığın, kulağına ilişen bir sesin, burnuna dokunan bir kokunun eseri
olduğunu da sezebildiğin anda bir duyum karşısında bulunursun, asıl bilinç
budur. Ve bu şuurun şuhûd (görüp müşahede etme) denilen ilmî bir değeri vardır.
İşte dıştan ilgiyi kesmek suretiyle, nefsindeki hadiseyi bir sen bir de sendeki
bir olay, bir iş mesela bir keyf olarak seçtiğin, yani sade neşelenmekten fazla
bir şey yaptığın anda da bir iç duyum, bir vicdan vardır.
Kısaca dışa ait olsun içe ait olsun, her
duygunun bir duyum yönü, bir de özel duygu yönü vardır. İkisine de his denilir.
Fakat ilmîlik ve idrak, asıl duyum değeri olandadır. Ve şuur daha çok bunun
adıdır. Yalnız zevke ait olan özel duygu kıymetine his denilirse de, şuur ve
ilim diye bilinmez. Buna Sûfiyye (tasavvuf ehli) "hâl" tabir ederler.
Hâl başka, hale şuur yine başkadır. İhtisasın konusu yalnız "ene"dir.
Şuur ve vicdan da "ene"den tamamen çıkamaz, akıl ise şuur ötesinden
başladığı için "ene"nin zatı, kendini akledemez düşünemez.
"Ene" sade bir şuur veya vicdan ile kendini tanır ve kendini tanıdığı
için kendine gelen duyguları ve kendinden çıkan duyguları tanır. Fakat bu
tanıyışın her hâl anında bir istiğrâk (dalma)ı vardır. Bununla bizzat
"ene" şuurlu bir dalgınlık gibi gizli kalır da, hemen ardından bir
ilgiye muhtaç olur. Ve bunun için çocuğa "kendini bilmez" denir.
"Ene" şuuru hiç bulunmadığı veya açık olduğu, yani hep "ben,
ben" dediğimiz anlarda, ne dışardan ve ne durumlarımızdan hiçbir şey
bilmeyiz. Bildiğimiz zaman ise benliğimiz bildiğimize dalmış olur ki buna
"fenâ" (yok olma) tabir edilir. Demek ki ilim için "ene=ben"
şuuru gizlenmeli, kalp dış gözlem ve murâkabe-i nefs (nefsi kontrol) ile meşgul
olabilmelidir. Hak, bu ikisi arasında görülür. Ahlâkta nefis kontrolü, ilimde
de dış gözlem daha mühimdir. İkilik içinde bir bağlılık gibi görünen şuur
olayını, hareket, titreşim ve maddi intiba olaylarından ayırıp seçemeyenler,
ruhu ve kalbin sırrını bilemezler de, "kalp" ve "ruh"
diyecek yerde "dimağ" (beyin) derler dururlar. Göz ile fotoğrafı,
gramofon borusu ile kulağı, ağzı bir gibi zannederler. Beyin bir kütüphane
olsun, onu okuyan kim? Bunu aramazlar. İşte "onu düşünmezler" bu
gerçeği gösteriyor.
10-"Münafıklardaki bu hileciliğin ve bu
şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî
kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık vardır.
Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve
görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur. Fakat
maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da kullanılır. Sıhhat esas,
hastalık ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar kalbin
sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa mübtela
olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir.
Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan büyük bir
hastalık var. İdrak ve iradenin afeti olan bir hastalık var. Bu hastalık,
rivayete ve dirayete dayanan tefsirlerin ve bilhassa selef müfessirlerinin
açıkladıkları üzere inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle
şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü niyetlerin başıdır. Buna
yakalanan kimse, hak tanımaz, Allah'dan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe
eder. Allah'ın "onda şüphe yoktur" buyurduğu kitabından şüphe eder.
Allah'ın peygamberinden şüphe eder. Allah'ın halis mümin kullarından ve onların
doğru olan fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta
kendinden şüphe eder. Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da
hiç çıkmaz. Onun gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki
kendisi şek ve şüphe ile doludur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her
şeyi şüpheli görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar,
Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden
kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendisine karşı kendisini
yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç
şüphe etmez. "Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır"
demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve
her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı,
baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder.
Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Müminle mümin,
kâfirle kâfir görünür. Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını düşünmez. Böyle
yapması, bütün uğraştığı bu şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan
bir baskı olduğunu farketmez. Arada böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli
sevgi kurmak için samimi olmaya çalışmak kendisi için de daha kârlı olduğunu
anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli beşikte gibi
yaşarlar. Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can sıkıcı bir şeydir. O
münafıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır. Ve her hastalık huy ve tabiat
olmadıkça tedavisi mümkündür. Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş
olan hak dine sarılmazlar da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını
artırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ insanlardan, insanlar içinde Arap'tan, Arap
içinde Kureyş kabilesinden, Kureyş kabilesi içinde Hâşim Oğulları'ndan Muhammed
b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre
b. Ka'b b. Lüey b. Fihr b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Müdrike b. İlyas b. Mudar
b. Nizar b. Mead b. Adnan isim ve nesebiyle bir peygamber göndermiş ve ona
"kendisinde şüphe olmayan" bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü
Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyamete kadar nur saçmak için buraya,
onların bulundukları yere getirmiş ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek
büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar, eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar,
doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar, kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan
vermiyorlar, hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar;
zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam
kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, neler neler yasak. Bunlardan başka
vazifeler, görevler, mücahedeler, intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde
çalışmalar, uğraşmalar, neler neler var. Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol,
şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka
tapılan bir şey tanıma ve ancak ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile
Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkan kalır? Sadece
para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz,
yapacağı bu muydu? "Bu tedavi değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o
hastalık Allah katından bunların kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da
gittikçe artıyor. Onlar da bu yüzden Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya
başlıyorlar.
Maraz (hastalık), bedenin sağlam
alışkanlığından sapması ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan
aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert" de denilir. Demek ki şüphe,
imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil ikinci derecede bir şeydir. Ve
hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken iman ve itikad fıtrat
(yaratılış)ıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için Hak inancı, Allah'a
inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ilerde şüpheye düşmesi için değil,
şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy
edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir.
Bunu yapan, tecrübe güzergahında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi,
kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi, özetle zevk
duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek istemesidir.
Bazı insanlar tecrübede bunu tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler
vaki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi" olmadığını takdir
ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını
söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele ederek hakkı
görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak Teâlâ'nın hükmünde
bulunduğunu teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk görevine mahkum
olduğunu itiraf etmeye benlik sevdası ve irade zayıflığı engel olur da, şek ve
şüpheyi esas kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi
için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu
yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın
esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta sabit bir "ben" yoktur.
Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben) hayali, bir "" aşkı,
bir "" derdi. Yani hiç gizlenmek istemiyen bir "benlik"
davası, bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
Fen ve felsefe bakımından hak iman, hem fıtrî
ve hem alıştırıcıdır. Fakat şüphe inancı yalnız alıştırıcılığa ait yoldadır.
Şüphe inancının böyle alıştırıcı ve tecrübeye dayanan karakteri, bu gibilere
inanç ve sağlam bilgi hakkında bir kuşku telkin eder. Kitaba, dine bağlanmaktan
çekinirler, istidlâle (delil ile sonuç almaya), istintâca (delil ile sonuç
çıkarmaya), akıl ve mantığa küçümseyerek bakarlar, buna karşı koymak için
terbiye, tecrübe, istikrâyı (tüme varımı) benimsememek isterler. Güya bunları,
şüphenin, inançsızlığın delili imiş gibi ileri sürerler. Bu vesile ile:
"Hayat adamı olmalı, hayat gibi her gün değişmeli, hayatta hiç bir örnek
takip etmemeli." derler. Ahlâklı bir gidişat takip eden seciyeli iman ve
inanç sahiplerine genelde: "Mahdut fikirli, dar kafalı adamlar"
gözüyle bakarlar. Bilmezler ki dar görüşlüler, yalnız şimdiki hale bağlananlar
ve onun önünü ve arkasını görmeyenlerdir. Bilmezler ki alıştırmanın,
tecrübenin, kararlılığın gayesi de şüphe değil, tıpkı istintâc gibi şüpheden
kurtulmak, bir hak inanca ermektir. Bilmezler ki, zevkin hikmeti, gelip geçici
şeylerle boğulmak, hiçlere esir olmak değil, ebedî bir hakka ulaşmak, bir irfan
anı edinmektir. Sağduyusunu toplayanlar için çoğuldan tekile, başlangıçtan
sonuca, sonuçtan başlangıca netice çıkarmak suretiyle karar kılmak, şüpheyi
silmek için aklın biri diğerine kefil olan başlangıç ve sonucun birliğini
gösteren iki şahidi, birbirine bakan iki yoludur ki ikisinin ürünü, ilki ve
sonu hak inançtır. Vicdanın zevki de bu iman ile hakka açılan bir anlama
noktasıdır. Hakka iman yaratılışı ile doğ, bu iman ile tecrübe yolundan doğru
geç, hakka iman ile öl, ona dön! İşte İslâm'ın saadeti, işte kalpleri
hastalıklı o münafıkların hile yapmak istedikleri Allah'ın nuru!
Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın
artmasıyle kalmayacak, onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem verici,
gayet acı bir azab da vardır. Bu azab bilhassa " " Nâfi', İbnü Kesir,
Ebu Amr İbnü Âmir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde tekzibden (yükezzibûn)
okunur, yalan söyler olmaları veya doğruyu yalan saymaları sebebiyledir. Bunlar,
devamlı yalan söylerler, imanları yokken "imanımız var" dedikleri
gibi, eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle
budur. Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir. Yalancılar,
su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli beşikte yatıyor gibi
yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur ve o azab git gide bir çeşit
tatlılığa döner, onu -adeta- kaşındırır. Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir
uyuz hastalığının kaşıntıları gibi kanatan, boğucu elemlerle karışık bir
taddır. Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının ahiretteki azabı büsbütün dehşet
vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı intibalarla
kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bir evham (kuruntular) âlemi, bir
batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra yanar döner bir yıldız
böceği halinde görünen bir fener gibi gelir. Artık o kalp ve onun gözleri,
kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez olur. Kâr der, zarara koşar;
iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır atılır.
Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun ara
sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan
arasıra imrenmek için görünür ve kapanır.
"Müminlerle onlar (münafıklar)ın arasına
bir duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise
azabtır." (Hadid, 57/13) âyeti gereğince nihayet bir kapanır, bir daha
açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde sonsuzluğa kadar hasretle
yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar. Bu âyette "Allah
onların hastalığını artırmıştır." buyurulduğu gibi, diğer bir âyette de
"Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların ise, (indirilen
sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar kâfir olarak
ölüp giderler." (Tevbe, 9/125) buyurulmuştur ki, hastalık ile pisliğin
ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar ilâhî kanunlardır. İman eden kazanır,
etmeyen de yanar, yakılır.
Bu münafıkları ortaya çıkartacak ve azaplarında
şiddetlendirici sebepler olacak, bozgunculuklarına dal budak salan bazı çirkin
vasıfları daha vardır. Şöyle ki:
11- Bu âyet yukardaki âyetine atfedilmiştir.
Bunlara: "Şu yeryüzünde fesatçılık yapmayın, fesat çıkarmayın, ortalığı
ifsat etmeyin." diye uyarı ve kötülükten yasaklama yapıldığı zaman
"hayır biz fesatçı değil, ıslah edici adamlarız, fesat değil, yalnız ıslah
ve ıslahat yapan kimseleriz" demektedirler, böyle demişlerdir ve böyle
derler. Bilhassa Ebu's-Suûd'un da açıkladığı üzere, bunu derken yaptıkları
fesatçılıkları, inkâr ile örtmek isterler. Bundan asıl maksatları ise
yaptıkları şeylerin fesatçılık değil, bizzat ıslah olduğunu iddia etmektir.
Çünkü bunlar hak ve gerçeği seçemediklerinden ve seçmek istemediklerinden,
bozmayı düzeltmek sanırlar. Yeryüzünün bozulması, Allah'ın kullarının
durumlarını bozan, gerek geçimleri ve gerek ahiretleriyle ilişkili işlerini
çığırından, hedefinden çıkaran fitneler, harplerdir. Bozgunculuk da bunları ve
bunlara sevkedici olan şeyleri ortaya çıkarmaktır. Münafıklar da böyle
yapıyorlardı. Müminlerin içine karışıyorlar, sırlarını kâfirlere açıklıyor ve
onları iman ehli aleyhine teşvik ediyorlardı. İnsanları tutuşturmak, müminleri
bozmak, zarar vermek için fırsatlar icat etmek ve fırsatlardan istifade etmek
gibi kötülükler yapıyorlardı. Müminler de bunları uyanıklıklarıyle gözden
kaçırmıyorlar, gaflet etmiyorlar ve kötülüklerden vazgeçirme hususunda dinî
görevlerini yapıyorlar ve münasib şekilde nasihat ve uyarmalarda
bulunuyorlardı. Fakat münafıklar ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek isterler.
Bunlara karşı "biz ancak ıslah edicileriz" derlerdi. Müminler,
bunların yalan yanlış ıslahcılık davasına inansınlar mı? İşte Cenab-ı Hak bu
noktayı şu tenbih ile açıklığa kavuşturuyor:
12- Ey iman ehli! Sakın aldanmayınız, uyanık
durunuz, bunlar fesatçılar güruhunun kendisidirler, fesatçılar güruhu dedikleri
ancak bu kısım kimselerdir. Bu muhakkak, fakat bunlar böyle olduklarını
hissetmezler, buna da bilinçleri olmaz. Bunların bugün şuurları olmadığı gibi
yarın da yoktur. Dedik ya kalp hastalığı, şüphe hastalığı onlara herşeyi ters
gösterir.
13- Bir de yalnızca laf ile mücerret (soyut):
"Allah'a ve ahiret gününe iman ettik." demekle iman olmayacağını
hatırlatmak ve iyiliği emretmek için bunlara "şu insanların, şu tam
insanların iman ettiği gibi, Peygambere ve ona indirilene ve ondan önce
indirilene de açıkça ve gizlice, kalp ile ve dil ile iman ediniz"
denildiği zaman, "biz o beyinsizlerin, budalaların iman ettiği gibi iman
eder miyiz?" dediler, eşitliğe razı olmadılar.
Lügat itibariyle "sefeh", görüş ve
gidişatda hafiflik ve yufkalıktır ki, akıl noksanlığından doğar. Yani ucu
budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizliktir ki zıddı ağır başlılık,
tam akıllılıktır. Dînen de akıl ve dinin gereği zıddına harekettir ki, karşıtı
erginlik ve hatasızlıktır. Dilimizde sefahat (aşağılık) da bu mânâda
bilinmektedir. Özetle "sefeh" ve "sefâhet", görüş ve
fikirde zevk ve şehvetlere tabi olmak, akıl ile değil zevk ile hareket
etmektir. Bu da ya esasen budalalıktan veya aklın hükümsüz kalması itibariyle
budala halinde olmaktan doğar. Şu halde münafıklar, insanlık gereği bunu budala
mânâsında kullanıyorlar. Acaba münafıklar bunu söylemekle küfürlerini
açıklayarak bozgunculuktan çıkmış, açıktan kafir olmuş olmuyorlar mı? İmam
Vâhidî buna cevap olarak: "Bunlar bu sözü müminler arasında değil,
aralarında açıklıyorlardı. Cenab-ı Allah bunu haber veriyor." demiştir.
Fakat bu, sözün gelişinin zahirine aykırıdır. Çünkü ile nun aynı zamanda
bulunmasını gerektiriyor. "Gönüllerinden böyle dediler." mânâsı
vermek de metnin açıklığına aykırıdır. Doğrusu bu söz tam münafıkça, iki yüzlü,
tevriyeli bir söz olduğundan, "Biz budalalar gibi iman eder miyiz?"
tabirinin doğru bir yorumu da mümkündür. Buna göre bunu öğütleyenlere karşı
söyledikleri zaman da kesin bir küfür ilanı yapmış olmuyorlar, bu da
münafıklığın ve münafıkça küfrün bir çeşit özelliği oluyor ki "İşit,
işitmez olası." (Nisa, 4/46) demeleri gibidir.
Yukarda münafıklar diye insanlardan sayıldığı
halde, burada diye insanlara karşılık tutuluyor, onlardan ayırt ediliyor ki,
bunda ne güzel incelikler vardır: Münafıklar, insanlar ile eşitliğe razı
olmuyorlar ve kendilerini üstün ve aydın, akıllı bir ileri sınıf sanıyorlar ve
bu zan ile onlara hile etmeye kalkışıyorlar. karşılaştırma ve benzetmesi de
onların beğenmedikleri insanların onlardan daha olgun olduklarını ve
kendilerinin de onlar gibi iman ederek eşitliğe nail olmalarını ve böyle olması
kendileri için gerileme değil, ilerleme olduğunu anlatıyor ki, onlara :
"Siz henüz insan değilsiniz, insan olunuz." meâlinde bir hatırlatmayı
içeriyor. Münafıklar da cevapta o insanları düşük görüyor, "o
budalalar" diyor, eşitliğe razı olmuyorlar ve böyle yaparken hem bu
ayırımda Allah'ın kendilerine iftira etmediğini halleriyle tasdik ediyorlar,
hem de iman hususunda kendilerine bir sivrilmişlik hakkı verilmediğinden dolayı
eşit iman teklifini reddediyor, fakat açıkça; "biz iman etmeyiz" de
demiyorlar. Kendilerinin özel ve başka bir imanları olduğuna ve olması
gerektiğine işaret etmek istiyorlar. İnsanlar, kanaatlarınca küçümsenmiş,
budala oluyor. Bunun için Cenab-ı Hak yukarda diye genelde insanlardan sayıyor.
Burada da insanların olgunluğunu göstererek, münafıkları kendi ikrarlariyle
insanlardan saymıyor.
Gerçekte Arap dilinde de "en-Nâs"
ifadesi bulunduğu yere göre kâh ta'zîm (büyükleme) ve kâh tahkîr (küçümseme)
mânâsını ifade eder. Demek ki, iman hususunda münafıkların, şüphecilerin
saplandıkları özel fikir, imanın insan için bir tuzak olması ve buna göre
sırasında yalnız halkı gemlemek için kullanılması noktasında toplanır ve bunun
için kâfirlerle beraber yaşamak imkanını gördükleri zaman, imanın lafından bile
sıyrılırlar. Mü'minler içinde yaşamaya mecbur kaldıkları zaman da imandan
bahsederler. Lâkin havass (seçkinler)ın imanıyle halkın imanı arasında zaruri
bir fark ve yükselme bulunacağı davasından vazgeçmezler. Halbuki İslâm dininin
teklif ettiği imanın şartları, hak ve gerçeğin en genel ve en kapsamlı esas
çizgileri olduğu için, imanın aslında ve şartlarında seçkinler ve halk farkı
bahis konusu olamaz. Bu fark, o imanın amellerinde ve kemalinin derecelerinde
bahis konusu olabilir. Genel prensiplerde eşitlik başka, bunda ilerleme
meselesi yine başkadır. Halbuki şüpheciler, imanının esasını, kalbin saflığını,
ihlası budalalık saydıklarından müminlere, aldatılmaya hazır, safdil, budala
gözüyle bakarlar. Fakat Allah Teâlâ buyuruyor ki: şunu muhakkak biliniz ki,
beyinsiz, budala, ancak o münafıkların kendileridir, fakat bilmezler. Gerçi
onlar kendilerini, ilim ve bilgi ile herkesten yüksek görmek isterlerse de,
onların ilim ile ilgileri yoktur.
İlim bir yakîn işidir. Hele geleceğe ait olan
ilim, sağlam bilgili bir mantık ve delillerle netice çıkarmak işidir ki, başı
hak iman, gayesi Hakk'a ulaşmaktır. Onlar ise, baştan sona kadar şüphe ile
doludur. Yukarda münafıkların önce "anlamazlar" nefy-i hâl (şimdiki
zaman olumsuz fiil), ikinci olarak "anlamayacaklar" nefy-i istikbâl
(gelecek zaman olumsuz fiil) kipleriyle duygu ve şuurları; burada da
"bilemezler" diye ilimleri olumsuz kılınmıştır ki, bunda hem
başlangıç ve gaye itibariyle yerme ve azarlama açısından derece de rece bir
yükselme vardır ki artması hastalık ile uyumludur. Hem de ilim ile şuurun konu
farklarına işaret vardır. Din ve iman, düşüklük ve yükseklik meselelerinin
sadece his ve şuur ile değil, ilim ile ilgili olduğunu ifade ediyor.
14-Bu münafıkların mümin olmadıklarını ve
ahlâk bakımından ne kadar düşük olduklarını şununla daha iyi anlarsınız: bir de
bunlar müminlere rastgeldikleri zaman genelde "âmenna=inandık"
derler. Budala zannettikleri müminlere yaltaklanırlar. Yüzden samimiyet, riyakârlık
ederler, kendi şeytanlarına, gizli anlaşmalarla, gizli meclislerde kendilerine
gizli gizli fitne ve fesat dersi veren donuk kafalı, çıfıt, şeytanlık
ustalarına tenhaca varıp yalnızca kaldıkları zaman da "Biz her halde
sizinle beraberiz, bundan emin olunuz." derler. Şeytanlıkta beraber
olduklarına söz verirler ve mü'minlere karşı yaptıkları yoldaşlıktan
kuşkulanmasınlar diye gizli soruya cevap yerinde şunu da ilave ederler: şüphe
yok ki biz başka değil, hep alaycı takımıyız, hep böyle alay eder dururuz
derler ve ahlâksızlıklarıyle öğünürler. Sadakat arz ederken hainliklerini,
şecaat (cesaret) arz ederken hırsızlıklarını söylerler. İşte ilim ve inançta
hafife alma ve alay etmenin küfrün gereği olması hakkındaki genel kural bu gibi
âyetlerin muhtevasıdır.
Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Übeyy
yardakçılarıyle bir gün sokağa çıkmışlar, Ashab-ı kiramdan birkaç kişinin
karşıdan gelmekte olduklarını görmüşlerdi. İbn Übeyy yanındakilerine:
"Bakınız ben şu gelen budalaları başınızdan nasıl savacağım." demiş
ve yaklaştıkları zaman hemen Hz. Ebu Bekir'in elini tutmuş, "Merhaba Temîm
oğullarının efendisi, Şeyhu'l-İslam, Resulullah'ın mağarada ikincisi olan,
kendini ve malını Resulullah'a vermiş bulunan Hazreti Sıddîk" demiş, sonra
Hz. Ömer'in elini tutmuş: "Merhaba Adiy oğlullarının efendisi, dininde
kuvvetli, nefsini ve malını Resulullah'a vermiş bulunan Hazreti Faruk"
demiş, sonra Hz. Ali'nin elini tutmuş: "Merhaba Resulullah'ın amca oğlu ve
damadı, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra bütün Hâşim oğullarının efendisi"
demiş ve işte o zaman bu âyet-i kerime inmiştir. Daha ayrıntılı diğer bir
rivayette Hz. Ali: "Ey Abdullah Allah'tan kork, münafıklık etme, çünkü
münafıklar Allah'ın en kötü kullarıdır." demekle: "İzin ver ey
Hasen'in babası benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Allah'a yemin ederim bizim
imanımız, sizin imanınız gibi ve bizim tasdîkımız, sizin tasdîkınız
gibidir." demiş ve ayrılmışlar. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına:
"Nasıl yaptım gördünüz ya! İşte siz de bunları görünce böyle yapınız."
demiş, onlar da: "Sağ ol, sen bizim içimizde hayatta oldukça hep böyle
hayırlı istifadeler ederiz." diye kendisini övmüşler, müslümanlar da varıp
Hz. Peygamber'e haber vermişlerdi ve arkası sıra bu âyet indi denilmiştir. Bu
rivayete göre "âmenna=inandık" diyen esasen İbn Übeyy b. Selûl oluyor
ve bu sözle arkadaşlarını da temsil ediyor. Yukarda diye tekil şeklinde
başlanması da buna işaret ediyor. Fakat âyette bunların hepsinin beraber varıp,
tenhada yalnız başlarına görüştükleri şeytanların, şeytanlık öğretmenlerinin bunlardan
ve İbn Selûl'den başka ve birden fazla bir çoğul olduğu açıkça söylenmiş olması
ve kısımlarının gönderiliş şekli bu şeytanların, münafıklar güruhunun arkasında
ve onlardan başka ve fakat onlarla gizli bir ilişkiyi taşıyan gizli bir
kuruluşu gösterdiği açıktır. Âyet-i kerime, olayın daha derin, daha gizli
kaynaklarda cereyan ettiğini göstererek Resulullah'ı ve müminleri
aydınlatmıştır. Bunun için birçok tefsir bilgini, bu şeytanların, münafıkların
reisinden başka müşriklerin reislerine ve (Yahudi hahamları)na da işaret
olduğunu nakletmişlerdir.
ŞEYTAN: Şeytan herhangi bir azgın, yani
azgınlıkta, şer ve kötülükte fevkalade bir yükselişle kendi sınıf ve
benzerlerinin dışına çıkmış kötü, inatçı mânâsında bir cins ismidir ki, gerek
insandan, hayvandan, yılan gibi görünen yaratıklardan ve gerekse diğer gizli
mahluklardan ruhî ilişkisi bulunan kötülere söylenir. İnsan şeytanı, hayvan
şeytanı, cin şeytanı denilir. Nitekim Kur'an'da insan şeytanları ve cin
şeytanları ifadeleri çok defa gelecektir. İnsan görünür, fakat kötülük esasları
ve şeytanlıkları görünmez, eserleriyle belli olur. Şu halde insan şeytanında
bile şeytanlık bir gizli iştir. Bunun için şeytan ismi gizli kötü bir kuvvet,
kötü bir ruh düşüncesine döner. Ve insan şeytanı, cin şeytanına bağlı demektir.
Melek karşıtı olan cin şeytanı, yani gizli şeytan bazı filozoflara göre yalnız
mücerredât-ı maneviye (manevî soyutlar) olarak açıklanmış ise de, bunun maddi
değerini de inkâr etmek doğru olmayacağından, buna kötü olan maddî kuvvetleri
de katmak gereklidir. Ehl-i sünnet'in açıklaması böyledir. Bu şekilde şeytan
cins ismi, bilhassa görülmeyen ruhlar ve kötü kuvvetlere isim olmuştur ki,
yaratılışta her cins bir tek ferd ile başlamış olduğundan, şeytan denilince bu
cinsin babası olan o ilk fert, yani iblis akla gelir ve o zaman özel isim gibi
olur. Şeytana Farsça'da "diyv" denilir ki, bu kelime Batı'ya
dolaşmış, aksine "ilâh" mânâsına "diev" olmuştur. Dil
bilginlerinin açıklamasına göre şeytan kelimesi, anlayış bakımından bir vasfî
mânâyı içerir. Ve bunun türemesinde iki görüş vardır. Birisi Sibeveyh'in dediği
gibi uzaklık mânâsına maddesinden (fe'yâl) vezni (ölçüsü)ndedir ki "baîd =
uzak" demektir. Gerçekte de şeytan haktan uzaktır. Ondan da uzaklaşmak
gereklidir. Diğeri yanma veya batıllık mânâsında kökünden (fa'lân) ölçüsünde
olmasıdır ki, yanmış ve batıl demektir. Gerçekte şeytan da böyledir. Bu şekilde
kelime isim olmadığı için çekimli olmuştur. kökünün Arap dilinin dışında da
bulunduğu bahis konusu oluyor. Şu halde şeytan bir cins ismidir. Bundan cin şeytanı
cinsi anlaşılmakla beraber, insan şeytanına da hakikat olarak söylenir ve hatta
hayvana bile. Nitekim Hz. Ömer Şam'a geldiklerinde bir ata bindirilmiş idi.
Biner binmez at çalım atmaya başlayınca hemen inmiş ve: "Beni bir şeytana
bindirdiniz." demişti. Bu âyette ise insan şeytanları olduğunda
tefsircilerin fikir ayrılığı görülmüyor.
Bu yedi âyette münafıkların durumları, ruh
halleri, vasıfları ve sabit kötülükleri tam bir belağat ve îcaz yoluyla
özetlenerek haber verilmiş, baştaki âyetinin mânâsına bakarak, onu her yönden
ayrıntılarıyle anlatan ve açıklayan bu yedinci âyet ise onların bütün ruhlarını
kendi tasdikleriyle iki kelimede özetliyerek gösterivermiştir.
15-Şüphe yok ki bu kötülükleri işitenlerin
hemen kızgınlıkları kaynar ve onların acıklı azabı hak ettiklerini teslim
etmekte hiç tereddüt etmiyerek, "kahrolsunlar!" diye bağırmak
hususunda acele eder ve Cenab-ı Allah'ın hemen bunları yok etmesini veya
"asınız, kesiniz" gibi bir emir vermesini hırs ile gözetir ve bu hırs
ile bir an geri bırakılmalarını görmemek ister. İşte Cenab-ı Hak, İslâmî
hassasiyetin böyle heyecanlı bir dereceye geldiği nazik bir dakikada bütün bu
heyecanı yatıştırma ve endişeleri ortadan kaldırmak için derhal buyuruyor ki:
Allah onlarla alay ediyor ve daha edecek, yani kendilerini maskaraya çeviriyor
ve daha çevirecek de. Böyle kalp körlüğüyle şuursuzluk, dikkatsizlik,
anlayışsızlık içinde şımarıklık etmelerine adeta medet ve yardım ediyor ve
azgınlıklarına meydan veriyor, diğer deyişle körü körüne tuğyanlarında
sürükleyip götürüyor.
Bu ilâhî alay cümlesinden olmak üzere bunlara
dünyada müslüman muamelesi yapılır, İslâm toplumu dışında tutulmazlar. Münafık
olmayan gayr-i müslimler gibi âyinlerinde, dine mahsus hükümlerinde serbest
değillerdir.
Münafıklara, gerek ibadet ve gerek
muamelelerle ilgili dinî hükümlerin hepsi müslümanlar gibi tatbik edilir.
Mü'minler bunlara dikkat etmeye, bu hususta gözlerini açıp mücahede etmeye,
nizamı, hükmü ellerinde tutmaya yükümlüdürler. Bunda başlıca üç hikmet vardır:
Birincisi İslâm'ın sabır ve sükunu, terbiyesinin yüksekliği, ruhî hoşgörüsüdür.
İkincisi bu sayede bunların İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında
yetişecek olan çocuklarından ciddi müminlerin yetişmesine imkan bırakmaktır.
Üçüncüsü de bu münafıkları kalben iman etmedikleri ilâhî hükümlerin tatbikatına
zorlamak suretiyle her an gönül azabı içinde bırakmak ve maskaralıklarının
cezasını dünyada da çektirmektir. İlahî alaydan biri budur. Ahirete gelince
"Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar." (Nisa,
4/145) âyeti gereğince onlar, ateşin en aşağı tabakasında olduktan başka,
bunların orada da alay muamelesine maruz kalacakları, cennetin kapıları
kendilerine gösterilip gösterilip de kapatılıvereceği hadislerde açıklanmıştır.
Bu gibi muamelede Cenab-ı Hakk'ın "ben" ve "biz" gibi
mütekellim (birinci şahıs) kipiyle hitap etmeyip de gâib (ortada olmayan,
üçüncü şahıs) gibi "Allah'ın" buyurması, büyüklük ve ululuğunu
açıklamak içindir. Mesela bir komutanın, emri altındakilere hitap ederek
"ben şöyle istiyorum" demesiyle, "komutanınız böyle
istiyor" demesi arasında ne büyük fark vardır.
İstihzâ (alay) bir kimseyi şaka içinde maskara
etmek, şeref ve onurunu kırmak istemektir. "Kırmak" veya "seri
halinde öldürmek" mânâsına den alınmıştır. Burada, "Allah Teâlâ'ya
alay yakışır mı?" diye akla derhal bir soru gelir. Fakat Allah'a isnat
olunan çoğu fiillerde ve sıfatlarda istenilen gayeler olduğunu Fâtiha'nın
tefsirinde görmüştük. Bilinen bir şeydir ki, alaydan maksat şaka değil, şeref
ve haysiyeti kırarak maskara etmek ve budalalığı gizlice anlatıp sezdirmeden
hakaret etmek ve hafife almak, bunlardan da bir hoşnutluk duymaktır. Halbuki
münafıklar gibi alaycıların çoğu, alay ettikleri kimselere hakikaten hakaret
etmeye güçleri yetmez de, çoğu zaman, budalalık, hakaret, alaycıların
kendilerinde kalır ve onunla eğlenirler. Halbuki Cenab-ı Allah, rızası
olmaksızın hareket edenler hakkında ilâhî adaletini açıklamak için, böyle bir
hakaret ve hor görmeyi istediği zaman, onları hakkıyle hor görür ve rezil eder.
Ve bütün kâinat nazarında onu rezil eder de, o, bir deli gibi kendisinin bu
halinden haberdar bile olmaz. Ayıplarını gizliyorum zannederken, bütün âleme
sergiler de farkında olmaz. Dünyada şuurun bu sıyrılma tarzı en büyük
bedbahtlık olduğunda ise şüphe yoktur. İşte Allah'ın alayı ki, bunu ancak Allah
yapabilir ve bu bir ilâhî adalettir. Ve her adalette Allah'ın rızası vardır.
Birisi süslenmek ister ve karşısında altın yaldızlı bir kağıt görür. Okumasını
bilmez, zinet diye göğsüne yapıştırır. Sokağa çıkar ve bununla çalım satmak ister.
Görenler ise bakarlar levhada "hâzâ rezîl = bu rezildir" yazılmış,
zavallının haberi yok, olmak ihtimali de yok. İşte -Allah korusun- bu bir ilâhî
alay olur. Allah Teâlâ münafıkları taşkınlıklarında böyle maskara eder. Bu
mânâlar dolayısıyladır ki şer'î bakımdan Allah'a "alaycı" denilmez,
fakat "alay eder" denilir.
16- Bunlar öyle kimselerdir ki doğruluk
karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Hidayet tam ellerine değmiş, malları
olmuş gibi iken onu vermişler, dalaletle trampa etmişlerdir de ticaretleri kâr
etmemiştir. ve kâr yolunu bulmak ihtimalleri olmamış, kâr yolunu
tutamamışlardır. Bunlar, hidayet ve başarı nasip olanlardan değillerdir. Çünkü
ticarî ilişkilerde başlıca iki maksat vardır. Birisi sermayenin selameti,
diğeri kârdır. Halbuki bunlar sermayelerin sermayesi olan hidayeti vermiş,
yerine onun kayıbı demek olan sapıklığı almışlardır. Bundan dolayı ne kâr
kalmış, ne kâr ihtimali ne kâr yolu. Bu âyet müttakîler hakkındaki âyetinin
karşılığı olarak, ibaresiyle münafıkların son hallerini açıklamaktadır. Ve
bununla beraber âyet, işaretiyle bunların şeytanları olan kâfirlerin sonlarını
da içerir. Cenab-ı Hak bunların hallerini, dünyada her şeyden en önde
bildikleri, başlıca gaye edindikleri ticaret ve tefecilik ruh hâletine göre bir
temsîlî istiare ile açıklamış ve dinî hidayetin şahsında mühim olan dünyaya ait
ticaretten daha önce ve onun selameti için de zorunlu bir şart olduğunu
anlatmıştır. Bu tasvirde ticaretin büyük bir övgüsü vardır. Fakat ticaretten
önce onun gerçek ve lüzumlu bir yolu bulunduğuna ve bu yolun iyi anlama ve
doğru yol olduğuna ve ticarette yalan, hile, entrika yolunun hakiki bir kâr
yolu olmadığına tenbih ve bundan dolayı doğruluk kanununa sarılabilmek için
dinî hidayete ermek en önde gelen şart olduğuna işaret buyurulmuştur.
Durumları bilinen, diye haklarında iki defa
uyarma ve dikkatli olmaya davet vaki olan ve bu iki âyet ile de sonuçları,
ziyanları anlatılan münafıkların, içten içe İslâm'ın gayesini ve İslâmî hayatın
güzel akışını çığırından çıkarmak nokta-i nazarından zararları açık olduğundan,
bir taraftan bunlar hakkında kâfirden daha çok dikkat nazarını çekmek suretiyle
müminleri aydınlatmak, diğer taraftan bu münafıkların bizzat hasar ve
akibetlerini belli bir şekle sokarak, kendilerini korkuya düşürmek ve herkesi münafıklıktan
sakındırmak için bu konuda temsil olarak dört ayet daha indirilmiştir. Şöyle
ki:
17- "Mesel", aslında
"misil" ve "nazîr" yani bir şeyin benzeri, eşi mânâsınadır
ki, "Kâmus" mütercimi "bektaş" (eş, akran) diye
göstermiştir. "Şebeh", "şibih", "şebîh" denildiği
gibi, "mesel", "misil", "mesîl" denilir. İkinci
olarak vaktiyle bir olay ve bir tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup,
"atalar sözü" diye dilden dile dolaşan güzel sözlere, "darb-ı
meseller"e ad olmuştur. Çünkü bunların kaynağı denilen ilk hadiseler,
üzerine söylenilen son hadiseye benzer sayılarak temsil edilmiş bulunur.
"Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfler de yer." gibi. Üçüncüsü şaşılacak
ve garib bulunacak tuhaf ve ibretli bir hale veya bir sıfata veya bir kazıyye
(önerme)ye ve hikayeye de "mesel" denilir ki, darb-ı mesel gibi,
dilden dile dolaşmaya ve her yerde söylenmeye layık olduğu cihetle ondan
istiare edilmiştir. Bu, sadece nakil ve hikaye olunur. Darb-ı mesel gibi her
söylenişinde bir teşbih ve temsil mânâsı gözetilmez. Fakat ilk söylenişi
hakikat de olabilir, bir temsilî istiare de olabilir, buna "destan"
da denir. "Dillere destan oldu." deriz. Destan şiirleri bundan
alınmıştır. Bu mânâdan, delil ve hüccet mânâsına da gelir. Çünkü bu gibi
meseller, gerek bir nadir hakikat olsun ve gerek bir tahyil (akla getirme) ve
temsil, yani sırf bir masal olsun bir yaygın şöhreti içerdikleri zaman, bazı
gerçekler onlara benzetilerek söylenir. Mesela "Bu iş, kurt ile kuzu
masalına benzer." denilir. Biriyle diğerine temsil edilerek delil getirilir.
İşte edebiyatta bir hakikati, diğer bir hakikate veya bir hayale veya meşhur
bir mesele benzeterek örneğe ait bir şekilde ifade etmeye "temsil"
adı verilir ki teşbih veya istiare, hakikat ve mecaz kısımlarına ayrılır.
Edebiyatta anlatma ve cazibe nokta-i nazarından
temsilin, beyan ile ilgili büyük önemi vardır. Çünkü çoğunlukla akıllar,
kuruntuların müdahale ve saldırılarına maruz olduklarından, gizli düşünceleri
iyice anlamaktan mahrum kalırlar. Temsil ise, kuruntuları akla bağlar da,
hakikati, cahil ve anlayışı kıt kimselere bile anlatmaya sebep olur. Çünkü
temsil, ince ve düzenli gizli düşüncelerin perdelerini atarak, onları açık
hissedilen şeyler kisvesi içinde açıklar, tanınmadık şeyleri tanınmış,
görülmedik şeyleri görülmüş gibi ortaya çıkarır ve anlatır. İş bunun yerini
bilmek ve güzel kullanabilmektir. Zamanlar olmuş ki, geçmiş dinlerin akla uygun
düşüncelerinin ruhu, karinesiz temsiller ile anlatılmış ve yayılmış; temsili,
tersîm (resmetme) ve tecsîm (cisimlendirme) ile semboller de takip etmiş ve bu
şekilde ruhlar unutulup, putlara, sembollere tapılmıştır. İşte İslâm dini
âyetinde olduğu gibi imanı, hissedilen ve görülenden önce, doğrudan doğruya
aklî ve kalbî olan gaybe ve hakikatin başlangıcı ve sonucu bulunan tek hakka
dayayarak, insana ait ruhu meselden hakikate, temsilden tahkike yükseltmiş ve
Kur'ân bu yükselmeyi temin için gerçekleri aklî ve kalbî değerleriyle sağlam
bir şekilde açıkladıktan ve tebliğ ettikten sonra, o akla uygun düşünceleri
temsiller ile de anlayışa yaklaştırmış ve telkin etmiştir. Ve bunu yaparken
tahkik ile temsil arasına açık bir karine koyarak, doğru ile yanlışı birbirine
benzemekten saklı tutmuştur. Bu sebeple Kur'ân'ın açıklama üslubunda tahkik
karşılığında temsiller ve muhkemler karşılığında müteşabihler dahi bulacağız. İşte
üslub-i beyanda tahkik ve temsil üstünlüğüne ilk olarak bu âyetten başlıyoruz.
Bundan önce münafıkların halleri tahkik yoluyla tesbit edilmiş olduğu halde,
şimdi de temsilî yönüne geçiyoruz. Bundan ve bir sayfa sonraki âyetinden o
kadar açık bir şekilde anlarız ki, Kur'ân temsil üslubunu da içermekle
gerçeklerini rümûz ve temsile boğmamış, zahirin hakkını hak, temsilin temsil
olarak karine ile anlaşılmasını tercih ve temin etmiştir. Şu halde bu konuda
sözlü ve duruma ait karine bulunmayan yerlerde çelişki ile zata ait imkanı
seçebilen akıl karinesinin delaletine başvurulur. Ve böyle bir temsil karinesi
bulunmadıkça Kur'ân'ın zâhiri, yalnız vehmî anlayışa ait uzak görme ile te'vil
edilemez. Bakınız bu âyette temsil karinesi lafzan bile ne kadar açık ve çoktur.
şu halde bu esas itibariyle bir teşbihdir. Ve "mesel"i,
"mesel"e teşbihtir. Burada "mesel", şaşılacak hal, garib
olay mânâsınadır. Yani bunların halleri ve özellikle hidayeti verip sapıklığı
satın alma durumları şu ateş yakan ve ateş yakanlar kıssasına benzer ki, birisi
bir ateş yakmak istemiş ateş parlayıp da yakanın etrafındaki şeyleri
aydınlatınca Allah o kimselerin bütün ışıklarını, daha doğrusu göz nurlarını
alıvermiş de onları karanlıkta bırakmış ne aydınlık, ne bir şey, hiçbir şey
görmez olmuşlar, görmez bir durumda kalmışlar. Ateş mi sönüvermiş? Bir hayli
tefsirci öyle açıklamışlar. Fakat ateş sönmeden, aydınlık devam ederken
Allah'ın, onların görecek göz nurlarını alıvermiş olması daha açık ve daha
güzeldir. "Keşşâf tefsiri" sahibi "Yaratılışın kastedilmesi en
uygunudur." derken bunu seçmiş gibidir ki, devamı da bunu gösteriyor.
18-Buyuruluyor ki bunlar sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu hali bulamazlar. Daha
açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem, şaşkındırlar. Şu halde
yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız göz nurları değil, bütün şuur
nuru, idrak nuru olduğu anlaşılıyor ki, bu mânâ ifadesindeki mühürleme ve
basımın daha kuvvetlisidir. Bu şekilde hikayedeki ateş yakan, nurları
gidenlerin dışında kalır. ve zamirlerinin lafız ve mânâ itibariyle müfred
(tekil) olması açıktır. Resulullah'ın davet ve hidayeti (doğru yolu göstermesi)
karşısında münafıkların durumlarının da, tıpkı ateş yakıcının parlattığı ışık
karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin durumu gibidir.
Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyle de yapıldığından, bu mânâlarda
kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak gibi suikastla da olabileceğinden
fitne ve fesat çıkarmak mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de ihtimali
vardır. Bundan başka davet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın çıkarmak
ve kötülüğe davet etmek mânâlarına alındığı zaman, nurun alınması, ateşin
söndürülmesi demek olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan karanlıkta
kalanlardan olur ki, bu ateşi yakan münafıkların başıdır. tekildir veya
çoğuldur ve çoğul mânâsınadır. Ve birçokları böyle tefsir etmişlerdir. Fakat
ateş yakmak, aydınlatmak ve hayra davet etmek mânâsına düşünüldüğü zaman, gerek
ateş yakıcı ve gerek olan akıl sahibinin nuru sönmemiş olduğu halde kavramında
dahil olan hayvanlar takımının nurları sönmüş ve o ışıktan ancak bunlar mahrum
kalmış olurlar. Bu takdirde ancak zamiri, "mâhavlehû" daki içinde
bulunan hayvan gibi insanlara döner. Birinci şekilde "mesel" için
büyük bir güzellik ve fevkaladelik yok gibidir. Gerçi yanan bir ateşin birden
bire sönüvermesi garip ise de, şiddetli bir rüzgar gibi bir sebeple az çok yine
alışılmış görünür. Fakat ışık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından
kayboluvermesi ilâhî bir harikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder.
Bundan başka birincide temsil basittir; bir bütünü, diğer bir bütüne
benzetmektir. İkincide ise iki bütünün düşünülmesinden meydana gelen bir
bütünü, diğer böyle bir bütüne benzetmek suretiyle bir derece daha tamlama
vardır: Peygamberin davet ve hidayeti karşısında münafıkların, "ateş
yakıcı" karşısında etrafındakilerin bir kısmı. Muhammedî davet ve onun
irşadı ebedî, fakat münafıkların anlayış nurlarını Allah almıştır. Ve belki
bunların içinde başlangıçta kalbî iman da nasip olduğu halde, sonra
bozgunculuğa sapan, kalben dinden dönerek imanının nurunu kaybedenler bile
bulunmuştur. Kur'ân'ın nazmı işte bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile, çok
yönlü olarak açıklamıştır ki, her birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî
davetin ateş yakma ile gösterilmesi ise ikinci temsilde görüleceği üzere şunu
anlatır: Bu davet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı ihtiva
eder. Bu davet, cennetin karşısında bir de cehennem ateşi gösteriyor. "Bu
ateşten kaçın, şu cennete koşun." diyor. Münafıkların da bu müjdelere
ağızları sulanıyor; korkutmadan da başları dönüyor, ağızdan
"âmennâ=inandık" diyorlar, hidayet buraya kadar geliyor, fakat
kalplerine iman girmiyor. Çünkü anlayışlarının nuru sönmüş, fenalığa ceza veren
adil bir Allah'a inanmak istemiyorlar. Her türlü emellerine kul gibi hizmet
edecek adalet etmekten aciz bir ilâh istiyorlar.
(Kemeseli sayyibin), yahut (Kemeseli zî
sayyibin) takdirindedir ki, birincide münafıklar kıssası, toptan yağmur
kıssasına benzetilmiş ve kıssaların ayrıntılarında benzerlik gözetilmemiş
bulunduğundan, yalnız "mürekkeb teşbih"; ikincide ise kıssaların
birimlerinde dahi teşbih gözetilmiş bulunacağından, buna da "mefrûk"
veya "müferrak teşbih" denir. "Sayyib" kelimesi aslında
"isabet" kelimesinin sülasîsi (üç harflisi) olan masdarından sıfat-ı
müşebbehe olup, şiddetle dökülen yağmura, bir de şiddetli buluta isim olmuştur.
"Semâ", özel mânâsıyla "gök" dediğimiz şu kubbe, başımızın
yukarı tarafında direksiz, telsiz açılmış koca şemsiyedir ki, Peygamberimizin
dilinden "yükseltilmiş tavan" ve mevc-i mekfûf (hapsedilmiş dalga)
diye rivayet edilmiştir. Esas mânâsı yüksek demektir ki, insanın üst tarafına
gelen her yüksek şeye söylenir. Ve her ufkun bir seması olur. Ruhlar ve akıllar
âlemi de bir veya daha fazla semalardır. Şu halde (semâ) kelimesi esasen izâfî
(bağıntılı) bir mânâyı içeren bir cins ismi olup, küllî ve cüz'î belirleme
kastedildiği zaman (es-Semâ') denir. Burada yağmur denildikten sonra, gökten
geldiği belli iken denilmesi, bütün bir ufku kaplayan bilinen semayı
açıklayarak, bu yağmurun bir taraftan değil, semanın her tarafından geldiğini
anlatmak ve meselde yağmurla beraber bütün o semanın manzarasını tasvir
ettirmek ve bir de "sayyib"in önce yağmur mânâsını akla getirme
nüktelerini içerir.
19-Mânâya gelelim: Yahut o münafıkların hali
bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle yağmura tutulanlar kıssasına benzer ki,
semanın her tarafından "bardaktan dökülür gibi" boşanmış kuvvetli bir
yağmur, onda türlü türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara yağmur bulutu
dünyayı kaplamış, yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş, insanın içini sıkıyor
mu sıkıyor; göz, gönül kararıyor mu kararıyor. Şu halde karanlıklar
katmerlenmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan başka dehşetli bir gök gürültüsü,
titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki, beyinlerde çatlıyor, ufuklarda
gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı. Çakıp şakıdıkça, parlayıp yıldıradıkça
bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor, yürekleri ağıza getiren bir halecan
(yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara tutulanlar parlayarak geldiği için
yıldırım, çarptığını mahvettiği için sâika (ve çoğulunda savâık) denilen,
gözlere şimşek, kulaklara gök gürültüsü halinde gelen, ucu nereye dokunursa yok
eden, insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri eriten, demiri
mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle (es-Savâık)
denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o âteşîn kamçılardan,
o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar,
bunu da ölüm korkusuyla, ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak tıkamak
neye yarar, korkunun ecele faydası ne? Allah bütün kâfirleri her taraflarından,
içlerinden, dışlarından, dünyalarından, ahiretlerinden kuşatmıştır. İlâhî
kudretin kuşatmasından dışa çıkmak mümkün mü? Allah'ın izni olmadıkça bundan
kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan korkulmaz mı? Ölümden sakınılmaz mı?
Evet ama bunlardan daha önce Allah'dan korkmak ve O'nun azabından sakınmak
gerekir. Yıldırımları yapan kim? Bütün bu alâmetleri belirten kim? Bulutların
arasından, o su hazinelerinin içinden bu ateşleri çıkartan kim? Onları tâ
uzaklardan kulaklara işittiren, gözlere gösteren kim? Sakınmak hissini veren,
ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan eden kim? O yıldırımların çıkış
noktalarını, isabet noktalarını tayin eden ve bulutları ona göre sevk ve idare
eden kuvvetler, melekler kimin? Hepsi hepsi Allah'ın, yıldırımlar da Allah'ın
bir belası, azabının bir örneğidir. Bunlardan korkup sakınmak istiyenlerin daha
önce Allah'tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına uyarak felaketten
sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri gerekir. Bir Allah korkusu,
insana bütün korkuları attırır. Allah'ın izniyle her korkudan kurtulmanın bir
çaresi vardır. Fakat Allah'tan kurtulmanın imkanı yoktur. O da iman ve kulluk
etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini ister. Ona bununla yaklaşılır;
azablarından bununla korunulur, kurtuluş bulunur. Yoksa gök gürültüsü ve
şimşeği gördükten sonra yıldırımdan korkmanın, kulak tıkamanın hiçbir faydası
yoktur. Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini bulur. Gök gürültüsü
işitildiği zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir. Ümit ve müjde
şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün gümbürtülü gelişindedir.
Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten sonra, yıldırımı da bu gürültü ile
beraber gelir zannederler. Halbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas itibariyle gök
gürültüsü de onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök gürültüsü, o
yıldırımı çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara, havaya bu darbeyi
vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki, gök gürültüsü ismi ona
kadar dayanır. Bu kuvvet, bu melek buluttan buluta, buluttan havaya darbeyi
indirdiği zaman sarsıntıdan bir gürültü ile bir ateş, bir kıvılcım çıkar,
şimşek bu kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir ve
geldiği zaman, "Size geçmiş olsun, Allah'ın izniyle yıldırımı düşürdüm, siz
kurtuldunuz." der. Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek, sonra
gök gürültüsü ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü,
şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü
şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız gereklidir. Bunun için
Allah Teâlâ (ra'dün ve berk) buyurmuş. Gök gürültüsünü öne almakla beraber,
aralarını "mutlak cem' " için olan "vav" ile bağlamış,
(şimşek sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır. Bunu Fen Bilimlerini okumamış ve ümmî
olan Hz. Peygamber, kendi kendine elbette bilemezdi. Allah bildiriyor, ilim ve
fen ehli de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken ilâhî vahyin hakikatini
anlamaları gerekir. Hele elektrik olaylarıyle delil getirerek görülmeyen esir
(cevher)i bulmaya çalışanlar, Allah'ı daha önce anlamalı, Peygamberine vahyinin
hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince noktalardaki fennî te'yitlerle itiraf
etmelidirler. Gök gürültüsünün bir tesbih olduğunu, bunu işitenlerin hamd ve
şükretmesi gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten müthiştir. Bir
ilâhî beladır. Ve şimşek ile beraberdir. Fakat bundan korunmak, önceden, maddî
ve manevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O da Allah'ı, emirlerini ve
kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan sonra kulak tıkamanın hiçbir
mânâsı yoktur. O zaman insan kurtulursa sırf Hakk'ın yardımı ile kurtulur ve
gök gürültüsünü işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu bilir. O zaman Allah'ın
kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları anlatan Kur'ân hep hak
âyetlerdir. Bu davetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak ne bedbahtlıktır!
Gök gürültüsü ve şimşeğin, yıldırımın maddî ve
manevî gerçeğini açıklamak için lügatta, dine ve felsefeye ait tarifler vardır.
Lügata göre ra'd (gök gürültüsü), buluttan çıkan korkunç sesin ismidir ki başlangıçta
ani bir patlayış ve sonra hayli devam eden bir gürültü olur. Biz buna gök
gürlemesi deriz. Bu kelime aslında titremek veya titretmek, diğer deyimle
zangırdamak ve zangırdatmak mânâlarıyle ilgilidir. Şimşek parıldamak,
yıldıramak mânâsıyla ilgili olup, buluttan ani olarak çıkıp yıldırayarak,
şakıyarak sönüveren bir parıltının ismidir ki, dilimizde şimşek denir. Bunun
çakmasına da denir. Yıldırım, gayet şiddetli, çok çabuk bir sadme, bir
çarpıştır ki, bir ateş parçasıyla çarptığını yok eder, bu münasebetle ölüm,
şiddetli azab mânâlarına da kullanılır. Dilimizde buna yıldırım denir ki,
yıldırma ve yıldırama mânâlarıyla ilgisi açıktır. Râğıb der ki, gök gürültüsü,
şimşek ve yıldırım aslında bir şeyin üç çeşit tesirleridir.
Dinî izahı: Bulutları Allah Teâlâ'nın
iradesine göre yağmur yağacak yerlere sevk ve idare eden bir melek (yani
anlayışlı ve hareket ettirici bir kuvvet) vardır ki, ismine "gök
gürültüsü" denir. Bu melek rüzgar meleklerinden başka olarak bulutları
özel şekilde zorlar ve sevkeder. Bunun sevki, rüzgarın sevki gibi taş
yuvarlarcasına değildir. Bu tıpkı bir çobanın şarkı söyleyerek deve sürmesine
benzer. Diğer deyişle ruhun bedeni idare etmesi, sözün, nağmenin diğerine tesir
yapması gibi içten tesir eden ruhanî ve dinamik bir tesirdir. Bu melek
bulutlarda bir uygunsuzluk gördüğü zaman çarpar, haykırır, bu haykırış onun
Allah'ın kudretini ilan eden bir tesbih ve tekbiridir. İşitilen gürültü, zahirî
gök gürültüsü budur. Haykırırken hiddet ve şiddeti çoğaldıkça ağzından ateş
saçar, diğer bir deyişle nurdan ateş kamçıları çalar. Görülen şimşek bu
kamçılardır. Yıldırım, bunun yani ateşin vuruşudur. O kamçının ucu nereye
dokunursa yok eder. Bunun hepsi o meleğin yani "ra'd"in bir
vuruşundan ibarettir. Bu darbenin havaya ve dolayısıyle insan ruhunun işitme
gücüne tesir ve tezahürü, gök gürültüsünün sesi; daha inceden ve daha çabuk
gözüne tesir ve tezahürü şimşek; dokunduğu şeye dokunma tezahürü yıldırım adını
alır. Buluttaki tesirinin mahsulü de itaattir. Ve bunların hepsi Allah'ın
emrini icra etmekten ibarettir. Bu âyette ra'd, gök gürültüsünün sesi mânâsına
olmakla beraber, aslına da işarettir. "Gök gürültüsü, övgüsüyle O'nu
tesbih eder." (Ra'd, 13/13), Bu meleğe, gök gürültüsü meleği, zorlayıcı
melek, ateş tutuşturma meleği; şimşek fiiline de melek darbesi, meleğin
parlaması denilmiştir.
İşte Ashab devrinden itibaren en eski kıymetli
tefsircilerden rivayet edilen açıklamalara göre gök gürültüsü, şimşek ve
yıldırım olaylarının gerçeği böyle kuvvet prensibine döndürülmüş, fakat kör
kuvvet değil, dinamik, ruhanî idareci ve idrak sahibi bir hareket ettirici olan
melek kuvvetine döndürülmüştür. Fennî izahların hiç biri buna aykırı olmamış ve
bu daireden çıkmamıştır. Ancak kör kuvvette sıkışıp kalanların anlayışı
buralara varamaz. Şu halde felsefî tarifine gelelim: Vaktiyle en meşhuru,
bulutların çarpışması, yani sürtme ve dokunma ile çakmak taşından çıkan ses ve
kıvılcım şeklinde açıklanmış idi. Fakat İbnü Sina "Şifa"sında bunu
pek beğenmemiş, bulutların ta denizlerden, göllerden su buharı halinde çıkarken
tamamen saf olmayıp, az çok duman buharı ile ve biraz da ısı ile çıkmaları ve
yükseldikçe su buharının daha önce soğuması hasebiyle öbürlerini arada
sıkıştırmaları ve nihayet bu sıkışmanın şiddetlenmesi ile onların püskürmesi ve
parlaması hususlarını ileri sürerek uzun uzadıya açıklamış ve özetle şöyle
demiş: "Çoğunlukla gök gürültüsünün ve şimşeğin sebebi, rüzgara ait
harekettir ki, ses çıkarır, parlar ve bazan şimşek ve parıltı da gök
gürültüsüne sebep olur. Çünkü... Çünkü..."
İbnü Sina'dan çok önce olan İbn Cerir
et-Taberî tefsirinde diyor ki: "Diğer birtakım ilim ehli, gök gürültüsü,
bulutların altında boğulan rüzgarın fırlamasıdır.
Ses bundandır. İbn Abbas hazretleri
Ebu'l-Huld'e bir mektup ile "Gök gürültüsü nedir?" diye sormuştu. O
da "Gök gürültüsü bir rüzgardır." diye cevap vermişti. Fakat İbn
Abbas hazretleri kendisi "Gök gürültüsü meleklerden bir melektir."
diyordu. Demek İbnü Sina'nın rüzgar teorisi de eski bir teori olmakla beraber,
bunun sebebini ta denizlerden gelen duman buharı ve ısıya kadar götürmek
nokta-i nazarı havanın ve bulutların elektriklenmesi hakkında kararlaşmayan
görüşler yanında şimdiki tabiat ilmi de mevcut bulunuyor. Bugünkü felsefî
açıklamaya gelince, bunları elektrik olaylarına tatbik etmişlerdir.
Öteden beri Yunanca elektron denilen
elektrikte görünen bir cezb (kendine çekme) özelliği vardı. Sonradan bu
özelliğin, az çok her cisimde bulunduğu anlaşıldı. Ve buna elektriklenme
denildi. Fizik bilginleri tabiat olaylarında âdet olarak etkili olan ısı, ses,
ışık, çekicilik gibi bazı etkenler sayarlar ki, elektrik de bunların beşincisi
oldu. Ve bunun çeşitli sürtünmelerden meydana gelen kimyevî etkileri veya diğer
vasıtalarla meydana gelip dinamik elektriklenme denilen kısımları bulundu.
Bugün sanayide birçok tatbikatı yapılan, altın, gümüş yaldızlama, eritme,
kalıba dökme ve kuyumculuk, telgraf, telefon, aydınlatma, yakma ve tedavi gibi
birçok hususlarda istifade edilen elektriğin elde edilmesi ve kullanımı için
çeşitli aletler, cihazlar, makineler yapıldı. Bununla beraber elektriğin esası
ve mahiyeti, ne olduğu tamamen anlaşılamayıp, ateşe ve ışığa ait madde gibi
varsayımlarda kaldı. Nihayet ısı ve ışık gibi cisimlerin atom denilen en küçük
parçalarının özel bir şekilde hareketinden veya bunların arasını işgal eden bir
esir (cevher)in hareketinden meydana geldiği göz önünde bulundurularak daha çok
bu sonuncuya önem verildi. Ve özetle bütün kuvvetlerin esasında bir hareket
enerjisine dönüşmesi fen ilimlerinin en kuvvetli görüşü oldu. Hakikaten
elektrikte de hareket, ısı, ışık değişiklikleri hep görülüyor. Şu halde
elektrik, fennin en önemli bir kuvvetidir. Bu da biri erkek, biri dişi gibi
pozitif (artı) negatif (eksi) iki cinse ayrılıyor. "Ne yücedir o (Allah)
ki, bütün çiftleri yaratmıştır." (Yâsîn, 36/36) Bunların bir cinsten olanları
birbirlerini itiyor, def ediyor; ayrı cinsten olanları da birbirlerini çekiyor,
birleşiyor. Ve cisimlerin yüzeyleri bunlarla doluyor ve boşalabiliyor. Bunların
birleşmeleri gizli ve açık olmak üzere iki türlü oluyor. Mesela silindir
biçiminde uzunca bir şey, bir elektrik yüklüsüne yakın bulunduğu zaman, bu
silindirli şey de etki ile ayrı cins iki akımı taşıyıcı oluyor ve havanın bunun
üzerindeki baskısı bunların birleşmesine engel oluyor. Fakat bir vasıta ile bu
baskının şiddeti azalır veya iki akımın gerilim kuvvetleri ona üstün
geliverirse, bundaki artı, eksi iki cins elektrik birbirleriyle hemen
birleşerek üzerinden yok oluyorlar ki, buna elektrik boşalımı denilmiştir.
Bunlar bu birleşim esnasında bazan çakmak gibi bir vuruş yapıyor ve bir kıvılcım
da çıkarıyorlar ki, böyle gürültü yaparak birleşmelerine gök gürültüsüne ait
birleşme deniliyor. Bu kıvılcımları biz tramvaylar işlerken -çoğunlukla
geceleri görürüz. İşte bu aletlerde görülen bu olay, epeyce bir zaman önce hava
ile ilgili eserlere uydurularak gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım bunlarla izah
edilmiştir. Bunun için yıldırım şöyle tarif ediliyor: "Çeşitli cinste
elektrik taşıyan iki bulutun elektriklerinin, yahut bir bulut ile yer küresi
elektriklerinin gerilişleri havanın karşı koymasına üstün geldiği anda iki
çeşit elektriğin birbirleriyle birleşmeleri sonucu vaki olan bir elektrik
boşaltım ve tahliyesidir ki, gök gürültüsü bunun sadmesi ve gürültüsü, şimşek
bunun kıvılcımıdır."
Vaktiyle İbnü Sina "Şifa"sında
diyordu ki, şimşek ile gök gürültüsü aynı zamanda vaki olurlar. Fakat ses,
zamanla ilgili olduğu için geç işitilir. Işık ise zamanla ilgili olmayıp ani
olduğundan daha önce görülür. Bugünkü fen de diyor ki gök gürültüsü ve şimşek
aynı zamanda vaki olur. Gerek ses ve gerek ışık ikisi de zamanla ilgilidir.
Fakat sesin hızı saniyede 337 veya 340 metre; ışığın hızı ise -az çok ihtilaf
ile beraber- üçyüz sekizbin kilometre olduğundan, daha az mesafelerde ani
olarak görülür. Yani yıldırım şimşekle beraber düşmüş, varacağı yere varmıştır.
Gürültüsü de sonradan beş ila on saniye kadar fark ile işitilir. Mesafeyi
tahminen bilmek isterseniz, bir şimşek çakınca saate bakınız ve dinleyiniz,
birkaç saniye sonra gök gürültüsünü işitirsiniz. Aradan kaç saniye geçmiş ise
onu 340 ile çarpınız, (mesela 7X340 = 2380). Bu 2380 metre size o fırtınalı
bulutla aranızdaki uzaklığı gösterir ki, ışık hızına göre bu bir an
meselesidir. Çünkü ışık bu mesafeyi bir saniyenin yüzyirmibeşte bir bölümü
kadar bir zamanda katedecektir ki, bunu biz hissedemeyiz. Bu ifadeye göre,
"Yıldırım mutlaka gökten yere düşer." şeklinde olmayıp tersine de
olabilir. Çünkü elektirik akımı her tarafa yayılabilir. Fakat çoğunlukla
elektrik nakledici cisimlere saldırdığından ve yer ise pek çok elektrik
nakledici olduğundan genellikle yıldırım gökten yere düşmektedir. Fakat haricî
bir sebeple yer artı elektrikle ve kendisine yaklaşan bulut eksi elektrikle
dolu olduğu zaman hücum daima artıdan eksiye olduğu için yıldırımın yerden göğe
doğru çıkması da mümkün ve olmuş bir şeydir deniliyor.
Akıcı elektrik, elektrik nakleden cisimleri
çekmek veya onlara hücum etmek özelliğine sahip olduğundan, nakledici olan
ağaçlara, binalara ve özellikle madenden yapılmış eşya üzerine düştüğü
görülmüştür. Bunun için böyle fırtınalı havada ağaç altlarında ve bu cümleden
olarak nakledici olan çınar ve kavak ağaçları altında saklanmak çok
tehlikelidir. Çam ve fıstık ağaçları pek nakledici olmadığından bunların
altında korunmak nisbeten mümkündür. Paratoner (yıldırım kıran) ve halk
arasında yıldırım demiri denilen demirin dairesi en emin yerdir. Bu da Hakk'ın
bir kanunudur. Fakat bunlar da gök gürültüsü ve şimşekten önce ve ecel
gelmediyse mümkün olabilir. Yıldırım ne yapar? Çok şeyler yapar, Allah korusun
insanı ve hayvanı bir anda yok eder. Ve yanması kabil olan cisimleri yakar.
Madenleri eritir. Nakledici olmayan cisimleri kırar. Yer kütlesine girişi
esnasında geldiği yönde ne cins cisim bulunursa hepsini erittiğinden geldiği
yerde cam ebrusu ile karışmış, yaklaşık on metre uzunluğunda dirgen gibi bir
çeşit çatal külçe hasıl olur ki, buna da yıldırım demiri denilmiştir. Eğer
demir değneğe rastgelirse mıknatıslar, eğer mıknatıslı bir şey bulursa
kutuplarını değiştirir.
Gök gürültüsünden meydana gelen çatlayıştan
sonra devam eden gümbürtü hakkında çok görüşler varsa da henüz kararlaşmış
değildir. Bazıları ses dalgasının, yeryüzü ile bulutlar arasında bir kaç defa
yankı yapmış olmasına yöneltmekte, diğer bazıları da gök gürlemesi denilen
olayın çok ve kıvılcımlardan oluşmuş olup yeryüzüne gelinceye kadar ağırlıkları
çeşitli tabakalardan geçmesine ve her tabakanın sesi ayrı olduğundan hepsinin
anılan karma patlamayı teşkil ettiğine kanaat getirmektedir. Demek ki bugünkü
ilme göre, parlamak, gürlemek, yakmak gibi en az üç görünümü bulunan gök
gürlemesi, şimşek ve yıldırım olayları; vurma, kıvılcım, cereyan alâmetleri
gösteren ve esasında elektrik boşaltımına dönen bir olaydır. Hafif rüzgarlı
havada, elektrikli aletlerde meydana gelen kıvılcım ve çarpmanın, rüzgarlı
havada vaki olan bu olaylara benzemesi dolayısıyle fen bilginlerinin çoğu gökte
şimşek, gök gürlemesi ve çatlama ile tatbik etmek fikirlerinde bulunmuşlar ve
son olarak bunu bir hayli tecrübelerle te'yit etmişler ve bu konuda bazı
kanunlar tesbit eylemişlerdir. Ve bu şekilde rüzgarlı havanın ve bulutların
elektrik ile yüklü olduğunu kabul etmişlerdir. Rüzgarlı havadan ayrı olarak her
zaman az, çok akıcı elektrik bulunduğu ve bunun bazan artı ve bazan eksi
çeşidinden olduğu ileriye sürülüyor. Açıkladıklarına göre bulutsuz güzel
zamanlarda hava artı elektrik ile yüklü olup, miktarı günün saatlerine göre
değişir ve bu cümleden olarak yeryüzünden 1,30 metre yüksekten itibaren çok
yükseklere kadar artar. Fakat bu değişmenin sebebi ve hangi kaide altında
arttığı meçhul kalmıştır. Binalı ve ağaçlı olan yerlerde elektrik alâmetleri
hemen hiç yok gibi, ancak şehirlerdeki geniş meydanlarda az miktarda artı
elektrik bulunuyor. Güneşin doğmasında havanın kütlesindeki artı elektrik gayet
az iken, zevale iki saat kalıncaya kadar en yoğun sınırına ulaşır. Zevalden
sonra batmaya bir saat kalıncaya kadar ağır ağır azalır, güneşin batmasından
iki saat sonra yine artmaya başlar. Kış mevsimi elektriğin miktarı yazdan daha
fazla olur. Gökte birçok bulut bulunduğundan havanın elektriğine nisbeten bazan
artı ve bazan eksi olur. Gökte bulunan bulutların hareketi çok olduğu takdirde
havanın kütlesindeki elektriğin cinsi saatten saate değişir. Fakat fırtınalı ve
yağmurlu zamanlarda devamlı olarak artı ve eksi cinse değişir. Ve bununla
beraber elektriğin şiddeti, hemen hemen belli miktarda bulunur. Özetle rüzgarlı
havanın ve bulutların elektrik ile yüklü olduğu tecrübeyle ispatlanmış
sayılıyor ise de sebepleri şimdilik varsayımlarda kalmıştır. Bazıları diyor ki,
damıtık su, buharlaştığı sırada hiçbir elektrik alâmeti görülemediği halde,
alkali bir sıvının buharlaşması esnasında buharı artı ve eksi elektrik ile
yüklü oluyor. Şu halde yeryüzünde bulunan denizlerin ve göllerin sularında az,
çok tuz bulunduğu ve bunların devamlı olarak buhara inkılab ettiği açıkça
ortada olmakla rüzgarlı havanın bu sebeple artı elektrik ile yüklü olduğu
sanılıyor. Diğer bazıları ise yerküresini büyük bir galvanizme cihazı sayarak
kütlesinde meydana gelen kimyevî tesiri kendisini eksi elektrik ile yüklemiştir
ve bu sebeple yüzeyine temas eden rüzgarlı hava da artı elektrik ile yüklü
olur, demişlerdir. Bundan dolayı özel bir tecrübe ile açıklandığına göre su ile
bulut birbirine dokunduğu zaman daima bir elektrik akımı hasıl olur. Bunun da
suda boş bulunan yabancı maddelerin cinsine göre bazan eksi ve bazan artı
olduğu ve bulutlar da denizlerden ve göllerden uçan su buharının sıkışmasından
meydana geldiği için ona göre bazısı artı ve bazısı eksi elektrik ile yüklü
bulunur. Yeryüzü de yukarda geçtiği üzere tabii olarak eksi elektrik ile yüklü
bulunduğundan, yüzeyine dokunan rüzgarlı hava da artı elektrik ile yüklü olur,
demektedir. Özetle hava elektrikleniyor, bulutlar elektrikleniyor. Ve bu
elektrikler gerginleşip geriliyor, havanınki çoğunlukla bulutların tesiriyle
gerildiği halde bazan harici bir vasıta ile de oluyor. İki bulut arasında veya
bulutla hava arasında böyle artı-eksi iki zıt ve gerilmiş iki elektriğin
karşılaşmasında artı eksiye hücum ile eksinin onu çekmesinden sadme ve
kıvılcım, gök gürlemesi ve şimşek meydana geliyor.
Görülüyor ki ses, ısı, ışık ayrı ayrı birer
tabii amil görünürken, hepsi bir harekete dönüşüyor. Hareket cisimlerin
kütlesinde olduğu gibi en ufak parçalarında, atomlarında da oluyor. Hareketin
kaynağına yani hareket ettirene (muharrike) de kuvvet adı veriliyor. Ve her
hareket özelliğine göre bir kuvvetin eseri sayılıyor. Demek ki "esasında
elektrik bir kuvvettir" denildiği zaman, "bir muharriktir"
denilmiş oluyor. Din dilinde ise bu muharrike daha güzel bir deyim olmak üzere
"melek" deniliyor. Şu kadar ki melek denilirken, ruhanî bir idrak
eden muharrik tasavvuru da eklenmiş oluyor. Zaten kuvvet denildiği zaman,
bizzat muharrik ve kendisini anlayan ruha kadar gitmemek mümkün değildir. İşte
bu olaylardaki körlüğü bir ilim kudretiyle düşündüğümüz zaman gerçeği bulmuş
olursunuz. Elektriğe ait birleşme de bir idrak edicinin esir (cevher)
baskısıdır. Buna göre bu açıklamalara bile lüzum kalmadan pek iyi anlaşılır ki,
zorlama meleği, yanma meleği, meleğin çekmesi, zıtlaşma kayıtlarıyle dinî dilde
ilk olarak rivayet edilen esas tabiat ötesi kuvvet görüşüyle bu, fennî
açıklamanın özüne uygundur. Evet artı elektriği, eksi elektriğe saldırtan o
zorlayıcı melektir. Ve bu bir darbe (vuruş)dir. Bundan çıkan ses (gök
gürlemesi) o meleğin kendisidir. Şimşek de bir yanma, bir kıvılcımdır. Ve
bunların bütün sırrı, zıtlaşmayı kaldırmakla birliği, hak olan emre uymayı
temin oluyor. Yıldırıma "yıldırım" denilmesi de çarpıp yakması,
mahvetmesi, yani fiili dolayısıyledir. Açıkta bize göründüğü gibi gök
gürlemesi, şimşekden sonra değildir. Gerçekte ve Allah katında gök gürlemesi ve
şimşek birliktedir. Hatta gök gürültüsünün, olayın aslına göre, bir öncelik
durumu bile vardır. Elektrik, şimşeklikten önce gök gürlemesi ve titreşimdir.
Bulutlar ve hava, daha önce bununla içlerinden titreye titreye geriliyorlar ve
bu olayda birbirlerine saldırırken toplu hareketle değil, önce içten içe bu
titreyişle, bu titreşim ve sarsılma ile saldırıyorlar. Sonra gök gürlemesinin
sesi kulaklara ulaştığı zaman yıldırımı hatırlatan titretici bir tesir ile
beraber onun artık geçtiğini bildiren bir müjdesi de vardır. Sonra âyette
zulümât (karanlıklar) ve savâık (yıldırımlar) çoğul yapıldığı halde ra'd (gök
gürültüsü) ve berk (şimşek)in tekil getirilmeleri de dikkate değerdir.
20-Bunların bu sıradaki hallerini hiç sorma
şimşek hemen gözlerini çarpıp alıverecek onlara parlayıverdikçe ışığında
yürürler, başlarına karanlığı çökerdiği vakit de dikilir kalırlar. Allah
dilemiş olsaydı kulaklarındaki işitme ve gözlerindeki görme özelliklerini de
alıverirdi. Buna şüphe mi var? Allah Teâlâ her şeye kâdirdir: Kudreti her şeye
ve daima yetişir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de kadîr ism-i şerifidir ki,
pek kudretli, hem de daima kudretli demektir.
Kudret, fiil ve terkin sıhhati demektir. Bu
ölçü ile kuvvetten ayrılır. Çünkü kuvvet bir yöne, kudret ise her yöne bakar.
Mesela bir taşın yuvarlanışı kuvvetledir. O yuvarlandığı yerden dönemez. Kudret
ise sağa giderken, tersine de gidebilir. Yaparken bırakabilir. Özetle kuvvet
mecburiyet ve çaresizlik; kudret ise seçme ifade eder.
"Şey", mevcut demektir, bunda ma'dum
(yok olan)a şey denemez. Bilinmesi ve haber verilmesi doğru olabilen mânâsına
da gelir. Bu mânâ ile mümkün olan "yok"a da şey denebilir. Fakat
bizzat mümteni' (olamaz) olan yok, hiçbir şey değildir. O, ne bulunabilir, ne
bilinebilir, ne haber verilebilir. Lügat bakımından aslı
"meşiyyet"ten "sıfat-ı müşebbehe"dir ki "şâi"
dileyen, "meşiy" dilenmiş mânâlarına gelir. Eşyaya, şey denilmesi,
ilâhî dilemenin ilgisi itibariyle "meşiy" (dilenmiş) olduğu içindir.
Bu mânâca Allah'a "şey" denmez. Fakat "şâi = dileyen"
mânâsına olarak "şey" denir. Buna göre "herşeye kadirdir"
ifadesinde Allah dahil değildir, fakat "herşeyi bilicidir"de
dahildir. Bu açıklamadan sonra, "Allah Teâlâ kendi gibi bir Allah daha
yaratabilir mi?" tarzında bir kuruntuya düşme akla gelemez. Zira o
mümteni' (olamaz)dir, şey değildir. Yaratılan, yaratan olamaz. Hem sonradan
yapılsın, hem ezelî olsun! İşte imtina', muhal (olamaz) buna derler. Allah
Teâlâ öyle bir vâcibü'l-vücud (varlığı lüzumlu)dur ki, O'nun lâşerîke leh
(ortağı yok) olan birlik sıfatını kaldırmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu,
O'nun zatına mahsus kemalidir ve bütün sıfatları da böyledir. Şu halde böyle
her şeye gücü yeten Allah Teâlâyı yarattığı gözleri, kulakları alıvermekten kim
yasaklar? Bunu bilmeli, Allah'a, Peygambere, iman sahiblerine hile yapmaktan,
fesat çıkarmaktan sakınmalı. Sakınmak için yıldırımı gözetmemeli, gök gürültüsü
ve şimşekten önce Allah'tan korkmalıdır. Bu âyetten sonra gelen "Ey
insanlar ibadet ediniz." genel hitabı ne kadar edebî oluyor!
İşte Cenab-ı Hak münafıkların durumunu bir de
böyle "sayyib = yağmur" meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih,
teşbih-i mürekkeb (temsilî benzetme) olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik
aranılmayarak hepsinde münafıkların hayretini, şaşkınlığını hayal etmek
yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i mefrûk olarak ayrıntılı bir şekilde
düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle ki: İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli
bir yağmura, Peygamberimizin gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman
İslâm'a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin va'di ve vaîd
(korkutmas)i şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirlerin ve münafıkların namzet
oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara benzetilmiştir. Sonrası da İslâm'a
münafıkların bakışını ve fırsat buldukça ondan istifade şekillerini temsil
ediyor. Bu iki temsilin nüzûl sebebi hakkında, yahudilerin de bazı rivayetlerde
bahis konusu edildiğini görüyoruz.
Buraya kadar Cenab-ı Allah, ilk önce ve bizzat
Resulüne hitap ederek, hitap ve hidayet kabiliyeti nokta-i nazarından
insanların sınıflarını ve her birinin durumlarını, ruh hallerini, sonuçlarını
açıklayan bir tasnifini; bütün ilimlerin ruhunu ve Kur'ân'ın hikmet ilminin
aslî hatlarını içine alan gayet derin ve gayet ayrıntılı bir bilgi bahsini
ihtiva eden şümûllü aydınlatma ile beraber, küfrü huy edinen inatçı kafirlerle,
şüphe ve bozgunculuğu huy edinen münafıkların yola gelmiyeceklerini,
korunamayacaklarını ve bunun için Kur'ân'ın hidayetinin Allah'tan gereğince
korkanlara tahsis edildiğini ilan ve anlattıktan ve temsillerle genel davetin
gereğine uyardıktan sonra, teklifin genel olduğunu, sorumlulardan hiçbir
sınıfın bunun dışında kalamayacağını, korkutma ve korkutmama onlar için eşit
olsa da, Peygamberin görevi açısından eşit olmadığını anlatarak, bütün
insanlara hitap tevcih ederek aşağıda olduğu gibi ilk emrini vermiştir.
Meâl-i Şerifi
21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri
yaratan Rabb'inize kulluk edin ki (Allah'ın) azabından korunasınız.
22- O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek,
göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli
ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah'a eşler koşmayın.
23- Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz
(Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan
başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz.
24- Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman
yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için
hazırlanmış ateşten sakının.
25- İnanıp yararlı işler yapanlara,
altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele!
Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: "Bu daha önce de
rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere,
kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de onların. Hem onlar orada
ebedî kalacaklar.
21-Bu âyetin, Fâtiha sûresindeki
"âlemlerin Rabbi" vasfının isbatına, "ancak sana ibadet
ederiz" antlaşmasına, sonra da Bakara sûresinin başındaki "müttakiler
için bir doğru yoldur" fıkrasına ve nihayet üç kıssanın tümüyle yağmur
temsilinin içerdiği gayeye ne kadar uygun olduğunu hatırlatmaya lüzum yoktur.
Kur'ân'ın tertibine göre bu âyet Allah Teâlâ'nın açık olarak ilk emrini
içeriyor ki bu emir, İslâm binasının temel esası olan kulluk ve rabblık
birliğinden başlıyor. Ve ulûhiyetin rububiyyete, rububiyyetin yaratıcılığa
bağlılığını gösteriyor ve yaratıcıyı isbat ediyor. Ve hemen ardından da
nübüvveti ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğruluğunu isbat ve müdafaa ediyor.
Ey insanlar! Akıl ve erginlik ile insanlığın
ilk kemal basamağına basmış olanlar! Bakınız, gerek "ancak sana ibadet
ederiz" antlaşmasını vermiş olsun gerek olmasın hepiniz mümin, kâfir,
münafık, hangi sınıfa, dünyadaki kavimlerden hangi kavme mensup olursanız
olunuz, fakir-zengin, âlim-cahil, hangisinden bulunursanız bulununuz hepiniz
her zaman şu emirle sorumlusunuz: sizi ve sizden öncekileri, babalarınızı,
analarınızı, bütün atalarınızı, dedelerinizi ve diğerlerini baştan sona yaratan
Rabbınıza, âlemlerin Rabb'ine ibadet ve kulluk ediniz, sevgi ve korkunun
kemaliyle, en güzel edep ve saygı ile ona boyun eğiniz ve O'nun emirlerine,
hükümlerine uyunuz. sözünü verenler onu ifa etsin; vermeyenler, vermeye
çalışsın; ona ibadet ve itaat ediniz ki gerçekten korunabilesiniz, gerçek
muttakilerden olmanızı ümit edebilesiniz. Yoksa yıldırımlar gibi âlem
hadiselerinden, ölümden korkmakla, kulak tıkamakla asla korunamazsınız. Dikkat
ediniz. buyuruluyor. Bu ise ümit ifade eder. Bu şekilde de korunmanız bir
kuvvetli ümit olarak gösteriliyor da, "korunacağınızdan emin olunuz"
denilmiyor. Çünkü ilâhî iradeyi hiçbir şey şarta koşamaz. Siz ibadetinizle onu
korumaya mecbur edemezsiniz. Ubudiyet (kulluk) kanunu çoğunluğa ait bir
kanundur. Asıl koruyacak olan Allah'ın lütfu ve rahmetidir. İbadet ilk önce
yaratılışınızın, terbiyenizin bir teşekkürüdür. Bunun Allah'ı mecbur edecek,
minnet altında bırakacak bir gerektirici kudreti yoktur ve zaten Allah'ın layık
olduğu şükür ve kulluğu kâmil bir şekilde eda da edemezsiniz. Şu halde
"ibadet ediyoruz" diye her sonuçtan emin olmayınız, ancak ümitvar olunuz
ve ümidinizi Allah'tan başkasına bağlamayınız ve Allah'ı tanımak için
yaratılışınıza ve terbiyenize bakınız. O zaman bilirsiniz ki, bir yaratıcınız
ve Rabb'iniz var. Hem sizi ve hem sizden öncekileri yaratan O'dur.
22- O, öyle lütufkâr bir yaratıcıdır ki şu
altınızdaki yeri size bir döşek yapmış, sizi orada yaratmış, yetiştirmiş,
üzerinde her türlü rahatınızın sebeplerini temin etmiş yatıp kalkıyor, uyuyup
uyanıyor, dayanıp oturuyorsunuz, o altınızdan alınıvermiş olsa nerede karar
ederdiniz? Kâşânelere yığdığınız kaba döşekler neye yarardı? İşte yeryüzü size
böyle bir döşek başınız üstündeki süslenmiş gök kubbeyi de bu döşeği ihtiva
eden büyük, muhteşem bir bina yapmış. İnsan olup da bu bina içinde o döşeğe
kurulmayan var mıdır? Bu binanın yanında fakirlerin imrendiği, zenginlerin
gururlandığı diğer binaların, konakların, sarayların ne önemi olabilir? Büyük,
küçük, zengin, fakir sizin hepiniz aynı hanede oturan ve bir döşekte yatan bir
aile değil misiniz? Kimin binasında, kimin döşeğinde yattığınızı düşünürseniz,
hangi Mevlâ'nın kulu olduğunuzu ve olmanız gerektiğini bilirsiniz.
İşte bu bize gösteriyor ki, sema bütün
yeryüzünü kaplıyor ve yeryüzü binadaki bir döşek gibi onun içindedir. Başka bir
âyette "Göğü (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık." (Enbiya, 21/32)
buyurulmuş olması, burada binanın "sakf" (tavan) ile açıklamasını
gerektirmez. O da gökyüzünün diğer bir değeri, diğer bir vasfıdır ki, tavan
gibi daima başımız üstünde görülmesi şerefidir. İş sade bu kadar mı ya?
Burada zamir ile demek gerekirken, açık olarak
buyurulması, bundan maksadın önceki "semâ" olmadığına işarettir. Zira
herhangi bir şeyin üstünde olan şey, altındakinin semasıdır. Hatta evin
tavanına bile semâ denilir. Yani bir de yukardan, o semâ tarafındaki
bulutlardan bir su indirip de bu su sebebiyle size türlü (türlü) meyvelerden,
mahsullerden rızık çıkarmaktadır. Siz, o bina içinde, o döşekte yuvarlanırken
bu sudan içer ve bu sayede yetişen meyvelerden, tahıllardan ve diğer
yemişlerden kısmetlenirsiniz. Bakınız, Rabb'iniz nasıl bir Rahmân'dır. Siz bu
saydıklarımızı hep bilirsiniz, bunları bilmek için başkaca okumaya veya derin
felsefeler yapmaya hiç de lüzum yoktur. o halde siz bunları ve yaratıcıdan
başka Allah olamayacağını bilip dururken, Allah'a, bir olan o hak mabuda denk
aramaya, benzerler uydurmaya, ortaklar koşmaya ve Fir'avn'ın yaptığı gibi
yerde, gökte dürbünlerle Allah aramaya kalkmayınız da, bu emri veren ve bütün
bunları yapan ihsan eden ve ortağı, benzeri bulunmayan yaratıcınız, Rabb'ınız,
Rahmân ve Rahîm bir Allah'a tevhid ile ibadet ve kulluk ediniz.
"Endâd" kelimesi "nidd"in
çoğuludur. "Misil" ve "emsâl" gibi ki, mânâları birdir.
(ca'l) tabiri gösteriyor ki, Allah'a hangi şeyden olursa olsun
"misil" (denk) tasavvur olunursa uydurma olur; hak olmaz, batıl olur.
Bunu bile bile yaparsanız korunanlardan olamazsınız, inatçı kâfirlerden
olursunuz.
Buna karşı birtakım insanlar: "Evet Allah
belli ama, bize böyle emrettiği ve peygamber gönderdiği ve Muhammed el-Emîn'in
Peygamber ve Kur'ân'ın Allah kelamı olduğu ne belli? Bu bize şüpheli geliyor,
kuşkulanıyoruz, bunu bile bile değil, bilmediğimizden, şüphe ettiğimizden inkâr
ederiz." dediler ve daha diyebilirler. Bunun için Cenab-ı Hak genel olan
bu tevhid ve kulluk davetinin ardından Resulünün peygamberliğini ve ona
bahşettiği Kur'ân'ın ilâhî delil olan "lâraybe fîh" (kendisinde şüphe
olmayan) bir ebedî mu'cize olduğunu açıkça göstermek için, şüphesi olanlara
karşı açıktan bir musabaka, bir yarış ilan ediyor ki buna "tehaddî (meydan
okuma) mu'cizesi" denir. Şanlı Peygamber Efendimizin mucizeleri gerçi
çoktur. Fakat maddî ve zamanla ilgili olan mucizelerin kuvveti ve faydası genel
değildir. Onun kuvveti, bulunduğu zamanın ve muhitin dışına çıkamaz. Sonradan
işitenler, "bu akla uymuyor" diye inkâr da edebilirler. Nitekim öyle
de oluyor. Bir de beşeriyetin dinden istifadesi asıl harikalara sarılmak değil,
Allah'ın sünnetine, devamlı ve akla uygun kanunlara sarılmaktadır, yani
ilimdedir. Harikalar, kulların zor zamanlarında Allah Teâlâ'nın özel
yardımıdır. Hidayetten gaye ise zorluktan kurtarmadır. Şu halde mucizenin en
önemlisi ebedî, aklî ve ilmî kıymeti içeren mucizedir. Bu mu'cize ise
Kur'ân'dır. Cenab-ı Allah Resulüne bunu o kadar kesin ve yakîn ile bildirmiştir
ki, Kur'ân'-ın hiçbir insan, hatta bütün insanlar benzerini yapamazlar. Bu,
bizzat ilâhî vaad ve taahhüd altındadır. Kur'an herhangi şekilde bir kelam
farzedilirse edilsin, en (büyük) dâhî sayılan edipler, filozoflar ve şairler
onun benzerini yapmaya kalkışırlarsa aciz kalırlar. Kur'ân'da o kadar
fevkalâdelik görmek istemeyen körler veya kinciler ne farzederlerse etsinler,
Kur'ân ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları zaman mağlub olagelmişler, hiçbir şey
yapamamışlardır. Allah Teâlâ kudretlerini derhal bağlamış veya esasen hiç
vermemiştir. İşte Allah, Peygamberine bu kuvveti vermiş ve asırlardan beri de
bunu isbat etmiştir. Dünya kuruldu kurulalı geçmişle ilgili bu kadar büyük ve
bu kadar eşsiz bir haberi, bu kadar ciddiyetle peygamberlerden ve bilhassa son
Peygamber'den başka hiçbir kimse isbat etmeye değil, ortaya atmaya bile cesaret
edememiştir. Çünkü "yalancıların mumu yatsıya kadar yanar". Şarlatanlar,
geçici bir zaman için parlar, söner. Napolyon Bonapart Mısır'a geldiği zaman
savaşlardaki üstünlüğüne güvenerek ve bunları bir mu'cize sanarak: "Ben
Muhammed'i severim, o da benim gibi büyük bir komutan idi, fakat ben daha
büyüğüm." demişti. Bu gururu, bu boy ölçüşmeye kalkması sonuçta Akkâ
kalesinden başlayarak kırılmaya yüz tuttu, nihayet söndü gitti ve o zamandan
beri Fransızlar onun açtığı yaraları tedavi edemediler. Özetle (bu durum)
Kur'ân'ın meydan okuma sırrı ve Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin ebedî bir
kanunu ve delilidir. Cenab-ı Allah bu delili hatırlatıyor ve Muhammedî
nübüvveti, Kur'ân'ın hak olduğunu te'yid ederek ve insanlar içinde bunda şüphe
edenleri kastederek buyuruyor ki:
23- Ve eğer has kulumuz, mümtaz kulumuz
Muhammed Mustafa'ya, doğruluğuna, eminliğine bu ana kadar herkesin inanmış
olduğu sevgili Resulümüze verdiğimiz peygamberlikten ve bunun fermanı olmak
üzere parça parça indirmekte olduğumuz Kur'ân'dan bir şüphede bulunursanız, bir
kuşkuya düşerseniz, mesela "Vahiy inanılır şey midir? Allah kitap
gönderecek olsa böyle mi gönderir? Böyle parça parça, âyet âyet, sûre sûre
kitap inmek nasıl şey? Bunlar bize maddî ilimlerden ne öğretiyor? Altın
madenlerinin nerelerde olduğunu mu gösteriyor? Kimyaları mı buluveriyor? Bu bir
şiir değil midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz mı? Buna göre Muhammed ya
bir şair gibi ara sıra bunları kendi söylüyor da "Allah gönderdi"
diye bizi aldatıyor veya kendi aldanıyor mu? Gerçi Muhammed'in şimdiye kadar
aklı da vardı, doğruluk ve inanılırlığı da vardı. O, ne aldanır ve ne
aldatırdı. Tecrübe böyle ama, ne çıkar? Tecrübe geçmişi gösterir. Olabilir ya
belki bugün bozuldu, aklını kaçırdı veya ahlâkını değiştirdi. İhtimal, artık
kurnazlığa kalkıştı. Hâsılı ne tarafından baksak kestiremiyoruz. Her halde
bunun kendisinden olması ihtimalini yenemiyoruz. Allah'tan geldiğinde şüphe
ediyoruz. Bile bile değil, fakat hakkımız olan böyle bir kuşku ile onu
tanımıyoruz. Çünkü müsbet olmayan bir şeye inanmak da budalalıktır, akıl kârı
değildir." gibi birtakım kuşkular taşıyorsanız, bunun da isbatı kolay.
Bunda da derin derin felsefelere, hayallere dalmaya gerek yok eğer bunu bir
insan yapabilirse, haydi bunun gibisinden bir sûre getiriniz. Yani üslubda,
belağat ve bedaetde Kur'ân sûrelerine benzer ve tam onun eşi bir sûre de siz
bulunuz. Ve ona tam benzemek için söyleyen de o kulumuz gibi ümmî (okuma-yazma
bilmeyen) ve onun gibi ahlâklı olsun. Okuyup yazarlardan, tahsil görenlerden,
şairlikle uğraşanlardan olmasın. Haydi bu son şartı da kaldıralım, size izin
verelim, genel olarak herhangi bir şahıstan olursa olsun böyle bir sûre
getiriniz, Ve hatta Allah'tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız,
tanıdığınız ne kadar mabutlarınız, iktidarını farzettiğiniz ne kadar
putlarınız, şairleriniz, edipleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız,
âmirleriniz, hâsılı size baş, el, ayak olmak isteyecek ne kadar
yardakçılarınız, şahitleriniz, önderleriniz varsa hepsini de çağırınız.
"Şüheda" kelimesi "şehid"
kelimesinin çoğuludur. "Şehid" ise, hazır, şahit, nâzır, örnek
mânâlarına gelir ki, burada herhangi birisi demektir. eğer davanızda sadık
iseniz. Yani bu konuda şüpheye yer olduğu fikrinde haklıysanız bunu yapmanız ve
yapabilmeniz gerekir. Bir insanın kendiliğinden yaptığı bir şeyi veya daha
iyisini diğer insanlardan herhalde bir yapan bulunur. Alışılmış olan budur.
Görmez misiniz filozoflar bile, "tabiat düzenidir" derler. Siz de
zaten böyle demekle şairlerde, filanlarda aynıları var demek istiyorsunuz.
Varsa haydi bulun getirin, bugün değilse yarın getirin, öbür gün getirin.
24- yok eğer bunu yapamazsanız, aynını
getiremezseniz ki hiçbir zaman yapamayacaksınız. Kıyamete kadar
yapamayacaksınız. Yapmanız mümkün değil ya, mümkün olsa da yapamayacaksınız,
Allah yaptırmayacak. O halde çırası insanlar ve taşlar olan o dehşetli ateşten
sakınınız ki bu ateş, bu cehennem ateşi kâfirler için hazırlanmıştır.
Bedâhet (apaçıklık), şühût (görme), aklî delil
getirme, tecrübe, haber; bunlar ilmin, yakînin en önemli araçları, ölçüleridir.
Siz bir olay görüyorsunuz, işte kitap, bunun nazmındaki yüksekliği de bizzat
anlayanlar apaçık görüyor, diğerleri de bunlardan duyuyor. Şimdi Allah'dan,
Peygamber'den Kur'ân ile bu haberi de işitiyorsunuz. Tecrübe de yapınız ve
cereyan eden tecrübelere de bakınız. Göreceksiniz ve hatta gördünüz ki, bunun
aynı yapılmadı ve yapılmıyor ve yapılmaz. O halde şüphe etmeye ne hakkınız
kalır? Az çok ilmî bir sebebe dayanmayan şüphe, vesveseden veya ahlâksızlıktan
başka ne olur? Gerçi siz vahyi bizzat tecrübe edemezsiniz. Çünkü o, Allah'ın
bir özel ve yüksek olayıdır. Peygambere peygamberlerden başka örnek
bulamazsınız. Fakat onun eserlerini tecrübe edebilirsiniz. Zaten ilmî ve fennî
tecrübelerin çoğu da böyledir. Güneşin doğduğunu ışığından anlarsınız. Böyle
bir tecrübe size olay sebebinin genel ve umumî mi, yoksa tek ve yüksek bir şey
mi olduğunu anlatır. İşte Allah Teâlâ bu haber verişiyle, bu uyarmasıyle size
vahiy eserini tecrübe etmek için bir özel ölçü veriyor, çünkü hepsini tecrübe
etmeye kalkarsanız ömrünüz yetmez ve doğru yolu göstermenin faydası olmaz.
Onları da asırların tecrübesi gösterecek ve isbat edecektir. Şu halde siz bu
özel ölçüden istifade edebilirsiniz. Bilhassa emir ve kat'i ihbarının kapsamına
dikkat ediniz. Sizi bir zorbanın zorlayıcı kuvvetiyle bağlamıyor, ikinizi bir
yere getirmekten men etmiyor. Hür, seçme sahibi, serbest bırakıyor. Haydi
şairlerin ve diğerlerin sünûhat (içe doğmalar)ına veya gafillerin, kendini
bilmezlerin, sahtekârların, şarlatanların aldatmalarına benzer gibi kuruntuya
düştüğünüz ve bundan dolayı şüphelendiğiniz Kur'ân'ın ve hatta bir sûrenin
dengini getirmek için elinizden geleni yapınız, diyor. Ve yapamayacağınızı da,
gerçeğin kıyasınız gibi olmadığını da öyle bir kesinlikle haber veriyor ve
bunun yalan olamayacağını öyle bir yakîn ile söylüyor ve sonuçta fiilen isbat
da ediyor ki, bundan büyük yakîn olmaz, bundan büyük ilim olmaz. O halde vahyi
bir kerre diğer şairlerin falanların içe doğmalarına benzetmeye asla hakkınız
yoktur. Nihayet şunu diyebilirsiniz: Muhammed (s.a.v.) gibi bir insan daha yok
ki, bulalım da ona söyletelim. Ona Allah öyle bir akıl, öyle bir kuvvet vermiş
ki, onu kimseye vermemiş, o fevkalâde yüksek ve bütün insanlardan seçkin bir
yaratılışla yaratılmış da, bunları o sayede yapıyor ve fakat yine kendi
yapıyor, diyeceksiniz. Öyle ise diğer şüpheleri bırakıp bir kerre bunu tasdik
ediniz, ettikten sonra bir daha düşününüz. Böyle bir zat size o fevkalâde
seçkin yaratılışın kendi zatıyla ilgili olmadığını söylüyor. Bununla bir gurur
duyup size çalım satmıyor, o kudret ile sizden dünya istifadeleri istemiyor. "Ben
buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak akrabalık sevgisini
diliyorum." (Şûrâ, 42/23) diyor, zorbalık davasına kalkışmıyor, en olgun
bir tevazu ile: "Ben Allah'ın bir kulu ve Resulüyüm." diyor ve sonra
kesin bir yakîn ile "asla yapamayacaksınız" diyor ve asırları
keşfediyor. O halde onun seçkin aklına ve benzersiz kuvvetine itimat ederek
verdiği vahiy haberini tasdik etmeniz gerekir. Eğer Allah'a inanmıyorsanız,
onda şüpheniz varsa, böyle bir aklın şehadetiyle ona inanmanız ve kulluk etmeniz
gerekli olur. Ve eğer Allah'a inanıyorsanız, bunu doğrudan doğruya Allah'ın
yaptığını, kendini ve emirlerini bildirmek için gönderdiğini öncelikle tasdik
etmeniz lazım gelir. Onu tasdik etmemek için aklî, tecrübî, ilmî, fennî,
mantıkî hiçbir şüpheye imkan bulunmadığını anlamanız gerekir. Bunu bilmez, hala
şüphe davasından vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna inadınızdan, şahsî
maksatlarınızdan, ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz ve hiçbir mazereti
bulunmayan kâfirlerden olursunuz. Hakkı kesin olarak reddedenler kâfir olduğu
gibi, haksız yere şüphe edenler de kâfirdir. O halde şunu biliniz ki, kâfirler
için hazırlanmış bir ateş, bir cehennem vardır ki, o korktuğunuz, kulaklar
tıkadığınız yıldırımların hiç birine benzemez. O ateş, çırası insanlar ve taşlar
olan bir ateştir, artık bundan kendinizi sakınabilirseniz sakınınız.
Kur'ân'ın bu "asla yapamayacaksınız"
ile haber verişi o günden bugüne kadar bin üçyüz kırkdört senelik bir tecrübe
ile doğruluğunu gösteren bir ebedî mucizedir. Bu meydan okumanın i'cazı
karşısında yarıştan vazgeçilmiş, silâhlar çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar
karıştırılmış, her türlü zahmetler, masraflar tercih edilmiş ve fakat bu
mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Ancak aldatmaca ile Kur'ân
irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı ilâhî adalet elbette
yerini bulacaktır, o ateş sönmemiştir. Bu âyette "ve'l-hıcâre"
kelimesinin fennî bir açıklamayı içerdiğinde şüphe yoktur. Gerçi bu
"hıcâre"den kastedilen heykeller ve putlardır. Ve cehennem ateşini
tutuşturmaya sebep olan "vekûd"ün insanlar ve ibadet edilen heykeller
olduğu beyan ediliyor. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş tutuşturan
taşlar bulunduğunu da bildirmiş oluyor ki, fen adamları bunun "taş
kömürleri" olduğunu söylüyorlar. "Vekûd", ateş yakılan kibrit,
ot, çöp, çıra, paçavra, odun ve diğerleri gibi şeylerin hepsi için söylenir.
Bakınız Kur'ân'a ait beyanatlar ne kadar
canlıdır! Tamamen ilmî ve mantıkî ve felsefî olan ve bir ilâhî felsefenin
temelini teşkil eden bir konu mantıkî, ruhî ve âfâkî (objektif, nesnel)
delillerinin kökleriyle hem vecîz, hem gayet basit ve güzel bir şekilde nasıl
anlatılmıştır! Yüksek bir minberden büyük ve çeşitli bir cemaate hutbe okuyan,
va'zeden, ders okutan, bildirimler yapan, hükümler koyan fevkalâde belağatlı bir
hatibin, gereğine göre kâh sağa, kâh sola ve kâh merkeze dönerek, sırasında
hepsine ve sırasında bir kısmına, kâh muhaliflerine ve kâh muvafık (kendine
uyan)larına ve kâh hepsinin karşısında özel yaverine hitap etmesindeki açık
ültimatomları kulaklarda temsil ettirir. "Ey insanlar!" çağrısıyle
başlıyan genel hitap lahzalarında özel bir şekil aldı. Ve nihayet acı bir inzar
ile tamam oldu derken gülüyor, bir özellik daha alıyor ve hâs kuluna nazar
ederek buyuruyor ki:
25- Bu atıf vâvı, yukardaki âyetlerin mânâsından
anlaşılan lâzimî mânâya işarettir. Şöyle ki: "Habibim (Resulüm)! Sen de
insanlardansın ve genel olan iş bu ibadet ve kulluk emriyle sen de emre
tabisin. Bununla beraber senin bir özelliğin var. Sen benim özel ve seçkin
kulumsun. Peygamberlik gibi bir özel vazifen var. İşte bu seçkinliğin fermanı
olan bu Kur'ân'ı ve bu meydan okuma mu'cizesini gördün ya, bunu al ve senin
için hiçbir korku, hiçbir keder olmadığını anla. Bütün insanları emrine davet
et, mu'cizeni göster. Yola gelmiyenlere bu korkutmamı tebliğ et! Bundan başka
bir de erkek olsun, dişi olsun iman edip de iyi işler yapanlara, bir Allah'a
kulluk imanına yaraşır, akla ve nakle uygun güzel ameller işleyenlere de şunu
müjdele!
"Sâlihât" kelimesi
"sâliha"nın çoğuludur. "Salih" aslında iyi, yaraşıklı,
aklen ve naklen doğru, hayırlı mânâsına sıfat iken nakil tâ'sı ile
("hasene" kelimesi gibi) "güzel amel= güzel iş" mânâsına
isim olmuştur ki, kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır. Ve burada
iman ile amelin az çok bir farkı anlaşılır. Fakat müjdeleme sadece imana değil,
tümüne yapılmıştır. Amel imandan bir cüz' (bölüm) değilse de, amelsiz müjdeleme
hakkı olmadığı da anlaşılıyor. Sonra müzekker cemi'lerinde tağlib vardır ki
erkekleri ve kadınları içine alır. Bu kapsamı ilerde (Ahzab, 33/35) gibi
âyetlerle anlarız.
Kısaca iman ile iyi amelleri (amâl-i sâlihayı)
birleştirenlere şunu müjdele ki onlar için cennetler var. Yani içine girilmeden
görülmez, gizli, çok değerli bağlar, bahçeler var. Bunların tümünü kapsayan
ahiret vatanına, sevab evine "cennet" denilir. Cennet aslen lügatte
masdar binâ-i merredir ki "bir örtüş", "bir kerre setr"
demektir ve bu maddenin bütün müştakkâtında (türevlerinde) bir nevi
"örtme" mânâsı vardır. Nitekim "cin", herkese görünmez
gizli bir çeşit yaratık. "Cinnet", aklın kaybolması; "cen"
kararmak, görülen eşyanın bakıştan gizlenmesi demektir. İkinci olarak
"cennet" bir örtü mânâsından zemini görünmez, gayet girift ağaçlarla
örtülmüş bahçe ve bostana söylenmiştir. Üçüncü olarak din dilinde, dünya
gözüyle görülemeyen Hak gaybda gizli "dâru's-sevab" (sevab yurdun)ın
ismi olmuştur ki, Kur'ân'da "el-Cennetü" denildiği zaman bu ortaya
çıkar. Fakat "elif lâm = "sız olarak "cennetün" denildiği
zaman yerine göre kâh bu ve kâh ikinci mânâya gelmiştir. "altından
ırmaklar akan cennetler" denildiği zaman da "el-Cennetü"nün
cevabı ve mertebeleri kastedilir ki, burada öyledir.
Bunlar öyle büyük ve geniş cennetlerdir ki
altında mesela dünyadaki Nil, Fırat, Ceyhun, Seyhun nehirleri gibi büyük büyük
ırmaklar akar. Öyle küçük çaylar, su kanalları, arklar değil, nehirler. Halis
temiz su nehri, taze süt nehri, safi bal nehri, sarhoş etmez, aslı tasavvur
olunmaz, içeceği temiz nehir akar, bu cennet bahçelerinin ayrıntılarını sormak
mı istersiniz? Bunlar tarif edilir şeyler değildir. Onlar da: "Hiçbir göz
görmemiş, hiçbir kulak duymamış, hiçbir beşerin kalbine gelmemiştir."
(hadisinde dile getirilen) şeyler vardır. Çünkü insanlar örneğini görmedikleri
şeyleri anlayamazlar. Bunun için şimdilik şu kadarını anlayınız ki: o güzel amel
sahibi müminler bunlardan, bunlardaki meyvelerden bir rızık ile
rızıklandıklarının her defasında ha bu, o rızık o nimet ki, bize bundan önce
-yani dünyada da kısmet olmuştu diyecekler. Ve her alışta onu başlangıçta
dünyada rızıklandıkları nimet türünden görecekler. Çünkü iman ve amellerinin
sevabıdır. Gayıbdaki o bahçeleri, dünyadaki bu iman ve amel ile yetiştirdiler
ve bunların bir çeşit meyvesi dünyada da az çok görülür ve hatta tadılır.
Nitekim "Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan kimse için iki cennet
vardır." (Rahmân, 55/46) buyurulmuştur ki, biri dünya, biri ahiret
cennetidir. Gerçekte insanların hepsi Allah'tan korkmuş ve ona göre amel etmiş
olsalardı, dünyanın da her tarafı bir cennet kesilirdi. Fakat Allah'ı ve ilâhî
makamı tanıyanlar ve ondan korkanlar için bundan başka bir cennet daha vardır.
Onlar fanî dünyada bu ümit ve müjdeyle hiçbir üzüntünün altında boğulup
kalmazlar. Allah korkusu hiçbir korkuya benzemez. Onun yanında daima ebedî bir
neş'enin zevki vardır, rıdvân (Allah'ın rızası) zevki. Acaba iki âlemdeki bu
zevk, bu semere (meyve) hakikaten aynı çeşitten midir? Hayır aynı çeşitten
değil. benzerdirler, birbirine karşılıklı olarak bir benzeyişleri vardır. Ve
önce onlar buna bu benzeyiş halinde sevkolunmuşlardır. Gerçekte ise aralarında
aynı şey olma bakımından büyük farklar vardır. Bu cümleden olarak biri saf
olmayan, diğeri saftır; biri gaybe ait zevk, diğeri mahz-ı şühût (tamamen
görme, görünme)dur. Dünyada bu rızık, bu semere, gölgesiyle sırf ruhanî ve aklî
olarak tadılır. Ahirette ise tam hakikati ile ayn-ı vücut (aynı varlık) olarak
hakka'l-yakîn (gerçekliğinde şüphe olmayan) bir şekilde tadılır. Bunun için
ahiret ruhuma mı, cismime mi diye düşünüp durma, o senin Allah katında bilinen
hakikatinedir. Sanadır sana! Sonuç olarak biri elden kaçabilir, kesik, sonlu,
ebedî olmayan; diğeri kaçmaz, devamlı ve ebedîdir. Bu âyetin bu iki cümlesi
bize gösteriyor ki, dünyada anlayış ne kadar yükselir, iman ve amel de onunla
ne kadar uygun olursa ahirete ait meyveler de o kadar çok olacak ve o oranda
yükselecektir. ve denilmesinde buna büyük bir delâlet vardır. "Ey Rabbim,
ilmimi artır, de." (Tâhâ, 20/114).
Bu meyvelerden başka onlar için o cennetlerde
tertemiz, pampak çiftler, eşler, yani erkekler için hanımlar, hanımlar için
kocalar vardır. Ve bunların hiç birinde dünyadaki pisliklerden eser yok. Bunlar
sadece temiz değil, her yönden temizlenmiştirler. O zevceler (hanımlar) de ne
maddî olan kir, hayız ve nifas ve diğerleri gibi tabiî, cismanî; ne de
ahlâksızlık, geçimsizlik, biçimsizlik, münasebetsizlik olmadığı gibi kocalar da
öyle pampak, tertemizdirler.
Şimdi diyebilirsiniz ki, aynen böyle değilse
de, bunlara hemen hemen benzer bahçeler, meyveler, kocalar ve hanımlar dünyada
olabilir. Vatan denilen şey de böyle bir cennet gibi olabilir. Evet "Dâr-ı
İslâm" (İslâm ülkesi) dediğimiz müslüman vatanının da böyle olması
gerekir. Ve bu âyet sınırlamasıyla buna da işaret etmiştir. Fakat mesele ve
müjde bundan ibaret değil. Dünyadaki bu İslâm ülkesinden başka asıl bir
dâru's-selâm (eminlik evi) vardır ve bunların birbirinden sizin anlayacağınız
en açık farkı şudur: o kâmil iman ve güzel amel sahipleri bu cennetlerde ebedî
ve devamlıdırlar. Bir kere girince artık bir daha çıkmazlar. Diğer âyetlerde
"hulûd", "ebeden" (ebedî olarak) diye de te'yit edilmiştir.
Halbuki dünya vatanı, dünya cenneti ne olsa elden gidebilir. Kâmil iman ve
güzel amel sahipleri İslâm ülkesi olan vatanlarını Allah Teâlâ'nın izniyle
muhafaza ve müdafaa ederler. Ve onu harap olmaktan mallarıyle, canlarıyle
korurlarsa da bunda ilâhî takdir başka türlü de ortaya çıkabilir ve nihayet
bundakilerin hepsi çıkarlar, ölürler, giderler, bunun böyle büyük küçük
kıyameti de vardır. Fakat "eminlik vatanı" (ahiret cenneti) öyle
değil, asıl cennet bahçelerine gidenler orada ebediyyen kalırlar, ki bütün
müjde bundadır. Ve bütün saadet bundadır ve "en büyük rıdvân"
(Allah'ın en büyük rızası) bundadır. "Güzel davrananlara daha güzel
karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 10/26).
Birtakım kimseler, bu gibi müjdelerde,
bilhassa rızıktan ve kadından bahsedilmesine itiraz etmek istiyorlar ve:
"Dine ait duygular insanı bunlardan kesip, yalnız ruhanî lezzetler ile
uğraştırmalı." diyorlar. Fakat şurası gariptir ki, böyle diyenlerin hepsi
bu iki cisme ait zevk için can verenlerin yanında ortaya çıkıyor. Halbuki bu
müjdeler, görüldüğü üzere, her yönü tamamen toplayıcı bulunuyor. Ve ahiret
zevklerinde, dünyadaki zevklerden hiç birinin aynısı, benzeri eksik olmadığını
ve bunun karşısında dünyaya ait şehvetlerin adiliğini, çirkinliğini de
gösteriyor.
Kur'ân'a ait açıklamaları kötü telakki ile
karşılamak isteyenleri hem red ve hem doğru yola getirmek için şimdi de
Kur'ân'ın dilinin üslubu hakkında bir hatırlatma yapılacaktır. Vaktiyle
kâfirlerden bazıları: "Allah her şeyi doğrudan doğruya gerçekliğiyle
anlatıvermeli idi. Temsiller, teşbihler Allah kelamında yakışır mı? Hem bu
temsiller, bu meseller, zübâb (sinek), beyt-i ankebût (örümcek yuvası) gibi
sineğe, örümcek yuvasına kadar iniliyor. bunlar Allah için ayıp değil mi?"
gibi mânâsız sözler söylemişlerdi. Şu halde bunları red ve herkese gerçeği
açıklamak için beyan etmede bazan mesel îrad etmenin kıymeti bulunduğuna,
meselin de bir gerçeği kapsadığına ve bu sebeple Kur'ân lisanında yerine göre
tahkik gibi temsilin de varlığına ve bunların hafife alınmaması, kötü yorumlara
uğratılmaması ve bu yüzden sapıklığa düşülmemesi ve hepsinin Allah yanında hak
olduğuna iman edilmesi gereğine tenbih ederek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
26- Muhakkak ki Allah bir sivri sineği, hatta
daha üstününü misal getirmekten çekinmez. İman edenler bilirler ki, o şüphesiz
haktır, Rabb'-lerındandır. Ama küfre saplananlar: "Allah böyle bir misal
ile ne demek istedi?" derler. Allah onunla birçoklarını şaşırtır, yine
onunla birçoklarını yola getirir. Onunla ancak o fasıkları şaşırtır.
27- Onlar ki, söz verip andlaştıktan sonra
Allah'a verdikleri sözü bozarlar. Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi (iman
ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte
zarara uğrayanlar onlardır.
26-Allah'a mesel yapmak, mesel söylemek
yakışmaz mı sanırlar? şu muhakkaktır ki Allah Teâlâ herhangi bir şeyi mesel
olarak söylemekten çekinmez. o şey isterse bir sivri sinek ve üstündeki kanat
ve saire gibi ufak tefek de olsun. Diğer deyişle küçüklükte üstünü (yani daha
aşağısı) olsun. Bununla beraber Kur'ân'ın nazmı bizim (aşağı yukarı) dediğimiz
gibi daha yukarı ve daha aşağı demek de olabilir.
"Darb-ı mesel" (ata sözü) deyimi,
"mesel-i madrûb" yani "söylenegelmiş" meşhur mesel mânâsına
da kullanılır ise de aslında "mesel darbetmek" yani meseli yerinde
kullanmak ve tatbik etmek, yerine göre "iyice yapıştırmak" demektir
ki, yeniden bir mesel koymak ve inşâ etmek değildir. Temsil ise geneldir. Fakat
Kur'ân'daki meseller, genel olarak bağımsız bir şekilde kurulmuş temsiller
olduğu halde, aynı şekilde tatbik de edilmiş olması itibariyle "darb"
tabir olunmuştur. Şu halde burada temsil yerine bu deyimin ve aynı şekilde
"istihya" (utanmak) lafzının kullanılmalarında bile aynı bir tatbikı
vardır. Şunu unutmamak gerekir ki, Cenab-ı Allah mesel ve misali (yani temsil
durumunu) yapmamış olsaydı insanlar hiçbir şey anlayamazlardı. Özellikle
hissedilen şeylerden hiçbir şey bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî ve hatta aklî
suretler (biçimler) gerçeğe göre bir mesel, bir temsildir. Bunun içindir ki,
insan kendini kendi nefsinde mücerred (soyut) "ben" demekten başka
bir şekilde bilmez. Zira ne hissî, ne aklî, misalî biçimini kapsamış değildir.
Onu alırsa "İnsan insanın aynasıdır." sözüne göre dışından alır.
Demek ki maneviyatın ve aklî gerçeklerin mesel ile anlatımında büyük hikmetler
saklıdır. Bu sebepledir ki, geçmişte inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha
çoktu. Fakat Kur'ân, histen çok, akla hitap ettiği için tahkîki, açık hükümleri
daha çok tercih etmiş ve bununla beraber hisleri de mahrum bırakmamıştır. Ve
bunların mühim bir kısmında (özellikle geçmiş kitapların tahrife ve kötü
tefsire uğrayan mânâlarını tahkîk, düzeltme ve akla yakınlaştırma
gibi)hikmetler mevcuttur. Böyle ilmin esası ve mühim, terbiye ve hidayetin
sırrı ile ilgili mesel getirmekten Cenab-ı Allah çekinmez ve şu halde iman ehli
olanlar her zaman bilirler ki, Allah'ın yaptığı mesel, Rablerinden gelmiş
olması itibariyle mutlaka haktır. Bunda ilâhî bir sır muhakkak vardır. Ve ilâhî
mesel, muhakkak bir denklik ve benzerlik tarafı içerir. Bu benzeyiş açık ise
onu bilirler; gizli ise "İlim, Allah katındadır." derler ve
doğruluğuna iman ederler.
Hak, aslında sabit ve aklın inkâr edemiyeceği
derecede sabitliği kesin olan demektir. Varlığı kendisinden olup, başkasından
olmayan Hak Teâlâ'dır. O'nun yardımıyle, onun dışında olanlar da zatında mümkün
olanlardır. Bu mânâ ile hak ve hakikat zaten birdir. İtibarî olarak ayrıdır,
ikisinin de çoğulu "hakâik" gelir. "Hukuk"un tekili olan
"hak" da, İslâm'da bu mânâdan alınmıştır ki, lehde olarak sabit ve
vacib olan demektir. Aleyhte olursa görev ve vecîbe olur. Sözün kısası
"hak" fikrin, sözün uyduğu olayın ismidir. Bununla beraber bu ölçü
ile uyuşan söz ve inanca da söylenir.
Küfür ile nitelenmiş olanlara gelince Allah
bununla, bu garip belirsiz mesel ile ne demek istemiş sanki? Bundan kastı
nedir? derler. Bir taraftan hafife almak, diğer taraftan hidayeti kötü
yorumlayarak sapıklığa düşmek isterler. Bunlar, Allah'ın ne kastettiğini
öğrenirlerse inanacaklar mı? İşte Allah bu sebeple birçoğunu sapıklığa düşürür,
onları sapkın yapar, istedikleri sapıklığı yaratır. Birçoğuna da hidayet verir,
onlara da hidayet yaratır. Zira hâlık (yaratan) birdir, o da her şeyin
yaratıcısı olan Allah'tır. Hidayetin yaratıcısı Allah olduğu gibi, sapıklığın
yaratıcısı da Allah'tır. Allah yaratmasaydı ve herkesi hidayete mecbur etseydi,
sapıklık denen şey insanların istemesiyle var olamazdı. Halbuki sapıklık da bir
hak etmedir. Ve Allah Teâlâ'nın sapıklığı yaratması, onu isteyen mahluklarının
-sorumluluk kendilerine ait olmak üzere- isteklerini yerine getirmek gibi bir
ilâhlık ve rablık şânıdır. Yoksa başlangıçta hidayet yaratılışıyla yarattığı
kullarından hiç birini Allah zorla sapıtmaz, mutlak yasaklama ve tam zorlama da
Allah'ın merhametli olmasına yakışmaz. Bunun için sapıtma, sapıklığı yaratma
Allah'ın şanına nasıl yaraşır? O'nun güzel isimleri arasında "mudıl"
(saptırıcı) isminin bulunmasını akıl nasıl kabul eder? diye hatıra gelmesi
düşünülen bir mukadder (takdir edilmiş) soruya cevap olarak derhal şu başlangıç
cümlesi ilave buyurulmuştur: fakat Allah bununla fasıklardan sapıklığı hak
etmiş olanlardan başkasını saptırmaz .
27-O fasıklar ki antlaşmalarını bozarlar, hem
de Allah'ın anlaşmasını bozarlar, bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra
yaparlar. İlk yaratılışta "ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım
dileriz" kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında
yapılmış olan ezeli antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait
genel kanunu, yukarda görüldüğü üzere, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip
te'kit edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile
takviye, diğer taraftan kalb ve dil bakımından iman ve ikrar ile
kuvvetlendirdikten sonra bu ilâhî antlaşmayı ve misakı kendi kendilerine
bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman etmemeye veya imandan çıkmaya
çalışırlar. Fıkıhda: "Bir kimse kendi tarafından tamam olan bir şeyin
bozulmasına çalışırsa, çalışması reddedilir." kaidesi bu gibi âyetlerden
alınmıştır. ve Allah'ın birleşmesini emrettiği şeyi keserler, güzel amel
yapmazlar, kurtuluşu temin eden emirlerinin ve ilâhî hükümlerin tersine hareket
ederler. İsyanlar ve büyük günahlarla daima yeryüzünde de fesat çıkarırlar. İşte
Allah böyle fasıkları sapıklığa düşürür. Şimdi bunların durumlarını da
anlayınız: bunlar işte bütün zarara uğrayanlar güruhudurlar. Kazançtan mahrum,
işi, gücü zarar ve ziyan olan kimseler diye asıl bunlara denir.
"Fısk", asıl lügatta
"huruc" (çıkmak) anlamındadır. Nitekim delikten çıkan farelere
"fasıklar" denir. Din dilinde, "büyük günah işlemek suretiyle
Allah'a uymaktan dışarı çıkma" mânâsınadır ki, küçük günahlarda ısrar
etmek de bu cümledendir. Ve şer'î bakımdan fıskın üç derecesi vardır: Birincisi
günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek. İkincisi üzerine
düşerek devamlı yapmak.
Üçüncüsü çirkinliği inkâr ederek yapmaktır. Bu
üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fasık bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet
mezhebinde mümin adı kendisinden alınmaz. Şu halde fasık vasfı içinde kafirler
bulunabileceği gibi, imanını kaybetmemiş olanlar da bulunabilir. Mu'tezile
mezhebindekiler, bu kısmı ne mümin, ne kâfir, ikisi ortası saymışlar; Hâricîler
ise üçünü de kâfir saymışlardır. Bununla beraber bu âyet-i kerimede, ile
nitelenen fasıkların küfürlerinde, dinden çıkışlarında söz yoktur. Çünkü bunda
üç vasıf zikredilmiştir. Allah'a verdiği sözü bozup inancını bozmak, ilâhî
emrin aksini yapmak, yasaklananları yapmakla da yeryüzünü fesada vermek. Bunun
üçü birleşince de küfür gerçekleşir. Nitekim üst tarafında da "Ama küfre
saplananlar; Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?" derler."
buyurulmuştur. Ve işte Kur'ân'a mahsus temsilleri kötü yorum ve hafife alma ile
ilâhî saptırmayı hak eden zarara uğrayanlar bunlardır. Bu kıssada en dikkate
değer olan noktalardan birisi, yukardaki âyetlerde yalnız iman ve küfür
karşılığı esas iken, burada hem iman ve hem güzel amel toplamına karşılık olmak
üzere ayrıca da fısk ve fasıkların bahis konusu edilmesi ve Kur'ân'a ait temsillerin
kötü bir yorum ile ele alınması meselesinin bilhassa küfür, sapma ve fısk
hasletleriyle ilgili gösterilmesidir. Demek ki fısk, biri ilmî, diğeri amelî
iki yönü içerir. Asıl küfür, ilmî yönündedir. Bu da bilir bilmez kötü yorum
meselesine dönüşür. Buna da en çok temsiller ve müteşabihler vesile yapılır. Ve
bu çoğunlukla amelî küfür ile de beraber olur. Bu gibileri red ve korkutmak
için Cenab-ı Hak ilâhî kelamında hakikatlar asıl olmakla beraber, yerine göre
temsillerin de varlığını ve bunun esası olan hak nokta-i nazarına muhalif
değil, belki gerekli olduğunu ve şu halde bunları esasen hak bilmek de iman
cümlesinden birisi olduğunu bir esas, bir inanç kaidesi halinde açıklamış ve bu
şekilde Kur'ân'ın üslubu hakkında önemli bir açıklama yapmıştır. "İlle
onun te'vilini mi gözetiyorlar? Onun te'vili geldiği gün, önceden onu unutmuş
olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbımizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi
bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler. Yahut tekrar geri
(dünyaya) döndürülmemiz mümkün mü ki (orada eski) yaptıklarımızdan başkasını
yapalım?" Onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler
kendilerinden saptı." (A'râf, 7/53). Şu halde hak olan temsillere inan;
istenilen ameli işle; yorumunu geleceğe, olayların cereyanına bırak, zamanı
gelince anlarsın.
Özetle fısk, ya küfrü veya küfrân (İslâmı
inkâr)ı ihtiva eder ve sonucu zarardır.
Bunun için Cenâb-ı Allah bunu gayb şeklinde ve
güya bir nazariye (varsayım) halinde ve bununla beraber olayı gören bir
nazariye halinde çirkin gösterdikten sonra şimdi irşad makamında bir iltifat
ile genel hitabına bir özel parıltı veriyor. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
28- Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü
idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek,
sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.
29- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin
için yarattı . Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her
şeyi bilir.
28-Bu iki âyette bütün dünya ve ahiret
ilimleri saklıdır. Hayat, hayatın akışı, hayatın gayesi gösteriliyor. İnsana
ait yaratılışın, Allah katındaki kıymeti anlatılıyor. İnsanın yer ve gökyüzü,
hepsinden faydalanma hakkı kaydediliyor. Yaratılışın ve yaratıcının delilleri
özetleniyor. Allah'ın yaratması, acıması, lütuf ve keremi isbat olunuyor. Özet
olarak beşerin ruhu, yeryüzünden gökyüzüne, hissolunandan düşünülene
yükseltiliyor ve bu gerçekler karşısında küfür ve inkâra nasıl sapılabileceği
bir istifhâm-ı inkârî ile soruluyor ki, bu iltifat (sözü çevirme)daki
belağatın, nezahatin, ulviyetin, ilmîliğin, gerçeğin, ahlâkın parlaklığına ve
hoşluğuna hayran olmamak mümkün değildir. Küfür ve küfrânı kötülemek ve
insanları ondan uzak tutmak için bu sorudaki etkinin şiddeti ne kadar büyüktür!
Ey insanlar, insan adını taşıyanlar ve
özellikle ey kâfirler, ey münafıklar, ey fâsıklar! Allah'a nasıl nankörlük eder
de ilmî ve amelî küfür ve inkâra sapabilirsiniz? Az çok irfan ve ahlâkı olanlar
için bu nasıl düşünülebilir? halbuki siz hepiniz, gerek her biriniz, gerek
tümünüz başlangıçta hep ölü idiniz, ölüler halindeydiniz, hayatınız yoktu. O
zaman şahsî olarak neyiniz vardı? Şimdilik haydi ilerisi dursun, fakat en az
bir toprak ve nihayet babanızın belinde bir nutfe, bir sümük olduğunuzu
hatırlarsınız ya? Gerçekten siz böyle cansız ölüler halindeydiniz. Ölülerin
kabre taşındığı gibi öteye beriye taşınıp duruyordunuz. Böyle iken Allah size
hayat (canlılık) verdi. Nefes alıp verir, gıdalanır, ürer, duyar, düşünür,
ister, istediği yere gider, istediği işi yapar, çevresindeki dışa ait olaylara
fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli
birer insan yaptı. Bunları yapan kim ise, işte Allah odur. İyi düşününüz, bu
hayat sizin kendinizin midir? Kendi şahsî malınız, mülkünüz müdür? Elbette
değil, o kadar değil ki, bir kılınızın rengini değiştiremezsiniz. Malum ya, ne
de olsa, siz hayatı seversiniz ve ona herşeyi feda etmek istersiniz. Hayatınıza
faydası dokunacağını sandığınız kimselerin karşısında takla atarsınız. Onlara
kul köle olursunuz. Halbuki kendinizi, bundan önceki halinizi, geleceğinizi
düşünecek olursanız, bu hayatın sizin kendi malınız olmadığını anlarsınız. O
halde bu hayatı size bahşeden Allah Teâlâ'yı nasıl inkâr eder ve O'na nasıl
nankörlük edersiniz? Ediyorsunuz? Allah size hiçbir şey yapmamış ve yapmıyacak
olsa bile hayatınızın sahibi olduğu için, sizin O'na iman ve kulluk etmeniz,
hayat sevdasıyla Allah'ı unutmamanız gerekir. Hem siz bu hayatı o kadar
benimsemeyiniz. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürür, öldürüyor ve
öldürecek. Şimdi diyeceksiniz ki: "İşte biz de buna kızıyor ve bundan yüz
buluyoruz ya! İman ve kulluk etsek de, etmesek de verilen hayatımızın sonra
elimizden alındığını görüyoruz. Madem ki öleceğiz ve madem ki Allah verdiğini
alıyor, o halde hayat elimize geçmişken iyi kötü mümkün olan ne zevki varsa
görelim, diyoruz. Ölüm derdi, o evleri yıkan, zevkleri perişan eden, çocukları
yetim, kadınları dul bırakan, hayatlara kıyan, hayatları pençesinde kıvrandıran
o ölüm musibeti madem ki nasıl olsa yakayı bırakmıyor, artık dünyaya bir daha
gelecek değiliz ya! Şu geçici hayata bütün ihtirâs (aşırı istek) ile sarılalım
ve keyfimiz için ne yapabilirsek yapalım" demekten kendimizi alamıyoruz
ya! Fakat bu ne kadar yanlıştır ve ne bedbaht bir zevktir! Böyle olsaydı bile,
hayatın bu zevklerini böyle körü körüne ve çılgıncasına değil, meşru (dine
uygun) yoluyla istifadeye çalışmak ve Allah Teâlâ'ya ihlâs ve teşekkürü en
büyük bir zevk bilmek ve O'na büyük bir sevgi ve korku beslemek gerekirdi. Ve
bunun o zaman hayatta da genel ve kapsamlı faydaları görülürdü. Halbuki iş bu
kadar değil, bunun ilerisi de var. O sizi öldürdükten sonra yine diriltir ve
diriltecektir. Size önce verdiği gibi ve hatta ondan daha yüksek yine bir hayat
verir ve verecektir. Ba'sü ba'de'l-mevt (öldükten sonra dirilmek) de haktır.
Görmez misin olan yine olur. Eğer olmasaydı sen kâinatta hiçbir kanun
göremezdin. Bir yaptığını bir daha yapamazdın. İlimden, sanattan hiçbir hissen
olmazdı. Sen bu sayededir ki hangi şeyi iyi bilirsen onu bir daha ve bir daha
yapabilirsin. Tohumlarını bu sayede eker, çiftlerini bu sayede sürer,
hasılatını bu sayede kaldırırsın. Atlara, arabalara, trenlere, otomobillere,
vapurlara, uçaklara bu sayede biner; onları da bu sayede yapabilirsin. Sen
hayat kanununu tamamen bilseydin, bu konuda hiçbir şüphe taşımazdın. O zaman
sen bile bir hayat sahibi yapabilir ve onu bozduktan sonra tekrar yine
yapabilirdin. Şimdi yapamıyorsan ilim ve fennin, kudret ve sanatın buna
yetişmiyorsa, henüz hayat kanununu bilemediğinden, henüz maddelerin, ruhların
ilk sırlarına nüfuz edemediğinden, daha esasında yaratmak, halketmek kudretine
bizzat sahip olamadığındandır. Zaten sen maddenin aslını, kuvveti göremezsin.
Gördüğün onların sonuçları, görünüşleridir. İlmin, fennin, kudretin de bunlara
uygundur. Bunların içinde düşündüğün ilk maddeyi bulsan, onların sırlarına da
nüfuz etsen acaba bütün kuvvetleri, ruhları, melekleri keşfetmiş olacak mısın?
Yaratma gücüne esasından sahip olacak mısın? Hayır! Maddeyi veya kuvveti
aslından yok edecek veya meydana getirebilecek misin? Kendi kendine hayır.
Fakat onları olduğu kadar alıp, Hak Teâlâ'nın verdiği ruhunla tasarruf
edebileceksen ve bizzat Hak Teâlâ'ya daha hususî bir ilgi kurabilirsen, o zaman
Allah'ın izniyle yaşama ve yaşatma sırrına da vâkıf olabilirsin. Sen bunları
henüz bilemiyor, yapamıyorsan hayat kanununun aslına eremiyorsan, ortada var
olan yaşamayı ve yaşatmayı da inkar edemezsin ya? Gerçekte bir hayatın ve bir
hayat kanununun akışında şüphe edemezsin ya? Ve hele bu kanunun sende, senin
kendinde tatbik edilmiş bulunduğunda şüphe etmenin hiç mânâsı yoktur ya? O
halde bu delil ile şunu zorunlu olarak bilirsin ki, bu hayatı yapan ve bunun
kanununu bilen bir yüksek zat vardır. Hayat ve hayat kanunu hak ve onu yapan ve
bilen Hak Teâlâ'dır. Şu halde olan yine olacak, ölen yine dirilecektir. Ve bunu
ancak Allah yapabilecektir. Nasıl ve nerede yapacağına gelince onu kendi bilir.
Bize bildirdiği yapacağı ve her halde yapacağıdır. Dilerse yerde yapar, dilerse
göğe çıkarır, dilerse kabirde yapar, dilerse kıyamette. Her halde bu bizim
diğer bir halimiz, diğer bir hayatımız olacaktır ki, onun durumlarını
açıklamaya bugünkü akıllarımızın yeteneği yoktur. O, ahiret âlemidir. Onunla
aramızda geçilecek "berzah" vardır. Kabir âlemi, kabir hayatı Cenab-ı
Hak cümlemize yardım etsin, bu geçitleri kolaylıkla, tatlılıkla geçirtsin,
kâmil iman, güzel amel ile hüsn-i hâtime (güzel son) nasip etsin. Buradaki
"sonra sizi diriltir" kabir hayatı ile de tefsir edilmiştir. Kıyametten
sonra dirilme ile de tefsir edilmiştir. Hangisiyle olursa olsun işler bununla
da kalmayacaktır. sonra hepiniz ona döndürüleceksiniz. Bu ilk hayatta ne huy
kazandınızsa, ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına ereceksiniz.
"Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca
şer yapmışsa onu görür." (Zilzâl, 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Ve o
zaman cennet ve rıdvan ehli: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a
hamdolsun." (Zümer, 39/75) diyecektir.
29-Sonuç böyle. Bir de Allah Teâlâ'nın dünkü
ve bugünkü lütuflarını dinleyiniz: O Allah, o şan sahibi Yaratıcıdır ki,
bakınız size neler ihsan etmiş: önce şu altınızdaki yeri ve bu yerde bulunan
şeylerin hepsini: unsurları, bileşiklerini, denizleri, karaları, dağları,
dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları, madenleri, otları,
ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, hasılı denilen şeylerin
hepsini sizin için, sizin hayatınız ve ölümünüzde faydalanmanız için yarattı.
Hep bunları, insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak için yarattı.
Hepsini insanlara itaatlı, çekici ve mübah kıldı. Şu halde esas itibariyle
bunların hepsinden insanlar için bir faydalanma hakkı ve bir faydalanma şekli
vardır. Ve bu faydalanma şekli bazısında müsbet ve bazısında menfi bir durumdadır.
Hepsinin faydalı olması, her birinin, her şekilde ve herkes için faydalı olması
demek olmaz. Bir kısmında zararlı olma durumu da vardır. Bu yönden yine
Allah'ın ikinci derecede ayrı tutacağı zararlı bazı haram kılınan şeyler ve
kötülükler gibi hususlardan ve bir de birbirinize göre kazanılmış hak olmuş
mallar ve mülkler gibi şeylerin dışında faydalanma sizin için mübah
kılınmıştır. Buna Fıkıh ilminde "ibâha-i asliyye = aslî mübah etme"
denir. Ve bu serbest kılmanın delili yalnız akıl değil, bu nasstır.
"Canlar, ırz ve namusun dışında eşyada aslolan mübah olmaktır. Özel bir
haram olma delili bulunmadıkça mübah ile amel olunur." şeklindeki fıkıh
kaidesi bu nasdan alınmıştır. Yalnız akıllara kalsaydı, kimi hep mübah der,
kimi hep haram der, kimi de şaşırır kalırdı. Nitekim öyle olmuş ve olmaktadır.
Burada şuna dikkat etmek gerekir ki, bu serbestlik, insanların tümüne eşit
olarak yapılmış; insanlar insan için yaratılmamış ve birbirlerine mübah
kılınmamıştır. Bunun için insanların canları, ırzları, birbirlerine mübah
değildir. Hatta bir insan kendi canını, ırzını bile dilediği gibi kullanmaya
izinli değildir. İnsanlar, kendileri için değil, Allah'a kulluk için
yaratılmışlardır.
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana
kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56). Şu halde insanların
kendini öldürmeye, kendini veya ırzını başkasına satmaya hakkı yoktur. Ancak
Allah'ın emrine ve hükümlerine uygun meşru nikaha izinlidir. Tersinde günahkâr
olur. İnsanların amelleri, malları, mülkleri de birbirlerine karşı kendilerine
bağlanmıştır. Bunlar da diğerlerine yasaklanmıştır. Fakat kendileri için mübah
olduğundan kendi rızalarıyle diğerlerine de terkedebilir ve verebilirler.
Akidler (anlaşmalar) ve malî işlemler bu esas üzerine yürür. Hâsılı hayat
hakkına, hürriyet hakkına ve namus hakkına hiçbir kimsenin karışma hakkı
yoktur. Bunlar insanın doğrudan doğruya Allah hakkı olan esasa dair haklarıdır.
Ve bunlara saldırma, tecavüz büyük günahlardandır. Akıl ve din de
böyledir.Canlarda, ırz ve namusda, akılda, dinde aslolan, mübah olma değil
haram olmadır.
İşte Cenab-ı Allah insanları bu kadar yüksek
yaratmış ve böyle yaratmak ve böyle yaşatmak için önce bütün yeryüzünü ve
yeryüzündeki bütün şeyleri yaratıp onların faydalanmasına hazır kılmış, bunları
onlar için yaratmış ve hatta bu kadarla da kalmamış, sonra yukarıya da geçmiş,
gök yüzüne doğrulmuş, iradesini göklere çevirmiş ve bunun üzerine gökyüzünün
parçalarını, bunlardan özellikle "yedi sema"yı düzeltmiş, yeryüzünün
yaratılması üzerine bunlarda da değişiklik yapmış, ortaya çıkan değişim
bunalımını nizama koymuş, bunlardan da yeryüzüne ve insanlara faydalar
sağlamıştır. Bu sayededir ki insanlar bu görkemli bina içinde yaşarlar, yerler,
içerler, sulanırlar, nefes alırlar, ışık, ısı alırlar, Hakk'ın alametlerini
görerek, ilimler, fenler edinirler. Bakışlarıyla, ruhlarıyla ve hatta Allah
nasip edince cisimleriyle çıkarlar, mirac yaparlar kısmı zamirinden bedeldir ve
bedel-i bâz olduğu açıktır. Çünkü buyurulmayıp parçalara ve fertlere veya
çeşitlere işaret ederek buyurulması kısımlara ayırma karinesidir.
Burada insanların hayattan önce ölüler ve
hatta insan cinsinin yok olduğu devirlerin bir özeti, (Bakara, 2/22) âyetinin
bir açıklaması ve vasfının bir isbatı ve beşer hayatının şimdiki ve geçmişteki
şartlarının bir tasviri ve insan yaratılışının kıymet ve yüksekliği, nihayet
ilâhî yardım ve rahmetin genişliği ile Allah'ın zat ve sıfatlarını inkârcılara
isbat ve teşekkür ile kulluk görevine davet vardır ki, Şeyh Sadî merhum
"Gülistan"ında bu kavramı şöyle ifade etmiştir:
"Bulut, rüzgar, ay, güneş, felek hepsi
işlerinde çalışıyorlar. Tâ ki sen eline bir ekmek geçirebilesin ve gafletle
yemeyesin."
Demek Allah Teâlâ insanı yalnız, yerde
yaşayacak ve yerdeki şeylerden faydalanabilecek bir halde yaratmamış, ona
gökyüzünden de bir faydalanma hissesi ayırmış ve hatta bununla ilgili olarak
göklerin yedisinde değişiklik yapmıştır. Şu halde insan yalnız yeryüzüne has
bir yaratık değildir. O, yerlerde daralırsa göklerden faydalanmaya izinlidir.
Fakat bunun için önce ruhu semâvîlik hislerini duymalı ve Allah'ı tanımalıdır.
Yeryüzünün şehvetli ve hayvanî düşüklüklerinde boğulanlar ise bu yükselişten
mahrumdurlar. "Yarın yerdeki nimetler tükenecek biz aç kalacağız."
diye ağlar dururlar.
Şüphe yok ki önce yerdekilerin yaratılışı,
sonra da göklerin düzeltilmesi meselesinde sonralık (yani nin mânâsı) zaman
itibariyle değil, rütbe bakımından (yani ifade nokta-i nazarından) bir
sonralıktır. Zira bu konuda açıklamanın gayesi, insanların aydınlatılmasıdır.
Halbuki beşer idraki bakımından âlemin merkezi insanın kendisidir. Bütün dış
idraki bu merkezde toplanır. İdrakin çekiciliği "ben"den başlar. Buna
birinci derecede yakın olan da ayağının altındaki yer ve sonra göktür. Çünkü
insan yeri önce dokunuculuğu ve kendi ağırlığıyle tanır. Dokunma ise diğer duyulardan
öncedir. Ve idraki en yakındandır ve hatta bu seviyeden pek yükselememiş olan
nice insanlar vardır ki, kendisini sadece yerle ilgilenen bir yaratık sanır. Ve
semadaki menfaatlerinden gafildir. Cenab-ı Hak da uyarmalarını, beşer idrakinin
bu akışına göre açıklamıştır ki, bunun dış görünüşünden yer, semadan önce
yaratılmış gibi anlamamalıdır. Bununla beraber burada semaların düzeltilmesinin
hakiki ve zamanla ilgili bir gecikmesine işaret yok demek de doğru değildir.
Bazı tefsircilerin anladıkları üzere (sonra) hakikat olarak alınabilir. Gerçi
yer mutlaka semadan önce yaratılmış değildir "Yerle gök bitişik idi."
(Enbiya, 21/30). Fakat yerin hilkat fezasında bir özel cisim olarak yaratıldığı
zaman ile ondan önceki semaya ait tesviyenin aynen kalmaması gerekirdi. Bugün
fen bilimleri bakımından düşünebiliriz ki, yeryüzü oluştuğu andan itibaren özel
ağırlığı, çekiciliği, iticiliği bakımından mensub olduğu gök cisimleri
sisteminin durumlarında ve arada hapsedilmiş dalgada, esire ait dumanda, genel
çekim nizamının bir değişimi, bir inkılâbı olmuştur. Şu halde yer çekimi ile
ilgili olan yedi semanın tesviyesi ve nizamı, yerin yaratılmasından önce değil,
sonra olması gerekir. Ve bu şekilde yer çekiminin ortaya çıkmasından asla
müteessir olmayan semanın yönü bu tesviyede dahil olmaz ve onlar bu yedi
semanın arkası kalır.
Bugünkü fen, astronomi ilmi henüz gök
cisimlerinin ikisinden fazlası arasındaki çekim değişimlerini hesap
edebilmekten aciz kaldığı için, Kur'ân'daki bu tesviyenin sınırlarını tayin
edebilmekten uzaktır.
Bu "yedi sema"nın tefsir ve
yorumunda başlıca iki düşünce vardır: Birisi yerden Venüs'e kadar bir;
Venüs'ten Merkür'e kadar iki; Merkür'den Güneş'e üç; Güneş'ten Merih'e yahut
yine yerden Merih'e dört; Merih'ten Jüpiter'e beş; Jüpiter'den Satürn'e altı;
Satürn'den daha ilerisine kadar yedidir ki, sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve
Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün olanlar hep bu yedinci hudud
içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu "yedi sema" özellikle yerin
yaratılması üzerine tesviyeye dahil olanlardır. Bugün bu tesviyenin daha ileri
gittiği isbat edilemez. Bu düşünce çoğunlukla, astronomi ilmi görüşünü takip
edenlerindir ki, zamanımızın astronomi görüşüne de aykırı değildir. Zira bunda
bahis konusu yerin merkezliği değil, yere göğe gök kelimesinin tatbikidir.
Güneş sisteminde dünya merkez olmamakla beraber bizim tahtımız, idrak ve
düşüncemizin başlangıcı da bizzat kendimiz ve yerin çekimi olduğundan, bu
tertip o itibarladır ve izafîdir. Başka bir gezegende bulunsak, o zaman bunu o yer
tasavvur etmemiz gerekirdi. Mesela Güneşte bulunduğumuzu farzedersek Merkür
bir, Venüs iki, Dünya üç, Merih dört, Müşteri beş, Satürn altı, ilerisi yedi
deriz ve bu misale göre yedi tane de yer tasavvur etmemiz gerekir. Eski
Batlamyus astronomisini takip edenler Ay'ı birinci gezegen saydıklarından,
ondan başlarlardı ve yedincisi Satürn'e dayanırdı ve Kur'ân'daki sema
âyetlerini o astronomiye tatbik etmek için fen derdiyle zahmetler çekerlerdi.
Gerçekte astronomi ilminin matematikle ilgili olan hesap meseleleri ve çok eski
zamanlardan beri ay tutulması ve güneş tutulması hesaplarındaki isabetlerin
inkâr edilmemesi gerekirdi. Fakat bunlarla astronominin ilmî prensiplerini
teşkil eden nazariyat (varsayımlar) ve hatta faraziyeleri ayırmak lazım
gelirdi. Mesela Batlamyus astronomisinin bütün esası şu görüşte toplanıyordu:
"Gezegenlerde iki hareket görülüyor. Bunun biri tabiî ise, diğeri her
halde zorla olması gerekir. Bu da her birinin bir yörüngede saplanmış olmasına
ve onun hareketiyle müteharrik (hareketli) olmasına bağlıdır. Şu halde yedi
gezegenin bir yörüngesi, sabit gök cisimlerinin de bir yörüngesi ve tümünü
kapsayan bir de Atlas yörüngesi vardır. Ve günlük hareket bu Atlas
yörüngesinindir." diyorlardı. Buna karşılık Tefsir âlimleri ve hatta Kelâm
bilginleri de bu görüşün kat'î olmadığını, diğer bir sebebin düşünülebileceğini
söylüyorlardı. Ve hatta ilk önce filozoflardan Sabit b. Kurre bir "çekim
nazariyesi"ni bile açıklamıştı. Gerçekten sonradan "genel çekim
nazariyesi" geliştirildi ve onun üzerine çok eski olan "skut (düşme)
nazariyesi"nin te'yidiyle yeni ve mükemmel bir astronomi ilmi kuruldu.
Fakat bu astronomi, eskisi gibi bütün âlemin tümünü kapsama davasından
vazgeçerek ciddi meşguliyet sınırını Güneş sistemi içine tahsis etti. Şu halde
bunda bu sistem dışına çıkılarak yapılan düşünceler sırf faraziyedir. Genel
çekim kanunu bugün adeta herkesçe bilinen bir gerçek halini almış bir ilmî konu
olmuştur. Ve gerçekten semalar (gökler)ın direksiz durmalarını açıklamak
bakımından da Kur'ân'a ait beyanlara çok uygundur. Ve henüz bu konuda istikrâî
(tüme varım) ve tecrübeye ait bir bozma örneği de görülmemiştir. Ancak
"cazibe" kelimesi o kadar mücerred (soyut) ve o kadar mânevî bir
kavram ifade ediyor ki, bunu bir "melek" kelimesiyle tasavvur etmek
ve bizzat ilâhî kudrete bağlamak daha ciddi ve daha hikmetli olurdu.
"Yedi semâ"daki diğer düşünceye
gelince: Dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin hepsi bir
semadır. Yedi semanın birincisidir. Ve bunun ötesinde bundan başka altı sema
daha vardır. Bunlar ruhanî ve akla uygun olarak düşünüldükleri zaman fezanın
cisimlere uygunluğu gibi aralarında uyma ve uygunluk kavramı daha açıktır.
"Biz dünya semasını yıldızların zinetiyle süsledik." (Saffât, 37/6)
ifadesi de bunda açıktır. Ve İslâm'da tefsir âlimlerinin en büyüklerinin
kanaatları budur. Sonra mi'rac hadiselerinde de semaların böyle ruhanî
mânâlarına işaret vardır. Cenab-ı Hak her an bunların çeşitli durumlarını
tesviye etmektedir. Ve bu tesviye maddî şeylere bağlı değildir ve hiç şüphesiz
yeri yaratması üzerine de bunlara bir özel tesviye vermiş ve arz üzerinde
yaratacağı insanların yaratılması ve sonra onların faydalanmaları için
meleklerine emirler vermiş, tesirler yaptırmış, âlemin fezasında cereyan eden
yeni bir sünnet açmıştır. Şimdi bazıları burada diyebilir ki, "acaip,
olayların cereyanı böyle ilmî midir? Bunları kör bir kuvvet, gelişi güzel,
tesadüfe bağlı olarak gerektirivermiş değil midir? Bu kadar sonsuz şeyler ilme
nasıl sığar? Ve insan yaratılmadan önce, onun yaratılacağı bilinip, hesap
edilerek yer ve gök ona göre nasıl hazırlanır?" Buna cevap olarak da
buyuruluyor ki, siz bunları uzak görmeyin O Allah her şeyi bilendir, ezelî ve
ebedî olarak bilendir. Onda bütün ilimlerin ilmi vardır. Onun ilmi olmasaydı
ilim nereden çıkardı? Sebepler ve müsebbeb (sonuç)lar birbirine nasıl bağlı
olurdu? Fen ilimleri nasıl kurulurdu? Yer ve gök hayata önceden hazırlanmış
olmasaydı hayat nasıl ortaya çıkardı? İşte Allah böyle bir Allah'tır. Ve
insanları böyle yüksek bir ilim ve kudretle, böyle geniş bir rahmetle yer ve
göğün bir ürünü, bir küçük nüshası ve belki büyük nüshası olarak yaratmıştır.
Ve bütün saadetlerinin sebeplerini de hazırlamıştır. Artık bu düşük, miskin
hayattan silkininiz, bu devirleri, bu nimetleri hatırlayınız. Ruhunuzun ne gibi
yüksekliklere aday kılındığını düşününüz. Bu yerde ve göklerde araştırmalar
yapınız, menfaatiniz için yaratılmış ve hazırlanmış olan şeyleri bulunuz ve
Allah yolunda bunlardan faydalanarak da diğer hayata, ahiret hayatına
hazırlanınız. Siz bütün bu mertebelerden geçirilip Allah'a döndürüleceksiniz.
Şu halde yükseliniz ve yükselmeye azmediniz. Şimdi bunlara karşı Allah'a nasıl
küfür veya küfrân (inkâr) edersiniz? Bu yükseklikleri, bu derinlikleri iyi
düşününüz. Bundan başka asıl (kök) ve nesebinizi bilmek ve bu nimetlerle bir
bina, bir döşek içinde yüksek kardeş hayatı yaşamak ve sizi aldatacak
fikirlerden sakınmak için şunu ibret nazariyle dinleyin ve ilme önem verin.
Alîm (her şeyi bilici) olan Allah'a bakınız ne buyuruyor:
Meâl-i Şerifi
30- Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada
bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni
överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben
sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
31- Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra
onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları
isimleriyle haber verin." dedi.
32- Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!).
Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen
bilensin, hakîmsin".
33- (Allah): "Ey Âdem, bunlara onları
isimleriyle haber ver." dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle
onları haber verince, (Allah): "Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını
bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim"
dememiş miydim?" dedi.
34- Ve o zaman meleklere: "Âdem'e secde
edin!" dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine
yediremedi, inkârcılardan oldu.
35- Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin
cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu
ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
36- Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını)
oradan kaydırdı, içinde bulundukları (cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de:
"Birbi
rinize düşman olarak inin, orada belirli bir
vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasib vardır." dedik. 37-
Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini
kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
38- Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan
inin. Size benim tarafımdan bir hidayet rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin
izinde giderse, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da
olmayacaklardır.
39- İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara
gelince, onlar da cehennem ehlidirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
30-Burada hitap yine önce Resulullah'a
yöneltilmiştir. Demek kıssanın içyüzünü hakkıyla o anlayacak ve izinli olduğu
kadar da o anlatacaktır. Bununla beraber buna, her ferde ait genel hitap neşesi
de verilmiştir. Demek ki bunda açık bir genel istifade de vardır. Ve her ferdin
bunu nefsinde anlaması ve tatbik etmesi istenir. Bunda açık olarak Allah'ın
yardımı, kaza ve kader, Allah katında Âdem'in kıymetinin başlangıcı, beşerî
üremenin başlangıcı, din, ilim ve dilin başlangıcı, vazife ve kardeşliğin
başlangıcı, sosyolojinin başlangıcı, hukukun başlangıcı vardır. Beşerî
üremenin; ilk din, ilim ve dil devrinden itibar edilmesi ve son beşeriyetin bu
başlangıca dayanmasının gereği ve insanlığın mahiyetinin tarifinde bunların
zatî bir kıymeti bulunduğu, fakat günah ve isyanın, hasımlık ve düşmanlığın
zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış telkinlerin eseri olduğu
anlatılıyor. Bu şekilde hıristiyanların "aslî günah" (peşe orijinal)
inançlarının doğru olmadığını; şeytanın mahiyetinin, insana ait mahiyetten
başka bir şey olduğu ve bu ikisi arasında eski bir düşmanlık bulunduğu;
şeytanın bu düşmanlıktan ayrılmayacağı, fakat insanlığın buna karşı kendine,
kendi yaratılışına sahip olarak nefsini ve türünü muhafaza ve müdafaa
edebileceği ve o zaman beşerî saadetin en yüksek sınırını bulacağı ve bu
hususta tevbenin kıymeti anlatılıyor. Beşerî üremenin başlangıcında terbiye
kanununun cereyanı, yeryüzünde insanlık türünün ezelî ve eski olmayıp, sonradan
ağır ağır meydana geldiği, yani bugünkü beşer türünün ezelî olmadığı ve bugünkü
üreme kanununun başlangıçta mevcut olmayıp, yeryüzünün bir olgun devresinden
sonra bizzat olağanüstü bir yaratma olayı ile başladığı ve şu halde tabiatın
ezelî olduğuna dair görüşün doğru olmadığı ve gerçekte yeryüzünün ateş devrinde
Pastör nazariyesinin cereyan etmesine imkan olmayacağından, bugün kanun olan
üremenin başlangıçta olağanüstü bir olayla sonuçlanacağı ve Zooloji ilminde
teselsül (zincirleme gitme)ün batıl olması ve yeryüzünün hâdis (sonradan olma)
olması esasından dolayı, başlangıçta kabulü zorunlu görülen tekevvün bizatihi
(kendi kendine olma) görünüşünün de ifadesini düzeltmesi gerekeceği, çünkü başlangıçta
kanun üstü böyle bir olay zaruri ise de bunun kendi kendine olmayıp yaratma ve
Allah'ın var etmesi eseri olduğu ve gerçekte böyle olmazsa ya ilim ve fenni
kökünden yıkacak olan illet (neden)siz, sebepsiz kendi kendine olan bir hadise
kabul edilmesi veya şimdiki üreme kanununun ve bunun cereyan ettiği yer
küresinin sonradan olma olmayıp, sonsuz şekilde ezelî ve ebedî olmalarının
tercih edilmesi gerekeceği, halbuki ilim ve fen nazarında arzın yaratılmışlığı
ve sonradan oluşu kuvvetli deliller ile zorunlu olarak sabit bulunduğu ve sonuç
olarak yeni felsefelerin ilim ve ahlâk bakımından insan yaratılışındaki
cereyanını isbata çalıştıkları, veraset kanununu (soya çekimi)n az çok bir
esası içerdiği ve fakat bunun da soya çekim şekliyle değil, hilâfet (sonra
gelme) şekliyle düşünülmesi gerektiği, yani her intikal (babadan oğula geçme)
de Allah Teâlâ'nın bizzat bir yaratma ve tesirinin gözetilmesi gerektiği ilim
ehline hatırlatılmış bulunuyor.
Evvela ilâhî takdir ve Allah'ın yardımı
hatırlatılarak buyuruluyor ki, "Vav" harfi yine geçmiş söze
atfedilmiştir. Ey Muhammed, ey Âdem oğlu, anılan nimetleri unutma ve o zamanı
da unutma ki, insanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce Rabb'ın ezelî iradesini
açıklayarak ve sonsuz kudretini göstererek meleklere: ben muhakkak yeryüzünde
bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim, demişti ki, meâli: Kendi
irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim, o bana
bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma
yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek. O
bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri icra
edecek değil. Ancak benim bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim
iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş
olacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra
edecek olanlar bulunacak. "Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur."
(Fâtır, 35/39) sırrı belli olacak. Bu mânâ, Ashab-ı kiramdan ve Tâbiinden uzun
uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özeti ve sonucudur.
Burada "yapacağım" demek, acaba
"yaratacağım" demek midir, değil midir? Bu tefsir yok değildir. fiili
bir mef'ul (tümleç)e müteaddî (geçişli) olursa "halk = yaratmak"
demek olur. Burada da "halk = " dan daha genel ve daha mutlaktır. Ve
ikisine de ihtimali vardır. "Halk = yaratma" meselesi ilerde
"Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu(n şeklini) düzeltip, ona ruhumdan
üflediğim zaman, derhal ona secdeye kapanın." (Sa'd, 38/71-72) âyetleriyle
belirtilecektir ki, iş bu tebliği, takdirinden sonra görünüyor. Arada zatın
takdiri ile sıfatın takdirinin farkı vardır. Dilimizde "kalfa"
deyiminin doğrusu olan halife kelimesi, (yani birinin arkasından makamına
oturmak mânâsıyla ilgili olarak) mânâsınadır. Yani aslı "halîf "dir.
Ve sonundaki bitişik tâ (tâ-i merbûta) mübalağa içindir. Şu halde isim olarak
kullanılan galip sıfatlardandır ki, Fransızca "reprezantan" kelimesi
de bu mânânın temsilcisidir, çoğulu "halâif" ve "hulefâ"
gelir, masdarı da "hilâfet"dir. "Hılâfet",
"vekalet" gibi, "asalet"in karşıtı olarak, başkasına vekil
olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak, onu temsil etmek demektir.
Râğıb'ın "Müfredât"ında açıkladığı üzere bu vekillik de ya aslın
kaybolmasından veya bir yardımdan veya aczinden, yahut da bunların hiçbiri
olmadığı halde sırf asîlin vekiline bir şeref bahşederek lütufta bulunmasından
doğar. Ve işte Cenab-ı Allah'ın yeryüzünde velilerini halife seçmesi bu
kabildendir. Demek ki her vekilin, halifenin kıymet ve şerefi, asilin şerefi ve
vekilliğin derecesine uygundur. Cenab-ı Allah da "yeryüzünde bir halife
yapacağım" deyince, kendilerini bir danışma makamında gören melekler, bir
taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir
yaratığa Allah tarafından böyle yüksek bir irade yetkisi verilmesinde bir şer
ihtimalinden de korktular. "Yerde" deyince "Ben, çamurdan bir
beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) takdiri anlaşılıyordu. Acaba bu
selahiyeti alan güzel kullanabilecek mi? Acaba bunu asalet zannederek kendi
çıkarına hükümler icrasına kalkışırsa yeryüzüne fesat vermeyecek mi? Cenab-ı
Hak henüz bu noktaları ve o yetkinin derecesini ve gizli hikmetlerini
bildirmemiş olduğu için melekler: orada (yani yeryüzünde) onu fesada verecek,
onda fesatlar çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse, bir âmil mi yapacaksın?
halbuki biz hep sana hamd ederek daima tesbih ediyoruz ve sana özel takdisler
(kutsamalar)imizi sunarız. Veya senin için kendimizi daima temizler, temiz
tutarız, dediler. Ve bu şekilde maksatları hâşâ itiraz olmayıp, hikmetini bir
istifsar (açıklanmasını istemek) olduğunu bildirdiler. Bununla beraber
hilafete, zımnen (üstü kapalı olarak) bir istek de ortaya attılar.
Tesbîh, Allah Teâlâ'yı tenzih etmek, yani en
kudsî zatını inanç, söz ve amel bakımından layık olmayan her türlü kusurdan arı
ve uzak tutmaktır. Aslı, suda pek iyi yüzerek uzaklara gitmek demek olan (sebh)
masdarındandır ki "tef'îl" vezninden gelişi teksîr (çoğaltma) ifade
eder. Allah'ı takdis de böyledir. Bu da esasında pek uzağa gitmek demek olan
(kuds)den alınmış olarak temizlemek, pek temiz tutmak mânâsınadır. Çünkü
"tathir", pislikten çok uzaklaştırmaktır. Bununla beraber demek
olduğu gibi "nefislerimizi, senin rızan için, temizliyoruz" demek de
olabilir ki, ikisiyle de rivayet gelmiş ve bunun için yukarda ikisine de işaret
edilmiştir.
MELÂİKE VE MELEK NEDİR?: Önce dil yönünü
inceleyelim: Ebu Hayyân Endelûsî gerek "Bahr-i Muhît" ismindeki büyük
tefsirinde ve gerek "en-Nehru'l-mâdd mine'l-Bahr" ismindeki özet
tefsirinde der ki: "Melek" aslî mim olarak kuvvet demek olan
"melk"den "feal" veznidir. "Feâile" ve
"feâil" vezninde "melâike" ve "melâik" diye çoğul
yapılması şâz (kural dışı) yoluyladır. Ebu Ubeyde bu fikre sahip olmuştur. Şu
halde "melek" lügat bakımından "kuvvetli", "kuvvet
sahibi" demektir. Lâm'ın esresiyle "melik" ve lâm'ın üstünüyle
"meleke" kelimelerinin mânâlarıyle ilgilidir. Fakat bu şekilde
"melâike", kıyasa uygun olmayan çoğul olur. Halbuki arapçada
kelimenin aslını bulmak için çoğul, esaslardan biridir. Bunun için diğer
taraftan mim zâid olup aslı "mel'ek"dir, deniliyor ki, İbnü Cerîr
et-Taberî de "Câmiu'l-Beyân"ında şöyle izah eder:
"Melâike", "mel'ek"in çoğuludur. Şu kadar ki, Arap'ta
tekilinin hemzesizi, hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur. "Melâike"den
bir melek" derler. Hemzesini kaldırarak harekesini kendinden önceki sakin
olacak olan lam'a naklederler ve çoğul yaptıkları zaman hemze ile aslına
döndürerek "melâike" derler ki, bunun örnekleri çoktur. gibi. Bununla
beraber tekilin hemze ile geldiği de vardır. Nitekim şair şöyle demiştir: ki burada
kelimesi demektir. Bazan tekilinde "me'lek" de denilir ki, bu da
yerine yerine denilmesi gibi kalb (bir harfin yerine diğer bir harfi
getirmek)tir. Dilimizde bu gibi harf değişiminin misalleri çoktur. Mesela
köprü, toprak, ekşi yerinde, körpü, torpak, eşki gibi. Fakat tekilinde
denildiği zaman çoğulunda da denilmesi gerekirdi. Halbuki böyle çoğul yapıldığı
ezberimde değildir. Bazan "melâik" ve "melâike" diye çoğul
yapılır. "Mesmâ", "mesâmî", "mesâmia" gibi. İş bu
"melek" kelimesinin aslı "mef'al" vezninde risalet
(elçilik) mânâsınadır ki (ona bir risalet gönderdi) diyecek yerde fiilinden
gelir. "Me'lek" de aynı şekilde (ona gönderdim) mânâsına fiilinden
mimli masdardır. Adiyy b. Zeydi'l-Imâdî: demiştir ki, diğer lügat ile
"me'leken = " diye de şiir söylenmiş oluyor. Bu mânâda daha başka
şahit (delil)ler de vardır. İşte "melâike"ye de bu
"risalet" (elçilik) mânâsıyla melâike ismi verilmiştir. Çünkü
melekler Allah'ın resulleri, elçileridir. Peygamberlerine ve gönderdiği
kullarına gönderir. Yani "melek" mekan ismi olmak üzere "risalet
yeri" veya mef'ûl mânâsıyle Resul (elçi), mürsel, risalet âmili, ilâhî
vasıtalar demektir. Dilcilerden, tefsircilerden bu türeyişi tercih edenler
çoktur. Râğıb da "melâike" kelimesinde bunu tercih etmiş ve
"melek"te demiştir ki, nahivciler "melek"i de
"melâike"den türemiş ve mîm'ini zâid yaptılar. Halbuki bazı
araştırıcılar bunun "mülk"den olduğunu söylemiş ve şöyle
açıklamıştır: Meleklerin siyasetten bir şeyle görevli ve idareci olanına
"lâm"ın üstünü ile "melek", beşerde olana da "lâm'ın
esresiyle "melik" denilir. Şu halde her melek, melâikedir. Fakat her
melâike, melek değildir. Melek, "Andolsun söküp çıkaranlara."
(Naziât, 79/1), "İşleri taksim edenlere andolsun." (Zariyât, 51/4),
"İşi düzenleyenlere andolsun." (Naziât, 79/5), gibi âyetlerde işaret
olunandır ki, "melekü'l-mevt" (ölüm meleği) bu cümledendir.
"Melekler de onun (semanın) etrafındadır." (Hâkka, 69/17),
"Bâbil'deki Hârût ve Mârût isimli iki meleği indirilen şeyleri
öğretiyorlardı." (Bakara, 2/102), "Üzerinize vekil edilen ölüm
meleği." (Secde, 32/11). Bir de der ki: Melâike, teke ve çoğula söylenir.
Şu halde bu açıklamaya göre de melek kelimesi kuvvet ve tedbirden, melâike de
risalet mânâsından alınmış oluyor. Ve aynı zamanda melâike, melekden daha genel
ve onun cinsi oluyor. Şu halde her ikisinde bir kerre risalet mânâsı vardır.
Acaba bu risalet sadece emir tebliği midir?
Yoksa fiil tebliği midir? Yani yalnız ilmî ve kelâmî bir ruhî tebliğ mi
yapıyorlar, yoksa bilfiil ilâhî kudret ve yaratmanın da tebliğcisi oluyorlar
mı? Kur'ân âyetlerinin delaletlerine göre her ikisinin de bulunduğunu
anlıyoruz. Peygamberlere ve hatta yine meleklere ilâhî emirleri tebliğ eden
melekler bulunduğu gibi cihad ve diğer hususlarda fiilen kuvvet ve yardım
getiren melekler de bulunuyor. Ve bir de " er-Rûh" özel ismiyle bir
özel melek de okuyoruz. Halbuki âlemde hiçbir olay olamaz ki, ona ilâhî
kudretin bir özel ilişkisi bulunmasın. Şu halde melekler topluluğu, ilâhî
kudret ve tekvin (yaratman)in vahdetten kesrete (tekden çoğa) dağılmasını ve
onun özel çeşitlenmelerini ve belli olup ortaya çıkmalarını ifade eden yapıcı
prensipler olarak düşünülmek gerekir. Ve kâinatta hiçbir şey, hiçbir olay,
hiçbir fiil ve hareket düşünülemez ki böyle bir risalet ile vaki olmuş olmasın.
Bundan başka bir çeşit melekler daha vardır ki, bunlar olayları yaratılmadan
önce, emre ve kelâma ait durumları, diğer deyimle ruhî durumları düşünen
varlıkların ruhî cereyanlarına ait ilâhî emirlerin ve irşadların özel
görünümlerini ifade ederler. Bunlar daha önce idrak elçileridirler. Anlayışlı
ve muhtar olan yapıcı prensiplere, fiilden önce hayrın ve ilâhî hoşnutluğun
durumunu gösterirler ve meleklere olduğu gibi beşere de vekil edilmişlerdir.
Şeytanın meleklerle karşı karşıya olmaları da bu yöndendir ve çoğunlukla
melekler yalnız bunlar sanılmıştır. Biz her olayı iki başlangıç ile düşünürüz
ki, birisi yapıcı başlangıç, diğeri de kabul etmenin başlangıcıdır.
Gördüklerimiz bu ikisinin müşterek değeridir. Asıl madde bu kabul etme
prensibinden ibarettir. Biz asıl maddeyi görmeyiz, gördüğümüz hep yapıcılığın
eseridir. Görülen her fiil ve hareket, her iş ve olayda bizzat veya dolaylı bir
yapıcı başlangıç tanırız. Şüphe yok ki, hareket ettiricisiz bir hareket yoktur
ve madde kendi kendine etkisizdir. Bundaki her hareket ve sükun dolaysız veya
dolaylı yapıcı bir hareket ettiricinin kudretinin eseridir ve her olay böyle
bir etkin yapıcının görünmesidir. Biz eseri görür, eseri idrak ederiz. Halbuki
aynı eserle gerçekte idrakimize görünen o etkili yapıcının bir parıltısıdır.
Madde onun altında bir akla uygunluktur. Gördüklerini madde zannedenler, onu kuvvet
sayesinde gördüklerini bilmelidirler. Buradan filozofların kuvvet nazariyesine
atlıyacak olursak, bütün kuvvet ve kudretin Hak Teâlâ'da birleştiğini ve ilâhî
kudretin ilk meydana çıkma vasıtası ve görüntüsü, meleklerin elçiliği demek
olduğunu hatırlatmak kolay olur. Fakat bunların yanında idrak etme kuvvetleri
de vardır ki, onlar da olayları olmadan önce anlatan ilâhî lütfun
tebliğcisidirler ve şu halde meleksiz bir olay düşüncesi mümkün değildir.
Meleksiz bir damla yağmur bile düşmez. Şu kadar ki, insana özgü irade ile
ilgili gelecekteki kuvvetler şer ve fesat sebebi gibi aldatmacılık yapan ruhlar
ve şeytanî kuvvetler de -yukarda açıklandığı üzere- bu meleklere karşıdırlar.
Bu açıklamayı yaptıktan sonra meleklerin
mahiyet ve çeşitleri hakkındaki görüşleri de kısaca anlatmak faydalı olacaktır.
Meselenin konusu şudur: Meleklerin bizzat var olan zatlar olduklarından, diğer
deyişle cevher cinsinden olduklarında, akıllı olanların ittifakı vardır. Fakat
bunlar mütehayyiz (yer tutan) midirler, mücerred (soyut) midirler? Bunda fikir
ayrılığı ediliyor.
1- Mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir:
Melekler, birtakım esire ait latif cisimlerdir ki, çeşitli şekiller ile
oluşmaya güçleri yeter. Bu görüş kelâmcıların çoğunluğunun görüşüdür. Çünkü
diyorlar peygamberler bunları şekilleriyle görmüştür, şekiller ise
cismanîdirler, boyutları vardır. Bir de maddesiz soyut kuvvet (kuvvet-i
mücerrede) düşüncesi, bizzat ilâhî kudreti düşünme demektir. Allah'tan başka
bizzat mücerred yoktur. Madde tasavvurdan silindiği zaman, tasavvur olunan
halis kuvvet ve kudret, ilâhî kudretin kendinden ibaret kalır. Henüz hiçbir
teşekkülü olmayan atomlar halindeki halis madde ise mümkün ve sırf
hareketsizliktir. Onda hiçbir yapıcılık ve kuvvet yoktur. Bunlara yapıcılık
demek olan kuvvet verildiği zaman belli bir şekli olan bağlantılı esire ait bir
cisim olurlar. Denilebilir ki, özel şekil bunların hakikatleri değil, maddedeki
görünümleridir. Şu halde kendileri madde ötesidir. Buna şu cevap verilir ki,
melekler ve resul deyimi de bu itibarladır. Yoksa madde ötesinde bunlar aynen
ilâhî kudrete dönerler. Bu görüş asrımızda Fizik bilginlerinin, esirsiz kuvvet
düşünmemelerine benzer.
2- Filozofların ve özellikle İslâm
filozoflarının görüşleridir ki, melekler ne mütehayyiz (belli bir yer
tutan)lerdir, ne de cisimlerdir. Bunlar beşere ait düşünen nefisler, yani
insana has ruh gibi soyut cevherlerdir. Fakat mahiyetçe bunlardan başkadırlar.
Kuvvetçe daha mükemmel ve bilgileri daha çoktur. Aralarındaki ilgi, güneş ile
ışığının ilgisi gibidir. Ve bunlar iki kısımdırlar. Bir kısmı Hakk'ın ilmine
garkolmuş ve başkasıyle meşgul olmaktan uzaktırlar. "Gece gündüz tesbih
ederler, hiç ara vermezler." (Enbiya, 21/20). Bir kısmı da kaza ve kader
kaleminin cereyanına göre gökten yeryüzüne kadar işleri idare ederler ki,
bunlar da "İşi düzenleyenlere andolsun." (Nâziat, 79/5) âyeti ile
anılanlardır. Ve bunların göğe ve yere ait olanları vardır. Öncekiler de
bunların ruhları durumundadırlar.
Hıristiyanlardan bir grubun da,
"melekler, bedenlerinden ayrılmış beşere ait faziletli ruhlar" diye
anladıkları tefsirlerimizde ve kelâm kitaplarımızda anılıyor. Zamanımızda İslâm
dışı felsefelerin maddeyi kuvvete, kuvveti ruha döndüren görüşleri de, esasında
filozofların zikri geçen soyut cevherler kavramıdır.
Soyutları, itibarî işler sayanlar da
kelâmcıların mezhebine döndürülebilirler.
Yukarıda açıklanan seçkin görüş üzere bütün
maddî kâinat bir sema olduğuna ve bunlardan başka gökler bulunduğuna göre,
meleklerin hakikati ve bunların makamlarının ne kadar yüksekliklere ve derinliklere
varacağını tasavvur etmelidir. Bunların çokluğunu anlatmak için Peygamber
(s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğu nakl olunmaktadır: "Gök
gıcırdamaktadır. Ve gıcırdamak hakkıdır. Onda bir ayak yeri yoktur ki, bunda
secde eden veya rükû' yapan bir melek bulunmasın." Bu konuda temsilî
olarak şöyle bir artan oran da rivayet olunmuştur. "Âdemoğlu cinlerin onda
biri; bunlar yeryüzü hayvanlarının onda biri; hepsi kuşların onda biri;
bunların toplamı deniz hayvanlarının onda biri ve bütün bunlar yeryüzünde görevli
olan meleklerin onda biri kadardır. Sonra dünya göğünün melekleri bütün
bunlardan o oranda çok fazla ve bütün bunlardan ikinci gök melekleri de o
oranda çok, yedinci göğe kadar artarak hep böyle, sonra bunların bütün toplamı
Kürsîye ait meleklere göre az bir şey, sonra hepsinin toplam adedi altıyüz bine
ulaşan Arş perdelerinden birinin meleklerine göre onda bir kalmaz. Ve bunlardan
bir perdenin, yani bir büyük perdenin uzunluk ve yüksekliğine göre gökler,
yeryüzü ve içindekiler ve araları bir özel değer teşkil etmezler ve bunun her
karışında bir secde veya rükû eden veya ayakta duran melek vardır ki, onu
tesbih ve takdir eder. Sonra bunların toplamı Arş etrafında dönen meleklere
karşı denizden bir damla kalır. Sonra İsrafil aleyhisselâmın yardımcıları olan
Levh melekleri ve Cibrîl aleyhisselâmın askerleri olan melekler sayısızdır.
Cinslerini, ömürlerinin müddetini, ibadetlerinin nasıl olduğunu ancak Allah
bilir." "Rabbin ordularını ancak kendisi bilir." (Müddessir,
47/31). Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimizden şöyle rivayet olunmuştur ki:
"(Peygamberimiz) göğe yükseldikleri (miraca çıktıkları) zaman kale
burçları gibi bir yerde bir kısım melekler görmüştü. Bunlar birbirlerinin
yüzüne doğru karşılıklı olarak yürüyüp gidiyorlardı. "Bunlar nereye
gidiyorlar." diye Resulullah Cebrail'e sordu. Cebrail: "Bilmiyorum.
Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve önce gördüğümün bir tanesini
bir daha görmem." dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zaman
yaratıldın?" diye sordular. O da: "Bilmiyorum, ancak Cenab-ı Allah
her dörtyüz bin senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldığımdan beri de dört yüz
bin yıldız yarattı." diye cevap verdi." Meleklerin çokluğunu ve
Allah'ın kudretinin geniş tecellilerini anlamalı..
"Sanatı karşısında akılların hayrete
düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz. Kudreti karşısında en güçlü kimselerin
aciz kaldığı Allah'ı tesbih ederiz."
Şüphe yok ki, bu aydınlatmalar asrımızdaki
Astronomi ilmi fikrinden de çok yüksektir ve bunların hepsini esire mensup
hafif cisimler ile sınırlamak da pek uygun olmasa gerektir. Onlar sonuç olarak
yeryüzüne ait melekler ve dünya semasının meleklerini açıklayabilir. Meğer ki
dünya göğünün dar mânâsıyle tefsirinde ısrar edilsin. Bu ise kelâmcıların
seçtiği fikir değildir. Bu âyette zikredilen melekler hakkında da küçük bir
ihtilaf vardır. "Bundan maksat yeryüzü melekleridir." diyenler
olmuştur ki, bu da Dahhâk'ın, İbnü Abbas (r.a.)'dan bir rivayetine
dayanmaktadır. Fakat Sahabe ve Tâbiînin çoğu, lafzın genelliğine ve bunu tahsis
eden birşey bulunmadığına dayanarak bütün melekler olduğunu söylemişlerdir.
İşte bütün melekler yeryüzünde hilafetle
ilgili böyle bir ezelî takdirin kendilerine tebliği üzerine ilâhî hitab
karşısında "orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi
yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz"
diye maruzat (sunuş)ta bulundular. Cevap olarak Rabbın: "Şüphesiz ben
sizin bilemiyeceklerinizi bilirim." buyurdu. Şüphe yok ki mutlak bir
şekilde düşünüldüğü zaman bunun böyle olduğunu ve ilâhî ilmin kendilerinden çok
fazla ve yüksek olduğunu melekler bilirlerdi. Öyle iken inkâr makamında te'kit
ifade eden ile kuvvetlendirerek Cenab-ı Allah'ın bunu tekrar hatırlatması
gösterir ki ilâhî istek, bu genellik içinde bir özeli, yani istihlâf (birini
yerine geçirme) meselesini, hedef almaktadır ki, meleklere gizli kalan ve şer
ihtimali karşısında şaşma ve uzak görme ve özellik arzetme ile söz
söylemelerine sebep olan da bu idi. Şu halde mânânın sevki, "Hilafetin
hikmet ve sebepleri ve ona layık olma meselesi hakkında bilmediğiniz yönler
var. Ben sizin bilmediğiniz bir çok şeyleri bildiğim gibi, bunu da
bilirim." demek olur. Ve bununla cevabın soruya her yönden uygun olması
için, bu bapta yalnız meleğe has hasletlerin yetersizliğine ve talebin caiz
olmadığına da -dolayısıyle- işaret buyurulmuştur. Burada hikmetine de tenbih
vardır.
31-Cenab-ı Allah onlara bu cevabı verdi bir
taraftan da Âdem'e bütün o isimleri öğretti. Ya o isimleri Allah kendi koyup
Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e bunları gerektiğinde koyup
kullanacak bir özel yeteneği haiz bir ruh üflemeyi takdir etti ki, önceki zahir
(açık), ikincisi muhtemeldir. Talim ile (yani öğretmek ile) bildirmek herkesin
bildiği şeydir. Bundan Hz. Âdem'in dilin esası olan isimleri birdenbire bir
anlatma ile bilmiş olmayıp, terbiyenin sırrı hükmünce bir yetenek ile az çok
bir tedriç (azar azar ilerleme) içinde belleyeceği anlaşılır. Ve burada, bu
öğretimin geçmişinin takdiri ve bizzat Âdem'in kendine özgü sıfatı açıklanıyor
ki, bu sıfat beşer türünün mahiyet ve ilk fıtratı demektir. Zira Âdem bu türün
ilk ferdidir ve türe ait duyguların aslı ondan miras kalmıştır.
Bu isimler nedir? Ve istiğrak
(genelleştirme)ın kapsamı ne kadardır? Yani bütün eşyanın isimleri midir? Yoksa
birtakım bilinen isimlerin toplamı mıdır? İlmî tabiriyle deki "elif
lâm" istiğrak için midir? Yoksa "Allah'ın öğretmesini murat ettiği
isimler" mânâsına ahd-i hâricî olup bunun te'kidi midir? Bu noktada selef
tefsircilerinden birkaç görüş vardır:
1- Bu isimler, insanların tanışmalarına,
anlaşmasına sebep olan bütün isimlerdir. İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek
ve diğerleri hepsi (İbn Abbas'dan Dahhâk); karga, güvercin ve herşeyin ismi
(Mücahid); her şeyin ismi, deve, inek, koyuna varıncaya kadar (Said b. Cübeyr);
her şeyin ismi, hatta şu, bu abdestsizlik bile (İbnü Abbas'dan Said b. Ma'bed);
her sınıf halkın ismi ve cinsine çevrilmesi, şu dağ, bu deniz, şu şöyle, diye
her şeyin ismi (Katâde). Bunların özeti, bütün dillerin aslı olan dilin hepsi
oluyor. Ve "elif lâm" genelleştirmeye hamlediliyor. Bundan kıyamete
kadar olmuş, olacak bütün şeylerin isimleri mânâsını anlayanlar da olmuştur.
2- Meleklerin isimleri (Rabi' ve daha
diğerleri)
3- Zürriyetinin isimleri (İbnü Zeyd'den, İbn
Vehb'den Yunus b. Abdi'l-Alâ ve diğerleri). Bu iki şekilde de "elif
lâm" ahd içindir ve bunun karinesi gelecek olan deki zamir gösterilmiştir.
Çünkü tağlib muhtemel olmakla beraber zamirinin akıl sahipleri için olduğu
açıktır. Ve bu karineye göre bazı tefsirciler hem meleklerin isimlerini ve hem
nesillerin ismini kapsamasını (yani ikinci ve üçüncü görüşü) toplamışlardır. Bu
isimleri, Allah'ın isimleri diye telakkî etmeye bu zamir engeldir.
4- Esmâ (isimler)dan murad dil değil, eşyanın
duyguları, diğer deyimle o duygulardan oluşan ilmî suret (biçim)lerdir, diye de
tefsir edilmiştir. Fakat bunun ilimden çok kelâm, hiç olmazsa kelâm-ı nefsî
(zata mahsus kelâm) olan zihin olması gerekir. Her ne olursa olsun burada kat'î
(kesin) olan nokta, Hz. Âdem'e -az veya çok- lisan öğretilmiş ve onun ilim ve
kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış olması, kelam ve dil meselesinin hilafet
işinde önemli yerinin bulunmasıdır.
Lisan hususunda bütün Âdem oğullarının zamanımıza
kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme) ve ilerlemelerinin hepsi, esas itibariyle,
Hz. Âdem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğrenme
özelliğine borçludur. İlim ve mantık özelliği, bu şekilde, insan türünün aslî
yaratılışında kendisinde dahil bulunmuş ve bundan önce insanlığa ait hakikat ve
tam mânâsıyle Âdem'e özgü ruh tamam olmamış olur. Bu şekilde kelâmla ilgili
kuvvet, insana mahsus ruhun mahiyetinden bir kısım teşkil etmiştir. Cenab-ı
Hak, bu gücü Âdem'in ruhuna şahsî olarak bahşetmiş ve nefh (ruha üflemen)in
tamamından sonra da, Âdem bilfiil lisan şerefiyle şereflenmiş olarak, gereğine
göre, isimleri konuşmuştur. Şu halde Âdem'den önceki yaratıklar, her ne türden
olursa olsunlar, lisandan mahrumdular ve bundan dolayı insan değildiler.
İnsanlık hilafeti Âdemoğlu ile beraber bulunur. Günahı, insanın zâtisi
(kendisi) sayıp da, ilim sıfatını, kelâm sıfatını arazî (gelip geçici) saymak
isteyenler insanı bilememişlerdir. Bundan da şu sonuca geliriz ki, bu öğretim,
ruha üflenmeden önce yalnız Âdem'in ruhunda idiyse, ona kelâma ait kuvvetin,
isim koyma kabiliyetinin verilmiş olduğunu ifade eder. Ve bu şekilde isimlerin
bizzat koyucusu, Allah'ın verdiği kudretle, peyderpey Adem olmuş olur. Ve eğer
-zahir vechile (görünüşe göre)- ruhun üfürülmesi ile beraber veya sonra ise
isimleri koyan Allah Teâlâ'dır. Ve Âdem'e ilham veya kesin ilim ile peyderpey
öğretmiştir. Öncekinde kıyamete kadar bütün dillerin isimlerini içeren bir
hakikî istiğrak (genelleme) olur. İkincide ilk konuşulan bütün isimlere tahsis
edilen ahd-i hâricî olur. Tefsir bilginlerince öğretim böyle iki şekilde te'vil
edilmiştir. Ve ilm-i usûl (Fıkıh Usûlün)de, buna bağlı olarak vaz-ı lügat (dil
meydana getirme) meselesindeki anlaşmazlık hasıl olmuştur. Açık olan, her halde
bizzat öğretme ve o öğretmenin takdiridir. Yani lisan, Âdem'in hilafetinin
eseri değil, hilafetinin sebebidir.
İşte Allah Teâlâ Âdem'e böyle isimleri
öğretti. Öğretimden bir müddet sonra da bu isimlerin müsemmalarını (yani
delalet ettikleri zatları) meleklere arzetti. Buradaki zamirinde bir dil
inceliği vardır ki, lisanımızda bulunmaz. denilmeyip, buyurulması, arzolunan
şeylerin akıl sahibi olduğunu açıkça göstermektedir. Ve isimleri şarta bağlatan
karine de budur. Bu zamirin meleklere dönmesi ve o isimlerin meleklerin
isimleri olması da, bunların meleklere arzı ile uygun olmuyor. Şu halde en açık
mânâ, ad verilmiş olanların Hz. Âdem'den sonra gelecek olan nesilleri
olmasıdır. Geçmişte anılan isimler de bunların isimleri (yani insan isimleri)
demek olur. Bununla beraber bütün isimlerin öğretilip de, yalnız bunların arz
edilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Fakat her iki halde böyle olmak için
nesillerin yaratılmış olması gerekir. Halbuki âyette henüz Hz. Havva'nın bile
yaratıldığına işaret yoktur. Ve kıssanın siyakı (gelişi) da buna muhalif
görülmektedir. Bu müşkil (problem), bilinen bir hadis ile açıklanıyor ki bunlar
meleklere, küçük karıncalar, mikroplar misalinde arzedilmişlerdir. "nesil
veya küçük karıncanın misalleri"(1) ki zürriyyet (nesil) kelimesi bundan
türemiştir. Bu hadis bunların o zaman Âdem'de henüz tohum halinde (yani
gelecekte bütün Âdem oğullarını temsil eden ilk meniye ait tohumcuklar
şeklinde) bulunduklarını anlatır. Eğer burada bu olayların yoğun cisimler
âleminde olmayıp, Hz. Âdem'in ruhunun takdiri veya ruhunun esiri yumuşak bir
cisim kazanması halinde olduğunu tasavvur edebilirsek, o esirle ilgili cismin
parçalarında kıyamete kadar gelecek Âdem oğlunun birbirine bağlı temessülleri
(bir şekil veya surete girmeleri) veya ruhundaki nesillerin manevi suretleri o
isimlerin meleklere arz olunan mânâları olarak düşünülebilir. Ve böyle olmasına
olayın yeryüzüne inmeden önce olması karine demektir. Bu şekilde meleklere arz,
hissî arz değil, ilmî ve hakiki arz olur. Gerçekten isimlerin asıl medlûlleri,
eşyanın ilmî suretleridir. Kelimelerin mevzuu lehi (konusu) asıl bunlardır.
Demek Âdem'e önce eşyaya ve bilhassa nesilleriyle ilgili ilim verilmiş ve
bundan başka bu bilgilere ait isim ve dile ait suretler de öğretilmiştir.
Meleklerde olmayan da budur. Bunlar takdir edilmiş ve yere inişten sonra da Hz.
Âdem bunların yapılışlarını yerde görmüştür. Burada fiilî olarak ilmin fıtrî
(doğuştan) veya sonradan olma meselesi vardır ki, başka yerlerde açıklaması
gelecektir.
Rabbın meleklere bunları arzetti ve gösterdi
de Haydi siz işaretle ifade etmek istediğiniz hilafet yeteneğinizi göstermekte
sadık (yani musîb = isabetli) iseniz işte bunların isimlerini bana güzelce
haber veriniz, buyurdu. Bu zatları, sade kendileriyle değil, isimleriyle de
tanıtabileceklerini sorarak önce melekleri, aczlerini ortaya çıkarmak ve isbat
etmek için, imtihan etti. Ve bununla şunu da anlatmış oldu ki tasarruf, tedbir,
adaletli olma, bunların ilgilendikleri şeyleri, yeteneklerinin mertebelerini ve
hukukun miktar ve derecelerini bilmeye ve bundan başka bir de bizzat huzura
getirmeye muhtaç olmaksızın gıyaplarında da isimleriyle anlatabilmeye bağlıdır.
Ve bu hususta ilim sıfatından daha fazla bir özellik ve meziyet ifade eden
kelâm sıfatının, dile ait kuvvetin, diğer deyimle hakikate uygun konuşma veya
düşünmenin şahsî bir kıymet ve önemi vardır. Bu olmadan hükümleri yerine
getirmek mümkün değildir.
32-Bu imtihana karşı melekler:
"Sübhaneke, en yüksek tesbih ve tenzih sana ya Rab!... Senin bize
bildirdiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her şeyi bilen ve daima bilen
âlim ve her yaptığında hakîm (hikmet sahibi) hakikaten sensin ve ancak
sensin." dediler ve böyle aczlerini ortaya koydular, tesbih (Allah'ın yüce
ve münezzeh olduğunu ifade) ettiler.
SÜBHÂN, tesbîhin bir özel ismidir. "Sübhâneke"
de çoğunlukla tevbe başlangıcı olur. Şimdi burada şu sorular akla gelir:
Melekler hiçbir isim bilmiyorlarsa, o zaman kelâm sıfatından tamamen mahrum
bulunuyorlardı, demek olur. O halde bu sözleri nasıl söylüyorlar ve ilâhî
kelâma nasıl muhatap oluyorlardı? Yok eğer bunlar tamamen mahrum değiller de
henüz gösterilen yeni şeylerin isimlerini bilmiyorlar idiyse, o zaman naibliğe
mutlak yeteneksizlikleri nasıl sabit olur? Gerçekte esma (isimler)dan maksat
birinci rivayet vechile bütün isimler ise, meleklerin bütün isimlerden mahrum
bulunacakları cihetle, bizzat kelâm sıfatları olmadığı ve ancak ilim sıfatından
bir hisseleri bulunduğu anlaşılır. Ve eğer nesilin isimleri ise, diğer isimleri
men' etmeyeceğinden kelam sıfatına engel olmaz ve bu şekilde meleklerin
liyâkatsizliğini isbat etmek istenmeyip, başka bir hikmetin meydana çıkarılması
istenir. Lakin her iki takdirde melekler ile olan ilâhî hitaplaşma (konuşma)
kelâm sıfatına dönmeyip, mânâsı büsbütün başka olmak ve ilim sıfatı ile te'vil
edilmek zahirin (açık metnin) gereğidir. Önceki umum (genel) takdirinde bu
zorunludur. Husus (özel) takdirinde ise liyakat (yetenek) hikmeti hasebiyle
açıktır. Şu halde melekler isimleri, kelâmı Âdem'in haber vermesiyle
öğreneceklerdir. Burada Kelâm ilminin güç bir meselesine gelmiş oluyoruz. Şu
kadar söyleyelim ki, asıl ilim hakikatin bizzat bir görünümü ve bir özel
inkişafıdır. Kelâm da ilmin bir tecellisi, hem de bir dal, bir alâmet ile naib
(vekil) olmak suretiyle tecellisidir. İlmin aslında hakikatin bizzat bir vechi
vardır. İsimde, kelâmda ise o vechin ancak bir vekili vardır. Çünkü ismin asıl
mânâsı bir şeyi zihne yükseltmek için alâmet ve delil olan şey demektir ve
ıstılâhî (terim) mânâsı bundan alınmıştır. Şu halde isim kendisi de bir şey
olmakla beraber, isimliği diğer bir şeye vekil ve alâmet olması bakımındandır.
Ve Allah daha iyi bilir, bu hikmetten dolayıdır ki, hilafete liyakat,
isimlerdeki ve kelâmdaki bu vekalet mânâsı ile uygun olmuştur ve Allah bunu
başlangıçta Âdem'e ihsan etmiştir. Ve işte beşerî ilimler, vekilliği olan bu
kelâma ait şekillerin araya girmesiyle ilgili olduğundan dolayıdır ki, gölgeli
tasavvurlar ile doludur. Ve keşfe ait ilim ile, isme ve fikre ait ilmin büyük
farkları bundandır. Demek ki, Cenab-ı Allah ile meleklerin önceki konuşmaları
hiçbir isim ve vekalete ait suretler karışmayan ve bizzat hakikat vechi
üzerinde vaki olan bir ilmî cereyandır. Ve meleklerin konuşmaları, tesbihleri,
takdis (kutsama)leri, bizzat olan bir ilmî aydınlatma demektir ki bununla, asıl
kelâm sıfatının vekalete ait olan cereyan tarzındaki fark, açıktır. Şu halde
meleklerin bilmedikleri ve bildiklerinde eksikleri bulunabilirse de hataları ve
cehl-i mürekkeb (bilmediğini bilmedik)leri olmaz. Ve bunun için denilmiştir ki,
melekler ancak nass (dinî delil) ile amel ederler. Beşer ise istinbat ve kıyas
kuvvetine, gücüne sahiptir. Yukardaki ifadelerinde de açıktan yetenek
iddiasında bulunmamışlar ve yeni anladıkları meseleyi eksik olarak
görebilmişler ve vekaletin hakikatini bilmemekle beraber, söylediklerinde de hakikatın
bir cihetini söylemişlerdir. Beşeriyetin hata ve bilmediğini bilmeme kabiliyeti
de kendilerindeki kelâm sıfatı ve bundaki vekalet değeri ile ilgilidir. Şeytan
bunları bu yönden aldatabilir. Gerçi kelâm, esas itibariyle hakkı ve doğruyu
bilme konusudur ve onun vekilidir. Ve bu vekilin temsil ve delaletinde de
ciddiyet vardır, fakat kelâmın kendisi olmayan bir tesir ile yalan söylenir.
Sonra kelam, ilmin aynı ve hakkın aynı diye alınır da kelam ve vekalete ait
suretler ile, karışmış olan fikre ve tasavvura ait suretler bizzat hak ilim
yerine konulur. Ve hasılı bilerek söylenilmez, bilerek anlaşılmaz ve hepsinin
ötesinde hak istenmez ve araştırılmaz; vekaletin tabiatı, bir asalet kabul
edilir. Ve o zaman insanlığın bütün şer ve fesadı başlar. Halbuki Cenab-ı Hak,
Adem'in fıtratını, kendi sıfatından hem ilim ve hem kelâm sıfatlarına mazhar
kılmış ve kendine isimleri öğrettikten sonra meleklerin karşısında yeteneğini
isbat için bir de imtihan yapmıştır.
33-Melekler aczleri (güçsüzlükleri)ni itiraf,
ilim ve hikmeti teslim edince Rabbın: "Ey Âdem, bunlara şunların
isimlerini güzelce haber ver." dedi. Ve halifenin kim olacağına da bu
hitap ile işaret etti.
"Âdem" isminin "üdme"den
veya "edîmü'l-ard"dan türemiş (ef'alü) vezninden Arapça bir kelime
olduğu rivayet olunuyorsa da A'cemî (yani Arapça olmayan) ve (fâalü) vezninde
olması tercih edilir. Zemahşerî, Beydavî, Ebu's-Suûd ve diğerleri gibi
muhakkikîn (tahkikciler)in tercihi budur. İmam Şa'bî bunun "azer" ve
"a'zer" gibi İbranî dilinden olduğunu ileri sürmüş, Süryanice'de de
"Adem"in "toprak" demek olduğunu söylemiştir. Bazıları da
bunun aslı "hâtam" vezninde Süryanice olduğuna ileri sürmüştür ki, bu
şekilde dilimizdeki "adam" telaffuzu asla daha uygun olmuş olur. Arapça
ise özel isimlik ve fiil vezninde olduğundan dolayı; Arapça olmadığına göre de
özel isimlik ve ucme (aslı Arapça olmayan) kelimelerden olduğundan dolayı
gayr-i münsarif (cer ve tenvini kabul etmeyen)dir. Ve her iki takdirde bir cins
ismi olmayıp, özel isim olduğu muhakkaktır. Âdem beşer, insan gibi cins ismi
yerinde kullanılacak olursa çoğulu "avadim" gelir ve o zaman çoğulu
gayr-i munsarif olursa da, müfred (tekil)i munsarif (cer ve tenvini kabul eden)
olmak ve "raeytü âdemen" demek gerekir ki, "âdemiyen" "
(ferden min benî âdem = ) demektir. Ve doğrusu hariçte her cins ismi
başlangıçta bir özel ismin genellemesidir. Ve vahid (tek), çoğa -tabiatiyle-
mukaddem (öncelikli)dir. Her halde Arapça'dan başka İbranî ve Süryanî'de bu
ismin çeşitli lehçelerinin bulunduğu anlaşılıyor. Sâbiede isminin bile Arapça
olmayarak, bu isim ile bir ilgisi görünüyor. Bununla beraber Ebu'l-Beşer
(beşerin babasın)in çeşitli dillerde başka başka isimlerle yad olunduğu da nakl
ediliyor. Şehristânî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"de açıklamasına göre
Mecûsîlerden Küyumseriye grubu "Keyumers, Âdem'dir" derler. Ve
Keyumers'in Âdem olduğu Hint ve Acem tarihlerinde de görülmüştür. Fakat diğer
tarihçiler buna karşı çıkmışlardır. İbnü Esir de "Kâ-mil"inde
"mecusun Ceyumers dediği Hz. Âdem'dir." diye zikreder. En açığı, Adem
isminin beşerin ilk lisanına ait bir kelime olmak üzere ele alınması
gerekecektir.
İşte Cenab-ı Allah meleklerden sonra Âdem'i de
bu emir ile imtihan etti ve Âdem onları isimleriyle tafsilatıyla anlattı. bunun
üzerine Âdem o arzolunan şeyleri isimleriyle onlara haber verince: Rabbın
meleklere: "Ben size her halde ben semaların ve arzın gaybını bilirim
demedim mi? Ve siz ne açıklıyor ve ne gizliyor idiyseniz onu da bilirim."
buyurdu. Ve bununla önceki "ben sizin bilmediklerinizi bilirim"
yüksek sözünün mânâsını genişletti ve açıkladı. Bundan anlaşılır ki icmâl
(kısaltmak) hakikatte tafsilin aynıdır. Şu da anlaşılır ki, meleklere olan
kelamın hakikati ancak mânâdan ibarettir. Lafza ve isme ait suretler değildir,
yoksa icmali söyleyen tafsîli söylemiş olmazdı. Yukarda hatırlattığımız üzere
bu tafsîlin mâsîka lehi (sevkolunduğu şey) de genel değil özel, yani bu meyanda
bilhassa Âdem aleyhisselâmda tahakkuk eden hilafetin sebeplerini açıklamak,
hikmet ve kudreti ortaya çıkarmaktır ki; "İşte sizin başlangıçta anlayamadığınız
hikmetin sırrı ve liyakatin sebepleri budur." demek olur. Cenab-ı Allah
bütün ilâhî sanatını böyle sebeplere ve gizli hikmetlere bağlamıştır. Fakat ona
karşı hiçbir sebep ile yetenek ve hak etme davasına kalkmakta da hak yoktur.
Çünkü o bir şey murad ederse böyle yeni sebepler yaratır ve neticesini de o
suretle ihsan eder. Müsebbibü'l-esbâb (sebepleri yaratan)a sebeb ile hak
iddiasına kalkışmak mânâsız olur. Aslî ve hakiki sebep ancak onun iradesidir,
hikmet de onun gereğidir. Görülüyor ki Cenab-ı Allah Âdem'i halife olmak üzere
yaratmış ve durumu meleklerine istişare eder gibi kısaca tebliğ etmiş ve malum
cevap üzerine onu isimleri öğretmekle terbiye etmiş ve sonra melekler ile
beraber imtihandan geçirip, meleklere güçsüzlüklerini açıklatmış ve ona bilfiil
ehliyetini isbat ettirmiş ve meleklerin devamlı tesbih ve takdis göreviyle
meşgul olması, bu yeni makama liyakatleri için yeterli sebep olmadığını da
göstermiş ve nihayet onları Adem'e boyun eğdirmek için hazırlamıştır.
Hasılı bu kıssada ilâhî rububiyetin tecelli
tarzı büyük bir açıklık ve pek ince bir üslub ile anlatılarak insanın aslî
fıtratında dürülmüş olan enfüsî (subjektif) ilâhî nimetler hatırlatılmış ve
bununla ilâhî rububiyete bilgi temin edildikten sonra gıyabtan mütekellim
(konuşan)e iltifat (dönme) yoluyla sonrası da ayrıca bir hatırlatmaya tabi
tutulmuştur. Şöyle ki:
34- dördüncü nimet olarak o vakit de hatırla
ki biz meleklere: "Âdem'e secde ediniz." diye emrettik de İblis'den
başkası derhal secde ettiler. O dayattı ve kibirlendi yahut melekler hemen
secde ettiler. Fakat İblis dayattı ve kibirlenmek istedi. ve esasen kâfirlerden
idi. Kehf sûresinde geleceği üzere aslı Cin denilen gizli yaratıklardan idi ki,
bunların kâfirleri de vardır. Bu emir üzerine itaattan dışarı çıktı, kâfir
oldu. Sonucun böyle olacağını da Allah Teâlâ ilâhî ilminde biliyordu. Bu
itibarla kaderde, kâfirler defterinde kayıtlı bulunuyordu. Yoksa İblis'in
Âdem'e secde emrine kadar küfrü geçmemişti. "Rabb'inin emrinden (dışarı)
çıktı." (Kehf, 18/50). Fakat Allah böyle bildiği için o kâfir olmadı, o
kâfir olacağı için Allah onu öyle biliyordu ve öyle takdir etmiş idi. Hakikaten
İblis kibirlenmek istedi. Nefsinde mümkün olduğu halde, itaati seçmedi ve o
zaman bilfiil kâfir oldu. Şu halde kelimesi "idi" mânâsında değil,
"oldu" mânâsına kullanılması da mümkündür. Görülüyor ki İblis,
Allah'ı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmemesi dolayısıyle kâfir olmuş
ve buna göre farz olan herhangi bir vazifeyi yapmayanın küfrüne hükmedenler
bulunmuştur. Fakat âlimlerimiz diyorlar ki, İblis'in küfrünün sebebi, yalnız
emre itaat etmemesi değil, onu beğenmemesi "Ben ondan daha
hayırlıyım." (Sa'd, 38/76) diye kibirlenerek kendi kıyasıyle tenkit etme
(eleştirme)ye kalkışmasıdır. Ve akaid ve fıkıh kitaplarındaki tekfir (küfre
nisbet etmen)in bir kısmı da bu esasa dayanmıştır. Bunda "Onlar ki, söz
verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar." (Bakara, 2/27)
âyetiyle yerilmesi vardır ve daha şiddetlidir.
Aslen lügatta "secde", son derece
tevazu ile alçalıp baş eğmektir ki, "kibr"in tam zıddıdır. Dînen de
alnını yere koymaktır ki, ta'zîm (büyükleme) ve itaat etmenin en yüksek
şeklidir. Ve ondan daha özeldir. Zira önceki, ayaklar altına yatıp
yuvarlanmakla dahi olabilir. Şer'î mânâsında ibadet kastını ilave etmeye lüzum
yoktur. Çünkü secdenin ibadet olması için niyet şart ise de, secde olması için
şart değildir. Bununla beraber dile ve şeriate ait her secdede bir alçalma,
ta'zim ve itaat vardır. Bunun için Allah'dan başkasına secde etmek dinî
bakımdan küfürdür. Ve secde fiilî bir ta'zim ve itaat etme olduğu cihetle,
yalnız kalbî olan itaat hakkında mecaz olur. Acaba meleklerin secdesi
hangisidir? Kur'ân'a mahsus kelimeleri şer'î mânâsına yormak gerekir ve
melekler cismanî şekilde de görülebileceklerinden "alın koyma" (vaz-ı
cephe) mânâsı mümkündür. Bununla beraber meleklerin secdesini kendi hakikatleri
ile uygun olarak düşünmek ve hilafet gereği Âdem'e ilâhî emirle bir fiilî
tasdik halinde kabul etmek daha uygundur. Bu ise Âdem'e bir saygı gösterme
olmakla beraber bizzat Allah Teâlâ'ya bir ibadettir. Bununla melekler ilâhî
hükümlerin yerine getirilmesi bakımından Âdem'e hilafet mertebesine uygun bir
şekilde hizmet ve yardıma memur edilmiş ve bir ahde (söz verme) bağlanmış demek
olur. O halde melekler, Adem'e bizzat boyun eğmiş değil, fakat hilafete
hizmetçi olacaktır. Ve herhalde asıl mabud, yüce yaratıcıdır. Hasılı bu secde
Âdem'e bir ibadet değildir.
İşte insanlar böyle bir babanın evladıdır ve
kendileri onun halefi, onun halifesidirler. Bu nimeti bilmeli, bu kardeşliği
takdir etmeli ve hiç biri âlemde asalet iddiasıyle kendi hesabına yaşamaya
çalışmamalı, büyük bir kardeş topluluğu halinde yaşamalı ve yaşamak için kendi
hükümlerini değil, Allah'ın hükümlerini, Allah'ın emirlerini, kanunlarını
tatbik etmeli ve o zaman meleklerin de kendilerine hizmet edeceğinden ümitli
olmalıdır. Bunda emre karşı gelen ve kibirlenen İblis'in tâbilerinden olmamalı,
yaratılışını değiştirmemelidir. Cenab-ı Allah burada İblis'in dayatma ve
kibirlenmesini haber verirken, bilhassa onun benzerleri olan ve ilâhî emre
boyun eğme ve itaat hususunda kibirlenerek aralarındaki kesin hukuku teslimden
çekinen yaratıkları azarlamıştır. Ve bu nassın kendisi için sevk edildiği şey
budur. Ve bunların bir kısmı Hz. Resulullah'ın hicret yeri (Medine) etrafında
bulunan yahudi ve yahudi bilginleriydi ki, Hz. Peygamberi ve sıfatını
biliyorlardı ve peygamber olarak gönderileceğini yayıyorlardı. Böyleyken hased
sebebiyle ikrar ve itaattan çekinir ve büyüklük taslarlardı. İbnü Cerîr burada
der ki: "Cenab-ı Allah yahudi kâfirlerin bu hallerine işaret etmek
suretiyle İblis'i kâfirler zümresine nisbet etti. Cins ve nesebde başka olduğu
halde, din ve millette onların kolundan saydı". Şu halde İblis ile
kâfirler arasında başka yönden benzeyiş aramak lüzumsuzdur."
İblis ismini ilk tefsircilerden bazıları
(iblâs) masdarından Arapça bir isim olarak göstermişlerdir. İblâs ise hayırdan
ümidini kesmek, pişmanlık duyma ve kederli olma mânâlarına gelir. İblisi de
Cenab-ı Allah isyanına karşılık, bütün hayırlardan ümidini kesmiş, taşlanmış,
bir şeytan kılmıştır. O halde İblis, hayırdan son derece ümitsiz demektir ve
i'rab (harekeleme) da Arapça olmayan isimlerin hükümlerine tabi tutulmuş ve
gayr-i münsarif (cer ve tenvin olmayan) olmuştur. Fakat böyle olması daha çok
gösterir ki, bu da "Âdem" kelimesi gibi A'cemî (Arapça olmaya
n)dır. Arapça'ya diğer bir lisandan geçmiştir.
Muhakkıkîn (kıritikçiler) bunu böyle söylemişlerdir. Bu secde kıssası burada
geçen kıssaya atfedilerek ayrıca zikrolunmuştur. Bundan da bu secdenin
"Onu düzenle(yip insan şekline koydu)ğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman,
hemen ona secdeye kapanın." (Hicr, 15/29) âyetindeki şarta bağlı emirle
ilgisi bahis konusu olmuştur. Biri şarta bağlı olarak yaratılmadan önce, diğeri
de sonuçlandırma ile ilgili olarak yaratılışından sonra iki emir var. Acaba
secde de bir mi, iki mi? Öğretim ve imtihandan önce mi, sonra mı? Buradaki
"secde ediniz" sonuçlama ile ilgili emrin sonra olduğunu, diğeri de
tesviye ve ruh üflemeyi takib ettiğini ifade ediyor. Ebu's-Suûd "ceza
fâ"sının takip ifade ettiğine ilişerek secdenin öğretimden sonra ve
sonuçlama emri ile ilgili yapıldığında ısrar ediyor. Râzî de önce ve şarta
bağlı emir ile yapıldığını ifade ediyor ve secdenin birkaç defa olduğunu kabul
eder görünmüyor. Bu arada açık olan bu emrin, yaratılıştan sonra, şartın
tahakkuku üzerine, geçen şarta bağlı emrin sona erdirilmesi ve yerine
getirilmesi olduğudur. Bunun gerek takdiri ve gerekse tekvini (yaratması),
isimlerin öğretiminden, imtihandan sonradır. Bununla beraber tesviye ve ruh
üflemesinin toplamından geri kalmış da değildir. Çünkü bu öğretme ve imtihan
ruh üflemesinin tamamı cümlesindendir. Yani bundan anlaşılıyor ki, ruh
üflemekten maksat, diri olması değil, düşünen hayat sahibi olmasıdır.
Başlaması değil, kemalidir. Şu halde
yerindedir. "secde ediniz", onun sonuçlandırarak teveccühüdür.
Âdem'in gerçeği ruh (nefs-i nâtıka) tur. Ve ruh üflemenin mânâsı, ruhun
üflenmesidir. Adem'e ait hayat, asıl bundadır.
35-Burada İblis'in özellikle azarlanma
macerası bırakılmıştır. Çünkü kıssanın sevkedilişi, bilhassa Âdem'e ve Âdem
oğullarına olan fıtrî (yaratılıştan olan) nimetleri hatırlatmaktır. Bu şekilde
melekler ile Âdem arasındaki macera açıklandıktan sonra, şimdi de takdirdeki o
imtihan ve teveccühün meyvesi ve İblis ile olan macerası açıklanmak ve Âdem'in
yaratılışındaki günah ve itaatsizliğin geçici olduğu hatırlatılmak için daki ya
atfedilerek buyuruluyor ki: bir de demiştik ki, "ey Âdem!. Sen ve eşin
(zevcen) şu cennette oturunuz." "Çift" demek olan zevc, asıl
Arapça'da çiftin her tekine, hem erkeğe ve hem dişiye de söylenir. Demek ki, bu
sırada Hz. Âdem'in bir de zevcesi (eşi) yaratılmış bulunuyordu ki, bu da ayrıca
ilâhî bir harika (olağanüstü bir olay)dır. İnşaallah bunun açıklamasını da
ilerde, bu cümleden olarak Nisâ sûresinin baş âyetinde göreceğiz.
Acaba bu cennet yeryüzündeki cennetlerden biri
mi idi? Böyle zannedenler olmuştur. "Filistin'de yahut Fâris ile Kirmân
arasında bir cennet idi. İnişi de oradan Hindistan'a nakliydi."
denilmiştir. Fakat bunlar şöyle bir istidlâl ile söylenmiştir: Çünkü Âdem'in
yaratılışı yeryüzünde olduğunda ittifak vardır ve bu kıssada semaya yükselmesi
zikredilmemiştir. Olsa idi öncelikle hatırlatılırdı. Bir de cennet-i huld
(ebedi cennet) olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi. Fakat bu tahmin,
göründüğü kadar makul ve tabii değildir. Âdem'in yeryüzüne inişi, yeryüzünde
ortaya çıkması, akıl ve nakle daha uygundur. Huld cennetine devamlı oturmak
için girmekle, misafir olarak girmek arasında da fark vardır. Şu halde
"Cennet", ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki, şimdi mevcut,
fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Ve "Cennet" denilince Kur'ân
dilinde bilinen budur. Âdem'in cennette oturması hali, ahiret âleminin meydana
gelişine benzer bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir.
Yeryüzü ile onun arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum
yoktur. O da aynı feza içindedir. Bunda akla yaklaştırmak için söylenebilecek
olan söz: Âdem'in ruhunun bütün kemal kuvvetlerini haiz olarak, maddeye, önceki
unsurlara ilk ilgisi, diğer deyişle beşerin aslı olan ilk Âdem'le ilgili hücreciğin
esîrî bir şekilde oluşumu ve ondan eşinin ayrılmasıdır. Muhyiddin-i Arabî'nin
bir deyişine göre, ruhun tabiata ilk verilişidir.
Cenab-ı Allah, Âdem'e buyurmuş ki, eşinle
beraber bu cennette otur. ve bundan bol bol yiyiniz nerede isterseniz orada
yiyiniz fakat şu ağaca yaklaşmayınız, bundan yemeye kalkışmayınız ki
zalimlerden olursunuz.
Zulüm, haddini aşıp bir hakkı, yerinden
başkasına koymaktır. Demek ki Cenab-ı Hak Âdem'e cennette büyük bir hürriyet
vermekle beraber, ona yine bir sınır tayin etmiş ve ona yaklaştıkları takdirde
zalimler zümresine gireceklerini de bildirmiştir. Bu, şunu ortaya çıkarır ki,
insanlıkla ilgili hilafet mutlak değildir. Ve bunun özel bir sınırı vardır ki,
tecavüzü zulümdür. O sınırı tayin eden bu şecere (ağaç) ne idi? Doğrusu bunu
Allah Teâlâ Kur'ân'da bize ismiyle bildirmemiştir ve ancak bunun cennette belli
ağaç olduğunu, Âdem'in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olmak özelliği
bulunduğunu anlatmıştır. Demek, fazlasını bilmemizde Allah katında bir fayda
yoktur. Ve şimdilik mümkün değildir ve tahkikçi (kritikçi) tefsircilerin
seçeneği budur. Bununla beraber buğday veya üzüm veya incir olduğu hakkında
bazı rivayetler de vardır. Tevrat ehli, "bür" yani buğday demişler;
Vehb b. Yemâmî'den de: "Fakat öyle bir cennet buğdayı ki, tanesi sığır
yüreği gibi, kaymaktan lezzetli, baldan tatlı" diye bir tabir
nakledilmiştir. İbnü Abbas ve daha bazılarından "sünbüle" (başak)
diye rivayet edilmiştir. "Dünyada evladına rızık kılınan başaktır."
tabiri dahi naklediliyor. İbnü Mesut'dan asma, üzüm ağacı ve bazılarından incir
tabiri vârid olmuştur. Bu meyanda şu tabir de vardır: "Bu öyle bir ağaçtır
ki, melekler hulûd (ölümsüzlüğe ermek) için bununla kaşınırlar." Bunların
bir temsilî mânâyı ifade ettikleri de açıktır. Nitekim cennet meyvelerinin
birbirine benzemesi meselesi geçmişti. Hıristiyanlardan rivayet edilen
telakkiye göre, bunun kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmadan kinaye
olduğudur. Hıristiyanlıktaki ruhbaniyet (yani evlenmemek), evlenmemeyi ibadet
ve sevap itikat etmek önermesinin bu telakkî ile ilgili bulunduğu da sanılır.
Fakat Kur'ân'ın metni buna müsait (uygun) görünmüyor. O zaman mânâsız kalır.
"birbirinize yaklaşmayınız" demek, hem yeterli ve hem açık olurdu. Bu
şekilde Âdem'in ilk evlenmesi gayr-i meşru (dine uymayan) olması gerekiyor.
Şüphesiz bizce daha uygun olan bu konuda tevakkuf (durmak)dur. Biz o ağacı
tayin edemeyiz. Ancak şu kadar düşünebiliriz ki, ondan yemek, vekilliği unutmak
ve asalet davasına kalkışmak duygusunu verir. Bu da insanın aslî yaratılışından
değil, şeytanın telkininden başlar. Bu buğday ise, delice buğdaydır. Bir üzüm
ise, şarap üzümüdür. Bir incir ise, kurtlu incirdir. Ve her halde bir hamri
(sarhoş ediciliği) vardır. Ve o hamr aklı alır ve Allah'ı unutturur. Cennete
bu, yenilmek için değil, tahdit (sınırlama) ve kulluk için konulmuştur. Bununla
beraber biz: "Dünya sevgisi, her hatanın başıdır" hadis-i şerifinde
bu yasak ağacı tayin eden bir delalet buluyoruz. Demek Âdem o zaman dünya
sınırına yaklaşmamak emri almış ve Âdem bundan, yaratılışının gereği olarak
yememiştir. Fakat Hamze kırâetinde 'dır ki, önceki = zelle'nin if'âl bâbı olan
= izlâl'den, ikincisi = izâle'dendir.
36-Bu iskân (oturma) üzerine o şeytan, o İblis
ikisinin de o ağaç yüzünden ayaklarını kaydırdı, yahut ikisini de cennetten
kaydırdı. Zira o zaman şeytan kovulmuş bulunuyorsa da Âdem'i ve Âdem'in
çocuklarını azdırma imkanı kaldırılmamış idi. Çünkü Âdem'e özgü şeref asıl
bununla ortaya çıkacaktı, hilafet tasarrufu bizzat bununla tahakkuk edecekti.
Bu imkandan dolayı şeytan ne yaptı yaptı, cennete bile girebildi de bunları
bulundukları yerden veya nimet halinden çıkardı, cennetteki kendilerine ait
fıtratlarına bir değişme ârız oldu, biz de dedik ki haydi ininiz ve o halde
ininiz ki bir kısmınız, bir kısmınıza zulüm ve tecavüz edecek düşman ve sizin
için yeryüzünde bir zamana (yani ölünceye) kadar geçici bir oturulacak yer
tutmaya çalışmak ve faydalanıp yaşamak da bir hak olsun. Çünkü yerler ve
yerdekiler insanlar için yaratılmıştı. Ve cennette oturma bunun bir başlangıcı
idi. Fıtratınızdan hariç olan şeytanın kandırmasına bakılmasaydı, bu yeryüzüne
daha başka sağlam bir şekilde gelmek de mümkündü. Bu hata üzerine yeryüzüne
gelip, hiç faydalanma hakkına sahip olmamak da mümkün idi. Halbuki ilâhî yardım
bu emri verirken, bu lütfu da esirgememiştir. Ve insanlık dünyaya böyle bir hak
lütuf ile birlikte bir felaket içinde doğmuştur. Takdir, bu felaketin imkanını
kaldırmamış, fakat bunu şahısla ilgili de kılmamıştır. Felaket sebebi
geçicidir.
37-Nitekim bu emir verildi ve verilir verilmez,
Âdem de Rabbinden derhal birkaç kelime aldı. Burada "bizden"
buyurulmuyor da "Rabb'inden" buyuruluyor. Çünkü inme emriyle beraber
Âdem hitap mevkiinden (ikinci şahıslıktan), gıyaba (üçüncü şahıslığa) inmiş
bulunuyordu. Fakat halife olmak üzere takdir buyurulan Âdem'in fıtratından,
ilim ve isim güçleri yok edilmemiş idi. Vuku bulan hata, henüz tabiat (huy)
olmamış idi. Bu felaket üzerine derhal Âdem bu yaratılışıyle Rabbine döndü ve
ondan kendisine bazı kelimelerin telkin edilmekte olduğunu anladı ve o kelimeleri
karşılayıp aldı, kabul etti ve onlarla amel etti. Çünkü "telakkî"
kelimesi, "lika"dan alınmış olarak, karşılayıp almak ve aldığına
sarılmaktır. Âdem'e bunlar, "tasavvur" dediğimiz lisana ait suret ile
karışmış, vekalete özgü bir ilim altında keşfî bir ilim, bir hakiki şuur
anlatıyorlardı. Bu kelimeler nelerdi? A'râf sûresinde gelecek olan "(Âdem
ve eşi) dediler: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz
ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 7/23)
kelimeleri idi. Bundan başka şunlar da nakledilmiştir:
1- "Allah'ım sana hamdinle tesbih
ediyorum. Senin ismin mukaddestir. Senin şanın yücedir. Senden başka ilâh
yoktur. Ben nefsime zulmettim, beni bağışla. Senden başka günahları affeden
yoktur."
2- İbnü Abbas hazretlerinden rivayet
olunduğuna göre şu münacât (dua) cereyan etmiştir: "Ey Rabbim, sen beni
kendi elinle yaratmadın mı? -Evet. Ey Rabbim, senin rahmetin öfkeni geçmiş
değil midir? -Evet geçmiştir. Ey Rabbim, ben tevbe eder ve halimi ıslah edersem
sen beni yine cennetine döndürür müsün? - Evet döndürürüm." Ve bu meâlde
bazı âyetler daha vardır.
Düşünülecek olursa bunların hepsi, âyette aynı
mânânın ifadesine dayanmaktadır ki, bu da ilk yaratılış gereği bütün varlığıyle
Allah Teâlâ'ya yönelmek ve O'nun ârızalar ile kesintiye uğrayan rahmet ve
lütfunu, öfke ve dalaletten uzak olarak tekrar celbetmek için iman akdini
yenilemek suretiyle, kalb ile, söz ile ve fiille tevbe etmeye ve kurtuluşa
dönmektir. Ve bunda dinin aslı yer almıştır. Bizim dünyada din ve imanımız, ilk
yaratılışta takdir edilmiş olan rahmete ve iman akdine nazaran bir tevbe ve bir
rücu' (dönüş) mânâsındadır. Ve insana mahsus saadet, günahları kendisine huy
edinmemek için daima tevbe ve istiğfar üzere bulunmaktadır. İnsanı
ümitsizlendirecek şey, farzedelim vaki olan bir günah değil, günahta ısrar
etmek ve tevbeyi unutarak şeytana uymayı huy edinmektir. İnsan Allah'ına,
fıtratına iftira etmemeli, şeytana ve şeytanlığa karşı mücadele etmelidir.
Nitekim Hz. Âdem, hatanın neticesi olarak yeryüzüne çıkınca, Allah'ın lütfuyla
kendini topladı ve yaratılışı gereği aldığı kelimelerle amel etti, kusurunu
itiraf ile imanını arz etti ve: "Ya Rab, beni kendime bırakma!..."
diye yine hilafetini yalvararak istedi de Rabbi de ona tekrar rahmetiyle iltifat
etti, tevbesini kabul etti. Zira senin Rabbin olan Allah, tevbeleri kabul eden,
merhamet edendir ve hem tevbeleri kabul eden ve merhametli olan O'dur. O, o
kadar merhametli bir Allah'dır ki, kulunu bir kere terkedivermekle ilel'ebed
terkedivermez. Kulu dönüp tevbe ettikçe, İblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar,
yine bakar, sonsuz olarak bakar, bir oldu, iki oldu, nihayet üç oldu,
"yetişir artık" demez, sayısız olarak döner bakar, çünkü Rahim (çok
merhametli)'dir. Tevbe, esasen rücu' etmek, geçmiş asla dönmek demektir. Şu
halde kula nisbet edildiği zaman geçici olan günah halini bırakıp, aslî olan
düzgün haline dönmek demek olur. Allah'a nisbet edildiği zaman da geçici olan
öfke nazarından, aslî olan rahmet nazarına dönmek mânâsını ifade eder. Bunun
için tevbenin şer'î mânâsı, kulun günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup, bir
daha yapmamağa azmetmesi, Allah'ın da bu tevbeyi kabul ile günahı mağfiret
etmesi diye açıklanır.
38-Acaba Allah Teâlâ Âdem'in tevbesini kabul
etti de, "ininiz" emrini geri mi aldı? Bu cevap olarak buyuruluyor
ki: Hayır Âdem ve eşi ve bunların içinde bütün Âdem oğulları ve şeytan hepiniz
oradan ininiz, dedik. Bir kere o emri yaratmakla yerine getirdik, hepsini yere
indirdik, verilmiş olan ilâhî bir emrin geri kalmayacağını böyle gösterdikten
sonra da tevbenin kabulünün gereği olarak bu emre şunu da ekledik: Şimdi benim
tarafımdan size her ne zaman resûl veya kitap gibi herhangi bir delil, bir
hidayet sebebi gelir de benim o hidayetime, o delilime her kim tabi olursa
artık onlara gerçekten hiçbir korku, azap yoktur ve onlar ilerde hiçbir şekilde
mahzun (üzüntülü) olmazlar. Yani onlar için korku ve hüzün devam etmez,
sonuçları katıksız sevinç ve neş'e olur. Allah sevgisi, Allah aşkı ve hakka
uyma; onlara hiçbir korku, hiçbir hüzün tattırmaz. Gerçi Allah'ı bilen, Allah'ı
seven, Allah'tan korkar, fakat Allah korkusu her saadetin zamanı ve bütün
korkuların siperidir.
39-Buna karşılık küfre sapıp bizim
hidayetimizi getiren âyetlerimizi, alâmetlerimizi, delillerimizi,
hüccetlerimizi, gerek enfüsî (subjektif) ve gerek âfâkî (objektif) vahdaniyyet
(birlik) ve ilâhî şahitlerimizi, gerek âlemde ve Âdem'in yaratılışında
yerleştirilmiş olan fıtrî ve aklî delillerimizi ve gerek peygamberler ve
kitaplarla tebliğ olunan kelâmî ve naklî delillerimizi yalanlayanlar bunlar da
yukarda diye açıklanan ateşin, o dehşetli ateşin çırası ve kömürü olacak ve
ondan ayrılmayacak olan arkadaşlarıdır, bunlar o ateşte daima, sürekli
kalıcıdırlar. İşte yeryüzünde insanlığa ait hilafetin oluş şekli bu iniş ve bu
vaad ve vaîd ile beraber olmuştur. Ve bu sıfat Âdem'den evladına intikal
edecek, bunu bilenler birinci kısımdan, tanıyanlar ikinci zümreden
olacaklardır. Biri, ilk fıtratın gereğine halef olacak, biri de geçici olan
hatayı huy edinerek görünüşte Âdem'e, gerçekte şeytana halef ve arkadaş
olacaklardır. Şu halde insanlar Kur'ân'ın bu kıssalarını iyi düşünmeli ve daima
hatırında tutmalıdır. Görülüyor ki, kıssanın sonunda beyanın ifade şekli bütün
Âdem oğullarını hedef almakta ve Âdem ile Havva burada âdeta nesilleriyle beraber
bir cinsi temsil etmektedirler. Sanki iniş, yani yeryüzünde beşer cinsinin
ortaya çıkışı bir çokluk ile vaki olmuştur. Ve geçmişte açıklanan birlik, cinse
ve akla ait birliktir denebilecek. Fakat iyi düşünülürse anlaşılır ki, bu
hitabın geleceğe derin bir şümûlü (kapsamı) vardır. Ve bunun içinde bugünkü ve
yarınki, kıyamete kadar gelen insanların hepsi dahildir. Halbuki biz yeryüzünde
ilk yayılan insanlar değiliz. Bununla beraber o inişte ve hitabında dahil
bulunuyoruz. Ne şekilde? Çünkü babamız Âdem'in sulbünde fikir ve tasavvur
olarak bulunuyorduk. Demek ki bu düşünce halinde çokluk, bilfiil ilk inen
insanın Âdem ve Havva'dan ibaret tek bir çift olmasına aykırı değildir. Ve
beşere özgü üremenin başlangıcı olan ilk harika (olağanüstü yaratılış) -ki yer sonradan
olma olduğu için zaruridir- yeryüzünün her tarafında birden ortaya çıkmış,
çeşitli, çok harikalar değil, esaslı iki harikaya ve bir aslî tohuma dayanır.
Ve burada hitabın geneli hedef alması, Kur'ân'a muhatap olan sonradan gelen
insanların bizzat aydınlanmaları ve insanlığa mahsus hilafetin
genelleştirilmesi ve insanî kardeşliğin hatırlatılması hikmetine dayanmaktadır.
Gerçekte bunu te'yit eden diğer bir âyet vardır ki orada Dedi ki:
"Birlikte, ikiniz, oradan inin." (Tâhâ, 20/123) diye Âdem ve eşi tesniye
(ikili) olarak tahsis edilmiştir. Demek ki cennetten yeryüzüne bilfiil ilk
çıkanlar bunlardır. Ve bu çıkış da birdenbire olmamıştır. Hem de nesilleri olan
bütün beşer cinsi de bunlarda zihinde mevcut olarak beraber çıkmıştır. Ve
insanlar aslında hakikaten kardeştirler. Tabiat ilimleri ve yeryüzünde bilfiil
insanın oluşumu açısından düşünecek olursak, bunun başlangıcını bu inişte
arayacağız. Burada Kur'an bize fazla açıklama yapmıyor. Asıl olayın başlangıcı
olan harika (olağanüstü) olayı en küçüğüne döndürerek bildiriyor. Çünkü ilâhî
âyet olacak olan budur. Sonrası bildiğimiz üreme kanunudur. Şüphe yok ki,
tabiat ilimleri bu kanundan çıkamaz, çıkınca tabiatın mânâsı kalmaz. Bununla
beraber, mantıkî bir zorunluluk ile yerin sonradan olduğuna ve sonradan teşekkülüne
hükmeden şimdiki Fizik ilmi, beşerin oluşumunda da bugünkü bilinen üreme ve
çoğalma kanununun ezelî olmadığı ve başlangıçta bir tohumun, bir aslın sonradan
olduğunu da zorunlu olarak kabul etmektedir. Bu konuda bundan başka müşahedeye
dayanan bir bilgi yoktur ki Kur'ân'ın bu âyetini, onun gözüyle de bir mülahaza
edelim.
Eskiden bazı tabiatbilimciler, beşeriyetin
yeryüzünde ezelî olduğunu iddia ederlermiş. Fakat bugünkü tabiat bilimlerinde
bunların yeri yoktur. Fakat bazı tahminciler görüyoruz ki bunlar, yeryüzü
kıt'alarındaki beşer ırklarının ta esasında başka başka asıllardan gelmiş
olmasını ve buna göre insanlar arasında genel bir kardeşliğin tabiî (doğal)
olamayacağını zannetmek istiyorlar. "Zencîler, Avrupalılar, Amerikalılar
nasıl kardeş olur?" demek istiyorlar. Bunlar şunu düşünmüyorlar ki, ilim
daima "asıl birlik" nokta-i nazarını (görüşünü) takip eder. Ve mümkün
olduğu kadar olağanüstü olmanın azalmasını ister. Ve bu konuda verilecek hüküm,
şimdiki halin müşahedesine dayanan bizzat bir mantık işidir. Bütün bunlar ise
üremenin, tek başlangıçtan başladığına hükmeder. Bunlara karşılık Zooloji'de
istihâle (başkalaşma) ve tekamül nazariyesi (varsayımı)ni takip edenler vardır.
Ve bu görüş felsefî bakımdan esas itibariyle uygun, vahdet (birlik) kanununa ve
terbiyeye de mutabıktır. Fakat hayvanlara tatbikinde müşahede ve fiilî
tecrübeyi aşan şahsî bir hüküm hatasını içermektedir. Hakikatte bütün
hayvanların cesetleri mükemmel bir tasnif ile tertip edildiği zaman görülüyor
ki, aralarında eksikten tama (nâkıstan kâmile) doğru giden bir dereceler
zinciri (silsile-i meratip) arzetmektedirler. Aralarındaki büyük farklara
rağmen bu tekamül (evrim) ortaya çıkıyor. Bununla beraber hiçbir türün, diğer
türden ürediğine dair bir tecrübeye, bir şahide (delile) de rastlanmıyor.
İnsan, insandan doğuyor; arslan arslandan; at attan; maymun maymundan, köpek
köpekten... Böyle olmakla beraber, bu tecrübeye rağmen, asıl birlik esasına
dayanarak burada bir mantık yapılıyor. Hayvanların iş bu türlerinin dereceleri,
tam olanı eksik olandan istihale ederek (başkalaşarak) veya tekamül etme
suretiyle doğarak gelmiş, bu şekilde bir gün gelmiş ki hayvanın biri (ve mesela
bir görüşe göre maymunun biri) veya birkaçı insan doğuruvermiş ve insanlar
bunlardan türemiş. Şu halde insanlar arasında insanlık kardeşliği şüpheli ise
de, maymunluk veya hayvanlık kardeşliği şüphesiz olmuş oluyor. Biz daima
göğsümüzü gere gere ve ilmî görüşten hiç ayrılmayarak deriz ki, "asıl
birlik davası" doğrudur. Evvela bütün hayvanlar için bu "tek
asıl" maddedir. Basit unsurlardır. Daha açık olmak için topraktır ve bu
maddeden hayatın ortaya çıkışı bir yapıcı nedene bağlıdır ki, o eksiğe kemal
versin ve mÂdemki tabiatın çeşitlenmelerini görüyoruz, demek ki tabiat, ilk
yapıcı değil, nihayet ikinci derecede bir faildir. Eksikden tabiatıyle bir tam
çıkamaz. Mesela bir okkalık ağırlık, iki okkalık ağırlığı sürükleyemez;
çıktığı, sürüklediği farzedilirse bir şeyin yok iken sebepsiz, illetsiz
geldiğini kabul etmek gerekir ve o zaman akıl, ilim ve fen yoktur. Zira illet
(sebep, neden) ve tezâyüf-i illet (hükmün illete izafesi) kanunu inkâr edilirse
hiçbir şey bilinemez. Şu halde bir kurttan bir kelebek bile çıkarsa tabiatı ile
değil, ilk fâilin (yapıcının) tesiriyle, onun seçmesiyle çıkar. Yumurtadan
civcivin çıkması bile haricî bir ısının tesirine bağlı değil midir? Aşılarda da
durum böyledir. İlmin hiç ayrılmaması gereken bu prensiplerden dolayı,
aralarında yakınlık derecesi bulunan aynı cins hayvanları, tecrübenin tersine
olarak, muhakkak birbirinden başkalaşım yaptırmak veya doğurtmak ne doğaldır,
ne de zorunludur. Bir olayla ilgili önerme olsun söyleyebilmek üzere,
"kurbağalar balıktan doğmuş, dönmüş" demek için, tecrübe ile ilgili
bir örnek görmeğe ihtiyaç vardır. Tecrübenin delaleti ve mantıkî gereklik
yokken böyle bir hüküm vermek, fen ve felsefeye uygun bir hüküm değildir. Sözün
doğrusu, hayvanların derecelerinin bütün tekamül sınırlarında başlı başına ilk
yapıcıdan gelen ve örnekleri geçmediğinden dolayı olağanüstü olan fazladan bir
hadise vardır ve insanda, hepsinden başka olarak bir küllî (tümel) ruh vardır.
İnsan bir hayvandan doğsaydı, yine tabiî olmayan bir harika olurdu. Şu halde
aradaki gelişme silsilesi, tümüyle beraber tabiî değil, gayr-i tabiî (doğal
olmayan)dir ve Allah'ın eseridir.
Bunun hangisinin hangisinden doğduğunu sade
mantık bilimi bildiremez. Bunu ya müşahede (gözlem) veya tecrübe (deney) veya
vahiy bildirir. Tabiat düzenli olduğu halde, şimdiye kadar, balıktan kurbağa,
maymundan insan doğduğu asla görülmemiştir. Ve tecrübe mahsulü (ürünü) olan
Pastör nazariye (teori)sine de tamamen aykırıdır. Tek cins içindeki aşılar
şahit olamaz. Vahiy ise bize insanların maymunluğa inişi hakkında bazı
hatırlatmalarda bulunuyorsa da, aksini haber vermiyor. Ve bize: "Siz
insansınız, insan olunuz, kardeş olunuz, hep bir babanın evladısınız."
diyor. Şu halde esasında ilmî bir hakikati içeren, tekamül ve başkalaşım
teorisinin yanlış bir uygulamasını kabul etmek için bugün hiçbir akla uygun
sebep yoktur. Bütün bunlardan yakından bildiğimiz bir şey varsa, o da ilk
insanın yeryüzünün sinesinde doğmuş olmasıdır. Ve bunda bir seçim vardır. Fakat
bu seçme, tabiî değil, Allah'a aittir. Âdem Allah'ın yaratmasıdır. (Mü'minûn)
sûresine bak. "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık."
(Mü'minûn, 23/12). Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, yeryüzüne Âdem'in
inişinden zamanımıza kadar geçen tarih, zannedildiği gibi, beş on bin senelik
bir müddetten ibaret olmaması gerekir. Bu kadar zamanda insanlığın yeryüzüne
tam yayılması, tecrübeye göre, akla uygun değildir. Endülüs'lü İbnü Hazm
"Fisâl"inde dokuz asır önce bunun dinimizce kat'i (kesin) belli bir
miktarı olmadığını ve yüzbinlerle seneye ulaşabileceğini ve bununla beraber ne
ezelî, ne anî de olmadığını çok güzel anlatmıştır. Ve şüphesiz Amerika yerlileri
bile Âdem sülalesidir. Bütün insanlarda aslî fıtrat bir fakat huy çeşitlidir.
Tînet (yaratılış) ayrıdır. Bu bakımdan insan fertleri arasındaki derece farkı,
hayvanlardaki tür farkından çok mühimdir. Bunların en geniş sınıfları da,
mümin-kâfir tasnifidir.
Cenâb-ı Hak bütün bu akla uygun ve normal
incelemeleri bize bırakarak Kur'ân'ında bunların esası olan takdirin, Allah'ın
hükümlerinin tek şekil (yeknesak) üzere cereyanını ve bundan özellikle
insanlara tahsis edilen ilâhî rahmet ve nimetleri hatırlatmış ve kendimizi,
kendi derecemizi, vekalet yetkimizi, kardeşliğimizi, Rabbimizi tanıyarak;
geleceğe, ahirete, ona göre hazırlanmamızı ve insanlar arasındaki bütün
düşmanlıkların kalkmasının, ilk fıtrata dikkat etmek şartıyla mümkün olduğunu
bu kıssada genel olarak açıklamış ve Resulüne hatırlatmış ve sonucunu manen
"ey insanlar" hitabına bağlamıştır. Bundan sonra da bilhassa bu
kıssayı kitaplarında okuyup bilen Benî İsrail'e (İsrail oğullarına), yani asr-ı
saadetteki, Resulullah zamanındaki yahudilere özel hitabını aşağıda geleceği
şekilde yöneltmiştir ki, genel hitabıyle Âdem kıssasından sonra bu hitap çeşidi
ne kadar beliğdir.
Meâl-i Şerifi
40- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi
hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve
sadece benden korkun!
41- Yanınızdakini (Tevrat'ı) tasdik edici
olarak indirdiğim (Kur'ân)a iman edin, O'nu, inkar edenlerin ilki siz olmayın,
benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin. Ancak benden korkun.
42- Hakk'ı batıla karıştırıp da, bile bile
hakkı gizlemeyin.
43- Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin,
rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.
44- İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi
unutur musunuz? Halbuki kitab (Tevrat)ı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza
almayacak mısınız?
45- Bir de sabırla, namazla yardım isteyin.
Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.
46- Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını ve
gerçekten O'na döneceklerini bilirler.
40- Ey İsrail oğulları! İsrail, Hz. Yakub'un
lakabıdır ki, "yâ"sız ; "yâ"sız ve "hemze"siz ;
"hemze"nin "yâ"ya kalb (çevrilmes)iyle ; meftûh (üstünlü)
"hemze" ile ; ve meksûr (esreli) "hemze" ile de okunur.
İbranî dilinde bunun mânâsı safvetullah (Allah'ın seçkini) veya Abdullah
(Allah'ın kulu) demek olduğu beyan ediliyor. Şu halde bu lakabda yahudileri
iman etmeye bir harekete geçirme vardır ki, meâli şu olur: Ey Allah'ın güzide
bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat ehli! o size vermiş olduğum büyük
nimeti düşünün, hatırlayın, yâd edin. Çünkü zikir kalb ile de olur, dil ile de.
Bu hitap gösterir ki onlar, her şeyden önce nimete talipdirler. Bununla beraber
şükür şöyle dursun, nimetin aslını bile unutmuşlardır. Bunları Cenab-ı Allah
onlara hatırlatacaktır ve bunlardan başlıcası "benden size bir hidayet
gelirse" (Bakara, 2/38) ifadesince kitap ve peygamberliğe işarettir ki,
sonunda Muhammed (s.a.v.)'in gönderileceğini idrakleri ve Medine'ye nebevî
hicretle gelen ilâhî hidayet vardır. Vaktiyle olduğu gibi bilhassa şimdi
üzerinize gelen büyük nimeti takdir ediniz, ve benim ahdimi (bana verdiğiniz
sözü) yerine getiriniz. Ta Âdem'in yeryüzüne inmesinden bağlandığınız ve Tevrat
ile söz verip anlaşma yaptığınız bir ahdin gereğince, siz herhangi bir zamanda
göndereceğim hidayet sebebine uyacak, iman ve itaat edecektiniz ve Musa'nın haber
verdiği peygamberlerin sonuncusuna iman edecektiniz. Benim bu ahdimi Resulüm
Muhammed'e uymakla yerine getiriniz ki ahdinizi (size verdiğim sözü) yerine
getireyim. Sizi cümlesine sokayım. artık benden ve ancak benden korkup
sakınınız.
41-Anlaşmayı bozmak ve diğerleri gibi
fesatlar, ahlâksızlıklar yapmayınız, ve özellikle, imanın esası itibariyle
yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'ân'a iman ediniz ve
bütün amellerinizi buna uydurunuz. Baksanıza Tevrat'taki Âdem kıssası bunda ne güzel
hatırlatılmıştır. ve bunu ilk inkâr eden siz olmayınız. Vahiy nimetini,
nübüvvet (peygamberlik) nimetini ilk anlayıp tasdik edecek olan siz olmanız
gerekir. Siz buna iman etmezseniz, bazı dünyaya ait faydalar düşüncesiyle
etmezsiniz. Fakat benim âyetlerimi, mucizelerimi az paraya satmayınız. Birkaç
para gibi kıymetsiz dünya menfaatlerine değişmeyiniz. Bu âyetlere iman
ederseniz, elinizden kaçacağını sandığınız paraların, dünya ile ilgili
düşüncelerin kat kat üstünde nimetlere erişeceğinizi bilmeniz gerekir. artık
benden ve ancak benden layıkıyle korkunuz, yalnız benim korumama giriniz, takva
ehli olunuz. Önceki âyette "rehbet", (korkmak) burada
"ittikâ" (sakınmak) ile emredilmesi, onun avam (halk) tabakasına ve
seçkin zatlara genel (umumi) ve bunun havass (seçkinler)a özel bir hitabı hedef
alması dolayısıyledir.
42- Hakkı batıl ile karıştırıp aldatmayın;
doğruyu yalanla, yanlışlarla bulayıp da bile bile hakkı gizlemeyiniz. Bu âyetin
anlamı çok kapsamlıdır. İlme ve amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin
hilelerine, yalan dolanlarına ve bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin
karışık işlerinden ve hakimlerin haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsine
şümûlü vardır. "İnsanları aldatmayınız, sahtekârlık yapmayınız."
meâlinde bir genellemeyi ifade eder. Bununla beraber (kelâmın) sevki bilhassa
ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar,
kötüye kullanırlar, onları kendi gönüllerine göre evirerek çevirerek aslından
çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar, altın diye satarlar. Bu durum İsrailoğulları
haberlerinde çok vardı. Bunlar, kendi yazdıkları fikirleri, te'villeri,
tercemeleri, Tevrat'ın aslı ile karıştırıyorlar, seçilmez bir hale getiriyorlar
ve bazan da Muhammed (s.a.v.)'e ait vasıflar hakkında yaptıkları gibi geçmiş
kitaplardaki âyetleri saklıyorlardı ki, bu konuda "Yazıklar olsun o
kimselere ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra 'Bu Allah katındandır.'
derler." (Bakara, 2/79), "Kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar." (Nisa, 4/46, Maide, 5/13) ve diğerleri gibi başka
âyetler de vardır. Bunlar, Tevrat'ın aslını korumuyorlar, kendi yazdıkları
tercemeleri: "İşte Allah'ın kitabı" diye Tevrat yerine koyuyorlardı.
Ve ilmî meselelerde gerçeği takip etmeyerek kendi gönüllerine göre
açıklamalarda bulunuyorlar, arzu ve şehvetlerine sapıyorlar, safsatalar
yapıyorlar, arzularına tabi oluyorlardı. Bu şekilde hak fikri, hak inancı
kalmıyor, aldatma, karıştırma, aldatıcılık hükümran oluyordu. İşte bütün
bunlara karşı İsrailoğullarının bilginlerine genel olarak bu yasaklama hitabı
söylenmiştir ki, Kur'ân'da bu konuda başka bir âyet olmayıp da yalnız bu âyet
olsaydı, Kur'ân'ın terceme ve tefsiri meselesinde ve diğer ilmî vaziyette
İslâm'ın tutumunu, ilmî vazifenin şeklini tayin etmek için bu âyet yeterli
olurdu. Kur'ân'ın tecrid (soyutlama) meselesinin ne büyük önemi haiz olduğu,
Kur'ân'ı Kur'ân, tercemesini terceme, tefsir ve te'vili de tefsir ve te'vil
olarak bellemek ve belletmek bir hak görev olduğu unutulmamalı. "Farsça
Kur'ân", "Türkçe Kur'ân" gibi sözlerden çekinmelidir. Çünkü
milyonla terceme ve te'vil yazılır, onlar yine Kur'ân'ın hakikati olmaz,
Cenab-ı Hak buyurmuştur.
43-Bundan başka bir de namazı dosdoğru kılınız
ve zekatı veriniz. hem rükû' edenlerle, yani müslüman cemaat ile beraber rüku'
ediniz, eğiliniz, rüku'lu namaz kılınız. Bunda, hem o namazın başka değil,
İslâm'ın namazı olduğuna tenbih hem de cemaatin varlığına işaret vardır. Çünkü
rüku' ile namaz İslâm dinine mahsustur ve bunun için namazın bölümleri buna
bağlı olarak rek'at diye isimlendirilmiştir ve burada "rüku' ediniz",
"namaz kılınız" mânâsını ifade etmiştir. Şu halde yalnız rüku'
(eğilmek) ibadet olmaz. Yahudi ve hıristiyanlar namazlarında kıyamdan doğrudan
doğruya secdeye giderler, rüku' etmezler. Rüku', sırtıyle beraber boynunu öne
eğmektir. Lügat bakımından secdeye kadar varabilirse de şer'an (dinen) normali
belinden bir dik açı vaziyetinde bükülmektir. Kıyamdan secdeye kapanmakta bir
itidalsizlik vardır ki, bunu rüku' tamamlar. Ve bu şekilde müslümanın namazı,
kalbin düzelme ve temizlenmesiyle beraber bir mi'racı olduğu gibi, bedene ait
hareketlerin de ta'zimi, ağırbaşlılık ve sükuneti ifade eden her kısmını
içerir. Beşer ömrünün geçişini ne güzel tasvir eder. Ciddî olarak namaz kılmak,
zekat vermek, cemaate devam etmek; hakkı gizlemekten ve hakkı batıl ile
bulamaktan men eder.
Bütün bu emirler, bu yasaklar,
İsrailoğulları'na hitab etmekle beraber, hükmü onlara mahsus değildir. İslâm
şeriatinde bunlar vardır. "Siz de bunlara iman ve itaat ediniz."
demek olduğu açıktır. Şu halde "sebebin hususu (özel oluşu), hükmün umumu
(genel oluşu)na engel olamayacağı açıktır.
44-Bundan sonra hakkı karıştırmamakla beraber,
başkalarına hakkı tebliğ edip de kendini unutmak da caiz olmayacağını anlatmak
için bir özel hitap da vârid oluyor. Rivayet olunduğuna göre saadet asrı
(Peygamberimizin asrı)nda Medine'deki yahudi bilginlerinden bazıları,
kendilerine gizlice gelip: "Muhammed hakkında ne dersin?" diye
soranlara: "Doğrudur, haktır." derler, Resulullah'a uymalarını
emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan ellerine
geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak endişesiyle ona uyma
arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da : "Sadaka veriniz." diye
emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: "Allah'a itaat
ediniz, âsî olmayınız." derler, fakat kendileri sözleriyle amel etmezlermiş.
Nihayet bu âyet münasebetiyle: "Namaz kılınız, zekat veriniz"
diyenler olurmuş fakat kendileri hiç birini yapmazlarmış. İşte bunların biri
veya her biri dolayısıyle şu âyet de nazil olmuş (inmiş)tur. acaip, siz
insanlara birr (yani bol bol iyilik) emreder de kendinizi unutur musunuz?
Halbuki daima kitabı (yani Tevrat'ı) da okuyorsunuz. o halde akıl etmez
misiniz? Yahut daha akıllanmayacak mısınız? Fenalık emretmektense, iyilik
emretmek elbette iyidir. Fakat aklı olan başkasının iyiliğini isterken kendini
unutur mu?
Birinci olarak, emir bilmâruf (iyiliği
emretmek) ve nehiy anil'münker (kötülüğü yasaklamak)den maksat, başkalarına
doğruyu göstermek suretiyle istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip
de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, eli
selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir ki, amelî akıl açısından bir
çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara va'z ve ders vererek
ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini
ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir
taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir
çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise çelişkiye
düşmez.
Üçüncüsü, söylediği sözün, verdiği nasihatin
bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna
gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin
yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha
açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük
budalalık olmaz.
Hasılı, iyilik iyiliktir, elbette insanlara
iyiliği emretmek de hadd-i zatında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken
kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan
dolayı bu âyet fâsıkın (sapık) doğru söylemek, sözünde ciddi olarak iyiyi
söylemek şartıyle va'z etmesini (öğüt vermesini), iyiliği emretmesini men
etmemekle beraber bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük olmakla beraber
zarif (ince) bir inzar (korkutmay)ı içeriyor ve aptallıklarını anlatıyor.
Vâizin, âmirin kendi hakkında ciddi olmasını ve öğüt verirken herkesten önce
kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun özellikle akıl nokta-i
nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. Buharî ve Müslim'de bu konuda
şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: Kıyamet gününde bir adam getirilir, ateşe
atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem ehli onun
etrafını çevirirler: "Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder, fenalıkları yasaklar
değil miydin?" derler. "Evet ama, ben size emreder, kendim yapmazdım;
sizi yasaklar, kendim yapardım." der. Şu halde insan, başkasına öğüt
verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de, kendi zakkum salkımı
yutmamalıdır. İrşad (halkı aydınlatmak) için doğru söyleyenler böyle olursa,
sapıtmak için eğri söyleyenlerin hali kıyas edilsin!.. el-Birr, "geniş
hayır" mânâsına isim; "hayırda genişleme" mânâsına masdar olur
ki, esası "geniş alan" demek olan " el-Berr" kelimesindendir.
Bundan dolayı geniş iyilik, bol bol iyilik etmek demek olan "birr"
her türlü iyiliği, her türlü hayrı kapsar ve şöyle sınıflandırılmıştır: Birr
üçtür: Allah'a ibadette birr, akraba (hakkına) riayette birr, dostlarına
muamelede birr.
Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle
İsrailoğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları izleyerek taaccup
(şaşma) ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve özellikle âlimleri,
âmirleri ve hakimleri hedef alan bu hitab, bütün bu emirleri ve yasakları
bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve irfanın yükseklik
ve ciddiliğini gösteren bir cümlei tevsîk (kuvvetlendirme cümlesi) olmuş ve
bilhassa namaz, zekat, cemaat emirlerini takip etmesi de bunların ahlâkı
güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve bilhassa bildiğiyle amil
(amel edici) olmamanın İsrailoğullarının bilginlerinin şiarı olduğunu
anlatmıştır.
45-Şimdi bu güzel hitaplara, baştan başa hak
ve doğru olan bu beliğ emirlere, yasaklara, ahlâkî davetlere, irşadlara karşı
söyleyecek söz yok, hepsi güzel. Fakat bu kadar zaruretler içinde bunları
yapmak kolay mı? Bu kadar ciddiyete, bu kadar doğruluğa dayanılabilir mi?
derseniz daraldığınız zaman da ihtiyaçlarınıza sabır ve salât (namaz) ile
yardım isteyiniz.
Bunlarla Allah'dan yardım isteyiniz.
Sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için
dayanmak ve karşı koymaktır ki, her ferahın, her başarının anahtarıdır. Baştaki
darlığın, sıkıntının geçmesi için Allah'ın yardımını celbedecek sebeplerin
birincisidir. Sabırsız ruhlar her zaman darlık içindedir. Onların, dünyaya ait
olaylara hiç dayanıklılıkları yoktur. Her şey ister, her şeyden rahatsız
olurlar. Genişlik zamanında eldeki nimetin kıymetini bilmezler, gözleri daima
başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül edemez, hemen mahvolurlar.
Halbuki dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen hiçbir şey yoktur. Bundan dolayı
bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini bağlayarak, bunun da Allah'ın
izniyle geçeceğine iman eder ve Allah'ın yardımını, mutluluk ve ferah gününü
temiz kalp ve olgun iman içinde beklerse sonuç kurtuluş olur. Ve hiçbir
fenalığa düşmeden kurtuluş olur. Bunun için nefisleri sabra alıştırmalı, insan
sabrı alışkanlık edinebilmelidir. Bu alışkanlık, acıyı bırakmak için değil, def
etmek içindir. Ve bunun (yani sabra alışmakla nefsi süsleyebilmenin) en iyi
çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra alıştırır, tiryakilikleri tedavi
eder. Bundan dolayıdır ki, buradaki sabır, doğrudan doğruya, oruç ile de tefsir
olunabilir ve olunmuştur. Fakat her iki halde de burada aslî kastedilen şey,
bizzat sabır mânâsıdır, oruç bunun bir vasıtasıdır. Bununla beraber namazın bu
konuda da büyük önemi ve faydası vardır. İnsan yıkanır, temizlenir, ayıplarını,
ayıp yerlerini kapatır. Bunları yapmak için emek ve mal da sarfeder. Yüzünü
kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin eder. Kalbini iyi niyetle
doldurur. Gönül buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun birlik
duruluğunu incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyle ve büyük bir saygı ile
tekbirini alır ve ibadete koyulur. Dünyanın acılarını, tatlılarını şöyle bir
tarafa atar, Hak Teâlâ'ya dua eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını okur, dinler,
onun huzurunda hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder, Kitap okur;
dikilip beklemek, eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihayet
oturup dinlenmek ve sonunda selam ve esenliğe ermek ve o anda gaybtan şehadet
(görünürlüğ)e geçerek, şehadet getirmek gibi ruhî, bedenî büyük bir nizam ve
intizam ile bir mirac yapar. Ve hiç şüphesiz bu ulvî manzaralar içinde
nefisler, zahir (dış) ve batın (iç)larında kaybetmek üzere bulundukları
intizamı yeniden temin ederler. Sabırdaki acılıkları da unutur veya
hafifletirler ve bütün bunlar ilâhî yardımın celbine aracı olur. Darlıktan
patlayacak dereceye gelen o fena nefisler kuvvetlerini, itimatlarını
arttırırlar, sıkıntı zamanlarının kolaylıkla geçmesi için imkan bulurlar ve
fazla olarak ayrıca bir saadet zevki, bir bahtiyarlık duyarlar, bir ruh
kazanırlar ve bu sayede yalan dolan, karıştırma, hakkı gizleme, aldatma,
aldanmak, düşmanlık, tecavüz gibi zilletlerden, düşüklüklerden kendilerini
kurtarırlar ve o yüzden gelecek çirkin menfaatlere tenezzül etmeksizin sonunda
ilâhî yardımın büyük tecellilerine ererler. Çünkü bütün dünyadaki beşerî
ızdırabın esası, genel ahlâkın düşmesinde ve hak yerine batılın itibar
kazanmasındadır. Allah'ın öfkesini celbeden de budur. Yoksa Allah'ın rahmeti
âleme şamildir. Evet ama, bu sabır, bu namaz, böyle yardım dileme kolay mı?
şüphesiz bu da kolay değil, ağır ve büyük bir iştir ama ancak hâşiîn (layıkıyle
korkanlar)e değil, başını öne alıp düşünen saygılı kimselere ağır gelmez, hatta
zevk verir, meleke (alışkanlık) olur.
46- o saygılı kimseler ki şunları, şu demleri
gözetirler, her halde kendilerinin bir gün olup Rabb'lerine kavuşacaklarını,
Rabb'lerinin lika (karşılama)sına ereceklerini, ve her halde dönüp ona
varacaklarını, amellerinin mükafatını alacaklarını sayarlar. İşte bunların her
halde olacağını bir galip ve kuvvetli zan ile olsun bilenlere, sabır ve namaz
ile yardım dilemek ağır gelmez. Bunlara ağır gelmezse, hiç şüphesiz yakîn
sahibi olan iman ehline hiç ağır gelmez. "Zann"ın bazan ilm-i yakîn
(kat'i ilim) mânâ-sına geldiği vardır. Burada bir hayli tefsir âlimleri bu mânâ
ile te'vil etmişler ve bunda zan ile iman olamayacağı esasını ve
"hâşiîn"in, mü'minînden ehas (daha hususi, özel) olması düşüncesini
gözetmişlerdir. Halbuki zannı, yakîn ile te'vil etmektense, hâşiîni lügat
mânâsından almak âyetin siyakı (gelişi)na daha uygundur. Huşû "boyun
eğmek", iman ve îkân (sağlam bilgi) ile ilgili olabileceği gibi, galip
zanla da olabilir. Zira galib zan, amelin vacip olduğunu ifade eder. Yarın
gelmesi galib zan ile zannolunan bir hayır veya şerre karşı akıllı insan
kayıtsız davranamaz. Şu halde sabır ve namaz, galib zan ile hareket edildiği
takdirde bile, insana ağır gelemiyeceği açıklanınca, bunun yakîn ve iman ile
hareket edildiği takdirde hiç ağır gelmiyeceği ve hatta katıksız zevk olacağı
öncelikle anlaşılır bu da âyetin sevkinin İsrailoğulları'na hitap olması
itibariyle daha özgün ve daha faydalı olur. Burada diğer bir mânâ daha
muhtemeldir ki onu da meâlde gösterdik.
Şimdi bir taraftan İsrailoğulları'nı nimeti
yadetmekle İslâm'a davet eden bu hitabı kuvvetlendirmek ve te'yit etmek, diğer
taraftan da geçmişte nail oldukları nimetleri hatırlatmak ve onlardan mahrum
oluşlarının sebeplerini anarak İslâm dinini kabul ettikleri takdirde o
geçmişten daha şanlı bir geleceğe nail olabileceklerini ve aksi halde dehşetli
bir korkutmaya maruz bulunduklarını ve bunların karşısında, düşük menfaatler
arkasında dolaşmanın çok vahim (korkunç) olduğunu anlatmak için şöyle bir nida
(çağrı), bir hitap daha yöneltiliyor ki, bu, bir taraftan kısaca bir özet,
diğer taraftan bir tafsîl (etraflıca anlatma) başlangıcıdır:
Meâl-i Şerifi
47- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve
vaktiyle sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
48- Ve öyle bir günden korunun ki, kimse
kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul edilmez, kimseden
fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da yapılmaz.
47- Ey İsrailoğulları, benim size verdiğim
nimetlerimi hatırlayın ve özellikle şunu hatırlayın ki, ben sizi geçmişte (yani
Musâ ve onun değişmeyen evlatları zamanında) bütün âlemlere üstün kılmıştım.
Hepsinin üstüne çıkarmıştım, siz o zaman âlemin en yüksek milleti olmuştunuz.
Hani onları ne yaptınız? Onları nasıl ele geçirmiştiniz ve niçin elden
çıkardınız biliyor musunuz? Haydi düşünün, ne idiniz, ne oldunuz düşünün!..
48- Hem ilerde öyle bir günün hesap ve
azabından sakının, korunun ki, o gün kimse, kimsenin adına bir şey ödeyemez,
kimseden şefaat da kabul olunmaz, kimseden fidye de alınmaz, bunlara hiçbir
taraftan bir meded de yapılmaz. Hasılı kimse kimsenin başına gelecek azabı
hiçbir şekilde defedemez. Ne zorla def edebilir, ne kolaylıkla. Zorla def
edemez, çünkü yardım yok. Kolaylıkla da def edemez, çünkü ya bedava olacak, ya
karşılıklı. Bedava olacak olan bir şefaattir, o kabul edilmez. Karşılığı da ya
verileceği ayniyle vermektir, halbuki ödemek yok veya başkasıyla vermektir,
halbuki fidye yok. İşte böyle bir kıyamet günü vardır. O gelmeden bundan
sakınmalı, bundan korunmalıdır. Demek ki bundan korunmak mümkündür. Fakat
geldikten sonra ahirette değil, o gelmeden önce dünyadayken korunmak mümkündür.
Çünkü: "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur."
(Furkan, 25/22) melekler görünüp olaylar başlayınca, o gün günahkârlar için bir
müjdeye imkan kalmaz. Mu'tezile (mezhebinde olanlar) bu âyete dayanarak,
ahirette buyük günah işlemiş olanlara şefaat edilmeyi reddetmişlerdir. Fakat
burada şefaatin kabul olunmaması özellikle kâfirler hakkındadır. Ve hitap
küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira İsrailoğulları kendilerinin babaları ve
dedeleri olan peygamberlerin her halde kendilerine şefaat edeceklerine
inanıyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa diğer âyetler gelecektir ve
hadisler de vardır ki, Allah'ın izniyle yine şefaat olur. Yasaklanmış olan
şefaat herkesin kendiliğinden ve Allah'ın iznine bağlanmadan yapılacağı
düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler zanniyle
peygamberlere ve velilere tapılmamalı, ancak Allah'a ibadet etmelidir ki, o
istediğine her istediği zaman şefaat ettirir. Ve bununla beraber kıyametin
başlangıcı öyle korkunçtur ki, o sırada şefaat da bahis konusu değildir. Herkes
kazancıyla kalabilecektir ve bu âyet o zamanı anlatmaktadır.
Bu özetleme ve korkutma (veya sakındırma)dan
sonra, o nimetler ve bunlara karşı İsrailoğulları'nın durumları gelecek şekilde
açıklanıyor.
Birincisi:
Meâl-i Şerifi
49- (Hem hatırlayın ki bir zaman) sizi Firavun
ailesinden de kurtardık, (onlar) size azabın en kötüsünü reva görüyor,
oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size
Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.
49-(Âyetin başındaki vav ), "nimeti
hatırlayın" ifadesine mâtûf (bağlı)dur. Şu halde (ibarenin takdiri):
"hatırlayın ki, sizi kurtarmıştık" demek olur. Burada "nimetimi
hatırlayın ki, sizi kurtarmıştık" takdirini tercih edenler varsa da gelecekteki
hatırlatmalar nimete ve ona karşı vaki olan durumları da kapsadığından,
hatırlatmayı ıtlakı (genelliği) üzere bırakmak daha belağatlı olacaktır. Bu
gibi hatırlatma ve ihtar yerlerinde biz "hani" deriz.
"Hani" kelimesi gerçi esasen "nerede" mânâsına yerini
sormak içindir. Bununla beraber, "hani o günler" gibi hasret çekme ve
"hani hatırlarsın ya!" gibi mücerred (soyut) hatırlatma için de
kullanılır ki, öncekinin gereğidir. Ve bu makamda kullanma meâl olarak uygun
olabilir.
Ve hem o zamanı hatırlayın ki, hani sizi
Firavun ailesinden tamamen kurtarmıştık. Çünkü o zaman kurtarılan yalnız
dedeleriniz değil, onların dolayısıyle sizdiniz, bütün İsrailoğulları idi. Siz
İsrailoğulları onların elinde ne halde idiniz? O Firavun ailesi size azabın
kötüsünü peyliyor, canınıza kıyıyorlardı.
"Sevm = , mal peylemek, zulüm yüklemek,
derde sokmak salmak, bir sîmâ vermek (yani dağlamak) mânâlarına gelir ki, her
biriyle tefsir edilmiştir. Her halde bir suikast mânâsını ifade eder. Hikaye
ediliyor ki, bunlar sınıf sınıf esir, amele gibi ayrılmış ağır yapı yapmakta,
yıkmakta, dağlardan kayalar yontup taşlar taşımakta, kerpiç, kiremit
pişirmekte, marangozluk, demircilik ve daha bunlar gibi ağır hizmetlerde
çalıştırılır, zayıflarına da vergiler konulurmuş. Fakat bir çok tefsir âlimine
göre buradaki kötü azab kendisinden sonra atf bulunmadığından şu cümlelerle
açıklanmış olandır: oğullarınızı boğazlıyorlardı da kızlarınızı ve
kadınlarınızı güya sağ bırakıyorlardı. Elbette bu bırakış da hayır için
olmuyordu. O kızlar bu elemler (acılar) içinde büyüseler bile, oğlanlar
kalmayınca, hepsi başkalarının elinde kalacak, neticede bütün nesil yok
olacaktı. Diğer bir mânâ ile: Kadınların rahimler (döl yataklar)ini
yokluyorlar, çocuk alıyorlardı. Üçüncü bir mânâ ile: Kadınlarınıza haya
edilecek (utanılacak) şeyler yapıyorlardı. Birincisinde "istihya",
"hayat" kelimesinden; ikinci ile üçüncüde "haya"dan
gelmiştir. ve bu sırada Rabbiniz tarafından size büyük bir imtihan vardı. Azab
ile imtihan, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için imtihan; necat (kurtuluş) ile
deneme de kendi başına bir devlet ve millet oluşturarak, yeryüzündeki diğer
devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve ahlâk ile yaşama imtihanıdır.
"Belâ = aslında tecrübe ve imtihan
demektir. Fakat bu deneme, bazan hayır ve bazan şer ile olur. Ve çoğunlukla
başlangıç şer ve sıkıntı mânâsını içine alır. Burada iki yön de vardır. Azab,
bir bela ile imtihan; kurtuluş da bir hayır ile imtihandır.
Malumdur ki Fir'avn, Mısır'da Amalika
hükümdarının lakabıdır. Çoğuluna "ferâine" denilir. Nasıl ki Rum
krallarının bazısına Kayser, bazısına Herakl (kral); Habeş krallarına Necaşî;
Yemen meliklerine Tübba; İran hükümdarlarına Kisrâ; Türkler'inkine Hâkân
deniliyordu. Buradaki Firavun'ın ismi hakkında da çeşitli rivayetler vardır:
1- Velid b. Mus'ab (İbn İshak ve diğerleri)
2- Fantus (Mukâtil).
3- Mus'ab b. Reyyân.
4- Mugîs (bazı tefsir bilginleri).
5- Kabus (Ebu Hayyân), "Tarih-i
Kâmil" de Kabus b. Mus'ab b. Muaviye diye göstermiş ve yerine kardeşi
Velid'in geçtiğini de nakletmiştir. Bu isimler hep Arapça olduklarına göre, o
zaman Mısır halen Araplar'ın elindeymiş demek olur. Ancak Fantus ismi diğerlerine
benzemiyor ve böyle olması bazı genel tarih kitaplarına uygun düşüyor.
"Âl = " kelimesi "Ehl =
"den alınmış ise de aralarında fark vardır. "Âl", başlıca şan ve
şöhret sahiplerine söylenir. Âl-i Firavun, Firavun'un dininin ehli, kavmi ve
bilhassa tâbileri ve köleleri. "Firavun'dan kurtarmıştık" denilmeyip
de "Firavun ailesinden" buyurulmasında önemli bir nükte anlaşılıyor
ki, bununla yapılan zulümlerin temsilcisi Firavun'sa da, bunda asıl
sorumluluğun ondan daha çok ona uyanlara ait olduğu ifade edilmiştir. Çünkü
Firavun yaptıklarını bunların eli ve bunların hizmeti ile yapmıştır.
Deniliyor ki bu şekilde İsrailoğulları'ndan
öldürülen çocukların toplamı dokuzyüz doksan bine ulaşmıştı. Buna sebep de
bunlardan doğacak bir çocuğun Firavun'un hükümetini yok edeceği hakkında
kâhinlerin verdiği bir haber veya Firavun'un gördüğü bir rüya olduğu öteden
beri nakledilir. Ne ibrettir ki, bu zulümler bir fayda vermemiş ve sonunda o
çocuk doğmuş, Firavun'un kendisine beslettirilmiş, Hz. Musa olmuş ve yine
Allah'ın takdiri yerini bulmuştur. Acaba buna gücü yeten Cenab-ı Allah'ın o
kadar masum (günahsız)un kesilmesine izin vermekte hikmeti ne idi? Buna
Ebu's-Suûd, tefsirinde işaret ediyor. Fakat daha önce Muhyiddîn Arabî
hazretleri "Füsûs"unda meâlen şöyle izah etmiştir: "Bu çocuklar
hep Hz. Musa'ya hayatında imdat olmak ve onun ruhaniyetini takviye
(kuvvetlendirmek) için öldürülmüşlerdir. Çünkü bunların her biri Musa diye,
Musa hesabına, hasılı Musa için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun
ailesi Musa'yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her
birinin alınan hayatı Musa'ya ait olacaktı, zira gaye o idi. Bu çocukların
hayatı ise hep fıtrat üzere bulunan temiz birer hayat idi. Nefse ait
maksatlarla kirlenmemiş. -Âdem kıssasında açıklandığı üzere meleklerin secdesi
devrindeki- fıtrat ve aslî yaratılış üzere bulunuyorlardı. Hz. Musa, Musa diye
öldürülen bütün bu çocukların hayatları toplamı olacak ve Musa'nın hayatı
bunların toplamına denk olacaktı. Her birinin ruhundaki yetenek ve kuvvet Musa'nın
olacak, Musa'da tecelli edecekti. Demek ki bütün bunlar sağ olsalar ve öyle
tertemiz büyüseler, toplamlarından nasıl ve ne kadar bir ruhî kuvvet hasıl
olacaksa Musa'nın ruhunun kuvveti ona denk olacaktı. Firavun'un başındaki
orduya karşı, Musa, başlı başına böyle bir ordu idi. Bütün o kesilen çocukların
ruhları, Musa'nın ruhunun emri altında idi. İşte Allah Teâlâ onlardaki güçleri
ve kuvveti toplamış, Hz. Musa'ya vermişti ve vermek için bunu yapmıştı. Bu da
Hz. Musa'ya verilmiş bir ilâhî özelliktir ki, ondan önce peygamberlerden hiç
birine nasip olmamıştı..."
İmam Râzî hazretleri der ki: "İnsanın
başka bir el altında ve üzerinde istediği şekilde kullanılabilecek bir halde
bulunması, özellikle bu hal içinde bir de ağır, zor, pis işlerde kullanılması
azab şekillerinin en şiddetlilerinden olduğunda şüphe yoktur. Hatta buna maruz
kalanlar çoğunlukla ölümü temenni ederler. İşte Cenab-ı Allah'ın burada
açıkladığı birinci nimet bu kötü azabtan kurtulma nimetidir."
Demek oluyor ki, bu âyette önce hürriyet ve istiklal
nimeti anılmış ve esirlik mahkumluğunun feciliği hatırlatılmıştır.
İkincisi:
Meâl-i Şerifi
50- Hani bir zamanlar sizin için denizi yarıp,
sizi kurtardık da Firavun'un adamlarını suda boğduk, siz de bakıp duruyordunuz.
50- ve hani sizinle -bölük bölük- denizi
yarmıştık da sizi toptan kurtarmıştık. ve başınıza bela kesilmiş olan Firavun
ile adamlarını suda boğmuştuk. siz de bakıp duruyordunuz. Gözlerinizin önünde
olan bu olay, sizin için ne büyük nimet idi. Bu deniz Mısır'ın civarındaki
denizlerden birisi ki, adına "İsaf" denilirmiş ve bugün ona
"Bahr-i Kulzüm" adı veriliyor. Bizim "Şap Denizi"
dediğimizin aslı "İsaf" denizi imiş. Bugün 'Kızıldeniz" adıyla
anılmaktadır. "Kulzüm" şimdiki Süveyş'in yerinde kurulu bir şehir
imiş. Kulzüm esasen yutmak anlamına gelmektedir. Ona "Kulzüm Denizi"
denilmesi, bu şehirden ve Firavun'un adamlarıyla birlikte orada suda yutulmuş
olmasından dolayıdır. Kâmus Şerhi'nde böyle naklediliyor. Bu âyette Firavun'un
boğulması açıkça beyan edilmemiş ve yukarıda geçtiği şekilde asıl Firavun
ehlinin cezası gösterilmiş ve Firavun da bunların içine dahil edilmiş. İleride
bu boğulmayı daha ziyade açıklayan âyetler gelecektir. "Sizinle
yarmıştık" demek, yaran bizdik, siz de buna bir sebep, bir vasıta
olmuştunuz demektir. "Sizin için" diye de tefsir edilmiştir. Şuna
dikkat edilmek gerekir ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan, bu gibi olayların olduğu
tarihleri değil, asıl taşıdıkları fevkalâde ibret noktalarını ve yüce
yaratıcının kudretiyle ilgili yanlarını anlatmak ve hatırlatmak istiyor.
Üçüncüsü:
Meâl-i Şerifi
51- Hani bir zamanlar Musa'ya kırk gecelik
vaad verdik de sonra siz onun arkasından buzağıyı put edindiniz ve o halinizle
zalimler idiniz.
52- Sonra yine de sizi affettik, artık
şükretmeniz gerekiyordu.
51- Ve hani biz Musa ile kırk geceye
vaadleşmiştik. Ona kırk gece Tur'da kalıp münâcât ve vahiy için bir vakit tayin
etmiştik. O da buna icabet edip Rabbinin mîkatına (tayin ettiği yere) çıkmıştı.
Ebu Amr, Ca'fer ve Yakub () kırâetlerinde elifsiz olarak okunur. Bu takdirde,
"Hani biz Musa'ya tam kırk geceyi va'detmiştik de sonra siz onun
arkasından buzağıya tapmaya başlamıştınız: Samirî'nin yaptığı altın buzağı
heykeline tapmıştınız. Halbuki, siz o halinizle zulmediyordunuz.
52- Sonra bütün bunların arkasından sizi
affettik, o günahları sizden sildik. "Afiv" kelimesi esasen
mahvetmek, silip yoketmek anlamına gelir. Bu anlamdan edatı ile kullanıldığında
günahı mahvetmek mâ-nâsına gelir. Birinci anlamda , ikincide deniliyor. ki bu
sebeple olsun şükretmelisiniz: O zulmünüzle beraber affın ne büyük nimet
olduğunu anlayıp düşünmeniz ve bunun şükrünü eda etmeniz gerekir. Hz.
Musa'nın nesebi; Musa b. İmrân b. Yashir b.
Kahis b. Levi b. Yakub b. İshak b. İbrahim diye nakledilmektedir. Levi soyundan
olduğu meşhur olmakla beraber İmrân ile Levi arasında daha fazla kişi bulunması
ve silsilede zikrolunan isimlerin bu soyun meşhurları olması kuvvetle
muhtemeldir. Zira Hz. Yusuf'un Mısır'a girmesi ile Hz. Musa'nın Mısır'dan
çıkışı arasında dörtyüz sene geçmiş olduğu naklediliyor. Doğrusunu Allah bilir.
KIRK GECE: Hz. Musa'nın denizi geçtikten sonra
Allah tarafından vaad olunan kitap için bir mîkat olmak üzere tayin edilen ve
Zilkâ'de ayının başından Zilhicce'nin onuna kadar gündüzüyle birlikte devam
eden bir ay on günlük müddettir ki, Hz. Musa bu süreyi Tur'da oruçlu olarak
geçirmiş ve nihayet münâcât ile bizzat ilâhî kelama mazhar olmuş ve Tevrat
levhaları kendisine inzal buyurulmuştu. Bununla ilgili olarak diğer sûrelerde
daha birçok âyetler gelecektir. Aylar geceden başladığı için gün ile sayılmayıp
gece ile sayılmış ve "kırk gece" denilmiştir. Bunda bir incelik daha
vardır; ilâhî tecelliler fecir gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de
geceden sayılır. İsmail Hakkı (Bursevî) Hazretleri der ki; tarikat ehli kırk
günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizdeki "çile" tabirinin de
aslı yine budur. Farsça kırk mânâsına "çil, çihil" kelimesinden gelir
ve "kırk" demektir. İşte Hz. Musa İsrailoğulları'nı denizden
geçirdikten sonra Tur'da ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar buzağıya
tapmaya başlamışlardı ki, ne kadar haksız ve nankörce bir tutumdur. Bununla
beraber yine ilâhî affa uğradılar ki, burada işte özellikle bu af nimeti onlara
hatırlatılıyor. Bu affın nasıl gerçekleştiği hemen aşağıda ayrı bir nimet
olarak beyan edilecektir.
Dördüncüsü:
Meâl-i Şerifi
53- Ve hani bir zamanlar Musa'ya o kitabı ve
furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru yolda gidesiniz.
53-Musa'ya verilen kitabın Tevrat olduğunda
ihtilaf yoktur. Fakat bu furkanın, Kur'ân'ın olduğu gibi, Tevrat'ın da bir
sıfatı olması veya Tevrat'taki şer'î hükümler veya Tevrat'tan ayrıca
"yed-i beyza" ve "asâ" gibi mucizeler yahut bir zafer ve
ferah olması da ihtimal dahilindedir. Zira "furkan" aslında iki şey
arasını kesin olarak ayırmak demektir. Hak ile batılı, küfür ile imanı, helal
ile haramı birbirinden kesip ayıran her şeye furkan denilir. İşte bu mânâ
iledir ki, Kur'ân'ın özel lakabı olmuştur. Tevrat dahi esasen hak ile batılı
ayıran ilâhî bir furkandır. Burada atıf dolayısıyla furkanın Hz. Musa'ya kitap
ile birlikte verilmiş olan başka kudret ve hakimiyet olması bizce daha münasip
görünüyor. Tur'dan kitap ile dönüp gelmesinde de bunun, hususî bir tecellisi
olmuştur ki, gelecek âyet kısmen bunun açıklaması demektir. Şu halde dördüncü
nimet Hz. Musa'nın Tur'dan kitap ile gelmesidir.
Beşincisi:
Meâl-i Şerifi
54- Hani bir zamanlar Musa kavmine dedi ki; Ey
kavmim cidden siz o buzağıyı put edinmekle kendi kendinize zulmettiniz, bari
gelin Rabbinize tevbe ile dönün de nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız Bârî
Teâlânız katında sizin için hayırlıdır, böylece tevbenizi kabul buyurdu.
Gerçekten de o Tevvab ve Rahîm'dir.
54-Burada bir taraftan yukarıdaki af nimeti
açıklanmış olmakla beraber, bir taraftan da bu açıklama içinde furkanın
tatbikiyle buzağı fesadının gideriliş şekli, tevbe ile tevbeye vesile olan
ibretli ve incelikli nimetler hatırlatılmıştır.
Ve hani Musa kavmine, ey kavmim demişti, siz
buzağıya tapmanızla kesinlikle kendinize yazık ettiniz, öyleyse Bârî
Teâlâ'nıza, yüce hâlikınız (yaratıcınız), pâk yaratıcınıza tevbe ediniz de
hemen kendinizi katlediniz, nefislerinizi öldürünüz. Böyle yapmanız yani tevbe
ile öldürme işini yerine getirmeniz, Bârî Teâlâ'nız katında sizin için
hayırlıdır. Böyle demiş ve bunun üzerine Bârî Teâlâ tevbenizi kabul etmiş idi.
Şüphesiz o, öyle Tevvâb (tevbeleri kabul edici), öyle Rahim (merhametli) dir.
Burada "Musa size demişti" denilmeyip
de "kavmine demişti" buyurulması, yine bunun gibi yukarıdan beri
nimetlerde hep "Biz, Biz" diye bizzat ilahî tasarruflar şeklinde tek
tek sayılıp gelirken, görüldüğü gibi Hz. Musa'nın tebliğ ve tasarrufuna
geçilmesi, Tevrat'ın nüzûlünden sonra onun Allah tarafından başkaca bir kuvvet
iktisap etmiş olduğuna ve artık İsrailoğulları üzerinde hükümleri icraya
başlamış bulunduğuna işaret etmektedir ki, bunda önce hükümet nimeti olarak
furkanın tatbikatı hatırlatılıyor. Fakat bu nimet doğrudan doğruya değil, Hz.
Musa dolayısıyla vekaleten açıklanmış ve ancak neticesi ve semeresi olan tevbe
ve hallerinin ıslahı, daha yukarıda geçen nimetler gibi fakat üçüncü şahıs
(gaib) sîgasıyla yine bizzat Bârî Teâlâ'ya bağlı olarak beyan olunmuştur. Bu
beyanın üslubundaki inceliklerin tek tek açıklanması başlıbaşına bir kitap
olur. Fakat görülüyor ki, bu beyanın esas hedefi, hükümet nimetinin başta
değil, ancak neticedeki düzelme dolayısıyla bir ilâhî nimet olduğunu
hatırlatmaktır. Tevbe ve öldürme emrinin sorumluluğu Hz. Musa'ya ait bir
vekillik tasarrufu, neticede meydana gelen düzelme de bizzat ilâhî bir ihsan
olmuş oluyor. Ve furkan o zaman meydana gelmiş oluyor. Kavim ünvanı altında
"Siz nefislerinize zulmettiniz." deniliyor.. Bu da gösteriyor ki,
nefse zulmetmek, ferdî nefisten ve kavmî nefisten daha umumî bir ifadedir.
Şirkin zararı millete, milletin zararı da fertlere racîdir. Ve buzağıya tapma
meselesi, Musa'nın kavmi içinde büyük bir bozulmaya ve karışıklığa sebep olmuş
ve bu belanın temizlenmesi birtakım nefislerin ölmesini ve can kaybını
gerektirmiştir. "nefislerinizi öldürün" ifadesi mefhum olarak üç
mânâya gelebilir. Birincisi hakikat anlamı ki, herkesin kendi kendini
öldürmesidir, yani intihar etmesidir. Lakin böyle olsa idi muhatap olarak kavim
kalmaz veya ancak asîler kalırdı. Şu halde kastedilen mânâ bu değildir.
İkincisi, işin geleneksel gerçeğidir ki, esasen kardeş olan bir kavmin
fertleri, haydi bakalım şimdi birbirinizi öldürünüz, demektir. Çoğunlukla
tefsirciler bu mânâyı gözetmişlerdir. Tur'a giden Hz. Musa'nın arkasından
Sâmirî, altından bir buzağı heykeli yapmış, onu bağırtmış ve Apis öküzüne tapan
Mısırlılar ve diğer puta tapıcılar gibi, İsrailoğulları'nın bir kısmını,
"İşte Musa bunu aramaya gitti." diyerek ona taptırmış ve çok yakın
bir zamanda bizzat şahit oldukları nimetlere karşı nankörlük yapıp bir bozgun
ve karışıklık çıkarmış, kavmin diğer bir kısmı Hz. Harun ile beraber bu gidişi
önleyememiş ve Hz. Musa'nın dönmesini beklemişlerdir. O zamana kadar da bu
karışıklık gittikçe yayılmış, Hz. Musa Tur'dan dönünce Furkan'ın hükmü ile
hepsine birden "kendinize yazık ettiniz" diye hitap etmiş, hem
buzağıya tapanlara, hem de ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu günahlarından dolayı
hemen tevbe etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiş
ve bu iç savaş Allah'ın izniyle zaferle sonuçlanmış. Bunun üzerine
İsrailoğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlar. İşte burada bu olay
hatırlatılmıştır. Hikaye olunduğuna göre bu olayda ölenlerin sayısı yetmiş bine
ulaşmıştır. Buna buyurulmayıp da buyurulması, hadisenin dahilî ve acıklı
olduğuna ve nefse zulmetmenin mânâsına işarettir. Üçüncüsü ise sırf mecazî
olmasıdır ki, nefsinizi öldürünüz, yani günahınıza nedâmetle gam ve kederden
canınızı çıkarın yahut şehvetlerden nefsinizi men etmekle riyazet (perhiz)
ediniz. Size bu kötülükleri yaptıran, sizi şirke saptıran hep nefsanî
isteklerdir. Tevbe de bunların kırılması ile faydalı olur ve ancak o zaman
kabul edilir demektir. Bu te'vil de gözetilmiştir. Bu da güzeldir, fakat bir
işarî mânâdır.
Bârî, yaratırken ayıpsız ve noksansız yaratan
demektir, ki, "hâlîk"dan daha özeldir ve bunda ilk yaratılışı
hatırlatma vardır.
Altıncısı:
Meâl-i Şerifi
55- Hani bir zamanlar "Ey Musa biz
Allah'ı açıkça görmedikçe senin sözünle asla inanmayacağız." demiştiniz de
bunun üzerine sizi yıldırım çarpmıştı ve siz de bakakalmıştınız.
56- Sonra şükredesiniz diye sizi ölümünüzün
ardından yeniden diriltmiştik.
55- Ve hani hatırlarsınız ya, siz "Ey
Musa, biz Allah'ı aşikâre, açıktan açığa görmedikçe sana asla
inanmayacağız." demiştiniz de bunun üzerine sizi yıldırım çarpmış, bir
başka deyişle dehşetli bir darbeye tutulmuş, yıkılmıştınız. Ve kımıldanmaya dermanınız
kalmamış, sadece bakıp duruyordunuz. Demek ki, ölmemişlerdi, fakat ölüm haline
gelmişlerdi. Tefsircilerden birçoğu bunu, bakıp dururken yıldırım çarpmıştı,
ölmüş idiniz, mânâsına anlamışlardır. Halbuki "siz de bakıp
duruyordunuz" cümlesi atıf veya hâl cümlesi olarak bilhassa böyle bir
zanna meydan vermemek içindir. "Ahz", bakmaya ârız olan bir hal
değil, "nazar" (bakmak) ahze mukarin (yakın) olan bir hâl olarak
gösteriliyor veya atfediliyor. Nitekim bu yıldırım çarpmasının ayrıntılı olarak
açıklandığı "Musa, kavminden yetmiş kişi seçti." (A'râf, 7/155)
âyetinde "onları titreme yakalayınca" buyurulmuştur. Tahkik ehlinin
dirayet yoluyla yaptıkları araştırmanın gerçek sonucu bu olduğu gibi, Vehb
hazretlerinden rivayet edildiğine göre de bunlar ölmemişler, belki o korkunç
hali gördükleri zaman kendilerini öyle bir titreme, bir zangırtı almış ki,
hemen hemen mafsalları kopuyor, belleri kırılıyormuş. Mahvolmak durumuna
gelmişler. O zaman Hz. Musa ağlamış, Rabbine dua edip yalvarmış, Cenab-ı Allah
da bir açıklık ihsan eylemiş, ondan sonra kendilerine gelebilmişler, akılları
da başlarına gelmiştir.
56- Nitekim şöyle buyuruluyor: bir müddet
sonra sizi ölümünüzün ardından yeniden dirilttik, adeta b'asü ba'del mevt
(öldükten sonra dirilmey)e mazhar ettik. Önceki yıldırım çarpması bir ölüm ise,
bu da hakikaten yeniden dirilmek demek olacaktır. belki buna şükredersiniz.
Bu olayın, zikr olunan öldürme olayından sonra
mı veya ondan önce ve hemen öldürme emrini müteakip mi meydana geldiği hakkında
iki görüş zikr ediliyor. Her ne olursa olsun, âyetten şu anlaşılıyor ki, bu
yıldırım çarpması, bir kavmin yok olması mesabesinde bir musibet ve ondan
kurtuluş da o kavmin tekrar hayatı, öldükten sonra yeniden dirilmesi anlamında
büyük bir nimet imiş, bu belanın sebebi de açıktan açığa görmeyince Allah'a
iman etmemek ve Hz. Musa'ya inanmamak iddiası olmuştur. Onları o durumdan
kurtarmak ise sırf Allah'ın yardımı olarak ayrıca zikredilmiştir. Bunu
yapanlar, elbette İsrailoğulları'nın hepsi değildi. Bu iddia üzerine mîkatta
yıldırıma yakalananlar seçilen yetmiş kişi idi. Böyle olduğu halde âyette gerek
iddia, gerek musibet, gerekse kurtuluş nimeti hatta Kur'ân'a muhatap olanlar
dahi buna dahil olarak bütün bir kavme nisbet olunuyor. Şüphe yok ki bunun
hikmeti, bütün bir millet arasında müşterek sorumluluk meselesi, hatta
Âdemoğulları arasındaki hilafetin gereğidir. Kimse kimsenin günahından sorumlu
değil iken bunun böyle olması gösteriyor ki, ilahî hukuk olan umumî vazifeler
konusunda, farz-ı kifaye maddelerinde fert bahis konusu değil, yalnızca cemaat,
bizzat ümmet bahis konusudur. Bunun iyisinde, kötüsünde herkes müşterektir.
Sonrakiler öncekilerin ve herkes birbirinin vekilidir.
Bu kadar gerçekleşmiş nimetlerden sonra
"Allah'ı görmeden sana inanmayız." diye Hz. Musa'ya isyan etmek ne
büyük bir küfür ve nankörlüktür. Bu âyet marifetullah (Allah'ı bilme)
meselelerinin en mühimlerinden birini ve sonra insanların alçalış ve
yükselişleri ile ilgili ruh hallerinden en dikkat çekici olanını bir cümlede
hatırlatıvermiştir. Gerçekten de insanlar terakki edecekleri zaman görüşleri ve
kalpleri yükselir, idrakleri yalnızca gözleri önünde duran görüntülere bağlanıp
kalmaz akıllarıyla görünebilenin ötesine geçerler, gaybın hakikatına iman
ederler, görülmedik ve işitilmedik saadetlere ererler. Bunun aksine
alçalacakları ve çöküntüye uğrayacakları zaman da akılları kalmaz, kalbleri
körlenir, gözleri görülebilene saplanıp kalır, gözlerine batmayan şeye
inanmazlar, inanmak için mutlaka görmek isterler, fenalıktan sakınmazlar,
gelecek felakete de bilfiil başlarına gelmedikçe inanmazlar. Halbuki felaket
gelince hükmünü icra eder. Derecesine göre ya ezer, ya imha eder. Böyle,
maddeden başka bir şey tanımayan, gözlerine batmayan şeye inanmayanlar, inanmak
istemeyenler sopasız yürüyemeyen körlere benzerler, tapacakları mabutlarını da
elleriyle tutmak, yoklamak isterler. Bunların gözünde maneviyat, mâkulat,
mücerredat yani maddî olmayan her türlü soyut değerler, evham cinsinden
sayılır. Tapmak için, cisim cinsinden şeylerden putlar ararlar bulamazlarsa
yaparlar ve ona taparlar, ondan imdat umarlar; çünkü insanlarda ibadet ihtiyacı
doğuştan, yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. Bundan kurtulamazlar. Fakat hakiki
mabudu göremeyince, kalplerinden, akıllarından kuvvet alamayınca, gözlerinin
tuttuğu, ellerinin eriştiği bir şeyden kuvvet dilenirler, hiç olmazsa bir öküz
veya öküzün altında bir buzağı ararlar. İsrailoğulları'nın bir kısmı da gerek
Mısır ve civarındaki görgüleri, gerek henüz yükselememeleri veya herhangi bir
sebeple tekrar çöküntüye uğramış olmaları dolayısıyla Hz. Musa'ya "Allah'ı
açıktan açığa görmeyince sana inanmayız." diye diretmişler,
akılsızlıklarından kendilerini Musa ile bir tutup, "Sen konuştum, kitap
getirdim, diyorsun ya! Haydi bize de göster!" diye isyana cür'et etmişler
ve bununla Allah'ı bir cisim gibi, karşılarında bütünüyle görmek istemişler ki,
bu imkansız ve muhal idi. Bütün gördükleri nimetler ve o harikalar, akıl
yürütmelerine kafi gelmemiş, böyle nankörce bir tutumla, olmayacak hayallere
saplanıp kalmışlar. Bundan dolayı başlarına yıldırım musibeti bir harika olarak
gelmiş ve bu musibetten de yine bir harika olarak ve Allah'ın rahmeti sayesinde
kurtulmuşlardır. Bizzat Allah'ı göremedilerse de başka mabutların yapamıyacağı
cezayı yakından görerek akılları başlarına gelmiş, görmeden inanmanın büyük
önemini o zaman biraz takdir etmişler de bütün kavim bu sayede yeniden dirilmiş
ve kurtuluşa ermiştir. Bu büyük ve derin nimet ve ders de bu çağırışta böyle
iki veciz âyetle dile gelmiş ve hatırlatılmıştır ki, bundan kitaplar yazılır.
Gerçekten de Cenab-ı Allah görülmez ve görülemez değildir; O, kendisini
görebilecek gözler yaratmaya da kadirdir. Lakin ona bu gözler dayanmaz ve
görülürse ihata olunamaz. Bizim dünyada yararımız O'na gıyabında iman etmek,
aklî ve kalbî şehadetle inanmaktır.
Bu hatırlatmaya şu nimet de eklenmiştir:
Meâl-i Şerifi
57- Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık, ve size
ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan yiyin, diye üzerinize kudret helvası ve
bıldırcın indirdik. Onlar, bize zulmetmediler, lakin kendi nefislerine
zulmediyorlardı.
57- Bir de Tîh sahrasında üzerinize o ince
bulutu gölgelik yaptık. ve üstünüze hem kar gibi kudret helvası, hem de yelve
kuşu, bıldırcın indirdik. Size kısmet ettiğimiz bu temiz nimetlerden haydi
yiyin, dedik. Bundan sonra Cenab-ı Allah, onlardan yüz çeviriyor, kendilerini
doğrudan doğruya muhatap almaktan uzak tutup gıyaba atıyor ve zulümlerini güzel
bir özetle kendilerine anlatmak üzere buyuruyor ki, onlar bu nimetlere karşı
yaptıkları nankörlükle aslında zulmü bize yapmadılar, lakin kendilerine
yapıyorlar, kendi kendilerine yazık ediyorlardı. Çünkü dinin, iman ve amelin
faydası da zararı da Allah'a değil, kullaradır. Bu hususta yaptıkları zulüm ve
nankörlük, birkaç âyet sonra ayrıca hatırlatılacaktır. Şu da rivayet olunuyor
ki, bunlar; "Temiz temiz, taze taze yiyiniz." denildiği halde
dinlememişler, biriktirmeye, toplayıp yığmaya başlamışlar ve bunun üzerine
nimet kesilmiş, zaruret ve sıkıntı içinde kalmışlar. Dikkat edilince görülüyor
ki, nimetler tek tek sayılıp gelirken, gitgide bunlara nankörlükler ekleniyor
ve hatırlatmanın hedefi bunlar ve bunlara karşı yapılan haksızlıklar ve
zulümler olmaya başlıyor.
Yedincisi:
Meâl-i Şerifi
58- Hani bir zamanlar "Şu şehre girin de
onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin ve kapıdan secde ederek
girin ve "hıtta" (bizi bağışla!) deyin ki, size, hatalarınızı
mağfiret ediverelim, iyilik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız"
dedik.
59- Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü
değiştirdiler, onu kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle soktular. Biz
de kötülük yaptıkları için o zalimlere murdar bir azap indirdik.
58- Ve hani demiştik ki, şu beldeye, Beyt-i
Makdis mevkiine yahut Eriha beldesine giriniz de onun neresinde isterseniz,
yahut nasıl isterseniz dilediğiniz şekilde bol bol yiyiniz. Ve girerken
kapısından giriniz, hem de başlarınızı eğerek, şükür secdesine kapanarak
giriniz, kibir ile, çalımla, azgınlık ve serkeşlik yaparak girmeyiniz, ve orada
"hıtta" deyiniz ki, size bu şartlar altında hatalarınızı mağfiret
ediverelim, yani veballerinizi rahmetimizle örtelim. Ve şunu da haber verelim
ki, muhsinlere, iyilik ve güzellik yapanlara, güzel hareket edenlere daha
fazlasını da ihsan edeceğiz.
Asam tefsirinde "hıtta" Arapça
olmayıp aynen söylenmesi gereken bir kelimedir denilmiş, diğer müfessirler ise
bunun Arapça "hatt" masdarının binâ-i nev'î (çeşit bildiren masdar)
olduğunu söylemişlerdir.
Hatt, bir şeyi aşağıya almak ve sırttan yük
indirmek demek olduğundan, "hıtta" da bir nevi indiriş demek olur ki,
özel bir şekilde yükü yıkmak veya boyunlardaki vebali indirmek karar veya
duasını ifade eder ve umuma ait mecaz suretiyle birleştirilmesi de mümkündür.
Yani oraya yerleşmek için kararınızı veriniz ve günahlarınıza istiğfar ediniz
demek olur. Aşere kırâetlerinin hepsinde "hıtta" kelimesi merfû
okunur. Şu halde kelime tekil anlamına değil, mahzuf (hazfedilmiş) bir mübtedanın
haberi olarak "işimiz hıttadır" takdirinde bir cümledir. Mesela,
kendi lisanımızda da bir ilan veya topluluğa kumanda halinde "uyku!",
"yemek!", "hareket!" v.b. emir ve kumandalar, veya bir
istirham ve istek sırasında "lütuf!", "inayet!",
"merhamet!" ve "insaf!" gibi müfret (tekil) kelimeler de
böyle birer cümle takdirindedir. İncil'de ve eski din kitaplarında
"hıtta" kelimesinin Ramazan ayının ismi olarak zikredildiğini Kamus
mütercimi Asım Efendi zikretmiştir. Fakat bu âyette bu suretle bir tefsir veya
bir te'vil vâki olmamıştır.
59-Tenbihemri, Âdem ile zevcesinin cennette
iskân edildikleri (yerleştirildikleri) zaman aldıkları emri (Bakara, 2/35)
andırmaktadır. Nitekim diğer bir âyette (A'raf, 7/161) buyurulmuştur. Zaten
cennet ehli için (Bakara, 2/25) buyurulmamış mıydı?
Derken o zalimler güruhu, sözü değiştirdiler,
kendilerine söylenenin başka türlüsünü yaptılar. Denilmiş ki, "hıtta"
emriyle alay ederek, bunun yerine demeye başlamışlardı ki, Nebt lehçesinde Yani
kırmızı buğday demekmiş. Belli ki, bu rivayette, cennetteki yasak ağacın
meyvesi kabul edilen "hınta" anlamına çok açık bir değinme vardır. O
zalimler kapıdan girer girmez, dünya derdine düşerek Allah'ın emrini
değiştirmeye ve bozmaya kalkıştılar. Bunun üzerine biz de sözü değiştiren zâlimlerin
başlarına yukarıdan korkunç ve iğrenç bir azap indiriverdik, çünkü fısk içinde
yüzüp gidiyorlardı, günah işliyor ve çığırdan çıkıyorlardı. Bunu yapanlar ve bu
azaba uğratılanların, Musa kavminden bir güruh olduğu anlaşılıyor. Çünkü bütünü
için "değiştirdiler" buyurulmayıp, "O zulmedenler
değiştirdiler" buyurulmuştur ki, içlerinden bir kısmı demek oluyor.
Nitekim A'râf sûresinde (A'râf, 7/162) "minhum" kaydı vardır ki,
onlardan bir kısmı demektir. Burada âyet siyak icabı olarak bundan müstağni
olmuştur.
Rics, esasen "rics" gibi tiksinilen
pis ve murdar şey demek olup, bundan azap ve ukûbet mânâsına da kullanılmıştır.
Tenvin tehvil (korkutmak) içindir. Fısku fücur işlemenin akıbeti işte böyle
murdar azaplarla mahvolup gitmektedir.
Sekizincisi:
Meâl-i Şerifi
60- Hani bir zamanlar Musa, kavmi için su
istemişti, biz de "asanla taşa vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan
on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri bildi. Allah'ın
rızkından yiyin ve için de bozgunculuk ve saldırganlık yaparak yeryüzünü fesada
vermeyin.
60- Ve hani Musa, kavmi için istiskâ etmişti.
İstiskâ; sakiy talebinde bulunmak, sakiy de suvarmaktır. Yani Musa, susuz ve
kuraklıkta kalan kavminin suvarılması için bir su veya yağmur istemiş, su
aramaya veya yağmur duasına çıkmış idi de Biz de ona elindeki asâ ile taşa vur
demiştik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırdı. Her kısım halk, içeceği
pınarı tanıdı. Haydi Allah'ın rızkından yiyin, için de yeryüzünde fesat
çıkararak şuna buna saldırmayın dedik.
Tefsircilerin çoğu bu istiskânın da menn ve
selva ile beraber olduğunu beyan etmişler, ancak Ebu Müslim İsfehanî bu sözün
müstakil oluşunu nazar-ı dikkate alarak, bunun ayrıca bir mucize olduğunu
söylemiştir. Âyet bunlardan birini tayin etmiyor.
Hz. Musa'nın asâsı ne idi ve ne kadardı? Sonra
bu taş belli ve bilinen bir taş mı idi? Fahruddîn Razî, tefsirinde der ki:
Asâ'nın herhangi bir ağaçtan veya cennetin mersin ağacından olduğu ve boyu on
arşın ve başı iki çatallı bulunduğu; söz konusu taşın Tur'dan getirilmiş veya
asâ ile beraber Hz. Şuayb'den alınmış, şöyle veya böyle özellikli veya kutsal
bir taş olduğu hakkında muhtelif rivayetler var ise de bu konuda mütevatir ve
kesin bir nass olmadığından, bunun detaylarına girmekten sakınmak ve susmak,
"hakikatını Allah bilir" deyip işi Allah'a havale etmek gerekir.
Çünkü amelle ilgili bir konuda ahad haber ve zann ile amel etmek vacip olursa
da, amelî olmayan ve sırf ilmî ve itikadî özellik taşıyan bir hususta kesin
nass lazımdır. Halbuki söz konusu asâ ile taşın tafsilatını bilmek de bizim
için amelî bir vazife olmadığı gibi, bu konuda kesin bir nass da yoktur. Şu
halde tafsilatına girmektense sükût etmek herhalde en doğru olandır. ilh...
Asânın ve taşın hakikatlerini tayin ile meşgul
olmaksızın âyetten şunu anlarız ki; Cenab-ı Hak, burada hayatın mayası büyük
bir dünya nimetiyle, hidayet sermayesi olan büyük bir rahmanî mucizeyi anmış ve
hatırlatmıştır. Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için
Cenab-ı Hak'tan su diliyor, yağmur duasına çıkıyor. Cenab-ı Allah da bu duayı
kabul ile istenilenden daha büyük harikulâde bir nimet ihsan ediyor. Gelip
geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları'nın on iki boyundan her birine mahsus
ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilahî inayetine
açık bir belge bahşediyor. Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiilî bir
teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân ile taşa vur!" diyor. Demek ki,
o sırada Hz. Musa, farzedelim bu ilahî emre derhal uymayıp da "asâyı taşa
vurmanın suyla ne ilgisi var?" gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve
kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nimet tecellî etmeyecekti, dualar
ve yapılan araştırmalar belki de boşa çıkacaktı. O halde harikanın en büyük
sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış
olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kadir olan Allah Teâlâ,
istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir manevî sebeple bir maddî
sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi sebep olan dua, maddî
sebebin ilhamına da vesile oluyor. İlham olunan maddi sebebin teşebbüse
dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor. Böylece hidayet
bürhanı tamamiyle tecellî ediyor. Bunu da "yiyin, için, fesat
çıkarmayın" irşad ve ikazı takip ediyor.
Hakikaten Allah, bir şeyi murad edince
sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki,
beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyle kavrayamaz. Bunun için
açıklamanın esas faydası, asâ ile taşın özelliklerini anlatmakta değil, olayın
akışındaki incelikleri idrak etmektedir. Hazreti Musa gibi bir şanlı
peygamberin asâsında, bu çeşit fışkırmalara sebep olabilecek her türlü mekanik
kuvveti tasavvur ve tahmin etmek mümkündür. Ayrıca Hak Teâlâ'nın nimetlerinin
tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde
gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları
ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ'ya yürekten ve ihlas ile dua etmeyi
hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en büyük semeresinin ruhî
inkişaflar olduğunu bilmeli ve rahmanî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz
sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır. İyi düşünülürse fen alanında bile
en büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi çarpan bir ilahî telkînin
eseridir. Bunu hayırda kullanan hayra, kötülükte kullanan kötülüğe ulaşır.
Dokuzuncusu:
Meâl-i Şerifi
61- Hani bir zamanlar, "Ey Musa, biz tek
çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, yeter artık bizim için Rabbine dua et de
bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından,
mercimeğinden ve soğanından çıkarsın." dediniz. O da size "O üstün
olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya konaklayın o
vakit istediğiniz elbette olacaktır." dedi. Üzerlerine zillet ve meskenet
damgası vuruldu ve nihayet Allah'dan bir gazaba uğradılar. Evet öyle oldu,
çünkü Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri
öldürüyorlardı. Evet öyle oldu, çünkü isyana dalıyorlar ve aşırı gidiyorlardı.
61- Ve hani siz, verilen nimetlerin kadrini
bilmeyerek, şükrü ve itaatı bir yana bırakarak, terbiyesizlik edip de
demiştiniz ki; ey Musa! biz tek çeşit yemeğe artık katiyyen katlanamayacağız.
Yeter artık, her gün bıldırcın eti ve kudret helvası yemekten bıktık, usandık,
binaenaleyh Rabbine dua et de bize toprağın bitirdiği şeylerden; yetiştirdiği
sebzelerden, kabak, hıyar, sarmısak, mercimek ve soğanından çıkarıversin. Gerçi
tekdüzeliğin, insan istekleri üzerinde az çok sıkıcı bir tesiri vardır. Ve buna
karşı çeşitlilik isteğinde bulunmakta esasen bir günah da yoktur. Fakat bunu
yaparken, bir taraftan eldeki nimetin yokluğu zamanında çekilen acıları
unutmamak, diğer taraftan da yüce bir ruh haliyle ve temiz bir kalble hareket
edip şükrü artırmak ve daha önemlisi, bedenin istek ve ihtiyaçlarına kapılıp
edep ve terbiye dışına çıkmadan hareket etmek icap eder. Onların da
"Rabbimize dua et" diyecek yerde, edepsizce "Rabbine dua
et" diye imansızlık eseri göstermemeleri gerekirdi. İsrailoğulları'nın bu
isteğinde, şüphesiz göçebelikten kurtulup, yerleşik hayata, şehir hayatına
geçmek arzusu vardı. Fakat bu arzu, eğitim, ilim ve ibadet gibi yüksek bir
maksat ve hedefe değil, bıldırcın ve kudret helvası yerine soğan ve sarmısak
yiyebilmek için bayağı bir maksada dayanıyordu. Bunda da vaktiyle Mısır'da
yaşadıkları sefil hayata istek ve adeta hasret gibi bir maksat yatıyordu ki, bu
da hürriyetin kadrini takdir edemeyip, köleliğe talip olmak demekti. Bundan
dolayı Hz. Musa cevaben şöyle dedi: siz üstün ve hayırlı bir nimeti daha aşağı
bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise haydi bir şehre veya bir
kasabaya ininiz, oraya konunuz, o vakit size istediğiniz vardır. Bu cevap, bir
taraftan isteklerinin çabuklaşmasına sebep olacak şeyi göstermekte, ve nimete
gidecek yolu bildirmekte, diğer taraftan da yaptıkları kötü tercihin akıbetinde
uğrayacakları fenalığı ifade etmektedir.
Mısır: Hem özel isim, hem de cins ismi olarak
kullanılır. Özel isim olduğu zaman gayrı munsarif olur; cerr ve tenvin kabul
etmez. Fakat üç harfli olduğu ve ortası da sakin olduğu için Nûh, Lût, gibi
munsarif olması da caizdir. Cins ismi olduğu zaman genel olarak kasaba anlamına
gelir. Nitekim cuma namazının şartlarından birisi de mısırdır, deriz. Bu âyetde
her iki anlamiyle de tefsir edilmiştir. Lakin İsrailoğulları'nın, Mısır'dan
çıkışından sonra bir daha geri dönmeleri vaki olmadığı için tefsirciler bunu
cins ismi olarak, Arz-ı Mukaddes'teki kasabalardan herhangi birine
hamletmişlerdir. Gerçek anlamda Mısır diye anlaşıldığı takdirde bu emir sırf
bir kınama ve azarlama emri olur. Yani "Mısır'a geri döner de oraya
yerleşirseniz, orada bol bol soğan ve sarmısak yersiniz, belanızı da
bulursunuz!" anlamına bir azarlama sözü olur. Bununla beraber ikinci
takdirde, yani herhangi bir kasabaya yerleşme anlamına alındığında dahi
azarlamaya yönelik bir îmâ söz konusudur. Bunun için karye veya belde (köy veya
şehir) denilmeyip "mısır" denilmiştir. Demek oluyor ki,
İsrailoğulları, böyle sırf soğan ve sarmısak yemek için Mısır'daki esareti
andırır bir zillet haline taraftar olmuş oldular. Acaba akibetleri ne oldu? Bu
noktaya gelince, Cenab-ı Hak, onları yine muhatap tutma şerefinden mahrum ederek,
bir istinaf cümlesi ile buyuruyor ki üzerlerine zillet ve meskenet damgası
vuruldu. aşağılandılar, hakarete uğradılar, ağır vergilere, fakirliğe ve
ezikliğe mahkum oldular. ve nihayet Allah'tan bir gazaba uğradılar, müstehak
oldular da devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan oldular. Fâtiha
sûresinde zikrolunan "kendilerine gazab edilenler"den oldular. Bu
baskı, bu gazap, yani bu kötü akibet işte şunun için idi ki: onlar, Allah'ın bu
kadar açık seçik âyet ve delillerini inkâr ediyor, kâfirlikte direnip, haksız
yere peygamberleri öldürüyorlardı. Hz. Şa'yâ, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya gibi
nebileri şehit etmişlerdi. Yine şundan dolayı idi ki; onlar isyanı alışkanlık
haline getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı. Halbuki, küçük günahlarda
ısrar büyük günaha, büyük günahlarda ısrar da küfre götürür. Küfür ise her
türlü kötülüğü yaptırır.
Nebiy: Nebe'den türeyen bu kelimenin aslı
nebi'dir ki; Allah Teâlâ'dan vahiy ile haber getiren demektir. Ve tam olarak
peygamber karşılığıdır. Çoğulu "enbiya" ve "nebiyyîn"
olarak gelir. Nâfi' kırâetinde aslı üzere (hemze ile) nebîîn okunur. Nebiy,
resulden daha genel anlam taşır: Her resul nebîdir, fakat her nebî resul
değildir. Bununla beraber Kur'ân'-ı Kerîm'de birbirinin yerine kullanıldığı da
olmuştur. Enbiyanın öldürülmesi, haksız yere yani Allah'ın koyduğu hükmün
aksine katledilmeleri, bunun zaten Allah'ın hükmüne aykırılığı âşikâr olduğu
halde, ayrıca açıkça ifade edilmesi, bilerek yaptıkları bu kötülükleri nass ile
hükme bağlamak ve ne kadar ileri gittiklerine işaret etmek içindir. Burada,
bunların Peygamber Efendimiz'e karşı giriştikleri sûikastlara da işaret
buyurulmuş oluyor.
Bu gazaptan sonra acaba bunlar için hiçbir
kurtuluş imkanı yok mudur? Buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
62- Şüphe yok ki, iman edenler, yahudiler,
hıristiyanlar ve sabiîler, bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten
iman eder ve salih amel işlerse elbette Rabbleri katında bunların ecirleri
vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.
62- İslâmiyet'e zahirde iman etmiş olanlar,
yani, Muhammed dinini dilleriyle ikrar ettiklerinden dolayı insanlar arasında
müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup olan yahudiler, İsa dinine mensup
hıristiyanlar, bu üç dinin dışındaki dinlerden olanlar yani onlardan her kim,
Allah'a ve ahiret gününe, bu sûrenin başında beyan buyurulduğu üzere, gerçekten
dış görünüşleriyle ve içyüzleriyle iman eder ve bu imana yaraşır şekilde iyi
bir iş yaparsa şüphesiz bunların Rableri katında ecir ve mükafatları vardır.
bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun da olacak değillerdir, yani, yapılan
inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında değildir.
İnsanlar Âdem'in sülbünden yeryüzüne indikleri
zaman Cenab-ı Allah kendilerine "Eğer Ben'den size bir hidayet gelir de
kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar
üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda gelen
hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? İşte Âdem'in tevbesinin
semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur.
Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır. Şu halde yahudiler gibi zillet ve
meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe
eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden iman ederek, Allah'ın son zamanda
gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih amel işlerlerse o gazaptan
kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar. Sonuçta sırrına mazhar
olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin bundan yararlanmak için görünüşte,
yani insanlar arasında mü'min ve müslüman sayılmak yetmez, hatta belli bir süre
salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez. O imanda sebat edip, güzel bir
sonla gitmek, yani son nefeste iman ve güzel amel ile Allah'a kavuşmak
lazımdır.
Bu sûrenin baş tarafında "İşte onlar
Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve gerçekten kurtuluşa erenler de
ancak onlardır." (Bakara, 2/5) müjdesinin kimlere mahsus olduğu
bilinmektedir ve bunda "Sana indirilene ve senden önce indirilene
inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır. Bunun için ahirete iman
ve gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed'e
(s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus bulunduğu tebliğ
edilmişti. Şu halde cümlesiyle beyan buyurulan gerçek imanın Hz. Muhammed'in
peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi lazım
geldiğinde hiç şüphe yoktur. Zaten bu âyetin bilhassa bu noktadan
İsrailoğulları'na hitap şeklinde bir icmal olup, bütün bu açıklamaların İslâm
dinine davet sadedinde ve "Sizin yanınızda bulunan kitabı doğrulayan bu
kitaba (Kur'ân'a) iman edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!" (Bakara, 2/41)
ilâhî emrini desteklemek için gelmiş olduğunda şüpheye yer yoktur. Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden önce Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve iyi
amel işleyenler bile Tevrat ve İncil hükmünce geleceğin büyük peygamberine iman
ile mükellef idiler, buna işaret olmak üzere "Ahdimi yerine getirin."
(Bakara, 2/40) buyurulmuştu. Böyle iken Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra
onu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkan kalır
mı? Allah'a ve hesap gününe imanı bulunan ve bu iman ile mütenasip salih amel
işleyecek olan kimselerin Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr etmelerine
imkan tasavvur olunabilir mi? Tarih sayfalarının şahitliğinde Hz. Muhammed'in
peygamberliğinden daha açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır? Şu halde
gökyüzündeki yıldızlardan bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edenlerin
Allah'a karşı imanlarında ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek gerçekle
bağdaşmayan bir çelişki teşkil eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu âyette
iman, biri insanlara nazaran zahirî, diğeri Allah katında geçerli, hakikî iman
olmak üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce "iman edenler"
sözü, yahudilere, hıristiyanlara ve sâbiilere mukabil tutulmuştur. Demek ki, bu
üçü, Kur'ân'ın sözkonusu ettiği imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla
beraber zahirî iman sahipleri bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu
kâmil iman ve salih amel şartına bağlı gösterilmiştir. Demek ki, gerek zahirî
mü'min olan müslümanlar, gerek müslümanların dışında kalan yahudi, hıristiyan,
sâbiî vs. Kur'ân'da yer aldığı şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte
ve içyüzüyle cidden iman eder ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse
o zaman "Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar."
ifadesinin sırrına mazhar olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve
hidayetiyle bütün insanlara açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur. Bu
âyetten nihayet şu sonuca geliriz ki, İslâm dininin hakim olduğu müslüman
toplumun teşekkülü için İman-ı Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî
bir ikrar ile dahi gerçekleşmesi sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya
ait nokta-i nazarlarla bir siyasî anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi
din hürriyeti ile hayat haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında
ferdî veya ictimaî (sosyal) anlamda gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil iman
ve salih amel sahiplerine vaad olunmuştur. Çünkü toplumun temel direği ve
nizamın esas dayanağı bunlardır. İşte İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret
için vaad ettiği selamet ve saadetin sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir. Şu
halde kâmil iman ve salih amel erbabının bilgi ve amel feyizlerinden mahrum
olan, sadece dış görünüşüyle müslüman bulunan bir İslâm toplumunun "Onlara
korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." ilâhî va'dine mazhar olması
sözkonusu değildir. Allah'a imanı olmayanlar, hakkı yerine getiremezler,
ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler. Herkesin yalnızca kendi
nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası "Kimsenin kimseye faydası
dokunmayacağı günden korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile tasvir edilen
kıyamet gününün bir benzeridir.
Yahudi: Arapça'da (hâde-yahûdü-hevden) esasen
tevbe etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi olmak mânâsına da gelir. Deniliyor ki,
Araplar arasında bunlara Yahudi denilmesi, ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya
tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri dolayısıyladır, yahut da "Yahûza"
isminin Arapça söylenişi sebebi iledir. Yahûza ise Hz. Ya'kub'un on iki
evladının en büyüğünün ismidir. Buna göre; Yahudî, İsrailoğulları'nın on iki
boyundan birincisinin adı olması gerekirken, öneminden dolayı zamanla bütününe
birden isim olmuştur. Bu demektir ki, "Yahûd" cins ismi olarak kavmin
veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında "Yahudî" denilir ki,
o kavme mensup olan kişi demektir.
Nasârâ: "Nasrânî" kelimesinin
cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre; tekil (müfred)i
"nasran"dır ve sonuna mensubiyet "ya"sı geldiği zaman
Ahmedî gibi mübalağa anlamı ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine bu ismi
vermişlerdir ki, bu da üç ayrı sebebe bağlı olarak beyan ediliyor:
1- Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği),
"Nasıra" köyüne nisbettir. İbnü Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu
görüştedirler.
2- Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması,
yani birbirlerine yardımcı olmaları yüzünden bu adı almışlardır.
3- Hz. İsa, havarîlerine "Allah'a giden
yolda bana yardım edecek kimdir?" (Âl-i İmrân, 3/52) buyurmuş, onlar da
"Allah'ın yardımcıları biziz." (Âl-i İmrân, 3/52) diye cevap
verdikleri için bu isimle anılmışlardır.
"Nasrânî" Grekçe'ye
"hıristiyan" diye tercüme edilmiştir ki, "Hristos"a
nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz ediyorlar. Hıristos,
halaskâr, fidye-i necat (can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran
"müncî" diye açıklandığına göre "Nasrânî" bunun
Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî" hıristiyan, "nasârâ" da
hıristiyanlar demek olur.
Sâbiîn: Yahut "sâbîe" hakkında da
çeşitli görüşler vardır. Evvelâ lügat bakımından denilir ki, "filan adam dininden
çıktı, filan dine girdi." demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri
Hz. Peygamber'e diyorlardı. Çünkü eski dinlerine aykırı yeni bir din ortaya
koyuyordu. Ayrıca yıldızlar doğuş yerlerinden çıkıp yükseldikleri zaman
denilir. Binaenaleyh gerçek lügat anlamı itibariyle ve karşılık karinesiyle
"Sâbiîn" izafî bir anlam taşıdığından, İslâm, Yahudi ve
Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensuplarına şâmil olur. Bununla
beraber geleneksel bir deyim olarak daha özel ve dar anlamlarda da kullanılmıştır.
1- Katade'nin açıkladığı şekilde bunlar,
meleklere tapan bir taifedir.
2- Yıldızlara tapan bir taife oldukları da
tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn Râzî, akla yakın olan budur, der. Ve bunların
başlıca iki görüşleri vardır: Birincisi; derler ki, "Âlemin yaratıcısı
Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah, yıldızlara saygıyı ve bunların ibadet için kıble
yapılmasını emretmiştir." İkinci iddiaları ise şudur: "Allah Teâlâ,
burçları ve yıldızları yaratmıştır. Fakat bu âlemdeki hayır ve şerri, sağlığı ve
hastalığı meydana getiren, canlıları yöneten ve yönlendiren yıldızlardır. Şu
halde bu dünyanın, bir anlamda Rabbi onlardır ve insanların onlara saygı ve
ta'zim göstermeleri vaciptir. Çünkü onlar da Allah Teâlâ'ya ibadet ederler ve
insanlara aracı olurlar." derler. Bu mezhep, Gildânîlere mensup olanların
görüşüdür ki, Hz. İbrahim bunları red ve iptal için peygamber olarak
gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve bazı rivayetlerde Hz. İdris'e nisbet
iddiasında bulundukları da söylenir. Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların
gücüne sığınma bunlardan kalmadır. Maide sûresinde bununla ilgili açıklama
gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69).
Onuncusu:
Meâl-i Şerifi
63- Hani bir zamanlar sizden mîsak (sağlam bir
söz) almıştık, Tur'u üstünüze kaldırıp demiştik ki; size verdiğimiz kitaba
kuvvetle tutunun ve içindekilerden gafil olmayın, gerek ki, korunursunuz.
64- Sonra verdiğiniz sözün arkasından yüz
çevirdiniz, eğer üzerinizde Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasa idi herhalde
zarara uğrayanlardan olurdunuz.
65- İçinizden cumartesi günü yasağını
çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara "sefil
maymunlar olun!" dedik.
66- Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve
sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.
63-Burada İsrailoğulları'nın Hz. Musa devrinde
millî varlıklarının ilk teşekkülüne ve dinî geleneklerinin tarihî akışına ait
bazı ihtarlar vardır.
Tûr: Arapça'da genel olarak "dağ"
mânâsına gelir. Süryanî dilinde dahi böyle olduğu zikrolunuyor. Bazıları da
bitki örtüsüyle kaplı olan dağ demek olduğunu söylemişler. Tûr-i Sîna da Hz.
Musa'nın vahye mazhar olduğu dağın özel ismidir. Buradaki Tûr her üç mânâ ile
tefsir edilmiş ise de burada açık olan ahit ve misaktır ki, o da Tûr-i
Sina'dır. İsrailoğulları'ndan söz konusu mîsak alındığı zaman, onların, o dağın
dibinde bulundukları söyleniyor. Bununla ilgili olarak başka rivayetlere de yer
veriliyor. Bununla beraber bu mîsak ile ta başlangıçta Mısır'da
İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya biatlarını anlamak da mümkündür. Bu takdirde
Tûr'un manevî yüceliği ile kıymetine işaret edilmiş ve onlar Kızıldeniz'i geçip
esaretten kurtulduktan sonra devam eden vahiylerle onun yüceliği tekrar
belirtilmiş olur. Bu suretle 'daki vav harfi, Abdullah İbnü Abbas'dan rivayet
edildiği üzere atf için olarak, her ikisini de beyan etmiş olur. Vav-ı hâliye
olması rivayetine göre ise yalnızca sonraki mîsakı ifade eder.
Ve hani sizin mîsakınızı almış, yani Hz.
Musa'ya sağlam bir ahd ile bağlı kalacağınıza, verdiğimiz kitabın emirlerine
uyup, yasaklarından kaçınacağınıza dair olan mîsakı size teklif etmiş, ve
Tûr'u, o mübarek dağı başınıza iniverecek gibi bir vaziyette üstünüze kaldırıp
size verdiğimizi kuvvetle, kemâl-i ciddiyet ve samimiyetle tutunuz, içindeki
mânâ ve kapsamı belleyip düşününüz bu sayede belki sakınır korunursunuz, her
iki dünya hayatında korunmuşlardan olursunuz, demiştik. Ve bu sûretle sizden
sağlam bir söz almıştık.
64- Sonra siz bunun arkasından yine yüz
çevirdiniz, verdiğiniz sözde durmadınız, onu kuvvetle tutmadınız, kitabın
içindeki emir ve yasaklara uymayı ihmal ettiniz. O derecede ki, üzerinizde
Allah'ın lütuf ve rahmeti sizi koruyor olmasa idi ve size tekrar tekrar
peygamberler göndermeseydi büsbütün zarar içinde kalırdınız, kendinize ve
nesillerinize çok zarar vermiş olurdunuz. "Biz ne yaptık ki?"
diyeceksiniz. Yaptıklarınızın bazıları size yukarıda hatırlatılmıştı, burada
şimdi şu kadarını söyleyelim ki: Sebt, yani Cumartesi günü mânâsına isim olduğu
gibi, bu güne saygı gösterme, onda dünya işi yapmayıp, yalnızca ibadet etme
mânâsına masdar da olur.
65-İşte burada böyledir; siz herhalde
içinizden Cumartesi gününe saygı gösterme hususundaki dinî yasakları
çiğneyenleri bilirsiniz. A'râf sûresinde "Onlara deniz kıyısında bulunan o
kasaba halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi günü yasağına saygısızlık
gösterip haddi aşıyorlardı, balıklar da onlara o gün akın akın
geliyorlardı..." (A'râf, 7/163) âyetinde açıklandığı üzere, deniz
kıyısında bulunan bir kasabada Cumartesi günü yasağına saygı göstermeyip, dinin
koyduğu kuralı hiçe saymışlardı da Biz de onlara "Maymun olun,
sürünün!" dedik
66- ve bu hadiseyi hem o zaman hazır olanlara,
hem de arkadan geleceklere bir ibret-i müessire (tesirli ibret), etkili bir
gözdağı yaptık, korunacaklara da unutulmayacak bir öğüt, bir mev'iza kıldık.
Onlar verdikleri sözde durmadılar. Ahde vefa etmek, insanlık borcu ve gereği
iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple insanlığın gereklerinden olan ilim ve
idrak, marifet ve iz'andan mahrum edilerek maymun kılıklı, sefil, boynu bükük
ve sürünen kimseler oldular, ki, buna "mesh" tabir olunur. Bunlar dış
görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa dış görünüşüyle insan
şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları itibariyle manen maymun gibi
mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Tefsircilerden pek çoğu, âyetin
lafzına ve dış yüzüne nazaran tam ve gerçek mesih (suret değişikliği) olduğunu
söylemişlerdir. Fakat Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsirciler, bu
hükmün temsilî olduğunu, şu halde meshin manevî olması gerektiğini
savunmuşlardır. Ki, zamanımızın anlayışına bu daha uygun görünmektedir. Gerçi
hakikate nazaran, suretçe değişiklik manevi değişmeden daha müşkil ve daha
mühim değildir. İnsanlık şiarlarının söndüğü bir bedenin dış yüzüyle dahi
maymun suretini alıvermesi, iyi düşünülürse, hemen hemen normal bile
görülebilir. Allah korusun çeşitli kötü hastalıklar ile kılığını değiştirmiş
nice bedenlere tesadüf edilegelmiştir. Fakat hayvan şekilleri içinden bilhassa
maymun suretinin zikredilmesi herhalde manevi meshin ehemmiyetine bir karine
gibidir. Aslında insan ile maymun arasındaki gerçek fark, yalnızca bir kıl, bir
kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve ahlâk farkıdır. Maymunun bütün
hüneri taklit hissinin gelişmişliğindedir. İnsanın yaptığı hareketleri gören
maymun onu derhal taklit eder. Bu taklit özelliği, birçoklarının nazarında
maymunu insana adeta yaklaştırır. Halbuki maymunun önünde günlerce ateş
yakınız, soğuk günlerde karşısında ısınmayı gösteriniz, sonra onu alıp bir kıra
götürünüz, yanına kibrit, çıra, odun, kömür koyunuz, o yine de üşüdüğü zaman
bunları bir araya getirip bir ateş yakamaz ve ısınmayı başaramaz. Bu kadarcık
bile mantık ilişkisi gösteremez. Artık bunun üzerine terettüp edecek diğer aklî
işlemlerin derecesini tasavvur ediniz. İşte manevi dünyası meshe uğramış olan
insanlar da böyledir: Onlar kör bir taklitten başka birşey yapamaz ve hayvanî
duygularından öteye geçemezler. Bir bakıma insan gibi görünürler, hakikatte ise
maymundan başka birşey değildirler. Fındığı kırar yerler de bir fındık ağacı
dikmeyi akıl edemezler, (Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da
aşağıdırlar." (A'râf, 7/179).
Onbirinci hatırlatmada, bu sûrenin bu ismi
almasına sebep olan "Bakara" kıssasına geliyoruz. Fakat bu hatırlatma
sadece İsrailoğulları'na mahsus bir hitap şeklinde değil, genel anlamda bir
hatırlatma olarak ifade buyurulmuştur. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
67- Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki
Allah, size bir bakara (sığır) boğazlamanızı emrediyor. Onlar da "ayol sen
bizimle eğleniyor, alay mı ediyorsun?" dediler. Musa da: "Böyle
cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım." dedi.
68- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et,
her ne ise onu bize açıklasın." dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki,
o ne pek yaşlı, ne de pek taze, ikisi arası dinç bir sığırdır, haydi
emrolunduğunuz işi yapınız." dedi.
69- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et,
rengi ne ise onu bize açıklasın." dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor
ki, o, bakanlara sürur veren, sapsarı bir sığırdır." dedi.
70- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o
nedir bize iyice açıklasın, çünkü o bize biraz karışık geldi, bununla beraber
Allah dilerse onu elbette buluruz." dediler.
71- Musa, "Rabbim buyuruyor ki o, ne
çifte koşulup tarla süren, ne de ekin sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası
olmayan bir sığırdır". Onlar da: "İşte tam şimdi gerçeği ortaya
koydun." dediler. Nihayet onu bulup boğazladılar. Az kaldı
yapmayacaklardı.
67-BAKARA, "bakar"ın müennesi veya
müfredidir. "Bakar" manda cinsine de şâmil olmak üzere sığır cinsinin
genel ismidir. Buna göre, "bakare" erkek veya dişi sığır, yani bir
inek veya bir öküz, bir düve veya bir tosun veyahut bir manda olabilir. Bunun
erkeğine bâkır, bakîr, beykur, bâkur dahi denilir. "Bakr" yarmak
anlamına geldiğinden, bu hayvan da çift sürüp toprağı yarmak için
kullanıldığından bu ismi almıştır.
Ve hani Musa, kavmine hitaben "Allah size
bir bakara kurban etmenizi emrediyor." demişti de buna karşı kavmi, ona, Çok
tuhaf, sen bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. Acaba neden böyle demişlerdi?
Deniliyor ki, Allah'ın bakara kesmeyi emretmesini akılları almadı. Buna bir
sebep bulamadılar, bir ilişki kuramadılar, bunu acayip buldular. Biz bundan
şunu anlıyoruz ki, Samirî'nin icat ettiği buzağı olayı da bunun açıkça
ipuçlarını verdiği gibi, Musa kavmi, o zamana kadar bakarayı mukaddes bir
hayvan görüyor ve öyle kabul ediyorlardı. Bundan dolayı bakaranın kurban
edilmesini, edilebilmesini tasavvur bile edemiyorlar, bunu akılları almıyordu.
Böyle olması ise bu emrin onlara henüz Mısır'da iken ve Hz. Musa'nın
peygamberliğinin ilk zamanlarında verilmiş olmasına işaret eder. Firavun kavmi
olan putperest Mısırlıların Apis öküzüne taptıkları ve boğanın, bunların en
yüksek mabutlarını temsil ettiği, tarihî rivayetlerden olduğuna göre, sığır
kurban etmek, o zaman İsrailoğulları üzerinde şiddetle hakim olan Firavun
kavminin taptığı tanrıları boğazlamak demek olacağı için, İsrailoğulları
açısından Mısır'da iken, bir ihtilal anlamı taşıyan böyle müthiş bir emir,
elbette kolayca yerine getirilebilecek bir emir ve tasavvuru mümkün bir iş
değildi. Mısır'dan çıktıktan sonra bile yine bu buzağı meselesinin dinden sapma
ve dalalete alet edilmesinden anlaşılıyor ki, Musa kavmi henüz sığır kesilmesini
içine sindiremeyecek bundan memnun olmayacak, bunun Allah tarafından bir hayır
vesilesi olduğunu kolaylıkla anlayamayacak bir durumda bulunuyordu. Şu halde bu
zihniyeti ıslah etmeye yönelik ve netice itibariyle ölünün yeniden dirilmesine
bir misal vererek fitneyi def edecek olan bu sığır kurban edilmesi emrini
duydukları zaman Hz. Musa'ya karşı, "Böyle şey mi olur, sen bizimle
eğleniyor musun?" diye durumu tuhaf karşıladılar, ona inanamadılar. Hz.
Musa da bunlara "Ben, böyle insanlarla alay eden cahillerden biri olmaktan
Allah'a sığınırım." dedi. Kendisinin yalnızca ilahî emirleri tebliğ
ettiğini ve bu tebliğin cahilane bir tebliğ olmadığını anlatmak istedi.
68-Görüldüğü gibi bu emirde genel olarak
herhangi bir sığır kesilmesi teklif edilmişti. Aslında derhal o emre uyup
rastgele bir sığır kesiverselerdi emir yerine gelmiş ve maksat hasıl olmuş
olacaktı. Fakat onlar önceki hayretlerine karşılık tebliğin ciddiyetini
farkedince aralarında işi büyüttüler, birbirleriyle müşavere ederek, kendi
gönüllerinden nadir bulunur çok özel bir bakare tasavvur ettiler. Bunun üzerine
akılları sıra kurnazca davranıp Hz. Musa'yı imtihan etmek istediler de dediler
ki; Rabbine bizim için dua et, bize onun ne olduğunu, mahiyetini beyan etsin.
mahiyetten, yani cinsin hakikatinden sorudur. Demek ki, bunlar herşeyden önce o
bakarenin hakikat mi, yoksa mecaz mı olduğunu anlamak istiyorlardı. Buna
karşılık gerçek bir bakara olduğu anlaşıldığından onun özellikleri şu suretle
beyan buyuruldu: Musa dedi ki; Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: o bir bakaradır
ki; ne pek yaşlı, farımış, ne de pek taze, bâkir ikisi ortası, tam güçlü,
kuvvetli bir dinç, şimdi emrolunduğunuz şeyi hemen yapınız.
69-Bunun üzerine yine emri yerine getirmeye
yanaşmadılar, bizim için Rabbine dua et, o bakaranın rengi nedir, bize onu
beyan ediversin dediler. Musa dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: o, öyle sarı bir
bakaradır ki, rengi artık sarının en parlağı, en halisi, bakanlara sürur ve
neşe verecek, gözünü ve gönlünü açacak derecede güzel ve sevimlisi.
70-Bu açıklamaya dahi kanaat getirmediler de
dediler ki; bizim için Rabbine dua et, bize onun ne olduğunu açıklasın, zira bu
bakara bize müteşabih (üstü kapalı), karışık geldi, onun hangi bakare olduğunu
kestiremedik. Biz onun kendine mahsus özelliklerini istedikçe bize onun genel
vasıfları açıklanıyor, ve inşaallah biz her halde yola geleceğiz, yahut
kesmenin yolunu bulacağız.
71- Musa buna da dedi ki; Allah şöyle
buyuruyor: o öyle bir bakaredir ki; boyunduruk altında ezgin değil, ne toprak
sürer, ne de ekin sular, belki başıboş, her ayıptan sâlim, hiçbir lekesi,
alacası yoktur.
Bu cevabı alınca, bunda gönüllerinden
geçirdikleri şekil ve sureti bulmuş oldular ve nihayet gerçeği itiraf ederek,
işte şimdi tam doğruyu söyledin, dediler.
Hikâye olunduğuna göre; dindar ve salih bir
ihtiyarın tam bu vasıfları taşıyan bir buzağısı ve bir de çocuğu varmış.
İhtiyar bu buzağıyı bir ormana götürmüş ve Allah'a emanet ederek bırakmış.
"Ey Rabb'im, bunu çocuğum büyüyünceye kadar sana emanet ediyorum..."
demiş. Sonra ihtiyar vefat etmiş. İşte o buzağı da böylece ilâhî himayede
büyümüş, bu sırada çocuk da yetişmiş ve bu olay meydana gelmiş. Araya araya o
bakareyi bulmuşlar ve derisi dolusunca altın vererek onu satın almışlar.
Nihayet onu bulup kestiler, ve halbuki kesmeye yanaşmıyorlardı, nerdeyse
kesmeyeceklerdi. Bu işi gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi ki, bunun için Hz.
Musa'yı, durmadan sordukları sorularla rahatsız ediyorlardı. Hatta bazıları,
onların bu işi kırk sene sürüklediklerini rivayet etmişlerdir. Nihayet ilâhî
vahyin zoru ile emri yerine getirdiler. İşin başlangıcında alelade bir bakara
kesmekle işin içinden çıkabilecek durumda idiler, fakat pek ziyade gözde
büyütmeleri ve olmayacak bir iş sanmaları yüzünden bu iş kendilerine çok
pahalıya mal oldu. Düşünebilenler için bu bakara kıssasının incelikleri ve
acaiplikleri pek çok ibretlerle doludur. Bundan dolayı genel anlamda
hatırlatıldıktan sonra yine İsrailoğulları'na hitaben bu emrin en mucizeli bir
sonucu şu şekilde hatırlatılıyor:
Onikincisi:
Meâl-i Şerifi
72- Hani bir zamanlar siz bir adam
öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmış ve onu üstünüzden
atmıştınız, halbuki Allah, saklamış olduğunuzu açığa çıkaracaktı.
73- İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası
ile o ölüye vurun, dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini
gösterir, belki aklınızı başınıza toplarsınız.
74- Sonra bunun arkasından yine kalbleriniz
katılaştı, şimdi de taş gibi, ya da taştan da beter hale geldi. Çünkü taşlardan
öylesi var ki; içinden nehirler kaynıyor, yine öylesi var ki, çatlıyor da
bağrından sular fışkırıyor, öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlerde
yuvarlanıyor... Ve sizin neler yaptığınızdan Allah gafil değildir.
72- aslında "tedâra'tüm" demektir
ki, defetmek mânâsına " "den tefâül babından bir fiil olup "def
etmek istediniz" anlamınadır. ve hani siz bir kişi, yani bir insan
öldürmüştünüz ve bundan dolayı aranızda büyük bir fitne çıkmıştı. öldürülen bu
kimse hususunda suçu birbirinizin üstüne atarak, başınızdan belayı def etmek
istiyordunuz. Bu sûretle karşılıklı düşmanlık ve didişmeniz çoğalıp duruyordu.
Rivayet olunuyor ki, içlerinde yaşlı ve gayet zengin bir adam varmış, bunun bir
oğlu ve birçok da yeğenleri, yani kardeş çocukları bulunuyormuş. Yeğenler bu
zengin amcanın mirasına konmak için onun tek oğlunu gizlice öldürmüşler, sonra
da cenazesini kapıya koyarak bağırıp çağırmaya, güya katilini aramaya, cinayeti
şunun bunun üzerine atmaya kalkışmışlar. Katilin bulunamaması üzerine büyük bir
fitne çıkmıştı. İşte Ey İsrailoğulları, siz Hz. Musa gibi büyük bir Peygamberin
zamanında böyle bir cinayet işlemiş, birbirinizle düşmanlığa başlamıştınız,
Allah Teâlâ ise sizin böyle gizlemiş olduğunuz cinayetleri açığa çıkaracaktı.
73-Bunun için siz düşmanlığa devam ederken Biz
dedik ki, kurban edilmiş olan bakaranın bir parçasıyla o ölüye vurun, İşte
Allah ölüleri böyle diriltir, akla hayale sığmaz sebeplerle onları yeniden
canlandırır. Bundan anlaşılıyor ki, o bakaranın bir parçasıyla ölüye vurdukları
zaman, ölü bir hayat eseri gösterip cinayeti işleyenleri haber vermiş ve bu
suretle o gizli cinayet meydana çıkarak münakaşa ve fitne de bastırılmıştır.
Demek ki, bakara kurban etme emrinin
neticesinde ölülerin dirilmesine misal verecek ve şahit olunacak büyük bir
mucize zuhur etmiştir. Artık ölüler de dirilir miymiş diyerek, ölümden sonra
dirilmeyi inkâr etmemelidir. Allah Teâlâ, böylece akılların almayacağı yollarla
da ölüleri diriltir. Akıllarınız kemale ersin, düşünüp anlayasınız diye size
âyetlerini, mucize ve delillerini de açıkça gösterir. Siz ölenlerin dirilmesini
akla aykırı gibi zannedersiniz, halbuki bu zan, akıldan değil, aklın
noksanlığından ileri gelmektedir. Zirâ hayat denilen olayı ilk başta hiçbir
örnek olmadan meydana getiren yüce kudretin ikinci hayatı yeniden ortaya
koyamaması için hiçbir sebep yoktur. Mevcut hayatı kabul eden aklın, ikinci
hayatı kolaylıkla kabul etmesi lazım gelir. Akıl, gerçi kıyas için daima bir
misal arar, lakin ilk hayat da misal olmak üzere pekâlâ yeterlidir. Bununla
beraber ölümden sonra dirilmeyi idrak edemiyenlere canlı delil olmak üzere
peygamberler gönderilmiş ve onlara böyle bakara kıssası gibi mucizeler
verilmiştir. Yukarıda yıldırım kıssası da geçti ki, o da kendine mahsus
yönleriyle özel bir misaldir. İşte bütün bunlardan dolayı Bakara kıssasının
İsrailoğulları'na gösterilen bir ba'sü ba'delmevt (ölümden sonra dirilme)
misali olarak düşünülmesi gerekir.
Genellikle tefsir kitaplarında bakara kurban
edilmesi emrinin sebebinin bu öldürme hadisesi olduğu gösterilmiş ve bunun için
katil fıkrasının gecikme sebebi hakkında münakaşalar yapılmıştır. Lakin âyette
bunlar , diye ayrı ayrı hatırlatmaya tabi tutulmuş olduğundan, öldürmenin
emirden evvel vukuuna ve emrin yalnızca ondan dolayı olduğuna delalet edecek
hiçbir ipucu gösterilmemiştir. Aradaki rivayetler de Kur'ân'ın zahirî anlamını
o yönde te'vil ettirecek kuvvetten yoksundur. Şu halde Ebu Hayyan'ın beyanı
veçhile öldürme olayının, kurban emrinden önce meydana gelmiş olduğuna
hükmetmek, Kur'ân'ın zahir mânâsına aykırı düşer . O halde kurban emri daha
başka hikmetleri de içinde taşıyarak verilmiş, o cinayet işinin çözümü de bunun
en önemli faydalarından birini teşkil etmiştir. Bu sûrenin iş bu bakara
kıssasına izafe edilerek (Bakara) diye adlandırılmış olması da bunun altında
diğer kıssalardan daha ziyade bir şümûl ve derinlik bulunduğuna işaret eder.
Dikkat edilirse görülür ki, Kur'ân bütün kıssaları "Şu da size
gönderilenin doğruluğunu tasdik etmektedir." mazmununu açıklama yolunda ve
geçmiş kitaplarda yer alan ve İsrailoğulları gözünde yegâne din üslubu kabul
edilen üsluba benzer bir tarzda ve yüksek bir belağatla tasvir ederek
hatırlatmış ve bütün bunların öncesi ve sonrasında muhkem âyetlerle gerçek
maksatları bütün parıltılarıyla gözler önüne sermiştir. Şu halde bunlarda
inanmayanların yaptığı gibi "Acaba Allah bu misalle neyi murad
ediyor?" diye çirkin tevillere ve yanlış telakkilere düşmeksizin
"İman edenler bunun kesinkes Allah tarafından gelen hakikatler olduğunu
bilirler." (Bakara, 2/26) gerçeğine uymak gerektiğini ve bütün bu
harikulâde oluşların Allah'ın sonsuz ilmine ve kudretine havale edilerek kabul
edilmesi lazım geldiğini, kitabın başındaki "Bunda şüphe ve tereddüde yer
yoktur!" âyetiyle herşeyin bir başlangıcı bulunduğunu unutmamalıdır.
74-Bakınız bu esrar dolu oluşlarla, o inatçı
ve batıla tapan mizaçları ıslah edilmiş ve öldükten sonra dirilme konusunda
kalpleri yumuşatılmış olan İsrailoğulları hakkında hangi faydalı sonuçların
meydana geldiğine şöylece dikkat çekilmiştir: Ey İsrailoğulları, bütün bu olup
bitenlerden sonra kalbleriniz katılaştı. Size peygamberler ve onlar eliyle
gönderilmiş olan apaçık âyetler ve mucizeler hiç kâr etmez oldu, artık o
kalbler taş gibi veya ondan daha katıdırlar. Çünkü bazı taşlar vardır ki; ondan
kevnî veya sınaî tesirlerle gürül gürül ırmaklar fışkırır, fışkırabilir. Sizin
kalbleriniz ise hiçbir şeyden etkilenmez ki, o sayede kendilerinden marifet
fışkırabilsin. Onlardan bazıları da vardır ki; herhalde bir etkilenme ile
çatlar, ondan su çıkar, fışkırmazsa da sızar, nihayet onlardan bazıları da
vardır ki, yağmur, kasırga, zelzele gibi ilahî kudretin eseri olan olaylardan
etkilenerek, Allah korkusundan düşer, yuvarlanır, yerinden oynar. Halbuki sizin
kalbleriniz bu kadar ayan beyan olan vahiy âyetleri ve kesin açıklamalar
karşısında bile zerre kadar tesir altında kalmaz, teşvikten ve engellemeden
etkilenmez. Ve fakat Allah sizin yaptıklarınızdan asla gafil değildir.
Şimdi bu tasvir ve uyarmalardan sonra bir de
hallerini açığa vurmak için, bunların imana gelmelerini temenni eden mü'minlere
hitap ederek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
75- Şimdi bunların, size hemen inanacaklarını
ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı ki, Allah'ın kelâmını
işitirlerdi de sonra ona akılları yattığı halde bile bile onu tahrif ederlerdi.
76- Üstelik iman edenlere rastladıklarında
inandık derler, birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman, "Rabbinizin
huzurunda aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi tutup Allah'ın size
açıkladığı gerçekleri onlara da söylüyorsunuz? Hiç aklınız yok mu be?"
derlerdi.
77- Peki bilmezler mi ki, onlar neyi sır
olarak saklar ve neyi açıkça söylerlerse Allah hepsini bilir.
78- Bunların bir de ümmî (okuma yazması
olmayan) kısmı vardır, kitabı bilmezler, ancak birtakım kuruntu yığınına, boş
saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır dururlar.
79- Artık o kimselerin vay haline ki, kendi
elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz para almak için "Bu Allah
katındandır." derler. Artık vay o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara,
vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!..
80- Bir de dediler ki: "Bize sayılı
birkaç günden başka asla ateş azabı dokunmaz". De ki; "Siz Allah'dan
bir ahit mi aldınız? Böyle ise Allah sözünden dönmez. Yoksa siz Allah'a karşı
bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"
81- Evet kim bir günah işlemiş de kendi günahı
kendisini her yandan kuşatmış ise, işte öyleleri ateş ehlidirler ve orada ebedî
kalıcıdırlar.
82- İman edip salih ameller işleyenler, işte
öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.
75-Bu tarzdaki belağat üslubuna "telvin-i
hıtap" adı verilir.
Ey iman ehli! Artık bu katı kalblilerin sizin
iyilik dolu temennilerinizden dolayı toptan imana geleceklerini ve ahir zaman
Peygamberini ve onun getirdiği kitabı tasdik eyliyeceklerini ümit mi
ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı ki; Allah'ın kelâmını, yani
Tevrat'ı işitirler, bellerlerdi de sonra yine onu tahrif ederlerdi, mânâsını
değiştirecek bir surette kelimelerin ve harflerin yerlerini, mânâlarını
değiştirirlerdi. Hem bunu anlayamadıklarından, akıl ve idrak noksanlığından
dolayı değil, akılları erdikten, ne mânâsında, ne de Allah kelâmı olduğunda
asla şüpheleri kalmadıktan sonra bile bile ve kasden yaparlardı. Artık
böylelerinden iman ve hayır umulur mu?
76-Üstelik bunlar, bir de münafıktırlar iman
edenlere rastladıkları zaman diğer münafıkların yaptığı gibi biz iman ettik
derler, birbirleriyle yani bu münafıklar, kendileri gibi münafık olan
benzerleriyle tenha bir yerde başbaşa kaldıkları zaman her biri, bir diğerine
şu suretle sitem eder derler ki: Yahu, siz onlara, yani Muhammed ve Ashabına
Rabbinizin huzurunda sizinle münakaşa ve mübahase ederek size üstünlük
sağlasınlar diye mi Allah'ın size açıkladığı sırları ve hakikatleri haber
veriyorsunuz? Yani gerek ahir zaman Peygamberinin vasıf ve özellikleri, gerek
İsrailoğulları'nın geçmiş maceraları hakkında Allah'ın Tevrat'ta siz yahudilere
haber verdiği bilgileri onlara bildiriyor ve sizi mağlup etmeleri için ellerine
delil mi veriyorsunuz? Siz söylemeseniz, onlar bu sırları bu gerçekleri nereden
bilecekler? Sizin hiç aklınız yok mu? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Bu sırların
açıklanmasının sonu nereye varacak, diye birbirlerine sitem ve serzenişte
bulunurlardı.
77-Lakin bunlar şunu bilmiyorlar mı ki, Her
halükârda Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. Ve bildiği
için Peygamberine de bildirir. Şu halde Kur'ân'ın asıl Tevrat'ı tasdik eden
beyanları ve İsrailoğulları hakkında gizli bilgilerden müslümanların haberdar
olmaları ve Hz. Peygamber'in vasıf ve özelliklerinin Tevrat'ta da yer almış
olduğunu bilmeleri, bazı yahudilerin bu sırları müslümanlara açıklamış
olmalarından dolayı değildir; doğrudan doğruya Allah'ın, kendi Peygamberine
bunları vahiy yolu ile bildirmesinden, Hz. Peygamber'in hak peygamber
olmasındandır. İşte o yahudi bilginler bunları bilmezler mi? Bilmesine
bilirler, ama bildiklerini söylememek ve yeri geldikçe onları tahrif etmek
onların şiarıdır.
78- Bir de bunların ümmîleri vardır ki, okuma
yazma bilmezler, kitabı anlamazlar, sadece birtakım ümniyyeler (kuruntular)
beslerler. Bütün bildikleri hayal meyal mefkurelerden, duydukları taklidî
temennilerden ibarettir.
"Emâniy", ümniyyenin çoğuludur.
Kelimenin aslı "üf'ûle" vezninde "umnûye" olup temenninin
sülâsisi olan takdir veya tilavet mânâsına "mena"dan alınmış bir
isimdir ki, insanın kendi içinde ve hayalinde tasarlayıp varlığını kabul ettiği
ve olmasını temenni edip durduğu veyahut diline dolayıp durduğu şeylerdir ki,
Frenkler buna "ideal" derler ve genç mütercimlerimizden birçoğu bunu
mefkûre diye terceme ediyorlar. Çünkü emaniy insanın kendi gönlünden geçirdiği,
saplanıp kaldığı ve durmadan arkasından koştuğu bir düşünce, bir hayal, bir
kuruntu demektir. Bunun bazılarının gerçekleşmesi mümkün ve şu halde geçerli
olanları bulunabilirse de çoğunlukla hiçbir delile dayanmayan kuru ve şahsi
temennilerden ibarettir. Bundan dolayı emaniy, batıl idealler, evham ve boş hayaller
mânâsına da kullanılır. Frenkler ahlâkiyat konusunda bunu esas alan felsefî
görüşe "idealizm" derler. İşte yahudilerin okuma yazma bilmeyen avam
(cahil halk) takımı da ilimden, kitaptan nasibi olmayıp sadece kuruntu
arkasında koşar dururlar, ve onlar yalnızca zan içinde yaşarlar, zan peşinde
koşarlar, kuru bir zan ve taklitten başka bir şeye malik değiller. Hak ile
batılı tayin edip seçemezler. Bu yüzden bunların vebali de kendilerini aldatan
okur yazar takımınadır.
79-İşte bundan dolayı şimdi vay o yazıcılara
ki, kendi elleriyle kitaplar yazarlar da, sonra: "bu Allah katından"
derler, Allah'a iftira ederler, ki onunla beş on para kazanmak için böyle
yaparlar. Haddi zatında geçici olduğundan dolayı az demek olan bir dünya
menfaati gibi hasis bir fayda uğruna yalan söyler, gerçeği tahrif eder,
değiştirirler. Bu suretle eski kitapları büyük tahriflere uğratmışlardır. Evet
vay onlara, o ellerinin yazdığı yalanlar yüzünden ve vay onlara o kazandıkları
çirkin kazanç yüzünden.
80-Böyle hakikati tahrif eden, gerçeği
saptıran, yalan yanlış yazılarla, propagandalarla halkı iğfal ederek haktan
uzaklaştırmanın akıbeti ne kadar fecidir. İnsanları ebedi azaba sürükleyen bu
dolandırıcılığın vebali karşısında dünyanın o süflî kazançları, ahiretteki
azabı ne kadar şiddetlendirecektir. Onlar kendi gönüllerince güya buna da bir
çare bulmuşlar ve cahil halka, avama şu ümniyyeyi de telkin ederek demişlerdir
ki, sayılı birkaç günden başka bize cehennem ateşi hiç temas etmiyecek
(dokunmayacak)tir.
Tefsirciler, bu sayılı günlerin adedi hakkında
onlardan çeşitli sözler de rivayet etmişlerdir ki, bunların en belli başlısı
kırk gün. Nahcevanî Tefsiri'nde beyan olunduğuna göre, Tevrat'ta Allah'ı
bırakıp da buzağıya tapanların ateşe atılacakları hakkında âyetin zuhur (ortaya
çıkışı) ve iştiharı (meşhur oluşu) üzerine yahudi halkının ümniyyeleri kırılmış
ve İslâm dinine girmek temayülünü göstermeye başlamışlardı. Bunu gören yahudi
bilginler, telaşa düşerek ilan etmişlerdi ki, "Buzağıya ibadet, Hz.
Musa'nın yokluğunda ancak kırk gün sürmüştü. Şu halde biz yahudiler cehennemde
nihayet kırk günden fazla kalmayacağız." şeklinde teselli ve müjde
vermişlerdi . Yahudilerin bir takımından da Asmaî, şu iddiayı hikaye etmiştir
ki: Buzağıya tapmalarının müddeti yedi günden ibaret imiş. İbnü Abbas ve
Mücahid'den dahi rivayet olunduğuna göre; yahudiler "Dünyanın ömrü yedi
bin senedir, biz de her bin sene için bir gün azap göreceğiz." demişler.
Diğer bir rivayette de yahudiler, "Cehennemin bir tarafından bir tarafı
zakkum ağacına kadar kırk senelik yoldur ve onlar bir senelik yolu bir günde
alarak kırk günde tamam edeceklerdir." diye Tevrat'ta zikredilmiş
bulunduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir.
81-Ey Muhammed, sen onlara şöyle söyle ve de
ki; Siz, bu konuda Allah'dan bir ahd, bir söz mü aldınız? Eğer öyle ise, Allah
ahdini bozmaz, verdiği sözden dönmez. Yoksa bilemiyeceğiniz bir şeyi Allah'a
iftira ederek söyleyiveriyor musunuz? Hayır, mesele onların dediği gibi değil,
her kim bir seyyie kazanır, bir fenalık yapar ve yaptığı fenalık kendisini her tarafından
kuşatırsa; içini ve dışını, kalbini, dilini ve diğer azalarını tamamen
kaplarsa, kötülüğü alışkanlık haline getirir ve bir de helal görmeye başlarsa
İşte bunlar ateş ehli, ateş ashabıdırlar, onlar o ateşte süresiz kalıcıdırlar.
Öyle onların umduğu ve iddia ettiği gibi, yedi günde, kırk günde değil, hiçbir
zaman o ateşten çıkıp kurtulamazlar, hep orada kalırlar, orası ebedilik
âlemidir. Ve bunlar o âleme günaha batmış olarak, kötülüğe bulanmış olarak ve
temiz hiçbir yanları kalmamış olarak gitmişler ve artık fenalık onların ebedî
hasleti ve genel özelliği olmuştur. İnsanı kuşatan bir tek kötülük böyle sonuç
verirse birçok kötülüğe bulaşmış olanların halleri artık kıyas edilsin. Demek
olur ki, günah her tarafını kaplamamış olanlar, cehennem ateşinde ebedî
kalacaklardan değiller. Kalbinde zerre kadar imanı kalabilenler, günahı günah
bilenler ve ona helal demeyenler hakkında hulûd (ebedî azap) yoktur. Sayılı
günler aslında bunlar için tasavvur olunabilir.
82-83-Diğer taraftan iman edip, iyi ameller işleyen
kimseler ise işte bunlar cennet ehli, cennet ashabıdırlar ve o cennette ebedî
kalacaklar.
Cennet ve cehennem hakkında ve kimlerin cennet
ehli ve kimlerin cehennem ehli oldukları hakkında Allah'ın ahdi, va'di ve
tehdidi ve Peygamberine bildirdiği işte bunlardır.
Artık bu bilgiler ışığında Allah'ın
rahmetinin, gazabına üstün olduğu görüşüne istinat ederek, seyyiat (kötülükler)
ile kaplanmış ve kalblerinde zerre kadar bile iman kalmamış olanların dahi
ateşte ebedî kalmayacaklarını sanmak ve vehm etmek; yahudilerin "sayılı
günler" kuruntusuna düşmek ve ilâhî adaleti inkâr etmek demektir. İlâhî
rahmetin üstünlüğü ve onun ahirette rahîmiyet olarak zuhura geleceği,
kötülüklerin ebedî ceza ile cezalandırılacağı sırf günah kesilmiş olan
kimselerin, "Mâliki yevmiddîn" huzurunda ebedî mağlubiyetlerini
gerektireceği unutulmamalıdır. Kur'ân'ın ortaya koyduğu bilgi ve hikmete göre;
ahiret âlemi bir ikinci oluştur ve şüphe yok ki, o ikinci oluşun tohumu da bu
birinci oluştan, yani dünya hayatından gidecektir. Şu halde dünyadan gidişinde
günaha batmış ve bulanmış olan nefsin, ikinci oluşunda günahın karşılığından
başka birşey tasavvur etmek, o ikinci oluşu da bu birinci oluş saymış gibi bir
çelişki olur. Fakat kötülük tamamen nefsi sarıp istila etmemiş ve o nefiste zerre
kadar bir hayır, bir tutar taraf kalmışsa, işte o zaman ilahî rahmetin
üstünlüğü, o kimsenin ateşte ebediyyen kalmıyarak akıbet kurtuluşa ermesini
gerektirir. diyen İsrailoğulları soyunun, bu ilâhî ahid karşısındaki durumları
nedir? Gerçi daha yukarılarda geçen açıklamalar, bunların kötülüklerini tek tek
ifade etmiştir. Bununla beraber, ey Muhammed, onlara ve bütün insanlara şunu
bir defa daha hatırlat:
Meâl-i Şerifi
83- Hani bir vakitler İsrailoğulları'ndan
şöylece mîsak (kesin bir söz) almıştık: Allah'dan başkasına tapmayacaksınız,
ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere de iyilik
yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyecek, namazı kılacak, zekatı
vereceksiniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sözünüzden döndünüz, hâlâ
da dönüyorsunuz.
84- Biz azûmüşşan, daha önceleri bu
İsrailoğulları'ndan şöylece mîsaklarını almış idik:
1- Allah'dan başka ma'bud tanımıyacak ve ondan
başkasına ibadet ve kulluk etmiyeceksiniz.
2- Ebeveyne, yani babaya ve anaya ihsan
eyliyecek, her yönüyle iyilik ve güzellik gösterecek, hoşça davranacaksınız.
3- Aynı şekilde kim olursa olsun kendilerine
yakınlık sahibi olduğunuz akrabalara,
4- Babaları ölmüş, yetim kalmış çocuklara,
5- Maişetlerini kazanamayan, ellerinde
avuçlarında bir geçim vasıtası bulunmayan yoksullara dahi ihsan edeceksiniz.
6- Diğer insanlara da güzel söz söyleyiniz.
7- ve namazı ikame ediniz, iyice kılınız.
8- Zekatı da veriniz.
Ey İsrailoğulları! Siz Allah'a böyle mîsak
vermiştiniz, sonra verdiğiniz bu sözden, bu mîsaktan yüz çevirdiniz,
vazgeçtiniz. Bir kısmı dünyadaki huzur ve güvenliğe, bir kısmı da ahirette
sevap kazanmaya ait olan bu esaslı emirleri ağır bulup, ahdinizi bozdunuz,
ancak içinizden pek azı müstesna. Kaldı ki, bu müstesna azınlık, Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden önce bu mîsak (anlaşma) uyarınca amel ederler,
dinlerinin emirlerini yerine getirirlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden
sonra da ona iman ederek yine aynı mîsakı en mükemmel şekilde yerine
getirdiler. İşte bu müstesna azınlık Abdullah b. Selam ve benzeri zevattır. Bu
pek az kişiler istisna edilince siz hâlâ o yüz çevirmede devam edip
durmaktasınız. Bu hususlarda böyle olduğunuz gibi, doğrudan doğruya hayat
hakkınızla ilgili olan mîsaklarda da siz böylesiniz. Bakınız;
Meâl-i Şerifi
84- Yine bir zamanlar mîsakınızı almıştık;
birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, nüfusunuzu diyarınızdan
çıkarmıyacaksınız. Sonra siz buna ikrar da verdiniz ve ikrarınıza şahit de
oldunuz.
85- Sonra sizler öyle kimselersiniz ki,
kendilerinizi öldürüyorsunuz ve sizden olan bir grubu diyarlarından
çıkarıyorsunuz, onlar aleyhinde kötülük ve düşmanlık güdüyor ve bu konuda
birleşip birbirinize arka çıkıyorsunuz, şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye
kalkıyorsunuz. Halbuki yurtlarından çıkarılmaları size haram kılınmış idi.
Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde
içinizden böyle yapanlar, netice olarak dünya hayatında perişanlıktan başka ne
kazanırlar, kıyamet gününde de en şiddetli azaba uğratılırlar. Allah,
yaptıklarınızdan gafil değildir.
Ve hani sizden mîsak almıştık;
9- Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz,
10- kendi nüfusunuzu diyarınızdan
çıkarmayacaksınız, yani birbirinizi vatanınızdan sürüp çıkarmayacak, göçe
zorlamayacaksınız diye sizden mîsak almıştık. sonra siz buna ikrar da verdiniz,
iltizam da ettiniz, o halde ki, hepiniz birbirinize şahit bulunuyordunuz, yahut
bunun böyle olduğuna bugün dahi şahitlik edersiniz.
Bu suretle tamamı ona ulaşan emir ve yasakları
içine alan ve genel olarak "on emir" adı verilen Tevrat ilkelerine
benzeyen bu on adet mîsakın, Tevrat hükümleri mi, yoksa Hatemü'l-Enbiya
(Peygamberlerin sonuncusu) Efendimiz'e verdikleri ahit suretleri mi olduğu
hakkında iki rivayet vardır ki, biz bu iki rivayetin, ikisinin de sıhhatine
kail olmak istiyoruz.
85-Bilindiği gibi İsrailoğulları, esas
itibariyle Tevrat ilkelerine de uygun olan bu hükümler dairesinde Hicret'in
akabinde, Peygamber Efendimiz ile antlaşma yaptıktan sonra da yine antlaşmayı
bozmuşlardı. Bunun için buyuruluyor ki, sonra sizler, yani şimdiki sizler, işte
öyle insanlarsınız ki, kendilerinizi, kendinizden olan nüfusunuzu
öldürüyorsunuz, ferdî ve ictimaî mânâda intihar ediyorsunuz, içinizden bir
kısmını yurtlarından, vatanlarından çıkarıyorsunuz. İşte bunu tek başınıza
yapamazsınız, fakat onların aleyhinde düşmanlık ve kötülük üzerine birleşiyor,
sırt sırta veriyorsunuz, yani vicdanların kabul etmeyeceği fenalık ve
saldırganlıklarda birbirinize arka oluyor, o kötülükleri topluca yapıyorsunuz.
Ve şayet onlar düşman elinde esir olarak size gelirlerse, fidyelerini ödeyip
onları kurtarmaya da kalkıyorsunuz. Aslında bu cümleyi, "Onlar size esir
düşerlerse üstelik onlardan fidye almaya da kalkıyorsunuz." diye anlamak
daha doğru gibi görülüyor. Nitekim Ebu Müslim Isfahanî öyle anlamıştır.
Lakin İbni Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Hamza ve
Halefi Âşir kırâetlerinde sülâsî olarak "tâ"nın fethi,
"fâ"nın sükûnu ile kırâeti buna müsait değildir. Bunun için
tefsircilerin çoğunluğu önceki mânâyı tercih etmişlerdir. Gerçi böyle
fidyelerini ödeyip, onları esaretten kurtarmak kötü bir şey değildir, fakat
böyle yapmaları, bunların yine kendilerinden olduğunu ikrar ve bunları
çıkarırken kendilerinden olduğunu bilerek, kasden ve sözkonusu mîsaka aykırı
düşmekle zulmen çıkarmış bulunduklarını itiraf demek olduğundan, âyetin siyakı
itibariyle aleyhlerinde bir belge teşkil etmiştir. Bu noktayı nassa bağlamak
için yukardaki fiiline ait olan şu hâl cümlesi buraya tehir olunmuştur: Halbuki
esasen onları kovup çıkarmak size yasak kılınmıştı, onları çıkarmanız zaten
caiz değildi. Allah'la olan mîsakınızın hükümlerine göre bundan
yasaklanmıştınız. Böyle iken yine de onları çıkarıyorsunuz. Onlar ya sizdendir,
ya değildir. Sizden iseler ne hakla çıkarıyorsunuz, değilseler ne diye
fidyelerini ödemeye kalkışıyorsunuz da muahitlerinize (ahitleştiklerinize)
karşı onlara açıkça yardım ediyorsunuz?
Süddî'den gelen bir rivayete göre, Medine
yakınındaki yahudilerden Beni Kureyza, Araptan Evs kabilesinin halifi yani
antlaşmalısı imişler, Beni Nadir de Hazreç kabilesinin muahidi, yani
antlaşmalısı imişler. Bunlar birbirleriyle savaş yaptıkları, her fırka öldürme,
memleketi harap etme ve ahaliyi sürüp çıkarma gibi hususlarda kendi
müttefiklerine yardım eder, fakat her iki taraf yahudilerinden bir kimse esir
olursa birleşir fidye toplayarak onu kurtarırlarmış. Araplar bu nasıl şey? Hem
onlarla savaşıyorsunuz, hem de esirlerini kurtarmak için fidye veriyorsunuz
diye kendilerine serzenişte bulununca, onlar da biz kitabımızın hükmü gereğince
bunları fidye ile kurtarmaya mecburuz. Esasen bunlarla savaşmamız da yasaktır,
ama ne çare, söz verdiğimiz müttefiklerimizin aşağılanmasından da utanıyoruz,
derlermiş.
Buna karşı buyuruluyor ki, acaip, siz kitabın
bir kısmına iman eder de diğer kısmını inkâr mı edersiniz? Bunun sonucunun ne
olduğunu bilir misiniz? Sizden bunu yapanların cezası başka değil, mutlaka
dünya hayatında büyük perişanlık, kıyamet gününde de böyleleri azabın en
şiddetlisine uğratılacaktır. Nitekim dünyada Beni Kurayza öldürülmek ile, Beni
Nadir de yurtlarından kovulup sürgüne gönderilmekle bu felaketi gözleriyle
görmüş ve bizzat yaşamışlardı. Kıyamet günündeki o şiddetli azabı da elbette
göreceklerdir. Ey İsrailoğulları! Siz o gizli gizli çevirdiğiniz fesatlar açığa
çıkmaz, onların cezası verilmez mi zannedersiniz? Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir.
Meâl-i Şerifi
86- Bunlar ahireti, dünya hayatına satmış
kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine bir yerden
yardım da gelmez.
86-Ey Muhammed! İşte bunlar, çirkin özellikler
ile vasıflanmış olan İsrailoğulları ve bunlara benzeyenler, öyle güruhtur ki
bunlar, ahireti verip dünya denilen aşağılık hayatı satın almışlardır. Bunların
ahirete imanları olmadığından, ileriye dönük herhangi bir hakları da
kalmamıştır. Gerçi önce yok değildi, fakat o saadeti beş on paraya sattılar.
Bundan dolayı bunların ileride çekecekleri azab asla hafifletilmez, kendilerine
hiçbir taraftan yardım da olunmaz. Bu alış-veriş ustalarının bütün kazançları,
bu korkunç ziyandan, bu ebedî perişanlıktan ibarettir. Onlar istedikleri kadar
"sayılı günler" kuruntusuyla gönül eğlendirip dursunlar, ruhları
kötülük ile dopdolu olan bu bezirganların azapları kesilmek şöyle dursun,
hafiflemez bile. Zira ebediyyen satılmış bir malın mahrumiyetini çekmek de
ebedîdir.
Dünya, veya 'den ismi tafdilinin müennesi olup
"en yakın" yahut "pek alçak" mânâsına bir sıfattır. gibi isimlere
sıfat olarak kullanılmıştır. Bundan başka ahiret kelimesi gibi ve onun karşıtı
bir isim olarak da kullanılır ki, o zaman yahut terkiplerinden birinin yerine
geçer. Bununla beraber Kur'ân'da bu mânâ hep sıfat tamlaması olarak yer
almıştır. Şu halde "hayat-ı dünya" "dünyanın hayatı" değil,
dünya denilen hayat, yani aşağılık ve alçak hayat anlamınadır. Veyahut bugün
fiilen içinde bulunulmak itibariyle "en yakın bulunan hayat" demek
olur. İleride bu dünya hayatının nelerden ibaret bulunduğunu açıklayacak
âyetler gelecektir.
İşte onların Allah'la olan antlaşmalarının hiç
birinde durmamaları, verdikleri her ahdi bozmaları ve tek tek sayılan bütün
günahları işlemiş olmaları ahireti bu dünya hayatına satmış olmalarından ve
ahirete imanları kalmamış olmasındandır. Böyle olanlar, şüphesiz ki
ölümlerinden sonrası için hiçbir şey düşünemez ve onun için hiçbir hazırlık
yapamazlar. Beş-on günlük geçici bir hayat için her fenalığı göze alır, beş-on
para için Allah'ın kitaplarını bozarlar. Allah'ın kullarına karşı her fenalığı
yapar ve yaptıklarından da pişmanlık duymazlar. "Sayılı günler"
kuruntusunu uydurmaları da bu imansızlıklarındandır. Ruhları böylesine günah
ile kaplanmış bulunanlar elbette ateşte ebedî kalacaklar ve en şiddetli azabı
göreceklerdir.
Bu uyarı hükmü bu suretle sona erdirildikten
sonra şimdi de bunların Hz. Peygamber'e karşı giriştikleri sûikaste işaretle bu
bakış açısından dahi cinayet işlemeye ne kadar istekli oldukları açıklanarak,
ebedî azaba ne kadar hak kazandıkları iyice açıklanmış olacaktır:
Meâl-i Şerifi
87- Celâlim hakkı için Musa'ya o kitabı
verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa'ya
apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik. Size
nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı
tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir
kısmını da öldürecek misiniz?
87- "vav" harfi, kasem içindir,
"lâm" onun cevabı, "kad" ise tahkik harfidir ki, demektir.
Yani nâm ve şan-ı uluhiyetime yemin olsun ki, muhakkak surette biz azîmüşşan
Musa'ya o kitabı, yani İsrailoğulları'nın öteden beri hükümlerini
çiğneyegeldikleri Tevrat'ı verdik, ve arkasından onun izinde ve aynı şeriatle
memur nice peygamberler daha gönderdik. Ki bunlar Yûşa, İşmuil, Şem'ûn, Davut,
Süleyman, Şa'ya, Armiya, Uzeyr, Hazkil, İlyas, Elyesa, Yunus, Zekeriyya, Yahya
ve daha başkalarıdır. Hepsine selam olsun. Ayrıca Meryem oğlu İsa'ya beyyineler
verdik.
Beyyine: Gün gibi gayet açık, vazıh ve celî
mânâsına sıfattan isim yapılmış bir kelimedir ki, kendisi gayet açık ve aşikar
olan bir davayı açık bir şekilde isbat etmeye yarayan delil demektir. Yani
kendisi açık seçik, artık bir başka şeyin açıklamasına ihtiyacı kalmamış olan
belge demektir. Peygamberlerin mucizeleri bu çeşit belgelerdir. Şu halde Hz.
İsa'nın beyyineleri, onun peygamberliğini açıkça ortaya koyan mucizeleri demek
olur ki, bunların neler olduğu ileride genişçe anlatılacaktır.
İsa: Süryanice "İşû"dur. Nitekim
bazı hıristiyanlar "Yesû", Frenkler "Jesu" derler. Bunun
ism-i mensubu olan "Jezvit" İsevî, diğer bir tabirle Yesûî demek ise
de Katolik papazların özel olarak kurdukları cemiyete mahsus bir isim olmuştur
ki, bir anlamda tarikat demek olan bu cemiyete ve mensuplarına
"Cizvit" adı verilir.
Meryem: Süryanî dilinde "hizmetkâr"
mânâsınadır. Arapça kadınlar için meryem, erkeklerdeki "zir" gibi bir
mânâya kullanılır. "Zir" kadınlara karışması ve ziyareti çok olan
erkek demektir. Nitekim Arap şairi Ru'be'nin: "Hizmetçisi, kendisine
ulaşmayan ve kadınlar arasına karışan kimseye dedim ki: Gençlik hevesleri
sapıttığını pişman eder." beytindeki zir ve meryem bu mânâya gelmektedir.
Biz Türkler genellikle "Meryem Dudu" deriz.
Hz. Musa'dan sonraki peygamberler arasında Hz.
İsa'nın bilhassa ismiyle zikredilmesi İsa dininin, Tevrat'taki bazı dinî
hükümleri nesheden (kaldıran) bir özelliğe sahip olması bakımındandır. Bundan
dolayı İseviyet, yani Hıristiyanlık, Musevîlik'ten ayrı bir din olmuştur.
Hz. İsa'ya bu beyyinatı (belgeleri) verdikten
başka bir de onu Rûhu'l-Kudüs ile destekleyip takviye ettik. Râğıb'ın tarifine
göre; ruh, esasen canlının öyle bir cüz'üdür ki, canlıda hayat bununla meydana
gelir. Ruh ile nefis bir midir, değil midir? Bunda da uzun uzadıya ihtilaflar
olmuştur. Nefis aslında "ben" dediğimiz şeydir. Fakat ruh da bu
mudur? Yoksa bunun bir aleti midir? Bu konuda özel tasnifler yapılmıştır ki,
âyetinin tefsirinde inşaallah mümkün olan izahatı sunmaya çalışacağız. (Bkz:
İsrâ, 17/85). Şimdilik şu kadarını söyliyelim ki; öteden beri ruhun mahiyeti
hakkında söz söyleyenler bunu başlıca üç ayrı bakış açısından düşünmüşlerdir.
Bu da hareket, hayat ve idraktir. Herşeyden önce ruh bir hareketin başlangıcı
olarak tasavvur edilmiştir. Bizzat harekete geçiren her hareket ettirici kuvvet
bir ruh, her hareket eden şey de onun eseri kabul edilmiştir. Buna göre, hiçbir
hareket yoktur ki, bir ruh ile ilgili olmasın. Şu kadar var ki, bizzat hareket
ettirenler doğrudan doğruya, dolaylı olarak hareket edenler de yine dolaylı
yollardan bir ruha bağlı sayılırlar. Bu anlamda ruh, kayıtsız şartsız kuvvet
karşılığı bir mânâya gelir. İster yalın halde olsun, ister çok yönlü olsun,
ister şuurlu, ister şuursuz olsun, ister iradeli, ister iradesiz olsun hadd-i
zatında harekete geçirme özelliği bulunan her kuvvet bir ruhtur. Frenkler
dinler tarihiyle ilgili araştırmalarda bu görüşe "Animizm" adını
vermişlerdir. Lakin ruhun bu mânâsı genel değildir. Bu hareketi, iradeli
hareketlere tahsis edecek olursak, o zaman ikinci ve üçüncü mânâlara benzer
veya eşdeğer veyahut daha özel bir amelî ve ahlâkî ruh mânâsı ifade etmiş
oluruz. Çünkü iradeli hareket, hayat ve idrak ile eş anlamlı, hatta onlardan
daha fazla özelliğe sahiptir.
İkinci olarak ruh, bir hayat kaynağı olarak
tasavvur olunmuştur ki, bu birinciden daha özel bir anlayıştır. Zira hareket,
hayatın belli başlı şartlarından sadece biridir. Her hayatta bir hareket
vardır. Fakat burada hayattan maksat genel anlamda canlıların sahip olduğu
hayattır. Çünkü bitkilere ait hayata hayat denmesi bu mânâya uygun olduğundan
değildir. Zira bitkilerin hayatında bir yerden bir yere kitle halinde hareket
yoktur. En meşhur mânâsıyle ruh denilince işte bu hayat kaynağı anlaşılır ve
ruh bizatihi mevcut ve lizatihi canlı bir kaynak olmak üzere tarif olunur ki,
Râğıp da bunu ifade etmiş demektir.
Üçüncü olarak ruh, gerek cüz'î, gerek küllî
bir idrak mebdei (noktası) olarak kabul olunmuştur ki, bu da ikinci görüşten
daha özeldir. Zira hayat idrakin şartlarından biridir. Daha doğrusu idrak
dediğimiz şey, algılama derecelerine göre hayatın bir eseridir. Demek ki, idrak
sahibi her ruh canlıdır ve her canlı kendi kendine hareket etme güç ve
kabiliyetine sahiptir. Bununla beraber her hareket edenin veya hareket
ettirenin bu anlamda canlı olması lazım gelmeyeceği gibi, her canlının da idrak
sahibi olması göz önünde bulundurulacak bir noktadır. Bu suretle ruh veya canlı
denildiği zaman şuurun ilk mertebesinden akla ve kudsî kuvvete varıncaya kadar
derece derece farklı mertebeleri yüklenebilen ve vücudun aslî ve gölgesel
ikiliğini içine alan şuur ve idrak kaynağı kastedilir ki, bazılarına göre irade
ve kendi kendine hareket etmek gibi hususlar bunun teferruatından sayılır.
Bununla beraber duygu ve şuur, ruhun en genel belirleyici özelliğidir. İrade ve
hareketin yalnızca şuura bağlı özellikler olduğu da göz önünde
bulundurulmalıdır. Bu takdirde akıl, ruhun en ileri ve en mükemmel görünümü
olmuş olacaktır. Halbuki iradenin şuur veya akıl beraberliği kabul edilse bile,
bedende olan öteki belirtilerden daha üstün bir değere sahip bulunduğunda şüphe
yoktur. Akla mahkum iradeler bulunduğu gibi, şehvet ve heveslere mahkum akıllar
da vardır. Şu halde ruh denildiği zaman his ve şuur, akıl ve idrak güçlerinden
başka irade gücü gibi özellikleri de içine alan daha geniş ve etraflı bir hayat
cevheri anlaşılmak lazım gelir. Gerçekte de ruh ilminden bahsedenler, ruhun hem
nazarî, hem amelî kabiliyetlerini göz önünde bulundurmaya mecbur kalmışlardır.
Asrımızın ruh ilmi (psikoloji) kitaplarında şuur, ruhun en umumî hadisesi kabul
olunmaktadır. Bununla birlikte ruhî kuvvetler: Acı duyma, tad alma, hoşlanma ve
nefret gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve tasavvurlar gibi
zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irade gibi harekete geçirici kuvvetler
olmak üzere başlıca üç ana kuvvenin kaynağı olarak düşünülmektedir. O halde
kendine mahsus anlamıyla ruh denilirken kendiliğinden hareket edebilme, daha
doğrusu kendi kendini hareket ettirebilme, canlılık ve idrak gibi özelliklerin
üçü birden göz önünde bulundurulmalıdır. Yani ruh, hayatın da, hareketin de,
idrakin de esas sahibi olan bir varlıktır. Eğer hayat kelimesi, sadece bir yönü
ile alınmayıp bu üçünün de temsilcisi olarak alınacak olursa, o zaman bizatihi
mevcut ve lizatihi canlı şeklinde tarif aynı mânâyı ifade ederek, en özel
anlamıyla ruhun en aşağı mertebesini göstermiş olur. Aslında biz, duyu
organları gelişmiş yüksek canlılarda ve bilhassa insanda bu üçünün birleştiğini
görüyoruz. Şu halde herkesin bildiği ve anladığı meşhur şekliyle ruhun en alt
seviyedeki mânâsı canlılık olarak kabul edilir ve her kuvvete de ruh denilmez.
Hayatın anlamı ne kadar yükselirse, ruhun mânâsı da o ölçüde yükselmiş olur.
Daha doğrusu ruh ne ölçüde yükselirse hayatın mânâsı da o ölçüde yükselir ve
özellik kazanır.
Genel anlamıyla ruhun, katı ve hareketsiz olan
maddeye zıt bir varlık olduğu açıktır. En ilkel şekliyle madde ruhsuz
bulunabilir, fakat bu mânâda ruhsuz bir cisim var mıdır? Bu husus münakaşa
edilebilirse de ilkel maddeden meydana gelmiş olan her cisim terkibi ve
teşekkülü bakımından bizzat bir kuvvete ve bir ilk harekete sahip olmak
durumunda bulunduğundan her cisimde, genel anlamda bir ruh zaten var demektir.
Fakat özel anlamda ele alındığı zaman, ruhsuz cisimlerin varlığından şüphe
etmeyiz. Zira nice canlıların, ruhtan ayrıldığı zaman öldüklerini görmekteyiz.
Demek ki ruhun cisimden ayrılmasıyla ayrıcalık kazanacağı şüphe edilecek bir
şey değildir. Fakat esas itibariyle ruhun öz cevheri ile maddenin öz cevheri
birbirinden apayrı varlıklar olarak âlemde iki ayrı cins cevher var mıdır?
Yoksa maddenin cevheri ruhun cevherine veyahut ruhun cevheri maddenin cevherine
râci olmak üzere yalnızca bir tek çeşit cevher mi vardır? Yani kâinat âleminden
cisimlerin cevheri büsbütün kaldırıldığı farzolunsa, ruhlar da ortadan kalkar
mı? Yahut aksine ruhun cevheri ortadan kalksa, maddî cisimler de büsbütün yok
olur, ortadan kalkar mı? Yoksa birisi diğerinden ayrı olarak varlığını
sürdürebilir mi? Felsefe dalında her birinin taraftarı ve savunucuları bulunan
çeşitli nazariyelerden şimdilik vazgeçerek şu kadarını söyleyelim ki ruhun,
cevheri ve öz varlığı ne olursa olsun, nev'inin hakikatı, hatta bir tek nevi
içinde çeşitli mertebeleri bulunduğu şüphe götürmez bir gerçektir: İnsanların
diğer canlılardan farkı, ruhlarının kendi nev'ine mahsus özelliğinden dolayı
olduğu gibi, beşerin çeşitli sınıf ve fertleri arasındaki fark da en azından
ruh mertebelerinin çokluğunu göstermektedir. Genellikle Peygamberler ise derece
farklarıyla birlikte, Âdem kıssasından anlaşıldığı üzere, ilk fıtrata nazaran,
beşer nev'i içinde Allah'ın halifeliğine mazhar olmuş yüksek bir ruh derecesine
sahip kimselerdir. Bu yüzdendir ki, âdeta kendi nevilerinin üstünde
sayılabilecek bir ayrıcalıkları vardır. Bu yüksek ruh asaletine sahip
bulunmalarının yanında ilâhî te'yide de mazhar olmaları onları, hem bilgi ve
idrak yönünden, hem de tasarruf gücü demek olan iradeyi harekete geçirme
yönünden ve bazan ikisiyle birden ruh mertebelerinin en yücelerine eriştiren
tecellilere mazhar kılar. Bu tecellilerden her biri, beşerin alışılmış ruhî
davranışlarından çok farklı ve üstün özellikler taşır. İşte bu özellikler o
peygamberlerin, çeşitli kademelerde mucizelerini meydana getirirler. Bundan
dolayıdır ki, peygamberlere mahsus bilgiler, beşer aklının tekrara ve tecrübeye
dayalı olarak elde ettiği alışılmış bilgi ve idraklerin üstünde bir ilim,
tasarruflarında da yine normal insanların sahib olabildikleri tasarrufun
üstünde bir kudret ve irade zuhur edegelmiştir. Bunun için ruhların bizzat
Allah'a izafetle sonuçlanan alışılmış ve alışılmamış bütün güçlerini, çeşit ve
mertebelerini bir bütün olarak dikkate almayanlar veya alamayanlar, ruhun en
yüksek mertebesini aklın en aşağı mertebesi açısından ele alarak, harika
denilen garip ve nadir olayları, daima alışılmışa şartlanmış aklın en aşağı
ölçüsüyle çözmeye çalışanlar, peygamberlerin mucizeleri karşısında hep inkâr ve
te'vil yoluna sapmışlardır. Diğer bir kısım insanlar da mucizeler nazariyesine
sarılarak, genellikle aklın ve ilmin konusuna giren kesin gerçekleri inkâr etmeye
ve görmezlikten gelmeye çalışmışlardır. Bunların birincisi ifrat, ikincisi ise
tefrittir. Yaratılışın bütün sır ve inceliklerini, ne tekdüze tekrarlara
dayanan prensiplere bağlı olarak deneysel ilmin ve fennin belli sınırları içine
hapsetmeğe hakkımız var, ne de aklın ve ilmin kural ve ilkelerini bir kenara
iterek, herşeyi yalnızca harikalarla açıklamağa hakkımız vardır. İlmî
araştırmalarla ortaya konan yeni yeni buluşlar, ilmin ve fennin sonu olmayan
bir genişliğe sahip bulunduğunu gösteriyor. Bu husus inkâr kabul etmez bir
gerçektir. Ayrıca normal aklın, ilim ve fennin hiçbir zaman inkâr edilemiyecek
değişmez ve kesin hakikatleri içerdiği de bilinmelidir. Şunu da belirtelim ki,
sebeplilik (nedensellik) ve çelişmezlik kanunları işte bu çeşit hakikatlerdendir.
Bilgi denilen şey, daha ziyade tekdüze tekrarlara bağlı olarak, deneme yanılma
sonucunda teşekkül eder. Ancak kâinatta değişim ve gelişim denilen bir ilke
daha vardır. Halbuki her değişim, ilk meydana çıkışında, normal dediğimiz
tekdüze tekrara dayanan oluşlara karşı bir hamle ve bir isyan sayılır. Bu
yüzden de bir harikuladelik ifade eder. Bunun için, ilmî sonuçlara dayanan
imanın yanında mucizeye dayanan imanın, irade olayı açısından çok önemli bir
yeri vardır. Çok zamanlar görülmüştür ki, ilim adamlarının kendi konuları
dışındaki iş ve çabalarda iradeleri oldukça zayıftır, hatta büsbütün yok
denilecek kadar azdır. Kendi tecrübemize dayalı olarak elde ettiğimiz bilgiler,
bizde irade olayının teşekkülüne ve güçlenmesine katkıda bulunmuyorlar. Buna karşılık
hiçbir ilmî ölçüden haberi olmayan bazı cahiller, ilim adamlarının göze
alamayacağı işleri yapabilecek güçlü iradeler gösteriyorlar. Bu husus nazarî
olarak herkesçe kabul edilse bile tatbikatta iradenin, hiçbir bilgiye ihtiyaç
göstermeyen imandan kaynaklandığı ve oradan kuvvet aldığı gözleniyor. Bu da
normal ilmin sonuçlarına inanmaktan değil, mucizeye inanmaktan doğuyor. İslâm
dini, bu hakikati tesbit ve ahlâkı yüceltmek için, ilmin ve aklın kurallarına
önem vermekle beraber, imanı gerektiren mucizelere de yer vermiştir. Bu sebeple
hakikî din adamlarının bilgileri, kendi iradelerini zayıflatmaz. Onlar ilmin ve
aklın alanına giren konularda normali kabul ederler, olağanüstü hallerde
mucizeye de inanırlar. Normal insanların sevindikleri konularda onların
korktuğu ve endişeye kapıldığı, halkın üzülüp ağladıkları noktalarda ise
onların ümide ve iyimserliğe kapıldıkları yönler bulunur. Hasılı insan ruhunda
ümitsizlik ve korkuyu kısmen de olsa yok etmek için mucizelerin pek büyük
etkisi vardır. Sırf aklî ve mantıkî düşünenlerin karamsarlıktan başka birşey
göremedikleri kapkaranlık zamanlarda mucizeye iman, böyle ayrılık günlerinde
parlayan sevgi güneşi gibi, azim ve iradeye musallat olmuş karamsarlığın
paslarını silip süpürmeye yeter de artar bile. Fakat şurası unutulmamalıdır ki,
mucize ve harikalara iman, bir genel ilke gibi ele alınamaz. Zaten isminden de
anlaşılacağı gibi, bunun yalnızca özel ve olağanüstü hallere mahsus bir ilke
olduğu kesindir. Normal haller için aslolan aklın ve ilmin kurallarıdır. Ne dine,
ne ilme önem vermeden, her an harika peşinde koşanlar ve daima yeni görüş ve
fikirlerle yaşamak isteyenler, hiçbir zaman ilkellikten kurtulamazlar ve
insanlar arasında bağlantı sağlayan sosyal kurallar ve ahlâkî kaideler
bırakmayacak kadar cahil, sapık, başıbozuk ve baştan çıkarıcı bir hayat tarzına
mahkum olurlar. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân mucizesiyle ortaya konmuş bulunan
cihanşumûl hükümler ve doğrular, kevnî mucize denilen öteki harikulâde
(olağanüstü) olayların üstünde bir anlam ve değer taşırlar. İşte peygamberlerin
ruhları, mertebelerine göre bu iki cihetle özel olarak ilâhî desteklere mazhar
kılınmışlardır. Bu ilâhî desteğin dış görüntülerinden birisi de onların
ahlâklarıdır. Onların ruh mertebeleri, ahlâk bakımından ismet (günahsızlık)
derecesine sahiptir. Bundan dolayıdır ki, İslâm inancı açısından peygamberlerin
hepsi, çirkin ve alçaltıcı huy ve hareketlerden uzak ve yüce şahsiyetlerdir.
Gerçi onlar için de beşeriyet gereği bazan zelle (ayak sürçmesi) ve hata
mümkündür. Fakat onda ısrar ve istikrar (devamlılık) söz konusu değildir. Bu
gibi şeyler Allah'ın yardımıyla hemen düzeltilir. Biz, eldeki Tevrat ve İncil
nüshalarında geçmiş peygamberlere isnat edilen birtakım günah ve kabahatların,
tahrifler sonucu olduğundan şüphe etmeyiz. Cenab-ı Hak, peygamberlerin
ruhlarına çeşitli mertebelerde gönderdiği bu ilahî destekleri, özellikle Hz.
İsa hakkında "Biz onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik". (Bakara,
2/87) âyetiyle dile getirmiştir. Meryem oğlu İsa, ruhî bakımdan bilhassa
Rûhu'l-Kudüs ile teyid olunmuştur. Bu gösterir ki, Rûhu'l-Kudüs, Hz. İsa'nın
şahsiyetinin bir parçası değil, sadece onun destekleyicisidir. Şu halde
hıristiyanların, Rûhu'l-Kudüs'ü İsa'nın şahsiyetine dahil edip, öz şahsiyetinin
bir bölümü gibi tasavvur etmeleri bir batıl inanç örneğidir ve geçersizdir.
Acaba Rûhu'l-Kudüs'ten murad nedir?
"Rûhu'l-Kudüs" kelime itibariyle fevkalade temizlik, taharet ve
nezahet yahut bereket ruhu, yahut mukaddes ruh demek ise de bunun gerçek anlamı
hakkında tefsirciler birkaç rivayet nakletmişlerdir.
1- Mücahid ve Rebî'in beyanına göre;
"el-Kudüs" el-Kuddûs gibi ilâhî isimlerdendir. Şu halde Rûhu'l-kudüs,
yani Allah'ın ruhu demek olabilir. Nitekim bu te'yid dolayısıyla Hz. İsa'ya
"rûhullah" dahi denilir.
2- İbnü Abbas'dan bir rivayete göre, burada
"Rûhu'l-Kudüs" Allah'ın ism-i azamı (en büyük ismi)dır ki, Hz. İsa
bununla ölüleri diriltirdi.
3- İncil'dir, nitekim "İşte böylece sana
da emrimizden bir ruh vahyettik." (Şûrâ, 42/52) âyet-i kerimesinde Kur'ân
vahyine dahi "ruh" denilmiştir.
4- Katâde, Süddî, Dahhâk ve Rebî'in beyanına
ve İbnü Abbas'dan diğer bir rivayete göre, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Ve buna
asahh-i akval, yani rivayetlerin en sıhhatlisi demişlerdir. Çünkü Peygamber
Efendimiz, Hassân İbni Sabit (r.a.) bir kerre "Kureyş'i hicvet, Rûhu'l-Kudüs
seninledir." buyurduğu gibi, bir başka zamanda da "Ve Cebrail
seninledir." diye buyurmuşlardır. Demek ki, Rûhu'l-kudüs Cebrail
aleyhisselâmın "Rûhu'l-Emîn" gibi diğer bir ismidir. Nitekim Hassân
(r.a.) dahi beytinde "Allah'ın elçisi olan Cibrîl de bizdedir. O
Rûhu'l-Kudüs'ün ise eşi, benzeri yoktur." diyerek Rûhu'l-Küdüs'ün Cebrail
olduğunu göstermiştir. Cebrail'e "rûhullah" dahi denilmesi, diğer bir
ilahî isim olan Rûhu'l-Kudüs'ün aynı mânâya geldiğini doğrular.
Kur'ân diline ait bu kelimelerin göz önünde
bulundurulması ile Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail demek olduğu anlaşılır. Lakin bu
takdirde şu soru akla gelebilir: Cebrail Hz. İsa'dan başka peygamberlere de
indiği halde burada "onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik." ilâhî
ifadesinde söz konusu zamire Hz. Musa bile dahil edilmiyerek doğrudan doğruya
zamirin Hz. İsa'ya tahsis edilmesinin mânâsı nedir? Bu ifadeden Rûhu'l-Kudüs'ün
Cebrail'den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz mı?
Tefsircilerin açıklamasına göre, cevap hayır.
Bu tahsisin anlamı şudur: Ceb rail'in Hz. İsa'ya başka türlü bir ihtisası
vardır ki, diğer peygamberlerde bunun örneği yoktur. Çünkü Hz. Meryem'e onun
doğumunu müjdeleyen Cebrail'dir. Hz. İsa onun nefhi (üflemesi) ile doğmuş, onun
terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse beraberinde gitmiştir.
Nitekim Meryem Sûresi'nde "Ona ruhumuzu gönderdik, o ruh ona beşer
şeklinde temessül edip göründü." (Meryem, 19/17) buyurulmuştur. Âyette
geçen "rûhanâ", rûhullah, Rûhu'l-Kudüs, Cebrail'dir.
Bundan başka bilindiği gibi, İsrailoğulları'nın,
Hz. İsa ve annesi Meryem hakkında iffet ve ismete, onların kudsiyetlerine
aykırı sözler söylemiş olmaları ve âyette esas muhatap olan da yahudiler
olduğundan, Hz. İsa hakkındaki bu âyet, tahsis için değil, fakat bilhassa
yahudilerin isnat ve iftiralarına karşı Hz. İsa'yı tenzih için bu teyid
özellikle söz konusu edilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, taharet ve temizlik
anlamına gelen "Rûhu'l-Kudüs" ismi tercih buyurulmuştur. Şunu da
burada hatırlatmak lazım gelir ki, Hz. İsa "Rûhu'l-Kudüs" ile teyid
edilmiştir, fakat Rûhu'l-Kudüs ile teyid edilen yalnızca Hz. İsa değildir.
"De ki, Rûhu'l-Kudüs, onu Rabbinden hak olarak indirmiştir." (Nahl,
16/102) buyurulduğu şekilde Peygamber Efendimiz'e Kur'ân-ı Kerîm'i indiren de
Rûhu'l-Kudüs'tür. Oysa Kur'ân'ı ona indirenin Cebrail olduğu bilinen bir
gerçektir. Demek ki, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Güç ve kuvvet açısından Cibril
veya Cebrail, ismet ve nezahet açısından da Rûhu'l-Kudüs'tür.
İşte ey İsrailoğulları! Görüyorsunuz ki, Allah
Teâlâ'nın peygamber ve kitap göndermesi, emsalsiz ve görülmemiş bir şey
değildir, öteden beri devam edip gelen bir ilâhî gelenek, bir sünnetullahtır.
Zikrolunduğu üzere bilhassa size Hz. Musa'dan Hz. İsa'ya kadar bunca peygamber
göndermiş artık size nefsinizin heva ve heveslerine uymayan ilahî emirlerle
yeni bir peygamber geldikçe ona uymayı kibrinize yediremeyip, kafa mı
tutacaksınız? o peygamberlerin bir kısmını inkâr edecek, diğer bir kısmını da
inkârla yetinmeyip -Zekeriya, Yahya vesaire gibi- öldürecek misiniz? Yok artık,
o meydanı boş bulamıyacaksınız. Bu âyetin anlamında Peygamber Efendimiz'i
öldürmeye azmettiklerine açık bir işaret vardır. Soru, bu teşebbüslerini
yüzlerine çarpmak üzere ayıplamak ve kınamak (istifham-ı tevbîhî) içindir.
Bunlar, haklarında nazil olan bütün o güzel nasihatlere,
davetlere, acı tatlı hatırlatmalara, müjdelere ve uyarılara, azarlama ve
iltifatlara karşı bakınız ne dediler:
Meâl-i Şerifi
88- (Yahudiler, peygamberimize karşı alaylı
bir ifade ile): "Bizim kalblerimiz kılıflıdır." dediler. Bilakis
Allah, onları kâfirlikleri yüzünden lanetledi. Bundan dolayı çok az imana
gelirler.
89- Yanlarındakini tasdik etmek üzere onlara
Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri inanmayanlara karşı onunla
yardım isteyip durdukları halde, o tanıdıkları kendilerine gelince, bu sefer
kendileri onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı Allah'ın laneti kâfirleredir.
90- Ne kadar çirkindir o uğruna kendilerini
sattıkları şey ki; Allah'ın kullarından dilediğine kendi lütuf ve kereminden
vahiy indirmesine kafa tutarak, Allah ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler. İşte
bu yüzden de gazap üstüne gazaba uğradılar. Can yakıcı azap asıl kâfirler
içindir.
88-Ğulf, "ağlef"in çoğuludur. Ağlef,
ğulfe veya ğılafdan kabuklu yani sünnetsiz ya da kılıflı demektir ki, burada
kelime "kaşerli, kaşerlenmiş" meâlindedir. Yosun tutmuş, duyarlığını
yitirmiş anlamınadır.
Hasılı bunlar bizim kalblerimiz kılıflı, yani
kaşerlidir, kabukludur dediler. Bununla Hz. Muhammed'in davetine ve Kur'ân'ın
irşadlarına karşı kalplerinin kapalı olduğunu ve bunları dinlemeğe, anlamağa
yanaşmak niyetinde olmadıklarını alay ve küçümseme ile söylemek ve ilâhî
hidayete ihtiyaçları olmadığını iddia etmek suretiyle akıllarınca iftihar etmek
istediler. Hayır, işin aslı öyle değil, belki küfürleri sebebiyle Allah onları
lanetledi, rahmetinden uzaklaştırdı, "Allah onların kalplerini ve
işitmelerini mühürlemiştir, gözlerine de perde çekilmiştir. Onlar için büyük
bir azap vardır." (Bakara, 2/7) âyetinin hükmü tecelli eyledi. Onun için
bunlar az, pek az iman ederler. Yukarıda "Ey İsrailoğulları! Size ihsan
etmiş olduğum nimetimi hatırlayın, iyi düşünün ve benim ahdimi yerine getirin
ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40) âyet-i
celîlesiyle yapılan o büyük ve latif davetler ve onu takip eden yüksek uyarılar
karşısında bunların en nihayet "Kalplerimiz kılıflıdır." diye inat
etmeleri ve büyüklük taslayıp iftihar edecek bir sebepten değil, sırf mel'unluklarından
ileri gelmektedir.
89-Nasıl lanetlenmesinler ki, Ne zaman ki,
onlara Allah tarafından yeni ve büyük bir kitap, yanlarında bulunan ve
"sizi ahir zaman nebîsi kurtaracaktır" diye müjde veren Tevrat'ı
inkâr etmeyip "O da Allah kitabıdır, verdiği haberler gerçektir."
deyip doğrulayan bir kitap, yani Kur'ân geldi. Daha önceleri ise onlar küfür
ehline, yani müşrik Araplar'a karşı bunun geleceğinden söz açıyorlar ve bu
sayede onlara üstünlük sağlayacaklarına inanıyorlardı. "Allah'ımız
Tevrat'ta özelliklerini yazılı bulduğumuz ahir zaman nebîsi hürmetine bize
yardım et!" diye dua ve istimdat ediyorlar ve müşriklere "Bizim
söylediğimizi tasdik ederek ortaya çıkacak olan bir peygamberin gelme zamanı
yaklaştı, gölgesi üstümüzde dolaşıyor. Biz onunla bir olup sizi Âd ve İrem gibi
katledeceğiz." diyorlardı.
İbnü Abbas, Katade, Süddî demişlerdir ki,
Peygamber Efendimiz'in gelmesinden önce Beni Kurayza ve Beni Nadir yahudileri,
Evs ve Hazreç kabilelerine karşı onunla fetih isterlerdi. Bu âyet bunlar hakkında
nazil olmuştur.
Ne zaman ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan onlara böyle
bir halde geldi; o tanıdıkları kendilerine gelince bunlar onu inkâr ettiler,
tanımaz oldular. Allah'ın laneti kâfirleredir. Bunun için bunlar mel'ûn
oldular.
90- Bunların kendilerini uğruna sattıkları şey
ne kadar fena, ne kadar çirkindir! ki Allah'ın indirdiği mübarek kitaba ve Hz.
Muhammed'in risaletine küfretmeleri, hem de pek alçak, pek rezilane bir sebeple
küfretmeleridir. Bilir misiniz onlar buna niçin küfrettiler? Allah'ın kullarından
dilediği bir kuluna, sırf lütuf ve kereminden ihsan olarak, peyderpey nimet
indirmesine, onu ahir zaman nebisi yapmasına karşı bağyen, yani o
peygamberliğin doğrudan doğruya kendilerine indirilmesini istediklerinden, bu
peygamber bizden, bizim ırkımızdan değil diye bencillik ve kıskançlık sebebiyle
inkâr ettiler. Daha önceleri
"O peygamber gelecektir, gelmek
üzeredir... Biz onunla fetihler yapacağız." deyip dururken, o gelince her
şeyi unutup insanlıktan çıktılar. "O söylediklerimiz yalanmış."
dediler, kendilerini böyle bir küfre sattılar, sattılar da daha önce mahkum
oldukları gazaptan kurtulup halas olacakları bir sırada, döndüler, dolaştılar
yeni bir gazaba müstahak oldular. Vaktiyle kendilerini Firavun'un kötü
baskılarından kurtaran ve bu suretle büyük bir imtihana çeken Cenab-ı Allah,
kendilerini âlemlere üstün kılmışken onlar bu faziletleri kendilerine
kazandıran peygamberleri, önce inkâr edip, sonra da öldüre öldüre en nihayet
imtihanın sonucunda Allah'ın gazabına uğramışlar, nimetleri gitmiş, vatanları
ve devletleri mahvolmuş, kendileri şu veya bu milletin hükmü altında yaşamak
zorunda kalmış, zillet ve meskenete düşmüş, nihayet ellerindeki kitabın
hükmünce son bir ümitleri kalmış idi. O da Hz. Musa'ya benzeyen ve onları daha
önce olduğu gibi gazaptan, bu zillet ve meskenetten kurtaracak olan ahir zaman
nebisine iman edip, uymaları idi. Bu ümitle yaşarken ve müşriklere karşı onunla
iftihar edip, o sayede üstün geleceklerine inanırlarken, tam o peygamberin
gelip, aradıklarını buldukları ve yanlarındaki kitabın (Tevrat'ın) hükmü olan
bu ümitlerini gerçekleştirmek için Kur'ân-ı Azîmüşşan, kendilerini "Siz
verdiğiniz ahdinizi yerine getirin, Ben de size olan ahdimi yerine
getireyim." (Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki kitabı doğrulayan bir kitap
olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin." (Bakara, 2/41) diye ilâhî emrine
davet ettiği sırada sırf kıskançlık yüzünden sözlerinden döndüler. "Vakti
geldi." dedikleri peygamberi, "Hayır beklediğimiz bu değilmiş, daha
onun vakti gelmemiş, bu bizden değil, Araptandır." diyerek inkâr ettiler.
Tıpkı İblis'in Hz. Âdem'e karşı yaptığı gibi, kibirlenip baş kaldırdılar.
Allah'ın emirlerine ve davetlerine "kalblerimiz kabuk bağlamış"
dediler ve bu inkârı yaparken kendi sözlerini ve ellerindeki kitabın o yegâne
ümidi veren hükmünü de geçersiz kılıp yalan saymak suretiyle kendi kendilerini
rezil ve rüsvay eylediler. Hasılı bu bezirgânlar kendilerini bu kadar fena bir
küfre sattılar ve bundan dolayı eski gazap üzerine tekrar bir gazaba daha layık
ve müstahak oldular. Gerçek şu ki, kâfirlerin hakkı da mühîn, yani ihanet
edici, hakarete uğratıcı, zelîl edici bir azaptır. Bunlar öyle kâfirlerdir ki,
Allah'a, peygambere, hatta kendilerine bile sözle veya fiil ve davranışla
küfrederler de bununla beraber üstelik yalan yere imandan dem vururlar. Şöyle
ki:
Meâl-i Şerifi
91- Onlara, "Allah ne indirdiyse ona iman
edin." denildiği zaman, onlar "Biz kendimize indirilene iman
ederiz." derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Oysa yanlarındaki
Tevrat'ı tasdik eden gerçek vahiy odur. Onlara de ki; "Peki madem gerçek
mümin sizsiniz de ne diye daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?
92- Celâlim hakkı için Musa size belgelerle
gelmişti de onun arkasından tuttunuz o buzağıya taptınız. Siz işte o
zâlimlersiniz.
93- Bir zamanlar size, "verdiğimiz kitaba
kuvvetle sarılın ve onu dinleyin." diye Tûr'u tepenize kaldırıp mîsakınızı
aldık. (O yahudiler): "Duyduk, dinledik, isyan ettik." dediler,
kâfirlikleri yüzünden o danayı yüreklerinde besleyip büyüttüler. De ki,
"Eğer siz mümin kimseler iseniz, bu imanınız size ne çirkin şeyler
emrediyor!
91- Yukarıda beyan olunduğu üzere, Allah'ın
her indirdiği vahye iman ediniz, denildiği zaman, bunlar biz, bize indirilene
iman ederiz, derler de ondan başkasına küfrederler, halbuki hak odur, üstelik
yanlarındaki Tevrat'ı doğrulamak üzere hak ve gerçek olan odur. O
yanlarındakindedir. Böyle iken yine de onu inkâr ederler. Gerçek imanın hedefi
haktır ve hak nerede bulunsa, her nereye inse yine hak iken, üstelik kendi
yanlarındaki kitabın hak ve gerçek oluşu, ancak vahyin tasdikiyle açıklık
kazanacak iken, bunlar kendi yanlarındakinden başka hiçbir şeye, hak da olsa,
imana yanaşmazlar. Âlemde hak sevgisi bulunmayanların hepsi böyledir. Onlar
için iman sözü bir nefsaniyet işidir. İnanacakları şeyde mutlaka kendilerini
görmek isterler. Mesela kendilerinden olmayan âlime, âlim demezler,
kendilerinden olmayan peygambere peygamber demezler. Deseler bile "Bizim
peygamberimiz değil ki, ondan bize ne?" derler. Sırf bu yüzden ahir zaman
peygamberine ve ona indirilen kitaba, "Bizim halkımızdan değildir, bizim
lisanımızdan değildir, o Arab'ın peygamberidir, Arab'ın kitabıdır" diye
düşmanlık ederler. Beşeriyeti tefrikaya düşüren, insanlığı şirke ve kavgaya
sürükleyen, hak ve hakikate karşı kaba kuvvet kullanmaya, üstünlük yarışına,
safsatalara iten, türlü türlü mel'anetler ve şeytanca planlar kullanarak
saldıran ve saldırtan işte hep bu nefsaniyet, kibir ve bencilliktir. Hz. Âdem
kıssasındaki İblis olayı, tamamen bunu temsil eder. Bunların en başında
kendilerini kitap ehli, din ehli ve iman ehli gibi göstermek isteyen yahudiler
vardır. Bunlar nihayet izafî bir iman iddia ederler. "Biz ancak bize
indirilen kendi kitabımıza iman ederiz." derler, ondan başkasını inkâr
ederler. Fakat Cenab-ı Allah gösteriyor ki, bunların bu izafî iman davaları da
yalandır. Çünkü bunlar, kendi yanlarında bulunan, kendi imanlarını esas kabul
ettikleri kesin bir gerçeği tasdik eden, doğrulayıp onaylayan bir hakikati
dahi, doğrudan doğruya "Bize nazil olmadı." diyerek red ve inkâr
ederler. Mesela; yukarıdan beri neler olduğu açıklanan Tevrat hükümleri,
haberleri ve ilkeleri vardır. Bunlardan biri de ahir zamanda Hz. Musa'ya benzer
bir peygamberin geleceği haberidir. İsrailoğulları'nın "Tarafımdan size
hidayet getirecek bir peygamber geldiği zaman, kim hemen ona uyarsa, artık
uyanlara korku yoktur." (Bakara, 2/38) ilâhî ahdi uyarınca ve o peygambere
itaat etmek şartıyla kurtulacakları haber verilmiş ve bu konuda daha önce
kendilerinden ahd ve mîsak da alınmış ve yine zamanı gelince Allah'a verdikleri
bu sözü tutacaklarını ve gereğince amel edeceklerini kabul etmiş, üstelik yine
bunu kendileri büyük iftiharla herkese yaymış ve duyurmuş iken; Kur'ân gelip de
Tevrat haktır, bu haberler, bu kıssalar, bu vaadler doğrudur diye onu tasdik ve
buna uygun olarak Allah tarafından "Ey İsrailoğulları! Vaktiyle size
verdiğim nimetleri haydi hatırlayın, anın ve bana verdiğiniz ahdi yerine
getirin de ben de size verdiğim kurtuluş sözünü yerine getireyim";
"Haydi bakalım, benim indirdiğim vahye, yanınızdaki kitabı tasdik eden
vahye iman edin!" emirlerini kendilerine tebliğ edince; Tevrat'ı tasdik
eden, onu onaylayıp destekleyen bu ilâhî emirleri red ve inkâra kalkıştılar,
"kalblerimiz kabuk bağlamış" dediler de bütün bunlarla beraber,
"biz, bize indirilene inanırız" diye bir de izafî (bağımlı) bir iman
davası güdüyorlar. Şimdi siz böyle mi diyorsunuz? Öyleyse size inmiş olan
Tevrat'a ve ona haktır diyen Kur'ân'a inanınız, derseniz yine dönerler, onu da
red ve inkâr ederler. Demek ki, bunların "biz bize indirilene
inanırız" iddiaları da yalan ve asılsızdır. Bunlar başkasına inen hakkı
inkâr etmek için daha önce kendilerine nazil olmuş ve yine kendilerince her
tarafa yayılmış bulunan gerçeği de inkâr ediyorlar, çelişkiden kurtulamıyorlar.
Artık bu safsatacılarda -isterse izafî olsun- bir iman tasavvur olunabilir mi?
Bundan başka durumun iyice ortaya çıkması için bunlara de ki, iddia ettiğiniz
gibi, gerçekten kendinize indirilene inanıyorsanız, bundan evvel Allah'ın
peygamberlerini öldürür müydünüz? İmanınızda samimi iseniz onları niçin
öldürdünüz? Peygamber öldürmek yeterince küfür ve inkâr değil midir?
İnandığınız Tevrat bunu yasak kılmamış mıydı? Özellikle Zekeriya, Yahya ve
diğerleri gibi öldürdüğünüz peygamberler hep sizin peygamberleriniz değil miydi?
92-Daha gerilere bakalım Allah biliyor ki,
Musa size apaçık belgelerle, aşikar mucizelerle geldi, sonra da siz onun hemen
arkasından tuttunuz buzağıya taptınız, ve siz işte böyle zalimlersiniz! Ey
zalimler, siz o zaman mı kendinize inmiş olana iman etmiş oldunuz?
93-Musa'ya verilen mucizelerden birini daha
hatırlatalım: Hani size verdiğimiz kitabı ve onun hükümlerini kuvvetle,
ciddiyet ve özenle tutunuz ve dinleyiniz diye Tur dağını tepenize kaldırarak
sizden zorla mîsakınızı almıştık. Koca bir dağın şemsiye gibi başınız üzerine
dikilip sizi tehdit etmesi ne büyük mucize idi. Fakat dinlediler mi? Buna karşı
içlerinden işittik ve isyan ettik, dediler. Kâfirlikleri sebebiyle buzağı
sevdası iliklerine kadar işlemişti, kalbleri onun sevgisi ile dopdoluydu. Demek
ki, o zaman bile kendilerine indirilen vahye iman etmiş değillerdi.
Sen bunlara şöyle söyle ve de ki: eğer siz
mümin iseniz imanınız size ne çirkin emirler veriyor ki; işittik, isyan ettik
dersiniz, peygamberleri öldürür, kitabınızı inkâr edersiniz ve o buzağı
sevgisini bir türlü kalbinizden çıkarıp atmazsınız. Böyle bir iman olsa olsa
Şeytan'a iman olur. Bütün bu halleriyle bunlar ahiret nimetlerini de kimseye
vermek istemezler. Lakin bunların Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine iman
sözleri asılsız olduğu gibi, ahirete imanları da asılsızdır. Ahirete
imanlarının da böyle olduğunu bildirmek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
94- De ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet)
başkalarının değil de yalnızca sizin ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi
hemen ölümü temenni ediniz, ölmeyi cana minnet biliniz.
95- Fakat elleriyle işledikleri yüzünden onu
hiçbir zaman temenni edemiyecekler. Allah o zâlimleri bilir.
96- Elbette onları insanların hayata en
hırslı, en düşkün olanları olarak bulacak, hatta müşriklerden biledaha düşkün
bulacaksın. Onların her biri bin sene ömür sürmeyi arzular, oysa uzun yaşamak
kendisini azaptan kurtarıp uzaklaştıracak değildir. Allah, onların neler
yaptığını görüp duruyor.
94-Ey Muhammed! Sen onlara de ki; eğer ahiret
yurdu, ahiret saadeti, başka insanların hiçbir hissesi olmayarak yalnızca sizin
ise hiç durmayın ölümü temenni edin, eğer bu iddianızda samimi iseniz,
sözünüzün doğruluğuna inanıyorsanız hemen ölmeyi istemeniz gerekir.
"Dâr", lügatta dâiren mâdar, dörtbir yanına çepeçevre hudut
çevrilmiş, mükemmel bir surette korumaya alınmış, yerleşmeye ve içinde yaşamaya
elverişli olan yer demektir. Dilimizdeki büyük konak, saray, mâlikane, şehir,
memleket, yurt ve vatan kelimelerinin mânâlarına gelir. Yerine göre bunların ifade
ettiği mânâların hepsini içine alır. Nitekim "Dâr-ı İslâm"
müslümanların yaşadığı, barış , selamet ve huzur içinde yaşadığı yerler için
kullanılır. "Dâr-ı Harb" ise harb halinde, özellikle müslümanlarla
harb halinde olan yerler için kullanılır. Bunun gibi içinde bulunduğumuz bütün
şu âleme de "Dâr-ı Dünya" denilir. Aynı şekilde "Dâr-ı
Ahiret" de ölümden sonra ebedi olarak kalınacak dârü'l-karar demektir. Şu
halde "Dâr-ı ahiret sırf bizimdir." demek, öldükten sonra herkes ya
mahvolup yok olacak, sadece biz kalacağız, ya da herkes cehenneme gidecek,
yalnızca biz cennete gideceğiz ve orada biz mutlu olacağız demek olur. Ölümden
sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine ait olduğuna cidden inanmış
olanların zahmetler, elemler ve kederlerle dolu olan şu üç-beş günlük dünya
hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı yoktur. Hele dünyada vatandan,
istiklalden mahrum, zillet ve meskenete mahkum bir halde yaşayanlar için böyle
bir temenninin kaçınılmaz olması gerekir.
95- Halbuki onu hiçbir zaman isteyemezler,
temenni edemezler, sebebi de herşeyden önce elleriyle yaptıkları, ahiret için
hazırladıkları şeyler, cürümler, cinayetler, zulümlerdir. Yani bunlar zaten
sabıkalı kimselerdir. O kirli ellerin neler yaptığını, ahirete ne yüzle
varacaklarını vicdanları duyar da dünya cennetinden vazgeçemezler, ölümü
isteyemezler. Allah o zalimleri bilmez mi sanıyorlar ki, ahiret yurdu bizimdir,
diyorlar, Oysa Allah bütün zalimleri bilir.
96-Esasen bunların ahirete ne imanları vardır,
ne ümitleri. Çünkü iyice araştırırsan, insanlar arasında dünya hayatına en
düşkün, en hırslı olarak bunları bulursun. Bunların, diğer bir hayata ümitleri
veya zerre kadar imanları olsaydı, bu dünya hayatına böyle herkesten, hatta
müşriklerden bile daha fazla hırsla sarılabilirler miydi? Müşriklerden bile
daha hırslılar, her biri arzu eder ki, bin sene ömür sürsün. Bazı tefsirciler
bu müşriklerden maksadın mecûsîler (ateşe tapanlar) olduğunu rivayet
etmişlerdir ki, o zamanın İranlıları demek olur. Halbuki o şekilde bin sene
ömür sürmesi, kendisini azaptan kurtaracak, uzaklaştıracak değildi. Allah,
onların, gizli veya açık olarak ne yaptıklarını, ne yapacaklarını görüp
duruyor. Yakub kırâetinde hitap şekli ile diye okunur, yani Allah sizin
hepinizin yaptığını, yapacağını görüyor, biliyor demek olur.
"Basîr", lügatte âmânın, yani körün
zıddıdır. Bununla beraber kelime hem "basar"dan, hem
"basîret"ten sıfatı müşebbehe olduğu için "habîr =
haberdar" anlamına da gelir. Her yönüyle gören, her şeyin içine, dışına, bütün
yönleriyle vâkıf olan, işlerin sırlarına âşina mânâsına kullanılır. İşte Allah
böyle Basîr'dir. Bundan dolayı hayra hayır ile mükafat verecek, şerre de şer
ile ceza verecek, herkesin ahiret hayatı, dünyadaki ömrünün uzunluğuna,
kısalığına göre değil, ameline göre olacaktır. Halbuki amel de iman ile
yakından alâkalıdır. Ahireti tanımadıkları için müşriklerin hayata bu kadar
düşkün olanları vardır. Ancak yahudileri onlardan daha fazla, daha beter düşkün
ve hırslı bulursun. Şu halde bunların ahirete müşrikler kadar bile yüzleri yoktur.
Bu ruh hali, kaçınılmaz olarak iki sebebin
birinden ayrı değildir. Ya bunlar "Ahiret saadeti sırf bizimdir, olsa olsa
ateş bize sayılı birkaç gün dokunup geçecektir." derken, bunun yalan
olduğunu bilerek söylüyorlar. Böylece ahirete asla inanmıyorlar demektir.
Ahirete iman davasında kendi kendilerini yalanlıyor, tekzib ediyorlar. Ya da
bunların "ahiret yurdu" sözünden maksatları, öldükten sonraki hayat
anlamına gelen gerçek ahiret değil de, dünya hayatının sonunda tasavvur
ettikleri bir istikbaldir, mutlu bir gelecektir. Deniliyor ki, bunlar son
devirlerde "ahiret" kavramını te'vil ve tahrif ederek şu ideale sahip
olmuşlardır: Dünyada en nihayet Kudüs'ün de içinde bulunduğu "Arz-ı
Mukaddes" (kutsal topraklar) kendilerinin olacak ve orada devlet kuracaklar
ve ondan sonra bütün dünyayı istila edecekler, dünyanın yegâne devleti
olacaklarmış. O zaman başkaları mahvolup yok olacak, dünya da bütünüyle
bunların olacakmış, "dâr-ı ahiret" dedikleri bu imiş. İşte bundan
dolayı "diğer insanların hissesi olmayarak dâr-ı ahiret sırf
bizimdir" demeleri buna işaretmiş. "Sayılı günler" anlamına
gelen "eyyâm-ı mâdûde" sözü de o zamana kadar geçecek olan müddet
içinde her ferdin ömründen kinaye olmuş olur.
Bugün bütün dünyadaki yahudilerin bu ideal
üzerinde birleşmek istedikleri de anlaşılıyor. Onlar buna inanmış olabilirler,
lakin Allah Teâlâ, ahiret imanının bundan ibaret olmadığını, ahiretin böyle
telakki edilmesinin caiz olmayacağını, ahiret inancının bu olmayınca böyle bir
fikrin tahakkukunun da mümkün olmayacağını ince ve hakîmane bir üslup ile beyan
buyuruyor ve ahiret inancının bütün yönlerini ve gereklerini ortaya koyuyor.
Diyelim ki, Yahudi milleti ve toplumu
açısından ahiret kavramı, bir anlamda yeniden diriliş demek olsun. Lakin millî
ruhun diri kalması, millet varlığının devam etmesi neye bağlıdır? Tek tek
fertlerin hayatına değil mi? O halde bunu kazanmak o fertlerin çalışmasına ve
fedakarlığına dayanmaktadır. Bu ideal gerçekleşinceye kadar nice kişiler
geçmeli ve bu uğurda hayatını feda etmeli ki, ölmüş bir millet, yeniden diriliş
sırrına mazhar olsun. Halbuki konuya fert açısından bakınca durum daha
başkadır. Çünkü o öldükten sonra milletinin mutlu geleceğini gözleriyle
görmüyor, onun safasını sürmüyor. Aslında fert için dünyada iken yaptığı
fedakarlığın mükafatını güvence altına alan diğer bir hayata, yani hakiki
mânâsıyla ahiret hayatına inanmaya ihtiyaç vardır. İnsanın ahirete imanı
bulunmadıkça öyle bir idealin gerçekleşmesine imkan yoktur. Öldükten sonra
kendi ruhunun baki kalacağına inanmayan, daha doğrusu şahsın öldükten sonra
dirilmeye, diğer bir doğuş ve oluş ile ebedi bir hayata inanmayan, sayılı
günlerden ibaret bulunan bu dünya hayatının sonunda ölünce büsbütün yok olup
gideceğine ve hiçlikten tekrar kurtulmasının imkansız olduğuna inanan fertler,
böyle bir fedakarlığa ve nice nice hayatların harcanmasına bağlı bulunan öyle
yüksek bir ideal uğruna nasıl can verebilirler? Sonra ne diye fedakarlık
yapsınlar ki? Eğer öldükten sonra hakiki ahiret mükafatı yoksa, asırlarca sonra
gelecek insanların sahip olacağı bir saadet için bugünkü insanlar nasıl ve
neden dolayı fedakarlık yapsınlar ve emek harcasınlar? Bütün bunlar sırf hayır
ve iyilik olduğundan dolayı, sırf Allah rızası için yapılacaksa, öldükten
sonra, tamamen yok olup gideceklerini sanan kimse için hayrın ve Allah
rızasının mânâsı nedir? Âlemde böyle fertlerden meydana gelen bir toplumun öyle
yüksek bir ideali gerçekleştirmesine asla imkan yoktur. Bunu yapabilecek bir
milletin fertleri dünyada yüksek idealler için can vermeyi göze alabilecek bir
inanca sahip olmalıdır. Bunun için de ölümden sonra büyük bir mükafatın
gerçekleşeceğine iman etmelidir. Yahudiler ise böyle bir ahirete inanmadıkları
için müşriklerden daha fazla dünyaya düşkündürler, ölümden de korkarlar. Ahiret
yurdu adını verdikleri "Arz-ı Mukaddes" ve "Dünya Devleti"
idealleri bu şartlar altında gerçekleşmesi kabil olmayan çelişkili bir idealden
ibarettir. Eğer onlar, gerçek ahirete inanmadan buna inanıyorlarsa yalan ve yanlış
şeylere inanmaktan ibaret olan şeytanî bir iman olur. Buna da "Eğer siz
mümin iseniz imanınız size ne kötü, ne çirkin şeyler emrediyor!" âyeti
okunur.
Diğer taraftan yahudilere göre, ahiret imanı
yalnızca bu demekse, yani sayılı günlerde azap demek, söz konusu ideal
gerçekleşmeden önce dünyadaki ömürlerinden kinaye olarak şimdiki hayat demekse,
bu ideal gerçekleşinceye kadar onun uğrunda çalışıp can verenlerin hepsinin
canı cehenneme gidecek, ondan başka bir yer görmeyecekler demektir. Bu ise bir
haksızlıktır, zulümdür. Böyle bir telakkiyi veren din de zâlimane bir din olur.
Çünkü böyle bir inanç altında dünya sevgisi, cehennem muhabbetinden ibaret bir
delilik demek olur. O halde bunlar için saadetin bir mânâsı varsa, o da yok
olmak için bir an önce ölüp kurtulmaktır. Şu halde hepsi birden ölümü temenni
etmelidir ki, bir gün evvel "eyyâm-ı mâdûde" denilen sayılı günleri
bitirmiş olsunlar. Oysa bunlar kadar ölümden kaçan, bunlar kadar dünya hayatına
hırsla sarılan hiçbir kavim yoktur. Demek ki, bu imanları da yalandır. Diyelim
ki, bu hırs "Arz-ı Mukaddes" idealinin ancak dünya hayatında
görüleceğiyle ilgili olsun, o zaman dünyada uğruna can feda etmeye bağlı, uzun
mücadeleler, büyük muharebeler yapılmaksızın elde edilmesi mümkün olmayan
dünyevî bir gayeye, böyle bir hayat sevgisi ile erişmek sevdası çelişkilerle
dolu muhal bir hayalden başka ne olur? Bu gayenin gerçekleşmesini isteyenler,
bu uğurda şehid olmak için ölümü göze alabilmeli ve temenni edebilmelidirler.
Bunu yapabilmek ise hakiki mânâsiyle ahirete inanmayı gerektirir. Bu da ancak
"O müttakiler ki, sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana iman
ederler ve ahiret gününe de kesinlikle iman sahibidirler." (Bakara, 2/4)
hükmüne uygun olarak, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i ve ona nazil olan
kitabı tasdik ile mümkün olur. Ve ancak o zamandır ki, "Siz benim ahdimi
yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara,
2/40) ilahî va'di gerçekleşir.
Görülüyor ki, burada sadece yahudiler için
değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Bakara Suresi 1 - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.