Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Karia Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
101-KAARİ'A:
1-2-3.O kâria. O çarpacak bela, yani kıyamet.
Çünkü "kâria", "kâr' "dan türemiştir. Maddesinden
"kar'", şiddetli bir ses çıkaracak derecede şiddetle dayanıp
çarpmaktır. Sopayı başına çaldı. "Tokmak" mânâsına "mikraa",
kapı çalmak mânâsına "kar'-ı bâb"; kılıçla çarpışmak mânâsına
"kılıçla vuruştu" ifadesi bundandır. Bu şekilde çarpan her şeye
kâria, çoğulunda kavari' denilir. Sonra dehr (zaman)ın başlara çarpan büyük
hadiselerine kâria denilmiştir. Nitekim "Küfredenlere, yaptıkları işler
sebebiyle bir felaket isabet edecek." (Ra'd, 13/31) buyurulmuştur.
Kur'ân'ın inzar (korkutma) âyetlerine de denilir. Bilhassa elif-lâm ile
"el-Kâria" da "el-Hâkka" gibi kıyametin isimlerinden
olmuştur. Ki başlangıcı, birinci sûr üfleme, sonu da kaza etmektir. Böyle
isimlendirmenin de bir kaç vechi söylenmiştir.
1- İnsanların akıllarını alacak, ödlerini
patlatacak olan ilk haykırıştır.
"(Birinci defa) Sûr'a üflendi, göklerde
ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldılar." (Zümer, 39/68) buyurulduğu
üzere "sa'k" üflemesinde olacaktır. "Onlar, başka değil, sadece
korkunç bir sese bakıyorlar." (Yâsin, 36/49) buyurulması da bunu teyit
eder.
2- Âlemin tahribi zamanında ulvî ve süflî
cisimlerin şiddetle, çarpışacaklarından dolayıdır.
3- Kâria, insanları korku ve dehşet ile çarpan
demektir. Bu ise gökde yarılma ve parçalanma; Güneş ve Ay'da dürme, çarpıp
yıkma; yıldızlarda saçılmak; dağlarda ufalmak ve kökünden sökmek; yerde dürmek
ve değiştirme iledir. Bu, Kelbi'nin görüşüdür.
4- Hak düşmanlarını zillet, azap ve işkence
ile çarpacağından dolayıdır ki, bu da Mükatil'in görüşüdür. Bazı araştırmacılar
demiştir ki, bu, Kelbi'nin görüşünden daha kuvvetlidir. Çünkü "Ve onlar
(hayır işleyenler) o gün korkudan emin kalırlar." (Neml, 27/89)
buyurulmuştur. Bununla beraber bu sûrede gelecek beyan ile yetinmek daha
uygundur.
Nedir o kâria? Mâ konumunda mahiyet ve
hakikatten sorudur. Fakat bununla maksat gerçekten soru değil, "o ne
dehşetli kariadır?" meâlinde korkutmak için olması açıktır. Nitekim ne
bildirdi sana ki, nedir o kâria (kıyamet)? buyurulması da onun hakikati,
insanların ilim dairesinin dışında, yani fiilen görülmedikçe şiddet ve
dehşetinin büyüklüğünü hiç kimsenin hatta Peygamber'in bile dirayetle
bilemeyeceğini hatırlatmak suretiyle o korkutma te'kit ve takviye edilmiştir.
Zamir ile ifade edilmeyip de "kâria" isminin üç defa açıkça tekrar
edilmesi de o korkutmayı terbiye ve anlatmak içindir. Bundan dolayı Râzî'nin
zikrettiği üzere birtakım tefsir bilginleri nün irabı tahzir (sakındırma)
babından olduğuna kâni olmuşlardır. Çünkü "sakın kendini, arslan var
aslan!" mânâsında diye tahzir (sakındırma) nesb ile de, ref ile de
caizdir. Buna göre mânâ: Sakının kendinizi kâria var, çok korkunç kâria, öyle
ki onun ne büyük kâria olduğunu görmeyince dirayetle bilemezsiniz, demek olur.
Bunun aslı (kork) fiilinin mef'ulü olarak nasıbdan değiştirmedir. Diğer bir
kısım tefsirciler de "size kâria gelecek", çok dehşetli kâria,
mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Fakat fiil takdirine ihtiyaç olmayacak
"el-Kâria" doğrudan doğruya mübteda, ...'l-kâria) da haber ve mübteda
olarak cümlesi onun haberi olmak, tahzir (sakındırma) ve tehvil (korkutma)
kelâmın mânâsından anlaşılmak, yukarıki sûreye göre de, gösterildiği üzere,
takdir edilmiş sorunun cevabı olmak daha açık ve daha tercihe değerdir.
4. "O gün insanlar olur." Bu
kelimesinin zahiri zarf olmak üzere mensub olmaktır ki, yani o kâria o gün
çarpacak ki demek olur "Keşşaf" sahibi bu vechi tercih etmiştir.
"An o günü" diye mukadder ile mansub olduğunu da söyleyenler
olmuştur. Bir de cümlesine muzaf olmak hasebiyle feth üzere mebnî, mahal
itibarıyla merfu olarak mahzuf mübtedanın haberi de olur. Ki Ebu's-Suud'un
beyanı üzere Kûfelilerin tercihi budur. Yani o kâria o gündür ki demek olur.
Günden maksad da uzun zamandır. "pervaneler gibi" "Ferâş",
"feraşe"nin çoğuludur. Geceleri ışık ve ateş etrafında çırpınıp
uçarak kendisini ateş içine atan ve Farsça'da olduğu gibi dilimizde de pervane
diye bilinen küçük kelebeklere denir. Ateşe çarptıktan sonra kanatlarını yayıp
döşendiği için feraşe diye isimlendirilmiştir.
Yayılmış, demek olduğu için onların çok ve
yayılmakla çırpınıp çırpınıp yayılış, dağılış ve seriliş hallerini özellikle
ifade etmektedir. Bundan görünen de sa'k (bayılma) halidir. Şiir ve edebiyatta
pervane, kendisini ateşe atıncaya kadar mum ve ateşe düşkünlüğü sebebiyle
kendini feda etmekle darb-ı mesel olmuştur. Nitekim Şeyh Sadi feryadıyla meşhur
olan bülbüle aşkı öğretmek için:
Ey murğ-i seher zi-pervâne biyâmuz
K'ân sûhterâ can şüd ü âvâz neyâmed
"Ey seher kuşu! Aşkı pervane (kelebek)den
öğren.
Zira o yanmışın canı gitti de sesi
çıkmadı".
Yani sen de onun gibi can verde feryat edip
durma! demiştir. Şüphe yok ki Sâdi, bununla bir ateşe tapıcılık remzi değil,
ilâhî aşkda sabır ve ihlas ile bir fedakârlık misali kastetmiştir. Bu mânâ ile
bizim Divan Edebiyatı'nda da nar (ateş)dan çok, nur üzerine dönen pervane
(kelebek)ye dair:
"Döner pervane-âsâ bâşıma her ârif-i
billâh
Dilim bezm-i hakikatte çerağ-ı ruşen
olmuştur"
"Allah'ı tanıyan herkes pervane gibi
etrafımda döner.
Gönlüm hakikat meclisinde parlak bir kandil
olmuştur." gibi binlerce mazmun söylenmiştir.
Peygamber'e ait Mevlid'de Süleyman Çelebi
Efendinin:
"Bir aceb nur kim Güneş pervanesi",
mısrası da bunun en güzellerindendir. Fakat görülüyor ki, bu âyette
"feraş-i mebsus" (yayılan pervaneler) diye ifade olması kelebeklerin
hali övülecek ve gıbta olunacak bir durum olarak değil, son derece sakınılması
gereken kârianın (kıyametin) dehşetini, en büyük bir felaket perişanlığının
şiddet ve korkusunu temsil biçiminde zikrolunmaktadır. Bu itibar ile burada
ateşe tapanların ve onlar gibi batıl inançlarıyla kendilerini ateşlere
atanların durumlarındaki fecaate de bir işaret yok değilse de, yalnız onları
değil, iyi ve kötü bütün insanları saracak olan ve gerek hak uğrunda ve gerek
batıl peşinde can vermek için çırpınıp serilenlerin hepsiyle ilgisi bulunan bir
günün korkusunu düşündürmektedir. Alûsî'nin naklettiği üzere
"Te'vilat" sahibi demiştir ki: "Bunun yorumunda bir kaç vecih
üzerinde ihtilaf etmişlerse de hepsi bir mânâya dayanır: O günün korkusundan
hayret ve ıstıraba işarettir." Katade'den rivayet olunduğu üzere bir
takımları şu fikri benimsemişler ve demişlerdir ki: "İnsanlar mahşere
çağırıldıkları sıra, çağıran davetçiye doğru uçuşmakta ve nizamsız gelip gidişteki
perişanlıkta, zayıflık ve düşkünlükte, çokluk ve yayılmada uçuşup çırpınan
çeşitli kelebeklere benzetilmişlerdir." Bu mânâ ise Kamer Sûresi'ndeki:
"O çağırıcının görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağırdığı gün. Gözleri
düşkün düşkün (zillet ve dehşet içinde) kabirlerden çıkarlar, tıpkı yayılan
çekirgeler gibi. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış koşarlarken." (Kamer,
54/6-8) mefhumu olduğundan, buradaki "feraş-i mebsus" (yayılan
kelebekler) benzetmesi, oradaki "yayılan çekirgeler" teşbihi
(benzetmesi) mânâsında demek olur. Nitekim Ferra, yerde yapılan ve dehşetle
birbiri üzerine yığılan çekirge kavgası, yani çekirge hurdalarına da
"faraş" denildiğini söylemiş olduğundan "yayılmış kelebek",
"yayılmış çekirge" demek olduğunu söyleyenler de olmuştur. Fakat
genellikle lügat ve tefsirlerde bilinen "feraş", yukarıda açıklandığı
üzere kelebeklerdir. Bununla beraber ikisine de teşbihten kastedilen, o günün
dehşetinden hayret ve ıstırabı tasvir olmak itibarıyla, asıl mânâ bir demektir.
Şu kadar ki, "yayılmış çekirge"de zarar durumu, kelebekte ise imtihan
durumu daha açık görünür. Bir de kelebekler heyecan zamanında hep bir yöne
değil, her biri çeşitli yöne dönerek dağılır, bayılırlar. Çekirgeler ise
yayılmalarında çoğunlukla yığılarak bir semte yönelerek çılgın bir halde dalgalanır
giderler. Bu itibar ile "yayılan kelebek", kıyamet gününde çeşitli
insanların, çeşit yönlere fırlayıp yayılışları halini; "yayılan
çekirge" çoğunlukla bir semte sevkedilişleri halini ifade eder
denilmiştir.
Hâsılı o gün o "kâria" (kıyamet)
öyle çarpacak ki, insanlar "yayılmış kelebekler" gibi olacak.
5. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi
olacak. Dağlar böyle olunca insanların ne hale geleceği artık kıyas
olunabilirse olunsun. O halde Allah'ın rahmeti yetişmeyecek olursa vay o
insanların haline.
IHN , yün, özellikle çeşitli renkte yün;
MENFÛŞ de didilmiş, atılmış yani parçaları parmaklarla birbirinden ayrılıp
dağılmakta veya hallaçla atılmakta bulunan demektir ki, zerre zerre uçuştuğu
haldir. Zira dağlar önce ufalanacak, sonra korkunç kum yığını olacak, sonra
bulut gibi geçerek "atılmış renkli yün"ler gibi olacak. Sonra da
serap olacaktır. Bu iki hal, yani insanların "yayılmış kelebekler"
gibi ve dağların "atılmış renkli yünler" gibi olmaları hali, bizim
idrakimize göre bütün yer küresinin volkan gibi infilak edip patlaması halini
düşündürdüğü gibi, son zaman savaşlarının o hali almaya doğru giden yıkıcı
manzaralarını da göz önüne getirmektedir. Bununla beraber burada yalnız
insanları nihayet ölüme sevketmek üzere parçalayıp seren ölüm bayılması değil,
önceki sûrenin "Kabirlerdekilerin fırlatılacağı zaman." (Âdiyat,
100/9) âyetinden anlaşıldığı üzere "Kabirlerden çıkarlar." (Kamer,
54/7) âyeti delaletince kabirlerden fırlayıp yeniden dirilmek ile ahirette
hesap ve tartı için mahşere sevkedecek olan kıyamet sûrunun üflenmesine kadar
geçen zamanı içine alan bir mânâdır ve bu itibarladır ki hakikati bizim
dirayetlerimizin tasavvurları hududu dışında ve ancak Allah'ın haber vermesiyle
hakkın ğaybına eren, iman sahasına giren bir durumu haiz olduğu "kârianın
ne olduğunu sana ne bildirdi?" hitabıyla anlatılmıştır. Bundan dolayı
kıyametin başlangıcı olan korku üflemesinden "(O gün insanlardan) bir
kısmı cennette, bir kısmı ateştedir." (Şûrâ, 42/7) ayrımının tahakkuk
edeceği kaza faslı zamanına kadar devam edecek olan bu kâria günü iki kısma
ayrılmış demektir ki, birincisi ölüm üflemesi ile dirilip ayaklanma üflemesinin
ayırım günü olan mizan (tartı) ve fasıl (ayrılma) zamanına kadar olan haşr ve
neşr kısmı; ikincisi de insanların "(O gün insanların) bir bölümü
cennette, bir bölümü ateştedir." (Şûrâ, 42/7) olmak üzere iki kısma
ayrıldıkları fasl (ayrılma) ve hüküm anından ötesi, yani cennet ehlinin
cennete, cehennem ehlinin cehenneme sevk ve sokulmalarıyla hükmün yerine
getirilmesi devri demek olan ebedilik safhasıdır. İşte "kâria"nın
herkesi içine alan birinci bölümünü açıkladıktan sonra netice ve sonu bulunan,
insanları mes'ud ve bedbaht iki kısma ayıracak olan bu ikinci safhasını
açıklayarak buyuruluyor ki:
6-7. İşte o gün mizan (tartı)ları ağır basan
her kimse.
MEVÂZÎN kelimesi, "mîzân"ın
çoğuludur. Zira veznin aslında "vâv"ile "mivzân"dır.
"Vav" sakin, önceki harf esreli olduğu için "yâ"ya
dönüştürülmüştür. Bununla beraber "mevâzîn", "mevzûn"un
çoğulu da olur. Bilinmektedir ki "mizân", tartı âleti, eşyanın
veznini, yani ağırlık nisbetini ölçmeye mahsus olan terazi demektir. Bununla
birlikte ağırlığa mahsus olmayarak adalet ve hukuk gibi manevi olan her hangi
bir nisbeti mukayese ile tayin için de mecaz olarak kullanılır. Nitekim toplama
ve çıkarma gibi bir hesap işleminin doğruluğunu denemek için yapılan karşıt
işleme mizan denilmek meşhur olduğu gibi, bir hesap defterinin matlub alacak ve
borcunun karşılaştırılmasına da mizan denilir. Yine bilinmektedir ki, bir
mizanın ağır gelmesi, ağır basması, onunla tartılan mevzunun (tartılanın)
ağırlığıyla orantılıdır. Asıl kastedilen tartılanın tartısıdır. Onun için
burada da "mevazin", mizanın veya mevzunun çoğulu olmak üzere iki
görüş rivayet edilmiştir. Nitekim Râzî der ki: "Mevâzîn"de iki görüş
vardır:
Birincisi: "Mevzûn"un çoğulu
olmasıdır ki, Allah katında vezin ve kıymeti olan ameldir. Ferrâ bunu
kabullenmiş ve demiştir ki: Bunun benzeri: Bende senin dirhemimsi mîzânın,
senin dirheminin vezni ile bir dirhem var ve benim evim, senin evinin tam
mîzanında ve veznindedir. Yani tam hizasında veya dengidir denilmesindeki
mânâdır.
İkincisi: "Mîzân"ın çoğuludur. İbnü
Abbas demiştir ki: Mîzânın bir dili ve iki kefesi vardır. Onda ancak ameller
tartılır. Allah'a itaat edenlerin haseneleri, sevapları en güzel şekilde getirilir,
üstün olunca cennet onun olur. Kâfirin de kötülükleri en çirkin şekilde
getirilir, tartısı hafif gelir, cehenneme girer. Hasen'den de: İki kefesi
vardır, fakat tansif olunamaz, diye rivayet edilmiştir. Kelâm bilginleri
demişlerdir ki, sevapların ve kötülüklerin kendileri işin bitmesinden sonra
tartılması mümkün değildir. Ancak yazılmış oldukları amel sayfaları tartılır.
Yahut nur, iyilik alâmeti kılınır; zulmet kötülük alâmeti kılınır. Yahut
iyilikler, iyilik şekliyle; kötülükler, kötü şekliyle şekillenir de o şekilde
ağırlık ve hafiflik ortaya çıkar. Bunun faydası da ilâhî adaleti ortaya
çıkarmak ve mazeretleri defetmek için halkın toplandığı büyük topluluk içinde
iyilik sahibinin güzel hal ve tavırları açık olarak sevinci artmış olması ve
kötülük sahibinin çirkin hal ve tavırları açık olarak kepaze ve rüsvay
olmasıdır". Bazıları da vezn (tartı), doğru kaza ve adil hükümdür,
demişler. Mücahid, A'meş ve Dahhak buna kani olmuşlardır. Müteahhirînden
birçoğu da bunu benimsemişler ve demişlerdir ki: Terazi ile ancak cisimlerin
ağırlıkları, miktarı bilinebilir, bitmiş araz (kendi kendine bulunamayan) olan
amellerin miktarları onunla nasıl tartılır? Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki
bunun mânâsı, mutlak mîzân (terazi) ve vezni inkar değil, amellerin cismani tartı
ile tartılamayacağını söylemektir. Yoksa ister manevi olsun, iki şey arasında
bir hak ölçü ve tartısı olmayınca bir adalet tecellisi düşünülemez. Onun
içindir ki, "Kitabı ve ölçüyü, bir gerçek olarak indiren Allah'tır."
(Şûrâ, 42/17) buyurulmuştur. "Biz kıyamet günü için adalet terazileri
kuracağız. Hiç bir kimse, hiç bir zulme uğratılmayacaktır." (Enbiya,
21/47) buyurulduğu üzere kıyamet günü için konulacak olan adalet tartıları da
aynı mânâda olarak adaleti hakkıyla tecelli ettirmek üzere konulacak hak kanunu
olmalıdır ki, kıyametin bütün karışıklık ve buhranı onun ortaya çıkardığı
adalet tartısıyla halledilip ayrılacaktır, demek olur. Bu mânâ ile tartının
tatbiki ise yalnız cisimlerde değil, arazda da cereyan eder. Nasıl ki ısı ve
soğuk gibi arazdan olan şeyler de kendilerine mahsus tartılarla tartılır. Şu
halde "O gün tartı haktır." (A'raf, 7/8) buyurulduğu üzere kıyamet
günü hak olduğunda şüphe olmayan amellerin tartılması da gereği gibi bir
tartısı olmak ve her tartı gibi onun da iki tarafın eşitliğine işaret eden bir
dil ile iki tarafı bulunmak gerekirse de, amellerin hakikatine göre bunun durum
ve niceliğinin tayin ve tarifi bizim idrak ve dirayetimizin kapsamı sahasından
uzaktır. Onun için demişlerdir ki tartı ve terazinin hakikat olduğuna iman etmek
lazım gelmekle beraber, niceliğinin tarifine iman etmek şart değildir. Bununla
beraber şunu da itiraf etmek gerekir ki, amellerin cismanî bir şekilde
tartılması da hiç tasavvur olunamaz değildir. Zira ameller kendileri durumları
itibariyle cisim değilseler de, eserleri itibarıyla cismanî değer ve kıymetleri
içerdiklerinde de şüphe yoktur. Bütün cisimlerin yaratılışı Allah'ın fiili
olduğu gibi, insanlar en güzel sanat ve amelleriyle müsabaka ve imtihan edilmek
için yaratılmışlar hayat ve ölüm ile mübtela kılınmışlardır. Bu yönden ameller,
Allah yanında değeri olan sevap veya ıkâb (ceza) ile karşılanmak için ahirette
üzerlerine düşecek eserler noktasından kazanacakları şekle göre bir terazi ile
tartılması gerekir. Dünyada bunların akıl ve mantık, için şeriat itibarıyla
mizanları indirilmiş olduğu gibi Allah katında hakikat âlemindeki değerlerine
göre de bir tartıları var demektir ki, bu onların ahiret neş'etinde ortaya
çıkacakları hakiki şekilleriyle orantılı olan bir tartı olarak ruhani ve
cismani her iki itibarla da tecelli edebilir. İşte İbnü Abbas hazretlerinden
rivayet edilen iyiliklerin, iyi şekilleri; kötülüklerin çirkin şekilleri ile
tartılmaları önermesi de eserler itibariyle tartıları demek olacağı gibi, amel
defterlerinin tartısı veya alametleri olan nur ve karanlığın tartısı hakkındaki
görüşler veya rivayetler de yine eserler itibariyle tartı mânâsına dönüşür.
Bunların her birine delalet eden eserler (rivayetler) de varid olmuştur. Şu
halde amellerin tartısı netice itibarıyla ilâhî hüküm ve adaleti ortaya çıkarma
mânâsı şüphesiz olmakla beraber, layık olan her hangi bir şekil ile doğru
tartıda gerçekten vezin mânâsı da imkansız değildir. Şu halde amellerin mutlaka
vezin ve tartısını inkar etmek küfür olursa da, niceliği hakkındaki tafsilatı
inkar, küfrü gerektirmiş olmaz. Bundan dolayı Alûsî demiştir ki: Bu âyet
amellerin tartılmasına işarettir ve buna hakikat olarak iman etmek vaciptir.
Ancak inkâr eden küfre nisbet olunmaz. Yani zahiri vechile cismani mânâyı inkar
edip de adalete yorma gibi mecaza kani olanlar küfre nisbet edilmez. Zira onlar
inkarcı değil, yorumcudurlar. Nassın yoruma ihtimali de açıktır. Yoksa mutlaka
vezin (tartı), Kur'ân'da açık olduğu için inkârının küfür olacağında şüphe
yoktur. Ve bu tartı, sayfaların uçuşmasından, sağdan ve soldan verilip
alınışından, sual ve hesaptan sonradır. Vahidi ve daha başkaları böyle
zikretmişlerdir. Ve "Kenzu'l-Esrar" sahibi de buna kesin hüküm
vermiştir. Ve o, bir dili ve yer ve göğün tabakaları gibi iki kefesi bulunan
bir terazi ile olacaktır ki mahiyetini ancak Allah bilir.
İbnü Abbas'tan ve Hasan-ı Basrî'den böyle
rivayet olunmuştur. Ve "Şerh-i Makasıd"da tefsircilerden çoğuna
nisbet edilmiştir. "Nevadiru'l-Usul"de zikredildiğine göre yeri de
cennet ile cehennem arasıdır. En meşhur ve sahih olan da bu, bütün ümmetler ve
bütün ameller için zikredildiği üzere bir terazidir. Çoğul kipiyle buyurulması
ise ya "Âd (kavmi) de Peygamberleri yalanladı." (Şuarâ, 26/123)
âyetinde olduğu gibi tazim (büyükleme) için veya (başının ortasındaki saçları
ağardı) kabilinden kısımları itibariyle yahut itibari değişimle fertlerinin
çoğalması itibarıyladır ki şairin:
"Şimşeğin parıltısı yahut güneşlerin
ışığı" mısraındaki "şümûs" (güneşler) gibidir. Konunun çoğul
olduğuna göre ise yoruma ihtiyaç yoktur. Ağırlık da rüçhan (üstün gelme)
mânâsına olması tartışmasız olur.
Böyle "mevazin" (tartılar)i ağır
basan, güzel amelleri üstün gelen kısım artık o bir hoşnut geçimdir. Râzî (razı
olucu) bir hayat, hoşnut bir geçim ve yaşayış içindedir. Gerçekte razı ve
hoşnut olmak, hayatın şanı değil, sahibinin sıfatı olduğundan görünürde
ifadenin hakkı, "geçim, razı olmak" değil, razı olunan olması yani
"razı olunan hayat" denilmek iken tersi zâhir olarak "hoşnut
olan hayat" buyurulması belagatlı bir nükteyi içerir ki, rızanın
tasavvurlar üstünde olan kemalini belagatle ifade ederek sahibinin o hayata tam
ehliyetini, hem razı olan, hem razı olunan (râdiye ve mardıyye) makamında
bulunduğuna işaret eder. Yani öyle güzel bir hayat ve geçim ki güzel
amelleriyle ona sebep olan kimseyi sadece razı ve hoşnut etmekle kalmaz, aynı
zamanda onu, "Ey huzura ermiş nefis, razı olmuş ve razı olunmuş olarak
Rabbine dön, (iyi) kullarım arasına gir, cennetime gir." (Fecr, 89/27-30)
âyeti delaletince nefs-i râdiyye (razı olan nefis) makamından, nefs-i mardıyye
(kendisinden razı olunan nefis) makamına yükselterek ebedi olarak mesud edecek
ve ondan asla ayrılmak istemeyecek şekilde kendisini bütün hoşnutlukla sarar,
ebedi bir rıza ve hoşnutluğa ait muhiti içinde ihata eder, kuşatır, donatır,
Âlûsî der ki: Meşhur olan burada razıye (razı olucu), nisbet bakımından
olmaktır, yani rızanın kendisi: Rızalı, hoşnutluklu bir hayat demektir.
Kelimenin kendisinde veya isnadda mecaz olarak "râzîye"nin,
"merdıyye" mânâsı olması da caiz görülmüştür ki, bunun hakikati,
sahibinin razı olacağı bir hayat demek olur. Meâni kitaplarında anlatıldığı
üzere bunda "istiare-i mekniye" ve tahliliyye de caiz görülmüştür.
Fakat bazı büyükler burada çok güzel bir beyanda bulunmuşlar ve demişlerdir ki,
"niseb" babında olanlar diye tevil olunur ve müennes getirilmez.
Çünkü bir mevsuf üzerine cereyan ettirilmeyip cansızlara katılır. Sirafi'den de
şöyle nakledilmiş: de nin sükutu meselesinde yaptıkları tâlile atıp tutarak
demiştir ki: Halbuki bunda iki vecih vardır: Birisi, o hayat, ehline razı
olmuştur, onlardan hoşnut kendilerinden ayrılmaz. Onları bırakmaz, ayrılmaz
mânâsına olmasıdır. diğeri de "allame", "raviye" gibi
mubalağa için olmaktır. Bir de şöyle tevcih edilmiştir. nin lüzumu nın
sukûtuyla bünye (yapı)ye noksanlık vermemek içindir. ve gibi. Halbuki derler
"Müf'ıl" ve "mif'al" babı müenneslenmez. Bununla beraber
gibi bazılarında kattıkları da vardır. Sonra demiştir ki: Kabul etmeye değer
olan budur. Bunun neticesi birkaç vechile cevaptır:
Birincisi: Burada "radıye" nisbet
babından değil, ism-i faildir, mânânın lazımı kastedilmiştir. Zira bir şeye
razı olan ve dileyen ona devam eder. Bu mecaz-ı mürsel veya istiaredir. İsnadda
mecaz olup zikrolunan mânâ, neticesini beyan olması da caizdir.
İkincisi: Mübalağa için olmaktır. Bu da
"allame" gibi, "faal" veznine özel değildir. Onun için
"raviye" ile de temsil etmiştir.
Üçüncüsü: İlletlide 'nin katılması kelimenin
yapısını muhafaza etmek içindir. "Misakke", ya söz (istisna)dür,
yahut muctebbi mudaafe benzetmektir." Âlûsî bunu naklettikten sonra:
"Bunu hıfzet, çünkü çok güzeldir, kitapların çoğunda bu yoktur" diye de
bir hatırlatma yapmıştır. Birçok hususta bu "razı olan geçim" terkibi
misal olarak zikredilegeldiği için biz de bu izahı kaydetmeye lüzum gördük.
8. Ve fakat tartıları hafif gelen her kimse,
yani sevabı olmayan yahut günahları ağır basıp da sevapları hafif gelen
kısımdan olan kimse artık onun anası haviye (uçurum)dir. Yani varacağı yeri,
yatağı kucağına sığınacağı anavatanı haviyedir. Barınacak yeri kalmayacak,
artık "haviye" denilen cehennem uçurumunun kucağına atılacaktır.
Diğer bir mânâ ile onun ümm-i dimağı, yani beyninin kökü haviye olacak, tepe
takla cehennemin dibine atılacak öyle kaynayacaktır.
9. Ve fakat tartıları hafif gelen her kimse,
yani sevabı olmayan yahut günahları ağır basıp da sevapları hafif gelen
kısımdan olan kimse artık onun anası haviye (uçurum)dir. Yani varacağı yeri,
yatağı kucağına sığınacağı anavatanı haviyedir. Barınacak yeri kalmayacak,
artık "haviye" denilen cehennem uçurumunun kucağına atılacaktır.
Diğer bir mânâ ile onun ümm-i dimağı, yani beyninin kökü haviye olacak, tepe
takla cehennemin dibine atılacak öyle kaynayacaktır.
10. O haviyenin ne olduğuna, mahiyetine
gelince şöyle beyan buyurulur: Bildin mi ki o haviye nedir? ( inkârî istifham;
hâviyeye râci müennes zamiridir; sonundaki fasıla için ha-i şehittir. Aslı dir)
mahiyeti neden ibarettir?
11. O kızgın bir ateştir, yani şiddetli,
kızışkan bir ateş. Bundan sonraki sûrede "cahim" diye zikrolunacak
olan cehennem ateşi, daha sonra "Hümeze" Sûresi'nde tarif olunacak
olan Allah ateşidir.
"Kamus"ta kelimeleri, cehennemin
isimleri olarak geçmektedir. Yukardan aşağıya düşmek, sukut etmek mânâsına
"hüviy" ve "heveyân"dan türemiş ism-i fail olarak
"sakuf" mânâsına gelir ve hava boşluğu gibi içi boş, derin,
düşüldükçe düşülür engin uçuruma, "mehvat" gibi sukut yerine denir.
Çukur demek olduğu gibi, "haviye" de devamlı aşağıya doğru düşen
uçurum veya uçuruma düşen demek olabilir. Bu mânâdan cehenneme isim olmuştur.
Ve Alûsî'nin naklettiği üzere denilmiştir ki: Ona "hâviye" denilmesi
gayet derin olmasındandır. Bazıları da ateşin en aşağı kapısına tahsis etmişlerdir.
İncil tercemelerinde de "haviye"ye tesadüf edilir. "Ümm-i
haviye" denilmesine gelince: Bunda işaret ettiğimiz vechile üç mânâ
söylenmiştir:
Birincisi: Ümm, ana mânâsından me'vâ, yani
varılacak, kucağına sığınılıp barınılacak yurt ve yatak mânâsına istiare
yoluyla mecazdır. Zira ana kucağı, çocuğun sığınıp barınacağı sığınağı olmak
bakımından me'va ona benzetilmiştir ki, bunda pek acıklı bir alay etme,
küçümseme vardır. Nihayet sığınıp varacağı en şefkatli anası, hâmisi kızgın
ateş olan haviyeden ibaret bulunan bir kimsenin halindeki felaket ve fecaatin
şiddet ve büyüklüğünü düşünmeli.
İkincisi: Araplar, bir kimsenin yok olmasına
dua makamında kinaye yoluyla derler ki, "anası ağlayıp düşesi,
bayılası!" demek gibidir. Zira bir kimse düştüğü, helak olduğu zaman anası
ağlar, merakından düşer bayılır. Bu bizim, "anası ağlasın", yahut
"anası ağladı", yahut "anası ağlayasıca" deyimlerimizi
andırır. Bununla beraber, "kahrolası, Allah canını alası" duaları
gibi duası da her zaman vaki olması istenilen dualardan olmayıp, teaccüb
(hayrete düşme), takdir ve medhetmek için de söylenir. Nitekim Ka'b b. Sa'di
Ğanevi'nin şu beyti bu kabilden olarak meşhurdur:
"Anası ağlasın, o giderken sabah ne
gönderdi?
Ve dönerken gece ne çevirdi?" Yani ne
kahraman, ne afacan adamdı!
Hamase'nin şu beyti de o türdendir:
"Anaları bayılası! Ne olmuştu onlara
yıkıldıkları gün. Ceyşan denilen yerde kesilen şan ve şeref sebeplerinden
dolayı. Mızraklar gerdanlarında iken kaçmak ve ölüm korkusundan bir merdivene
çıkmak istemediler. Eğer kaçsalardı yine aziz olacaklardı. Fakat ölüme karşı
sabrı daha çok değerli gördüler."
İşte Katade'den bir rivayet olarak geldiği
üzere bir çok tefsirciler: İş bu tabirinden olduğunu söylemişlerdir
"Keşşaf" sahibi ve "Müfredat"da Rağıb bunu tercih etmişler.
"Keşşaf" sahibi bunun "razı olan hayat" kavline "tıbak
sanatı"nı içermesi itibarıyla daha bedi olduğunu söylemiş, Taybî de buna
"daha açık" demiştir. Bu mânâda "ümm", hakikaten ana demek
olduğu gibi, "haviye" de cehennemin ismi değil, sakıta (düşen) mânâsına
demektir. Yani "anası düşmüştür" demek olup bununla kıyamette helak
ve cezasının şiddetinden kinaye edilmiş olur. Bunun inceliğinde şüphe yoktur.
Fakat bu şekilde " mahiye" zamiri "haviye"ye dönmeyip,
kelamın delâletinden anlaşılan, yani anasını ağlatan "dahiye"ye raci
olmak gerekir. Halbuki önceki mânâda "haviye"ye dönüşü açık, istiare
itibariyle mübalağa belağatı da şüphesiz olduğu için daha açıktır.
Üçüncüsü: Yine Katade'den, Ebu Salih'den,
İkrime, Kelbi ve diğerlerinden rivayet edildiği üzere "ümm", beyin ve
başın aslı ve kökü mânâsına olmaktır ki, bu şekilde "haviye",
cehennem demek de, ona sakıta (düşücü) demek de olabilir. Yani beyninin kökü
haviye olmuştur. Yahut "tepe taklak haviyeye yuvarlanmıştır" demek
olur. Çünkü tepesi aşağı olarak cehenneme atılacaktır. Şu halde
"mahiye" zamirinde iki vecih cereyan eder: Nâr (ateş), (bu ateştir)
takdirinde mahzuf mübtedanın haberidir.
HÂMİYE yani ısının şiddeti mânâsına
"hami"den, kızgın ve kızışgın demektir "fırın kızıştı"
demek olduğu gibi, "güneş ve ateş kızıştı, hararetleri şiddetlendi"
demektir. Masdarı "hamyen" ve "humyen" ve
"humuyyen" gelir. Ateş zaten kızgın demek iken, "nâr"
denildikten sonra bir de "hamiye" (kızgın) diye tavsifi, diğer
ateşlerin buna oranla sanki "hamiye" (kızgın) değil, soğukmuşlar gibi
hafif kalacaklarına işaret eden bir teşdid (kuvvetlendirme)dir. İşte o kâria
(kıyamet)da tartıları hafif gelenlerin sonu budur. "Allah korusun."
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Karia Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.