Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Kureyş Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
106-KUREYŞ:
"Kureyşin îlâfı (uzlaşması) için."
Kur'ân'ın asıl resmî imlâsı (yazılış şekli) Hz. Osman'a nisbet edilen
Mushafların hepsinde şeklindedir. "Şafiye Şerhi Şeyh Radıy"de de
açıklandığı üzere Kûfî hattatların ilkleri, kelime ortasında gelen eliflerin
hepsini ardardına hazfederler. Ve bunların benzerlerini hep böyle elifsiz
yazarlardı. Basralılar'da ve müteahhirîn (sonrakiler)de çoğunlukla bu elifleri
yazmak kaide olmakla beraber ve gibi bazı isimler genellikle elifsiz yazıldığı
gibi (Osman), (Muaviye), (Süleyman) isimlerinde de bazıları elifi
hazfetmişlerdir.
Şu halde Arapça hattı kaidesince burada yahut
diye iki imla (yazım şekli) caiz olabilirdi. Sonraki Mushaflarda müteahhirîn
(sonrakiler)in üslubu üzere çoğunlukla ikinci şekilde eliflerin ortaya
çıkarılışı umuma kolaylık olmak için caiz görülmüş ise de Kur'ân yazılışının
bir çok yerlerde Arapça yazı kurallarına da uymayan özellikleri bulunduğu ve
bunun aynı şekilde korunmasının gereği de unutulmamak lazım gelir. Burada
Kur'ân'ın asıl resm-i hattı (yazım şekli) ise Kûfi kaidesine yakın olmakla
beraber tam aynı olmayıp, söylediğimiz gibi dir. "İthaf" da Kur'ân
resm-i hattının böyle olduğunu beyan ederek der ki: Bütün Mushaflar de
"ya"nın isbatı ve 'de hazfi ve ikisinde de (fâ)dan önce elifin hazfi
üzerine icma etmişlerdir. Yani Hz. Osman Mushaflarının hepsi bunun üzerinde
ittifaklıdır. Bunun sebebi de yazı değişmeksizin, bilinen üç kıraat üzere
okunabilmesini muhafaza etmek olmalıdır. Çünkü Ebu Ca'fer kırâatında birincisi
hemzesiz meksur ya ile ikincisi "ya"sız hemze ile okunur. Bunun ikisi
de mufaale babından mualefe mânâsına ilâf demek olup, birincisinde hemze ya'ya
telyin olunmuştur. İbnü Amir kıraatında da birincisi 'sız hemze ile ikincisi
hemze ve ile diğer kıraatlar gibi okunur. Geri kalan kırâetlerin hepsinde ise
ikisi de hemze ve ile şeklinde okunur.
Bunların mânâ itibarıyla farkına ve faydasına
gelince: Hepsi de "ilf" ve "üflet"den olmakla beraber
"îlâf", âlefe, yûlifû îlâfen if'âl babından ülfet ettirmek mânâsına
malum masdar ve ülfet ettirilmek mânâsına mechul masdar olabileceği gibi, âlefe
yûâlifi muâlefeten ve ilâfen ve îlâfen diye mufaale babından üçüncü masdar da
olabilir. Ve bu şekilde ilaf ve mualefe gibi ülfet edişmek, yani anlaşmak,
andlaşmak, muahede yapmak, antant kalmak mânâsına olur. Çoğunluk kırâate göre
zahiri if'al babından göründüğü için çokları ülfet ettirmek veya ettirilmek,
yani alıştırmak, alıştırılmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir ki, bunda Kureyş'e
izafeti mef'ulüne veya failine izafet olmak muhtemeldir. Lakin
"ya"sız "îlâf" ancak mufaale babından olduğu ve kırâatler
birbirini tefsir etmiş olmak daha açık bulunduğu için bir kısım tefsirciler de
Ebu Ca'fer ve İbnü Amir kırâetleri karinesi (ipucu) ile ikisinin de mufaale
babından muahede (antlaşma) mânâsına olduğunda ısrar etmişlerdir. Nitekim
"Kamus"ta da der ki: Tenzilde îlâf ahd ve hufare (söz verme) ile
icazet vermeye benzer; yani ahd ve eman ve korkunç yoldan yolcuların emin ve
selametle gidip gelmeleri için yasakçılık ve himaye tarzında verilen icazet
(pasaport), geçirtme ruhsatına benzer, emir ve taahhüddür. Bunda Kureyş'e
izafeti failine izafet olmak açıktır. Îlâfın bu mânâsı da ülfetten alınmış ise
de bunda özel bir örf ve ıstılah mânâsı da bulunduğu ve her iki mânânın bir
lafz ile ifadesine imkan bulamadığımız, bir de ilâf kelimesi sûrenin ismi gibi
olduğu için meâlde aynen muhafazasını daha muvafık ve doğru bulduk. Zira bunu
yalnız ülfet ve itilaf ettirmek, alıştırmak, alıştırılmak, yahut andlaşma,
anlaşma diye bir ihtimal üzerine tahsis etmek doğru olmayacaktır.
Ragıb'ın beyanına göre ülfet, itilaf mânâsına
isim olup aslında iltiyam (yaranın iyileşmesi) ile toplanmadır. Yani esasında
itilaf ve ünsiyet gibi uyuşup kaynaşma şekliyle toplanma mânâsı vardır. Onun
için itiyat demek olan alışmak ve ayrılmamak demek olan lüzum ve uygunluğu
ifade eden ısımlılık mânâları da onun gereğidir. Ahd, anlaşma, antlaşmak
suretiyle itilaf da ülfetten alınmadır. Şu halde, Kureyş'i alıştırmak,
ısındırmak, Kureyş'in alıştırılması, alışması demek olabileceği gibi, Kureyş'in
birbiriyle yahut başkalarıyla ahitleşmesi, andlaşması, anlaşması, itilaf etmesi
veya ettirmesi mânâlarını da ifade eder.
Kureyş, Arap içinde Adnanîler'den, Adnanîler
içinde Mudarîler'den, Mudarîler içinde Kinanîler'den, Kinanîler içinde Nadr b.
Kinane evladından olan meşhur, büyük kabilenin ismidir. Alûsî'nin beyanına göre
Kurtubî buna sözlerin en sahih ve en sabiti demiş ve bazıları fakihlerin de
bunu kabul ettiklerini söylemiştir. Fakat Ebu'l-Fida ve diğerlerinin beyanına
göre sahih olan Kureyş, Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane evladıdır. Fihr
evladından olmayanlar Kureyş sayılmaz. Bunun, çoğunluğun fikri olduğu
söylenmiş, hatta Zübeyr b. Bekkar, neseb ilmi bilginleri (nessâbûn)nin bunda
ittifakları olduğunu söylemiştir. Kaf'ın fethi ile "karş", kesmek ve
şuradan, buradan bir takım şeyler toplayıp birbirine katmak ve ve ilhak ederek
karıştırmak ve harpte birbirine karışıp mızrakları birbirine karmakarışık
tokuşturmak mânâlarına masdar olur ki Türkçe'de karışmak, karıştırmak masdarına
lafız ve mânâ bakımından benzetilebilir. Nitekim harpte mızraklar birbirine
girip karıştığı zaman denilir ki süngüler mızraklar karıştı, birbirine girdi
demektir. Tekarruş da tecemmu (toplanma) mânâsınadır. Kaf'ın esresiyle
"kırş" deniz canavarlarından birinin ismi imiş ki denizdeki diğer
hayvanları yer, kahreder ve kendisi yenilmezmiş. Bunun tasgir (küçültmes)i
kaf'ın zammıyla "Kureyş" gelir. Fihr b. Malik b. Nadr, şiddet ve
kuvetinden dolayı bu isim veya bu lakab ilk anılmış ve onun sülalesine nisbetle
Kuraşî veya Kurayşî denilmiştir. Künyesi Ebu Galib'dir. Bazıları da demişlerdir
ki bu kabileye Kureyş denilmesi Fihr zamanında değildir. Bunlar Huzailer'in
Mekke'yi zabtı ve Kâbe'nin anahtarlarını onlardan almaları üzerine
dağılmışlardı. Sonra Resulullah'ın ecdadından ve Fihr'in sülalesinden Kusayy b.
Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr, bu dağılmış olan kabileyi
derleyip toparlayarak Huzailer'den Kabe'nin anahtarlarını geri alarak
şereflerini yeniden kurduğu zaman Fihr evladından olanların hepsine Kureyş ve
nisbetinde Kuraşî yahut Kurayşî denilmiştir. Ebu'l-Fida der ki: "İbnü Said
Mağribi'nin nakli böyledir. Buna göre Kureyş, Fihr'in kendisinin değil,
evladının ismi olmuştur". Ve bu şekilde Kureyş toplanma mânâsına olan
"tekarrüş"ten türemiş olarak terhim (kısaltma) yoluyla küçültülmüş
demektir. Zira ziyade babdan tasğir (küçültme) sigası ancak kısaltma ile kabil
olur. Ferra, ticaretlerinden dolayı kazanma mânâsına tekarrüşten olduğunu
söylemiştir. "Siyer-i İbnü Hişam"da der ki: "Kureyş'e Kureyş
denilmesi tekarrüştendir. Tekarrüş, ticaret ve kazanma mânâsınadır. Ru'be b.
Accac şöyle demiştir:
"Yağ ve hilesiz saf şeyler, onları
ticaret ve kazancın döküntüleri olan kalitesiz buğdaya ve halhal başlarına
muhtac etmiyordu."
Şuğuş, bir çeşit buğday, haşl, halhal ve
bilezik başları; kuruş da ticaret ve kazanmadır. Bu recez bahrinde yazılmış
şiirde ticaret ve kazanç mânâsına olan kuruş dilimizde ticaret için değişim
aracı olan para için birim olarak kullandığımız "kuruş" kelimesiyle
açıktan ilgili görünür. Bundan takarruş kuruşlanmak, ticaret edip kazanmak
demek olur. Bir görüşe göre Kureyş ismi bundan alınmadır. Alûsî'nin beyanına
göre bazıları da "teftiş" mânâsına "takriş"ten olduğunu,
çünkü bunların atalarından beri ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını teftiş
ederek arayıp sormak ve hacıların eksiklerini gediklerini gözetip çaresini
araştırmak âdetleri bulunduğunu söylemişlerdir. Gerek ziyadeden olsun, gerekse
aslı üzere sülasi (üç harfli)den olsun Kureyş kelimesinden tasğir (küçültme)in
tazim (yüceltmek) için olduğunda söz yoktur. Nitekim şu beyitteki:
"İnsanların hepsinin her halde aralarına
girecek
Bir dahiyecik (musibetcik) ki, ondan
parmakların uçları sararır."
(Burada "düveyhiye" diye tasgîr
(küçültme) sigasıyla ifade olunan musibetcikten maksad ölümdür. Küçültme bunun
en küçüğünün bile büyüklüğünü ve dehşetini ifade etmek için zıddıyle kinaye
edilmiş gibidir.)
"Düveyhiye" kelimesinin tasğiri
(küçültmesi) büyüklemek için olduğu meşhurdur. Ve izah olunacağı vechile Haşim
ve kardeşinin de Kureyş'i ilafta büyük hizmeti olmuştur. Malumdur ki Rasul-i
Ekrem (s.a.v.) hazretleri "Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib b. Haşim
b. Abd-i Menaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Galib b. Fihr b.
Malik b. Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b.
Mead b. Adnan"dır. Adnan da daha hayli batın ötede İsmail b. İbrahim
Aleyhisselam zürriyeti olması hasebiyle Peygamberimizin nesebi de İbrahimî,
İsmailî, Adnânî, Mudarî, Kinanî, Kureyşî, Haşimî'dir.
Şu halde diğer âyetlere ve mücizelere
bakmaksızın yalnız bu cihet nazar-ı itibara alındığı, Kusayy'in ve Haşim'in
Kureyş'i ilaftaki şeref ve hizmeti ve fil olayı dolayısıyla de Beyt ve ehl-i
beyt hakkında ortaya çıkan Allah'ın yardımı düşünüldüğü şekilde bile Hz.
Peygamber'in tevhit davetine ilk önce Kureyş'in koşması lazım gelirken, yine
ilk önce onların Allah'a ortak koşmada ısrar ederek muhalefet ve karşı koymaya
kalkışmaları bu sûrenin nüzul sebebi olmuştur.
'Deki "lâm"ın mânâsında üç vecih
söylenmiştir:
1- İbnü Cerir gibi bazılarının seçtiğine göre
teaccüb için olup mahzuf fiiline müteallık (ilgili) olmaktır ki, Kureyş'in kış
yaz yolculuk ve sefere ülfetleşip bu Beyt (Kâbe)in Rabbine kulluk etmemelerine
teaccüb edin (şaşın), o şaşmaya layıktır demek olur. Bu mânâ sûrenin başlı
başına bir sûre oluşuna ve "ibadet etsinler" emrinin açıklamasına
göre münasip bir mânâ olmakla beraber, yolculuğun mutlaka kötülüğüne işaret
eder gibi olması hasebiyle pek uygun değildir.
2- Ta'lil için olmaktır. Bunda da iki vecih
vardır:
Birisi, önceki sûredeki "onları
kıldı" veya "nasıl yaptı" fiilleriyle ilgili olmaktır. Bunu,
bazıları sûrenin müstakil olmasına aykırı görerek, bu sûrenin başında o
fiillerden birini takdir etmek daha uygun olacağını, yani "öyle yaptı ki
Kureyş'in îlâfı için" mânâsına olmasını tercih etmişlerdir. Bu şekilde
ilâf, bir nimet olarak zikredilmiş demektir. Lakin buna karşı denilmiştir ki,
Kur'ân'ın hepsi bir sûre gibi mânâ bakımından birbirine bağlı olmak itibarıyla
bir sûrenin diğerine mânâ cihetinden bir ilişkisi, onun haddi zatında bir sûre
olabilmesine engel olmamak gerekirse de, fil olayını yalnız Kureyş'in yolculuğa
ilâfı ile sebep gösterme doğru olmaz. Çünkü bu yolculuk ve seferden maksad,
Yemen'e ve Şam'a ticaret için sefer olduğuna göre Kureyş'in bu yolculuğa ülfeti
ve bu konuda Yemen ve Şam hükümetleriyle antlaşma ve uyuşmaları yalnız fil
olayından sonra değil, daha önceden ve bilhassa Abdi Menaf oğulları Haşim ve
kardeşleri zamanından beri yapageldikleri bir ülfet olduğu malum bulunduğundan dolayı
fil vak'ası bu ülfeti meydana getirmek için oldu demek doğru olmaz. Gerçi fil
sahipleri gayelerinde başarılı olsalardı, bu ülfet kalmayacaktı. Ve onların o
şekilde defedilmeleri ve yok edilmeleri gerek diğer Arap kabileleri ve gerek
etraftaki melikler nazarında hürmet ve ilgilerini artırarak kendilerine daha
çok ısınmalarına ve üfletlerini artırmalarına başlıca bir sebep olmuş bulunması
itibarıyla bunu o olayın fayda ve semerelerinden başlıca birisi saymak ve
bundan dolayı "lâm"ı ta'lilden çok başlıca bir akıbet için düşünmek
doğru olabilirse de bunu fil vak'asının tek sebebi ve hikmeti imiş gibi
düşünmek doğru değildir. Onun için bunu fil vak'asının ve bir dış sebebi, ve de
bir gayeye ait sebebi, yani sırf onun sonucu olan tertip edilmiş bir hikmeti olarak
değil, onunla da bir münasebeti bulunmakla beraber, Allah Teâlâ'nın daha sonra
dinini açıklamak üzere Beyt (Kâbe) dolayısıyla Kureyş'e daha önceden nasib edip
bu sûrede beyan buyurmuş olduğu ayrıca bir nimeti olan bir îlâf ve ülfet olarak
düşünmek lazımdır. Bu ise deki lâm'ın ta'lil için olmakla beraber, yukarıki
sûre mefhumuna değil, ancak ilerdeki "ibadet etsinler" emrine
müteallık olmasıyla mümkündür. "fe"nin sonrası evvelinde amil
olamayacağına dair meşhur bir nahiv kaidesi varsa da "Benden sakının."
(Bakara, 2/41); "İnananlar Allah'a dayansınlar." (İbrahim, 14/11)
misalleri vechile buradaki "fe"nin de ona engel olacak kabilden
olmadığı beyan olunmuş ve özellikle Nahiv imamlarından İmam-ı Halil ve Sibeveyh
bu 'nin lâm'ının 'ye müteallık olduğunu beyan ve tasrih etmişler.
"Keşşaf" sahibi Zemahşeri gibi dil kritikçileri de bunu tercih
etmişlerdir. Bu taallık (ilgi) doğrudan doğru olmasa bile ızmar (gizleme) ve
tefsir suretiyle sahih olacağında hiç tereddüde yer yoktur. Bu sebeplerden
dolayı, biz de meâlde bu vechi açık olarak tercih edip seçtik. Hitap de
Resulullah'a olup Kureyş'e emir, emr-i ğaib olduğu için mânânın özeti şu olmuş
olur: Ey Muhammed! Rabb'ının fil sahiplerine o yaptığından başka Kureyş
kabilesine daha bir çok özel ihsanları olmuş ve olacaktır. Bunlardan başlıca
birisi onlarda veya onların lehine olan ilaf, yani meydana getirilen ve daha
çok getirilmesi istenen ülfet ve anlaşmadır ki, fil olayından sonra bilhassa
hatırlatmaya değer.
2. Ondan dolayı herkesten önce iman ve kulluk
etmeleri lazım gelirken etmeyen o Kureyş'e tebliğ et ki, onların husule
getirilmiş ve getirilecek ülfet ve anlaşması için, -önceki îlâf yahut ilaftan
bedel-i kül veya ba'zdır yani bilhassa o kış ve yaz yolculuğuna îlafları, kışın
ve yazın göçe, sefere ülfet ettirildikleri veya daha çok ettirilmeleri için,
yahut kış ve yaz seferde vardıkları yerlerde ülfet ve ünsiyete mazhar
edilmeleri için yahut kış ve yaz seferi hakkında etraf ile ülfetleşerek anlaşıp
andlaşmaları, ahitleşmeleri için.
RIHLET: Malum ki göç, sefer demektir. Îlâf
if'al babından olduğuna göre rihlet onun mef'ul-i bihi, müfaale babından
olduğuna göre de "cârr" (cerr eden)in hazfiyle takdirinde mef'ul-i
lehidir. İş bu kış ve yaz İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere Kureyş ticaret
için kışın Yemen'e, yazın da Şam tarafına Basra'ya sefer ederlerdi. Aynı
şekilde gerek ticaret ve gerek diğer maksatla yazın yazlık olarak Taif'e
göçerler, kışın da Mekke'ye göçerlerdi. Nakkaş tefsirinde dört seferleri olduğu
zikrolunmuş, İbnü Aliyye bu görüşün reddedilmiş olduğunu söylemişse de
"Bahru'l-Muhît"de der ki: Reddolunması uygun değildir. Çünkü ilâf
ashabı dört kardeş idi ki, bunlar Abd-i Menaf oğullarıdır: Haşim, Şam meliki
ile anlaşırdı. Ondan atlar almış, onunla Şam ticaretinde emniyet bulmuştu.
Abd-i Şems, Habeş'e; Muttalib, Yemen'e; Nevfel de Faris ile anlaşırdı. Bunlara
"Müttecirin" denirdi. Diğer Kureyş tüccarları bu dört kardeşin
adlarıyla ticarete giderler, ondan dolayı onlara da dokunulmazdı. Ezherî
"el-îlâf yani "hufâre" denilen yasakcılıkta kuruyuşa
benzer" demiştir. Böyle olunca bu dört kardeşin himayesinde olarak
tüccarın bulunduğu bu dört mevki itibarıyla Kureyş'in dört seferi olmak diye
ifade olunan iki sefere zıt olmaz. Rihlet, cins ismi olarak bir ve daha çok
sefere de şamil olabilir. Nitekim şair bu dört kardeşi methettiği şu beyitlerle
bu mânâyı anlatmıştır:
"Ey yükünü, seferlerini değiştiren adam!
Abd-i Menaf ailesine inseydin a...
Onlar ufuklarından ahd almışlardır,
Ve seferi ilaf için sefer ederler.
Bir bahşiş veren bulunmazken onlar bahşiş verirler.
Ve misafirlere buyurun derler.
Ve zenginlerini fakirlerine karıştırırlar
O derece ki hatta fakirleri kifayetli gibi
olurlar".
"Bahr"ın sözü burada bitti. Yukarda
kaydettiğimiz vechile "Kamus"ta da tenzildeki "îlâf"ın ahd
ve mânâsı beyan edildikten ve bu ahdi ilk alan Haşim olduğu zikredildikten
sonra sûrenin meâli, şöyle izah edilmiştir: Kureyş, Harem-i Şerif'in sakinleri
idiler. Etraflarında halk vurulup çarpılırken onlar erzaklarının temininde ve
yazın, kışın seferlerinde emniyetle gidip geliyorlardı. Bir arızaya uğradıkları
zaman, "Biz Allah'ın hareminin ehliyiz." diyorlar ve bundan dolayı
kendilerine kimse dokunmuyordu. Haşim, Şam ile anlaşıyordu; Abdişems, Habeş'le;
Muttalib, Yemen'le; Nevfel, Faris'le, diğer Kureyş tacirleri de bu kardeşlerin
tutamaklarıyla bu şehirlere gidip geliyorlar ve o sayede onlara da
dokunulmuyordu. Bu dört kardeşten her biri kendi sefer nahiyesinin melikinden
bir ahd ve eman vesikası almıştı.
Kamus tercemesi "Okyanus"un bunu
izahında da zikredildiği üzere Kureyş halkı ötedenberi ticaret ehli ise de
ticaretleri -hemen- hemen Mekke ve etrafına münhasır gibiydi. Başlangıçta Haşim
b. Abdi Menaf, Şam melikinden ahd ve eman almıştı. Bir defa Haşim Şam tarafına
azmedip vasıl olduğunda şeref ve şanı, Şam'da hükümran olan Kayser tarafından
duyulup huzuruna davet ve riayet eylemişti. Haşim bu vesile ile münasebet
getirip Kureyş tacirlerinin bazı Yemen ve Hicaz mallarıyla Şam ülkesine emanet
ve selametle gidip gelmeleri için ahd ve emanı içeren bir ruhsatname istemiş, o
da isteği üzere resmi bir vesika vermiş olmakla ondan sonra Kureyş tacirleri
Şam tarafına ülfet ettirilir olmuştu. Bunu gören kardeşleri de anlatıldığı
üzere Habeş'ten, Yemen'den, İran'dan böyle birer ruhsat almışlardı ki, bunlar
birer "kapitülasyon" demek olur. Bu şekilde Kureyş kabilesi yaz kış
seferlerinde bu dört kardeşin hufaret denilen delalet ve himayesi adı altında
emniyet ile gidip geliyorlardı.
Bu izahlardan da anlaşılıyor ki, ilaf deyimi
iki haysiyetle iki mânâ ifade etmiş oluyor. Birisi uyuşup anlaşarak bir muahede
ve antlaşma ahdetmek ki, bu mânâda mufaale babından olan ilâf ve îlâf sarih;
birisi de diğerini alıştıracak vechile hufare denilen delalet ve himaye
suretiyle koruyarak ülfete sevketmektir ki bunda da if'al babından olan i'laf
sarihtir. Bu sûrede bu kelimenin bedel yoluyla iki defa zikredilmesinden de her
birinin bir mânâya işaret olması muhtemel olduğu gibi İbnü Amir kırâati de
birisinin îlaf, ikincinin ilâf olmasında sarihtir. Bu itibar ile de meâlde îlâf
lafzının bu iki mânâyı içermek üzere aynen muhafazası lüzumu ortaya çıkar.
Bütün bu mânâlarda "kış ve yaz seferi"nde ticaret seferi mânası esası
olmuş oluyor. Bununla beraber bu îlâf Kureyş'e ait olmakla beraber seferin de
mutlaka onlara ait olması lazım gelmez. Bu anlaşma suretiyle Kureyş başkalarını
da sefer ve rıhlete ilaf etmiş olmak muhtemeldir.
Bundan başka Fahreddin Râzî'nin ikinci bir
görüş olarak zikrettiği vechile bu kış ve yaz seferinden maksad, diğer halkın
hac ve umre için Mekke'ye sefer ve yolculukları olmak, Kureyş'in bu sefere
ilafından maksad da emniyet ve asayişi temin ile etraftaki halkı ona
ısındıracak şekilde rağbetin fazlalaşmasına hizmet etmek olabilir. Nazmın buna
da ihtimali vardır. Fakat meşhur olan öncekidir.
Geçen açıklamadan da anlaşıldığı vechile
Kureyş'in bu seferlere ülfeti fil olayından sonra başlamış değildir. Çünkü
Haşim ve kardeşlerinin fil olayından önce, bu olayın ise hayli sonra Abdülmuttalib
zamanında olduğu bilinmektedir. Şu kadar ki fil sahipleri maksatlarında
başarılı olup da Kâbe'yi yıksalardı Kureyş'in bu önemi ve bütün bu ilaf ve
anlaşma menfaatleri elden kaçacağı kesin olduğundan olayın bunları teyit ve
takviye etmiş olduğu da, şüphesizdir. İki sûre arasında asıl benzeme yönü de
budur.
Şunu da dikkat nazarına almak gerekir ki,
mef'ul-i leh mutlaka husulî olmak gerekmez. Gayeye ait illet, tertip edilmiş
fayda kabilinden neticede husule getirilmek üzere tahsilî de olur. Mesela sevdiği
için söyledi, denildiği gibi, sevdirmek için söyledi de denilebilir. Onun için
Kureyş'in o zamana kadar husule gelmiş bulunan îlâfı için demek olabileceği
gibi, o zamana kadar henüz tamamıyla husule gelmeyip daha çok ilerde olacağı
Allah'ın muradı olan ve yalnız Mekke ve Arabistan havalisine değil, bütün
cihana karşı ülfet ve anlaşma ile yüksek bir medeniyet, emniyet ve asayişi
taahhüd edecek gelişen bir îlâf ve te'lif dahi olur ki, bu da sadece normal
ufak tefek ticaret işleriyle değil, Beyt (Kâbe)-i Şerif'in ve Muhammed
Aleyhisselam'ın peygamberliğinin ve tevhid dininin kadrini hakkıyla bilerek ve
gerçekten Emin Belde'nin ve Harem-i Şerif'in ehli olacak ahlak ve tavırlara
sahip olarak ve fil ashabı gibi ortaya çıkması düşünülebilen saldırgan
düşmanlara karşı mücahede ve Allah'a kulluk için birleşerek "Hacılara su
verme ve Mescid-i Haram'ı onarmay(işini yapan)ı; Allah'a, ahiret gününe inanan
ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz?" (Tevbe, 9/19) mefhumu ile
hareket etmek üzere yaz ve kış her mevsim için gereğine göre seferberlik
edebilecek vechile bir îlâf ve ülfet hasıl etmekle, yani İslâm dinine
sarılmakla olacaktır. Onun için burada yukarıda açıklandığı üzere husule gelmiş
bulunan ilafın ve ticaretin de şükrü lazım gelen Allah'ın bir nimeti olduğuna
işaretle beraber, asıl ilerde husulü arzu edilen yüksek ilaf ve anlaşmanın
temeli bulunan tevhidî ibadet ve kulluğa sevk için ilaf nimetine özellikle önem
verildiğini ifade etmek üzere öne alınmıştır.
3. Şu halde "Keşşaf" sahibinin beyan
ettiği vechile mânâ şu olur: Allah Teâlâ'nın saymaya gelmez diğer nimetlerini
hesap edemeseler, düşünmeseler bile Kureyş hiç olmazsa sırf bu ilaf nimeti için
Bundan böyle bu Beyt (Kâbe)nin Rabb'ine ibadet ve kulluk etsinler. Yani
Muhammed Aleyhisselam'ın daveti üzerine serkeşlik etmeyip hakkı tanısınlar,
şirk ve isyandan vazgeçsinler de fil sahiplerinin saldırısından muhafaza
buyurulmuş Beyt-i Atik (eski Beyt) olan şu Kâbe'nin ortak ve benzerden uzak
Rabb'ine ibadet etsinler, yalnız onu Mabud tanıyıp onun emri gereğince ibadet
ve kulluk yapsınlar, o Beyt'in ehli olacak Rabbanî ahlâk ile ahlâklanarak ona
hizmet için gereken görevi yapmak üzere kış yaz her türlü mücahede ile yüksek
ilafa hazırlansınlar.
4. "O Rab ki" Rabb'in sıfatıdır,
yani bu Beyt'in Rabb'i ki onları, (o Kureyş'i) büyük bir açlıktan doyurdu ( 'un
ve 'in tenvinleri yükseltmek ve korkuya düşürmek içindir). Bu açlık ve doyum
hakkında üç görüş vardır:
1- İbrahim Aleyhisselam'ın: "Rabbimiz!
Ben çocuklarımdan bazısını, senin Beyt-i Haram'ının yanında, ekinsiz bir vadiye
yerleştirdim. Rabb'imiz, namazı kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de
insanlardan bir takım gönülleri, onları sever yap ve onları çeşitli meyvelerle
besle." (İbrahim, 14/37) duasına işaret olmasıdır ki, Beyt-i Muharrem
(Kâbe)nin yanında Mekke ziraatsız bir vadi olduğu halde Hz. İbrahim'in duası ve
Kabe'nin hürmeti sayesinde İbrahim zürriyetinden İsmail ve evladının ve
onlardan olan Kureyş'in "Onları çeşitli meyvelerle besle." (İbrahim,
14/37) âyeti ölçüsünce meyvelerden beslenerek yaşayabilmesidir.
2- Yine bu dua meyvesi ve Beyt'in bereketi
olarak Kureyş'in, beyan olunduğu üzere yaz ve kış ticaret seferlerine îlâfı
vasıtasıyla o muhitte tabiî olması lazım gelen açlıktan korunmuş olmalarıdır
ki, burada en açık olan budur.
3- Yusuf seneleri gibi süren şiddetli kıtlığa
işaret olduğunu da söylemişlerdir ki leşleri ve kemikleri bile yemişler ve Hz.
Peygamber'in duası berekâtiyle kurtulmuşlardı da Kureyş kâfirleri yine imana
gelmemişlerdi. (A'râf Sûresi'nde "Biz her hangi bir ülkeye bir peygamber
gönderdiysek, onun halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve
darlıkla sıkmışızdır." (A'râf, 7/94) âyetinde ve daha bazı yerlerde buna
dair söz geçmişti. Bkz.). Ve müdhiş bir korkudan emin buyurdu. Bu da fil
ashabının defedilmiş olan korkusudur. Bununla beraber "Görmediler mi
çevrelerinde insanlar kapıl(ıp öldürülür veya esir edil)irken biz (Mekke'yi)
güvenli bir bölge yaptık." (Ankebut, 29/67) buyurulduğu üzere
etraflarından halk vahşet ve kötülük içinde vurulup çarpılıp dururken Kureyş
Beyt'in civarında emin harem, emin belde olan Mekke ve havalisinde emniyet
buldukları gibi Harem ehli, seferlerinde de ilaf ile korkudan emin olarak gidip
geliyorlardı. Halbuki o Beyt'in, o Harem'in ehli olabilmek için bütün cihana
karşı o etrafın cehalet ve kötülüğünü ıslah, emniyet ve asayişini tesis,
ihtiyaç içinde kıvranan fakirlere ve miskinlere gereği vechile yardım etmek,
Allah'ın birliğini bilerek onun yolunda ve onun hükümlerini yerine getirme
uğrunda mücahede ederek ona layık kul olmak, hasılı hak ve tevhid dini olan
İslâm'a kamil iman, sıdk u sadakatle sarılarak Ve'l-Asrı Sûresi'nde özetlenen
esas üzere çalışmak lazımdır.
Görülüyor ki Elemtere Sûresi'ne bağlı gibi
görünen bu sûre buradan yukarıki sûrelere de dönüp baktırarak ta Vettini
Sûresi'ndeki "Ve güvenilir şehre andolsun ki." (Tîn, 95/3) âyetini
hatırlatmış, orada "Artık bundan sonra hangi şey sana dini
yalanlatabilir?" (Tîn, 95/7) buyurulduğu gibi, buraya kadar kıymetli dinin
esasları özetlendikten sonra, burada da "Dini yalanlayanı gördün mü?"
(Mâûn, 107/1) diye Mâûn Sûresi başlayacaktır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Kureyş Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.