Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Kafirun Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
109-KAFİRUN:
Sûresi takip edecektir
Kâfirûn Sûresi
Mekke Döneminde İndi
Âyet Sayısı: 6
Sûresi ve bundan hikaye itibarıyla
Sûresi>ve dilimizde bilinmiş olduğu üzere Sûresi denilen bu sûre de
Mekkî'dir. Dânî, ittifakla demiş. "Bahru'l-Muhit"de ise:
"Çoğunluğun görüşüne göre Mekkî'dir." Katade'den, "Medenî olduğu
da rivayet edilmiştir" diyor. Katade'den bunun zıddı da nakledilmiş, ancak
İbnü Merduye, İbnü Zübeyr'den Medenî olduğunu rivayet etmiş, bu sebeple Alûsî,
Dânî'nin "ittifakla" demesine, "yerinde değildir" diye
ilişmiş ise de Medenî rivayeti, garib demek olacağından, sahihi ittifakla Mekkî
demek olur. İbnü Ebi Hatim'in Zürare b. Ebi Evfa'dan rivayet ettiği vechile bu
sûreye "Mukaşkışa" dahi denilir ki, uyuz ve çiçek hastalığı gibi
hastalıklardan iyileştirmek demek olan "kaşkaşe"den türemiş olup şirk
ve nifak fak dertlerinden uzak kılan mânâsına "müberrie" demektir.
"Kaşkaşe" Türkçe'de def etmek, kovalamak mânâsına kışkışlamak ile de
terceme olunsa yakışmaz değildir.
"Cemalu'l-Kurrâ"da zikredildiği
üzere buna "İbadet Sûresi" de denilmiş olduğu gibi, "İhlas
Sûresi" de denir. Ondan dolayı Sûresi ile ikisine "İhlaseyn"
(İki İhlas) tabir olunur. Nitekim Resulullah'ın sabah ve akşam namazlarının
sünnetlerinde ve okuduğunu İbnü Ömer'den ve Hz. Aişe'den rivayet edilen
hadislerde "İhlaseyn" denildiği de görülür.
Âyetleri : İhtilafsız altıdır.
Fâsılası : harfleridir.
Bu sûre Kevser'in içine aldığı ihlas ile
ibadet emrinin ilanını emreden, aynı zamanda Peygamber'e buğzeden ebter
(güdük)lerin küfürlerine karşı da bir cevap mevkiinde olarak onun mânâsını bir
açıklama gibidir. İmam-ı Ahmed'in ve "Evsat"da Taberanî'nin rivayet
ettikleri bir hadiste, Zeyd b. Harise'nin kardeşi Cebele b. Harise,
Resulullah'a: "Bana uykum sırasında okuyacağım bir şey öğret." dediği
zaman bu sûreyi okumasını emir buyurmuştur. Bezzar ve İbnü Merduye, Habab'e emrettiğini
de rivayet eylemişler. Beyhaki de "Şuab"da: "Enes'e de uykusu
sırasında okuması emrolunduğunu" rivayet etmiştir. Ebu Ya'lâ ve Taberanî
şu hadisi de merfu olarak rivayet etmişlerdir: "Sizi, Allah Teâlâ'ya şirk
koşmaktan koruyacak bir kelime anlatayım mı size? Uykunuz sırasında Sûres'ini
okursunuz." Deylemî de Abdullah b. Cerad'dan şöyle rivayet etmiştir:
"Resulullah buyurdu ki: Münafık kuşluk namazı kılmaz ve okumaz."
Taberanî "Evsat"da İbnü Ömer'den ve "Sağîr"da Sa'd b. Ebi Vakkas'tan
rivayet etmiştir ki: "Bu sûre Kur'ân'ın dörtte birine denktir." Bunun
izahında bir hayli söz söylenmiş ise de en basiti şöyle anlamaktır: Kur'ân'ın
mânâsı bir bakışa göre şu şekilde özetlenebilir: İbadetler, muameleler, ahiret
hükümleri ve kıssalar. Bu sûre ise ibadetin ruhu olan tevhid ve ihlas ilanını
emredici olduğu için dörtte birine denk demek olur.
Nüzul sebebi: Ebu Hayyan der ki: Bunun inme
sebeplerinden olarak şöyle zikretmiştir: "Peygamber (s.a.v.)'e kâfirler:
"Bırak bu tuttuğun davayı biz sana istediğin kadar mal, servet verelim,
kızlarımızdan dilediğinle evlendirelim ve seni üzerimize melik yapalım, eğer
bunu yapmazsan gel bizim ilâhlarımıza tap, biz de senin ilâhına tapalım,
müşterek olalım, hayır hangisinde ise ona hepimiz de ulaşmış oluruz"
demişlerdi. Bir de onun en çok buğzedeni Kureyş'ten olduğu ve bir sene
kendilerinin tanrılarına ibadet etmesini ve kendilerinin de bir sene onun
tanrısına ibadet edeceklerini söylemiş olduklarından dolayı onlardan uzaklaşmak
ve o teklifin asla olacak şey olmadığını haber vermek için Allah Teâlâ bu
sûreyi indirdi."
İbnü Hişam "Siyer"inde der ki:
"Bana gelende: Resulullah (s.a.v.) Kâbe'yi tavaf ediyorken Esved b.
Muttalib b. Esed b. Abdi'l-Uzza ve Velid b. Muğire ve Ümeyye b. Halef ve As b.
Vâil es-Sehmî önüne gerildiler, bunlar kavimleri içinde yaşlı kimselerdi.
"Ey Muhammed! Gel, biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza
tap, biz ve sen (bu) işde müşterek olalım. Eğer senin taptığın bizimkinden
hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz ve eğer bizim taptıklarımız
seninkinden hayırlı ise sen de nasibini almış olursun." dediler. Allah
Teâlâ'da onlar hakkında sûresini tamamen indirdi." İbnü Cerir ve İbnü Ebi
Hatim ve "Mesahif"de İbnü Enbârî, Ebu'l-Buhturî'nin mevlası Said b.
Meyna'dan öyle rivayet de eylemişlerdir. Tefsircilerin çoğunlukla zikrettikleri
şu şekillerdir:
Kureyş'in ileri gelenlerinden bir takım,
Resulullah'a, sen gel bizim dinimize tabi ol, biz de senin dinine tabi olalım,
bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersin, bir sene de biz senin mabuduna
ibadet ederiz, dediler. Resulullah: "Allah korusun, Allah'a başkasını
ortak koşmaktan." dedi. Onlar, o halde bizim tanrılarımızın bazısına el
sürüver de seni tasdik edelim ve tanrına ibadet edelim, dediler. Bu sebeple bu
sûre nazil oldu. Resulullah sabahleyin Mescid-i Haram'a gitti, Kureyş'ten
dolgun bir heyet vardı. Başları üzerine dikildi de bu sûreyi okudu, onlar da
ümitlerini kestiler."
İbnü Cerir'in ve Razî'nin kaydettikleri
vechile "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana
emrediyorsunuz ey cahiller?" (Zümer, 39/64) âyeti de bu sebeple nazil
olmuştu. Onda Allah'dan başkasına tapmayı emrettiklerinden dolayı cahillikleri
ile azarlayarak "ey cahiller" diye hitap etmesi emredilmişti. Bundan
da daha ağır olarak "ey kâfirler" diye hitap emrediliyor ve bu vechile
gerekçesi beyan olunarak onların dininden uzaklaşma ve hak tevhid dini ile din
edinilmenin lüzumu tebliğ buyuruluyor. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
1- De ki: Ey kâfirler
2- Sizin taptıklarınıza ben tapmam.
3- Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz.
4- Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak
değilim.
5- Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.
6- Sizin dininiz size, benim dinim banadır.
De ki: Ey kâfirler!" Bu nidaya
"de" emriyle başlanmasında Razî kırk kadar nükte saymıştır, tafsili
uzun gider. En birincisi Hz. Peygamber'in kendi tarafından değil, Allah
Teâlâ'dan açık emir ile bilhassa tebliğ ve ilan edilmek üzere peygamberlik
görevi olarak söylenildiğini ilk baştan anlatmaktır. Zira Fahr-i Âlem (s.a.v.)
işlerinde yumuşaklıkla ve mülayim olmakla emrolunmuştu. Ona "Allah'ın
rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli
olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi." (Al-i İmran, 3/159 buyurulmuş,
"(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."
(Enbiya, 21/107) buyurulmuştu. Allah'a daveti de en güzel yolda olmak üzere
"(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125) diye emrolunmuştu.
Bununla beraber "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur, eğer bunu
yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun." (Maide, 5/67) hitabıyla da
kendisine her indirileni tebliğ etmesi, etmezse peygamberlik görevini yerine
getirmemiş olacağı da emredilmiştir. Burada ise muhataplarına "ey
kâfirler" diye en ağır vasfile nida edeceği, çünkü beyan ve tebliğ
olunacak hak hükmü hakiki sebebi onların değişmeyecek olan kâfirlik sıfatları
olduğundan dolayı burada bu sıfatın açıkça söylenmesi lazım geldiği için bu
ağır hitap o yumuşak ve mülayim olma emirlerine nasıl layık olur? diye bir
itiraza mahal bırakmamak ve hakkın beyanı için bunu açıklamak gerektiği
başlangıçta anlatılmak üzere: "Bunu ben kendiliğimden söylemiyorum,
emredilmiş olarak söylüyorum." demiş olmak için evvela "de" emri
açıklanmıştır. Ve bunun Kevser Sûresi'nden sonraya konulmuş olmasıyla da hem bu
emrin "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2) gibi Kevser
ihsanına tertip edilmiş emirlerden olduğuna hem de Peygamber'e öyle buğz ve
düşmanlık beslemekte ısrarlı olanların güdüklükleri, hayırdan mahrum oluşları
gibi kâfirlikleri de ayrılmaz sabit vasıfları ve onlara böyle nida kendilerinin
yeğledikleri gerekleri olmuş bulunduğuna da bir siyak (söz gelimi) işareti
yapılmış ve bu şekilde inme sebebi olan ve kabulüne ihtimal olmayan birbirine
zıt, yapılmaz teklifleri yani putlarına tapılmak şartıyla Allah'a ibadet
edeceklerini ileri sürmeleri de ısrarlı oldukları o buğz ve kinin bir neticesi
olduğuna dahi işaret olunmuştur. Onun için büyük tefsirciler demişlerdir ki
burada böyle "ey kâfirler!" diye nida genel olarak kâfir olanlara
değil, ebedî olarak imana gelmeyeceklerini Allah Teâlânın bildiği bir takım
kimselere mahsustur. Çünkü kâfirler içinde de, Kitap ehlinde olduğu vechile,
Allah'ı mabud tanıyanlar bulunduğu gibi, sonra imana gelip ibadet edenler ve
edecekler de bulunduğu için, onlara karşı: "Siz Allah'a ne şimdi, ne de
ilerde ibadet edecek değilsiniz." denilmeyeceği açıktır. O halde önce
genelleyip sonraki âyetlerle tahsis etmektense başlangıçta "lâm-ı
ahid" (ahid lâm) ile nüzul sebebine işaret olarak "ey o
kâfirler" diye özele hamletmek daha güzel olur ki, bu özellik de hakka
kızgın olup da imana gelmeyecekleri Allah'ın ilminde malum bulunması itibarıyla
olan sabit sıfatları olmuş oluyor. Bu ise nüzul sebebi olanların yalnız
şahıslarına değil, değişmesi ihtimali kalmamış olan küfürlerinden dolayı olduğu
için maksadın aslı küfürden uzaklaşma olarak bu nida öylelerinin hepsine delalet
bakımından içerirse de herhangi bir kimsenin veya kavmin ilerde imana gelip
gelmeyeceğini Allah'tan başkası bilemeyeceği için bu hitabın dıştan fiilî
olarak tatbiki Kureyş içinde nüzul sebebi olanlara bağlı kalmış demek olur.
Yoksa "de ki, ey kâfirler" diye emrolunduğundan dolayı henüz geleceği
hakkında bilgimiz olmayan şahıs veya toplum her hangi bir kâfire "ey
kâfir" yahut "ey kâfirler" diye hakaret ve buğzederek hitap
etmek lazım veya caiz olur sanılmamalıdır. Bu emrin, belirli şahıslara karşı
fiiliyatta tatbiki nüzul sebebine bağlı demek olduğundan dolayı bütün kâfirler
hakkında güzel mücadele ile davet ve yoluyla mücahede ve benzeri diğer gibi
muamelata ilişik genel hükümlere muhalefeti de yoktur. Bunu müslüman yalnız
küfürden, şirkten, nifaktan ve Allah'ın bildiği o kabil kâfirlerden kalben
uzaklaşarak iman ve ibadetinde tevhid ve ihlas ile dinine sarılmak için olur,
zamanına ve icabına göre bunu defetmek yerinde okumak da güzel mücadele ve
hikmet olur. Onun için bu sûrenin genel olarak cereyan eden ve baki olan hükmü,
küfür ve nifaktan uzak olmak için gizli, açık her halde okumaktır. Fakat
taarruz için değil, uzaklaşmak için okumak ve sadece bir tarihî hatıra olarak
değil, kendi nefsine nasihat olarak dinine ihlas ve inancını kuvvetlendirmek
için tilavettir. Hadis-i Nebevî'de şirkten kurtaracak bir kelime olmak üzere
uyku sırasında okunmasının tavsiye buyurulması da bu hükmü ve hikmeti ifade
eder. Bunun böyle olması ise mücahedeye, ibadet ve dinin tafsilatına dair olan
genel hükümlerine ilişkin görevler ile meşgul olmaya engel de olmaz. Hasılı
bununla bütün kâfirlere bir saldırı emrolunmamış olduğu gibi, güzel mücadeleden
ve mücahededen men olunmuş da değildir. Şu halde bunun içinde ki hükümlerde,
genel hükümlere göre nasıh ve mensuh tasavvuruna lüzum yoktur. Ancak nüzul
sebebi olan ve Kureyş içinden asla imana gelmeyecekleri haber verilmiş bulunan
o kâfirlere mahsus olarak "sizin dininiz size; benim dinim banadır"
denilmiş olduktan sonra bilahere Medine'den onlarla harbedilmesinde ve
Mekke'nin fetholunup putların iptal olunmasında ve Berâ Sûresi'nin inmesiyle
bütün müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaştırılmamasında ve nihayet bütün
Arabistan'da İslâm'dan başka dinlerin yasaklanmasında o hususi kâfirlere
"sizin dininiz sizin içindir" diye verilmiş bulunan izin hükmünü
nesih var mıdır, yok mudur? bu bahis konusu olmuştur. Eğer bu sade bir red veya
sonunda cezalarının ağırlığı ile korkutmak (inzar) değil de, iki tarafın
dinlerinde serbestlikleri esası üzerine bir antlaşma teklifi niteliğinde ise
onlar kabul etmiş ve gereğine uymuş bulundukları takdirde sonradan onlara harp
ilanını emreden hükümler bu özel anlaşmayı neshetmiş (hükmünü kaldırmış)
olurdu. Aynı şekilde bu onlara verilmiş mutlak bir müsaadeden ibaret olsaydı
yine neshedilmiş bulunurdu. Halbuki mutlak bir izinden ibaret olmayıp
"benim dinim, banadır" ile karşılıklı olduğu açıktır. Karşılıklı
olarak bir anlaşma teklifi olması ihtimaline göre ise onlar bu teklifi kabul
etmemişler, Peygamber'in dinî serbestliğini istememişler, küfürde o derece
ileri gitmişlerdir. Kabul ettikleri farzedilse bile asla riayet etmeyip
bozdukları ve hatta öldürülmesine bile teşebbüs ettikleri malum ve kesindir. O
halde onlarca asla kabul edilmemiş veya bozulmuş bulunan bir anlaşmanın, bir
hükmü farz olunamaz ki neshine ihtiyaç olsun. Ne izin, ne de anlaşma teklifi
olmayıp, beyan olunacağı üzere sırf red veya inzar (korkutma) olduğu takdirde
ise neshe lüzum olmayacağı açıktır. Şu halde Alûsî'nin de hatırlattığı gibi bu
sûre her yönden muhkemdir. Bunda nesh olunmuş bir hüküm yoktur. Bununla
birlikte sonundaki "sizin dininiz sizedir" fıkrasının, seyf âyetleri
(cihada izin veren âyetler) ile mensuh olduğunu söyleyenler de olmuştur. Demek
olur ki bunlar, "kâfirler"in hepsine hitap olması ihtimalini
"sizin dininiz size, benim dinim banadır" âyetinin de kabul şartı
gözetmeyerek mutlak bir antlaşma ilanı olması ihtimalini dahi düşünmüşlerdir.
Böyle bütün dünyaya "ey kâfirler" diye nida edip de kabul şartını
gözetmeksizin hepsine karşı antlaşma ilanı ise Resulullah'ın gönderilişi ile
uyuşması kabil değildir. Ancak kabulleri şartıyledir ki bunun bir mânâsı
olabilir. Kabul etmeyenler veya kabul edip de bozanlar hakkında da söylediğimiz
vechile neshe hacet kalmaz. Fakat böyle genel bir anlaşmanın mevcut olmadığını
bütün ihtimalleri dikkat nazarına alarak anlatmış olmak için bunun başlangıçta
bir antlaşma ilanı olduğu soyut bir ihtimal olarak farzedildiği takdirde bile
mensuh olmak lazım geleceğini söylemişlerdir. Bu daha kestirme olduğu için
yaygınlaşmıştır. Maksadın esası öyle bir anlaşma hükmünün geçerli olmadığını
bildirmek olmasına göre her iki görüşte de netice bir demek olursa da, nesih
tasavvuru bu sûrede sadece uzaklaşmadan fazla olarak başlangıçta mutlak bir
anlaşma hükmünün sabit olduğunu ve lüzumu halinde cihada engel olmaya delalet eder
bir kaydın varlığını farzetmeye dayanmaktadır. Halbuki kabulsüz antlaşma hükmü
düşünülemeyeceği gibi, böyle bir teklife, genel olsun, özel olsun, "ey
kâfirler" diye hitap ederek başlanmak da makul olmaz. "De ki, ey
kâfirler" emri, her şeyden önce bir mücahede telkin eder. Bunun sonunda,
"dininiz sizin olsun, hayır ve şer cezası, sorumluluğu size aittir, sonra
karışmam ha!" demek de bir izin verme değil, "İstediğinizi
yapın." (Fussilet, 41/40) kabilinden bir tehdit veya "Dinde zorlama
yoktur." (Bakara, 2/256) esası üzere, bir defetmek ve reddetme ile uzak
bulunma olduğu zahirdir. O halde başlangıçta antlaşma sabit olmayınca netice
bakımından nesih de varid olmaz. Şu halde hitap, genel olsa da, özel olsa da bu
sûrenin hiç bir âyetinde nesih yoktur, hepsi muhkemdir. Yalnız önceden umuma
hamledildiği takdirde ikinci ve üçüncü âyetlerle tahsis gerekeceğine göre, bu
sebeple izah olunduğu üzere hususa yüklenmesi daha uygundur. Yani "ey o
Allah'tan başkasına tapan ve bundan böyle imana gelmeyecekleri Allah'a malum
bulunan müşrik kâfirler!"
2. Tapmam. Ne şimdi, ne ilerde gönül verip
ibadet etmem, o nesnelere ki siz tapıyorsunuz. Yani o tanrı yerine koyup
durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ibadet ve kulluk
etmem. Buna karşı onların, "biz Allah'a da ibadet ederiz"
diyebilmeleri ihtimalini defetmek ve murad, Allah'dan başkasına ibadet etmem
demek olduğu anlatılmak üzere onların ne şimdiki halde, ne de gelecekte Allah'a
ibadet etmeleri ihtimali kalmayacak derecede şirk ve küfür, tabiatları olmuş kimseler
olduğu şöyle açıklanıp haber veriliyor
3-4. ve siz ibadet ediciler değilsiniz o
mabuda ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah'a
ibadet şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız
da. Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı ihlastır.
Allah'ın birliğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah'a ibadet eden ondan
başka Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını ortak koşarak veya Allah'tan başkasını
Allah diye hayal ederek tapmak Allah'a ibadet değil, onu tanımamaktır. Onun
için müşrikler Allah'a kulluk ediyoruz zannetseler bile, kulluk etmiş olmazlar,
kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan dolayı "De ki: "Allah'tan
başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller." (Zümer,
39/64) buyurulmuştu.
5. ve siz ibadet ediciler değilsiniz o mabuda
ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah'a ibadet
şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız da. Zira
bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı ihlastır. Allah'ın
birliğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah'a ibadet eden ondan başka
Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını ortak koşarak veya Allah'tan başkasını Allah
diye hayal ederek tapmak Allah'a ibadet değil, onu tanımamaktır. Onun için
müşrikler Allah'a kulluk ediyoruz zannetseler bile, kulluk etmiş olmazlar,
kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan dolayı "De ki: "Allah'tan
başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller." (Zümer,
39/64) buyurulmuştu. Aradaki bu fark daha çok açıklanmak ve takviye olunmak
üzere de buyuruluyor ki: Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Yani sade
şimdi tapıyor olduklarınıza değil, Peygamber olarak gönderilmeden önce geçmişte
taptıklarınız da dahil olmak üzere hiç birine ibadet edici değilim; ne taparım,
ne de tapmışım.
Başlangıçta muzarî sigasıyla burada mazî
sigasıyla buyurulması, onların halde olduğu gibi, geçmişteki tapmalarına da
Peygamber'in iştirak etmemiş olduğuna işaret eder. Bundan dolayı bazıları buradaki
ism-i failinin mazi (geçmiş zaman) mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Geçmişte
olsun, halde olsun, gelecekte olsun hiçbir zaman onlara ibadet edici değilim,
diye tamamını reddetmek daha kuvvetli olur. Şu kadar ki ism-i failin mef'ul-i
bihte ameli için hal veya gelecek zaman (istikbal) mânâları şart olduğuna
dayanarak burada mef'ul-i bih olan mevsul "mâ"sında amil bulunan
ism-i failinin mazi mânâsına olabilmesi tartışılmıştır. Fakat bu itiraz nın
masdariyye olması takdirinde varid olmaz. Çünkü o zaman mef'ul-i mutlak
olabilir. Bunda amel için ise hal ve istikbal (gelecek) mânâsı şart değildir. O
halde masdariyye olduğuna göre mânâ şu olur: "Ben sizin tapışınızı, o şirk
ibadetini hiçbir zaman yapıcı değilim." Yahut "o sizin benden
istediğiniz şirk ibadetinizi geçmişte dahi yapmadım ve hiç bir zaman
yapacaklardan da değilim. Öyle ne tapmışım, ne de taparım, sizin tapışınızı
yapanlardan değilim." Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma ibadet
edicilerden değilsiniz. Hiç bir zaman değilsiniz, etmediniz, etmiyorsunuz,
edecek de değilsiniz. Yahut siz de benim edeceğim tevhid ve ihlas ile ibadet
etmediniz, etmiyorsunuz ve etmezsiniz. Bu iki âyet ilk bakışta öncekilerin bir
tekrarı gibi görünür. Bunda tefsircilerin iki vechi vardır:
Birisi başlıbaşına tekid de takviye için
tekrar edilmiş olmasıdır ki, üçüncü menfi (olumsuz) cümle, ismiyye (isim
cümlesi) olarak daha kuvvetli bir şekilde birinciyi, dördüncü de ayniyle
üçüncüyü mânâ itibarıyla te'kit eder denilmiştir. Ferra bu fikre kanaat
getirmiş ve demiştir ki: "Kur'ân Arap diliyle nazil olmuştur. Tekit ve
anlatmak için kelâmı tekrar etmek de onların âdetlerindendir. Kabul eden
"belâ, belâ" (evet evet) der; çekinen "lâ, lâ" (hayır
hayır) der. "Hayır, yakında bileceksiniz, yine hayır yakında
bileceksiniz." (Tekâsür, 102/3-4) yüksek sözü de bunun üzerinedir. Ve şu
beyitleri söylemiştir:
Ve "Bende onların yaptığı nice şeyler
vardır.
Yükseltip gerekli kıldıkları eller (nimetler)
vardır.
Leylâ'nın uzaklığı yüzünden sabahleyin
kargalar bağırıyor.
Onlar Leylâ'nın ayrılığından -kimbilir- kaç
defa bağırıyorlar?
Sen sormadın mı Leylâ! Kinde topluluğuna,
Geri döndükleri gün ki; nereye, nereye?"
Nazımda ve nesirde bunun misalleri çoktur.
Burada tekidin faydası da o kâfirlerin ümitlerini kesmek ve ebedi olarak
küfürde kalacaklarını tesbit etmektir". Taybî de bunu tercih etmiştir.
Lakin burada atıf vardır. Halbuki cümlelerin tekidi den başka atfedici ile
olmaz, diye itiraz edilmiştir. Fakat caiz görenler "vâv"ı da ye kıyas
etmişler demektir. Lakin bu şekilde atfın en zahir şekli de bu dördüncü cümleyi
üçüncüye atfettikten sonra hepsini önceki iki cümlenin tamamına atfederek bu
iki âyet toplamıyla önceki iki âyet toplamını te'kit olmalıdır. Gerçi üçüncü
birinciye, dördüncü ikinciye atf ve tekit olmak lafız ve mânâ bakımından daha
uygun gibi görünür ve Ebu Hayyan'ın ifadesinin zahiri de bu ise de, bu şekilde
tekit ile tekit edilenin, atfedilen ile kendisine atfedilenin aralarını ecnebi
(müteallakı olmayan) ile fasıl (ayırım) Nahiv ilmince caiz olamaz. Şu halde
bunda lugat mânâsıyla bir tekit ve takviye zahir olsa da terim mânâsıyla tekit,
zahir değildir. Bu bir atıftır, atıf ise az çok bir başkalık ifade eder. Onun
için çoğunluk, bu âyetlerde mânâ bakımından tekrar olmadığını ve bundan dolayı
sadece tekit değil, her birinin bir te'sis (esas koyma) olduğunu
açıklamışlardır. Zira muzarî ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek, devam
ettirme mânâlarına göre birçok vecihlerle farkları olabileceği gibi, 'ların da
mevsul veya mevsuf yahut masdariyye olabilmeleri ihtimallerine göre çeşitli
farkları düşünülür. Bunların şekli ve her birinin siyak (söz gelimi)a göre olan
özelliği de düşünülünce burada tekidden başka daha birçok vecihler hasıl
olabileceğinden bu farkları çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. Çok olumsuz
olan muzari ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek zaman, geçmiş zaman
mânâlarına göre zaman farklarını gözetmişler, bazıları da önceki iki yı mevsul;
sonraki iki yı de masdariyye olmak üzere ayırım yapmışlar, bazıları da iki
vechi toplamışlardır. Zaman ayırımı yapanlar: Bir kısmı öncekilerin hal,
ikincilerin gelecek zaman için olmasını, bir kısmı da tersini tercih
etmişlerdir.
Keşşaf şöyle demiştir: "Mânâ: Ben,
gelecekte benden istediğinizi, o ilâhlarınıza ibadeti yapmam, siz de gelecekte
o benim sizden istediğimi, benim ilâhıma ibadeti yapacak değilsiniz ve ben
sizin taptıklarınıza geçmişte bile asla tapmadım. Yani cahiliyyede bile benden
putlara ibadet geçmiş değildir. O halde o benden İslâm'da nasıl ümit
edilebilir! Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma hiçbir vakit ibadet
etmediniz." Ebu's-Suud da bunu tercih etmiştir.
Bu mânâda "ben tapmayacağım" nefy-i
istikbal (olumsuz gelecek), birinci "siz tapıcılar değilsiniz" de
öyle. lar mevsul olmakla beraber mabuddan ibaret değil, masdariyyede olduğu
gibi ibadetten ibaret; "ben ibadet edici değilim"de "vâv",
haliyye olmak muhtemel olarak nefy-i mazi (olumsuz geçmiş zaman), ikinci
"siz ibadet ediciler değilsiniz" bütün zamanları içine almak üzere
nefy-i müstağrak demek olur. Bu şekilde her cümlenin ayrı bir mânâ ifade
etmesinin bir şekli nüzul sebebine göre anlatılmıştır.
Buna iki şekilde itiraz edilmiştir:
Birisi: nın hâle (şimdiki zamana) de, gelecek zamana
da ihtimali varken, öncekilerin geleceğe tahsisidir. Zira Ahfeş, Zeccâc ve
diğerleri gibi bir kısım tefsirciler öncekileri hale, ikincileri geleceğe
yüklemişlerdir. Lakin maksad hasr (tahsis) olmayıp nüzul sebebinde taleb
istikbale ait olduğundan "ben tapmayacağım" nefy-i istikbalde meşhur
bulunduğundan dolayı ilk cevabın onu red ile başlaması, sonra daha çok terakki
için mazi ve zamanların hepsine kadar gidilmesi daha kuvvetli olmuştur.
İkincisi: Yukarıda işaret ettiğimiz üzere mazi
mânâsında olan ism-i failin mef'ul-i bih olan mevsul mâ'sında ameli
meselesidir. Zira Kisâi bunu kabul etmişse de, çoğunluk reddederler. Keşşaf
Nahivce bunda Kisaî mezhebini benimsemiş denilmek de uzak görünür. Bundan
dolayı öncekilerin geleceğe, ikincilerin hale hamletmesi daha uygun olacağını
söylemişlerdir. Fakat üçüncüde mazi sigasıyla "siz ibadet etmediniz"
buyurulması, buradaki "abid"de mazi mânâsının da işaret şekliyle
olsun düşünülmesine bir karine (ip ucu) gibidir. Onun için hal ve gelecek mânâsını
ihmal etmek caiz olamayacağı gibi, mazi mânâsı da ihmal edilmemek gerekir. O
halde amel, ya bazılarının dediği gibi kendinden öncesine müşâkele (şekilce bir
olma) suretiyledir. Yahut "mâ", ibadet mânâsına hamledilmek
itibarıyla masdariyye gibi mef'ul-i mutlak yerinde olduğundan dolayıdır. Böyle
olunca da sonrakilerde ma-i masdariyye yapmak, olumsuzlukta, mazi, hal,
istikbal üçünü de içerecek vechile mutlak ism-i faile musallat etmek siyak-ı
nefy (sözün olumsuz gelmesi)de varid olan nekrenin genel istiğrak (kaplama) mânâsına
daha uygun ve tekitlerin hepsinden kuvvetli, gelişen bir te'sis (esas koyma)
olduğu gibi, netice için de ayrıca bir genişleme olur. Onun için biz de
yukarıda bu yolda izah ettik.
Görülüyor ki burada ibadet fiilinin türlü
tasrifleriyle birçok nüktelere işaret olunmuştur. "Mâ"ların
mânâlarına ve "vâv"ların bağlama şekillerine göre de bunların
birbirleriyle çarpışmasından o kadar çok tefsir şekilleri ortaya çıkıyor ki,
tafsili şöyle dursun, sayılması bile uzundur. Ancak şunu da söyleyelim ki
fiilleri haldir. Bunların gerek mevsul ve gerek masdariyet üzere tercümelerinde
biz hal mânâsını açık ve kısa olarak ifade edemiyoruz. Çünkü dilimizde fiili
halden ve muzariden sıla sigası yapmak yoktur. Biz yalnız "olduğu
olacağı" gibi maziden ve istikbalden sıla yapıyoruz. Mazi sılasını mazide
ve halde müşterek kullanıyoruz. Onun için tercümede bunları "taptığınız,
taptığım" diye ifade etmiş bulunuyoruz. Olsa olsa tapıyordunuz, tapıp
durduğunuz, tapıyor bulunduğum" diyebileceğiz ki, bunlar da hali mazi ile
hikaye oluyor. Halbuki bütün bunlar, esas itibarıyla mazi olan "sizin
taptığınız" fiilinin mânâsıdır. Buna da "taptığınız" diyoruz.
Burada ise bu farkın önemi bulunduğundan tefsirde hatırlatmak lazımdır. Zira
muhataplar tarafından hem "tapmakta olduğunuz", hem "taptığınız"
diye hem hal, hem mazi siğaları tasrih edilmiş olduğu halde, Peygamber'e ait
olanda sadece "taptığım" diye hal fiili tasrih olunmuş, mazi kapalı
geçilmiş olmasında önemli bir nükte vardır ki, o da Peygamber'in uyulması
gereken fiili, ibadeti hal zamanındaki yani peygamberliğinden itibaren olan
ibadeti olduğuna tenbihtir.
6. Madem ki durum böyledir, sizin olsun
dininiz. Bana gerekmez âdet edindiğiniz o küfür ve şirk itikad ve ibadeti.
Bütün sorumluluğu, hesabı, cezası, vebali ile sırf size aittir, bana tecavüz
edemez. Yani ben ondan tamamen uzağım. Şu halde benden onun kabulünü asla
ummayın.
Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki, bu
yukarıki "taptıklarınıza tapmam" sözüyle "taptıklarınıza tapıcı
değilim" sözünü sağlamlaştırmadır. Yani onların mânâsı olan kararı
tebliğdir. Bana da dinim. Tevhid ve ihlas ile Allah'a ibadet ve taattan ibaret
olan "O (Allah), Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi." (Feth,
48/28), "Muhakkak ki Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19)
buyurulan hak İslâm dini de benimdir. Onun ecir ve sevabı, Kevser'i de ancak
bana aittir. Sizin ondan nasibiniz yoktur. nin aslı dir. Esre ile yetinilerek
mütekellim "yâ"sı hazfedilmiştir. Bu da "taptığıma tapıcı
değilsiniz" sözünü tekittir. Burada Fahreddin Razî, "tefsir"inde
üç meseleden bahsetmiştir.
Birinci mesele: İbnü Abbas demiştir ki:
Allah'a küfrünüz sizin, ona tevhid ve ihlas da benim. O halde onların
küfürlerine izin verilmiş denilebilir mi? Hayır, çünkü Peygamber (s.a.v.)
küfürden men etmek için gönderilmiştir. Ona izin vermesi nasıl tasavvur olunur!
Kastedilen şu emirlerden biridir: Birincisi bundan kastedilen
"İstediğinizi yapın." (Fussilet, 40/40) gibi tehdittir. İkincisi
şöyle demek gibidir: Ben sizi hak ve kurtuluşa davet için gönderilmiş bir
Peygamber'im. Böyle iken kabul edip bana uymuyorsunuz, o halde bırakın da beni
şirke davet etmeye kalkışmayın. Üçüncüsü: Dininiz sizin olsun, eğer helak olmak
sizin için bir hayır ise ona sarılın, ben dinimi bırakmam. (Bu izah, dinin
bütün mânâlarını içine alarak en meşhur mânâsı olan ve esası mebde' (başlangıç)
ve mead (ahiret)le ilgili olan itikat (inanç) ve amele raci bulunan millet
(din) mânâsına göredir) Bu âyetin tefsirinde ikinci görüş: Din, hesabdır. Sizin
hesabınız size, benim hesabım banadır. Hiç birimizin amelinden diğerine bir
sorumluluk teveccüh etmez, demektir. Üçüncü görüş: Dinden maksad cezası,
üzerine gerekecek ceza veya sevaptır. Yani sizin dininizin cezası sizin, benim
dinimin cezası benimdir" de! Onlara dinlerinin cezası olan vebal ve ceza
elverir; sana da senin dininin mükâfatı olan tazim ve sevap yetişir. Dördüncü
görüş "Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi onlara (zina eden kadın
ve erkeğe) karşı acıma duygusu tu(tup engelle)mesin." (Nur, 24/2) âyetinde
din, belli cezalar demek olan hadd (dînî ceza) olduğu gibi, burada da ceza
mânâsınadır. (Bu, ceza mânâsından ehastır, Türkçe'de kullandığımız ceza
demektir). Şu halde mânâ şu olur: Benim Rabbimden gelecek cezanız size, sizin
putlarınızdan gelecek ceza da bana aittir. Lakin sizin putlarınız bir şey
yapamaz, ben onların cezasından korkmam. Fakat göklerin ve yerin tek
kahredicisi olan âlemlerin Rabbi'nin cezasından sizin aklen dahi korkmanız
lazım gelir. Beşinci görüş: Din, "Dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na
dua edin." (Mümin, 40/14) âyetinde dua mânâsına gelir. Yani sizin duanız,
yalvarmanız sizin olsun, kâfirlerin duası ise dalalettedir, boşunadır.
"İşte kâfirlerin duası böyle boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14),
"O taptıklarınıza ne kadar dua etseniz, onlar sizin duanızı işitmez,
faraza işitseler bile istediğinizi veremezler." (Fatır, 35/14) Bu kadarla
da kalmaz, kıyamet günü size zarar da verirler.
"Kıyamet günü de, sizin (onları Allah'a)
ortak koşmanızı inkâr ederler. Bunu sana herşeyden haberi olan (Allah) gibi hiç
kimse haber veremez." (Fatır, 35/14) dir. Benim Rabb'im ise herşeyden
haberdardır, iman edenlerin dileklerini verir "İnanan ve iyi işler
yapanlar(ın duasını) kabul eder." (Şura, 42/26) buyuruyor; "Bana dua
edin, duanızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) buyuruyor "Bana dua
edince, dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık
versinler, bana inansınlar ki doğru yolu bulalar." (Bakara, 2/186)
buyuruyor. Altıncı görüş: Din, âdet mânâsına gelir. Mânâsı: Sizin
geçmişlerinizden ve şeytanlardan alınmış olan o şirk âdetiniz sizin olsun,
benim melekler ve vahyile Rabbimden aldığım âdetim de benim. Siz şeytanlara ve
ateşe kavuşuncaya kadar âdetinizde durun; ben de Rabbime, cennet ve
rıdvanıma."
İkinci mesele: Tahsis ifade eder, mânâsı:
"sizin dininiz sizedir, sizden başkasına değil; benim dinim de banadır,
benden başkasına değil" demektir. Ve "İnsana, çalışmasından başka bir
şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Hiç bir günahkâr, bakasının günah
yükünü taşımaz." (İsra, 17/5) âyetlerine işarettir. Bu da, baştaki "söyle"
emri düşüncesiyle şöyle demek olur: "Ben böyle vahy ve tebliğ ile
yükümlüyüm, sizler de benimseme ve kabul ile sorumlusunuz, ben mükellef olduğum
görevimi yaptım, teklifin üstesinden çıktım, sizin küfürde ısrarınızdan bana
hiç bir zarar gelmek ihtimali yoktur, bütün zarar size aittir". Ancak
Râzî'nin bu ifadesinde tahsisin tasvirinde selbi (inkâr) cihetleri,
"sizden başkasına değil", "benden başkasına değil" diye
genelleme, dolayısıyla olmuştur. Sözün sevkine göre izafet iki taraf arasında
olduğu için tahsisler de "sizedir, bana değil; banadır, size değil"
diye önce iki taraf arasında tasvir olunmak açıktır. Razî de buna yukarda geçen
sözünün sonunda işaret etmiş demektir. Ebu's-Suud bunu daha açık olarak şöyle
tasvir etmiştir: Sizin dininiz ki Allah'a ortak koşmaktan ibarettir, o sizin
için tahsis edilmiştir. Sizin umduğunuz gibi benim tarafıma geçmez, şu halde
ona boşuna ümitlerinizi kuruntularınızı takmayın, çünkü o münkün olmayan
şeylerdendir. Benim dinim ki tevhiddir, o da bana tahsis edilmiştir, sizin
tarafınıza geçmez. Çünkü siz onu mümkün olmayana bağladınız ki, o mümkün
olmayan benim sizin tanrılarınıza ibadet veya onlara sarılmamdır. Öyle yaparsan
biz de senin tanrına ibadet ederiz, diye bana vaad ettiğiniz de aynı şirk
koşmaktır. Onların bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersen, bir sene de
biz senin ilâhına ibadet ederiz, demeleri de iki tarafın iki ibadette
ortaklıkları esasına dayanmış olduğu için, dayanılanın önce getirilmesinden
beklenen tahsisin "kasr-ı ifrat" olması gerekir. Bir de "sizin
dininiz size" tahsisi, "taptıklarınıza tapmam" sözünü; bu
"dinim banadır" tahsisi, "taptıklarınıza tapıcı değilim"
sözünü tekit olması caizdir. Şöyle demek olur: "Bana ancak benim dinimdir,
sizin dininiz değil." Bu şekilde dayananın, kendisine dayanılana tahsisi
olmuş olur.
Üçüncü mesele: Yine Râzî der ki:
"İnsanların bir antlaşma sırasında bu âyet ile temsil edilmeleri âdet
olmuştur. Bu ise caiz değildir. Çünkü Kur'ân temsil olunmak için (yani mesel
halinde söylenmek için) değil, düşünülüp de gereğince amel olunmak için indirilmiştir."
Âlûsî buna temasla şöyle demiştir: Bunda
iktibas (aktarma) kapısını örtmeye bir meyil vardır. Halbuki sahih olan
iktibas(aktarman)ın caiz oluşudur. Bu Peygamber (s.a.v.) kelâmında, sahabe,
imamlar ve tabiinin birçoklarının kelâmlarında vaki olmuştur. Celaleddin
Suyûtî'nin de adında yeterli bir risalesi vardır. Fakat iktibasın caiz oluşu da
her yerde değil, münasip ve hürmete aykırı olmayan yer ve mânâlarda
olabileceğini unutmamak lazım gelir. Râzî, Kur'ân temessül (bir şekil ve surete
girmek) için indirilmedi demekle, temessülü mutlak surette reddetmiş
görünüyorsa da düşünme ve amel kaydını esas tutmuş olduğuna göre maksadının,
düşüncesiz olan temessülü yasaklamak ve bundan dolayı bu âyeti ile mütareke
mevkiinde temessül, düşüncesizlik olacağı için caiz olamayacağını söyleyerek bu
âyette antlaşma mânâsı olmadığını haber vermek olduğu anlaşılır. Nitekim Alûsî
kendisi de antlaşma mânâsı olmamasını tercih ile âyetin muhkem olduğunu
açıklamış ve demiştir ki: "Evla (en uygun) olan mensuh olmayacak bir mânâ
ile tefsir olunmaktır, çünkü nesih zahirin zıddıdır. Zaruret olmadıkça ona
gidilmez."
Gerçekte Kadı Beydâvî de şöyle demiştir:
"Bunda ne küfre izin, ne de cihaddan menetmek yoktur ki kıtal âyeti (harbe
izin veren âyet) ile mensuh olsun, meğer -Allahümme- antlaşma ile tefsir
edildiği takdirde ola."ola.
Bu sûreyi, geleceği üzere Nasr Sûresi'nin
takip etmesi de bunun mensuh olması şöyle dursun, nasr (yardım) ve fetih
başlangıçlarından olan mücahede kabilinden olduğuna işaret eder.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Kafirun Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.