Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
95-TİN:
"Tin'e ve Zeytun'a andolsun". Tin
incir demek ise de burada öyle terceme etmek pek uygun olmayacaktır. Zira
tefsircilerin bir çoğunun açıklamasına göre burada Tin ve Zeytun birer özel
isim yerindedir. Özel isim olmuş kelimelerin ise tercemesine kalkışmak doğru
değildir. Çünkü onlar neye isim olmuşlarsa onları mânâlarıyla değil lafızlarıyla
tanıtırlar. "İncir Köyü" diye bilinen bir köy, "Tin
Karyesi" diye terceme edilmekle tanıtılmış olmayacağı gibi, Tin adıyla
anılan bir dağı veya mescidi veya beldeyi de incir diye anlatmaya kalkışmak
izah değil, karıştırma olur. Gerçekte tefsirler burada Tin ve Zeytun hakkında
başlıca iki görüş nakletmişlerdir:
BİRİSİ: Bazı tefsirciler demiştir ki: Görünen
şekli ile Tin ve Zeytun'dan maksat, bu ad ile meşhur olan incir ve zeytin
yemişleri veya ağaçlarıdır. Zira lugat itibariyle görünen bu olduğu gibi Hasen,
Mücahid, İkrime, İbrahim Nehai, Ata, Mukatil, Kelbi ve daha bir kısım
âlimlerden "O, sizin şu inciriniz ve zeytininizdir.", yahut "O,
yenilen incir ve sıkılan zeytindir.", yahut "o, insanların yediği
yemiştir." tabirleriyle rivayet edilmiş ve İbnü Abbas'a da nisbet
edilmiştir. Bunlardan ise, bir mecaz veya kinaye kastedildiğini gösteren bir
karine (ipucu) bulunmayınca, açık olan incir ve zeytin diye bildiğimiz meyveler
olmaktır. Fakat bu durumda insan yaratılışının güzelliğini veya çirkinliğini ve
sonunun acılığını veya tatlılığını anlatırken incir ve zeytine yeminle
başlamanın ne ilgisi olduğunu da düşünmek gerekeceğinden incir ve zeytinin
insan hayatı için hem gıda, hem meyve, hem ilaç, hem ticaret açısından
faydaları pek çok olan meyvelerin en güzel ve mübareklerinden olduğunu
açıklamaya çalışmışlardır ki, biz burada bunun ayrıntılarına girmeye gerek
duymuyoruz. İnsan yaşamak için maddi ve manevi gıdaya muhtaçtır. Maddi
gıdaların en önemlileri tatlı ve tuzlu veya yağsız ve yağlı yiyecekler, bunların
en güzelleri de meyvelerdir. İşte incir ve zeytin ya meyvelerin en faydalı ve
en mübarekleri olmak itibariyle özel durumlarına veya özeli zikredip geneli
kastetmek yoluyla tatlı veya tuzlu, yağsız veya yağlı genellikle önemli
yiyecekleri temsil edecek birer misal; Tur-i Sina ve Beled-i Emin de manevi
gıdalara yer olan mübarek mevkiler olmaları nedeniyle bunlara yemin edilmiştir,
demek olabilir. Bununla beraber insan yaratılış, açısından düşünüldüğü zaman
"Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun."(Leyl, 92/3) yemininin taşıdığı
mânâdan dolayı bu iki meyvenin dişi ve erkekten kinaye olmaları ihtimali de
uzak değildir. Bu görüşe göre Tin ve Zeytun, incir ve zeytin diye tercüme
olunabilir.
İKİNCİ görüşe gelince: Birçok tefsirci de
demiştir ki: Burada "tin" ve "zeytun"dan maksat yemiş
değil, bu isimlerle anılan mübarek yerlerdir. Turu Sinin ve Beled-i Emin ile
beraber zikredilmeleri de bunu gösteren bir karinedir. Alûsî de bir çoğunun
kabul edip inandığı üzere "bunlar, mübarek şerefli yerlere yemindir"
diyerek bu görüşü tercih etmiştir. Bu yerlerin nereleri olduğuna gelince de
birer dağ ismi, birer mescid ismi, birer belde ismi olması hakkında üç gürüş
zikretmişlerdir. Şöyle ki:
1- Birer dağdırlar.
İbnü Cerir'de Katade'den: Tin, Dimeşk'ın
bulunduğu dağ; Zeytun, Beyt-i Makdis'in bulunduğu dağdır. İkrime bir rivayette
de: Bunlar iki dağdır.
Rebi'den: Hemedan ile Hulvan arasında iki dağ,
Şam dağları.
Said b. Mansur ve İbnü Ebi Hâtim, Ebu Habib
Haris b. Muhammed'den Tin, Tur-i Tina; Zeytun, Tur-i Zeyta denilen dağlardır.
İyi incir ve zeytin bittiği için bu şekilde isimlendirilmişlerdir. İmam Razî
bunu İbnü Abbas'ın sözü olmak üzere naklederek şöyle der: İbnü Abbas demiştir
ki: Bunlar mukaddes topraklardan iki dağdır. Bunlar incir ve zeytin yetişen
yerler olduklarından dolayı bunlara Süryanice'de Tur-i Tina (Tin Dağı) ve Tur-i
Zeyta (Zeytin Dağı) denilmiştir. Bu takdirde yüce Allah Nebilerin yetiştiği yerlere
yemin etmiş demektir. Tin denilen dağ İsa (a.s)'nın; Zeytun, Şam
İsrailoğullarına gelen peygamberlerin çoğunun gönderildiği yer; Tur, Musa
(a.s)'nın peygamber gönderildiği yer; Beled-i Emin de Muhammed (s.a.v.)'in
peygamber olarak gönderildiği yerdir. Şu halde gerçekte yeminden maksat,
peygamberlere hürmet ve derecelerini göstermek olur.
2- İki mescittirler. İbnü Zeyd: Tin, Dimeşk
mescidi; Zeytun, Beyt-i Makdis Mescidi demiştir. Ka'b da: Tin Dimeşk Mescidi,
Zeytun İliya Mescidi demiştir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayete göre de Tin
Nuh Mescidi, Zeytun Beyt-i Makdis Mescidi'dir.
3- İki beldedir. Ka'b'ın dediğine göre Tin,
Dimeşk; Zeytun, Beyt-i Makdis'tir. Şehr b. Havşeb de: Tin, Kûfe; Zeytun,
Şam'dır demiştir. Maksadı Kûfe'nin bulunduğu yer demek olacaktır ki Nuh
(a.s)'un konakladığı yere denir.
Demek ki Tin ve Zeytun, aslında bildiğimiz
incir ve zeytin meyveleri ve ağaçları olmakla beraber bunların yetiştiği
bereketli yerler olmakla tanınmış iki dağ ve onlarda iki belde ve onlarda iki
mescid dahi Tin ve Zeytun adlarıyla tanınmış, bunlar da Tur-i Seyna ve Mekke
gibi dinin çıktığı mübarek şerefli yerler sayılmış olduğundan burada hayat için
maddi, manevi gıdaların ve incir ve zeytin gibi faydalı meyveler verecek
çalışma ve amelin ve yerin önemine ve özellikle incir ve zeytinin lezzet,
kıymet ve faydalarına da ima ve işaret ile beraber daha ziyade peyamberlerin
yetiştiği, dinlerin çıktığı yerler olarak bilinen kutsal yerlere yemin
edilmiştir. Bundan dolayı "Keşf" yazarının dediği gibi, bunların
hepsi dinî ve dünyevî hayır ve bereketi ile mukaddes topraklara ve emin bir
beldeye yemin demek olur. Yalnız incir ve zeytine yeminde bu ahenk ve kapsamı
anlamak güçtür. Onun için Tin'i ve Zeytun'u sade incir ve zeytin meyveleri diye
terceme etmemeli, gerek Hıristiyanlık'ta, gerek Yahudilik'te gerek İslâm'da
"Çevresini mübarek kıldığımız."(İsrâ, 17/1) mânâsı gereğince mübarek
tanınan ve hayır ve bereketinden istifade için iyi olma hususunda yarışılarak
çalışılması arzu edilen mukaddes topraklara dahi işaret olmak üzere sözü geçen
incir ve zeytin isimleriyle şöyle demelidir:
2. Yemin olsun o Tin'e ve Zeytun'a ve Tur-ı
Sinin'e yemin olsun, Sinin Dağı'na ki Hz. Musa'nın Allah ile konuşma şerefine
nail olduğu dağ olup sin harfinin kesresi veya fethası ve nunun uzatılmasıyla
Tur-ı Sina ve Tur-i Seyna diye de tanınmış ve meşhur olmuştur. Sonu kısa ve
uzatılmadan Tur-i Seyna da denildiği "Kamus"ta yazılıdır.
Ebu Hayyan, "Bunun Şam'da bir dağ
olduğunda ihtilaf yoktur." demiş; Şihab yazarı da; "bu, meşhur olanın
aksi olduğu, çünkü bu gün bilinen Tur-i Sina'nın Akabe ile Mısır arasındaki Tih
yakınlarında bulunduğu" beyanıyla itiraz etmiş ise de Ebu Hayyan'ın
maksadı da Mısır toprakları karşısında bulunan ve Filistin'i dahi kapsayan
mutlak Şam toprakları olmalıdır. İhtilaf yoktur denilmesi bunu gösterir.
Nitekim İbnü Cerir de hep "Şam'da bir dağdır, bir mübarek dağdır."
diye rivayet etmiştir. Tur, dağ ve özellikle bitkili dağ demektir.
SİNİN, o dağın bulunduğu ve kendisine nisbet
edildiği yerin ismi olup Beyrun ve benzeri kelimeler gibi muamele görerek çoğul
kelimeler gibi "vav" ve "ya" ile irab aldığı, bazı kere de
"ya" ile bırakılıp sonundaki "nun"a irab harekeleri
verildiği söylenmiştir. Görünen şekliyle "Sinler Dağı" demek gibidir.
Ahfeş demiştir ki: Sinin kelimesi ağaç mânâsına çoğuldur. Tekili
"Sine"dir. Sanki Tur-i Eşcar yani, Ağaçlar dağı demek gibidir.
Kelbi'den de "ağaçlı dağ" diye rivayet edilmiştir. Bunlar,
"Derken ona varınca mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaçtan şöyle
seslenildi: Ey Musa!..."(Kasas, 28/30) âyetinde mübarek yerdeki Musa
ağacına işaret olsa gerektir.
İbnü Ebi Hatim, İbnü Münzir, Abd b. Humeyd
İbnü Abbas'tan, "sinin, hasen yani güzel demektir" diye rivayet
etmişlerdir. Dahhak'ten de böyle rivayet olunmuş, İkrime'den de bunun güzel
mânâsına olması Habeş lisanı olduğu ziyadesiyle rivayet olunmuştur. İbnü Cerir
ve İbnü Asakir Katade'den de; "Sinin; mübarek, güzel ağaçlı
demektir." dediğini rivayet etmişlerdir. Bununla beraber İbnü Cerir
demiştir ki: Bu görüşlerden doğru olan, "Tur-i Sinin, bildiğimiz
dağdır." diyenlerin görüşüdür. Çünkü Tur, bitkili dağ demektir. Sinin dağı
denilmesi onu tarif içindir. Eğer "sinin kelimesi, güzel ve mübarek
mânâsınadır" diyenlerin dediği gibi Tur'un sıfatı olsaydı, Tur tenvinli
okunurdu. Çünkü bir şey bir sebep bulunmadıkça kendi sıfatına muzaf
(belirtilen) kılınmaz. Yani "sinin", güzel ve mübarek mânâsında
olsaydı, "Tur-i sinin"in bir sıfat tamlaması olması lazım gelir ve
"Tur" kelimesi munsarif olduğundan tenvin alması gerekirdi. Oysa
tenvin olmadığı için tamlama, isim tamlamasıdır diyor. Bu da çoğunlukla kabul
edilmiş bulunuyorsa da, anlatıldığı üzere "sinin, güzel ve mübarek
mânâsınadır" diyenler tamlamanın vasfı olduğu görüşüne varmış değillerdir.
"Ağaç" veya "yer" gibi, nitelenen bir kelime takdiriyle
veya sıfat-ı galibe türünden isim olarak tarif için muzafun ileyh (belirten)
yapılmış olmasına engel olmaz. Maksatları güzel dağ demekten ibaret değil,
yerinin veya otunun, ağacının mübarekliğini, güzelliğini beyan etme mânâsına
"mübarek, güzel dağı" demek olmasında ve Hz. Musa'nın Allah'la
konuştuğu o meşhur Tur-i Sina'ya bu mânâ ile "Tur-ı Sinin" denilmiş
olmasında bir sakınca bulunmadığı gibi Kur'ân'da onun hakkında gelmiş olan
"Vadi-i Mukaddes" (Kutsal Vadi), "Va-di-i Eymen" (Uğurlu
Vadi) ve "Mübarek yerde bulunan ağaç" nitelikleriyle de pek çok ilgi
ve uygunluğu vardır. Burada biraz sonra gelecek olan "Ahsen-i takvim"
(en güzel biçim)den bahsetmeye bir başlangıç ve giriş olmağa da yakışır. Bu
şekilde o Tin, Zeytun ve Tur-i Sinin'e yani bu üçüne yemin, Mukaddes Arz'a
yemin mânâsında olur. Şu da "vav" atıfası (bağlacı)yla üçüne birden
bağlanmış olur.
3. Ve bu emin, güvenli beldeye yemin olsun.
Yani, Ey Muhammed! Bu bulunduğun, doğup büyüdüğün, peygamber olarak
gönderildiğin, kudret, ululuk ve saygı hitabıyla emniyete erdiğin, emin yani
güvenli vasfıyla tanınan beldeye de yemin olsun. Tefsirciler buna oy birliğiyle
Mekke demişlerdir. Çünkü Beled Sûresi'nde de geçtiği üzere Mekke'nin bir ismi
olduğu gibi "Hani biz Kabe'yi insanlara vaktiyle bir sevap mahalli ve emin
bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim'den namaz kılacak bir yer
edinin."(Bakara, 2/125) buyurulduğu üzere insanlara bir sevap yeri, bir
sığınak olan Ka'be ve İbrahim'in makamı olarak ve "Biz onları, her şeyin
ürünlerinin toplanacağı emin bir Harem'de yerleştirmedik mi?"(Kasas,
28/57) buyurulan "Emin Harem" orada olduğu için Beled-i Emîn adıyla
tanınan da odur.
Alûsî'nin yazdığına göre merfu bir hadiste de:
"O, âlemlere hidayet olan Kâbe'nin bulunduğu yer ve Resulullah'ın doğduğu
ve peygamber gönderildiği beldedir." diye gelmiştir. Bundan bu sûrenin
Mekke'de indiği anlaşılırsa da hicretten önce mi, yoksa sonra mı indiği
anlaşılmaz. Hicretten sonra inenler, Mekke'nin fethinden sonra Mekke'de inmiş
bulunsalar bile Medenî sayıldığına göre hicretten evvel inmiş mânâsına Mekkî
olmasını gerektirmez, Medenî de olabilir. Şu halde bu sûre Mekke'nin fethinden
sonra orada inmiş ise, Katade'den rivayet edildiği üzere Medenî demek olur.
Çoğunluğu,"Mekke'de inmiştir" demesi de Mekke içinde inmiş olması
mânâsıyla yorumlanabilir. Bu mânâ, bu sûrenin kendinden öncekine bir netice
gibi olan mânâsına da pek yakışır ise de, Mekkî olmakta meşhur olan mânâ
hicretten önce olmasıdır. Şu halde Resulullah (s.a.v)'a bu güvence daha o zaman
verilmiş demektir.
EMİN, "emanet" kökünden feil
kalıbında fakat fail mânâsında yani emniyette kılan, zulüm ve haksızlık
yapmaktan uzak, kendisine bırakılan şeyi iyi koruyan, güvenilir demektir. Bu
mânâda "amin" şeklinde ism-i fail (etken ortac)i duyulmuş değildir
deniliyor. (Kasas, 28/57) âyetinde olduğu gibi "amin" kelimesinin
"emn" yerinde kullanılması "zu emn" yani emniyetli meâlinde
olarak nisbet mânâsında olduğu söylenmiştir. Çünkü ism-i fail (etken ortaç)
olarak "amin" emniyeti olan, yani korkusu olmayan, yahut emniyet eden
veya emniyet ve korkusuzluk veya emanet veren demektir. Beldenin eminliği de,
içinde bulunan kimseleri güvenilir bir adamın emaneti koruması gibi muhafaza
eder, tecavüzden korur olmasıdır ki bu benzetme yoluyla verilmiş bir mânâdır
veya emniyet ve korkusuzluk mânâsına gelen "emn" kökünde ism-i mef'ul
(edilgen ortaç) olup me'mun, yani korkulmaz, korkutulmaz, emniyet ve sükun
içinde demektir. Beldenin bu mânâca emin olması da, içindeki halkın korkusuz ve
tehlikesiz olması, yani dert ve sıkıntılardan korkulmaması mânâsına "isnad-ı
mecazi"dir. Şu halde emniyetli demek iki mânâyı da ifade edebilir. Mekke-i
Mükerreme'nin böyle emin bir belde oluşu ise "Allah Ka'be'yi, o Beyt-i
Haram'ı insanlar için bir düzen vesilesi kıldı."(Mâide, 5/97) mânâsı
gereğince Allah tarafından insanların durumu için Beyt-i Haram yapılmış olan
Ka'be-i Muazzama makamına harem olması ve ziraatsiz bir vadi olduğu halde Hz.
İbrahim'in "Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bazısını senin Ka'be'nin yanında
ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı kılsınlar diye yaptım.
Artık insanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir. Onları ürünlerden
rızıklandır. Umulur ki şükrederler." (İbrahim, 14/37) duasına mazhar
olarak "Biz onları herşeyin ürünlerinin toplanacağı emin bir Harem'de
yerleştirmedik mi?"(Kasas, 28/57) ve "Onlar görmediler mi ki,
çevrelerindeki insanlar çarpılıyorlar iken biz Mekke'yi emin bir yer
yaptık."(Ankebut, 29/67) nimetleri kriterince emin bir harem bulunması ve
Resul-i Ekrem (s.a.v) Hazretleri'nin doğduğu ve peygamber olarak gönderildiği
yer olması, "Oysa sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi.
Mağfiret diledikleri halde Allah onlara azap edecek değildir."(Enfal,
8/33) ilâhî vaadi gereğince halkının, hem Resulullah (s.a.v.) içlerinde
bulunduğu müddetçe hem de yüce Allah'ın mağfiretini isteyerek istiğfar
ettikleri sürece azap olunmayacaklarına dair garanti verilmiş bulunması
nedeniyledir. Emniyet ise hayatın en önemli şartlarından olduğu için, Mekke'ye
böyle "emin belde" adıyla yemin edilmesi, bunun bu emniyet itibarıyla
Tin, Zeytun ve Tur-i Sinin diye işaret edilen ve çekişme ve kavgadan uzak
bulunmayan Arz-ı Mukaddes'teki yerlerden daha mukaddes ve dolayısıyla ilâhî
ahit ve yeminde daha yüksek bulunduğunu anlatan ve bu şekilde bu yeminlerde
maddi tattan manevi emniyet zevkine doğru yükselen bir ilerleme vardır ki, bu
bize insan yaratılışı için yurt emniyetinin ömemini ve yurtların, beldelerin
kıymeti, hakiki emniyeti ile uygun, bunun da din ile ilgili olduğunu anlatır.
Bu nedenle "emin belde" vasfı Mekke'yi göstermekle beraber diğer
beldelerin de kıymetlerinin en çok emniyet ve sükun açısından ölçülmesi
gerekeceğine işaret eder ki bu işaret
"Allah bir beldeyi misal yaptı ki,
emniyet ve sükun içinde idi. Ona rızkı her yerden bol bol geliyordu. Derken,
halkı Allah'ın nimetlerine nankörlük etti. Allah da onlara, yaptıkları
sebebiyle açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun onlara içlerinden bir
peygamber geldi de onu yalanladılar. Zulmederlerken azap kendilerini
yakalayıverdi. Artık Allah'ın size verdiği rızıklardan helal ve hoş olarak
yeyin de Allah'ın nimetine şükredin. Eğer gerçekten ona ibadet
edecekseniz."(Nahl, 16/112-114) âyetlerinin mânâsıdır.
İşte Tin, Zeytun, Tur-i Sinin ve bu Emin Belde
isimlerinin bilinen ahit mânâlarıyla zihinlere açık açık veya delalet yoluyla
ifade ettiği bu mânâ ve kavramların derecelerine göre, sırasıyla önemleri yemin
ile hatırlatıldıktan sonra bu yeminlere cevap olarak buyuruluyor ki:
4. Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde
yarattık, yani insan cinsini maddi ve manevi olarak, doğrultmanın, kıvama
koymanın, biçimlendirmenin en güzelinde, en güzel biçimde olarak yarattık.
terkibi, "Kıvama koymanın en güzelinde olduğu halde" mânâsında zarf-ı
müstekarr olarak insanın yaratılırkenki halini bildirmektedir.
TAKVİM, eğriyi doğrultmak, kıvama nizama
koyma, kıymet biçmek, kıymetlendimek mânâlarına gelir. Sonundaki tenvin
belirsizlik ve büyüklük için olarak "ahsen-i takvim", herhangi bir
biçimlendirmenin veya büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu ise
her mânâsıyla biçimlendirmenin en güzel biçimi demek olacağından maddî manevî
her türlü güzelliği kapsar. Belinin doğrulmasından, biçiminin güzelleşmesinden,
kuvvet ve melekelerinin yükselmesinden akıl, irfan ve ahlâkıyla ilâhî güzelliğe
ermesine kadar gider. Belinin doğrulmasını, boy posunun düzgün olmasını bütün
bu mânâlardan kinaye olarak veya dıştan içe geçmek, yerden göğe yükselmek için
bir başlangıç olarak düşünebiliriz.
Ebu Hayyân der ki: Nehai, Mücahid ve Katade,
"şekil ve duygularının güzelliği" demişler, boyunun doğruluğu da
denilmiştir. Ebubekir b. Tahir, "akıl, idrak ve iyiyi kötüden ayırt etme
gücü ile süslenmesi" demiş, İkrime de, "gençliği ve kuvveti"
demiş ise de en iyisi, her en güzel olanı içine alacak şekilde genelliğidir.
Yani gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne artan görünen şeklinin
güzelliği ve gerek aklının, zihninin hak ve hayır âyetlerini ve hatırlatılan
güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde güzel kabiliyeti ve gerek
ilâhî ahlâk ve niteliklerle ahlaklanıp nitelenebilecek derecede gelişme ve
olgunlaşmaya elverişli olan ahlâk güzelliği gibi maddi ve manevi her türlü
güzelliği kapsar.
Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk
ve maneviyat itibariyle ruhani bakımdan insan en güzel bir kıvama erebilecek en
güzel bir biçimde yaratılmıştır. Gerçekten insanın mahiyet ve aslına, insanlık
âlemine derin ve araştırıcı bir bakışla bakan ve onun dışında ve içinde bulunan
incelikleri düşünüp fikir yürüten kimse onu bazı ulu kişilerin dediği gibi
görünen ve görünmeyen âlemlerin aktıkları yerlerin birleşme noktası, ifade ve
istifade feleklerinin iki nuru olan güneş ve ayın doğduğu yeri, Hak Kalemi ile
yaratılış kitabına yazılmış enteresan satırlardan oluşan metin ve ibareleri
kapsayan ve onlardaki ilâhî sırların ve eşi benzeri olmayan güzelliklerin olmuş
ve olacak mânâlarını açıklayan, kısa fakat birçok mânâları toplayan bir nüsha
olarak görür ve Hz. Ali'nin söylediği bildirilen şu mânânın doğruluğundan
haberdar olur:
"İlacın sendedir de farkında olmazsın,
Derdin de sendendir fakat ki görmezsin,
Sanırsın ki sen sade küçük bir cisimsin
Oysa sende dürülmüş en büyük âlem."
Nakledildiğine göre, Kadi Yahya b. Eksem ve
bazı Hanefiler; karısına: "Sen aydan daha güzel olmamış isen boşsun."
diyen kimse karısını boşamış olmaz diye fetva vermişler ve bu âyeti delil
göstererek bu hükme varmışlardır. Kuşku yok ki bu güzelliği yalnız o küçük
cisimde, maddi şekil ve kıyafette arayan hata etmiş olur. Yüzler ne kadar
yaldızlansa onda bir ay ışığı parıltısı olmaz, fakat ay ışığını gören göz,
güzelliği ve aşkı sezen bir öz vardır ki güzellik ondadır. Sevgililerini parlak
aydan, ışık saçan güneşten daha güzel olarak niteleyip anlatan şairlerin aşk
macerasını inleyen hesaba gelmez şiirlerinde parlayan güzellik ve alımlılık
cazibesi bile sade topraklara gömülmeye mahkum maddi görünüşün değil,
gönüllerde kaynaşan ruhani bir tecellinin cilvesidir. Güzellik ve aşk dışa
dikilen bir şekil değil, gönülde kaynayan bir mânâdır:
"Hayaliyle tesellidir gönül meyl-i visal
etmez
Gönülden özge bir yar olduğun aşık hayal
etmez."
diyen şair de bu mânâyı terennüm etmek
istemiştir.
Kısacası, insanın güzelliğinin en güzel
biçimde olması, duygusuz olan şekil ve suretinde değil, duygusunda ve özellikle
"güzellik" denilen mânâyı anlamasında ve o duygudan güzellerin
güzeli, en güzel yaratıcıyı ve onun mutlak güzellikle en güzel olan kemal
sıfatlarını tanıyıp onun ahlâkıyla ahlâklanmış olmasındadır. İnsan
yaratılışının kıvamı ve aday olduğu olgunlaşma budur. İnsan ilk doğuşunda bu
olgunlukta olarak değil, fakat bu kıvama, bu olgunluğa, bu güzelliğe doğru
ilerleme kabiliyeti verilmek mânâsına en güzel biçimde yaratılmıştır. Yoksa
onda hiçbir fanilik lekesi, bir aşağılık hali bulunmazdı. Oysa böyle olmadığı
görülüp duruyor. Fertlerin güzelliğinde mertebelerin bulunduğu ve her ferdin
fanilikten, aşağılık âlemden, mutlak güzelliğe yaraşmayan lekelerden ve
ihtiyaçlardan başlangıçta bir hissesi, günah denilen ve günden güne atılması
gereken bir derdi bulunduğu ve bu şekilde beden yükünü ata ata ruhların
temizliğe ve kurtuluşa gittiği ve böyle bazılarının yükselmesine karşılık diğer
birçoklarının da hiçbir güzellik hissesi kalmayarak en alt tabakalara kadar
yuvarlanıp durduğu görülüyor. Onun için buyuruluyor ki:
5. Sonra. Bunda açık olan zamanda gecikmedir.
Bununla beraber rütbede olduğu da düşünülebilir, deniliyor. Buna göre bazı
insanlar başlangıçta da en güzel biçimde olmamış olur. Bundan da "Allah'ın
insana gücü yetmeyeceği şeyi yüklemesi" konusunun tartışmaya açılması
gerekir. Doğrusu "en güzel biçim"den hiç hissesi olmayana insan
ismini vermek doğru olmaz. Bir insan denilince elbette onda bir hissesi
olmuştur. O halde gecikme rütbe ile ilgili değil, zamanla ilgilidir. Yani, bir
zaman sonra onu, (o en güzel biçimde yaratılan insanı) aşağıların en aşağısına
çevirip döndürdük. Yahut, "Sefillerin en sefili yaptık." Yahut
"o güzel biçimden döndürüp de maddî ve manevî olarak kötülenmiş en sefil
bir halde cehenneme veya cehennemin en aşağı tabakasına doğru ittik."
Temizlik yerine eğrilik, güzellik yerine çirkinlik, ilerleme yerine gerileme,
sıhhat yerine zayıflık ve hastalık, gençlik yerine ihtiyarlık, akıl ve bilgi
yerine bunaklık ve cahillik, çalışma ve gayret yerine tembellik, bolluk yerine
darlık, güçlük yerine zelillik, lezzet yerine elem ile bunaklık dönemine, ondan
hayata karşılık ölüme, çürüyüp kokmaya, ondan kıyamette dünyaya karşılık
cehenneme veya cehennemin en alt tabakasına doğru kaktık, "Cehennemin en
alt tabakasında" (Nisâ, 4/45) olacak kadar geri çevrilmiş kıldık.
6. Ancak iman edip iyi ameller işleyen o en
güzel biçime yaraşır, Allah'ın rızasına uyarak ilerisi, ahireti için hayra
yarar, meyve verir, güzel işler yapan kimseler hariç, bunlar öyle geri
çevrilmez, o aşağılık çukuruna düşmez, görünüş güzelliğini, maddi kıvamı
kaybetseler bile ona karşılık kurtuluşa, en güzel olan mutlak güzelliğe, daha
çok sevimliliğe, o iman ve amelin meyvelerini koparacak güzel sona doğru
giderler. Çünkü onlar için öyle bir ecir vardır ki kesilmez, tükenmez veya başa
kakılmaz, başa kakılmadan sonsuza kadar devam eder. O bedenler amel edemez
olduğu, yokluğa gittiği halde de o ecir, bir başa kakma olmadan, sonsuza kadar
sürer. Dolayısıyla onlar sefil olmak şöyle dursun, çalışma zahmetinden dahi
kurtularak o en güzel biçimlendirmenin olgunluk zirvesine ermiş, en güzele ve
onun ziyadesiyle Hakk'ın cemaline kavuşmuş olur. İşte o Tin ve Zeytun'un, o
Tur-ı Sinin'in, o emin beldenin asıl hatırlattığı mânâ da budur. Yüce
yaratıcının lütuf ve ihsanına ve emir ve hükmüne, bu cezalandırma ve
ödüllendirme kanunu ile sorumluluğa inanıp gereğince Allah için güzel ameller
işleyerek o en güzel biçimlendirmeyi olgunluk zirvesine götürmeye çalışanların
kesilmez bir ecir ve mükafata ermeleri, bunların dışındakilerin, yani iman ile
iyi ameli olmayanların da aşağıların aşağısına yuvarlanmaları önermesidir. İmanı
olmayanların, her ne yapsalar o sefillik ve aşağılığa düşecekleri kesindir.
Dinin bütün mânâsı da bu ceza ve sorumlulukta, bu iman ile Allah için iyi amel
yapma kanununda özetlenir ki bu, kul tarafından iman ve itaat ile iyi amel
işlemek; Allah tarafından da iyilik ve kötülük yollarını bildirerek iyiliğe
iyilik, kötülüğe kötülük ile mükafat ve ceza verme mânâsını taşır.
"Doğrusu Allah katında din ancak İslam'dır."(Âl-i İmran, 3/19)
buyurulan İslâm da bu iki özelliği içerir. Yani din, Allah ile en güzel biçimde
yarattığı kullar arasında bir ilgi, bir bağlılık kanunudur ki, kullar
tarafından mânâsı, yaptığı işe göre karşılık alacağına inanıp iman ve salih
amel ile esenliğe ermek; Allah tarafından mânâsı da iyiyi kötüyü, güzeli
çirkini bildirip ona göre hüküm ve cezasını uygulayarak kötüleri aşağıların
aşağısına iterken iman edip iyi işler yapanları adi âlemden yüce âlemde
esenliğe çıkarmak, kesilmez ecir ve mükafat ile ilâhî meclise, birlik âlemine
almaktır. Onun için idi ki, önceki sûrenin sonuda, "Ancak Rabb'ine
yönel."(İnşirah, 94/8) buyurulmuş idi. İşte burada bu ecir ve ceza
özetlenmiş, dinin mânâsı da bu ödül ve ceza kanununda toplanmış bulunduğu için
netice olarak buyuruluyor ki:
7. O halde artık sana dini ne yalanlatabilir?
Bu hakikat böyle iken, bu ödül ve ceza, o en güzel biçim ile yaratılma, sonra
aşağıların aşağısına çevrilme ve iman edip iyi amel işlemeye tükenmez ecir bir
taraftan görülen, akılla anlaşılan, nakledilen bunca şahit ve delil ile
bilinmiş; bir taraftan da bu ilâhî vaad ve haber ile vurgulanmış ve kesinleşmiş
ve sırf maddi gözle bakıldığı zaman bile çalışmayanların ücret alamadığı ve
bedenlerin neticede çürüyüp kokarak atıldığı göz önünde dururken bundan sonra artık
sana "din yalandır, o cezanın, o ödülün aslı yoktur" diye yalan
söyletecek ve dolayısıyla seni imandan ve iyi amelden alıkoyup o tükenmez
ecirden yoksun edecek ve yalancılıkla, dinsizlikle aşağıların aşağısına
ittirecek ne gibi bir sebep olabilir? Ey o en güzel biçimde yaratılmış ve sonra
aşağıların aşağısına çevrilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmış olan insan!
Yahut, ey Muhammed! Bu hakikat, bu ecir ve ceza böyle sabit ve dünyada bile
görülüp dururken ve sende bu en güzel biçimde yaratılma ve iman gibi yüce ahlâk
varken sana, "din hakkında yalan söylüyorsun" diye seni yalancılıkla
itham ettirecek ne gibi bir sebep olabilir?
8. Allah, hakimlerin hakimi, hükümdarların
hükümdarı değil mi? Hakimler, hükümdarlar isyan edenlere ceza; itaat edenlere,
iş görenlere ecir ve ödül verir bir "din" demek olan ceza ve
sorumluluk kanunlarını uygularlar da, onların hepsinin üzerinde hakim olan yüce
Allah hükmünü yerine getirmez, ceza ve ödül vermez, dinini yürütmez olur mu?
Elbette olmaz. Hiç kuşku yok ki insanı o en güzel biçim ile yaratan Allah,
hakimlerin hakimidir. Onun dini her dinden üstün hak dindir. O dinini
yürütecek, güzel ile çirkini, yalancıyı doğruyu ayıracak, iman edip samimiyet
ve ihlasla güzel güzel ameller yapan müminlere mükafat verecek; kâfirleri,
dinsizleri de aşağıların aşağısına yuvarlıyacaktır. O halde insan olan, dine
yalan dememeli, cezayı inkâr etmemeli, insan kuvvetli olunca haklı olur, her
yaptığı kalır, ceza görmez, ceza kanunu acizlere özgüdür sanmamalı; hakim,
hükmünde kendi kuvvetine aldanıp da hak ve adaletten ayrılmamalı, o hakimler
hakiminin hüküm ve kudretinden korkmalı, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan
sakınmalı, onun dinine girmeli, ona iman edip Allah'ın kullarına karşı adalet
ve âlemin düzelmesine hizmet ile o tükenmez ecir ve mükafata ermelidir. Yoksa
insanı o en güzel biçimde yaratan Allah'ı, hakimlerin hakimi değildir zanneden
kendine yazık etmiş olur. Bu durumda bu âyet kâfirlere tehdit, müminlere
müjdedir.
Tirmizî, Ebu Davud ve İbnü Merduye Ebu Hureyre
(r.a.)'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Her
kim 'yi okuyup da "Allah hakimlerin hakimi değil midir?" âyetine
geldiğinde "Evet, ben de ona şahitlerdenim." desin buyurmuştur. Bazı
rivayetlere göre de Resulullah (s.a.v) bu âyete geldiği vakit "Allah'ım
sen noksan sıfatlardan uzaksın, evet." derdi.
Bu sûrede insanın yaratılışı ve dininin
hakikatı bu şekilde tesbit edilip özetlenerek hem evvelki sûreler bir özete
bağlanmış hem de bundan sonraki sûrelere bir hazırlık yapılmıştır. Din yalan
değil, hak; Allah da hakimlerin hakimi olunca, "Oku, Rabb'inin ismiyle
oku!" diye okutmaya başlamak ne kadar güzel ve ne kadar yerindedir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Tin Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.