Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tekasur Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
102-TEKASÜR:
1-2.Oyaladı sizleri. "Elhâ" kelimesi
"levh"den if'al babındandır. "Vav" dördüncü harf olarak
vahi olduğu için "yâ"ya çevrildiğinden "elif",
"yâ"dan değişmiş olarak yazılır. Eğlence demek olan
"levh"in aslı gaflet olduğundan "ilhâ" eğlemek, boş bir şey
ile aldatarak ve meşgul ederek oyalamak, işinden alıkoymaktır.
Tekâsür, çokluk kuruntusu, gururu, iddiası.
"Kesret"den tefaül babından. Biz çoğuz, hayır biz çoğuz diye
birbirleriyle çokluk yarışı, çokluk gösterisi etmek, çokluk sevdası veya çokluk
açıklaması ile kuruntuya düşmek, öğünmektir ki, dünyalıların genellikle kapılıp
aldandığı bir gurur hâlidir. Neyin çokluğu ve neden alıkoyduğu açıkça
belirlenmeyerek "ilhâ" (oyalama) ve "tekâsür" (çokluk
kuruntusu) mutlak zikredilmiştir. Zira makamın gereğine göre zihin, muhtemel
olan her şeyi anlayabilmek bakımından mutlak getirmenin bir şümullü belagati
vardır. Bununla beraber manen bir kayda bağlamaya delalet eder karine de yok
değildir.
Birinci olarak "ilhâ", oyalamak,
meşgul olunması gereken gerçek maksatdan ve mühim olan iş ve görevden eğleyip
alıkoymak demek olduğu ve bundan önceki sûrede "kâria" (kıyamet) ve
"mizan" (tartı) zikredilmiş bulunduğu gibi, bundan sonra da kabirler
zikrolunacağı için "ilhâ", gerek vacib ve gerek mendub olan
görevlerden ve işlerden, insanın hakikaten işine yarar kasdettiği, maksadı
olması gereken, zikir, marifet (bilgi), tefekkür, düşünme, şükür, taat ve ibadet
gibi mühim işlerden alıkoymak; "Tekasür" de, buna karşılık ahirette
işe yaramayacak, o kıyamet günü ameller tartılırken tartıda ağır basmayacak, o
kızgın ateşten korumayacak ve bundan dolayı geçici dünyada insanı aldatıp
ahirete yalnız hesap, sapıklık, azap bırakacak olan gurur metâı şeylerin
çokluğuyla öğünmek olacağı anlaşılır ki, Hadid Sûresi'ndeki "Muhakkak
dünya hayatı bir oyun, eğlence, sûr, kendi aranızda övünme, mal ve evlat
çoğaltma yarışıdır." (Hadid, 57/20) âyetinin mefhumu demektir. Nitekim Buhârî'de,
İbnü Abbas'dan, "mal ve evlatda çokluk gururu" denilmiştir.
İkinci olarak: de "Elif-lâm" ahd
için olarak nüzul sebebindeki mânâya işaret olur. Bunda ise bir kaç rivayet
vardır: Bir çok tefsircinin zikrettiğine göre Abd-i Menaf oğulları ile Sehm oğulları,
hangimiz daha çoğuz diye birbirlerine karşı öğünmüşlerdi. Abd-i Menaf oğulları
çok geldi, bunun üzerine Sehm oğulları, bizi dediler, cahiliye devrinde zulüm
yok etti, haydin hem sağ olanlarımızı, hem ölmüş bulunanlarımızı sayışalım!
Bunda da Sehm oğulları çok geldi, bu sûre bunun üzerine indi. Bazı rivayette de
kabirlere kadar gittiler. İbnü Ebî Hâtim'in Ebu Büreyde'den bir nakline göre
de: Ensar kabilelerinden Hârisoğulları ve Harsoğulları karşılıklı öğüşmüş ve
çokluklarıyla böbürlenmişler. Bir taraf: "Bizde filan ve filan gibiler
var" demiş, diğerleri de öyle demişler. Böyle dirileriyle ögünüştükten
sonra, "haydin kabirlere gidelim" demişler. Varmışlar, bir taraf
kabirlere işaret ederek: "sizde filan filan gibiler var mı?" demiş,
diğerleri de o şekilde karşılık vermişlerdi, bunun üzerine nazil oldu,
demiştir. Bu iki rivayete göre demek nüzul sebebi, ölülerle bile öğünecek
derecede aded ile çokluk gururudur. Bu mânâda olan çokla öğünmeler de delalet
bakımından buna katılmak gerekir. Ancak birincide bilfiil kabirlere kadar
gidilmemiş, sadece kabirlerde bulunan ölülerin adları ve adedleri anılarak
ögünülmüştür. Diğerinde ise bilfiil kabirlere kadar da gidilmiştir. Bir de
Ensar Medine'de olduğu için, bununla sûrenin Medenî olduğuna delil
getirilmiştir. Önceki ise meşhur olduğu vechile Mekkî olduğunu gösterir.
Bunlardan başka İbnü Cerir ve Âlûsî'nin
kaydettiği üzere Buharî, Übeyy b. Ka'b (r.a.) den rivayet eylemişlerdir.
Demiştir ki: Biz şu: "Âdemoğlunun iki vadi malı olsa üçüncü bir vadi daha
isterdi, Ademoğlunun karnını ancak toprak doldurur, sonra Allah tevbe edenin
tevbesini kabul eder." kelâmını Kur'ân'dan görürdük, sonuna kadar nâzil
oldu. Tirmizî ve İbnü Cerir, Abdullah b. Şihhir'den rivayet etmişlerdir ki:
Anılan zat, Peygamber (s.a.v)in huzuruna varmış, Resulullah okuyormuş,
buyurmuş: "Ademoğlu, "malım, malım" der. Halbuki malından sana
ancak sadaka verip geçirdiğin, yahut yeyip tükettiğin, yahut giyip
çürüttüğünden başka ne var?" Tirmizî, "bu hadis hasendir, sahihtir"
der. İbnü Cerir de der ki: Resulullah'ın okuyup da akabinde öyle buyurması,
çoklukla öğünmenin, mal öğünmesi olduğuna işaret eder. İşte bu rivayetlerden
dolayı tefsircilerin bir kısmı önceki rivayetlere göre bu çokla öğünmeden
maksad, adet çokluğuyla öğünme olduğunu kabul etmişler; bir kısım da sonraki
rivayete göre mal çokluğu ile öğünme olduğuna kani olmuşlardır. Öncekiler nüzul
sebebi olmakta açık olduğu gibi, sonraki de Resulullah'dan gelen sahih bir
tefsir olduğu cihetle Buhârî'nin de işaret ettiği vechile ikisini de cem etmek âyetin
mutlak oluşuna daha uygun ve birinci olarak beyan olunan açıklamaya ve Hadid
Sûresi âyetine de uymaktadır. Şu halde bundan bütün her şeyde çokluk yarışının
kötülenmiş olması lazım gelmez, çokluğuyla öğünülecek şeyler de vardır.
Râzî de der ki: "Âyet, çokla
gururlanmanın ve öğünüşmenin dinde kötülenmiş olduğuna delalet ediyor. Akıl da,
hakiki saadet de çokla gururun ve öğünmenin kötülenmiş olduğuna delalet eder.
Hz. Abbas'ın su işleri elinde olmasıyla öğünmesi ve Şeybe'nin Kâbe'nin anahtarı
elinde olmasıyla öğünmesi üzerine Hz. Ali: "Ben kılıcımla küfrün hortumunu
kestim, küfür müsle (yani burnu, kulağı kesik) oldu da, siz müslüman
oldunuz." demişti, bu onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine Tevbe
Sûresi'nde "Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı onarma işini yapanı,
Allah'a, ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad edenle bir mi
tuttunuz?" (Tevbe, 9/19) âyeti nazil oldu diye gelen rivayet de bu
cümledendir. "Ve Rabb'inin nimetini anlat." (Duhâ, 93/11) âyetinin
tefsirinde de insanın başkaları tarafından kendisine uyulacağını sandığı
takdirde itaat ve güzel ahlâk ile nimeti anmak üzere iftihar etmesi caiz
olduğuna dair söz geçmiştir. Şu halde sabit olur ki: Dinde kötülenen mutlak
çoklukla gururlanma değildir. Belki ilminde, taatte, güzel ahlâkta çokla gururlanmak
öğülmüştür ve hayırların aslı odur. Onun için 'deki elif-lâm istiğrak için
değil, ahd-i sabık (geçmiş ahd) içindir ki, o da dünya lezzetleri ve
ilgileriyle çok öğünmedir. Çünkü Allah'a itaat ve kulluktan alıkoyan odur. Bu
cihet, akıllarda karar kılmış ve dinlerde üzerinde ittifak edilmiş olduğu
cihetle çokluk üzerinde öğünmeye harf-i tarif getirilmesi güzel olmuştur. Biz
de şunu ilave edelim ki: Hayırlarda yarışma, musabaka yalnız caiz olmakla
kalmaz, aynı zamanda "yarışın" emirleriyle emredilmiş olduğunda da
şüphe yoktur. "Hayırlarda yarışınız."(Bakara, 2/148; Maide, 5/48)
emir; "Yarışanlar, bunun için yarışsınlar." (Mutaffifin, 83/26)
teşvik etmektir. Râzî'nin akıldan maksadının da bu gibi nass (kesin dini
delil)ların delaletleri olması gerekir. Bununla beraber hayırlar ve
itaatlardaki çokluk yarışında da Allah için iyilik etmek, ihlas ve nimetleri
anma halleriyle gösteriş ve kibir tarzında gurur ve öğünüşmeyi ayırmak,
"Allah'ın size verdikleriyle şımarmayınız." (Hadid, 57/23), "Muhakkak
Allah, kurumlu, böbürlenen insanları sevmez." (Nisa, 4/36) gibi yüce
âyetlerin mefhumlarını unutmamak lazım gelir. Zira hayır ve güzel amellerin
güzelliği ve tartıda ağır gelmesi yalnız adedlerindeki çokluğundan dolayı
değil, daha çok niteliklerindeki samimiyet ve ihsan iledir. "De ki:
'Murdarla temiz bir olmaz. Murdarın çokluğu hoşuna gitse de." (Maide,
5/100) buyurulmuştur. Burada kötülenmiş olan çokla gururlanmak da o gibi güzel
amellerden alıkoyan ve içeriğinde bir çeşit oyun bulunan gururlanmadır. Bunun
nihayet kabre gidinceye kadar aldatan öyle dünyevî şeylerle ilgili gururlanma
olduğuna şu da delalet eder. Ta kabirleri ziyaretinize kadar. Buna üç mânâ
verilmiştir:
Birincisi: İlk zikrolunan nüzul sebebi
rivayetlerine göre: Tekâsür (çokla gururlanma), çokluk davasıyla gurur ve
iftihar sizleri öyle oyaladı, Allah'a itaat ve gazabından korunmak için
yapılacak kârlı işlerinizden öyle alıkoydu ki, dirileri bitirdiniz de, hatta
kabirlerdeki ölüleri saymaya, onlarla iftihar etmeye kadar gittiniz. Halbuki
kabirleri ziyaret edenlerin çoklukla gururlanması, ölülerle öğünüp sevinmesi
değil, onlardan ibret alarak gafletten uyanması ve o kızgın ateşten kurtulmak
için tartıda ağır basacak güzel amellere çalışmaları gerekir, demektir. Bu
şekilde birinci rivayete göre, kabirleri ziyaret, ölüleri, saymakla öğünmekten
mecaz veya kinaye olmuş olur ki Keşşaf sahibi bunu tercih etmiştir. İkinci
rivayete göre ise mecaz ve kinayeye ihtiyaç yoktur. İkisinde de ve fiilleri
hakikati üzere mazi (geçmiş zaman) mânâsınadırlar. Onun için tefsircilerin
çoğunluğu, âyetin zahiri, önceki rivayetler gereğince vaki olanı sayı
bakımından çoklukla öğünmeye ve iftihar etmeye daha çok uyduğunu
söylemişlerdir. İbnü Cerir'in rivayet ettiği vechile Katâde şöyle demiştir:
"Biz, felan oğullarından çok çokluğuz, biz felan oğullarından daha
öndeyiz." diyorlar ve halbuki her gün sonlarına kadar düştükçe
düşüyorlardı. Vallahi hep böyle gittiler, sonunda hepsi kabir ehli
oldular". Şu halde bu mânâda olan diğer boş yere çoklukla öğünme ve
iftihar etme gururları bundan ibare ile değil, delaletle anlaşılmış, bundan
sonraki zecri (zorlama) de bu sebeple yapılmış olur.
İkincisi: Tekâsür, yani dünya hırsı, mal,
evlat ve adet çokluğuyla öğünme sevdası sizleri öyle gaflete düşürdü, eğledi,
oyaladı ki, kabirlere gittiniz, ölüm anına kadar, yani canlarınız çıkıncaya
kadar ömürlerinizi öyle dünyayı tutmak için sarfettiğiniz, boşuna eğlence ile
geçirdiğiniz, akıbetiniz, ahiretiniz için gayret ve amelde bulunmadınız. Sadece
mal ve evlat çoğaltmayı düşündünüz. Nihayet ölüm haline geldiniz, ölmek,
gömülmek üzere bulunuyorsunuz. Ey öyle olan gafiller! Sizler kendinizi
kurtaramayacaksınız, cehennemi boylayacaksınız, demektir. Bu şekilde kabir
ziyareti ölüm halinden eya ölümden ibaret olur. Nitekim bu mânâda Ahtal şöyle
demiş:
"Bu sene, hiç bir dost on gece rahat
kalamayacaktır.
Ya, yara sargısının acısını tatmıştır, yahut
bir kabri ziyaret edecektir".
("Halil" kelimesi noktalı veya
noktasız; "aşr" kelimesi, "ayn"ın fethası veya kesresi
olmak üzere iki rivayet vardır).
Cerir de ona şöyle demiştir:
"Ebu Malik kabirleri ziyaret etti,
Fakat onları ziyaret edenlerin en alçağı
oldu".
Üçüncüsü: Tirmizî, İbnü Cerir ve İbnü Münzir
ve daha bazıları Hz. Ali kerremallahu vechehudan rivayet etmişlerdir: Demiştir
ki: "Biz kabir azabı hakkında şüphe eder dururduk, ta nazil olana
kadar". Demek ki "kabir azabını tadıncaya kadar" demektir. Yahut
bu mânâya işaret etmekte ve bunun özellikle çok öğünmek kendilerini oyalamış
olanlarla ilgisini göstermektedir. Çünkü o hırslı kâfirler kabre girdikleri
veya girecekleri gün o gafletten uyanacak, bütün ömürlerince çoğaltmak için
oyalandıkları gelip geçici şeylerden ayrıldıklarını ve yalnız vebalini yüklenip
kaldıklarını göreceklerdir. Bu iki vecihte kabre girince o oyun ve çokla
gururlanmanın kalmayacağına işaret edilmiş olur. Ve (ziyaret ettiniz) ya muzari
(şimdiki veya gelecek zaman) mânâsında olup gerçekleşmesinin kesin olmasından
dolayı mazi (geçmiş zaman) kipiyle ifade edilmiştir. Yahut geçmişte ölmüş
olanlar üstün getirilmiş veyahut çokla öğünme hırsı yüzünden ölmek üzere
bulunanlar veya fertlerin çokla gururlanma hırsı ile yıkılmaya yüz tutmuş olan
kavim kabre girmek, kabir azabı çekmek hâlinde tasvir edilmiş demek olur. Hatta
takdirinde olarak masdar ile tevil edilmiş, yani ziyaretimize kadar demek
olduğu için, zaman mânâsından soyunmuş de olur. Tamamen mazi mânâsını muhafaza
etmek üzere Ebu Müslim, Allah Teâlâ bu sûreyi kıyamet günü kâfirlere serzeniş
olarak söyleyecek, demişse de "Hayır, eğer kesin bilgi ile bilseniz."
hitabı bu mânâya pek yakışmaz. Kıyamette değil, dünyada ve kabirde bir hitap
olmasını gerektirir.
Hikâye olunur ki, Arabinin birisi bu âyeti
işittiği zaman şöyle demiştir: Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki kavim kıyamet
için diriltilecek, çünkü "zair" (ziyaretçi) kelimesi munsariftir
mukim değildir. Ömer b. Abdilaziz hazretlerinden de şöyle rivayet olunmuştur:
Ziyaret eden kimse muhakkak dönecek, ya cennete, ya cehenneme gidecektir,
demiş. Ziyaretçinin ziyaret yerinde, çok durmaması da gerek olduğu için
denilmiştir ki, bunda ölülerin kabirlerde pek çok durmayacağına da işaret
vardır.
Yukarıdaki izahattan anlaşılacağı üzere âyette
ün de nın da gayesi olması muhtemeldir. Öyle varlıkla gururlandınız ki, hatta
kabirleri ziyaret ettiniz, ölülerle öğündünüz, yahut öyle oyaladı, eğlendirdi
ki, ölülerle öğünmek üzere kabirleri ziyaret ettiniz. O derece eğlendiniz,
yahut ölünceye, ölecek hale gelinceye, kabir acısını tadıncaya kadar
eğlendiniz, demek olabilir. Önceki nüzul sebebi rivayetleri birinci ve
ikinciye, sonraki de sonrakine uygun olur. Öncekilerde gaye mugayya (gaye
edinilen)da dahil olarak kabir ziyareti malla öğünmenin ve oyalanmanın en
yüksek sırrı demek olur. Sonrakinde ise gaye, mugayyadan hariç olup, kabre
gidilmekle malla öğünme ve oyalanma sona ermiş, kalmamış olur. Âyetin zahirine
en uygun olan da öncekilerdir. Bu ise kabir ziyareti çok öğünmenin, oyalamanın
son derecesi olmak itibarıyla kötüleme ve yasaklanmasını ifade eden bir
azarlama demektir. Fakat bu kötüleme ve yasaklama mutlak değil, mezarlar ve
mezardakilerle öğünme, gururlanma ve oyalanma mahiyetinde olmak kaydiyle
kayıtlanmıştır. Şu halde böyle olmayanlar bu hükme dahil olmaz, mefhum-i
muhalif (tersine anlayış)de kalmış bulunur ki, bunun da kısaca hükmü burada
sunulmuş olmak veya gayenin mefhumu ile amel edenlere göre caiz olmaya işaret
etmektir. Susularak geçildiği takdirde de ahireti hatırlamak, düşünmek
hikmetiyle meşru oluşu nebevî hadis ile beyan olunmuştur. Zira Ebu Davud'un
rivayet ettiği vechile "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Kabirleri ziyaret
edin, çünkü o ahireti hatırlatır.", daha yaygın olan diğer bir lafızda
"Size, kabir ziyaretini yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin, çünkü o
size ahireti hatırlatır." buyurulmuştur. Gerçi bu hadis mütevatir olmadığı
için âyeti ne tahsis, ne takyid, ne de neshedemez. Onun için bunda söylenen
yasaklama, âyetteki yasaklamadır, denemez. Fakat âyetin sustuğu veya mücmel
olduğu noktaları beyan eder. Ve önce kabir ziyaretinin Peygamber tarafından
yasaklanmış olduğunu da haber verir. Bundan dolayı Fahreddin Razî, bu âyetin
mânâsını açıklarken der ki: "Bununla Allah Teâlâ onları nefislerinden
hayrete düşürüyor ki şöyle demek gibidir: Siz ne büyük şaşkınlık ediyorsunuz!
Farzediniz ki siz ölülerinizle daha çoksunuz, fakat ondan ne çıkar, size onun
ne faydası olur? Zira ziyaret bir yere gitmektir, bu ise bir çok maksatlarla
olur, onların en önemlisi ve uymaya en layık olanı kalbi inceltmek ve dünya
sevgisini silerek ahireti düşünmektir. Çünkü kabirleri seyretmek onu meydana
getirir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım,
haydi onları ziyaret edin, çünkü o size hatırlatmadır." buyurmuştur.
Sizler ise onun aksini yaptınız, kalp sıkıntısı ve dünya sevgisine dalarak
kabirleri ziyaret ettiniz. İşte önerme böyle tersine olduğu için Allah Teâlâ da
bunu hayrete düşürme makamında zikretti". Yine bu mânâdan dolayı
denilmiştir ki: Bu âyet geçmişlerle çokluk taslamak ve onunla öğünme ve
gururlanmak için kabir ziyaretini çok yapanları uyarmaktır. İbret almak ve
ahireti düşünmek için ziyaret edenlere değil. Nitekim diye başlayan Ebu Davud
hadisi onun meşru olduğuna işaret eder. Bu söz doğrudur. Zira âyet, kabir
ziyaretini mutlak olarak kötülemiş, çokla öğünme ve gururlanma suretiyle
ziyaretleri kötülemiş ve azarlamış, diğer ciheti gayenin mefhumu ile sessiz bırakmış,
onun da ahireti hatırlatmak için olanlarını hadis meşru kılmıştır. Fakat
gariptir ki Âlûsî buna "Şüphe yok ki, âyetin bundan uzak olduğu
açıktır." diye âyetin ilgisi olmadığını söyleyerek itiraz etmiş, sonra da
kısmen tasdik ederek: "Evet mezardaki ile öğünmek veya ziyaret ile
gururlanmak için kabir ziyaretinin kötülünmesinde söz yoktur. Nasıl ki
mutasavvıflara nisbet iddia eden cahillerden bir çokları, şeyhlerin (Allah
onlara rahmet eylesin) kabirlerini ziyaretle öyle yapıyorlar, onunla beraber taat
itikad ettikleri birtakım kötülükler, yol diye tuttukları birtakım çirkinlikler
ve daha ne işler yapmaktadırlar ki onlara satırların sineleri dar gelir."
demiştir.
Görülüyor ki kendisi de kabir ziyaretini
kötülemeyi, öğünme ve gururlanma ile kayıtlamış, sonra da onu bir takım
kötülükler ve şerler işlemesine alet eden cahillere şiddetle hücum etmeye
fırsat bularak, kabir ziyareti öğütlenme ve hatırlama için de olsa caiz
değilmiş gibi ileri gitmiştir. Maksadı hadisin delalet ettiği ibret ve
hatırlatma hikmetiyle meşru olan ziyareti inkâr değil, mefhum-i muhalif (zıt
kavram) geçerli olmamak bakımından âyetin suskun olduğunu ve asıl söylenmesi
kötülenmiş olan ziyaretleri kınama yönünde bulunduğunu söylemek olacaktır.
Fakat bu münasebetle hadisin işareti ile meşruluk yönünü de açıklamış olan
önceki sözü eleştirmesi doğru değildir. Gerçekte şeref ve şan ile gitmiş büyük
geçmişlerin, babaların ve dedelerin iyiliklerine ve olgunluklarına varis
olmayan, onların hayır ve haseneleriyle ahlakî faziletlerini daha ileriye
götürmek için kendilerinde yaşatmayan, onların hayat ve akıbetlerini düşünmekle
ibret almak, o şekilde kendisinin sonunu düşünmek istemeyip de sadece onların
isim ve şanlarıyla öğünmek, ölmüşlerin çokluğuyla gururlanmak, çürümüş
kemikleriyle övünmek, gömülmüş bulundukları kabirleri çiğneyerek üzerlerinde
düğün ve eğlence yapar gibi ciciler bicilerle eğlenmek, yanı başında aç kalan
komşusunu düşünmeyip de kimseye faydası olmaz, israftan başka ad verilmez
masraflar bile yaparak gösteriş için kabir ziyaretlerine gidenlerin, kabir
ziyaretini ters gayelerle kötüye kullanmış, çokla öğünmek kendilerini sapıtmış,
tamamen "çoklukla öğünmek sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı"
âyeti mânâsında dahil, kötüleme ve kınamasına layık olduklarını hatırlatmak
doğrudur. Fakat kabir ziyaretinin meşru olan yönü yokmuş ve bu âyette ondan
bahsetmek münasebet almazmış gibi zannettirmek doğru değildir. Fıkıh
kitaplarında kabir ziyaretinin dine uygunluğu ve adabı hakkında bahis vardır.
Bu cümleden olarak "Dürrü Muhtar"da: "Kabir ziyaretinde bir
sakınca yoktur, isterse kadınlar için olsun. Çünkü "Size kabir ziyaretini
yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin." hadisi vardır" İmdaa,
Mücteba, Bahir ve Redd-i Muhtar'da: "Doğrusu hadiste emrolunduğu için
mendubdur". "Redd-i Muhtar"da: "Her hafta ziyaret olunur,
en faziletli olan Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Perşembe günleridir".
"Fethu'l-Kadir"de: "Sünnet olan, ayakta duadır. Nitekim
Peygamber (s.a.v) Bakıa çıktığında öyle yapıyordu ve diyordu ki: "Selam
sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere katılacağız."
"Şerh-i Lübab" da: "Ziyaretin adabındandır. Ziyaretçi âlemin baş
ucundan değil, ayak ucundan gelir, fakat bu mümkün olduğu takdirdedir. Yoksa
Peygamber (s.a.v.) bir ölünün başı ucunda Bakara Sûresi'nin baş tarafını, diğer
bir ölünün ayak ucunda da sonunu okumuş olduğu sabittir. Edeplerinden biri de
sahih olan lafzıyla selam vermektir, "aleykümüsselam" değil. Zira
şöyle varid olmuştur: "Selam sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ
Allah- sizlere katılacağız, bizim ve sizin için Allah'dan afiyet dileriz".
Sonra ayakta dua eder, oturursa hal-i hayatındaki derecesine göre uzak veya
yakın oturur ve Kur'an'dan kolayına geleni okur. Bu cümleden olarak Fatiha'yı
ve Bakara Sûresi'nin başını e kadar ve Âyetül'kürsi ve Âmenerresulü, Yasin
Sûresi, Mülk Sûresi, Tekâsür Sûresi ve on iki yahut onbir yahut yedi yahut üç
kerre İhlas Sûresi, okuyabildiğini okur, sonra "Allahım, okuduğumuzun
sevabını felana veya onlara ulaştır." der. Gerek kırâat ve gerek diğer
amellerden ölüye sevap hediye edilmesi hakkında "İbnü Abidin"de geniş
bilgi vardır. Özeti: Hac Ani'l-Gayr (Başkası adına haccetme) bahsinde
âlimlerimiz açıkça söylemişlerdir ki, insan namaz, oruç sadaka veya diğer
amelinin sevabını başkasına yapabilir. (Hidaye). Hatta "Muhit"den
naklen "Tatarhaniye"nin Zekât bahsinde: Sadaka veren için en
faziletli olan bütün mümin erkek ve kadınlar için niyet etmektir. Çünkü o
onlara ulaşır, kendi sevabından da bir şey eksilmez. "Bahir" de: Bir
kimse namaz kılsa veya oruç tutsa veya sadaka verse de sevabını gerek
yaşayanlardan ve gerek ölülerden başkasına yapsa caiz olur. Ve sevabı, Ehl-i
Sünnet ve'l-Cemaat'e göre onlara ulaşır. (Bedayî). Hafız İbnü Teymiyye, kırâet
savabının Peygamber (s.a.v.) hazretlerine hediye edilmesini yasaklamak istemiş,
çünkü onun yüksek şanına ancak onun izniyle cür'et edilebilir, o ise ona
salevat getirmek ve onun için vesile istemektir, demiş. Sübkî ve daha diğerleri
ise bu gibi hususlarda özel izne ihtiyaç olmadığını İbnü Ömer'den ve daha
başkalarından misal göstermekle beyan ederek onu reddetmişlerdir.
İmâm-ı Âzam, İmam Ebu Yusuf'a
"Vasiyetname"sinde şöyle demiştir: Sultanından ilme uygun olmayan bir
şey gördüğün zaman, onu kendisine itaatinle beraber an, çünkü onun eli senin
elinden kuvvetlidir. Ona, "Ben senin sultan olduğun, başkaları üzerinde
otoriteyi haiz bulunduğun şeyde sana itaat ediciyim. Ancak gidişatında ilme
uygun olmayan bir şey arzedeceğim." dersin. Bunu sultanın yanında bir
kerre yaparsan yeterlidir. Zira üzerine düşer ve devam edersen belki sana
kahrederler. Bu da dinin yıkımı olur. Şayet senin dininde ciddiliğini ve
iyilikleri emretmekteki hırsını anlamak için onu bir iki kerre yaparsa, bir
kerre daha yaptığı zaman yanına sen yalnızca gir ve dinde öğüt ver. Eğer bid'at
ehli (sapık mezheb sahibi) ise, sultan da olsa, onunla tartış, Allah'ın
Kitabı'ndan ve Resulullah'ın sünnetinden bildiklerini söyle. Kabul ederse ne
âlâ, etmezse artık seni ondan korumasını Allah Teâlâ'dan dile ve ölümü an.
Üstadın ve kendilerinden ilim aldığın kimseler için bağışlanmalarını dile ve
Kur'ân okumaya devam et, kabirleri, şeyhleri ve mübarek yerleri çok ziyaret et.
Hep bunlar, kabir ziyaretinin de meşruluğunu,
hikmetini, zamanını, usul ve edeplerini göstermektedir. Dikkate şayandır ki
bunlarda ölülerden bir şey istemek, "yetiş ey felan" gibi yardım
istemek yoktur, ancak selam vermek "Allah'tan bize ve size afiyet
dileriz." gibi gerek diriler ve gerek ölüler hakkında selamet ve afiyet
için Allah'a dua etmek ve Kur'an okuyup sevabını hediye etmek ve bilhassa
geridekilerin de onlara katılacağını düşünerek kamil iman ile gitmek için
hazırlanmak üzere inşa Allah (Allah dilerse) diye ilâhî iradeye sığınmak vardır
ki, bunun özeti ölülerden birşey dilenmeksizin onlara sadece ruhlarını şad
edecek, Allah katında mertebelerini yükseltecek sevap hediye edip, her ne
dileyecekse Allah'tan dilemek ve bütün kalbiyle ahireti, sonunda o kabirlere
gidileceği ve o kabirlerin deşileceği ve gönüllerdekinin derileceği, insanların
dağılmış çekirgeler ve dağların atılmış boyalı yünler gibi olacağı ve amellerin
tartılıp tartıları ağır basanların razı olan geçime ve hafif gelenlerin kızgın
ateşe ayrılacağı günü düşünüp Allah'a kâmil iman ve güzel amel ile ermek azmini
kuvvetlendirerek, insanları aldatan gurur ve çokla öğünme hırsından sıyrılıp
tartıda ağır basacak hayır işlerle hayatın feyiz ve meyvesini derlemeye
çalışmaktır. Ölenler, Allah katında derecelerine göre ya razı olan geçim veya
kızgın ateşe gitmek üzere Allah'a dönmüş veya döndürülmüşlerdir. Hayatta
olanlar da "Kişi sevdiğiyle beraberdir..." sözü üzere sevdikleriyle
haşrolunacaklarından, iyileri sevenler iyilerle, kötüleri sevenler de kötülerle
haşrolunacaklardır. Sevginin kıymeti de "İnananlar en çok Allah'ı
severler." (Bakara, 2/165) âyeti gereğince Allah için olması ve "De
ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Al-i
İmran, 3/31) emri gereğince Allah için itaatte bulunmak dolayısıyladır. Yoksa
ölenler Allah katında ne kadar iyi olurlarsa olsunlar. "Onlar bir ümmetti,
gelip geçti: Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir.
Siz, onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara, 2/134) âyeti
hükmünce, geçmişlerdir. Onların kazancı kendilerine, sizin kazancınız sizedir,
siz onların amellerinden sorumlu olacak değilsiniz. Onun için onlarla öğünme ve
gururlanmanın mânâsı yoktur. "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden
yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşması gereğince ibadet Allah'a ve
yardım ise ancak Allah'tandır. Allah için halka yardım öğülmüş ve emredilmiş
ise de halktan dilenmek kötülenmiştir. Dirilerden istenmesi caiz olmayan,
şeyleri ölülerden istemenin hiç yakışmayacağı da açıktır. Onlardan faydalanma,
onların O hallerini ve gidişatlarını düşünerek ilmî, amelî eserlerinden ve
güzel gidişatlarını yaşatmak suretiyle ruhaniyetlerinden istifadedir.> Onun
için İbnü Abidin (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) "Redd-i Muhtar"da
der ki: "Veliler, Allah'a yakınlıkta farklıdırlar. Ziyaret edenlerin
menfaatleri de, marifetleri ve sırları oranındadır." Bir insanın bir kitaptan
bir proplemini halletmesi, geçmişlerden bir istifadesi olduğu gibi, bir kabri
ziyaretle bir kitap okur gibi düşüncenin uyandıracağı hatıralara göre bir etki
alması da tabiidir.
Bunun en güzeli de meydana gelen kalp inceliği
ile ahiret hissini duyup, o uyanma ile hayata dönmek ve gaflet perdesini
sıyırıp, kalan ömrünü hayır ve iyilikler ile Hakk'a kavuşanlara katılmak üzere
hak yolunda güzel amellerle geçirmek azmini beslemektir ki, hadis-i şerifte
buna: "Çünkü o size ahireti hatırlatır." diye tenbih edilmiştir. Böyle
uyanma ile ibret alınması lazım gelen kabir ziyaretini, zıddına olarak, öğünme
gururuyla çoklukla öğünmek için yapmak, sıkıntının, gafletin son derecesi
olduğundan dolayı öyle yapanlara "Çoklukla övünmek, sizi kabirlere
varıncaya kadar oyaladı." hitabıyla azarlama yapılmıştır. Bu açıklama,
kabir ziyareti, hakikat mânâsına olduğu takdirdedir. Buna, "Çoklukla
öğünmek sizi ta kabirleri ziyaret edişinize kadar oyaladı." yani kabirleri
ziyaret ettiğiniz zaman o çokla gururlanma ve oyalama kalmadı veya kalmaz,
mânâsı verildiği takdirde gaye, gaye edilenden hariç olacağından kabir
ziyaretlerinin dünya hırsına çokla öğünme ve oyalamaya son vereceğine de işaret
edilmiş olur. Fakat yukarda açıklandığı üzere tefsirciler bu takdirde kabir
ziyareti hakikat mânâsına olmayıp, ölümden kinaye olacağını söylemişlerdir.
Çünkü çoklukla öğünmeye kesin şekilde son veren ölümdür. Gerçi bir ölü başında
bulunmak ve bir cenazeyi kabre götürüp defnetmek veya sonra kabrini ziyaret
etmek hallerinde de açıklandığı üzere kalbi olanlara bu anahtar ve hatırlatma
hükmü inkişaf etmez değilse de bu, genel ve kesin olmadığı gibi, bunlar
hakikatle hep ölümün fer'i ve gereğidirler. Bir de bunlar istenildiği takdirde
yasak ve kötülenmiş değil, sözün gelişi gayeye yönelik olarak vacip veya mendub
olmak gerekir. Yani asıl maksat oyalamayı beyan ile zorlama ve azarlamadan çok
kabir ziyaretine sevketmek demek olur. Fakat bu haddizatında güzel bir mânâ
olmakla beraber, bundan sonraki ile zecr (yasaklama)e uygun düşmez. Çünkü
kelâmın sevki, gereğinde kelâmın yasaklama ve tehdidi, doğrudan doğruya
ziyarete yönelmiş olmak lazım gelir. Bu ise zıtlık ve çelişki olur. Bundan
anlaşılır ki, kelâmın sevkedildiği şey kabir ziyareti değil, oyalama ve çokla
öğünmekle kınamadır. Kelâmın yasaklama ve zorlaması da ona yöneliktir. Önceki
vecihlerde ise çokla öğünmek için olan kötülenmiş kabir ziyareti bahis konusu
olarak gaye, gaye edinilende dahil olduğu için bu mahzur varid olmadığı gibi,
gaye, gaye edilenden, kelâmın sevkedildiği şeyden hariç olmak üzere ölüm
mânâsına olduğu takdirde de varid olmaz. Ve meâl şu olur: "Çokla öğünmek
sizleri öyle gaflete düşürdü ki, tâ canlarınız çıkıncaya, tenleriniz kabirlere
girinceye kadar.
3. İş öyle değil, sakının, öyle kabir
ziyaretine varıncaya kadar çoklukla öğünme ve gururlanma ile oyalanmayın, sonu
kabre varan dünyada çok önemli olan görevi unutup da boş, gelip geçici şeylerle
eğlenip oyalanmak, mal çokluğuyla gururlanmak aklı olanlara yakışmaz; gerçek,
sandığımız gibi değil. İlerde bileceksiniz. Ne büyük gaflette bulunduğunuzu,
bulunduğunuz halin sonu ne kadar kötü olduğunu, sonucunu gördüğünüz zaman
anlayacaksınız.
4. Sonra, hayır, ilerde bileceksiniz. Öncekini
tekiddir. İkincinin birinciden daha belagatlı olduğuna delalet içindir. Bir de
önceki ölüm sırasında veya kabirde, ikincisi de ölümden sonraki dirilme
sırasında denilmiştir.
5-6. "Hayır öyle değil." Önceki
yasaklamaları bir daha te'kiddir. Râzî der ki: "Bu iadenin güzel oluşu,
çünkü her yerde 'ya diğer yerlerindekinden başka bir şey takip ettirmiştir. Bu
şöyle demek gibidir: Yapmayın azabı hak etmiş olacaksınız, yapmayın daha diğer
zararlara giriftar olacaksınız. Bu gibi tekrarlar ise belagatçılar katında
çirkin değil, güzeldir, faydalıdır. Fakat Hasen'den rivayet edildiği üzere bu
üçüncü 'nın "hakikaten, gerçekten" mânâsına olması da yakışır, yani
doğrusu . Yakîn (kesin bilgi) ile bilesiniz. Dilimizde Arapça'dan olan
"yakîn" ile sırf Türkçe olan "yakın" kelimelerini birbirine
karıştırmamak gerekir. Türkçe "yakın", Arapça "karib" demek
olduğu malumdur. Bununla beraber Arapça olan "yakîn" de dilimize öyle
mal olmuştur ki, çokları Türkçe "yakın"ı bile Arapçası gibi yazarlar.
Bu kelimenin ilim ve edebiyat ıstılahımızda kıymeti çok büyüktür. Bütün ilim ve
fende aranan gaye bu yakîne ermektir. Onun için "ilme'l-yakîn",
"ayne'l-yakîn", "hakka'l-yakîn" deyimleri de birer klişe
olmuştur. Yukarılarda da geçtiği üzere "yakîn" aslında şeksiz ve
tereddütsüz ilim mânâsına "yakn" gibi masdar veya mübalağalı ism-i
fail olup ilmin sıfatından olarak bilinmektedir. "Müteyakkan" (şeksiz
şüphesiz bilinen) mânâsına malumun sıfatı olarak da kullanılır. Özellikle
"ölüm"ün de ismi olmuştur. Rağıb der ki: İlmin sıfatı olan yakîn,
anlayışın sebatıyle nefsin sükunudur. Marifetin, dirayetin ve benzerlerinin
üstündedir. İlm-i yakîn (kesin bilgi) denilir, marifet-i yakîn denilmez.
Seyyid'in beyanına göre de sözlükte yakin, şek ve şüphe olmayan ilimdir.
İstılahta, "o şey öyledir diye öyle inanmaktır ki, başka türlü olması
mümkün değil, inancı ile beraber olaya uygun ve yok olması mümkün olmayan bir
inanç ola. (Bu tarifin, ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn
mertebelerinin açıklaması hakkında Bakara Sûresi'nde "Onlar ahirete de
kesinlikle inanırlar." (Bakara, 2/4) ve Vâkıa Sûresi'nde "İşte kesin
gerçek budur." (Vâkıa, 56/95) âyetlerinde söz geçmişti. Oraya bkz.).
Burada şunu söyleyelim ki, bu âyette mef'ul-i mutlak "kesin bilgi"
tamlamasında yakînın üç mânâsına göre üç ihtimal vardır:
Birincisi: Yakîn ilmin sıfatı olmak mânâsıyla
mevsufun sıfata veya âmmın hassa izafeti kabilinden olmasıdır ki, yakîn ilim,
yakîn denilen sağlam biliş demektir.
İkincisi: İlmin malumuna izafeti kabilinden
olmasıdır ki, emr-i müteyakkane yani şeksiz malumunuz bulunan şeyleri
bilirsiniz gibi demektir. Tefsircilerin pekçoğu bu mânâyı söylemişlerdir.
Üçüncüsü: "el-Yakîn", mevt (ölüm)
mânâsına olarak ölümü bilmek, ölümü biliş, yahut ölüm ilmi, ölüm bilgisi ile
ilerisini bilseniz, demek olur. Bazı tefsirciler de burada bu mânâyı
vermişlerdir.
İnsanların ölümü bilişleri üç mertebededir:
Birincisi: Her aklı olan, benzerlerinin
ölümünden inceleme ve kıyas yoluyla delil getirerek kendinin öleceğini de
şüphesiz bilir ki bu ilme'l-yakîndir.
İkincisi: Ölüme çok yaklaştığında melekleri
açıkça görmesiyle ölümü bilir ki bu da ayne'l-yakîndir.
Üçüncüsü: Tam öldüğü andaki biliştir ki, o da
hakka'l-yakîndir. Önce ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn malumu olan yakîn o zaman
kendisi olarak tahakkuk etmiştir. İlme'l-yakîn, bu üç mertebeye âmm olarak da
kullanılır. Bu mânâlarla ilm-i yakîn ve ilm-i mevt (ölüm bilgisi) deyimi, mesela
matematik ilmi, tıp ilmi, hayat ilmi, ruh ilmi (psikoloji), din ilmi, felsefe
ilmi deyimleri kabilinden olarak
mânâ: Yakın bilgisini, ölüm bilgisini hakkıyla
bilseniz de o ilim ile ilerisini, sonuçtaki cezayı bilseniz! demek olur. Sonra,
bütün tefsirciler burada in cevabının hazfedilmiş olduğunda ittifak etmiş
görünüyorlar. Ancak takdirinde bir-iki vecih söylemişlerdir:
1- Eğer ilerisini şüphesiz ilimle bilseniz
öyle yapmazdınız, mal çokluğu ile öğünme sizi oyalamazdı, diye, öneri ile
tayindir.
2- Zihinler mümkün olabilen her şekli düşünsün
diye kapalı bir şekilde korkutmayı en yüksek derecede büyütmek üzere haziftir
ki, eğer ilerisini şeksiz ilimle bilseniz neler neler yapardınız, yani öyle
çalışır, öyle işler yapardınız ki, şimdi onun içeriği tarif ve tavsife sığmaz.
Fakat biliyorsunuz, bilgisizlik ve gurur ile yanlış gidiyorsunuz, çokla öğünmek
ve gururlanmakla vakit geçiriyorsunuz, demek olur. Tahkik ehlinin tercihleri de
bu ikinci vecihtir.
Birçok kimseler ilim denilince, ilmin lafını
etmek, onunla düşük ve fani maksatlar elde etmek zanneder. Lafıyla öğünmek ve
çokla gururlanmayı, ilmi ve ilmin adını düşük maksatlar için kullanmayı hüner
sayar. Halbuki düşünülürse, tefsircilerin hatırlattıkları vechile, bu âyette
âlimlere çok büyük tehdit vardır. Zira bu âyet gösterir ki, çokla öğünmenin
sonundaki âfet ve felakete kesin ilim hasıl olsaydı çokla öğünme ve
gururlanmadan vazgeçerlerdi. Bu ise suçu gerektirir: Demek ki, çokla öğünme ve
gururlanmayı terketmeyenlerde yakîn (kesinlik) hasıl olmaz. O halde ilmin
gerçeğini sezmeyerek kötüye kullanan, bildiklerine imanı olmayan, bilgisiyle
ilme yaraşır amelde bulunmayan, onunla beraber bilgin adını taşımak
isteyenlerin vay haline, vay haline. İlmin şartlarından birisi ve hatta en
birincisi güzel amellerin en şiddetli uyarıcılarından olmasıdır. O, amel
zamanında önünde bulunursa rehber, teşvikçi, öğütçü olur. Amel vakti geçtikten
sonra olursa, o vakit de hasret ve nedamet olur. Bu hasret şöyle bir misal ile
temsil edilir: Bir yolcu kâfilesi karanlık bir yerden geçmişler. Geçerken
ayaklarına ilişen birtakım taşlardan zahmet çekmişler. Bir çokları sadece o
zahmetten bir an önce sıyrılıp çıkmayı düşünerek geçip gitmişler, bazıları da o
karanlıkta onlardan biraz alıp ceplerine, torbalarına koymuşlar. Sonra karanlıktan
çıktıkları vakit bakmışlar ki o taşlar cevahir (kıymetli taşlar) imiş. O zaman
her iki kısım da hasret ve nedametle ah çekmiş. Almış olanlar, "ah niye
daha çok almadık" diye gam yemişler. Almayanlar da: "ah niye biz hiç
almadık" diye çırpınıp dövünmüşler. İşte kıyamet günü kıyamet ehlinin hali
bunun gibi olacaktır. Çalışanlar, "niye daha iyi çalışmadık" diye;
çalışmayanlar da, "niye biz çalışmadık" diye üzüleceklerdir. Onun
için gençler, hayat ve memat (ölüm) için karanlıkları aydınlatacak olan yakîn ilmine
(kesin ilme) çalışmalı, ilmi olanlar da güçleri yetebildiği kadar bilgilerini
ahirette işlerine yarayacak, tartılarında ağır basacak güzel ameller yapmak
için tatbik ve icraya çalışmalı, dünya zevki geçirmeye, dünyada kalacak
servetler toplamaya uğraşmamalı, kazançlarını hak ve hayır uğrunda
sarfetmelidirler. Zira bu dünya eğlenecek yer değildir, istikbal geçidi, sırat
çok tehlikelidir. Buyuruluyor ki:
Vallahi o cehennemi muhakkak göreceksiniz. O
cehennem, önceki sûredeki "haviye" (çukur), nâr-ı hamiye denirken
kızgın ateştir. Bununla o tefsir edilmiş, cehennem ateşi demek olduğu da
anlatılmıştır. İlk bakışta bu âyet yukarıki in cevabı ve lâm-ı ibtidaiye
(başlama lâmı) sanılır. Fakat öyle değildir. Demin açıklandığı üzere in cevabı
hazfedilmiş, bu "lâm", kasem (yemin) için olarak, cümle, hazfedilmiş
cevabın sebebi olmak üzere baştan tehdittir. Bunun doğrudan doğruya e cevap
olmamasının sebebini tefsirciler şöyle izah etmişlerdir. Zira " edatı bir
şeyin imkânsız oluşu sebebiyle diğer bir şeyin de imkânsızlığını ifade
içindir." Yani asıl vaz'ı şartının vuku bulmamasından dolayı cevabının
vuku bulmadığını ifade içindir. Şu halde bu cümle ona cevap olsaydı, mânâ:
kesin ilim (ilm-i yakîn) bulunmadığından dolayı o cehennemin görülemediğini
anlatmaktan ibaret olurdu. Durum bu ise sözün cereyanından ve bundan sonraki
âyetlerin devamından anlaşılıyor ki maksat, o cehennemin, şimdi niçin
görülmediğini beyan değil, ilerde muhakkak olarak görüleceğini beyan etmekle
korkutmadır. Bu ise bunun e cevap değil, başlı başına ibtida-i kelâm (kelâm
başlangıcı) olduğuna karinedir. Bu şekilde de lâmın kasem için olması açıktır.
Gerçi bunu e cevap yaparak ve görmeyi ilim mânâsına, kalp görmesine yorarak,
dolayısıyla o korkutma ve tehdit mânâsını anlamak da mümkündür. "Eğer kat'i
ilimle bilesiniz, elbette o cehennemi görecektiniz, yani göreceğinizi muhakkak
bilecek anlayacaktınız, fakat bilmiyorsunuz. Onun için şimdi görmüyor,
anlamıyorsunuz. Ama ilerde göreceğiniz muhakkak" demek olabilir. Fakat bu
daha dolambaçlı, daha uzun bir yoruma ve takdir olur. Öbürü ise daha sade ve
daha açıktır.
7. Sonra yemin olsun ki cehennemi yakin
gözüyle göreceksiniz. Bu "ayne'l-yakîn" (yakîn gözü) tamlamasındaki
"ayn"da iki vecih vardır. Birisi: "Ayn", göz mânâsına
olmasıdır. Yakîn gözüyle, açıkça, önünüzde göreceksiniz, demek olur. Rü'yet
(görmek)den zahir olan budur. Bu şekilde önceki görmek (rü'yet) tehdit, ikinci
rü'yet mahşerde, sıratta görme demektir. Diğeri de "ayn", zat
mânâsına olmaktır ki yakînin zatından, kendisinden ibaret olan bir görüşle
göreceksiniz, demek olur. Tefsircilerin çoğu burada mânâ bu olduğunu
söylemişlerdir. Bu ise hakka'l-yakîn mânâsının aynı demektir. Bunda bilen,
biliş, bilinen, gören, görüş ve görünen hep aynı şey olarak birleşmiş olur.
Böyle biliş ve görüş de Allah korusun ancak o cehenneme girmekle olur. Onun
için buna göre de demişlerdir ki, önceki rivayet (görüş), ortaya çıkış
esnasında, sonraki görüş girme esnasındadır.
8. Sonra vallahi o gün o nimetlerden muhakkak
sorulacaksınız.
Naîm , kendisiyle tad alınan her türlü nimeti
içerir. Hayat, sıhhat ve afiyet ve hatta içilen bir yudum tatlı, soğuk su da
bunda dahildir. Sözün gelişine göre hitap, malla öğünme kendilerini oyun ile
oyalamış olanlara; o nimetlerden maksad da öyle oyun ve gafletle tadılarak ve
nimetlenerek dinden veya dinin görevleri ve sorumluluklarından alıkoyan
nimetler olmak açık görünür. Bu şekilde sorudan, sorgudan maksat da, o gün
elden gidecek olan o nimetleri başa kakmak, onların acılarını, azaplarını
çektirmektir. Onun için "Keşşâf"ta der ki: "İnsanın sorumlu
olacağı ve cezalandırılacağı nimetler nedir? Çünkü hiçbir nimeti olmayan kimse
yoktur, dersen, derim ki: O bütün himmeti lezzetlerini elde etmeye sarfedilmiş
olan, ancak hoş yemek ve yumuşak giyinmek, vakitlerini eğlence ve oyunla
geçirmek için yaşayan; ilim ve amele, layık oldukları önemi vermeyen; nefsine
onların zorluklarını yüklemek istemeyen kimselerin nimetleridir. Fakat Allah
Teâlâ'nın sırf kulları için yarattığı nimeti ve rızıkları ile faydalanıp,
onlarla ilim tahsiline ve gereğince güzel ameller yapmaya çalışmak için kuvvet
alan ve şükrünü yerine getirmeye çalışan kimseler ondan hariçtir. Resul-i Ekrem
(s.a.v.) hazretleri rivayet olunduğu üzere ashabıyla bir hurma yiyip, üzerine
su içtiklerinde "Bizi doyuran, suya kandıran ve müslümanlar olarak yaratan
Allah'a hamdolsun." diye hamdederek buna işaret buyurmuştur.
Bunda dinden büsbütün gaflet eden kâfirler
dahil olduğu gibi, dinî yükümlülüklerden gaflet eden fasık müminler de dahil
olur. Yani bunlar, hep o nimetlerden sorumlu olacaklardır. Şükrünü bilen salih
müminler değil. Beydâvî bunu şöyle özetlemiştir: "Naim (nimetler), yani o
sizi oyalayan nimetler demektir. Hitap, dünyası dininden alıkoyan her kimseye,
naim de onu işgal edene mahsustur. Çünkü karine ve "De ki: 'Allah'ın
kulları için var ettiği zineti ve temiz rızıkları kim haram etti?" (A'râf,
7/32) gibi birçok nasslar ona delalet eder. Bununla beraber ikisi de geneldir.
"Herkes şükründen sorumlu olacaktır." da denilmiş; "Âyet,
kâfirlere mahsustur." da denilmiştir. Hakikatte Hasen, Mükatil ve İbnü
Abbas'dan rivayet edilerek bazı tefsirciler bu sûredeki hitapların kâfirlere,
bundan dolayı bu âyetteki sorunun da cezalandırma sorusu olarak onlara mahsus
olduğuna kani olmuşlardır. "Biz hiç, bir nankörden başkasını cezalandırır
mıyız?" (Sebe', 34/17) buyurulmuş olmasıyla da delil getirmişlerdir. Fakat
bundan maksad nimeti inkâr etme olduğuna göre önceki mânâya eşit olur. Diğer
bir kısım tefsirciler de sûrenin sonundaki bu hitabın gerek kâfir, gerek mümin,
gerek fasık, gerek salih bütün insanlara ait bir hitap, naimin de her nimeti
içeren nimetler cinsi olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde sorudan maksat,
yalnız başa kakmak için azarlama ve ceza sorgusu demek olmayıp, inkâr veya
şükrü ortaya çıkaran ve ona göre ya ceza veya mükafat ile neticelenecek olan
soru demek olur. Buna bir hayli haberlerle delil getirmişlerdir. Bu cümleden
olarak: Tirmizî'nin Abdullah b. Zübeyr'den, babasından rivayet ettiği üzere
âyeti nazil olduğu zaman Zübeyr b. Avvam (r.a.): Ey Allah'ın Resulü! Biz hangi
nimetlerden sorgulanacağız? "O iki karadan ibaret: Hurma ve su!"
demişti. Resulullah: "Haberiniz olsun ki o olacak." buyurdu. Ebu
Hüreyre'den rivayette: "İnsanlar ey Allah'ın Resulü, biz hangi nimetlerden
sorgulanacağız? Onlar iki siyahtan ibaret düşman hazır, kılıçlarımız
boyunlarımızda, demişlerdi. Resulullah: "Muhakkak bu olacaktır"
buyurdu. Tirmizî öncekine hasen ve ikinciden çok sahih, demiştir. Yine Ebu
Hureyre'den: Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: Kıyamet günü ilk önce sorulacak
(yani kula nimetlerden sorulacak ilk soru) ona: Biz senin cismine sıhhat
vermedik mi? Ve seni soğuk suya kandırmadık mı? denilmektedir. Tirmizî buna,
"garib" demiştir. Hz. Ömer'den rivayet olunmuştur: Hangi naimden
sorulacağız ey Allah'ın Resulü? Halbuki memleketimizden ve mallarımızdan
çıkarıldık." demişti. Resulullah da, sizleri sıcaktan ve soğuktan koruyan
meskenlerin, ağaçların, çadırların gölgeleri ve sıcak günde soğuk su,
buyurmuştur. "Kendi yurdunda emniyette, bedeni afiyette, gününün azığı
yanında olan kimse sanki dünya tamamiyle ona tahsis edilmiş, onun olmuş
gibidir." hadisi de ona yakındır.
Bir de Resulullah zamanında bir genç müslüman
olmuştu. Resulullah ona Sûresini öğretmişti. Sonra da onu bir kadınla
evlendirmişti. Kadının yanına girip de büyük bir cehiz ve birçok nimet görünce,
"ben bunları istemem" diyerek çıktı gitti. Peygamberimiz sebebini
sorunca: "Sen bana "Sonra o gün nimetlerden muhakkak
sorulacaksınız." diye öğretmedin mi? Ben onların cevabını vermeye güç
yetiremem." dedi, diye rivayet edilmiştir. Ve Enes'den rivayet edilmiştir
ki: Bu âyet nazil olduğu zaman bir muhtaç kalkmış, "Benim üzerimde
nimetten birşey var mı?" demişti. Resulullah "gölge, iki nalın, soğuk
su" buyurdu.
Bu hususta rivayet edilen haberlerin en
yaygını, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbnü Mâce ve daha diğerlerinin Ebu
Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.)
dışarı çıkmıştı. Ebu Bekir, Ömer (r. anhüma)'e rastladı. "Bu saatte sizi
evlerinizden çıkaran nedir?" buyurdu. "Açlık ey Allah'ın
Resulü." dediler. "Nefsim yed-i kudretinde olan yüksek zata yemin
ederim ki, beni de sizi çıkaran çıkardı. Öyle ise "kalkın" buyurdu.
O'nun emrinde kalktılar, Ensar'dan bir zatın evine gittiler. Vardılar ki o,
evinde yok, hanım: "Buyurun, merhaba" dedi, Peygamber (s.a.v):
"Filan nerdedir?" buyurdu. "Bize iyi su almaya gitti."
dedi. Derken Ensarî geldi, Peygamber'i ve iki arkadaşını görünce: "Allah'a
hamdolsun, bugün benden daha kerim (şerefli) misafirli kimse yok." dedi,
hemen gitti, bir hurma dalı getirdi, koruğu da hurması da vardı. "Bundan
buyuradurun." dedi ve kendisi bıçağı aldı, "Resulullah, sağılır sakın
kesme!" buyurdu. O hemen onlar için bir koyun kesti, o koyundan ve o
hurmadan yediler ve su içtiler. Ne zaman ki doydular ve kandılar, Resulullah
(s.a.v.) Ebu Bekir ve Ömer'e buyurdu ki: "Nefsim kudret elinde olan
Allah'a yemin ederim ki kıyamet günü bu nimetten sorulacaksınız".
İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin İbnü
Abbas'dan rivayetlerinde de:
Nebi (s.a.v.) ve iki arkadaşı Ebu Eyyüb
el-Ensarî hazretlerinin evine gittiler, hanım: "Merhaba Allah'ın Nebisi
(s.a.v.) ve yanındakiler!" dedi. Derken Ebu Eyyüb geldi bir hurma salkımı
kesti, Hz. Peygamber: "Bunu bizim için niye kestin meyvesinden toplasaydın
ya!" buyurdu. "Ey Allah'ın Resulü hem kuru hurmasından, hem tam
olgunlaşmayanından, hem olgun tazesinden yemenizi arzu ettim." dedi. Sonra
bir oğlak kesti, yarısını kebap etti, yarısını pişirdi, Peygamber'in huzuruna
getirip koyduğu zaman oğlaktan biraz aldı, onu bir yufkaya koydu da: "Ey
Eba Eyyüb! Bunu Fatıma'ya yetiştir, zira günlerden beri o böylesini
tatmadı." buyurdu. Ebu Eyyüb de onu Fatıma (r.anha)'ya yetiştirdi. Ne
zaman ki yediler ve doydular, Nebi (s.a.v.): "Ekmek, et, hurma, henüz
olgunlaşmamış hurma, olgun taze hurma." buyurdu ve mübarek gözleri
yaşardı, "nefsim kudret elinde olan yüce Allah'a yemin ederim ki işte bu
sorulacağınız nimetlerdir, Allah Teâlâ "Sonra o gün nimetlerden muhakkak
sorulacaksınız." buyurdu, bu işte o kıyamet günü sorgulanacağınız
nimetlerdir." dedi. Bu, ashabına ağır geldi. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.) buyurdu ki: "Böylesine rastlayıp da el sürdüğünüz zaman
"Allah'ın adıyla" deyin; doyduğunuz zaman da: "Hamdolsun Allah'a
ki bizi doyurdu, nimetler verdi ve lütfuyla ihsan buyurdu." deyiniz, çünkü
bu ona yeterlidir".
Daha bunlar gibi hadislerden dolayı bu sorunun
mümin ve kâfire genel olduğunu söylemişlerse de, bu son hadis Keşşaf'ın da
seçmiş olduğu üzere şükredenlerin bu sorudan kurtulacaklarına delalet
etmektedir. Fakat İmam Râzî "Tefsir-i Kebir"inde demiştir ki: Doğru
olan, soru nimetlerin, gerek lüzumlu olanlar ve gerek olmayanlar, hepsinden
mümine ve kâfire genel olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın lütfettiği şeylerin
hepsi onun isyanına değil, itaatine sarfedilmek vaciptir. O halde soru da
hepsinden vaki olur. Bunu, rivayet olunan şu nebevi hadis de tekit eder:
"Kıyamet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları kımıldamaz:
Ömründen; onu ne ile yoketti. Gençliğinden; onu nerede çürüttü. Malından; onu
nereden kazandı ve nereye sarfetti. İlminden; onunla ne yaptı." Zira
Peygamber (s.a.v.)'in bu zikrettiklerinde her nimet dahil olur. Bununla beraber
Râzî şunu da hatırlatmıştır: Fakat kâfire olan soru, azarlama sorusudur, çünkü
o şükrü terketmiştir. Mümine olan soru, şereflendirme sorusudur, çünkü şükür ve
itaat etmiştir.
Bunun özeti, burada sorumluluğun mânâsı, her
nimetin kötü kullanılmasına; yerine sarfedilip edilmediğine göre sevap ve ceza
gerektirmesi mânâsına, borçlanmanın hükmü olan sorumluluk demek olur. Bu
sorumluluk ise gerek kâfir, gerek mümin her mükellef için şüphesizdir. Görevini
yerine getirmeyip nimeti kötüye kullanan ceza için sorumlu, görevini güzel
yapanlar da ecir ve sevap ile ödüllendirilmek için sorumludur. Hiçbiri ihmal
edilecek değildir. Ve şüphe yok ki, nimet ne kadar çok olursa, görevi de o
oranda çok ve zor, sorumluluğu da o oranda büyük ve ağır olur. Onun için burada
çokla öğünmenin oyalaması bahis konusu olmuştur. Onun için Resulullah ve ashabı
geçimlerinde ümmetin en fakirleriyle düşüp kalkarak çokla öğünmekten son derece
çekindirmişlerdir. Yukarılarda da bilindiği üzere Hz. Peygamber ve Hz. Ebu
Bekir zarurî fakirlik ile fakir değillerdi. Zikredilen o açlık halleri bütün
ellerindekini Allah için ümmetin ihtiyaçlarına sarfetmekten haz duydukları
isteğe bağlı fakirlik ile kerem ve sabır halleri idi. İsra Sûresi'ndeki
"Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak da elini tamamen
açma, sonra kınanır açıkta kalırsın." (İsrâ, 17/29) âyeti de bu gibi
sebeplerle iktisadı tavsiye ederek nazil olmuştu. Şu halde görevli olmanın bir
gereği demek olan sorumluluk, yalnız kâfirlere mahsus olamaz, elbette müminlere
de şamildir. Bununla beraber Râzî'nin pek mutlak olan genellemesinde de birkaç
noktada problem vardır:
Birinci olarak: "Kim mecbur kalırsa
(başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (haram kılınanlardan) yemesinde bir
günah yoktur." (Bakara, 2/173) âyeti gereğince zaruret hallerinde günah
kaldırılmış olduğundan dolayı zaruret ölçüsünde sorumluluk kalkıyor demektir.
Şu halde zaruret derecesi soru ve hesaptan istisna veya tahsis edilmek gerekir.
Nitekim "Zevaid-i Zühd"de Abdullah b. İmam Ahmed'in ve Deylemî'nin
Hasen'den naklettikleri şu hadis de buna delalet eder. Resulullah (s.a.v.)
buyurdu ki: Demiş: "Üç şey, kul onlarla sorgulanmaz: Gölgeleneceği bir
çatı gölgesi ve belini kuvvetlendireceği bir ekmek kırığı ve avret yerlerini
örteceği bir elbise". Bu şekilde Râzî'nin nimeti mutlak kabul etmesi üzere
"malabudde minhu"den genellemesi cay-ı nazardır.
İkinci olarak: Asıl korkulacak mesele azarlama
ve ceza sorusudur. Bunu ise Râzî, kâfirlere tahsis etmiş olmakla genelleştirmiş
değil, "hitap, kâfirleredir" diyenlere iştirak etmiş oluyor:
Üçüncü olarak: Azarlamanın sebebini açıklarken
şükrü terketmenin ve şeref vermenin sebebini şükür ve itaat ile talil ediyor,
halbuki şükür ve itaat eden kamil mümindir. Fasık, mümin olmakla beraber
itaatsizlik etmiş, eğlence ve çokla öğünmeye kapılmıştır. O hade azarlama
sorusu da yalnız kâfirlere mahsus olmayıp fasıkları, asileri de içine alması
gerekir. Görevli olmanın gereği sorumluluk da bunu gerektirir. Şu halde
meseleyi "Keşşaf"ın izah ve "Beydâ-vî"nin özetlediği üzere
bu âyette azarlama sorusu ve ceza sorusuna, hitabı gerek kâfir, gerek mümin
çokla öğünme kendilerini alıkoyanlara, genellemeyi de -ahd lam'ı ile- alıkoyan
nimetlere tahsis ederek anlamak en doğru tefsirdir. Nitekim bundan sonraki Asr
Sûresi'ndeki "Ancak iman eden ve güzel amel işleyenler... müstesna."
(Asr, 103/3) istisnasıyla bu mânâ tamamen beyan edilmiş ve açıklanmıştır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Tekasur Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.