Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Kevser Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
108-KEVSER:
Muhakkak biz ( Sûresi'ne bkz.) "Sana
Kevser'i verdik." Hitap, Resulullah'adır. "I'tâ"da malumdur ki,
atıyye vermek, iyilik yapmaktır. Yani ey Muhammed, emin ol ki biz, Hak Rabb'ın
yüksek şanımızla sana özel lütuf ve ihsan olarak kevser verdik kevser.
KEVSER: Asıl lugatta çokluk demek olan
"kesret"ten cevher gibi fev'al vezninde vasıf veya bir isim olup
Râzî'nin ve Ebu Hayyan'ın ifadeleri vechile çokluğu ifrat derecede olan, yani
çok pek çok, gayet çok şey demektir. Oğlu seferden gelen bir Arab'a "Oğlun
ne ile geldi?" denildiğinde, "kevserle geldi" dediğini ve bunun
çok şeyle geldi demek olduğunu naklederler. "Kamus"ta da şöyle der:
Kevser, "herşeyin çoğu," "birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz",
İslâm ve peygamberlik, Taif'te bir mektebin adı, saykal vezninde kevser
gibi,"hayyir mi'tâ" yani çok hayırlı, çok vergili adam, seyyid yani
efendi adam ve nehir mânâsınadır, cennette özel bir nehir adıdır ki cennetin
bütün ırmakları ondan şubelere ayrılır. Kevser Sûresi bunu içerir. Şu halde
kelimenin yalnız türevine göre lugattaki esas mânâsı düşünülür, verildiği ve
ihsan edildiği haber verilen şeyin de hayırlı, güzel bir şey olması lazım
geleceği, özellikle verenin Allah Teâlâ olması ve bunun verilmesi büyük şanla
beyan buyurulması Allah kelâmında Kevser adıyla anılmasından da bunun hakikaten
Allah Teâlâ katında sabit, yani ebedî ve sonsuz bir çokluk ifade ettiği de
düşünülürse bundan ilk anlaşılacak açık mefhum "hayr-ı kesir" yani
çok, pek çok hayır demek olacağında şüphe edilmez. Ancak bunun aslı itibarıyla
ne olduğuna ve din dilinde daha hususi bir mânâsı olup olmadığına gelince, bu
hususta tefsircilerin türlü açıklamalarına rastlanır ki, "Tahrir"de
yirmi altı görüşe kadar sayılmıştır. Bunlar içinde en çok bilinenlerden bir
kaçını olsun söylememiz gerekir:
BİRİNCİSİ: Birçok tefsirlerde selef ve halefe
meşhur ve yaygın olan mânâ, Kevser, cennette bir nehirin özel ismi olmasıdır.
Zira yukarıda da geçtiği üzere bu mânâ Hz. Peygamber'den sahih olarak rivayet
edilmiştir. "Kevser, Rabbimin cennette bana verdiği bir nehir." Bazı
rivayetlerde bir havuzdur ki, çok hayır (hayr-ı kesir) ondadır. Ümmetim kıyamet
günü varıp ondan içecekler, kapları yıldızlar sayısıncadır. İçlerinden kul olur
titreme ile çekilir atılır: Ey Rabbim, o benim ümmetimdendir, derim. "Bilmezsin
senin ardından o neler yaptı?" buyurulur, meâlinde olan hadiste "çok
hayır" kavramı da açıklığa kavuşturularak cennette bir nehir veya havuz
olduğu bilhassa beyan edilmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Müslim, İbnü
Mâce, Nesaî, İbnü Cerir ve daha diğerleri bu nehirin tarifi hakkında: Kenarları
boş inci kubbeleri, içinden ezfer miski çıkar, sütten daha beyaz, baldan daha
tatlı, genişliği ve uzunluğu doğu ve batı arası kadar, derinliği yetmişbin
yıllık, ondan içen bir daha susamaz, ondan abdest alan ebediyen perişan olmaz,
benim ahdi (anlaşma)mi bozan, benim Ehl-i beytimi öldüren ondan içmez."
gibi vasıflara Enes'ten, Hz. Aişe'den, İbnü Ömer'den, İbnü Abbas'tan müteaddit
hadisler rivayet etmişlerdir. Bir çok hadislerde de havuz varid olduğu malumdur.
Bundan dolayı ikisinden maksat bir midir? Havuz nehrin kaynağı veya denize
kavuşan kısmı gibi midir? Yoksa ayrı mıdır, diye bahsedilmiştir. Meşhur havuz,
mahşerdedir. Bazıları, mizandan ve sırattan öncedir demişler, bazıları da
onlardan sonra cennetin kapısına yakın ve Muhammed ümmetinden cennet ehli
aralarındaki hakları helallaşmak için hapsolunacakları yerde olduğunu
söylemişlerdir. Alûsî der ki: Buna göre havuz, değiştirilecek arzda demek olur.
Kadı Zekeriyya, Peygamber (s.a.v.) hazretlerinin biri sırattan önce, biri de
sırattan sonra olmak üzere iki havuzu olup, ikisine de Kevser denildiğini
nakletmekle beraber doğrusu havuzun sırattan sonra ve Kevser'in cennette
olduğunu ve onun munsabb (denize karışan kısım)ı olduğu için havuza da Kevser
denilmiş olduğunu söylemiştir. Ve yine Alûsî'nin beyanına göre denilmiştir ki:
Bu havuz mânâsına Kevser, Peygamberimiz'in zikrolunan nehir gibi
özelliklerinden değildir. Belki diğer peygamberlerin de havuzları vardır.
Ümmetlerinin müminleri ona geleceklerdir.
Nitekim Tirmizî hadisinde: "Her peygamberin bir havuzu vardır ve hep onlar
hangisinin geleni daha çok diye öğünürler ve ben muhakkak onların en çok geleni
olacağımı umarım." buyurmuştur ki, hadis, Tirmizî'nin dediği gibi hasen
garibdir. Onun için bu havuzlara iman ve itikat vacip değildir. Fakat Peygamber
(s.a.v.)in havuzuna dair olan hadisler tevatüre yakın derecede meşhur olduğu
için Ehl-i Sünnet katında ona iman vacib olduğu Akaid kitaplarında
zikredilmiştir. Bununla beraber Mutezile'den ona imanın vacib olmadığını
söyleyenler vardır. Şüphesiz ki bu sûre gereğince Resulullah'a Kevser'in
verilmiş olduğuna imanın ittifakla vacib olduğunda söz yoksa da, onun bir nehir
veya havuz olmasına inanmak sahih olmakla beraber vacibtir denemez. Zira daha
başka görüşler de vardır. Şöyle ki:
İKİNCİSİ: İkrime'den rivayet edildiği üzere
peygamberliğin şerefidir. Zira peygamberlik, iki cihanın hayırlarını hem dünya,
hem din saadetini gerektiren genel başkanlığı içeren ve bundan dolayı başlangıç
itibarıyla rahmanî lütuf, hem de sonuç itibarıyla rahimî lütfu içine alan
hayr-ı kesir (çok hayır)dir. "Hikmet verilen kimseye çok hayır
verilmiştir." (Bakara, 2/269) diye "çok hayır" olduğu beyan
buyurulan hikmetin en yüksek derecesidir. Razî'nin açıkladığı vechile
peygamberlik rütbesi uluhiyetten sonra ikinci mertebedir. Onun için "Kim
Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir." (Nisa, 4/80)
buyurulmuştur, imanın bir esası olmuştur ve Allah'ı bilme esasının dalı
gibidir. Zira peygamberlikte marifet için önce Allah Teâlâ'nın zatına, ilmine,
kudretine, hikmetine dair bilgiler edinmek gerekir. Peygamberlikte bilgi
(marifet) hasıl olunca da ondan semi (duyma) , basar (görme) ve bazılarının
görüşüne göre sıfat-ı haberiyye ve vicdaniyye (haberî ve vicdanî sıfat) gibi
diğer sıfatlara bilgi edinilmiş olur. Gerçi peygamberlik diğer peygamberlere de
verilmiştir. Fakat peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberimiz'in bu yüksek
menkıbeden hazzı ve nasibi hepsinden çoktur. O hepsinden önce zikredilmiş,
hepsinden sonra gönderilmiştir. Bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir,
bütün peygamberlerden önce haşrolunacak, dinine nesih varid olmayacaktır. Onun
büyük ahlakı ve faziletleri sayılamayacak derecededir. Râzî burada bilinen
diğer peygamberlerin mucizeleriyle onun mucizeleri arasında özet olarak bir
karşılaştırma yaptıktan sonra demiştir ki, Allah Teâlâ onu seçtiği kullarından
önce getirip "Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık, senden,
Nuh'dan..." (Ahzab, 33/7) buyurmuş ve ona böyle bir peygamberlik vermiş
olduğu için caizdir ki o peygamberliğe Kevser ismini vererek "biz sana
Kevser'i verdik" buyurmuştur.
Şu halde Kevser'i Peygamber'in çok
faziletleri, büyük ahlâkı, her hayırı içine alan Kur'ân, tevhid, İslâm, ilim ve
hikmet diye tefsir eden görüşler de bütün Muhammed (s.a.v.)'in mucizelerine
işareti içeren peygamberlik ve Muhammedî risaletin gereklerinde dahil olur.
Bunların her birinin de "çok hayır" olduğunda şüphe olmadığı gibi,
Kevser bunların ayrı ayrı her birine de bir şer'i isim olmuştur. Muhammedî
risaletin özelliklerinden olan "Mahmud makamı"nı da bu arada
zikretmek gerekir. Nitekim bir takım tefsirciler de bunu söylemişlerdir. Önceki
sûrede dini yalanlayanlara karşılık olarak düşünülünce Kevser'den bütün
mucizeleriyle âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği olur.
Bunların her biri cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehirin akış feyzi ile
temsil de olunabilir. Bundan başka:
ÜÇÜNCÜSÜ: Ümmetin âlimleridir. Hakikaten ilmen
ve ahlaken peygamberlerin varisleri olan âlimler, çok hayırdır. O vahy
kaynağından feyz alarak Resullah'ın zikrini yaşatmak, dininin eserlerini,
şeriat ve ahlâkının bilgilerini yaymak için ümmete hayır ve fazilet öğretmek
itibarıyla cennette rıdvan kaynağından akan Kevser nehrine benzerler.
Peygamberler, Allah'ı bilme esaslarında birlik olup da şeriatte (dinin amelî
hükümlerinde) farklı olarak halkın kurtuluşu için ilâhî rahmetin yayıcıları
olduğu gibi, ümmetin bilginleri de kalbleri hak tevhidi ve vicdanları Muhammedî
ahlâk üzere rıdvan neşesiyle Muhammedî şeriatın esaslarında birlik, ahval ve
zamana göre füru ve dallarında farklı olarak halka rahmet neşrederler. Yine
Râzî der ki: "Bunda fazilet iki vechiledir: Birisi; rivayet olunduğu üzere
kıyamet günü her peygamber getirilir. Ümmeti de ardınca gelir. Nice peygamberin
beraberinde bir iki kişi gelir. Bu ümmetin âlimlerinden her bir âlim de
getirilir. Birçoğunun ardınca binlerce kişi de gelerek hepsi Resulullah'ın
yanında toplanırlar. Öyle ki bazı âlimlerin tabileri diğer peygamberlerden
birinin tabilerinden çok olur. İkincisi: Âlimler, vahyden alınmış olan naslara
uymalarından dolayı isabet etmişlerdir. Kitabı korunmuş ve mazbut olan bu
ümmetin âlimleri bütün himmet ve gayretlerini sarfedip meşakkatler çekerek
yaptıkları istinbat ve içtihadda da isabet etmişlerdir. Bazıları hata etmiş
olsalar bile onlar dahi başlangıçta, iyi niyetle hakkı arayıp gayretlerini
sarfettiklerinden dolayı sevap kazanmışlardır." İsabet eden on sevaba nail
olursa, gayret edip de hata edenin bir sevaba nail olacağı bir hadis-i şerifte
beyan olunmuştur. Fakat hakkı aramayıp da içtihad adına arzu ve isteklerine
tabi olanların ilim haysiyetiyle hareket etmemiş olduklarından dolayı, bu hayır
ve faziletten hariç heva ehli olduklarını ise hatırlatmaya lüzum yoktur.
Bununla beraber bu mânâ da ilim ve hikmet mânâsı altında düşünülebilir.
DÖRDÜNCÜSÜ: Tabilerinin ve toplumunun,
ümmetinin çokluğudur. Allah Teâlâ ona o kadar çok hayırlı Ashab ve ümmet ihsan
buyurmuştur ki Vakıa Sûresi'nde geçtiği üzere cennet ehlinin yarısından fazlası
onun ümmetinden olacağı sahih hadislerle vaad olunmuş ve müjdelenmiştir.
Râzî'nin zikrettiği vechile şu meâlde rivayet olunan bir hadis-i şerif ile de
istidlal edilmiştir. Peygamber efendimiz buyurmuştur ki: "Ben İbrahim
halilullah'ın duası ve İsa'nın müjdelediğiyim. Kıyamet günü şefaatı kabul
edilenim. O vakit ben bütün peygamberlerle beraber bulunurken bize insanlardan
bir ümmet ortaya çıkacak. Hepimiz onlara gözlerimizi dikeceğiz. Her peygamber
onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek. Göreceğiz ki abdest eserinden
alınları ve elleri, ayakları parlıyor, ( "abdestin eserinden parlak olarak
nişanlanmışlar.") görünce ben diyeceğim ki Kâbe'nin Rabbi hakkı için
bunlar benim ümmetim, derken onlar hesapsız olarak cennete girecekler. Sonra
bize öncekilerin iki katı kadar diğer bir ümmet daha ortaya çıkacak. Yine
gözlerimizi dikeceğiz. Her peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek.
Göreceğiz ki abdest eserinden alınları, elleri, ayakları parlıyor. Ben yine
Kabe'nin Rabbi hakkı için bunlar benim ümmetim diyeceğim. Onlar da hesapsız
olarak cennete girecekler. Sonra bize o yükseltilenlerin üç katı yükseltilecek.
Yine gözlerimizi dikeceğiz, deyip birincilerde ve ikincilerde anlattığı gibi
söyledikten sonra Resulullah buyurmuştur ki: "İnsanlardan hiç kimse girmeden
önce benim ümmetimden üç fırka muhakkak ve muhakkak cennete girecektir".
Peygamberimiz "Nikahlanınız, üreyiniz, çoğalınız, çünkü kıyamet günü ben
sizinle (diğer) ümmetlere iftihar edeceğim, hatta bir düşük ile bile."
buyurmuş olduğu hadis de malumdur. "Sukut" (düşük) gibi henüz
sorumluluk sınırına ermemiş olanlarla bile öğünecek olan Peygamber'in öyle çok
kalabalık olan ümmetin çokluğuyla ne kadar sevineceğini düşünmeli, bunun da pek
büyük bir nimet olması hasebiyle bunu hatırlatmak hususunda da "Şüphesiz
biz sana Kevser'i verdik." buyurulması da elbette güzeldir. Ve bu mânâda
âlimler de dahil olur.
BEŞİNCİSİ: Hz. Peygamber'in evlatlarının
çokluğudur. Bu sûrenin inişi Peygamber (s.a.v.)in oğlunun ölümü üzerine ona
"ebter" diye edepsizlik etmeye kalkışan düşmanlarını red için olması
sebebiyle bilhassa bu mânâ ile müjdeleme dahi pek uygundur. Yani düşmanlarının
zannettiği gibi senin oğullarının -hikmet sebebiyle ölmesiyle neslin kesilecek
değil. Bilakis sana zaman geçmesiyle kesilip tükenmeyecek çok, pek çok nesil
vereceğiz, demek olur ki, gerçekten de öyle olmuştur. Bununla beraber bu mânâyı
üçüncü âyetten anlamak daha açık olur. Bunlardan başka daha bazı nimetler ve
faziletler zikrolunmuştur. Fakat bütün bu mânâlar söylenmekle beraber
tefsircilerin çoğu "çok hayır" mânâsında ısrar etmişlerdir. Çünkü
asıl lügat itibarıyla anlaşılan en geniş mânâ odur. Diğerlerine Kevser
denilmesi, hep bu "çok hayır" mânâsı itibarıyladır. Bunda dünyaya ve
ahirete mahsus tasavvur olunabilen ve henüz tasavvur olunamayan her "çok
hayır" da dahil olabilir. İbnü Cerir ve İbnü Asakir bunu Mücahid'den
rivayet etmiş oldukları gibi, Said b. Cübeyr'den, İbnü Abbas'tan meşhur olan da
budur. Buhârî, İbnü Cerir ve Hakim, Ebu Bişr tarikıyle Said b. Cübeyr'den, İbnü
Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Kevser, Allah Teâlâ'nın ona, yani
Resulüne vermiş olduğu hayırdır, dedi. Ebu Bişr, ben Said'e: "Birçok
kimseler, o cennette bir nehirdir diyorlar", dedim. "Cennetteki
nehir, Allah Teâlâ'nın ona ihsan buyurduğu hayırdandır." cevabını
verdi." diye izah etmiştir. Bu cevap aynen İbnü Abbas'ın kendisinden de
nakledilmiştir.
Şimdi burada şöyle bir soru hatıra gelebilir:
Kevser'in cennette bir nehir olduğu hakkındaki hadisler sahih ve hatta selef ve
halefte tevatüre yakın bir dederecede meşhur ve yaygın iken, doğrudan doğruya
Resulullah'tan sabit olan bu tefsire karşı diğer mânâ ve ihtimallerden
bahsetmek nasıl caiz olur? Bunca tefsirciler böyle farklı görüşlere nasıl sahip
olurlar?
Buna cevap, "çok hayır" kavramının
kesinlik ve kapsamıyla beraber hadislerin bir misal ile tefsir olması
ihtimalidir. Şöyle ki hadisin birinde "onda çok hayır vardır"
denilmesinden de anlaşıldığı üzere "çok hayır" mânâsı lafzın esaslı
mefhumu olduğu ve âyette kelimesinin başındaki "lâm"ı ahde
hamlolunduğu takdirde de bu mefhumun sübutunda tereddüde yer olmadığı gibi
hadislerin de mutlak olan vermeyi yalnız ahirete tahsis etme mânâsına olmayıp,
Kevser'in yalnız akıl ile bilinmesi kabil olmayan ve ancak görmek ve peygamber
haberiyle bilinebilecek olan en mühim bir misali ile tefsiri kabilinden olması
muhtemel bulunduğu ve bundan dolayı mefhumu tefsir ederken Kur'ân'ın açık olan
mutlaklık ve kapsamını da koruyarak tefsir etmek her şüpheden uzak olacağı
cihetle tefsirciler zikrolunan ve yalnız Peygamber tarafından ayrıca beyan ile
bilinebilecek olan nehir ve havuz hadisleriyle beraber lafzın makul olan bütün
ihtimallerini de düşündürmek ve tefekkür ettirmek üzere "çok hayır"
mefhumu üzerine diğer birçok misallerini de tefsir siyakında zikretmeyi vazife
bilmişler ve söylenen görüşlerin hepsi de âyetin mazmununda dahil ve diğer
deliller ve karineler (ip uçları) ile de teyid edilmiş bulunduğu için bu konuda
birbirini hata ve sapıklığa dahi nisbet etmemişler, ancak rivayet itibarıyla
zahir (açık) olan hadisler dolayısıyla "çok hayır"ın kaynağı olan
cennette bir belli nehir diye mi, yoksa dirayet bakımından zahir olup bir çok
misallerle izah edilebilecek olan mutlaka "çok hayır" mânâsı ile mi
tefsir etmek daha sahih ve daha evla (faziletli) olacağında ihtilaf
etmişlerdir. Nitekim İbnü Abbas'ın da nehir hadisini söylemekle beraber Said b.
Cübeyr'den rivayet olunduğu vechile o da "çok hayır"dandır, demiş
olması, nehir tefsirini misal ile tefsir kabul etmiş olduklarını gösterir. Onun
için bütün tefsirlerin sonucu iki vecih üzerinde özetlenebilir: Birisi cennette
bir nehir ki, "çok hayır" ondadır. Birisi de mutlaka "çok
hayır". Bundan dolayıdır ki Rağıb "Müfredat"ında bu iki mânâyı
tesbit ederek şöyle der: o cennette bir nehirdir ki, cennetin nehirleri onun
kollarıdır, denildi. Bir de o , o "çok hayır"dır ki Allah Teâlâ onu
peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) hazretlerine vermiştir, denildi. Cömert adama
da Kevser denilir ve bir şey son derece çoğaldığı zaman da "Bu şey, son
derece çoğaldı." denilir.
Önceki sûrede geçtiği gibi dini yalanlayanlara
tam karşılık olmak üzere Allah Teâlâ'nın hisler, akıllar ötesinde gayb
hazinelerinden cereyan eden nice gizli cemal ve celal eserleri muhakkak
olduğuna iman eden, sırf din neşesiyle, gizli bir zevk ile düşünülünce hadis-i
şeriflerin temsil ve tasviri gibi cennette bir nehir olması daha derin ve daha
zevkli, daha mânâlıdır. Bununla ebedi kudsi bütün hayır gayelerinin rıdvan
kaynağından sonsuz feyiz cereyaniyle gizli tecellileri Muhammedî hakikatte
ortaya çıkacağı misalî şekilde anlaşılacağından başka, o nehirin kendisine
Mirac'da gösterildiği ve onun üzerine Sidre-i Münteha yükseltilerek büyük eser
gösterildiği, yani "Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar, yahut daha az
kaldı." (Necm, 53/9) sırrı tecelli ettiği de bu hadislerde haber verilmiş olduğundan
bu mânâda "Sidre'yi kaplayan kaplamıştı, (Muhammed'in) gözü şaşmadı ve
sınırı aşmadı. Andolsun, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü." (Necm,
53/16-17-18) ifadeleriyle bilhassa Mirac'a da işaret edilmiş olur. O halde buna
mukaddime ve vesile olarak verilmiş olan diğer ilâhî lütuflara delalet etmesi
ise öncelikle sabit olacağı ve onlar lügavi mânâ ile açıkça da anlaşılabileceği
cihetle Resulullah özellikle anılan nehiri haber vermekle yetinmiş demektir.
Lakin yalnız gizli bir zevk ile değil de herkes için daha açık olmak üzere aklî
bir zevk ve nazarla düşünüldüğü şekilde yine hadis-i şerifin işaret ettiği
vechile mutlaka "çok hayır" mefhumuyla tefsir etmek daha açık ve
kapsamlı ve herkesin tefekkür edebilmesi itibarıyla daha faydalı olduğu da açıktır.
Bu şekilde İslâm dini "Kime hikmet verildiyse, çok hayır
verilmiştir." (Bakara, 2/269) buyurulan hikmet, "(Ey Muhammed), biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyurulan
Muhammedî nübüvvet ve risalet, özellikle Kur'ân, Kur'ân'ın içerdiği bütün hayır
ve faziletler, bu cümleden olarak Kur'ân sûrelerinde "Umulur ki Rabbin
seni övülmüş bir makama ulaştırır." (İsra, 17/79), "Muhakkak ki O'nun
sana olan lütfu büyüktür." (İsra, 17/87), "Ve sen, büyük ahlâk
üzerindesin." (Kalem, 68/4), "Rabbin sana verecek ve sen razı
olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi âyetlerde Resulullah'a bahşettiği ve vaad
ettiği beyan olunan dünya ve ahirete ait bütün ihsanlar ve ilâhî feyizler,
şeriatinin baki olması, ümmetinin âlimleri, hayır tabileri ve ümmetinin, nesil
ve evladının çokluğu, Mirac'da mazhar olduğu mevhibeler, nihayet şefaatı,
cennetteki özel nehri... hep "çok hayır" mânâsında dahil misal ve
tasdik olunan husus olarak düşünülür ve açıklanır.
Böyle biri mefhum, biri daha çok tasdik
olunanı ifade eden bu iki tefsir ile Kevser kelimesi şeriat dilinde vasıflıktan
isimliğe naklolunarak İslâm dini ve Muhammedî nübüvvetin dünyaya ve ahirete ait
ilâhî feyizlerin ismi olmuştur.
Tevbe Sûresi'nde "Dünya hayatının geçimi,
ahiretin yanında pek azdır." (Tevbe, 9/38) buyurulduğu üzere malumdur ki
dünyevî hayat metaı, ahirete göre az, pek az bir şeydir, çünkü fanidir,
geçicidir, sonludur. Allah Teâlâ'nın Kevser buyurduğu lütuf ise çok, pek çok
demek olduğu için geçici dünya lütuf ve servetinden ibaret olmayıp, ahirette ve
Allah katında çok, ebedi olarak kesilmez, tükenmez "Kesintisiz
vergi." (Hud, 11/108) olduğu gerek Kevser lafzının mânâsı ve gerek Duhâ
Sûresi'nde geçen "Muhakkak ahiret sana dünyadan daha hayırlıdır."
(Duhâ, 93/4) hükmünün gereği olarak anlaşılmak lazım geleceği gibi sûrenin
sonunda da bunun asla kesilmeyeceği ayrıca savunulmuştur. Ve işte
"Kevser"in bilhassa cennette bir nehir olduğunu Resulullah'ın beyanı
da dünyaya ait cihetlere önem vermeyip asıl ahiretle ilgili bu yönü açıkça
tefsir olmuştur. Şu halde Duhâ Sûresi'nde "Rabbin sana verecek, sen de
razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) diye gelecek zaman kipiyle vaad buyurulmuş
olan ihsan, burada daha kuvvetli ve daha çok olmak üzere "biz sana
Kevser'i verdik" diye mazi (geçmiş zaman) kipi ve Kevser lafzıyla ifade buyurulmuştur.
bu ise onun dünyada iken tahakkuk etmiş emr-i vaki olduğuna işaret eder. O
halde en çok ve en mühim kısmı ahirette tahakkuk edecek olan bu lütfun böyle
ifade edilmiş olmasının nüktesini düşünmek gerekir. Zira bu "verdik"
fiili ya ihbar, ya inşâdır. İhbar olduğuna göre geçmişte verilmiş bir lütfu
haber vermiş olur. Hibe ve temlik ahidlerinde olduğu gibi bir inşâ ifade
ettiğine göre de şimdiki halde bir lütfu gerektirmiş ve inşâ etmiş olur. Usûl-i
Fıkıh'ta malum olduğu üzere bu gibi ahitlerde kullanılan mâzi (geçmiş zaman)
kipleri lugat itibarıyle ibaresiyle ihbara konulmuş olmakla beraber, şer'an de
iktizasıyla inşâya delalet eylediklerinden dolayı doğrusu burada ihbar ile
beraber inşâ dahi vardır. Fakat i'tanın, temlikin geçmişte veya halde tahakkuk
etmiş olmasından, verilenin bitmesi ve durması lazım geleceği zannedilmemeli,
i'tanın taalluk ettiği şey kendi mahiyetine göre düşünülmelidir. Gerçi
teberrular, almakla tamam olur, kaidesine göre vermenin tamam olması verilenin
tamamen ortaya çıkarılarak teslimine dayanır ise de, ahiret nimetleri sonsuz
olduğu için Kevser'in gelecekteki bütün cereyaniyle hal-i hazırda tamamının
ortaya çıkarılarak teslimi ihtimalden hariçtir. Bundan dolayı tefsirciler
burada mazi ile tabirin nüktesinde bir kaç vecih söylemişlerdir:
1- Bazıları, gelecekte vukuun tahakkukuna
binaen mazi ile tabir olunduğunu söylemişlerdir. Bu, "Rabbin sana verecek,
sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi gelecekte bir vaadin tahakkukunu
ifade ederse de geçmişte veya halde bir inşa ifade etmeyeceği için zahirin
tersidir.
2- Denilmiştir ki bunda i'tâ (verme)nın
büyüklüğüne ve icrası geri bırakılmayıp yürürlükte olan emir olduğuna işaret
edilmiştir. Bunu şu iki vecih izah eder.
3- Zaman mânâsı kastedilmeyerek bu i'tânın
ezelde takdir edilmiş bir ilâhî hüküm olduğunu ve Allah Teâlâ'nın
zenginleştirme ve başarıya ulaştırma yahut fakirleştirme ve güçlüğe düşürme ile
hüküm ve takdiri sonradan olmayıp ezeli bulunduğuna işarettir.
... 4- Bir şeyin aslını, kaynağını,
sebeplerini ve illetini vermek ve onun bütün gelecekteki füru ve neticeleri,
fazlalıkları ve meyveleri ile tamamını vermektir. Nitekim bir bahçeyi hibe ve
teslim onun senelerce meydana gelecek hasılatının da temlikini tamam etmiş
olacağı gibi, bir evin anahtarını teslim de o evi teslim demektir. Bu vechile
dünyevî hayırların sebeplerini bahşetmek, dünya hayırlarını bahşetmek olacağı
gibi, dünyada ahirete ait hayırların sebeplerini bahşetmek de ahiret
hayırlarını bahşetmek olur. İşte Kevser'i bahşetmek böyle önce ve sonra sır ve
gayb âleminde bulunan çok hayrı bütün kaynakları ile bahşetmektir. O, Muhammedî
hakikatı ezelde takdir olunarak ihsan emri ile verilmiş, bu sûrenin nüzulü
esnasında bilfiil verilmiş bulunan Rabbanî mevhibeleri ile de ilerde ona
terettübü takdir edilmiş olan ilâhî feyizlerin sebeplerinin verilmiş olması
bakımından gelecekte cereyan edecek olanların hepsi de halde temsil ettirilerek
verilmiş, ezelî takdir hükmünce ilerisinin kesilmeyeceği de taahhüt olunmuştur.
Kevser'i cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehir diye tarif de bunu anlatır.
Çünkü Kur'ân'da cennetin nimetlerinin cereyanı "Onlar için altlarından
ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler var." (Maide, 5/119)
diye nehirlerle anlatıldığı gibi, Muhammed Sûresi'nde de müttakilere vaad olunan
cennet naiminin cereyanları ve zevk-u lezzetleri "Muttakilere vaad olunan
cennetin durumu şudur: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten
ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar
vardır..." (Muhammed, 47/15) âyetinde bozulmaz su nehirleri, tadı değişmez
süt nehirleri, içenlere lezzet veren şarap nehirleri, süzme bal nehirleri ile
temsil olunduğu malumdur. Onun için Kevser'in cennette Peygamber'e verilmiş bir
nehir olarak kendisine Mirac'da gösterildiğinin beyan olunması ve sütten daha
beyaz, baldan daha tatlı ve tiynetinden ezher miski (kokusu) çıkar ÉÊ}gibi
vasıflarla tarif ve vasfedilmesi ve ümmetinin kıyamet günü ona çıkıp
içeçeklerinin haber verilmesi de gösterir ki, o süt ve bal cennet ırmaklarının
temsilidir. Ve Kevser onların hepsinden hoş ve üstün olarak Peygamber'e özgü
kaynak olup, müttakilere vaad olunan cennet ırmaklarının ondan kaynaklanacağı
Muhammed Sûresi âyeti üslûbu üzere ve ona işaret olarak bir beyan olduğundan
gaflet edilmemek gerekir. Şu halde önceki sûrelerden sonra Mâûn sûresini takip
eden bu sûrede mazi (geçmiş zaman) siga (kipi)sıyla "biz sana Kevser'i
verdik" buyurulmasında ezelden bir ihbar, halde bir inşa (talep), sonsuz
gelecek için de bir taahhüt mahiyetinde Resulullah'a ve ümmetine Muhammedî
hakikat özelliğinden olmak üzere müjdeleme üstüne müjdeleme olarak şu mânâlar
var demektir: Ey Muhammed! Biz âlemlerin Rabbi seni vucuda getirmezden önce
sana bütün saadetin sebeplerini, hayır menbalarını yegane lütuf ve ihsan olarak
takdir ve tebrik edip önceden verdik. Seni bu yüksek fıtratla vücuda getirip
yetiştirdikten, sen okumazken "oku" emriyle temiz sayfaları
okuttuktan ve sen hak ruhuyla onların hakkını ifa ve şükrünü eda etmek üzere
din ve kulluk ile hayır işlemeğe başladıktan sonra onlara terettüp
ettireceğimiz ve o menbalardan akıtmasını ezelden takdir ve taahhüt ettiğimiz
dünyaya ve ahirete ait sonuçlar ve semereler, ecir ve sevaplar, hayır ve
bereketler de şimdiden senin olmuştur. Yalanlayanların yalanlamalarına rağmen
sana o yüksek yaratılışı, nimetlerimizin doğru yolu olan dini "Onu
(İslâm'ı) bütün dinlerin üstüne çıkarsın." (Sâf, 61/9) her dine üstün
olacak olan hak tevhid dinini, "Muhakkak Allah katında din
İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) olan İslâm'ı , "Hikmet verilen kimseye
çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) buyurulan hikmeti, "Âlemlere
rahmet." (Enbiya, 21/107) olan risalet (peygamberlik)i, insanların ve
cinlerin bir dengini getiremeyeceği hüda, nur, Kitab-ı Mübin (açık kitab) olan
"Muhakkak ki onu biz muhafaza edeceğiz." (Hıcr, 15/9) âyeti gereğince
muhafası taahhüd buyurulan Kur'ân'ı onun içermiş olduğu müjde ve tehdidi ile
rahmet ve rıdvanı, büyük ahlâkı, velhasıl evvel ve âhiri (önceyi ve sonrayı)
hamdolan Muhammedî hakikate takdir ve tahsis edilen pek çok faziletleri ve çok
delilleri bahşetmekle sana dünya ve ahiretin "çok hayrı" ve cennet
nehirlerinin kaynağı olan Kevser verilmiş bulunuyor. Bir ihsan ki hem en hoş,
hem gayet çok, veren vericisi de bütün âlemlerin Rahmân, Rahîm Rabb'i, seni
Mirac'a çıkaran, sana "Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır, Rabb'ın
sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duha, 93/4-5) buyuran "Biz
senin göğsünü açmadık mı?" (İnşirah, 94/1) buyuran, "Oku, Rabb'in en
büyük kerem sahibidir." (Alâk, 96/3) buyuran, sana Kadir gecesini veren ve
daha sen dünyaya gelirken Beyt'i (Kabe'yi) yıkmak üzere gelmiş Fil sahiplerini
o şaşılacak durumda defeden ve perişan edip seni yetiştiren şanı yüce Rabbin.
Emin ol ki senin hayır ve feyzin, bereketin kesilmek ihtimali yoktur. Ardınca
Peygamberlerin varisleri olan âlimler, hayırlı ümmet, hayırlı nesil ve evlat
gibi pek çok Ashab ve tabiler gelecek. Onlar da senden feyz alarak ahirette, o
"Makam-ı mahmud" (öğülmüş makam)da senin emrinde liva-i hamd (hamd
sancağı) altında o Kevser'in bütün lezzetlerden daha tatlı, daha hoş olan
kesilmez, tükenmez akıntısından nimetlenip ve lezzetlenecekler.
2. Onun için şimdi bu Kevser ihsanının şükrünü
eda etmek üzere haydi namaz kıl. "Fâ", sebep bildirmekle önündeki
emirlerin kendinden öncekilere ilgisini ifade etmek içindir. Çünkü lütuf, önemi
oranında şükür ve taatı, şükür "Şükrederseniz, muhakkak size arttırırım."
(İbrahim,14/7) hükmünce artmayı haketmeyi gerektirdiği için Kevser ihsanı bu
emirlerin en mükemmel şekilde ifasını icab ettirir.
Kevser kavramı Kur'ân'da zikredilen hayırların
hepsini içermek itibariyle de bu terettüp yukarda geçen sûrelerin hepsine ve en
sonunda Mâûn Sûresi'ne bir özet halinde terettübü dahi içine alır. Şu halde
şöyle demek olur: Hal böyle olduğundan, yani sana o Kevser'i bahşettiğimizden
dolayı o nisbette çok şükretmek üzere ibadet ve hayır ile meşgul ol da o
"İbadet etsinler." (Kureyş, 106/3) emrini dinlemeyenlerin, dini
yalanlayanların ve namazlarından yanılanların zıddına olarak evvela namaz kıl,
namaza devam et. Çünkü namaz, kalben ve lisanen ve bütün bedenin uzuvları ile
yapılan şükrün kısımlarını içine alan ve tazimin en yükseği demek olan ibadetin
başı, dinin direği, gönüllerin Allah'a bir çeşit konuşması olarak hayatın bütün
cereyaniyle Allah'ın büyüklüğünü, celal ve cemaliyle kudret ve lütuflarının
yüceliğini duymak ve ona göre Allah'ın hakkına ve kulların haklarına ilişkin
müşkülleri yenmek üzere "Ey inananlar, sabır ve namazla (Allah'dan) yardım
isteyin." (Bakara, 2/153) âyeti gereğince Allah'tan yardım ile ruha kuvvet
almaktır. Onun içindir ki bunu bilenler namazdan aldıkları zevk ve huzuru
dünyada hiç bir şeyde bulamazlar. "İyi bilin ki Allah'ı anmakla kalbler
yatışır." (Ra'd, 13/28), "Allah'ı anmak, elbette en büyük
(ibadet)tür." (Ankebut, 29/45) buyurulmuştur ve onun içindir ki Resulullah
"Namaz benim gözümün nuru kılınmıştır." demiştir. Namazı böyle bir
zevk ile kılmak ise kalbi her kötü niyetten uzak tutarak, ibadet ancak Allah'ın
hakkı bulunduğunu ve Allah'tan başkasına açıktan veya gizliden tanrılık hissesi
verip de gönlü ona takarak ibadet ve kulluk etmenin o hakka tecavüz ve Allah'ın
hür yarattığı, Allah'tan başka kimsenin sırrına vakıf olamayacağı insanlık
vicdanını fanilere kendi eliyle teslim edip de acıklı azaba sokmak "büyük
zulüm" olan şirk olduğunu bilmek ve bundan dolayı her işinde Allah'ın
rızasına yaklaşmak için gönlünü yalnız onu yaratan, o gaybların bilicisi olan,
ne kahr ve gazabına, ne de lütuflarına ve ihsanlarına nihayet olmayan celâl
sahibi Allah'a teslim ederek Hakk'a kavuşmanın vahdet zevkini vicdan selameti
ile duymaya dayanmaktadır ki, Kevser'in bir mânâsı olan ve "Muhakkak ki
Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) buyurulan İslâm'ın asıl
mânâsı da bu ihlas ile tevhiddir. Namazı böyle ihlas ile Allah'a yüz tutarak
yalnız şükür ve tazim ile Allah'a yaklaşmak için kılmayanlar, şirk, riya
(gösteriş) karıştıranlar, Allah'ın hakkını vermek istemeyenler, önceki sûrede
geçtiği üzere namazlarından yanılmış olurlar. Ondan dolayı namazın ve bütün
ibadetlerin ruhu demek olan bu nokta bilhassa açıklanarak buyuruluyor ki:
Rabbin için kıl. "Lâm" 'de olduğu gibi istihkak (hak etmek) veya
ihtisas (tahsis etmek) içindir. Yalnız Rabbinin hakkı olarak, bilhassa Rabbine
yüz tutarak tevhid ve ihlas ile kıl, demek olur. Başta azamet nun'u ve
mütekellim (birinci şahıs) zamiriyle buyurulmuşken burada denilmeyip yine
Peygamber'e hitap olan zamire muzaf Rab özel ismiyle özellikle rububiyet
açıklanarak diye zamirden zahire dönmekte de bir çok nükteler vardır. Bu evvela
mütekellim (birinci şahıs) zamirini izah ile vericinin birliğini beyandır.
İkinci olarak, emrin haysiyetini beyandır. Yani emir, Rab olmanın hakkı ve
malikiyet (sahip olmak)le bütün terbiyenin gereği olduğunu ifade eder. Bu emir
sadece verilmiş olan ihsandan dolayı değil, Rabbine kulluk ve bağlılıkla
terbiyenin hükmü gereği olarak ilerde daha çok kemal gayesine yürüyen özel bir
nispetle yalnız ibadet ve kulluk için sıdk u sadakatle ifa olunmayı ve böylece
her hususta Rabb'in rızasını arayarak ona layık olan her hayrı, özel emir
olmadan bile yapmaya âmade bulunmayı gerektirir. Çünkü Allah'a yaklaşmanın
kemali yalnız farzlarla değil, daha çok nafileler iledir.
Üçüncü olarak, bu izafet muhatab hakkında
ahdile bilinen bir özel nisbeti ve bir özel rububiyeti ve muhatabın kulluk
vasfını ifade eder ki, bunda da ayrıca bir saygıyı açıklama ve özel bir şeref
ile işin en mükemmel şekilde ifasına bir sevk ve teşvik vardır.
İşte namazın bütün bu düşüncelerle sırf
Rab'lık hakkı olarak Allah için halis niyet ile kılınmasının gereğini anlatmak
üzere "namaz kıl" emri hak etme veya ihtisas lam'ıyla "Rabbin
için" kaydıyla kaydedilmiştir. Bundan dolayı bunun sonucunu diye ifade
etmişlerdir ki şöyle demek olur: O halde sen, o müşriklerin, yalanlayıcıların,
gösterişcilerin tersine olarak o seni yetiştiren, sana o Kevser'i veren ve her
emrine sahip olup özellikle kendisine özel şeref ile daha çok yüceltecek olan
kerim Rabbinin rızası için ona ihlaslı olarak kullukla meşgul ol, onun için
ihlas ile namaz kıl. Ve kurban kes. Namaz kılmakla beraber kurban da kes, mâûnu
men edenlerin tersine fedakârlık ederek kıymetli, canlı mallardan, özellikle
deve gibi iri bedenlerden sırf Rabb'inin adına hayır için kesiver de
"Sıkıntı içinde bulunan fakire de yedirin." (Hacc, 22/28)
"Kanaat eden (fakir)e de, isteyen (fakir)e de yedirin." (Hacc, 22/26)
buyurulduğu üzere muhtaçlara yedir, fiilî olarak tahdis-i nimet (nimeti
söylemek) ile Rabb'inin kerem ve lütfunu duyur, bayram yap. Bu "kurban
kes" emri, "namaz kıl" emri üzerine atfedildiği için
"Rabbin için" kaydı burada da geçerlidir. "Rabbin için namaz
kıl", "Rabbin için kurban kes" meâlindedir. İkisinin de Allah
için halis niyet ile yapılmasını emreder. Allah için olmayan namaz, namaz
olmayacağı gibi, Allah için kesilmeyen de kurban olmaz. Kurban olmak şöyle
dursun, Allah'ın ismi anılmayan ve bilerek terk olunan veya Allah'tan
başkasının ismi çağırılarak kesilenler "Allah'tan başkası adına boğazlanan."
(Maide, 5/3) olduğu için kesilmiş bile olmaz, ölmüş hayvan gibi yenmesi haram
olur. (Maide Sûresi'ne bkz.) "Vav" da çoğul için olduğundan takib
veya gecikmeden eam (daha umumî) olarak bu iki emrin ihlas ile mutlaka cem'ini
ifade eder. Baştaki "fâ"nın terettüp ifade etmesi, nehirin de şükür
olarak ihsana terettübünü gerektirirse de salattan sonra gelmesine engel
olmadığı cihetle hemen onu takip etmesi de gerekmez. Öyle olsaydı buyurulurdu.
Bununla beraber mümkün oluğu kadar çabuklaştırılmasında müstehab olmasından da
hali olmaz. Bir kurban günü bilindiğine göre de ona sarfedilmiş olması akla
gelir. Sözün akışı da, "vâv"ın mutlak cem' mânâsı üzerinde bu iki
emrin toplanmasıyledir. Hem namaz kılmak, hem kurban kesmek. İhlas ile namaz,
şükrün kalbî, lisânî, bedenî her çeşidini içine almakla beraber malî ibadeti
içermiş olmadığından sadece namazla yetinilmeyip, onunla beraber mâlî
fedakarlıkla kurban keserek hayır yapmak dahi emrolunmuş ve bu şekilde Saffat
Sûresi'nde geçtiği üzere Hz. İbrahim'in sünneti olarak cereyan edegelen Kurban
Bayramı'na da işaret buyurulmuştur. Şunu da unutmamak lazım gelir ki, kurban
kesmek, zekat ve fıtır sadakası (fitre) vermekten daha fazla bir fedakârlık
ifade eden bir ibadettir. Onun için bunda da kudret şart olmakla beraber,
Zekat kadar kudret-i müyessire (yüksek mertebe
kudret) de şart değildir.
Lafızdan zahir olduğu gibi yukarıki sûre de
delalet eder ki bu "salli= namaz kıl" emri, namaz demek olan
salattandır, tasliye (salevatı şerife okumak)den ve sadece dua mânâsından
değildir. Bu namazdan murad hangi namaz olduğu hakkında bir kaç görüş vardır:
1- Ebu Müslim, salat-ı mektube, yani farz
namazlar olmasını tercih etmiştir. İbnü Cerir ve İbnü Münzir bunu İbnü
Abbas'tan da rivayet etmişlerdir. Emrin vücub (farz) ifade etmesi bunda zahir
gibi görünürse, bu bir emirden bütün farz namazlarının vücubunu yani farz
oluşunu anlamak zahir (açık) değildir. Onların farz oluşu bu emirle değil
"Muhakkak namaz, müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır." (Nisa,
4/103). "Güneş'in (ufukta aşağı) kaymasından gecenin kararmasına (yatsı
vaktine) kadar namaz kıl." (İsra, 17/78) gibi diğer bir çok emirler ve
âyetlerle sabittir. Bundan önce de Resulullah (s.a.v.) namaz kılıyordu. Onun
için bu mânâyı anlatmak istiyen tefsirciler bunu "namaz kıl" gibi
"namaza devam et" diye tefsir etmişlerdir ki, vücub namazın kendisine
değil, devamına yönelmiş olur. Devam da esasen emredilmiş olduğundan bu emir
bir te'kitten ibaret kalmış bulunur ki, bu da zahirin tersi demektir. Meğer ki
bu sûre de Mirac'da nazil olmuş bulunsun da o zaman beş vakit namaz farz
kılınırken bu emir de verilmiş bulunsun.
2- Farzları da, nafileleri de içine alan namaz
cinsi denilmiştir. Çokları bunu tercih etmişlerdir. Bu mânâ da yalnız emrin
müstehaba yüklenmesiyle anlaşılmaz. Bunun durumu şöyle düşünülebilir: Emir
vücub ifade ediyorsa da, burada hükmün asıl durağı "Rabbin için"
kaydı olduğundan vücubun asıl ilgilisi namaz ve kurbanın kendileri değil de
Allah için olmaları kaydıdır. Bu ise şöyle demek olur: Gerek farz ve gerek
nafile kılacağın namazları halis niyet ile Allah için kıl. Mutlaka namaz
cinsinden hangisi olursa olsun yalnız Allah için olarak, bilhassa niyet ile
kılınması şarttır, farzdır. Yoksa namaz olmaz, Kurban da böyledir. Kurban
kesmek farz olmasa bile, kesilince Allah için kesilmesi farz olur. Bu şekilde
de namazın ve kurbanın kendisinin vücubu meselesi bu âyetten başka delillere
ait olmuş olur. Bu mânâyı tercih etmek isteyen tefsircilerin de buna
"Namazını ve kurbanını yalnız Allah için yap, müşriklerin ve mürâîlerin tersine
olarak sen ancak Rabbine tahsis et". Çünkü müşrikler putlara tapar ve
putlar için Kurban keserlerdi. Riyakârlar da halka gösteriş için kılarlar. Bu
mânânın esas itibariyle doğru olduğunda, yani den bu mânâ anlaşıldığında şüphe
olarak Allah için namazla beraber kurbanın ve kurbanla beraber bulunan bir
namazın da Peygamber'e vacip oluşu akla geliyor. Yani emrin vacib oluşu yalnız
"lirabbike" kaydına değil, o kayıt ile şartlanmış olarak kayıt altına
alınana da yönelmiş olacağı açıktır. Mâûnu men edenlere karşı olması ve onun
arkasından zikredilmesi de bir ipucudur. Bu ise bütün namazların Allah için
kılınması gereğini anlatmakla beraber., bilhassa bir şükür namazı ile bir
kurbanın vücubunu da ifade eder. Onun için:
3- Bir kısım tefsirciler de demişlerdir ki, bu
namazdan maksad Bayram namazı, nahirden maksad da dahaya yani kurban bayramında
kesilen kurbanların boğazlanmasıdır.
4- Mücahid, Ata ve İkrime'den rivayet edildiği
üzere bir kısım tefsirciler de bu namazdan maksat Bayram sabahı Müzdelife'de
kılınan sabah namazı, nahirden maksad da Mina'da kesilen kurbanlar olduğunu
söylemişlerdir. Fakat bu sûrenin nüzulü Mekkî olduğuna göre bu iki mânânın
tahsisi de müşküldür. Zira Mekke'de iken Bayram namazı kılındığı malum
değildir. Bunun Bayram namazı olduğunu söyleyenler Medenî olmasına
meyletmişlerdir. Hatta Said b. Cübeyr'den bu âyetin Hudeybiye'de indiğine ve
Resulullah'ın Adhâ hutbesini okuyup iki rekat namaz kıldıktan sonra kurbanları
kestiğine dair bir rivayet de vardır. Ve bununla namazın kurbanı kesmeden önce
kılınmasının vacip olduğuna delil getirenler de olmuştur. İki defa nüzule kail
olanlar da buna dayanmak istemişlerdir. Bu şekilde Kevser "Biz sana apaçık
bir fetih verdik." (Fetih, 48/1) mânâsı üzere Hudeybiye anlaşmasından bir
işareti de içine almış olur. Fakat Mekkîliğin şöhreti karşısında bu rivayetin
de sıhhati tesbit edilememiştir. Mekke'de iken Haccın farz oluşu dahi sabit
olmadığından dördüncü görüşteki tahsis de şüphelidir.
Şu halde bütün bu görüşlerin tümüne göre en
doğrusu şu sonuca gelmek olur: Burada evvela Kevser kendisine verilen Hz.
Peygamber'in özelliği bahis konusudur. Bu âyetle sabit olan vücub, Peygamber'e
özgüdür, onun özelliğindendir. Bunun bilhassa bir şükür ve sevinç namazı ve
inkâr edenlere rağmen Rabbanî bir lütfu açıklamakla nimeti anmak için halka ve
özellikle muhtaç olanlara Allah rızası için bir ziyafet ve ikram olmak üzere
Kurban kesmek ile beraber olan bir namaz olmasına göre Bayram namazlarına ve
özellikle hacda bulunmayanlar hakkında Kurban Bayramı namazına esas olan bir
namaz olmak üzere daha Mekke'de iken Peygamber'e vacib kılınmış olması gerekir
ki, buna da en yakışan Kuşluk namazı olmasıdır. Gerçekte Resulullah'a beş vakit
namazdan fazla olarak Teheccüd ve Duha namazlarının da yazılı namazlardan
olarak vacib olduğu malumdur. "Kurban kes" emriyle de bunun hacc
günleri olan nahir günleriyle daha çok bir ilgisi bulunduğu anlaşılır. Bu
şekilde bunda farz namazlara devam ve hatta nafileye de teşvik mânâsı
bulunmakla beraber, şükür ve ibadet için sade onlarla yetinilmemesi ve hatta
yalnız namaz cinsi gibi bedenî ibadetlerle de kalınmayıp Kurban kesmek
suretiyle malî fedakârlıklarda da bulunulması ve böyle bütün ibadetlerin
"De ki: "Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin
Rabb'i Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben
müslümanların ilkiyim." (En'am, 6/162-163) mânâsı üzere sadece Allah için
yapılması hak İslâm dininin, Kevser atıyyesinin gereği olduğuna delalet de
açıktır. Onun için Resulullah Mekke'de iken de bu minval üzere hareket etmiş,
beş vakit namazlardan başka daha diğer namazlar kılmaya devam etmiş, bu
cümleden olarak Vitir ve Duha namazlarına da kendi hakkında farz olarak devam
etmiş, hac farz değil iken de nahir günlerinde ve onun dışında kurbanlar da
kesmiştir. Ve demek ki Kurban'ı keserken kuşluk veya bilhassa bir şükür namazı
da kılmıştır.
Sonra da Medine'de ümmet için Zilhicce'nin
onuncu nahir günü Kurban Bayramı namazı ve Kurban meşru kılınmıştır. Fakat
ümmet için bu namaz ve Kurban'ın sübut ve takriri doğrudan doğruya bu âyet ile
değil, Medine'de Peygamber'in emir ve sünnetiyle vaki olmuştur. Gerçi
Peygamber'e uymanın vacib oluşundan dolayı ona olan "kurban kes"
emriyle ümmetin nisaba malik (şer'an zengin) olanlarına da kurban kesmenin
vacib oluşuna istidlâl olunabilir. Ve Medine'de nüzulüne kani olanlar bu fikre
sahip olmuşlarsa da "Usul-i Fıkıh"da beyan olunduğu üzere
Peygamber'in özelliklerinden olan fiillerde ona uymanın vücubu sabit olmaz.
Onun için burada şu hadis-i şerif ile de o istidlale cevap verilmiştir:
"Üç şey benim üzerime yazıldı (yani farz kılındı), sizin üzerinize
yazılmadı: Duha namazı, Udhıyye kurbanı, Vitir namazı." Demek ki
Peygamber'e farz olduğu halde ümmete farz olmayan şeyler vardır. Buradaki
"namaz kıl", "kurban kes" emirleri de böyle demektir. Bunlar
ümmet hakkında başkaca bir emir veya yasaklama bulunmadıkça, olsa olsa
Peygamber'in sünneti olarak meşru olur. umuma delalet eder surette zanni bazı
delillerin gelmesiyle de şüpheli delil ile sabit mânâsına vacib de olabilir.
Nitekim Vitir bu mânâ ile vacip veya ameli farzdır denilir. Bayram namazı ve
kurban da böyledir. "Hidaye" ve diğer fıkıh kitaplarında kurbana dair
şu hadislerle de istidlal edilmiştir. İmam Ahmed ve İbnü Mâce'nin rivayetleri
üzere "Maldan bir genişlik bulup da Kurban kesmeyen bizim camimize
yaklaşmasın." Bir de peygamberimizin şu emri vardır: "Udhıyye
Kurbanı'nı kesiniz, çünkü o babanız İbrahim aleyhisselamın sünnetidir."
Tirmizî'de: "Kurban vacib midir?" diye bir adam İbnü Ömer (r.a.)'den
sordu, İbnü Ömer "Resulullah (s.a.v.) udhıye kurbanı kesti, müslümanlar da
kesti." dedi. Adam yine sorusunu tekrar etti, o da: "Anlamıyor
musun" "Resulullah (s.a.v.) udhiye kurbanını kesti, müslümanlar da
kesti, dedi." Tirmizî der ki: "Bu hadis hasendir, sahihtir, bugün
ilim ehli katında amel bunun üzerinedir. Kurban vacib değil (yani farz değil),
lakin Resulullah'ın sünnetlerinden bir sünnettir." Yine Tirmizî'de İbnü
Ömer'den: "Resulullah Medine'de on sene ikamet etti, hep udhiye kurbanı
kesiyordu". Beva b. Âzib'den: Resulullah (s.a.v.) bir kurban günü bize
hutbede buyurdu ki: Hiç biriniz namaz kılıncaya kadar kurban kesmesin. Bunun
üzerine dayım kalktı: Ey Allah'ın Resulü! Bugün et günü, bunda mekruh var mı,
ben ehlimi ve hanemin ehlini ve komşularını doyurmak için kurbanımı acele
kesmiştim? dedi. "Öyle ise bir daha kes." buyurdu. Ey Allah'ın
Resulü, yanımda bir süt oğlağı var, iki et koyunundan daha hayırlıdır, onu
keseyim mi? dedi. "Evet, o senin iki kurbanının hayırlısıdır, senden sonra
bir ceze (çebiş) dahi yetmez." buyurdu. Bu konuda Cabir'den, Cündeb'den,
Enes'ten, Üveymir b. Eş'ar'dan, İbnü Ömer'den ve Ebu Zeyd Ensarî'den dahi
rivayetler vardır. Bu hadis, hasendir. Sahihtir, pekçok ehl-i ilim katında amel
bunun üzerinedir: Mısır'da, yani cuma ve bayram namazları kılınan kasabada
imam, Bayram namazını kılıncaya kadar Kurban kesilmemelidir. Bazı ilim ehli de
Bayram namazı kılınmayan köy ahalisi için sabahın doğuşunda (güneşin doğuşunda)
kesmeye ruhsat olduğunu söylemiştir ki, İbnü Mübarek'in görüşüdür. Bütün ilim
ehli, keçinin bir yaşını doldurmayan çebişi yeterli olmaz. Fakat koyunun ceze i
(bir yaşını doldurmayanı) yeterlidir, demişlerdir ve koyunun cezei (toklu) altı
yedi ayda olabilir. Bunlar gösteriyor ki Kurban Bayramı namazından sonra kurban
kesmek Resulullah'ın fiil ve emriyle sabit olmuştur. Ona farz olmakla beraber
ümmeti için farz kılınmamış, onun terketmediği ve Bayram namazından önce
kesilmesini yeterli görterdiği bir sünneti olarak kararlaşmıştır. Böyle bir
sünnet ise dinde alâmetlerden olarak yürünen yol olmuş mânâsına bir sünnettir
ki, farza yakındır. Bu gibilere kesin farz mânâsına vacib denilmezse de
terkinde "mescidimize yaklaşmasın" gibi tehdit şüphesi bulunduğu
takdirde Hanefi fıkhında malum olduğu üzere şüpheli delil ile sabit mânâsına
vacib de denilir ki, "farz benzeri" demektir. Onun için İmam-ı
Azam'dan zahiri rivayette vacibdir. Diğerlerinin "vacip değil"
demeleri ise, "farz değil" mânâsınadır. Bununla beraber vacib veya
sünnet olan kurbanlar udhıyyeye tahsis edilmiş de değildir. Adaklar, hac,
kurbanlar, Kâbe'de kesilen kurbanlardan olan kurbanların bir kısmı vacib
olacağı gibi, hac ve adak dışında şükür ve sadaka için akika ve diğerleri gibi
sünnet ve mendub olarak tatavvu' ve nafile kabilinden de kurbanlar kesilir ki
geniş bilgi fıkıh kitaplarında aranmalıdır.
Burada "kurban kes" emrinin esas
mânâsına gelelim: Bu belli ki "nahır"dan türemedir. "Nahır"
kelimesi de isim ve masdar olarak kullanılır. İsim olan nahır, göğsün boyun
tarafına gelen boğaz çukuruna doğru gerdanlık yerine denir. Masdar olan nahır
ise, Rağıb ve diğer dilcilerin beyanına göre aslında nahre isabet ettirmek yani
vurmak veya dokunmak veya boğaz çukuruna bıçak sokmak suretiyle nahre rastlamak
demektir. Deve başlangıçta oradan kesildiği için onda galip olmuştur. Bundan
mutlaka zebhetmek, boğazlamak mânâsına da kullanılmıştır. İntihar da bundan
alınmıştır. Maide Sûresi'nde geçtiği üzere malumdur ki, zebh, lebbe denilen
çene altından kesmekle de olur. "Kurban kes" emri de bu masdar olan
nahırdendir. Zahir olan da boğazlamak mânâsına nahirdendir. Nahr ve zebh, mutlaka
kurban için olmak lazım gelmeyip, soyut olarak etini yemek veya satmak için de
olabilirse de Zilhicce'nin onuncu günü olan Kurban bayramının üç gününe de
Kurban kesmek mânâsına nahır günleri denilmek yaygın olduğu gibi, burada
kelâmın sevki (söz gelişi) şükür ve ibadet mânâsı üzerinde olduğu için de
kurban mânâsı açıktır. Bundan dolayı, "namaz kıl, kurban kes de Kurban
bayramı yap" mânâsına da olabilir. Fakat "venhar" (kurban kes)
emrinin mef'ulü zikredilmemiş, neyin kurban edileceği tayin olunmamıştır. Bu
cihet, mücmeldir. Bu, şöyle demek olabilir: "Nahr denilen ibadeti de yap,
yahut Rabbine kurban için boğazlanmak şanından olanları boğazla. Yahut Kurban
bayramı yap. Bunun hepsi de Allah için kurban kesmek mânâsına nahr fiilinde
özetlenir. Demek ki bunda mef'ulün cinsini tayin kastedilmeyerek, yahut
genellemeye işaret olunarak Allah için hayır olmak üzere boğazlanmak şanından
olan önemi haiz herhangi bir kurban kanı akıtmakla fiilin kendisinin meydana
gelmesi istenmiştir. Araplar'ın örfünde nahır deve kesmekte çok kullanıldığı ve
Hacc Sûresi'nde "Biz kurbanlık develeri de size Allah'ın (dininin)
işaretlerinden yaptık. Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar, ön ayaklarını
sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Allah'ın ismini anın (da kesin).
Yanları yere düş(üp canları çık)ınca da onlardan yiyin, kanaat eden (fakir)e
de, isteyen (fakir)e de yedirin. Allah o(kocaman hayva)nları size boyun eğdirdi
ki, şükredesiniz." (Hacc, 22/36) âyetinde de "büdün" (develer)
zikredildiği için pekçok tefsirci burada nahrın boğazlamak mânâsına olduğunu
göstermek için "develeri kes" diye takdir ve tefsir etmişlerdir.
Maksad kurbanı deveye tahsis etmek değil, en çok bilineniyle en büyüğünü işaret
olarak, "develeri, deve gibi iri gövdeli, önemli kurbanlıkları kes"
demek olduğunu anlatmaktır. Ebu Hayyan "Bahr" de der ki:
"Nahrdan murad hady (Kâbe'ye sevkedilen deve), nüsük (kurban), dahâyâ
(kuşluk kurbanlıkları) nahridir. Çoğunluk böyle demiştir. O vakit cihad yoktu,
onun için namaz ve kurban, bu ikisiyle emrolunmuştur."> Alûsî de
çoğunluğun kurbanlıkların kesilmesi murad olması üzerinde olduğunu söylemiştir.
Hepsinin de maksadı nahrın kurban kesmek mânâsına olduğunu anlatmaktır. Yoksa
murad, yalnız deve kesmekten ibaret olduğunu söylemek değildir. Usul-i Fıkıh
deyimiyle söyleyecek olursak, nahr boğazlamak mânâsında zahirdir. Fakat mef'ulü
hakkında mücmeldir. Ne gibi hayvanların bu kurban için kesilebileceği diğer
delillerle beyana muhtaçdır. En'am Sûresi'nde "Sekiz çift (hayvan)."
(En'âm, 6/143) buyurulan koyun, keçi, deve, sığır, erkek ve dişi hayvanların
sekizinin de büyüklerinden Bayram kurbanı kesilebileceği Fıkıh'ta açıklandığı
üzere Peygamber'in sünneti ile beyan olunmuştur. Nahr, devede daha çok
bilinmekle beraber diğerlerinin de nahr şanındandır. Bu itibarla nahr, zebh
(boğazlama) mânâsına olmakla beraber, kurbanın büyüklüğüne ve şu hale göre
gövdeli, kıymetli en yüksek cinsinden en mükemmel şekilde kesilmesine itina,
bir de hacc ve kurban bayramı gününün adı olmak münasebetiyle nahr gününe
işaret için devede galip olan nahr lafzıyle ifade olunmuş demek olur. Koyun
hakkında "onun eti şifadır" hadis delaletiyle koyun eti daha şifalı
olduğu için daha iyidir. Sayıca değilse de nitelikçe en yükseğidir ve kurbanın
en esaslı, en genel esasıdır. "Kurbanlığın en hayırlısı koçtur." diye
bir hadis de vardır. Hadis ve Fıkıh kitaplarında kaydedildiği üzere
Resulullah'ın, kurbanda boynuzlu güzel iki koçu diyerek ve ayağını boyunlarına
koyarak kendi eliyle kestiği meşhurdur: Cabir (r.a.)'den rivayet edildiği üzere
de demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) ile beraber namaazgâhta Kurban
namazında hazır bulundum. Hutbesini bitirince minberden indi, bir koçu vardı,
Resulullah onu "Bismillahi vallahu ekber, bu benden ve ümmetimin kurban
kesemeyenlerinden" diyerek kendi eliyle kesti." Deve ve sığır cinsi
hayvanların yedi kişiye kurban olabileceği de beyan buyurulmuştur. Bir kişi
keserse elbette daha büyük hayır ve sevap olur. Ancak bunların da yavruları
yetmez. Hac ve Kurban bayramı kurbanlarından başka gerek nezir yani adak ve
gerek adamadan sırf nafile olarak tasadduk ve şükür için kesilecek diğer
kurbanlar ise eti yenir her hayvandan ve her zaman kesilebilir. Şu halde mutlak
kurban, deve kesmeye münhasır olmadığı gibi, Kurban bayramı ve hacca ait
kurbanlar ve keffaret kurbanları da deveye mahsus olmadığından "kurban
kes" emri de deveye mahsus değil, kurban günü deyiminde olduğu gibi,
kurban kesmek mânâsına olmak uygundur. Bunu "nahr-i büdün" (deve
kesmek) ile tefsir edenlerin maksadı da develere tahsis için değil, boğazlamak
mânâsını anlatmak ve kurbanların bedenlilerine itinayı işaret etmek için
olduğundan dolayı Ebu Hayyan ve Alûsî de çoğunluğun ve ekseriyetin görüşünü o
şekilde özetlemişlerdir. Ancak Alûsî'nin beyanında Kurban bayramında kesmeye
hasretme zahirdir. "Üç şey benim üzerime farz kılınd" hadisine uygun
düşen de budur.
Çoğunluk görüşünün karşıtına gelince: İbnü Ebi
Hatim'in rivayetine göre Ebu'l-Ahvas "kurban kes" emrinin göğsünü
kıbleye döndür mânâsına kıbleye dönme ile emir olduğunu söylemiştir. Ferra da
bu görüşe sahip olmuş ve tevilinde şöyle demiştir: "İniş yerleri karşı
karşıya olur" tabirinde olduğu vechile karşı karşıya dönmek mânâsına
gelir. Şu beyit de bu mânâdandır:
"Ey Ebu Hakem! Sen Mücanid'in amcası ve
mütenahir, yani nahır nahire, göğüs göğüse karşılıklı dere ahalisinin, Mekke
ahalisinin efendisi misin?"
el-Ebtahu'l-mütanahır, göğüs göğüse karşılıklı
dere demektir. Bu mânâdan "nahr" kıbleye dönme mânâsını ifade edebilir.
Gerçekte tenahur lügatta intihar etmek ve boğazlamak mânâsına geldiği gibi,
göğse isabet ettirmek, göğüs göğüse karşılamak mânâsından mecaz olarak evlerin
ve dere kenarlarının karşılaşması gibi mutlaka tekabül (karşı karşıya olma)
mânâsına da gelebilirse de bilinen mânâyı bırakıp da mecaz üstüne mecaz olarak
kıbleye dönme mânâsını anlamaya kalkışmak doğru olmaz, nahrin de tanahur
mânâsına geldiği kabul edilecek olunca bundan göğüs göğüse cihadı, mücahedeyi
anlamak daha çok yakışırdı. Âyetin inişinin Medenî olduğunu söyleyenlere göre
bunda bir proplem olmayacağı gibi Mekke'de de ileriye ait bir emir olabilirdi.
Mutlak emir, fevri (hemen yapılmayı) gerektirmeyeceği gibi, kurban hakkında da
geçtiği vechile vav da geri kalmaya engel olmazdı.
Bunlardan başka İbnü Ebi Hatim, Hakim, İbnü
Merduye ve "Sünen"de Beyhakî Hz. Ali (k.v.)'den şöyle bir rivayette
bulunmuşlardır. Demiş ki: Bu Sûresi nâzil olduğunda Resulullah: "Rabbimin
bana emrettiği bu kurbanlık nedir?" diye Cibril Aleyhisselam'a sordu. O
dedi: Kurbanlık değil, lakin namaz için tekbir aldığında tekbir alırken ve rüku
ederken ellerini kaldırmanı sana emrediyor. Çünkü o bizim namazımız, yedi
semadaki meleklerin namazıdır. Ve her şeyin bir zineti vardır, namazın zineti
de her tekbirde iki elini kaldırmaktır." Fakat Suyûtî bunun senedine zayıf
demiş, İbnü Kesir, "bu hadis ciddi olarak münkerdir" demiş; İbnü
Cevzi de "Mevzuat"dan saymıştır.
İbnü Cerir bir de Ebu Ca'fer hazretlerinden,
iftitah tekbirinde el kaldırmak" demiş olduğunu nakletmiş. Buhari "Tarih"inde
ve Darekutnî "İfrat"da yine Hz. Ali'den, "Namazda sağ elini sol
bileğinin üzerine koy da, sonra ikisini göğsüne koy." demiş olduğunu
rivayet etmişler. Ebu'ş-Şeyh ve "Sünen"de Beyhakî Enes'ten merfu
olarak ve bazıları İbnü Abbas'tan da böyle rivayet etmişler ise de bunların da
sıhhati sabit olamamıştır. Suyûtî Hz. Ali'den ikinci hadisi, İbnü Ebi Hatim'in
ve Hakim'in lâbe'sebih (zararsız) olan bir senedle rivayet ettiklerini
söylemiş, Dahhak ile Süleyman Teymî'de namazdan sonra duada ellerini göğsüne
kaldır demiş oldukları da nakledilmiştir. Bunlar kurban kesmeye iktidarı
olmayanlar hakkında veya namazın adabıyla ilgili bazı rivayetler olabilirse de
nahrin malum ve meşhur olan "Kurban kesmek" mânâsını bırakıp, âyeti
bunlarla tevile kalkışmak ve bu şekilde "kurban kes" emrini de
"namaz kıl" emrine sokmaya çalışmak asla doğru olmaz. Bunların hepsi
nihayet namaza ait şeylerdir. Sadece bununla sûre, namaz kılmayanlara ve
riyakarlık edenlere karşı ihlas ile namaz faziletini emretmiş olursa da maunu
menetmelerine karşılık Allah için halka yardım olan bir hayır ve kerem, lütuf
ve faziletini ihtiva etmiş olmaz. Bu Kevser ihsanına ulaşma şerefinin esas
şükrüyle münasip olmaz. Nahrin kurban kesmekte bilindiği ve Kur'ân'ın üslubunda
namaz emirlerinden sonra çoğunlukla zekat ve infak etme âyetleri
zikrolunageldiği ve müşriklerin dualarını ve kurbanlarını putlar ve tağutlar
adına yaptıkları da düşünülünce, bu emrin onların tersine namazdan başka Allah
için kurban keserek zekâttan da fazla bir fedakarlıkla kıymetli mallara kıyıp
Allah'ın kullarına hayır ve yardımda bulunmak Kevser atıyyesine şükretmek üzere
beden ve mal olarak ibadet ve hayır ile meşgul olmayı emretmiş olması en açık
ve en esaslı mânâ olduğunda tereddüt edilmez. Bu esas tasbit edildikten sonra,
bundan mümkün ve muhtemel olabilen diğer bir takım işaretler daha anlamakta ise
sevk ve irfan için yasak koyma yoktur. Bu vecihle iş bu "Rabbin için namaz
kıl ve kurban kes" âyeti, En'âm Sûresi'nin sonundaki "De ki:
"Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah
içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların
ilkiyim." (En'âm, 6/162-163) âyetindeki emri ve Duhâ Sûresi'nin sonundaki
"Ve Rabbinin nimetini anlat." (Duhâ, 93/11) emrinin Kevser hediyesine
şükran olmak üzere fiilî bir izahını ifade eder. Bundan dolayı biz de meâlde
Kurban kesmek tabiriyle ifadeyi "boğazla" demekten daha uygun bulduk.
Ki tefsirinin özeti şu olur: Sana o Kevser'i verdiğimizden dolayı haydi sen
Rabbinin lütfuna hem kalben, hem dilinle, hem bütün azalarınla bedenen ve malen
her vechile şükretmek üzere Rabbin için ihlas ile namaz kıl, namaz kılmakla
beraber kurban da kes. Ona böyle tevhid ve ihlas ile fedakarane ibadet ve
kulluk et ve çok hayır işleyerek nimeti an, Rabbinin sana olan ihsanı kesilmek
ihtimali yoktur.
3. Doğrusu senin şani'in, sana şeneânı olan,
buğz, kin tutan, hınç besleyen her kim olursa olsun odur ancak ebter. Güdük,
ardı arkası kesilecek, nesli ve nesebi, iyi adı, sanı kalmayacak odur, sen
değilsin ey Muhammed! Senin ardınca gelecek hayırlı neslin de, evladın gibi
tabilerin ve Ensarın, sevgili ümmetin de çoğalacak. Dinin, kitabın, güzel adın,
sanın, feyiz ve lütfun baki kalacak. Ahirette de beyana sığmaz, kesilmez,
tükenmez ecre ereceksin. Böyle Kevser'e, çok hayıra buğzedenin, onu sevmeyenin
hayırsız kalacağında ise şüphe yoktur.
ŞÂNİ', işaret ettiğimiz "Bir topluluğa
karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın." (Maide, 5/8) âyetinde
geçtiği üzere buğz ve düşmanlık etmek için kin tutmak mânâsına
"şeneân"den ism-i fail olarak mübğız, buğzeden demektir. Anlaşılıyor
ki murad, buğzedip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar edendir. Yani
zaman ve hudus mânâsı değil, devam ve sübut mânâsı kastedilmiştir. Onun için
izafet (tamlama)i, lafzıyye değil maneviyyedir. Şu halde sonradan tevbe edip
imana gelenler bu hükümden hariç kalır.
"Ebter", ayıp şeylerden olduğu için,
ef'âl-i tafdil değil, sıfat-ı müşebbehedir. Müennesi "betra" gelir.
Kesiklik mânâsına "betir"den türemiştir. Şu halde esas mânâsı kesik
demek ise de, örfte kuyruk kesilmesinde yaygın olmuştur. Onun için kuyruğu
kesik hayvana ebter denildiği gibi, kuyruğu kesik küçük ayın gibi yazılan
hemzeye ayn-ı betra tabir olunur ki, Türkçe'de müzekkerine de, müennesine de
"güdük" denilir. Kuyruk arkada olmak hasebiyle sonunda arkası
olmayan, yani zürriyeti olmayan, kendinden sonra eseri kalmayan kimselere veya
sonu gelmeyen, sonunda hayır olmayan işe de istiare suretiyle ebter
denilmiştir. "Önemli olan her hangi bir iş Allah'ın ismiyle başlanmazsa o
iş ebterdir." hadisinde ebter, sonu gelmez, sonunda hayır olmaz, eksik,
güdük kalır demektir. Çünkü "O'nun yüzü (zatı)ndan başka herşey helak
olacaktır." (Kasas, 28/88) âyeti gereğince Allah'tan başka herşey yok
olacaktır. Daha sonra ebter, hakir ve zelil mânâsına da gelir. Burada gerek
zamir-i fasl ve gerek mübteda olsun "el-Ebter" müsnedi marife
(belirli) olduğu için cümle, tahsis ifade ettiğinden dolayı ebterlik mânâsını
Peygamber'den tamamen red ile ona buğzedene tahsis ettiği cihetle ebter
kelimesinden anlaşılması muhtemel olabilen mânâların, noksanların hepsini
Kevser'in sahibi olan Resulullah'dan nefyile ona her buğzedene isbat etmek
suretiyle nüzul sebebinde zikrolunduğu üzere ebter diyen şahsın muhakkak
ebterliğini haber vermiş olmakla başta zürriyetsizlik mânâsı olmak üzere muhtemel
olan her mânâ bu tahsiste dahil olmak gerekir ki, bu şöyle demek olur: Ey
Muhammed! Sana kesilmek ihtimali olmayan Kevser verilmiş olduğu için sende hiç
bir vechile, hiç bir mânâ ile ebterlik, güdüklük ihtimali yoktur. Sana oğlunun
vefatından dolayı ebter diyerek buğz ve söğenin kendisi her mânâsıyle ebterdir.
Çünkü sana öyle buğzedenlerin hepsi hakikatte mutlaka ebterdir. Onlarda mutlak
ebterlik mânâsı vardır. İşte yukarda beyan olunan tefsirin içeriği tahsisin bu
mânâsından anlaşılmaktadır. Bu şekilde bunda bir taraftan Kevser'in kesilmek
ihtimali olmayan bir "çok hayır" olduğu açıklanmış oluyor, bir
taraftan da onun sahibine buğzedenlerin genellikle ebterliği kübra (çok büyük)
makamında bir illet ve delil suretinde haber verilmekle ebter diyen kâfirin
ebterliğini de özellikle haber vermiş bulunuyor ki, buna Bedi' ilminde
"mezheb-i kelami" (kelami mezheb) denilir. Bundan dolayı bazıları
bunun As b. Vail veya Ebu Cehil veya Kureyş'ten bir topluluk veya Kab b. Eşref,
her hangisi ise nüzul sebebi olan sözü geçen şahsa veya şahıslara mahsus
olduğuna kani olmuşlarsa da müştak (türemiş) üzere hüküm, müştakkın minh
(kendisinden türeyen)in illiyetini ifade edeceğinden şâni' (buğz eden) vasfiyle
ifadesi zahiren âmm (genel) olduğuna işaret eder. Gerçekte Resulullah'a
buğzetmiş olanlar hep ebter olmuşlardır. Ya maddi bakımdan nesil ve nesebiîveya
manevî bakımdan hayır ve zikri kesilmiş, nihayet düşük ve zelil olarak kötü
isim olup gitmişlerdir. Zürriyeti, eseri bulunanların da evlatlarından,
eserlerinden hayır ve faydaları kalmamıştır. Çünkü onların neslinden iyilik ile
İslâm'a girmiş olanlardan kâfir atalarının dua ve istiğfar ve diğer şekilde
faydalanmaları kesilmiş, aralarında masumluk kalmamıştır. Bu evlatlar hep
Peygamber'in ümmeti ve tabileri, manevî evladı olmuşlar. "Akraba bile
olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) ortak
koşanlar için mağfiret dilemek ne Peygamber'in, ne de insanların yapacağı bir
iş değildir." (Tevbe, 9/113) hükmüne tabi kalmışlardır. İyiliği, imanı
olmayanların ise zaten hayrı yoktur, onlar hayru'l-halef (hayırlı evlat)
olmazlar. Dua bile etseler "Kâfirlerin duası, böyle boşa
gitmektedir." (Ra'd, 13/14) hükmünce hep dalalet içinde boşa gider,
ölümden sonra eserlerinin de Allah katında ahiret için kendilerine hiç bir
hayır ve faydası olmaz, o büyük azaptan kurtarmaz. "Onlar öyle kimselerdir
ki, ahirette onlar için yalnız ateş vardır ve yaptıklarının hepsi orada boşa
çıkmıştır, amelleri hep batıl olmuştur." (Hud, 11/16);
"Kendilerinden azap hafifletilmez, onların
yüzlerine de bakılmaz." (Bakara, 2/162) Bununla beraber şundan da gaflet
edilmemek gerekir ki, Peygamber'e şenean ile buğz ve düşmanlık, ona iman
etmekten ibaret olan küfürden daha özel, daha şiddetli bir küfürdür. Bunun
fiilen ortaya çıkarılması, ona fiilen harp ilanı olacağı gibi, sözlü olarak
açıklanması da, o mânâda olarak, sövme ve küfretme olur. Bunun ise Hak şeriatta
hakkı harp ve öldürmedir. Peygamber'e sırf dininden dolayı düşmanlık ederek
ebter (güdük) veya "münbetir sanevber" (kesik çam) diye buğz ve
küfürünü açıklayan şani' (buğz edici) de ona şöyle sövmekle küfretmiş
olduğundan "kurban kes" emrinden sonra tahkik ile beraber illiyet de
ifade eden ile talil siyakında "Muhakkak ki sanabuğzeden ebterin
kendisidir." buyurulmasında ona öyle sövenlerin önünde olmazsa sonunda
kesilmeye hak kazanmış olduklarına işaret ve hatta sonlarında bir hayırları
kalmayıp büsbütün çirkin adlı olacaklarını hatırlatmak, Resulullah'ın ise
onların zıddına olarak hayır ve feyzinin, eserlerinin ve faziletinin kesilmeyeceğini
haber verme vardır. Bundan dolayı Resulullah'ın keder etmeyip de Rabb'inin
lütfuna şükretmek üzere ibadet ve kulluk ile meşgul olarak namaz kılıp kurban
kesmesi ve böyle hayır için fedakarlıkla Allah'ın nimetini söylemesi
emrolunmuştur. Ona ebter (güdük) diyen buğuzcu, onun erkek evladının vefatını
bahane etmiş olduğundan dolayı burada Peygamber'in neslinin de kesilmeyeceği
ilk önce anlaşılması gereken bir mânâ olduğu için, bundan kız evladı ve onların
evladı ve evladının evladı da zincirleme olarak evladdan, torunlardan,
zürriyetten olduğuna istidlal edilmiştir, bu da doğrudur. Bununla beraber
Resulullah'ın müteaddid erkek evladı da olmuşken, bunların uzun yaşamayıp da
onun neslinin yalnız kız evladından çoğalmış olmasının da elbet bir mânâsı ve
hikmeti olması gerekir. Bu da peygamberlerin sonuncusu olması ile izah
edilmiştir. Onun ruhanî kuvveti gibi cismanî kuvvetinin de feyiz ve kemali
açıklanmak üzere kendisine hem oğul, hem kız nesiller de verilmiş, fakat
peygamberlik şerefi kendisiyle bitirildiği ve bundan dolayı onun dini, kitabı
kıyamete kadar bâkî olup kendisinden sonra peygamber gönderilmeyeceği cihetle
oğullarının baki kalmaları halinde peygamberliğe mazhar edilmeleri bu hikmete
uygun olmayacağı gibi, nübüvvetsiz olarak bekaları da tam mânâsıyla hayırlı
evlat olmalarına engel ve şanlarına eksiklik olacağından, onların masum olarak
vefatları hem kendi haklarında, hem de Resulullah hakkında daha hayırlı, daha
kudsi olmuştur.
Bundan başka peygamberliğinin genelliği,
dininin yayılması ve ümmetinin çoğalması açısından bunun ümmet hakkında da
hayır olduğunda ve bu şekilde de Resulullah'ın ümmetine örnek olması kendisinin
ecir ve feyzini daha yükseltmiş bulunduğunda da tereddüde yer yoktur. Zira
oğullarının kendisinden sonra baki kalmaları takdirinde peygamberliğe mazhar
edilmeyince hiç olmazsa imamet velayetine varis kılınmaları yakışırdı. Bu ise
imamet velayetini ehliyetten çok neseb verasetine hasretmek olacağından, bu
inhisar da Muhammedî nübüvvetin genelliğine "Dinini, bütün dinlerin üstüne
çıkarması için." (Saf, 61/9) hikmetiyle gönderilen hidayet ve hak dininin
gayesine, "Allah yanında en üstün olanınız, en çok korunanınızdır."
(Hucurat, 49/13); "Allah, size emanetleri ehline vermenizi
emrediyor." (Nisa, 4/58); "Sizi yeryüzünde halifeler yapan odur."
(Fatır, 35/39); "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek
için." (Mülk, 67/2), "Hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü
Allah'adır." (Maide, 5/48) gibi üstünlük ve fazilet esaslarıyla bütün
âlemde zuhur ve yayılması hikmetlerine aykırı bulunurdu. Bu tahsis
kastedilmeyince de bu yüzden ümmet için fitneye zahiri bir sebep olurdu.
Kadınlarda ise Peygamberlik ve imamlık kazıyye (önerme)si esas itibarıyla varid
olmadığı için kızları hakkında bu mahzurlar varid olmaz. Bundan dolayı
Resulullah'ın neslini kız evladından ilerletip de erkek evladının fazla
yaşamamasının açık olan makul hikmet ve mânâsı bu iki sebepte özetlenebilir:
Kendisinden sonra peygamberlik olmaması, imamet ve velayetin de nesebî verasete
tahsis edilmemesi. Yoksa cahiliye Araplarının zannettiği gibi oğulların
vefatıyla zürriyetin büsbütün kesileceği ve kız evladının evladı, evlad ve
zürriyetinden sayılmayacağı için değildir. Ve belli ki bu son âyet gaybla
ilgili ihbarı da içermektedir.
İşte Muhammed Aleyhisselam'ın şanını Kevser'le
anlatan ve her yönden şükür ve hamdetmekle namaz kılıp kurban keserek Bayram
yapılmaya layık müjdeleri ihtiva eden bu yüksek sûre, vecizliğiyle beraber
böyle birçok latifeleri ve hikmetleri içine almaktadır. Razî tefsirinde bunun
Duhâ Sûresi'nden beri gelen sûrelere olan münasebetiyle daha birçok işaret ve
latifelerini pek güzel beyan etmiş ve açıklamış ve bu cümleden olarak demiştir
ki:
"Bu sûrenin latifelerinden biri de şudur:
Allah yoluna giden salihler için üç derece vardır. En yükseği: Bütün kalbleri
ve ruhları ile Allah Teâlâ'nın nur-i celaline garkolmalarıdır. İkincisi:
Bedenen de taat ve ibadetlerle meşgul olmalarıdır. Üçüncüsü: Nefsi, özel
lezzetler ve acil şehvetlere dökülmekten menetmek makamında olmalarıdır. İşte
"biz sana Kevser'i verdik", önceki makama işarettir ki, o da kudsî
ruhun diğer beşerî ruhlardan gerek sayıca ve gerek nitelikçe kendini göstermiş
olmasıdır. Sayıca kendini gösterişi: Çünkü başlangıçları pek çoktur. Nitelikçe
kendini gösterişi de, o başlangıçlardan neticelere geçmekte diğer ruhlardan çok
daha süratli olmasıdır. "Rabbin için namaz kıl" ikinci mertebeye
işaret; "Kurban kes" de üçüncü mertebeye işarettir. Çünkü nefsi peşin
lezzetlerden men etmek kurban kesmek ve boğazlamak mecrasına akıcıdır. Sonra da
"muhakkak sana buğzeden, güdüğün kendisidir" buyurulmuştur. Bunun
mânâsı da şudur: Seni şu özellikler ile acil şehvetlere davet eden nefis yok
mu, o fanidir, baki kalan güzellikler ise Rabb'ın katında daha hayırlıdır.
"Baki kalacak olan güzel işler Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır,
umutça da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46) o ise ebediyen baki olan rûhanî
saadetler, Rabbanî marifetlerdir."
Bu sûrenin içine aldığı emirlerin en mühim
yönü "Rabbin için" kaydının ifade ettiği tevhid ve ihlas olduğu için,
bunu, ayrıca açıkça ilan ve açıklama hususunda
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Kevser Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.