Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tebbet Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
111-TEBBET:
Helâk oldu. Bu fiil esasen bir durumu haber
vermekle birlikte dilek kipi de olabilir. Dilek kipi olması, ya tekvînî şekilde
zarar görmesini dilemek, yahut da Arapların adetlerinde olduğu gibi
"Kahrolası" şeklinde beddua olarak hüsran ve helâkı hak ettiğini
anlatmak suretiyle kınamak ve çirkin görmek mânâsınadır. Söz konusu fiili, ilk
nüzûlüne bakarak çokları, bu mânâda yorumlamışlardır. Bu yüzden "elleri
kurusun" şeklindeki tercüme pek yaygındır. Eli kurusun tabiri daha ziyade
yani "eli çolak olsun" mânâsında kullanılmaktadır. Bununla beraber
mecâzî anlamda iflâs etsin, elinde avucunda bir şey kalmasın, tutacağını
tutamasın ve her tuttuğu boşa çıksın gibi beddua mânâsına da gelmektedir ki, bu
şekilde terceme edenlerin maksadı da budur. Bu fiile, yuh olsun, perişan olsun
gibi mânâ vermek, de olduğu gibi tebâbın anlamına daha uygun görünmektedir.
Ancak Ebu Leheb'in Bedir Savaşı'nın arkasından ümitsizliğe düşerek ölmesi ve
Nasr Sûresi'nin inişinde onun hüsrân ve helakinin gerçekleşmesi sebebiyle
Tebbet Sûresi'nin tertibde buraya konulması, söz konusu kelimenin meydana gelen
bir durumu haber verdiğini ifade etmektedir. Hatta Peygamber'in şanlı vefatıyla
dahi Ebu Leheb'in isteğinin yerine gelmeyip, bilakis helakinin gittikçe daha
çok artacağına işaret sayılmaktadır. Bu da, fiilin gereği olarak kınama mânâsı
taşımasına engel teşkil etmez. Yani, sadece ona yuh olsun değil, helake gitti.
İki eli sağdan, soldan gerek olumlu gerek olumsuz, gerek tutmak ve gerek itmek
için kullanmak istediği bütün sebeb ve vasıtaları, gerek dünyaya gerek dine
uzatmak istediği iki eli de helâk oldu. O Peygamber'in zaferine ve hak dinin
ortaya çıkmasına mani olmak ve küfre sarılmak için müracaat ettiği maddî manevî
şey kendi aleyhine döndü de, yuh diye üflediği elleri hakikaten helâk oldu. Ebu
Leheb'in, Peygamber'e nankörlük ve düşmanlıkta ileri giden ve İslâm dininin
yayılmasına engel olmak için her türlü fitne ve fesat ateşini alevlendirmeye
çalışan Ebu Cehil ve benzeri azgın kâfirlerin küfür ve taşkınlıkları Kur'ân'da
anlatılmış olmakla beraber hiçbirinin adı açıkça zikredilmediği halde, Ebu
Leheb'in ismine özellikle yer verilmesi, ayrıca Peygamber'in zaferini konu
edinen Nasr Sûresi'yle tevhidi konu edinen İhlâs Sûresi arasında bulunması da
dikkate değer niteliktedir. Şöyle ki:
Birincisi: Ona, "Ey suçlular, bugün şöyle
ayrılın (bakayım)." (Yâsin, 36/59) âyetinin ifade ettiği anlam üzere bir
üstünlük vermektir. Onun, Peygamber ile Allah arasına girmek, çoğalmasına mâni
olmak isteyen ateşli düşmanlar arasında nazar-ı itibara alınmaya değer bir
ayrıcalığa sahip olduğuna işaret eder. Çünkü Ebu Leheb, Peygamber'in baba bir
amcası olması sebebiyle hususi bir şerefe haiz bulunuyordu. Böyle iken bu şeref
ve nimetin değerini takdir etmediği ve ona yardım edecek yerde aksine engel
olmak için nankörlük ve düşmanlıkla ateş püskürmek isteyenlerin önüne düşmesi
sebebiyle İslâm düşmanlarının hepsinden daha fazla teessüfe layık olduğunu
bildirerek yine Peygamber'in şanını yüceltmek, onun neseb, şeref ve
haysiyetlerinin üstünde olan Hakk'ın cilvesinin büyüklüğünü göstermektir.
İkincisi: Ebu Leheb, şahsı gösteren bir künye
olmakla beraber lugat itibarıyla asıl mânâsı, alev babası demektir. O itibarla
Peygamber'e ve İslâm'a karşı ateş püskürmek isteyip de, kendini cehenneme atmış
olan kâfirlerin hepsinin temsilcisi olması sebebiyle onun helâki, hepsinin
helâkına misâl yapılmıştır ki, bu da, "Allah'ın nûrunu ağızlarıyla
söndürmek istiyorlar. Halbuki, kâfirler istemese de Allah, mutlaka nûrunu
tamamlamak ister." (Tevbe, 9/32) âyetinin ifade ettiği anlama işaret olur.
Künyeler, alem ismi olmakla beraber yerine göre Hâtem-i Tâi'nin cömertlik, Ebu
Hanife'nin ilim ile şöhret bulması gibi sıfatlık mânâsına gelmelerinden ve
Meânî ilminde Ebu Leheb isminin de "ateş babası" demek olmasından
dolayı, kinâye yoluyla "cehennemlik" vasfına delâlet eden meşhur bir
misâl olarak söylenmiştir. Ayrıca kinâyeler de, hakikatin iradesine engel
olmayacağına göre burada, söz konusu mânânın hususi bir önemi vardır. Yani
maksat sadece Ebu Leheb'in şahsını belirtmekten ibaret olmayıp, onun vasfına ve
bu vasıfta ona benzeyenlerin hallerine de işaret edilmiş demektir. Asıl ismi,
Abdüluzza b. Abdilmuttalib iken yanaklarının pek kırmızı olmasından dolayı
ateşe benzetilerek, Ebu Leheb denilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Çok
ateşli mânâsına gelen "alev babası" künyesi ona başlangıçta, yüzünün
parlaklığı veya canlılığı, yahut hiddet ve şiddeti itibarıyla övgü mânâsı
düşünülerek verilmişti. Ancak bu vasfın hakikatinde "ateş kaynağı
olmak" veya "ateşi sevmek" mânâsının bulunması ve en şiddetli
ateşin de cehennem ateşi olması dolayısıyla Ebu Leheb ismi, kendsini ateşe
sürükleyen "cehennemlik" ünvanına dönüştürülmüş, fiil ve hareketleri
itibarıyla da "cehennemin babası" mânâsına darb-ı mesel olarak
kullanılmıştır. Burada söz konusu nüktenin kastedildiğine özellikle "(o)
alevli bir ateşe girecektir" âyetiyle işaret edilmiştir. Yani Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in amcası olmak gibi yüksek bir neseb, yakınlık, soy ve
şerefe sahip olduğu halde, iman etmeyip de ona düşmanlık ve küfürde ısrar
ettiğinden dolayı Ebu Leheb böyle helâk oldu. O soy ve şeref Ebu Leheb'i
kurtarmazsa Peygamber (s.a.v.)'e buğzedip de tevbe etmeyen diğer insanların ne
kadar bedbaht olacakları ibret nazarıyla düşünülmelidir.
Keşşaf'da denilir ki: "Tekniye"
mastarı, ikram etmek mânâsı ifade ederken burada künye anlamında
kullanılmasının üç sebebi vardır.
1. İsmiyle değil, künyesiyle şöhret
bulmasından dolayı.
2. Esasen ismi, Abdu'l-Uzzâ olduğu halde
künyesi kullanıldığı için.
3. âyetine göre ateş ehlinden olmasından
dolayı künyesinin haline uygun olması sebebiyle.
Ayrıca şerli olan kimseye
"Ebu'ş-Şer", hayır sahibine de "Ebu'l-hayr" denilmesi
kabilinden de Ebu Leheb denilmiştir." Evet, Ebu Leheb'in iki eli, yuha,
hüsrana gitti, helâk oldu. Kendisi de yok oldu. Muradına eremeyip, perişan oldu
ve mahvolup gitti. Ebu Leheb, Peygamber'e karşı Kureyş ile beraber olduğu halde
hasta olduğu için Bedir Savaşı'na bizzat iştirak edememiş, ancak maddî yardımda
bulunarak Ebu Cehil'in kardeşi Âs b. Hişâm'ı kendi yerine göndermişti. Kendisi
"adese" denilen çiçek hastalığına benzer bir hastalığa tutulmuş,
Kureyş'in yenildiğini haber alınca savaştan yedi gün sonra kahrından ölmüştü.
Alûsî ve diğer tefsircilerin naklettiğine göre Kureyşliler, adese hastalığından
tâun gibi sakındıkları için kendilerine de bulaşır korkusuyla ailesinden bile
kimse yanına yaklaşmamış, bu yüzden ölüsü üç gün evde kalıp kokmuştu. Nihayet
utandıkları için Sudâni'lerden birkaç kişiyi ücret karşılığı tutarak
gömdürmüşlerdi. Bir rivayette de bir çukur kazıp ağaçlarla içine kakmışlar ve
örtünceye kadar da üzerine taş atmışlardı. Başka bir rivayete göre de çukur
kazmayıp bir duvarın dibine koymuşlar ve sonra da üzeri örtülünceye kadar taş
atmışlardı.
Demek ki hâdise, Kur'ân'ın on beş sene kadar
önceden haber verdiği tarzda cereyan etmişti. Mamafih durum, sadece bundan
ibaret de değildi. Ebu Leheb, dünyada maksadına ulaşamadığı gibi âhirette de
çekeceği azaptan dolayı hem cismânî ve hem de ruhânî bir zarara uğrayarak helâk
olmuştu.
2. Buradaki istifhâm-ı inkârî veya doğrudan
doğruya olumsuzluk edâtıdır ve Ebu Leheb'in helâkini izah etmektedir. Yani ne
fayda verdi ona? Hiçbir fayda vermedi. Onu kurtaracak hiçbir hayra yaramadı
malı ve kazandığı, yahut kazancı. Buradaki da mevsûl veya mastariyyedir.
Mamafih önceki gibi istifhâm-ı inkârî veya olumsuzluk mânâsını ifade eden edat
olması da düşünülebilir. Malı ona ne fayda verdi? Ve ne kazandığı? Onu
felaketten kurtaracak hiçbir şeye yaramadı ve kendisi de hiçbir fayda elde
edemedi anlamındadır. Ancak "Malı da fayda vermedi, kazancı da."
anlamı, iki elin helâkini izah etmeye daha uygundur. Malından maksat,
sermayesi, kazancından maksat da, kâr ve gelirleri, yahut kazanmak için yaptığı
ticaret ve benzeri işler; veya malı, babasından miras kalan, kazancı da kendi
kazandığı şeylerdir. Ayrıca söz konusu âyette ifade edilen malından kasıt, eski
ve yeni bütün malı, kazancından kasıt da, gerek malından harcamak ve gerekse başka
yollardan faydalanmak suretiyle kendi istek ve arzusuna göre elde ettiği, pay
ve nasip, yani çalışması ve emeği ile yaptığı işler ve sahip olduğu şeylerdir
ki buna, isteyerek çalışıp elde ettiği bütün kazancı, çocukları, sosyal durumu,
kendine ve toplumuna örf ve âdetlerine göre yaptığı iyilikler, ayrıca
Peygamber'e karşı kurduğu tuzak ve düşmanlıkların hepsi dahildir.
İbnü Abbas'tan nakledildiğine göre, âyette
geçen "kazancından" maksat, Ebu Leheb'in çocuğudur. Yine denilmiştir
ki: Ebu Leheb'in oğulları aralarında anlaşmazlığa düşerek, muhâkeme olmak üzere
babalarının yanına gelmişler, derken birbirleriyle çarpışmaya başlamışlardı.
Bunun üzerine Ebu Leheb oğullarını ayırmak için aralarına girmiş ve orada
birisinin itivermesiyle yere düşmüştü. Buna son derece sinirlenen Ebu Leheb
"Çıkarın yanımdan bu pis kazancı." demişti. Bir hadisde de "Her
insanın yiyeceğinin en temizi ve çocuğu kazancındandır." buyurulmuştur.
Dahhâk: "Ebu Leheb'in kazancı, kötü ameli yani Resulullah'a yaptığı
düşmanlık ve kurduğu tuzaktır." derken, Katâde de "Onun kazandığı
şey, bir iyilik yapıyorum zannıyla işlediği ameldir ki, bu "Yaptıkları her
işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline
getirdik." (Furkân, 25/23) mânâsınadır." demiştir. Yine Ebu Leheb'in
eğer kardeşimoğlunun söylediği hak ise, malımı ve çocuklarımı fidye vererek
ondan kurtulurum." dediği rivayet edilmiştir. Verilen bu mânâların
hiçbirisi diğerine zıt değildir. Maksat, tahsis olmayıp, örnek vermektir.
Âyette ifade edilen "kesb", bu mânâların hepsini içine aldığından,
esasen âyetin anlamı şu şekildedir: "Ne malı ne de hiçbir kazancı
kendisine fayda vermedi, onu zarar ve helâkten kurtaramadı.
3. Zira o bir ateşe yaslanacak ki yarın
âhirette bir ateşe girecek ki Gayet alevli, dünyada eşi, benzeri görülmemiş son
derece şiddetli bir alev ve iltihabı olan bir ateş, yani sadece cisimleri yakan
bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere nüfûz eden "Allah'ın tutuşturulmuş
ateşidir ki, gönüllere işler." (Hümeze, 104/6,7) âyetinde buyurulan
cehennem nârıdır.
4. Karısı da ki o Harb'in kızı, Ümmü Cemil ve
Ebu Sufyân b. Harb'in kız kardeşidir. Bu isimlerdeki imâlara da dikkat etmek
gerekmektedir. Bu kelime, fiilinin altında gizli bulunan Ebu Leheb'e ait olan
zamirine bağlıdır. Yani Ebu Leheb'in yalnız kendisi değil, karısı da o ateşe
yaslanacaktır. Diğer kırâetlerin hepsinde kelimesi, haber olarak ötreli okunur.
Bu durumda Ebu Leheb'e bağlanmayıp cümle olarak ondan hal yapılır. Âsım
kırâetinde ise üstün okunur. Bu durumda da şu iki şekil söz konusudur.
1- Kelimesinden hal yapılmasıdır ki, karısı da
odun hammalı olarak cehenneme girecek, Ebu Leheb'i götürecek veya onun ateşini
artırmak için, dünyada küfrüne, arzusuna hizmet ettiğinden dolayı cehennemde de
azabına iştirak ile hizmet edecek demektir. Çünkü "O halde yakıtı insanlar
ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının." (Bakara,
2/24), "O inkâr edenler var ya, ne malları, ne de çocukları onlara,
Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamaz. Onlar ateşin yakıtıdırlar." (Al-i
İmrân, 3/10) âyetlerinde buyurulduğu üzere cehennemin odunu, çırası kâfirler
olduğundan küfre hizmet etmek, cehenneme odun taşımak mânâsına gelmektedir.
Buna göre onun sırtındaki cehennem odununun da, Ebu Leheb'in kendisinin olması
en uygun bir mânâdır.
2- Kınama anlamında mansuptur. "Yani o
odun taşıyıcısı karı" mânâsındadır. Bu durumda, kelimesi üzerinde durmak
câizdir. Burada da "hatab"dan maksat Ebu Leheb'dir. Bundan başka bir
de tâbiri, koğucu, ona buna laf taşıyan bozguncu şeklinde mecâzî bir anlam da
taşımaktadır. Keşşaf sahibi ez-Zemahşerî der ki: "İnsanlar arasında
koğuculuk yapan bozgunculara, "Aralarında odun taşıyor." denilir. Bu
cümle, insanlar arasında ateş yakmak, şerre sebeb olmak anlamında
kulanılmaktadır. Nitekim
"Beyaz insanları, yani yüzleri ak temiz
kimseleri avlamaya çalışmadın,
Alçaklığın sırtına binerek oba arasında yaş
odunla yürümedin."
diyen şair de bu mânâyı ifade etmiş, dumanı
çok olmasından dolayı şiirinde "yaş odun" tabirini kullanarak şerrin
çokluğuna işaret etmiştir." Lisanımızda bu mânâ, "kundakcılık etmek"
şeklinde ifade edilmektedir. "Yangına körükle gitmek" sözünde de aynı
anlam söz konusudur. Ancak, Türkçe'de "odun hamalı" tabirinden bu
mânâ anlaşılmaz. Onda sadece küçümsemek anlamı vardır. Zira izzet ve servet
içinde büyümüş bir kadının odun hamallığı yapması, acıklı bir sefâlet demektir.
Esasen bundan, koğuculuk ve bozgunculuk mânâsını çıkarmak için ya
"kundakçı" demek, yahut "hammâlete'l-hatab" tâbirini
terceme etmeyerek darb-ı mesel tarzında aynen söylemek daha uygundur. Bu anlam,
cehenneme girmenin sebebi olan dünyadaki durumu göstermiş olmaktadır. Fakat
asıl mânâ, dünyadaki aile şerefine, zenginlik ve üstünlüğüne rağmen, ahiretteki
sefâlet ve hakaretini duyurması ayrıca Ebu Leheb'in arzusuna boyun eğenler
içinde en sakınması gereken karısının bile cehennem ateşinde hakaretle onun
azâbını şiddetlendirmeye hizmet etmekte olduğunu ifade etmesi sebebiyle, diğer
anlamlarını da dikkate almakla birlikte, "odun hamalı" diye terceme
etmeyi daha uygun gördük. Nitekim İbnü Zeyd ve daha başkalarından gelen rivayetler
de, bunu kuvvetlendirmektedir. Denildiğine göre, Ebu Leheb'in karısı,
Resulullah (s.a.v.)'in geçeceği yol üzerine geceleyin diken dalları bıraktırmak
suretiyle ona eziyet etmek isterdi. Onun için bu tabirle kınanmıştır. Mamafih
bu rivayet de onun Peygamber'e eziyet vermek ve dinin yayılmasına engel olmak
için kocasının fikrine hizmet etmek üzere gizlice koğuculuk ve benzeri işler
yapmak suretiyle rahatsız etmeye çalışması tarzında temsilî bir ifade olarak
düşünülürse, yukarıda söylenen mânâların hepsine uygun düşmüş olur.
5. Bu cümle de "hammale"nin altında
gizli olarak bulunan zamirinden haldir. Yani gerdanında süs yerine bir ip ki...
Âyette yer alan "cîd" boyun mânâsına
gelirse de, "unuk" kelimesi gibi sadece boyun anlamı ifade etmeyip,
özellikle gerdanlık gibi zinet eşyalarıyla süslü veya süslenmeğe layık güzel
boyunlar anlamındadır. Bu yüzden denilmeyip buyurulmuştur. Gerçi burası, tahkir
makamıdır. "... biz de inkâr edenlerin boyunlarına (ateşten) halkalar
koyduk."
(Sebe', 34/33) gibi "ğull" (pranga)
ve benzeri ifadelerle küçümseme mevkiinde boyun zikredilmektedir. Ancak burada
"odun hammalı" diye küçük düşürüldükten sonra "Boynunda da bir
ip mevcuttur." denilseydi, kapsamlı bir mânâ ifade etmezdi. Halbuki
"cîd" şâirin "Güzel kadının gerdanındaki zinetten daha
güzel." dediği gibi süs ve övgü ile söylenmektedir. Bu mânâ farkı,
Türkçe'de de söz konusudur. Biz de bu gibi durumda "gerdan" tabirini
kullanırız. Bu sebeple âyette, tahkirden sonra nın zikredilmesi, kadının
kadınlık onurunu coşturmak suretiyle durumun acıklı manzarasını göstermektedir.
Binaenaleyh bu kelâm "boynunda bir ip vardır" diye anlaşılmalıdır.
"O dilberin boynunda gerdanlık yerine bir ip vardır" şeklinde
düşünülmelidir ki, "Süs içinde yetiştirilip mücâdelede açık olmayanı
(tartışmayı beceremeyeni) mi (Allah'ın parçası yaptılar)." (Zuhruf, 43/18)
âyetinin ifade ettiği mânâ üzere, süslü gerdanlıklarla donatılıp ikramla yetiştirilen,
düşmanlık ve mücâdele mevkilerinde bulunmaması gereken bir gerdanın hamallık
ipi ile aşağılanmasındaki hakaret ve istihzânın acılığındaki fesahat
anlaşılabilsin. Said b. Müseyyeb ve daha başkalarından rivayet edildiğine göre,
onun gerdanında mücevherlerle süslü, kıymetli bir gerdanlık vardı. Öyle iken bu
gerdanlığın yerinde sağlam liflerden, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvrılarak
örülmüş bir ip bulunmaktaydı. Söz konusu kelime ile ilgili Ragıb
el-İsfahânî'nin "Müfredât" adlı eserinde şu açıklamalar mevcuttur:
"Mesed, ince hurma dallarından, yani şahlarından elde edilen ve fitillenen
sağlam bükülüp örülen liftir. de yaratılışı, vücudu bükülmüş ip gibi derli
toplu olan kadın demektir.
Bunun netiesi şudur ki, mesed, hurma lifinden
bükülmüş, sağlam bir urgan demek oluyor. Fakat Zemahşerî diyor ki: Mesed,
iplerden şiddetli ve kuvvetli bir şekilde bükülmüş olandır. Bu ister liften
olsun, ister deriden olsun, ister başka şeylerden olsun aynıdır. Şair:
"Develerden daha hızlı, daha kıvrak geçen mesed..." demiştir.
Aynı şekilde cümlesi de sağlam yapılı kuvvetli
adam mânâsını ifade etmektedir. Kâmusta "mesd" kelimesi "ip
bükmek" ve "yolda gayretle sürüp gitmek" mânâsınadır.
denildiğinde bu sözle, "ipi güzelce bükmek" mânâsı kasdedilmektedir.
"Mesed" ise, demirden çark oku demektir. Ayrıca hurma lifinden, bir
görüşe göre de "Mukl" ağacının ince dallarından bükülmüş ipe
denilmektedir. Bazı alimlere göre de sağlam ve kuvvetli bükülüp örülmüş olan
ipe "mesed" adı verilir. Besâir'de açıklandığına göre,
"Mesd" mastar, "Mesed" ise isimdir, ancak
"Memsûd" anlamındadır, yani pek sağlam örülmüş ip demektir. Yani
âyet, "gerdanında şiddetli bir şekilde bükülüp demir bir ip yapılmış
olarak" mânâsınadır. Demek ki mesed, esasen "memsud" mânâsına
alınarak bununla, hurma veya mukl ağacının lifleri gibi kuvvetli liflerden
bildiğimiz kendir, urganlar tarzında fitil fitil, kat kat bükülmüş veya örülmüş
sağlam urganlar kasdedilmektedir. Bu anlamda kıl, deri ve demir gibi hangi
maddeden yapılırsa yapılsın, ip şeklinde bükülmüş yahut örülmüş olan sağlam
telli, fitilli urgan, halat ve zincirlerin hepsine mesed denilmektedir. Burada
da maksat ipin, yapıldığı maddeden ziyâde kuvvet ve kıvraklığı söz konusu
olduğu için en sağlamının düşünülmesi gerekmektedir. "Biz, kâfirler için zincirler
ve demir halkalar hazırlamışızdır." (İnsan, 76/4) âyetinin ifade ettiği
mânâ üzere cehenneme giden kâfirlere vaad edilen de zincirler ve bağlardır. Bir
gerdana gerdanlık yerine yakışan da bir zincirdir. Fakat bir odun taşıyıcısının
sırtına aldığı odunları bağlayıp uçlarını, gerdanlık yerine sarkıtacağı sağlam
ipin de zincir değil, liften bir urgan olması daha uygundur. Kâfirin
hassasiyetine dokunan en acıklı manzara âyetin, sırtında cehennem odunu olan
kocasını taşırken gerek iftihar ettiği gerdanlığını, gerekse örgülü kıvrık
saçlarının gerdanından sarkmasını, kendi yanacağı ateşin odununu taşıyan bir
odun hamalının boynuna düğümleyip geçirdiği kuvvetli urganın boynundan sarkması
şeklinde tasvir etmesidir. Bu da, dünyada Allah yoluna sarf edilmeyen servet ve
kazancın, şükrü bilinmeyen şeref ve asaletin ardındaki hakaret ve aşağılanmaya
bir misâldir. İşte o ateş babası Ebu Leheb, parlaklığına ve bir takım
üstünlüklerine rağmen Allah'a ve Resulü'ne karşı küfür ateşi yakmak
istediğinden dolayı o ateşin odunu olarak helâke sürüklenmiş ve karısıyla
birlikte bütün âleme darb-ı mesel olmuştur. Ta peygamberliğin başlangıcında
haber verilmiş olan bu hakikat, aynı tarzda tahakkuk etmiş, Resulullah
(s.a.v.)'in tebliğ ettiği şekilde Allah'ın birliğine imân etmediği için onun
şefaatından istifade edememiş, ne nesebinin şerefi, ne de mal ve kazancı gibi
asaletinin kudret ve ihtişamı, kendini helâk olmaktan kurtaramamıştır. Onun
için diye beddua etmesinden dolayı da kendisine tevbe de nasip olmayıp mahvolup
gitmiştir. "Kötü sondan Allah'a sığınırız."
Şimdi birisi, tesbih, hamd ve istiğfar ile
Allah'a giden, diğeri de hüsran ve aşağılanma ile ateşe giden iki son böyle
beyân edildikten sonra, güzel bir sona erişmek ve o helâkten kurtulmak için tek
çarenin Allah'ın dinine sarılmak ve bunun için de önce Allah'ı birlemek ve
samimiyetle tanımak sonra da bütün kötülüklerden korunmada O'nun yardımına
sığınmak olduğu hususu beyân edilecek arkasından da Allah tarif edilerek tevhid
ve samimiyetle O'na bağlanma emredilecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Tebbet Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.