Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Nasr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
110-NASR:
"geldiği zaman." Tahakkuk ifade eden
bir zaman zarfı olduğu için fiil-i maziye gelir, şart mânâsına delalet ettiği
için de mazinin mânâsını geleceğe çevirerek şartın gelecekte gerçekleşeceğini
ifade eder. Burada şartı, ile ona atfedilen fiilinin toplamıdır, cevabı da ve
matufudur. nın bu vechile tahakkuk ifade etmesinden dolayı burada kendisinden
öncesinin de düşünülmesiyle şu mânâ hasıl olur:
"Ey Muhammed, seni gönderen, senin tek
mabudun olan Allah'ın yardımı ile fetih gelecek, hem sen insanların Allah'ın
dinine fevc fevc (dalga dalga) girmeye başladıklarını göreceksin. Çünkü
"Allah, "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye
yazmıştır." (Mücadele, 58/21); "Elbette biz elçilerimize ve
inananlara hem dünya hayatında, hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde
yardım ederiz." (Mümin, 40/51), "Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım
ederseniz, (Allah da)size yardım eder." (Muhammed, 47/7) buyurulmuştur.
Sen Allah'ın Resulü olduğun ve önceki sûre mânâsı üzere tevhid ve ihlas ile
Allah'a ibadet ve kulluk edip sırf onun dinine sarıldığın, bu şekilde mücahede
ederek ona yardım ettiğinden dolayı bunlar kesin olarak olacak, işte bunlar
gerçekleştiği zaman "Rabbini öğerek tesbit et"...
Allah'ın yardımı. Düşmanlara karşı galip ve
muzaffer kılacak olan vaad edilen yardımı, "Allah'tan yardım ve yakın bir
fetih... Müminleri müjdele!" (Saff, 61/13) buyurulan yardımı, ve fetih.
Zemahşerî der ki: "Nasr" ile " feth" arasında ne fark
vardır ki ona atfedilmiş? dersen, derim ki: "Nasr", iğase ve düşman
üzerine üstün kılmaktır. "Fetih" de memleketlerin fethidir ve mânâ
Resulullah'ın Arab'a ve Kureyş'e zaferi ve Mekke'nin fethidir. Allah'ın
müminlere nusreti ve şirk beldelerinin onlarca fethi emridir de
denilmiştir." Râzî tefsirinde de der ki: "Nasr, istenilenin tahsiline
yardımdır, fetih de onunla ilgili olan istenilen şeyin meydana getirilmesidir.
Nusret, fetihe sebeptir, onun için atfedilmiştir."
İkinci bir vecih: Nusret dinin kemali, fetih
dünyaya ait istektir ki, tamamı nimettir. Bunun benzeri "Bugün size,
dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) âyetidir.
Üçüncü bir vecih: Nusret, dünyada istediğine
ulaşmak, fetih de "Ve (cennetin) kapıları açıldı." (Zümer, 39/73)
buyurulduğu üzere cennete ait olmaktadır. Görüşlerin en açığı; yardımın,
Kureyş'e veya bütün Arab'a üstün gelme, fethin de Mekke fethi olmasıdır. İbnü
Abbas'tan nakledilen de Mekke'nin fethidir ki ona "fethu'l-futuh"
(fetihlerin fethi) denilir. Nitekim buna başlangıç olan Hudeybiye antlaşmasına
da "feth-i mübin" denilmişti. Şu halde asıl mânâ sade Kureyş'e veya
Arab'a karşı yardımın ve Mekke fethinin hususiyetleri üzerine değil, bunlar,
ilerde bunların üzerine kurulacak fetihlerin anahtarı, İslâm'a fetihlerin
kapılarının açılışı demek olması hasebiyle ve üstünlük ve fethin gelmesi,
gelecek bütün fetihlerin gelmeye başlaması mânâsına raci olduğundan dolayı bir
çok tefsirciler bu nasrı ve fethi cinse yüklemişlerdir ki, bu mânâ Kevser'in
verilmesinde beyan olunan mânâ gibi olarak "Bugün dininizi size,
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) buyurulan güne
işaret olmuş olur. Veda Haccı'nda da teşrik günlerinde Mina'da indiği rivayetine
göre bu mânâ daha yakın olur. Ancak bu takdirde daki gelecek mânâsı fiilinde
değil, rü'yet (görme)in bazı kısmı itibarıyla düşünülmek gerekir. Bu
açıklamadan sonra şu sonucu da gelebiliriz ki, fetihten maksat yalnız memleket
fethinden ibaret olmayıp, daha çok kalblerin iman ve İslâm'a fethi demek olur.
Mekke fethi üzerine en çok terettüp eden fetihler, İslâm dininin derhal
yayılıvermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin karşı
koymalarından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin Mekke ve Taif
fethinden sonra akın akın İslâm'a açılıvermiş bulunmasıdır. Onun için Isâm
demiştir ki: "Allah'ın dinine dalga dalga girdikleri"ne münasip olan,
fethin müminlere din kapısının açılması mânâsına yorumlanması da kalbe çarpan
mânâlardandır." Yukarılarda da geçtiği üzere Mekke'nin fethi hicretin
sekizinci senesi Ramazan'ında olmuştu. Resulullah'ın emrinde Muhacirler ve
Ensar ve diğer müminlerden on bin kişilik muntazam bir ordu vardı. İki bin kişi
de sonradan katılmıştır. Peygamber'imiz (s.a.v.) Mekke'de onbeşgün kaldı, ilk
girdiği zaman Kâbe'nin kapısında durup: "Allah'tan başka ilâh yoktur,
tekdir; kuluna (Muhammed'e) yardım etti, (müşrik) toplulukları da yalnız başına
yenilgiye uğrattı." demişti. Sonra da: "Ey Mekke'liler! Şimdi ben
size ne yapacağım, dersiniz? buyurdu. Hayır yapacaksın, kerîm bir kardeş ve
kerîm bir kardeş oğlu, dediler. Haydi gidiniz sizler serbestsiniz
"gidiniz, siz serbestsiniz" buyurdu. Bu şekilde onları âzad etti,
onun için onlara "serbestler" denildi. O zamana kadar İslâm'a girenler
birer ikişer giriyorlardı. Buhârî, Amr b. Seleme'den şöyle nakletmiştir:
Demiştir ki: Fetih olunca her kavim, İslâm ile Resulullah'a koştu, bütün
kabileler İslâm'a gelmek için Mekke'nin fethini gözetiyorlardı ve onu kavmi ile
bırakın, eğer onlara üstün gelirse o peygamberdir diyorlardı. Hasen'den de:
Resulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethedince Araplar: "Allah Teâlâ Mekkelileri
Fil ashabından korumuşken, o madem ki onlara karşı üstün geldi, o halde sizin
ona eliniz erişmez." dediler ve bölük bölük Allah'ın dinine
girdiler." Bunlardan anlaşılır ki fetihten maksad, çoğunluğun dediği gibi
Mekke'nin fethi olmakla beraber, o yalnız düşman bir şehrin fethinden ibaret
değil, Kâbe'nin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah dinine, İslâm
kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi olmuştur.
Derhal bütün Arabistan'a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm'ın maddî ve
manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır.
2. Şu da buna işaret işaret eder: Ve insanları
gördün. Yukarıda söylendiği üzere bu , ye atfedilmiş olarak toplamının başına
dahil olduğundan, hepsi birden bir vakit ve bir şart olmak üzere düşünülmek
gerekir. Razî'nin dediği gibi âyetin zahirinden açıkça anlaşılan Arap'tan
başkasını da içermek üzere bütün insanlardır. Fakat bu genelleme başlangıçta
Arap'tan başladığı cihetle ilk önce Arab'a sarfedilmiş olmak gerekir. Onun için
tefsircilerin pek çoğu, Arap demişlerdir. Asıl maksad da hakiki istiğrak
(içerme) ile insanın her ferdini değil, genel örf ile insanlık âleminin girmeye
başladığını görmek veya bilmektir. "Ben, cinleri ve insanları ancak bana
kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere
insanlık hilkatinden ve akıldan kastedilen Allah'ı tanıyıp ibadet etmek olduğu
cihetle hakkı tanımayanların "Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da
sapık." (A'raf, 7/179) hükmünde olduklarına da işaret olabilir. Rü'yet
(görmek)ten açıkça anlaşılan da gözle görmektir. İki mef'ulünü geçişli hale
koyan ef'al-i kulûbdan olarak "ilim" mânâsına olmak da muhtemeldir, denilmiştir.
Yani Allah'ın mevcut olan yardımı ve fetih geldiği ve sen insanları gördüğün
veya dış tesiriyle anlayıp bildiğin zaman ki giriyorlar. Rü'yet gözle olduğuna
göre "nas" (insanlar) mef'ul, bu cümle "nas"dan haldir.
"Giriyorken" demek olur. Rü'yet kalp ile olduğuna göre de onun ikinci
mefulüdür. "İnsanları giriyor gördüğün zaman" demek olur.
"Girdiler" buyurulmayıp "giriyorlar" buyurulması da
hepsinin girmeleri tamam olmuş olmayıp, girmeye başladıklarına ve peyderpey
gireceklerine işaret eder. İşte bu ölçü iledir ki "nas" (insanlar),
Arap'tan başkasını da içine alır ve gelecekteki girmeler de bu hale katılmış
olacağı anlaşılır. Yani giriyorlar ve girecekler.
Allah'ın dinine. Yani hak İslâm milletine ki,
Allah katında din odur. Ondan başka din isteyenin dini kabul olunmaz.
"Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19), "Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o,
ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Al-i İmran, 3/85) buyurulmuştur.
Allah'a isteyerek teslim olup da boyun eğmeyen, nihayet istemeyerek teslim
olmaya mecbur olur, ona döndürülür. "Göklerde ve yerde olanların hepsi,
ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir."
(Al-i İmran, 3/83) bunu göstermektedir. Öyle giriyorlar ki, fevc fevc (dalga
dalga), alaylarıyla toplum toplum. Bu da "nas"a raci olan 'nin
zamirinden haldir. Rağıb der ki: "Fevc, süratle geçen topluluktur, mutlak
cemaat mânâsına da gelir". Şu halde her iki mânâ itibariyle bizim alay
tabirimize benzemektedir. Burada mutlak cemaat (toplum) mânâsına olmakla
beraber "efvacen" diye çoğul yapılması haysiyetiyle de fevca fevc,
alay alay demek olacağından dolayı bu girişin peyderpey gelen bir geçit resmi
manzarası ifade etmiş olacağından gaflet olunmamak gerekir. Bu manzara ise
"O (hak)dini, bütün dinlere üstün kılsın." (Fetih, 48/28) âyetindeki
vaadi gereğince, bu hak dinin bütün dinlere üstünlüğünün ortaya çıkma
manzarasıdır ki, bu, Mekke'nin fethi ile Resulullah'ın vefatı arasında
başlamıştır.
Ebu Ömer b. Abdü'l-Berr demiştir ki:
"Resulullah'ın vefatında Araplar'da kâfir kalmamıştı. Mekke'nin fethini
müteakip Huneyn ve Taif muharebelerinden sonra hepsi İslâm'a girmişti. Kimi
kendi gelmiş, kimi de fevc fevc elçilerini ve temsilci heyetlerini
göndermişlerdi. İbnü Atıyye de demiştir ki: Bunun "kâfir kalmamıştı"
demesinden maksat -Allah daha iyi bilir puta tapıcı Arap kalmamıştı, demek
olmalıdır. Çünkü Beni Tağlib hıristiyanları Resulullah'ın hayatında henüz
İslâm'a girmiş olmayıp, cizye vermeyi kabul etmişlerdi. O halde maksad,
Mekke'liler, Taif'liler, Yemen'liler, Havazin'liler ve diğer puta tapıcılar
olmuş olur". İkrime ve Mukatil'den bir rivayette de "nas"dan
maksat, Yemen'lilerdir, denilmiş, onlardan yediyüz kişi elçi olarak gelmiş,
İslâm'ı kabul etmişlerdi. Bu münasebetle "İman Yemen'lidir, hikmet de
Yemen'lidir" yani Yemen tarafına mensubdur, hadisi de bilinmektedir.
Mekke'nin fethiyle onu takiben Huneyn muharebesi ve Taif muhasarasından başka
bir harp olmaksızın, ondan sonra Peygamber'in vefatına kadar iki sene
içerisinde bütün Arabistan'ın her tarafından akın akın, fevc fevc heyetler
gelerek İslâm'a girmişler, Necranlılar ve Beni Tağlib gibi henüz doğrudan
doğruya İslâm'ı kabul etmemiş bulunanlar da İslâm zimmet ve tâbiyyetini kabul
etmişler ve İslâm milleti içine girmişlerdi. Bu surette dıştaki devletlere
karşı da İslâm davet ve fetihlerinin kapısı açılmış bulunuyordu ki, hep bunlar
"O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılsın." (Fetih, 48/28) vaadinin
ortaya çıkmaya başlamış olması idi ve bu günler "Bugün dininizi size
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) buyurulmuş günler
idi. Bununla Resulullah'ın peygamberlik ve tebliğ görevi sona ermiş ve bundan
sonrası ümmetin üzerine düşen diğer vazifeler olmuş oluyordu. Bundan dolayı
buyuruluyor ki, işte muhakkak olacak olan bu olaylar olduğu, yani vaad edilen o
yardım ve fetih geldiği ve sen insanların böyle fevc fevc Allah'ın dinine
girmeye başladıklarını gördüğün zaman,
3. artık hamd ile Rabb'ine tesbih et. Seni
yardım ve özel terbiyesi ile yetiştirip hüda ve hak dini ile göndererek "O
(Hak dini) bütün dinlere üstün kılın." (Fetih, 48/28) vaadini yerine
getirmek üzere o hamd ve tazime değer başarılara erdiren, sana Kevser'i verip
düşmanlarını güdük kılan Rabbinin büyük lütuf ve ihsanına kavuşmaktan dolayı
ona layık her türlü övgü ve yüceltmeler ile hamd ederek, onun noksan olan
sıfatlardan uzak zatını her vechile, yani zatında, sıfatında, fiillerinde,
isimlerinde şanına yaraşmayan eksiklik şaibelerinden tenzih ve kutsamaya daha
çok devam et. Demek ki, bütün bunların: Yardım, fetih ve dini yaymanın
neticesi, hikmetin gayesi tesbih ve şükürdür. "Onların orada duası:
"Allah'ım sen her türlü eksiklikten uzaksın", birbirlerine sağlık
dilekleri: "Selam", dualarının sonu da: "Âlemlerin Rabb'i
Allah'a hamdolsun" sözleridir." (Yunus, 10/10) buyurulduğu üzere
Cennet ehlinin Cennet'te baştan sona duaları tesbih ve Allah'a hamd etmektir.
"Biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." (Bakara,
2/30) mânâsınca meleklerin işi de odur. Hatta her şey kendi özelliğine göre
yaratıcısına hamd ile tesbih ettiğine göre hamd ile tesbih bütün yaratılışın
gayesi demektir. "O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz
onların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra, 17/44) âyeti İsra Sûresi'nde
geçmişti ki tesbih esasen balığın suda, kuşun ve atın havada, yıldızların
yörüngelerinde hızla geçişleri gibi süratle geçmek, yani hızla yüzmek mânâsına
"sibahat"dan tef'il babında olduğu için çok yüzdürmek mânâsının
gereği olarak çok uzaklaştırmak veya paklıkta, temizlikte çok ileri götürmek
mânâsından alınarak tenzihte meşhur olmuştur. Ragıb der ki: Tesbih, Allah'ı
Teâlâyı tenzihtir, bunun aslı da Allah'a ibadette süratle gidiştir, ib'ad
"Allah onu ırak etsin" gibi şer hakkında kullanıldığı gibi, tesbih de
hayır işe tahsis edilmiştir ve tesbih, gerek söz, gerek fiil, gerek niyet
ibadetin hepsine de ıtlak olunur. "Eğer tesbih edenlerden olmasaydı."
(Sâffat, 37/143) "namaz kılanlardan" diye tefsir edilmiştir. Bununla
beraber en uygun olan üçünü de içermesidir.> Demek, hamdin özel bir ifadesi
olduğu gibi, demek de tesbihin bir özel ismi olduğundan dolayı
"Kamus"ta zikredildiği üzere tesbih, "sübhanallah" demek
mânâsına da gelir ve yerine göre demek taaccüb (şaşmak) yerinde de söylenir.
Eğer taaccüb (şaşma) fevkalade bir güzellik münasebetiyle istihsan (güzel
görme) yerinde ise yaratanı bu güzel sanatıyla tenzih mânâsında olur. Eğer bir
münasebetsizliğe şaşmak suretiyle istihcan (kötü ve çirkin bulma) yerinde ise
yüce yaratıcıyı ondan tenzih ederim, mânâsında olur. "Sübhan"
kelimesinin Esma-i Hüsna (Allah'ın güzel isimlerin)dan olarak Allah'ın zatına
ıtlak olunduğu da zikrolunmuştur. "Ebu'l-Baka Külliyyâtı"nda da şöyle
söylenmiştir: "Kur'ân'da tezekkî, İslâm mânâsına olduğu gibi, tesbih de
hep salâttır. Bununla birlikte Kur'ân'da tesbih, çeşitli vecihlerle tenzih
mânâsına da gelmektedir. Tesbihten tenzih ve yalnız zikir kastedildiğinde
harf-i cer ile teaddi etmez (geçişli olmaz), denilmez. Fiil, yani salâta makrûn
(yakınlaştırılmış) tenzih kastedildiği zaman ise bu kasda tenbih için harf-i
cer ile müteaddî (geçişli) olur. Bir de tesbih, taat ve ibadet ile, takdis
(kutsama) de bilgiler ve inançlarla olur. Tesbih layık olmayanı reddetmek;
takdis, layık olanı isbattır. , mânâsınadır." Yani burada ile geçişli
olmuş değildir. Tesbihin hamd ile bir araya getirilmesi emredilmiştir. Razî der
ki: "Hak Teâlâ'nın sıfatları selb (inkâr) ve îcâb (kabul etme), nefy (red)
ve isbatta düşünülür. Sülûb (negatifler) ise îcâbât (pozitifler)dan öne
alınmıştır. Tesbih, vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın selbî sıfatlarına işarettir
ki, bunlar celâl sıfatlarıdır. Tahmid de sıfat-ı sübûtiyyeye işarettir ki,
bunlar da ikrâm sıfatlarıdır."
Şu halde tesbih ile hamdin bir araya
getirilmesi celâl ve ikrâm sahibi olan Allah'ın ismi hükmünce celâl ve ikram
sıfatlarının isbatı ve açıklanması demek olur. Yine tefsircilerin naklettikleri
vechile Resulullah (s.a.v.)'a tesbihten sorulduğunda buyurmuştur ki:
"Allah Teâlâ'yı her ârızadan, şâibeden tenzihtir." Bu ise gerek zâtî
sıfatlarında ve gerek fiilî sıfatlarında nefy (red) veya isbatı caiz ve layık
olmayacak her noksanlıktan uzak demek olur. Şu halde tesbih, Allah Teâlâ'nın
zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde nezahet ve paklığını ifade eder.
Bu da olaylar ve mümkün olan şeylerin şanından olan çirkinliklere, eksikliklere
ve Allah'ın kemâline aykırı olan hallere karşı fiil sıfatından olan kızma ve
celâl sıfatının tecellisini ve zatında hiçbir noksan kabul etmeyen cemâl
sıfatının, en yüksek güzelliğin bütün paklığıyla tahakkukunu gerektirir. Bundan
dolayıdır ki "Gök gürültüsü, övgüsüyle; melekler de korkusundan O'nu
(Allah'ı) tesbih ederler." (Ra'd, 13/13) ilâhî kavli tesbihin celâl sıfatı
ile ilgisini açık olarak ifade etmektedir. O halde tesbihin hakikati, hamdin
hakikati gibi doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kendisine mahsus olan ve Subbûh,
Kuddüs, Hamîd şerefli isimlerinin gereği bulunan fiildir. Yaratılmışlara ait
olan tesbih ise her birinin fıtrî verilerine mümkün olabilen özel yetenekleri
oranında gerek fiilen ve gerek sözlü olarak ve gerek itikâdî bakımdan onun açıklanma
ve ilanı için ilâhî emre uymaktan ibarettir. Bundan dolayıdır ki tesbih söz,
fiil, niyet ve itikadı içermek üzere ve özellikle namaz mânâsına ve
"sübhaneke" ve "sübhânallah" gibi tenzihi ifade eden
zikirler ile övme mânâlarına gelmektedir. Onun için burada tefsircilerin çoğu
mutlak tenzih ile, bazıları da namaz ile, diğer bazıları da
"sübhanallah" demekle tefsir etmişler, bazıları da "Bunu bizim
hizmetimize veren (Allah)in şânı yücedir." (Zuhruf, 43/13) gibi tesbihi
taaccüb olarak bu başarının hayrete değer bir şekilde büyüklüğünü kutlamak için
olduğunu anlatmışlardır. Ebu's-Suud bu vecihleri şöyle özetlemiştir:
"Rabbine hamdederek "sübhanallah" de, yahut kimsenin kalbine
gelmeyecek vechile sana o hayrete şâyân üstünlük ve başarıları kolaylaştırdığından
dolayı onun o güzel, o mükemmel sanatına hamd ederek taaccüb et (şaşırıp kal),
yahut çok nimet vermesinden dolayı çok ibadet ve sena olmak üzere onu tesbih ve
hamd ederek zikret. Yahut nimetine hamd ederek onun için namaz kıl, Kâbe'nin
kapısını açtığı zaman Resulullah (s.a.v)'ın sekiz rekat kuşluk namazı kılmış
olduğu rivayet edilmiştir. Yahut vaadini yerine getirdiğinden dolayı hamd
ederek onu zalimlerin söylediklerinden tenzih et, yahut ikram sıfatlarına hamd
ederek celâl sıfatlarıyla senâ et!"
Resulullah'ın, birçok âyetlerde geçtiği üzere,
daha önceden de tesbih ve hamd ile emrolunduğu ve bundan dolayı fetihten önce
dahi tesbih ve hamd etmekte bulunduğu malum olduğu için buradaki emrin devam
veya fazlalaştırma veya diğer bir nükte ile özel bir mânâ ifade etmesi
gerekeceğinden, anılan vecihlerle tefsirciler bunu anlatmak istemişlerdir. Şu
muhakkaktır ki, Allah Teâlâ'nın celâl ve ikram tecelliyatı hiçbir an
kesilmediğinden dolayı her zaman ona tesbih ve hamd vazifedir. Hamd, Fâtiha'da
açıklandığı üzere yalnız ulaşılmayan nimetten dolayı değil, ulaşılan nimetten
dolayı da olur. Ve o zaman hamd, şükür mânâsında olur. Şu halde celâl ve ikram
tecellileri arttığı oranda da tesbih ve hamdin artması gerekir. Zira nimet ve
ikrama erince, ihsan edeni ve celâl sıfatını unutmak ve celâl eseri karşısında
cemâl ve ikram tecellilerini unutmak hüsrana götüren cahillik ve küfür
huylarındandır. Yardım ve fetihte ise bir taraftan celâlin ortaya çıkarılması,
bir taraftan da ikram ile vaade vefa vardır. Şu halde bunların tahakkukuyla
tesbih ve hamd vazifesinin ifası kastedilmiştir. En yüksek paklık ile en yüksek
hamd ve şükür zevki asıl o zamandır. Ve asıl o zamandır ki kalbin daha yüksek
bir ferağat ve temizlikle Hak Teâlâ'nın celâl ve cemâl neş'esini duyarak ona
yönelmesi lazımdır. Nitekim "Boşaldığın zaman uğraş (ibadetle meşgul ol)
yorul. Ve Rabbine rağbet et." (İnşirah, 94/7-8) buyurmuştu. Ve onun için
cennet ehlinin bütün davası da tesbih ve hamddir. İşte "Allah'ı hamd ile
tesbih ederim." diye zikre devamda bu zevk ve neşe ile Hakk'ın cemâline
olan o şevk ve rağbetin ilan ve izharı ve ruhun tam bütünüyle ona dönmesi demek
olduğu gibi, ta peygamberliğin başlangıcında "Pislikten (Allah'a eş
tutmak, puta tapmak gibi şeylerden) kaçın." (Müddessir, 74/5) buyurulmuş
olan putların bu fetih ve zafer üzerine kırılması ve açıkta kapalıda şirk
eserlerinin, ahlâkının ve âdetlerinin silinmesi için temizlik yapılması da
tesbih ve tenzihin gereğidir. Bundan dolayı burada "tesbih et" emri,
Allah Teâlâ'yı zikir ve tenzihin çoğaltılmasını ifade ederken zahir ve bâtının
temizlenmesi emrini de ifade etmiş olur. Fakat biraz önce hatırlatıldığı üzere
tesbih ve tahmidin hakikati yine Allah'a mahsus olduğu için her kim olursa
olsun dünyada hiçbir yaratığın onu bütün kemaliyle yerine getirmesi kabil olmaz,
kul, masum olsa da münezzeh, sübhan olamaz. Her ne kadar, büyük ahlâk olan
ilâhî ahlâk ile ahlâklansa, "Onunla arasındaki mesafe iki yay kadar, yahut
daha az." (Necm, 53/9) kalsa da Yaratıcı Teâlâ'nın "Zatına benzer
hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) olan zât-ı sübhânisine oranla mahlûkun
kusur ve noksanı mahiyetinin gereğidir. Onun bütün kemâli "Ancak sana
ibadet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz." (Fatiha, 1/5) anlaşmasıyla
Allah Teâlâ'nın yardım ve inayetinden aldığı imdat feyzine bağlıdır. Her
hususta yardım ve fetih ondandır. Nitekim Resulullah "Ben sana senâyı
sayıp tüketemem, sen kendini senâ ettiğin gibisin." demiştir. "Sana
hakkıyla ibadet edemedik." diye varid olmuştur.> Bu kusuru örtecek, bu
eksikliği tamamlayacak olan da ancak Allah Teâlâ'nın mağfiretidir. O da
isteyene vaad edilmiş olduğundan buna işaret olarak da buyuruluyor ki: Ve ona
istiğfar et. Muhammed Sûresi'nde "Bil ki, Allah'tan başka tanrı yoktur.
(Ey Muhammed), kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı
için (Allah'tan) mağfiret dile." (Muhammed, 47/19) buyurulduğu üzere gerek
kendin ve gerek ümmetin için mağfiretimi dile, ki "Allah senin günahından,
geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın." (Fetih, 48/2) hükmü zâhir olarak
(gerçekleşerek) bütün temizlikle Rabbine dönesin. Çünkü O muhakkak tevbeleri
çok kabul edici bulunuyor. Tevbe ile kendine dönenleri kabul ile
affedegelmiştir. Şu halde istiğfar ve tevbe edenler kabulünü ümit etsinler.
Kelamın zahiri denilmek iken buyurulması nüktelidir. Tesbihin hamde yakınlaşması
gibi, bununla istiğfarın tam faydası, tevbeye yakınlaşması halinde olacağına
bir tenbih vardır. İstiğfar, yahut "Ya Rabbi bana mağfiret et, bize
mağfiret buyur, mağfiretini niyaz ederim" gibi dua ve niyaz ile mağfiret
istemektir. Tevbe ise yukarılarda açıklandığı üzere günaha nedamet ve bir daha
yapmamak üzere azim ile dönüştür. İnsan, başkalarının günahları için de
istiğfar edebilir. Kur'ân'da "Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni,
anamı babamı ve müminleri bağışla." (İbrahim, 14/41) gibi bunun pek güzel
misalleri vardır. Onun için burada da "ondan mağfiret dile" emri,
Peygamber'in sadece kendisi için olması lazım gelmeyip ümmeti için de olur. Ve
hatta daha çok ümmeti için denilmiştir.
Fakat kimse başkasının adına tevbe edemez.
Bununla beraber istiğfar, tevbeyi de içine alabilir. Alûsî'nin naklettiği
vechile İbnü Receb demiştir ki: Yalnız istiğfar, duada mağfiret isteğiyle
beraber tevbedir, "Allah'tan mağfiret diliyor ve O'na tevbe
ediyorum." gibi tevbeyi de zikrederek istiğfar ise, sadece mağfiret talebiyle
duadır. Bir de demiştir ki, yalnız istiğfar, geçmiş günaha nedametle ve onun
şerrinden korunmayı dua ile talep ve gelecek günahın şerrinden de onu yapmamaya
azm ile korunmayı talebdir. Ve işte "Israr ile sağîra (küçük günah)
yoktur, istiğfar ile de kebîre (büyük günah) yoktur." gibi varid olan
hadislerde ısrarı yasaklayan ve soyut olarak zikredilen istiğfardan kastedilen
böyle nedamet ve azm ile tevbeyi içermiş olan istiğfardır. Eğer geçmiş günaha
nedamet yoksa, o sadece duadır, nedamete yaklaşmış ise tevbedir."
Bunun özeti, şer'an istiğfara vaad edilmiş ve
tertip edilmiş olan hükümler, tevbe mânâsında olan istiğfardadır. Mutlak olarak
istiğfar denildiği zaman o kastedilir. Tevbe, nedamet mânâsı bulunmayan ve
günahtan pişman olmaksızın sadece onun af ve mağfiretini istemekten ibaret
kalan istiğfar, sadece bir duadır, makbul olmamak gerektir. Çünkü hem günaha
pişmanlık duymamak, hem de onun mağfiretini istemek Allah'a karşı
edepsizliktir. Ancak bu, kişinin kendi günahı hakkındadır.
Bir de bu âyette intibak sanatı olduğu
söylenmiştir. Asıl kelam: "Ona istiğfar et, çünkü o bir mağfiret edicidir
ve tevbe et, çünkü o bir tevbeleri kabul edicidir" demek olup, her
birinden birinin hazfiyle diğerine işaret edilmiştir.
Sûrenin başında da işaret olunduğu üzere İmam
Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde ve "Sahih-i Müslim"de ve
daha başkalarında Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki, Resulullah (s.a.v.) son
zamanlarında sözünü çok söyler olmuştu ve sorulduğunda: "Rabbim bana ümmetimde
bir alamet göreceğimi haber verdi ve onu gördüğüm zaman hamd ile tesbih ve
istiğfar etmemi emir buyurdu." demişti. "Keşşaf Tefsiri"nde der
ki: "Tesbih emriyle beraber istiğfar emri dinin kıvamı olan emir ile emri
olgunlaştırmak içindir. Yani dinin kıvamı itaat ile günahlardan korunmak
arasını toplamadadır. Bir de Resulullah'ın masum olmasıyla beraber bu emir
ümmetine lütuf olması içindir. Bir de istiğfar, Allah için tevazudan ve nefsin
hazmindendir. Ve ondan dolayı nefsinde bir ibadettir. Peygamber (s.a.v.)
hazretlerinin: "Ben gece ve gündüz yüz kere istiğfar ederim." dediği
de sahih rivayetler cümlesindendir." A
lûsî der ki: "Kul her ne kadar çok
çalışsa da, Mabud'un celaline layık olanı, gereği gibi yerine getirmede
kusurdan uzak olamayacağına işaret için birçok taatlardan sonra istiğfar da
meşru kılınmıştır. Onun için zikretmişlerdir ki, farz namazı kılan kimse için
akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüd kılanın seher vakitleri dilediği
kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar etmesi meşru
kılınmıştır. "Seherlerde istiğfar ediciler." (Âl-i İmran, 3/17),
"Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan
mağfiret dileyin, şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Bakara,
2/199). Aynı şekilde abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın
meşru olduğu da rivayet olunmuştur. Resulullah herhangi bir toplantıdan
kalkarken de derdi. Bu şekilde istiğfar emrinden, anlaşıldığı nakledilen vefat
haberine bir remiz var demektir. Meşhuru da bu işaret, dinin emrinin kemal
bulmasıyla davet görevinin tamama yaklaşmış olduğuna delaletten
anlaşılmıştır."
"O, Resulünü hidayet ve hak din ile
gönderdi ki, o (İslâm dini)nu bütün dinlerin üstüne çıkarsın." (Saf, 61/9)
âyetleri Resulullah'ın peygamber olarak gönderilmesi, Hak dininin bütün dinlere
karşı hikmetinin açıklanması için olduğunu anlattığı ve "Onlara
(yapacağımızı) söylediğimiz (azab)in bir kısmını sana göstersek de veya (bunu
sana göstermeden) seni (dünyadan) alsak da (ne farkeder?). Nihayet bize
dönecekler." (Yunus, 10/46) gibi âyetlerde de kâfirlere karşı yapılmış
olan tehditlerin bir kısmını Peygamber'in, vefatından önce dünyada göreceğine
işaret buyurulduğu gibi, bu sûrede de yardım ve fethin geleceği ve halkın alay
alay hak dine girmeye başladıklarını Resulullah'ın muhakkak göreceği vaad
olunarak bu görüş tahakkuk ettiği zaman tesbih ve hamd ile istiğfarın
emrolunması ve sonra buna talil (sebep gösterme) makamında Tevvâb (tevbeleri
çok kabul eden) şerefli ismiyle son verilmesi, tesbih ve hamd ehl-i cennetin
ilerden beri davasının gayesi olduğunun malum bulunması ve mağfirette örtmek,
tevvabda dönüşü kabul etmek mânâlarının da esas olması düşünülünce muhakkak bir
kerîm vaad ile onu kesin şekilde yerine getirmeyi ifade eden bu ta'lîk (belli
bir zamana bırakma)ın birçok nüktelere delalet eden faydalarının neticesi; o
vakit gelince, vaadin tamam olup peygamberlik görevinin sona ererek
"dön" emrinin tahakkuk edeceğini ve böylece o alametler görülünce
vaadin doğruluğunu ve hakkındaki yardım ve ilâhî tecellilerin kudsiyet ve
yüceliğini görmüş, Kevser'in oluş zevkini müşahede etmiş olan Muhammedî zatının
o başarılı neşesiyle tatmin olmuş ve seçilmiş, lekesiz olarak bu fani âlemden,
bu imtihan yeri ve günahların savaş alanı olan bu dünyadan çekilip pak ruh ve
temiz sır ile hakka'l-yakîn Allah'ın likasına kavuşmak üzere tesbih, hamd ve en
çok ümmeti için istiğfar ederek "Biz Allah'a aidiz ve muhakkak O'na
dönücüleriz." (Bakara, 2/156) âyetinin hükmüne hazır ve âmâde bulunması
gereğine işaret olduğu sezilir ki, bunda "Benim dinim benim içindir."
(Kâfirûn, 109/6) mefhûmundaki ihlas ve müjdelemenin de bir izah ve ifası
vardır. Rivayet olunmuştur ki bu sûre nazil olduğunda Resulullah (s.a.v.) bir
hutbe okuyup şöyle buyurmuştu: "Bir kul, Allah onu dünya ile kendine
kavuşması arasında muhayyer (seçmeli) kıldı, o Allah'a kavuşmasını seçti."
Bunun ne demek olduğunu Ebu bekir (r.a.) anlamıştı da: Canlarımız ve
mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda olalım, demişti. Yine
rivayet olunmuştur ki: Resulullah bunu ashabına okuduğu zaman sevinmişler, fakat
Hz. Abbas (r.a.) ağlamıştı. Resulullah (s.a.v.): "Neye ağlıyorsun
amca?" buyurdu. "Sana vefatın haber veriliyor." dedi, "Evet
dediğin gibi" buyurdu.Hz. Ömer'in ve İbnü Abbas'ın bunu anlayışları da
yukarıda anlatılmıştır.
Nasr (yardım), fetih ve rüyet (görmek) bu üç
şarta tesbih ve hamd, istiğfar, bu üç emrin gereğiyle ilgili nükteleri beyan
ederken "Razî tefsiri"nde der ki: "Hak yakınlarının seyrinde iki
yol vardır. Kimisi "hiçbir şey görmedim, illa ondan sonra Allah'ı
gördüm" demiştir. Kimisi de "hiçbir şey görmedim, illa ondan önce
Allah'ı gördüm" demiştir. Şüphe yok ki bu tarîk daha mükemmeldir. (Bak:
Âl-i İmran, 3/190; Yunus, 10/31; Fussilet, 41/53) Zira yüksek hikmetler
itibarıyla eseri meydana getirenden esere inmek, eserden eseri yapana çıkmaktan
derece itibarıyla daha yüksektir. Rivayet erbabının fikirlerine de nur kaynağı
vâcibü'l-vücûd, zulmet kaynağı mümkinü'l-vücûd olduğundan vâcibü'l-vücûdda
istiğrak daha şereflidir. Hem asıl ile tabi olana istidlal, tabi olanla asla
istidlalden daha kuvvetlidir. Bu anlaşıldıktan sonra bu âyet de işte bu iki
tarîkın en şereflisi olan tarîka delalet etmektedir. Zira yaratıcı ile meşgul
olmak, nefis ile meşgul olmaktan önce getirilerek önce Yaratan'a ait iki emir;
tesbih ve hamd zikredilmiş, sonra da üçüncü mertebede istiğfar zikredilmiştir
ki hem Yaratan'a, hem de halka dönüş olan karışık bir durumdur. Tesbih, celâl
sıfatı olan selbî sıfatlara, tahmid de ikram sıfatı olan sübutî sıfatlara
delalet ettiğinden dolayı celâli düşünmek, ikramı düşünmekten öne alınmak için
tesbih, hamdden önce getirilmiş, sonra da Yaratan'dan halka inme yoluyla
istiğfar zikredilmiştir. Çünkü bunda nefsin kusurunu ve hakkın zenginliğini
görmek ve nefs için en güzel ve en mükemmel olanı istemek vardır. Malumdur ki,
Allah'tan başkasının mütalaasıyla meşgul olduğu nisbette Allah Teâlâ'nın
celâlini mütalaadan mahrum olur, istiğfarın tesbih ve tahmidden sonraya
bırakılması bu inceliğe işaret eder." Lâkin şunu da unutmamak gerekir ki,
burada halka olan bu nüzul halkta kalmak için değil, halktan yaratıcıya en
mükemmel şekilde rücû (dönme) ve onun mağfiretiyle cemalinin lütfuna gark olmak
üzere huzur-ı ehadiyyetine kabul için olduğuna tenbih olarak sonu Tevvâb
(tevbeleri çok kabul eden) şerefli ismiyle bitirilmiştir. Bunda zikredilen iki
yolun ikisini de içine almış olmak üzere halka nüzulünden sonra yine Yaratan'a
dönmek ve baştan sona tevhid ile ahirete ve sonsuzluğa karar vardır. "O,
ilktir, sondur." (Hadid, 57/3), "Ve sonunda Rabbine
varılacaktır." (Necm, 53/42), "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz."
(Bakara, 2/156).
Kevser kendisine verilmiş olan Fahr-i âlem
(s.a.v.) nihayet böyle yardım görmüş ve zafere ermiş olarak kendisine fetih
kapıları açıldığı ve halkın alay alay, akın akın Allah'ın dinine girmeye
başladıklarını gördüğü ve bu şekilde din tekamül ederek peygamberlik görevi
sona erip gereğince dünyada hükümleri icra etmek üzere bütün dünya maddî ve
manevî bakımdan kendisine teveccüh etmiş bulunduğu sırada "İnsana
çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da yakında görülecektir. Sonra
ona karşılığı tam olarak verilecektir. Ve sonunda senin Rabbine
varılacaktır." (Necm, 53/39-42) hükmünce iki mükâfatın tecellisi
karşısında bulunuyordu. Birisi: Zafer ve fethin gereği olarak dünya saltanatı
ve ganimetinin teveccühü. Birisi de, onu kazandıran Allah'ın dininin gereği
olarak o fani dünya arzu ve hevesine meyl ve iltifat etmeyip, Allah'ın lütuf ve
yardımıyla sırf Allah için yapılmış olan o çalışma ve mücahedenin ecrini hiçbir
dünyaya ait garazla kirletmeyerek "Elbette senin sonun (ahiretin),
ilkinden (dünyandan) daha hayırlıdır." (Duhâ, 93/4) hükmünü tahakkuk
ettirmek üzere bu başarıyla şükran için de pak, temiz olarak Allah'a kavuşmak.
Bir adı da Tevdi' Sûresi olan bu sûre işte bu saatin girmesinde onun artık
tesbih ve hamd ederek bundan böyle bu en mükemmel dinin hükümlerinin icrasını
ümmetine bırakmak ve mihnet ve fena âlemi olan bu cisimler âlemine veda edip
Rabbine kavuşmasına işaret ediyordu. Hz. Yusuf mülk edinmekteki başarısının
sonunda "Rabbim, sen bana mülkten bir nasip verdin ve bana rüyaların
yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da, ahirette de
benim yârim sensin! Beni müslüman olarak öldür ve beni iyilere kat!"
(Yusuf, 12/101) diye müslüman olarak alınıp salihlere katılmasını istediği
gibi, Resul-i Ekrem (s.a.v.) de hutbesinde: "Bir kulu Allah, dünya ile
kendine kavuşması arasında serbest bıraktı, o da Allah'a kavuşmayı seçti."
diye işaret ettiği vechile dünyayı bırakıp, Allah'a kavuşmayı tercih etti.
Hicretin onuncu senesi "Bugün size
dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı
beğendim." (Maide, 5/3) âyetinin nazil olduğu Veda Haccı'nı yaptıktan ve
"Bakınız tebliğ ettim mi?, bakınız tebliğ ettim mi?" diye söylediği
meşhur Veda Hutbesi'ni bitirdikten sonra Medine'ye dönmüştü. Hep hamd ile
tesbih ediyordu. Bu arada son âyet olarak
"Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz)
Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tam olarak verilecek ve
onlara hiç haksızlık edilmeyecektir." (Bakara, 2/281) âyeti nazil olmuştu.
Derken onbirinci hicrî senesinin Safer ayının sonlarında bir baş ağrısından
rahatsızlanarak Rebîü'l-Evvel'in onikinci gününe kadar devam eden bu
rahatsızlığı esnasında dahi son üç günden başkasında Mescid-i saadete çıkıp
namazı kıldırmaktan kalmamıştı. Bu esnada bir gün Fadl b. Abbas ve Ali b. Ebi
Talha hazretlerinin ikisi arasında minbere çıkıp hamd ve senâ ettikten sonra
okumuş olduğu hutbesinde:
"Ey insanlar! Ben kimin sırtına bir
değnek vurdumsa, işte sırtım, aynen bana vursun ve eğer kimsenin ırzına
sövmüşsem, işte ırzım aynını yapsın, ben kimsenin malını almışsam, işte malım
ondan alsın ve benim tarafımdan düşmanlık olur diye korkmasın, o benim şanımdan
değildir." dedi ve indi. Öğle namazını kıldıktan sonra yine minbere döndü,
önceki sözünü tekrar etti. Bunun üzerine üç dirhem iddia eden bir kişiye derhal
bedelini verdi. Sonra şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun, dünya mahcupluğu,
ahiret mahcupluğundan ehvendir. Sonra Uhud ashabına dua etti ve onlar için
istiğfar eyledi. Sonra da yukarıda zikrolunduğu üzere: "Bir kul, Allah onu
dünya ile kendisine kavuşması arasında serbest bıraktı da, o Allah'a kavuşmayı
seçti." buyurdu. Hz. Ebu Bekir bunun üzerine ağlamıştı da "Sana
kendimizi, mallarımızı, babalarımızı ve evlatlarımızı feda ederiz!"
demişti. Sonra da Ensar'ı tavsiye buyurdu. Ancak üç gün mescide çıkamamıştı,
ezan okununca: "Ebu Bekir'e emredin insanlara namazı kıldırsın."
buyurdu. Rebiü'l-Evvel'in onikinci günü Pazartesi günü -ki doğduğu gündür- Hz.
Aişe'den rivayet olunduğu vechile önündeki bardağa mübarek elini batırıp su ile
yüzünü meshediyor "Allahım bana sekerâtına karşı yardım buyur." diye
dua ediyordu. Kuşluk vakti idi, derken ağırlaştı. Hz. Aişe kucağına almıştı, bu
fani âleme gözünü yumdu, son sözü "Hayır, refîkı'l-a'lâ" diye Rabbine
özlemini arzetti, isteği olan Allah'ın likâsına kavuştu (Bkz: Âl-i İmran,
3/144).
"Selâm, dualar ve güzellikler Allah
içindir. Selâm, Allah'ın rahmeti ve Allah'ın bereketleri senin üzerine olsun ey
Peygamber. Selâm (esenlik), bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun.
Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka tanrı yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki
Muhammed Allah'ın kulu ve peygamberidir." "Allahım, İbrahim ve
yakınlarına salat ve selâm ettiğin gibi, Muhammed ve yakınlarına da salat ve
selâm et." "Rabbim, beni ve soyumu namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz,
duamızı kabul eyle." "Rabbimiz, beni, babamı, anamı ve insanları,
hesaba kalkılacağı gün affeyle." "Allahım, bizi onun dini üzere
yaşat, onun dini üzere öldür ve onun bayrağı altında haşret." "Allahım
sen sübhansın, sana hamd ediyorum, beni affetmeni diliyorum ve sana tevbe
ediyorum" "Bizim son duamız, "hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a
mahsustur" olsun."
Bu başarıya, bu güzel son buluşa, böyle tesbih
ve hamd ile Allah'ın mağfiretine kavuşturan Allah'ın dinine karşılık bu nimetin
kadrini bilmeyip küfür ve inkârda ısrar eden ve kendilerine "sizin dininiz
sizedir" denilen ve tevbeye yanaşmayan kâfirlerin kötü sonuçlarıyla
cezaları da en açık bir misal ile gösterilmek ve Peygamber'in vefatıyla
İslâm'ın fetihlerine ve yayılmasına zarar gelmeyip, ona düşmanlık edenlerin
yine muratlarına eremeyecekleri anlatılmak üzere bunun akabinde Hz.
Peygamber'in amcası iken ona iman şerefine nail olmayıp küfür ve düşmanlık
edenlerle beraber olduğundan dolayı soyu ve nesebi, serveti ve çalışmaları
kendisine fayda vermemiş olan Ebu Leheb'in ebedî hüsranını anlatan
"Tebbet" Sûresi gelecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Nasr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.