Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
İnşirah Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
94-İNŞİRAH:
Açmadık mı? Açıp genişletmedik mi? Senin için.
Senin mutluluğun için göğsünü de nefesine genişlik, kalbine ferahlık, nefsine
kuvvet ve ferahlık vermedik mi? İçinde bulunulan anda ve gelecekte, dünya ve
ahirette bütün dilekleri izah edip de her zorluğu yenecek büyük bir ruh ile
şaşkınlıktan doğru yolu bulmaya, gamdan sevince, darlıktan genişliğe erdirmedik
mi? Râğıb şöyle der:
Şerhin aslı, eti ve benzeri şeyleri açmak,
yani açıp genişletmektir. Şerh-i sadr, yani göğsü açmak da bundandır ki, ilâhî
bir nur ve Allah tarafından bir gönül rahatlığı ve bir ruh ile onu
genişletmektir.
Şihâb yazarı der ki: Aslı, eti yarıp açmak
olduğu ve bunda bir açılma ve içini ve içinde bulunanı açığa çıkarmayı
gerektiren bir genişletme bulunduğu için şerh ve genişlik kalb hakkında da
kullanılır olmuştur. Kederini gidererek sevinç ve neşe verecek şeyi idrak
etmesi bir şerh ve genişletme sayılmıştır. Çünkü onun sıkıntısını açacak ve
üzüntüsünü giderecek geniş bir nefes aldırmak gibi herhangi bir sebep, bir
duygu, bir ilham ile ondan gaip veya ona gizli bulunan sevinci gerektiren bir
şey ortaya çıkar ki bu, bir kitabı izah etmek mânâsına şerh denilmek gibidir.
Sonra da bu mânâ kalbin mahalli olan göğüste mübalağa için kullanılmıştır.
Çünkü bir şeyin genişlemesi, onun içinde bulunduran şeyin de genişlemesini
gerektirir. Onun için işitirsin ki, sevince genişlik, zıddına da darlık ismi
verirler. Bu bir kaç mertebe vasıta ile kinaye dallarına ayrılan
mecazlardandır. Lakin yaygınlaşmasından sonra gizlilik giderilmiş, vasıtalar
kaldırılmıştır.
Bu yapılan açıklama şerhin bir şerhidir. Şihâb
yazarı eti açmaktan kalbi açmaya ve ondan göğsü açmaya geçerek gitmiştir. Fakat
eti yarıp açmaktan göğsü açıp genişletmeye, ondan nefes genişliğine ve kalbin
açılmasına ve ondan nefsin manevi olan neşe ve genişlemesine geçmek daha
uygundur.
SADR, her şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi,
insanın gövdesinin de belinden başına doğru ön ve içinden kalp ve ciğerleri
kapsayan üst kısmı yani sine, göğüs veya bağır dediğimizdir. Arkadan sırta da
zahr denilir. Yer ve cüz olma ilgisiyle kalb veya nefisten kinaye de olur.
Dıştan göğüs darlığı zayıflık işareti
sayıldığı ve içten göğüs darlığı (dıyk-ı sadr); nefes darlığı, kalb sıkıntısı,
elem, ızdırap ve tahammül edememe olduğu gibi, dışından göğüs genişliği
(vüs'at-ı sadr); kuvvet alâmeti, göğüs açılması; bir özlemi ortaya koyma, içten
göğüs açılması; nefes genişliği, rahat, kalbin açılması; ruhun sevinç, şevk,
fikir, bilgi ve tahammül genişliği mânâlarını ifade eder. Bu şekilde
"şerh-ı sadr", esasen göğsünü, bağrını açıp genişletmek demek olduğu
halde bununla kalbe ferahlık vermek ve nefsi herhangi bir fiil veya söze açıp
neşe ve sevinç ile o fiil ve sözü almak üzere genişletmek mânâsından kinaye
edilmek de yaygın olmuştur. Öyle ki şerh ve gönlün açılması denildiği zaman
maddi olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu neşe
ve ferahlık mânâsı anlaşılır.
Alûsî der ki: Şerhin aslı dağıtma ve
genişletme olup "izah" mânâsında kullanılması yaygın olduğu gibi
nefsin ferahlığı mânâsında da yaygın olmuştur. Hatta bunda örf olarak hakiki
mânâdadır denilse uzak olmaz ve bu kalp ile ilgili olduğu zamandır. Kalbini
şununla şerh etti demek, onunla sevinçli ve ferah kıldı demektir. Çünkü kalp
nefsin konakladığı yer gibidir. Normal olarak da konaklanılan yerin
genişletilmesi onda konaklayanın rahat ve ferah olması neticesini doğurur.
Kalbin mahalli olan göğüsle ilgili olduğu ve göğsü açmak denildiği zaman da
böyledir. Bu genel olarak kalp genişliğini de ifade eder. Çünkü normal olarak
bir evin etrafını genişletmek evin genişliğiyle uygun olur. Geniş evin etrafı
da genişletilir ki şirinliği artsın. Bundan hareketle nefsin neşe ve
ferahlığına geçilir.
Kalp ve göğüsle ilgili olduğu zaman bazan da
şerhten bilgiyi çoğaltmak mânâsı kastedilir. Denilmiş ki: Sanki bilgiler geniş
bir alana muhtaç imiş ve kalp de onun mahalli imiş gibi hayal edilir de
bilgiler çoğaldıkça kalbin de geniş olması gerekeceği düşünülür.
Bazı kere de bundan nefistekinin çoğaltılması
kastedilir. Denilmiştir ki: Bu da, bilgileri genişletmek nefsin
genişletilmesini gerektirir düşüncesiyledir. Bazı kere de "şerh-ı
sadr" ile, nefsin kutsal güçler ve ilâhî nurlarla desteklenmesi mânâsı
kast edilir. Öyle ki nefis, bilgi olaylarının meydanı, meleke yıldızlarının
göğü, tecelli türlerinin Arş'ı, içe doğan bilgi sürülerinin yaygısı olur da
artık onu herhangi bir durum, bir başka durumdan meşgul etmez, ona göre olacak,
olan ve olmuş bir ve eşit olur ve bu mânâlardan her biri bulunduğu makama göre
murat olunur. Yüce Allah'ın Resulüne nimetlerini sayma makamı olan bu makama en
uygun olan mânâ ise -Ragıb'ın da anlattığı gibi bu sonuncu mânâdır. Bununla
beraber diğer mânâlar da caiz görülmüştür.
Açık olan, bu gönül rahatlığının Duha
Sûresi'nin inmesiyle hasıl olmasıdır. Bununla beraber A'la Sûresi'nde de bunun
bir mukaddimesi bulunduğu gibi, bundan sonra Kadr Sûresi'ne kadar bunun
mukaddime ve sonuçlarını bir izah vardır. Tefsirciler "şerh-i sadr"
ile ilgili iki görüş zikretmişlerdir:
BİRİNCİSİ, haberlerde geldiği üzere
çocukluğunda veya peygamberliği sırasında veya İsra gecesinde cismani bir
ameliyat suretinde göğsü yarılarak kalbi çıkarılıp yıkanmış, yine yerine
konduktan sonra iman ve hikmetle doldurulmuş olmasıdır ki bu tartışmalıdır.
Maddî kalp yıkanmasının iman, ilim, hikmet, şefkat gibi manevi şeylerle ilgi ve
münasebeti bulunduğuna inanamayanlar bu husustaki rivayetleri mantıkî
görmeyerek reddetmişler; bu ameliyatın esas itibariyle mümkün olduğunu ve maddi
temizliğin manevi temizlik ile de ilgi ve münasebetini düşünenler ise bunu
kabul etmiş, bununla beraber burada muradın o olduğunda ısrar etmemişlerdir.
Peygamberlikten önce meydana gelen ve onun habercisi olan olağanüstü olaylar ve
kerametler de inkar olunamazsa da sûrelerin tertibine göre buradaki göğüs
yarmanın ne peygamberlikten evvel, ne de peygamberlik sırasında değil,
Ve'd-Duha'nın inmesiyle yahut daha sonra olması açıktır. Bu yönden cismani
mânâyı da gösteren en kuvvetli rivayet ise Mirac gecesiyle ilgili olarak
Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'de Katade'den rivayet edilen şu hadistir.
Demiştir ki: Bize Enes b. Malik anlattı. Ona da Malik b. Sa'saa anlatmış.
Efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: "Ben Beyt'in yanında uyur uyanık arası bir
halde iken içinde Zemzem suyu bir altın tasla bana gelindi de göğsüm şuraya ve
şuraya kadar yarıldı". Katade demiş ki: Enes'e ne kastediyor dedim:
"karnımın aşağısına kadar dedi". Buyurdu ki: Derken kalbim çıkarıldı
da Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet
dolduruldu. Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde Cebrail (a.s) ile beraber
gittim. Ta dünya semasına vardık..." Bundan en açık olarak anlaşılan uyku
ve uyanıklık arası misali bir keşif ve müşahede olması ve asıl neticenin iman
ve hikmet dolarak Mirac'ın vuku bulmasıdır. Burada bu mânâ murat edilebilir ve
bu şekilde bu sûre Mirac'a işaret olabilir. Ve'd-Duha'nın inişi sırasında da
bir keşf ve müşahede vukua gelmiş olduğuna göre de bir Mirac olmuş demektir.
İsra gecesiyle Ve'd-Duha'nın inişi arasında ne kadar zaman bulunduğu bilinmiyor
ise de Mirac hadislerinde bu sûrelerin içerdiği mânâlara tesadüf edildiği ve
Ve'd-Duha'daki "gece" den murat İsra gecesi olduğuna dair de bir
rivayet bulunduğu için bunların Mirac ile ilgili olduğunu kabul etmek gerekir.
Bunda ise cismani yarma ihtilaflı olduğu, ruhanî yarmada ise ittifak edildiği
için, hangisi olursa olsun "göğsü yarmak"tan asıl murat, gaye olan
son mânâ olmalıdır. O da iman ve hikmet ile hakikatın açılmasıdır ki, cisimler
onun için çalışır ve ona feda edilir. Hakikatte bir elem olan cismani
ameliyatlar onun bir vesilesi olmak itibarıyla kolaylıkla aşılabilir. Bu
nedenle şu ikinci görüş ihtilafsızdır:
İKİNCİSİ, "şerh-ı sadr" dan maksat,
neticesi marifet ve itaat olandır ki, bunu da birkaç şekilde izah etmişlerdir:
1. Hz. Peygamber (s.a.v.)insanlara ve cinlere
peygamber gönderilince Allah'tan başka ilâhlardan ve onlara tapanlardan uzak
olmak suretiyle insanlar ve cinlerle uğraşmak önce zor gelmiş, göğsünü
daraltmıştı. Fakat yüce Allah ona öyle âyetler göstermişti ki bunlarla bütün o
zorlukları aşma gücü ve imkanı bulmuş ve yüklenmiş olduğu her meşakkat, her şey
gözünde küçülmüş idi. O şekilde ki kalbinden bütün tasa ve düşünceleri
çıkarmış, ancak bir tek düşünce bırakmıştı. Çoluk çocuğun nafakası
sıkıntılarını tınmaz, insanlardan ve cinlerden gelen eziyetlere önem vermez
olmuştu. Hatta bunlar gözünde sinekten küçük olmuşlardı. Ne tehditlerinden
korkar, ne de mallarına, makamlarına meylederdi. Şu halde "şerh-ı
sadr", dünyanın değersizliğini ve ahiretin değerini bilmekten ibaret olur
ki bunun benzeri En'âm Sûresi'ndeki "Allah her kimi hidayete erdirmek
isterse onun göğsünü İslâm'a açar. Her kimi de sapıklığa düşürmek isterse onun
da kalbini daraltıp sıkıştırır."(En'âm, 6/125) âyetidir.
Buhârî'de de İbnü Abbas'ın âyetini, "Allah
onun göğsünü İslâm'a açtı." şeklinde tefsir ettiği zikredilmekle yalnız bu
mânâ gösterilmiştir.
En'âm Sûresi'nde de geçtiği üzere rivayet
olunduğuna göre Ashab-ı kiram sordular:
- Ey Allah'ın Resulü! Göğüs açılır mı?
- Evet.
- Alâmeti nedir?
- Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet
yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlıktır.
Bunun özeti şudur: Allah'a ve onun vaad ve
tehdidine samimiyetle iman, insanın dünyadan uzaklaşmasını, ahirete rağbet
etmesini ve ölüme hazırlanmasını gerektirir.
2. Resulullah (s.a.v.)'ın sinesi bütün önemli
şeylere açılmıştı, telaş etmez, ıztırap çekmez, şaşırmaz, sıkıntı ve ferah
hallerinin ikisinde de gönlü rahat bulunur, yükümlü olduğu görevini eda ile
meşgul olurdu.
"Senin kalbini" denilmeyip de
"senin göğsünü" denilmesi, bu yarmanın genişliğine, yani yalnız içte
kalmayıp eserleri dışta da göründüğüne dikkat çekme olmalıdır. Yani Resulullah
(s.a.v.)'ın sinesi "Müminler için kanadını indir."(Hıcr, 15/88) emri
gereğince bütün müminlere şefkat ve merhametle açıktır.
Bir de, "göğsünü açmadık mı?"
denilmekle yetinilmeyip de "senin için" denilmesinde de nükteler
vardır.
Birincisi, "lâm"ın "lâm"a
karşılık olmasıdır. Yani "Ancak bana ibadet etsinler diye..."
(Zâriyat, 51/56) ve "Beni anmak için namaz kıl."(Tâhâ, 20/14)
buyurulduğu üzere, "sen bütün itaatı benim için yaparsın, ben de yaptığımı
senin için yaparım" demek olur.
İkincisi, elçiliğin faydaları, sevabı Allah'a
değil, elçiye ait olduğuna dikkat çekme olur. Yani, benim için değil, senin
için açtık.
Üçüncüsü, bu açma ve yarmada zarar
ihtimalininin bulunmadığını bildirmek içindir. Yani aleyhine değil, bütün
sonuçları hayır olmak üzere lehine açtık ve yardık. Çünkü gafillerde olduğu
gibi birçok sevinç ve ferahlıkların sonu felaket olur. Nitekim, "Nihayet
kendilerine verilen şeyler sebebiyle ferahladıkları zaman, ansızın kendilerini
yakalayıverdik. Bir de ne görürsün hepsi bütün ümitlerinden mahrum
düşmüşlerdir." (En'âm, 6/44) "Bilmeyecekleri yönlerden onları derece
derece düşüşe yuvarlıyacağız."(A'râf, 7/182) buyurulmuştur.
"Nun" ile "açmadık mı?"
buyurulup da "açmadım mı?" buyurulmamasının da iki izah tarzı vardır:
"Nun" tazim ve ululuk gösteren nun olması itibariyle, nimeti verenin
büyüklüğü nimetin büyüklüğünü gösterir. Çoğul nunu olarak yorumlandığı takdirde
de mânâ şu olur: Bu açma ve yarma işini yaparken doğrudan doğruya yalnız
yapıvermedim. Meleklerimi de çalıştırdım. Sen o melekleri önünde ve etrafında
görüyordun ki kalbin kuvvet bulsun da peygamberlik görevini o kalp kuvveti ile
eda edesin. Bu durumda Cin Sûresi'ndeki "Gaybını kimseye açmaz. Ancak
seçtiği bir elçi olursa başka. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler
salar. Bilsin diye ki, onlar Rab'lerinin elçilik görevlerini hakkıyla
duyurmuşlardır. Allah, onların yanındakileri kuşatmıştır." (Cin, 72/26-28)
mânâsına da işaret olur.
2. "Senden yükünü indirmedik mi?"
VAD', mutlak koymak mânâsına olduğu gibi
aşağılatmak, indirmek, düşürmek mânâlarına da gelir. Burada yükü indirmek
mânâsınadır ki bütün bütün düşürmek veya hafifletmekten daha genel olabilir.
Zira vizir, ağır yük demektir. Günah ve vebal mânâsı da bundandır.
3. "O senin sırtını ezen yükü". Bu,
yük ve günah mânâsına gelen "vizr" in sıfatıdır.
İNKÂD, nikd yahut nekid yapmaktır. Nıkd;
yıkıtınya, bozuntuya ve yürüyüş ve sefer nedeniyle zayıf ve güçsüz olmuş deveye
denildiği gibi, bir şeyin bozulurken, üzülürken, ezilirken, koparken ve bir yük
yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdayken çıkardığı sese; sepilenerek boyanmış ve
cilalanmış deri, ağaç ve arabanın gıcırtısı; eklem yerlerinin, kemiklerin
çıtırtısı, kuşların çığırtısı ve bir şişenin ağzı sorulurken çıkan mıcırtısı
gibi seslere de nıkd ve nekid, böyle ses çıkarmaya da inkad denilir. Buna göre
"inkad-ı zahr": yükün sırta ağır basarak kemiklerini çatırdatması
veya üzüp zayıf düşürmesi, bitkin ve güçsüz etmesi demek olur. Ki bizim
"belini kütletti", "kemiklerini birbirine geçirdi"
tabirlerimiz gibi ağırlık ve zorluğu anlatmada mesel olmuştur. Burada maksat,
peygambere önce dayanılması ağır gelmiş olan zorlukların böyle ağır bir yüke benzetilerek
anlatılmasıdır.
Bazıları, "nıkd" deve gibi
zayıflamak mânâsından, çokları da ses çıkarmak mânâsından kemikleri
gıcırdatmak, çatırdatmak mânâsına düşünmüşlerdir. İbnü Cerir demiştir ki:
"Sırtına ağır bastı da ona gevşeklik verdi, gevşetti." demektir. Bu,
Araplar'ın şu sözündendir ki, deve seferden döndükte sefer onu zayıflatmış,
etini gidermiş olduğu zaman o deveye, "bu, seferin yorup bitkin düşürdüğü
devedir" mânâsına "bu, nıkdu seferdir" derler. Râzî ve diğerleri
de demişlerdir ki: "Dilciler şöyle der: Bunun aslı şudur: Sırta yük ağır
bastığı zaman onun bir nakidi, yani hafif bir sesi işitilir. Nakid; deve
üzerine konan sepetlerin, deve palanlarının, kaburgaların, yük ağır bastığı
zaman devenin çıkardığı sestir.
Birincisinde zahr (sırt)'ın mef'ul (tümleç)
olması açık denilebilirse de ikincide açık değildir. Çünkü bu mânâca
"inkad", seslendirmek değil, seslenmek mânâsına lazım (geçişsiz)
olduğundan ses sırtın değil, yükün sesi olmak gerekir. Bundan dolayı bunu
sebebine dayandırmak kabilinden mecaza yorumlamışlar, seslenmeğe sebep olacak
derecede ağır basmak mânâsına "yani onu ses çıkarmaya sevketti ve ona ağır
geldi" diye tefsir etmişlerdir ki, bunun da aslı yani, "o yükle
sırtın gıcırdamış, bel kemiklerin çatırdamış" demek olur. Bunun için biz
de iki yöne de ihtimali olmak üzere, "sırtını zayıf düşürmüş olan o ağır
yükü senden indirdi, attı" meâlinde ifade ettik. Fakat burada 'ya böyle
müteaddi (geçişli) mânâsı verilmek için çalışılmasına benim gönlüm pek razı
olmuyor. Bu ses Resulullah (s.a.v.)'ın sırtına değil, sırtındaki o ağır yüke,
ağırlığa ait olmalı. Murat da Resulullah (s.a.v.)'ın, arkasındaki o ağır yükün
gıcırtısından, verdiği eziyetten çok etkilenmiş olduğunun beyanı olmalıdır,
demek istiyorum. Bu mânâyı anlatmak için de mef'ulü bih (düz tümleç) değil
"sırtında" mânâsında mef'ulü fih (zarf tümleci) olmalıdır. Gerçi
Nahiv'de mekan zarfından "fî"nin kaldırılması pek caiz değil ise de
altı yön zarfında, canip ve cihette, haric ve dahil gibi kelimelerde istisna
edilerek caiz olduğu bilinmektedir. Sırt mânâsına gelen "Zahr"
kelimesi de altı yön zarfından "arka" mânâsıyla düşünüldüğünde
"fî"nin düşürülmesi caiz olmak gerekir. Bu mânâ "mecazi
isnad" tan daha yakın ve daha güzeldir. Şöyle demek olur: Sırtında
gıcırdamakta, bu şekilde sana eza vermekte olan o ağırlığı, o ağır yükü senden
attık, indirdik.
Bazı tefsirciler burada "vizr"i,
"Onlar günahlarını sırtlarında taşıyorlar."(En'âm, 6/31) âyetinde
olduğu gibi "ağır günah" mânâsına yorumlayarak, bunun kaldırılmasını,
bu surette "Allah, senin günahından geçmişini ve geleceğini
bağışlayacak." (Fetih, 48/2) gibi günahı bağışlamak mânâsına
anlamışlardır. Fakat bu âyette geçen "zenb" tabiri, peygamberlerden
meydana gelmesi caiz olabilen zelle (küçük hata, ayak sürçmesi) ve en uygun olanı
yapmamak gibi küçük günahları da içine alabilirse de, ağırlık mânâsına gelen
vizr'in küçük günahlar için kullanılması uygun olmayacağı gibi, ağırlığı
bilhassa "o senin sırtını ezen yükü" diye önemle büyütülmüş olan
vizr'in küçük günah mahiyetinde küçük kusurdan ibaretmiş gibi anlaşılması da
hiç uygun görünmez. Gerçi bunun bu ağırlığı aslında büyük günah olmasından
değil, ahlakı yüce olan peygamber (s.a.v.)'in en küçük bir günahtan bile
şiddetle etkilenip üzülmesi nedeniyle olduğu güzel bir yorum olabilirse de
zahirin aksi olmaktan kurtulmaz. Onun için bunun günah mânâsına değil, ağır yük
mânâsıyla, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i peygamberlikten önce veya başlangıcında son
derece üzen ve dayanılması ağır gelen bir takım zorluklar demek olması daha
doğrudur ve çoklarının tercihi de budur. Bu zorluklar, bu ağırlıklar hakkında
tefsirlerde başlıca şunlar sayılmıştır:
1. Yukarıda da geçtiği üzere peygamberlikten
önce cahiliyye âlemi içindeki şaşkınlık halinin ağırlığı. Zira başlangıçta sırf
olgun aklı ile bakan; bir taraftan kavminin şirk ve cehalet içindeki hallerinin
fenalığı, bir taraftan da kendisini yokluktan varlık âlemine getiren ve yetim
iken barındırıp yetiştiren, hayat, akıl ve güzel huylarla nimetler veren yüce
Allah'ın, üzerindeki nimetlerini görmüş ve bunların büyüklüğüne karşı Rabb'ine
nasıl ve ne yolda itaat ve hizmet edeceğini de bilememiş olduğudan dolayı
vicdanında büyük acılar duymuştu. Peygamberlik gelince bu şaşkınlık yok olmuş,
bunun gereği olan yük üzerinden atılmıştır. Şu belli bir şeydir ki, bir yükün
ağırlığı vermiş olduğu eziyet ve sıkıntı ile uygun olduğu gibi, bir günahın
ağırlığı da neticesindeki azabın şiddetine göredir. Bu açıdan gerek yük, gerek
günah ağırlığı gerçekte ruha ait olan bir elem ve azap ağırlığı olmakta
birleştiği için; yük bir günah, günah da bir yük gibi düşünülerek ikisi de bir
ağırlık kavramıyla "vizir" mânâsında birleştirilir. Gönülde duyulan
gam ve eleme vizir denilmesi bundandır. Ancak yük, elemi yok olarak sonunda bir
ecir ve haz olması itibarıyla elemi daha sonra görülecek olan günahtan ayrılır.
Onun için "vizr" olmaktan çıkar, nimet olur. Büyük bir kâr için nice
ağır yükler, acı kederler bir nimet aşkıyla karşılanarak yolu bulununca haz ve
sevinç içinde kolaylıkla çekilir. Oysa günah, kendisi bir zevk olsa bile
neticesi elem olduğundan bunun aksine olur. Bir de nimet esas itibariyle herkes
için övülen bir şeydir. Fakat alçak ve aşağılık kimseler bir hizmet
karşılığında olmayarak emek vermeden nimet yiyip durmaktan ar duymaz, utanmaz
da buldukça şımarır. Değerli, onurlu kimse ise, gördüğü lütfa karşı hizmet
edememiş veya o nimeti yerine sarfedememiş olmaktan sıkılır, eziyet duyar ve
bir hizmet yolu bulmaksızın o nimete kavuşmuş olup durmak kendisine ağır gelir.
"Onda hiç kimsenin alacak bir nimeti yoktur."(Leyl, 92/19) vasfına
uygun olmak ister. O sırada o nimeti veren bir tür hizmet yapmasını isteyince o
hizmet ağır bile olsa onu yerine getirmeyi canına minnet bilerek o ağırlık
kendisine hafif görünür. İşte peygamberlik gelince Hz. Muhammed (s.a.v)'den o
hayret ve şaşkınlık gitmiş bulunduğu gibi o ilmin ve bu değerli ahlâkın
hükmüyle o gam ve tasa kendisinden kalkmış ve o zorluklar kolaylığa
dönüşmüştür.
2. Peygamerliğin gelmesiyle yol görünmüş,
şaşkınlık halindeki önceki zorluklar sıyrılmış ise de bu kez de daha büyük bir
endişe ve korku Resulullah (s.a.v.)'ın omuzlarına yüklenmiş bulunuyordu. O da
peygamberlik görevinin hakkıyla alınıp yerine getirilmesindeki büyük zorluk ve
sorumluluk endişesi ve girişeceği cihadda başarı derecesini ve kusur ettiği
durumda Hak ve halk karşısındaki tehlikesini düşünmek meselesi idi ki, buna
"A'ba-i risalet" yani, peygamberlik yükleri ismi verilir. Zira,
"Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar." (Fâtır,
35/28) mânâsı gereğince ilim artıp Allah daha çok tanınınca Allah korkusu da
artıyor, önce iyi bilinmeyen nice ahiret endişeleri yüz gösteriyordu. Önce
Cibril'le yaptığı ilk konuşmada bütün güç ve takatini saran "Son derece
kuvvetli, çetin kuvvetlere sahip"(Necm, 53/5-6) bir heybet ve gücün
kendisini sarması ve kuşatması içinde titremiş kalmıştı. Buna derece derece
alıştıktan sonra da etraftan kâfirlerin o zamana kadar görülmeyen eziyet,
sıkıntı ve türlü dedikodularla düşmanlık ve kötülüklerini görmeye başlamış,
henüz "Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67) vaad ve duyurusunu
almamış, "Ve her halde ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. İlerde
Rabb'in sana verecek de sen razı olacaksın."(Duhâ, 93/4-5) vaad ve
müjdesine muhatap olmamış ve henüz ayrıntılı direktifler almamıştı. Bir müddet
için dinlendirilmek üzere vahye ara verilip kesilmesinden dolayı duyduğu
yalnızlık ve başına gelenlerden dolayı düşmanlardan duyduğu sevinç ifade eden
sözler nedeniyle de çok tasalanmıştı. Bu suretle kendisini yalnız dünya
elemleri değil, Rabb'ine karşı bir günah işlemiş olmak endişesiyle ahiretle
ilgili tasalar da sarmış, işte bunlar onun sırtına basan ve belini kıracak gibi
kemiklerini çatırdatıp yüreğini sızlatan bir vizir yani bir ağır yük gibi
boynuna yüklenmişti. Yüce Allah vahyin kesilmeksizin ard arda devam etmesi ve
Ve'd-Duha'nın indirilmesiyle bunların bir kısmını büsbütün üzerinden atmış, bir
kısmını da alıştırmak, kendine ve ahirete olan keşf ve bilgilerini artırmak
suretiyle hafifletmiş, ondan sonra dünyayı gözüne sinek kadar göstermeyecek,
"Dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değer yoktur."
dedirtecek derecede kalbine ferahlık ve nefsine ilâhî bir kuvvet vermiş,
Kur'ân'ın feyziyle dünya ve ahiret nam ve
şanını, zikir ve şerefini yükseltmeye başlamış idi. Onun için buyruluyor ki:
4. Yine senin için zikrini, nam ve şanını
yükseltmedik mi?.
Bazılarına verilen ve netice itibariyle
haklarında bir felaket olan şöhretler gibi aleyhe değil, sırf lehine olarak
yükselttik mânâsı ifade edilmek için yine "zikir"den önce getirilerek
tekrar açık açık söylenmiştir.
ZİKİR, burada "Andolsun size bir kitap
indirdik ki onda sizin şerefiniz vardır."(Enbiyâ, 21/10) âyetinde olduğu
gibi şeref ve şan mânâsınadır. Bununla beraber Kur'ân ve fikir mânâsına da
işaret olabilir. Resulullah (s.a.v.)'ın nam ve şanının yüksekliği Bakara
Suresi'nin âyetinde geçen "Kimini de birçok derecelerle daha yükseklere
çıkarmıştır." (Bakara, 2/253) mânâsı üzere bütün nebi ve Resuller içinde
derecelerle yüksekliğidir ki bunun özeti nam ve şanının Allah'ın namını takip
etmesi, Allah anıldıkça onun da anılmasıdır. Ebu Ya'la'nın, İbnü Cerir'in, İbnü
Münzir'in, İbnü Ebi Hatim'in, İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin ve
"Delail"de Ebu Nuaym"ın Ebu Said el-Hudri (r.a.)'den rivayet
edildiğini tesbit ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Cebrail (a.s) bana geldi ve dedi ki: Rabb'ım ve Rabb'ın şöyle buyuruyor:
"Bilir misin, senin zikrini nasıl yükselttim?" "Yüce Allah en
iyisini bilir" dedim. Dedi ki: "Ben anıldıkça sen de benimle beraber
anılacaksın." Bu ise nam ve şan yüksekliğinin en büyük mertebesini
açıklamaktadır. "Allah" denilince Resulü beraber anılır. denilince
beraberinde denilir. "Allah'a itaat edin, peygamberine itaat
edin."(Nisâ, 4/59), "Kim peygambere itaat ederse kuşkusuz Allah'a da
itaat etmiş olur."(Nisâ, 4/80), "şahit olarak Allah yeter. Muhammed
Allah'ı Resulüdür."(Fetih, 48/28-29) buyurulmuştur. Bu nam ve şan, bu
Allah'la beraber zikredilip anılmak ise her yüksekliğin üstündedir. Nitekim Hz.
Hassan'ın şu beyti de bu yüksekliğe işarettir:
"O parlak alınlı ki üzerinde peygamberlik
mührü vardır. Allah'tan şehadet edilmiştir, parıldar ve şahit olur. Allah o
peygamberin ismini kendi ismine katmıştır: Beş vakitte müezzin 'şehadet ederim'
dediği zaman." "Muhakkak ki Allah ve melekleri peygambere salat eder
(şeref ve şanını yüceltir)ler. Ey iman edenler! Siz de ona salat ve selam
getirin." (Ahzab, 33/56)
5. Demek ki, "zorlukla beraber bir
kolaylık vardır". "Fâ", fasiha olarak kendisinden önceki
kısımdan sonraki kısma şahit getirme ve inceleme ile onu dallara ayırma
tarzında; yahut sebeb bildiren fa olarak öncekini illet olarak göstermek
suretiyle ta'diye şeklinde ilerisi için vaaddir. Bu vaadin gerçek olduğunu
bildirir. Vaadin ne olduğu sözün akışından anlaşılmaktadır. 'deki elif-lam,
fa'nın fasiha olması durumunda görünüşte "ahd" içinde olmak lazım
gelirse de cüzden külle (parçadan bütüne) geçiş ile gerçekte vaadi ifade için
istiğraka işarettir. Yllet için olması durumunda ise kübra (büyük önerme) demek
olduğu için dorudan doğruya istiğraktır. Demek ki mânâ şu olur: O göğsü açma ve
yarma, yükü kaldırma, adını yüceltme madem ki oldu, demek ki o senin çektiğin
zorlukla beraber büyük bir kolaylık varmış, o halde daha da vardır. Yahut,
çünkü her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Ondan dolayı seni kolaylığa
erdirdik, yine de erdiririz.
Meşhur olduğu üzere burada
"beraber", "sonra" mânâsınadır. Yakınlık, beraber olmaya
benzetilerek ifade olunmuştur. Çünkü o göğsü açma ve yükü kaldırma, yükün sırtı
ezmesinden sonra olmuştur. Kısacası, bu böyle olduğu gibi ilerisi için de
böyledir. "Allah, bir güçlüğün arkasından bir kolaylık
yaratacaktır."(Talak, 65/7) Bir iş darlık halinde genişler.
6. "Evet, zorlukla beraber bir kolaylık
var". Bu da evvelkini vurgulamakla beraber yeni bir başlangıç ile vaadden
vaade genelleme halinde bir vurgudur. Bunda 'in istiğrak için olması gerekir.
Fakat önceki istiğrak için olduğuna göre bu ona işaretle ahd için olur ve şöyle
demek olur: Evet, o her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Yani o zorluğa
göğüs gerilip aşılırsa o kolaylığa erilir. Çünkü kolaylığın var olmasından
herkesin de mutlaka ona ermesi lazım gelmez. O kolaylığa inanıp, o zorluğa
ehemmiyet vermeyip de Allah'yn izniyle sabır göstererek dayanan ona erer.
Nitekim "Ve'l-Leyli" Sûresi'nde "Kim malını Allah yolunda verir
ve takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu en kolay yola
muvaffak kılacağız."(Leyl, 92/5-7) buyurulmuştur. Şu halde bundan sonra da
bir zorluğa tesadüf edersen onu da başka bir kolaylığın izleyeceğini veya
beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan
yılma. Onu da gönül hoşluğuyla karşıla. Burada "beraber"
"sonra" mânâsınadır. Zira zorluk ve kolaylyk zıt şeylerden olduğu
için bir arada bulunmaları caiz olmaz. Bir yere peşpeşe ve ard arda gelirler.
Şu kadar ki bir yere varmaları itibarıyla beraber imi? gibi de
düşünülebilirler. Yani bir yönden zor görünen bir şeyde diğer yönden bir
kolaylık vardır. O şeyi, bu kolay yönünü bularak yapabilen kolaylığına erer.
Her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğine inanmak da o zorluğun yalnız sonunda değil,
beraberinde de bulunan bir kolaylık yönüdür. Bu itibarla "en güzel"i
tasdik eden ve ona göre çalışan müminler için her zorlukta iki kolaylık var
demektir ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine ahiret kolaylığı demek
uygun olur.
Rivayet olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v) bu
âyet inince ferahlık ve neşe içinde gülerek çıkmış, "bir zorluk iki
kolaylığı yenemez", "Zorlukla beraber bir kolaylık vardır, zorlukla
beraber bir kolaylık vardır." diyordu. Bu mânâ çoğunlukla zorluk mânâsına
gelen "usr" kelimesinin belirli, kolaylık mânâsına gelen
"yüsr" kelimesinin belirsiz olmasıyla izah edilmiştir ki bu izah,
ikinci usr kelimesindeki "lâm"ın ahit mânâsında olması düşüncesine
dayanır. Bununla beraber bu daha çok bu âyetlerin üstündeki ve altındaki
"fâ"larla öncesi ve sonrasıyla olan irtibat ve bağlılıktan
anlaşılmaktadır. Ahd ise, önceki "usr" kelimesinde açık veya dolaylı
olarak anlaşılan genelliğin ahdi olmalıdır. Her zorlukla beraber kolaylığın
bulunabilmesini de açıkladığımız gibi tartışmasız olarak anlamak mümkündür.
Yani kolaylığın var olması, onun herkes için meydana gelmesini gerektirmez.
Mesela, "kâfire ölüm ve cehennemde ne kolaylık var?" gibi bir soru
sorulamaz. Sorulsa, "cennet vardı ama o iman etmedi" diye cevap
verilir.
Usr kelimesinin başındaki "lâm"ın
umumilik ifade ettiğine ve imanın şart olduğuna şu olay da delil olur: İmam
Malik Muvatta'da Zeyd b. Eslem'den rivayet etmiştir ki, Ebu Ubeyde Hz. Ömer b.
Hattab (r.a.)'a yazmış, Rumlar'ın çokluğunu ve onlardan korktuğunu, endişe
duyduğunu anlatmıştı. Hz. Ömer (r.a.) de ona: "Şu muhakkak ki mümin bir
kalbe herhangi bir sıkıntı inerse yüce Allah ona bunun arkasından bir rahatlık
verir ve bir zorluk iki kolaylığı yenemez." diye yazmıştır. "Mümin
bir kalbe" denilmekle imanın gereği olan gönül huzuru ve sabra da işaret
vardır. Onun için, sızlanan müminin ahiret sevabını kaybetmesi de bu genel mânâ
ile çelişki teşkil etmez. Bununla beraber hepsinde de hükmün genelliği yine
Allah'ın dilemesi kaydına bağlıdır. Muvaffakiyet ondandır. Onun için bu hüküm
ve vaadi hem ileriye genellemek ve dallara ayırmak, hem de Allah'ın lütfuna
dayandırmak akışı içerisinde buyuruluyor ki:
7. O halde boşaldığın vakit, yani her zorluğa
bir kolaylık vurgulanarak vaad edilmiş olduğu için bir görevi, bir ibadeti
bitirip bir zorluktan bir kolaylığa geçtiğin, biraz dinlendiğin, mesela aldığın
vahyi yerine ulaştırdığın, farzlarını yerine getirdiğin vakit yine yorul, iş
bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmeti tercih edip diğer bir ibadet için
kalk, çalış, yorul; farz bittiyse nafileye geç, namaz bittiyse duaya geç ki,
kolaylık da artsın, şükürde devam etmiş olasın. Bilindiği gibi
"nasab", yorgunluktur. Kolaylık tembelliğe sevketmemeli, çalışmaya
teşvik edici olmalıdır ki onun peşinden de bir kolaylık gelerek, artma ve ilerleme
durumu hasıl olsun.
8. Rabbini mef'ul (tümlec)ün fiilden önce
getirilmesi "ancak" ve "sadece" mânâlarını ifade etmek
içindir. Yani ancak Rabb'ini iste ve arzula, her ne umarsan ondan um. Onun
dığındaki sebep ve illetlerde veya gayelerde duraklayıp kalma, başka maksada
bağlanma da bütün çalışmalarında ancak ona yönel, durmadan ona doğru yürü, ona
doğru, bütün lütuf ve nimet onundur. Onun için sade nimete ve esere rağbet ile
kalmamalı; nimetten, nimeti vereni görüp hep ona doğru yürümeli, onun için
çalışmalıdır. Son murat edilen odur. Bu sûreden şu kaideler çıkarılır: "Yı
sıkıştığı zaman genişler." ve "nimet külfete göredir." Başka bir
deyişle: "Külfet nimete uygundur." ve "Bir işten maksat ne ise
hüküm ona göre verilir." Allah için çalışan Allah'a erer. Bu şekilde bu
iki sûre bilhassa Resulullah (s.a.v.)'ın hal ve şanını anlatarak feyzini daha
çok yaymayı ve genelleştirmeyi ve neticede nimetten o nimeti verene geçerek
ancak Allah'a rağbet etmesini hatırlattıktan sonra en mükemmel ferdin halinden
türün haline ve müminleri bekleyen sonun da güzelliine geçilerek bu iki sûrenin
bir bağlanışı olmak ve ahiret hükmü ile dinin sabit olduğu anlatılmak üzere
"Ve't-Tini" Sûresi gelecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
İnşirah Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.