Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
İhlas Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
112-İHLAS:
Söyle. Bu hitap öncelikle Resulullah'a ve
dolayısıyla hitap olunabilenlerin hepsinedir. Emrin böylece açıkça ifade
edilmesinde bu tarifin bilhassa ilâhi beyan olduğunu ve bunun aynen söylenmesi
ve böylece tebliğ edilmesi gerektiğine tenbih vardır. "Kavil" makul
olana ve telaffuz olunana şamil olur, kemâli de anlam ile lâfzın bir arada
olmasındadır. Yani sadece kendi yanından bir düşünce, sırf aklî ve nazarî
delillere dayalı olarak değil, Allah'ın bildirdiği Hak kelâmı olduğunu şeksiz,
şüphesiz kalbinle tasdik ve dilinle ikrar ederek, kendi kendine söylediğin
gibi, başkalarına da tebliğ et ve açıkça söyle. Herkes de böyle söylesin,
"Birbirlerine hakkı tavsiye ederler." (Asr, 103/3) âyeti gereğince
böyle böyle diye tavsiye etsin. O, mübteda olan bu zamirin bu sûrede mercii
geçmemiştir. Nüzul sebebine göre, sorulmuş bulunan Allah'a raci olması gerekir.
Yukarıki sûrelere göre de en yakın olarak sûresinde geçen Allah ismi hatıra
gelir. Fakat sûre tek başına müstakil olarak okunduğu zaman bunların hiçbiri
ortada bulunmadığı gibi, zaten haberi de yine Allah ismi geldiği için herşeyden
önce belirsizlik içinde bir belirlilik ve belirlilik içinde bir belirsizlik
ifade eden bu zamirin mercii çok dikkat çekicidir. Bundan dolayı muhatapların
durumlarına göre bunda bir iki vecih zikredilmiştir: Birisi, "evvel ve
âhir olan ve yani herşey üzerinde hazır ve nazır ve şahid olan vâcibü'l-vücud
Hak Teâlâ'nın zatına raci olmasıdır. Nitekim İbnü Sina, bu sûrenin tefsirinde
bu zamir Allah Teâlâ'nın zat mertebesinde ancak yani "O" demekten
başka bir şekilde idrak ve ifade olunamayacağına işaret olduğunu söylemiştir.
Yani kendisini ancak hakkıyle kendisinin bildiğini, zatını akılların almasının
mümkün olmadığını, bundan dolayı zat mertebesinde ancak demekle tarif
edilebilecek olan vacibul vücud Hak Teâlâ'nın zatı ve hüviyeti demektir.
Fahreddin Razî de demiştir ki: Burada hüve,
Allah ve ehad olmak üzere üç lâfız vardır. Herbiri taliplerin makamlarından bir
makama işarettir.
Birinci makam, mukarrebin makamıdır ki,
Allah'a gidenlerin makamlarının en yükseğidir. Bunlar ki, varlıkların varoluş
açısından tek tek mahiyet ve hakikatlerine bakmışlar, Allah'dan başka bir
mevcud görmemişlerdir. Çünkü lizatihi varlığı vacip olan ancak Hak Teâlâ'dır.
O'ndan başkası lizatihi mümkündür. Li-zatihî mümkün olan da varoluş açısından
tek tek mahiyetine bakılınca ma'dumdur, yani yok hükmündedir. Bundan dolayı
onlar akıl gözleriyle Hak Sübhanehu ve Teâlâ'dan başka var olan görmezler.
"Hüve" mutlak anlamda bir işarettir. Fakat işaret mutlak olsa da
işaret olunan (yani müşarunileyh) belli ve muayyen olunca, o mutlak o muayyene
ait olacağından, sözkonusu mukarrebin nazarında denilince Hak Sübhanehü ve
Teâlâ'ya işaret olur ve onlar hakikatte iki mevcut görmediklerinden dolayı 'O'
demek, onlar için tam ve yeterli bir bilgi demek olur.
Bu iki mülahazaya göre, zamiri, Allah
Teâlâ'nın ismine değil, doğrudan doğruya zatına racidir demek oluyor. Fakat
bunu böyle anlamak için lafzını zamir değil, esmâ-i hüsnâdan (Allah'ın güzel
isimlerinden) ilâhî bir isim diye kabul etmek daha uygun olur. Nitekim zamir
sıfatla tavsif olunmadığı halde (Bakara, 2/163) de olduğu gibi, zamiri rahman
ve rahim sıfatlarını almıştır. Bundan dolayı nin Allah'ın isimlerinden olduğunu
söyleyenler olmuştur. O halde gerek zamir, gerek isim olarak Allah'ın zatına
işaret olduğuna göre, bu "hüve" mübtedasının haberi Allah'ın ismidir,
"ehad" de haberden sonra ikinci haberidir. Buna göre mânâ "O
Allah'dır, birdir" demek olur. Hüve denilmekle mutlak bir varlık ifade
edilmiş olduğu için mümkünat cinsinden olan ârızî varlıkları haddi zatında
varlık görmeyen ve hakiki varlık olarak yalnızca kendi zatından başka bir
sebebe muhtaç olmayan, kendisi bizatihi ve lizatihî varoluşunu gerektiren ve
bir an için bile yokluğunu farz ve tasavvur etmek imkânsız olan vâcibü'l-vücud
bir Cenab-ı Hakk'ın zatını tanıyanlara karşı " O " demekle belli bir
tanımlama yapılmış olur.
İkinci makam, "Ashab-ı Yemin"in
makamıdır ki, bunlar Cenab-ı Hakkı mevcut tanırlar, halkı da mevcut tanırlar.
Bundan dolayı bunların gözünde ister istemez "kesret" denilen çokluk
meydana gelir. Biri varlığı vacip olan ve yok olması imkânı bulunmayan Hakk'ın
zatı, öbürü de yok iken var olan, var iken yok olabilen yaratılmış varlıkların
çokluğudur. Bundan dolayı sürekli değişip duran bu geçici varlıklara
"O" demek uygun olmaz. Ancak bu kesret arasında "O" sözü
tek başına Cenabı Hakk'ı ifadeye de yetmez. Hakkı halktan ayıracak bir
belirleyici gerekir. Bunların "O" sözünden Hakk'ın zatını anlamaları
için "Hüve" lâfzına Allah isminin de eklenmesine ihtiyaçları vardır.
İşte bunlar için denilmiştir. Çünkü Allah, kendisinden başka her varlığın
kendisine muhtaç olduğu, kendisinin ise her şeyden müstağni bulunduğu bütün
kemâl sıfatlarını zatında toplamış ve ilâhlığa hak kazanmış bir mevcut
demektir.
Üçüncü makam, "Ashab-ı Şimâl"in
makamıdır ki, hepsinin aşağısıdır. Bunlar vâcibü'l-vücudun, ilâhın birden fazla
olmasını caiz görürler. İşte bunları reddetmek ve sözlerini geçersiz kılmak
için "ehad" (bir) diye açıkça tasrih ve ifade edilerek buyurulmuştur.
Bu "hüve" zamirinde diğer bir vecih
de bunun "zamir-i şan" olmasıdır ki, meşhur olan da budur. Gerek
sûrenin istiklali gerek lisanın belâğatı açısından bu daha uygundur. Bilindiği
üzere "zamir-i şan" söylenecek olan cümlenin önemini ifade etmek için
cümlenin evveline getirilip şâna irca edilerek, işin önemi hakkında
"önemli olan şudur ki" anlamına kullanılır. Bu suretle haberi cümlesi
olmuş olur. Bunda "hüve" zamiri, hakikatte ifadesi lâzım gelen mutlak
bir "şân" olarak duyuran bir mübteda, onu bâtında ve zahirde bütün
kemâl sıfatı ile tecelli ettiren ism-i celâli de mübteda; Allah'ın zatını
kesretten tenzih ile onun birliğini isbat eyleyen haberi, bu haberle Allah'ın
birliğini ifade eden bu cümle dahi mübtedasının haberi olarak onunla birleşip
onu beyan eylemiştir. Demek ki o şan Allah'ın birliği hükmünden ibarettir.
Zaten esas maksat da o hükümden ibaret olduğu için açıklanmak istenen şey
Allah'ın birliği gerçeğinden ibaret olmuş olur. O Allah, cemâl ve celâl
sıfatlarının hepsine hakkıyle ve eksiksiz olarak sahip olduğu ve bütünüyle
varlığı kendisine ait bulunduğu cihetle ilâhlık kendisinin hakkı olduğu
kesinlik kazanır. İşte gerçek mabud olan Allah birdir, ikincisi olmayan bir
tektir, biriciktir. Evvel ve âhir, ortaktan münezzeh "Hiçbir şekilde
benzeri olmayan." (Şura, 42/11) hep birdir, yegane birdir.
"Nihaye"de yer aldığı üzere;
"Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan "ehad" "Ezelde ve
lâyezelde hep bir olan ve beraberinde bir başkası bulunmayan fert,
tektir." Bu öyle bir isimdir ki beraberinde zikrolunabilecek herhangi bir
sayıyı nefy (red) ve inkâr için bina kılınmıştır: Arapça'da "Bana hiçbir
kimse gelmedi." denir, bu ifadede "hemze " vavdan bedeldir,
çünkü aslı vahiddir, o da vahdettendir ilh..."
"Ehad" lafzı bir demek olan
"vâhid" anlamında dahi kullanılır ise de aslında aralarında önemli
farklar vardır. Vahdetin kendinden başkasını nefyetmek demek olan esas
mânâsında ehad sözü en beliğ olan ifadedir. "Vahid" kelimesi izafî ve
itibarî de olabilir ve sayısal bir anlam ifade eder. "Ehad" ise zatın
ne bölünme ve izafiyet ne de başka birisi şeklinde hiçbir sayıyı kabul etmeyen,
hiçbir şekilde iki olması veya ikinci birinin bulunması ihtimali olmayan gerçek
birdir, hep bir ve daima bir demektir. "Vâhid" ile "ehad "
eş anlamlı kelimeler değildir. Razî'nin naklettiği şekilde Ezherî demiştir ki:
Allah Teâlâ'dan başka hiçbir şey "ehad" ile tavsif olunamaz. Meselâ;
recülün ehadun, dirhemün ehadün denilemez, racülün vâhidun, dirhemün vâhidun
denilir. "Ehad" ferd, yani tek demektir. Ehad Allah'ın sıfatlarından
bir sıfattır ki, yalnızca kendisine mahsustur. O'nda ona hiçbirşey ortak
olamaz. Bundan başka vâhid ile ehad arasında daha birçok bakımdan farklılıklar
ortaya koymuşlar: Birincisi vahid ehadde dahildir, ancak ehad vahidde dahil
olmaz. Yani ehad sözü vahid kavramını da içine alır, lâkin her vahid, ehad
demek olmaz. Ehad denilmekle vahid denilmiş olur, fakat vâhid denilmekle ehad
denilmiş olmaz.
İkincisi: yani, "filan kimseye vahid
mukavemet edemez", denildiği zaman "biri" mukavemet edemez, ama
iki veya daha fazlası mukavemet eder anlamı çıkar. Halbuki denildiği zaman iki
veya daha fazlası mukavemet edebilir anlamı çıkmaz. Ona mukavemet edecek hiçbir
kimse yoktur anlamı çıkar.
Üçüncüsü: Vahid isbatta, ehad ise nefiyde
kullanılır. İsbatta bir adam gördüm, denilir. Nefiyde ise bir ehad görmedim
(hiçbir kimse görmedim) denilir ve umum ifade eder.
Rağıb der ki; ehad iki şekilde kullanılır:
Birisi yalnızca nefiyde, öbürü de isbatta.(1) Nefiyle ilgili olanı o cinsin
hepsini kapsamı içine alır, azına ve çoğuna gerek toptan, gerek teker teker
şamil olur. Evde ehad yoktur, yani evde hiçbir kimse yoktur, ne bir, ne iki, ne
de daha ziyade ne toplu halde, ne de tek tek hiç kimse yok demektir. Bu anlamda
müsbet cümlede kullanılması caiz olmaz. Çünkü iki sayısı menfi cümlede sahih
olursa da müsbet cümlede sahih olmaz. Buna göre denilse bunda hem tek tek
vâhidi isbat, hem de gerek topluca, gerek çeşitlilik bakımından vâhidin
fazlasını isbat mevcut olurdu, oysa ehad denilince bunun mümkün olmadığı
anlaşılır. Ehad böylece vâhidin daha fazlasına şamil olduğu içindir ki, çoğul
olarak "hiçbir faziletli kimse yok." denilmesi doğru olur. Nitekim
"Sizden hiç kimse buna engel olamazdı." (Hakka, 69/47) buyurulmuştur.
Müsbet cümlede kullanılan ehada gelince, o da üç vecihdir:
a. On bir, yirmi bir gibi sayılara munzam
olarak kullanılır; gibi.
b. Muzaf veya muzafun ileyh olarak isim
tamlaması şeklinde kullanılır; "İkinizden biriniz yine efendisine şarap
sunacak." (Yusuf, 12/41) âyetinde olduğu gibi ve haftanın ilk günü
anlamına kullanıldığı gibi.
c. Mutlaka sıfat olarak kullanılır ki;
buyurulduğu üzere, bu sonuncusu ancak Allah Teâlâ'nın sıfatı olarak
kullanılırsa caiz olur.
Kelimenin aslı vahaddır, lâkin vahad başkaları
için kullanılır. Nitekim Nabiğa:
"Kıraç bir yerde gündüz, bizi geçip
gidince,
Sanki benim göçğüm bir dostun
yanındadır." demiştir.
Ebu's-Suud ve daha başkalarının beyanına göre;
hemzesi vavdan mübdel olan "ehad" isbatta kullanılandır. Meselâ
"Allah'la beraber başka birine ibadet etmeyin." (Cinn, 72/18)
âyetlerinde kullanıldığı gibi. Nefye ait olan ve genel anlamda kulllanılan
"ehad" böyle değildir, onun hemzesi aslî hemzedir. İkisi de aslîdir,
dahi denilmiştir. Bu sûrede her ikisi de zikredilmiştir.
Ehad ile vahid arasını Sa'leb şöyle
ayırmıştır: Ehada ibtidaen adet bina edilmez. Sayı saymaya başlarken ehad,
isneyn ilh... denilmez denilir. ehad recül denilmez, vahid recul denilir,
demiştir. Lakin Razî'nin nakline göre; İmam Halil ehad isneyn diye saymanın
caiz olduğunu söylemiştir ki, bunda vahid anlamına kullanılıyor demektir.(3)
Hanefî alimlerinden bazıları da farkı şöyle nakl ve tarif eylemişlerdir:
Ehadiyyet hiçbir şekilde bölünmeye ve sayıya ihtimali olmaz. Vâhidiyet ise
ikisine de ihtimallidir: denilir. Oysa ne "mietün ehadün" ne de
"elfun ehadün" denilemez. Hattâbî ehadiyet zatın tekliğini,
vahidiyyet ise sıfatta şeriki olmadığını ifade eder, demiştir. Bazı
araştırmacılar bunu aksini de söylemişlerdir Yani ehadiyyet ne zatında, ne
sıfatında ortağı olmayan bir tektir demektir. Allah Teâlâ hakkında zat ve sıfat
birbirinden ayrı olmadığı için vahid ile ehad aynı hükümdedir. Bundan dolayı
bazı müfessirler burada "ehad" kelimesini "vâhid" diye
tefsir etmişlerdir. Nitekim Abdullah ibnü Abbas'tan ve Ebu Ubeyde'den naklen gelen
tefsir rivayetlerinde bunu vahid diye tefsir ettikleri söylenmiştir. Ayrıca
tecezzi, yani bölünme ve parçalanmayı kabul etmeyen vâhid diye de tarif
edilmiştir. Allah Teâlâ hakkında vahid ve ehad birbirinden farklı olmamak
bakımından aynı şeydir diye tefsir etmek, herkesin kolayca anlaması bakımından
daha kolay olur. Çünkü ehad demek vâhid demektir. Fakat bununla arada hiçbir
fark yoktur sanılmamalıdır. Ebu'l-Beka, "Külliyât"ında ehad
kelimesinin vâhid mânâsına da geldiğini, bununla beraber aradaki bazı farkları
kaydettikten sonra der ki:" İki vecihten her birine göre de ehad ile murad
olunan vâhid, bütün yönlerden birdir. Çünkü ehadiyyet gerek adedî, gerek
terkibî, gerek tahsilî teaddüt çeşitlerinin hepsinden kurtulmuş olan özdür.
Nisbî olan, sayısız varlıkların, ehadiyyet-i zatta yok olmasıdır. Bu
özelliğinden dolayı tenzih maksadıyla kullanıldığı zaman vâhide üstün tutulur.
Zira vâhidiyyet sayısal çoğalmanın nefyinden ibarettir. Ayniyyenin çokluğu,
vâhidiyyette de nefyedilmiş olur ise de onda izafî bir çokluğun mevcudiyeti
akla gelebilir.
Bunu şöyle de açıklamışlardır: Vahid birçok
bakımdan her aşamadaki birliklere söylenebilir. Ehad ise onun ekmel şeklidir;
mutlak tereddüt ve şüpheye yol açacağı zaman, o mutlakın kemaline masruf
olacağından, burada ehad kelimesi daha uygun olur. Ancak bunu vâhid diye tefsir
edenlerin muradı da daha ötesi ve daha mükemmeli mümkün olmayan vahdetle
muttasıf olan vâhid demek olduğu anlaşılmak lazım gelir.
Bu bakımdan burada vahdet, birlik kavramıyla
vâhid lafzının mânalarından da biraz bahsetmek gerekir.
İbnü Sina'nın "Şifa"sında ve
"Şerh-i Mevakıf"da ve daha başka kaynaklarda açıklandığı üzere vahdet
vücuda eşit, yani mefhumda değil, hamilde eşit olur. Herhangi bir şekilde
birliği bulunan her çeşit varlık için kullanılabilir. Çünkü her varlığın
kendine mahsus bir vahdeti, yani bir birliği vardır. Hatta çokluğun bile...
Pekçok şey bir özellikte birleşerek bir vahdet meydana getirebilir. Mesela; bir
on, onların yüzlercesinden, binlercesinden sadece biridir. Ve böyle olması
vahdetle kesretin karşılaşmasına engel değildir. Zira aynı şeye tek özellikle
ilişkin olmuş değillerdir. Aralarındaki o eşitlikten dolayı vahdeti, varlığın
kendisi sananlar olmuştur. Halbuki doğru değildir. Bir cismi parçalara ayırmak
onun birliğini bozmak olsa da varlığını yok etmek, onu ortadan kaldırmak demek
değildir. Yine bunun gibi, çoğa çok olduğu için var denilir de bir denilemez.
Vahdet ile vücud, yani birlik ile varlık tamıtamına kavramda değil, sadece
konuda birleşirler. Vahdet, niteliğin de aynı değildir. Aslında vahdet varlığın
niteliği üzerine eklenmiş olan bir kavramdır. Onun için bir varlığın niteliği
vahdet ile de kesret ile de mümkün olur. Vahdet kesretten öncedir. Vahdeti
şöyle tarif etmişlerdir: Bir şeyin hakikatte kendisine ait özelliklerde bölünme
kabul etmez olmasıdır. İster geometrideki nokta gibi hiç bölünme kabul etmez
olsun, ister Ahmet ve Zeynep gibi birçok uzuvdan meydana geldiği halde özünde
bir tek şahsiyyet olsun. El, kol, gövde ve bacak gibi çeşitli uzuvlardan
meydana gelmesi insanın şahsiyetinin birçok parçaya bölünebilir olması anlamına
gelmez. Kesreti de şöyle tarif etmişlerdir: Bir şeyin hakikatte kendi özüne ait
özelliklerde bölünme kabul etmesidir. Bununla beraber Vahdet bölünme kabul
etmez, kesret ise bölünme kabul eder demek daha açık ve net bir ifade olur.
Çünkü o bölünmenin öze veya uzuvlara ait olup olmaması asıl meselenin dışındaki
ayrıntıdan ibarettir. Fakat bölünme denince yalnızca bütünü meydana getiren
parçalara ait bir bölünme düşünmemek, ayrıca vahdet anlayışında ilk bakışta
ortaklığı nefy ile, parçalara bölünmesinin imkânsız olduğu anlaşılsın diye
böyle bir tasrih yapılmıştır. Bundan dolayı vahdetin mertebeleri olduğu gibi
vâhid denilen şeyin vahdetle nitelenmesi de zatî ve arazî diye iki kısma
ayrılır. Vâhidin kesire, yani birin çoğa karşılık olarak kullanılmaması da zatî
değil, arızî bakımdandır. Zira birşeyin bir yönden bir, bir başka yönden çok
olması mümkündür. Ancak o vâhid, yani bir olduğu için çok değildir. İşte vâhid
parçalara hiç bölünemez ve bölünmesi de aklen tasavvur edilmezse, yani çokluğu
söz konusu olamazsa, ona şahsi vâhid, eğer bir şekilde bölünme kabul etmezse,
yani unsurlara ayrılamadığı gibi, parçalara da bölünemezse işte o hakiki
vâhiddir. Onun bölünmezlikten başka bir özelliği yoksa o vahdetin kendisidir.
Eğer bölünemezlikten başka bir özelliği daha varsa o zaman ya bir konumu
vardır, ya yoktur. Eğer bir konumu varsa, yani algılanabilir ise işte o
noktadır. Bir konumu yoksa o "müfarık"tır, yani yalnızca akıl yoluyla
algılanabilir mücerret, soyut bir kavramdır. Bizim "Ben, sen, o" diye
adlandırdığımız şahıslarımız gibi... Eğer tek şahıs parçalara bölünememekle
beraber unsurlarına ayrılmayı kabul ederse, o unsurlar ya birbirinin aynıdır,
ya da çeşitlidir. Birbirinin aynı ve benzeri ise o "bilittisal (bitişik)
vâhid"dir, basit cisimler gibi. Yok eğer unsurlar çeşitli ise o da
"bil'içtima (toplu halde) vâhid"dir, herhangi bir ağaç gibi.
Gayr-i şahsi vahide gelince: Ki o bir cihetten
vâhid (tek), diğer cihetten çoktur. Onun vahdeti ciheti, ya zatına mahsustur,
yani o kesretlerin mahiyetinden ayrı değildir, yahut arazî yolladır, yani
mahiyetinin dışındadır. Eğer vahdeti zatına ait ise o da ya mahiyyetinin
tamamıdır ki, buna vahid denilir, veya mahiyetinin bir kısmıdır, bir bölümüdür.
Bu bölümün tamamı müşterek ise cins olarak vâhiddir, değil ise tür olarak
vâhiddir. Ve eğer birlik ciheti ârazî ise, vahdeti araz yoluyladır; "vâhid
bil'araz"dır. Bu araz o kesretlere bağlı olarak ya aynı konumdadır:
"Gülen ile ağlayan insanlıkta birdir." sözü gibi, ya da o sıfat ona
eklenmiş olur: "Pamuk ile kar beyazlıkta birdir." sözünde olduğu
gibi. Öncekine "vâhid bilmevzû", ikinciye "Vâhid bilmahmûl
" denilir. Ve eğer vahdet ciheti ne zatî, ne de arazi olmazsa, yani asla
ait bulunmazsa ona da " Vâhid binnisbe veya "bilmünâsebe"
denilir ki, nefsin bedene nisbet edilmesi, hükümdarın ülkeye nisbet edilmesi
böyledir. Bu iki nisbet tedbir anlamı bakımından birdir, demek olur. Tedbir ise
nisbetin yüklemi değil, nefsin ve melikin, yani hükümdarın sıfatıdır.
Bunlar anlaşıldıktan sonra, görüldüğü gibi,
vâhidin bu hususlardaki durumu hepsinde eşit değildir. Şüphe söz konusu olduğu
zaman bunlardan hangisine vâhid, yani bir demenin daha doğru olacağı böylece
anlaşılmış olur ki, şahsi vâhid, türüyle vâhidden evlâ, o cinsiyle vahid
olandan evla; o da türüyle vahid olandan evlâ olmuş olur. Böylece zatî ile
vahid, arazî vahidden evlâ o da binnisbe vâhid olandan evlâ olmuş olur. Şahsi
vâhid aksamından da hiç bölünme kabul etmeyen hakiki vâhid, bir yönden de olsa
bölünme kabul eden vâhidden evlâdır. Demek oluyor ki, vâhidler haddi zatında
özleri itibariyle birbirinden ayrıdırlar ve çeşitlidirler. Varlıklar özleri
itibariyle birbirlerinden farklı ve çeşitli olmakla birlikte, "mutlak
varlık" kavramında arazî olarak hep birlikte "mevcut" diye
adlandırıldıkları gibi, vahdet, yani birlik kavramında da arazî olarak hep
birlikte "vâhid" adı altında anılmış olurlar. Onun için birlerin bütün
yönlerden birbirinin aynı olmaları gerekmez. Vücudîsi de vardır, itibarisi de
vardır. Mahiyyet üzere zaid olanı da vardır, bizzat mâhiyeti itibariyle vâhid
olanı da vardır. Diğer konularda da durum böyledir: Meselâ, bazısında cevher
bazısında araz olabilir. Bunlar kolay anlaşılabilmek için gayr-i şahsi
vahdetlerin çeşitlerine göre verilmiş isimlerdir. Meselâ; nevide olan birliğe
mümaselet (aynılaşma), cinste olan birliğe mücâsenet (cinsleşme), keyfiyette
olana müşabehet (benzeşme), kemmiyette olana müsavat yani eşitlik, şekilde
olana müşâkele, tartıda olana müvazene, ölçüde olana mühazat, çevrede olana
mütabakat, nisbette yani orantıda olana münasebet denilmiştir. Bunların hepsi
sayı ile ilgili olan vahidlerdir. Yine bunun gibi, şahsi vahid de bunlardan
biri veya birkaçı ile adede dahil olabilir. Mesela bir misli veya bir benzeri
daha bulunarak ikisi birden bir bütünün parçaları olabilir. Misli olmayan
vâhide fert, mütevahhid veya vâhid denilir ki, bizim tek, biricik veya yegane
dediğimiz şeydir. Mesela bizim sistemimizde yerküre, güneş ve ay birer tek
varlıktırlar. Ancak bunların teklikleri izafîdir, her bakımdan tek ve eşsiz
değildirler. Sonra misillerinin olması da mümkündür. Şahıslara ve bazı
varlıklara ferd deyişimiz de ferdiyetlerinin her bakımdan mükemmel ve eşsiz
oluşlarından dolayı değildir, özellik kazandıkları belirgin yönlerinden
dolayıdır. Çünkü onların eş ve benzerlerinin olması daima mümkündür. Bundan
dolayıdır ki, fertde birçok kıymetli özellikler toplanıp birleşerek bir bakıma
Hakk'ın birliğine birer delil ve âyet olurlar. Böylece biz onu "sen, ben,
o" diyerek duyduğumuz ve tanıdığımız birlik şuurunun yardımıyla kesretler
içinden seçer ve en sonunda sayı fikrini de silerek bütün o kesretlerin
kıymetleri kendisinde tam bir tenzih ile birleşen gerçek ferd tanımına kavuşmuş
oluruz ki, o vakit "Dikkat, kalbler yalnızca Allah'ın zikri ile tatmin
bulur." (Ra'd 13/28), "İşler Allah'a döndürülür." (Bakara 2/
210), "Emrimiz de bir tektir, bir göz kırpmasından başka birşey değildir."
(Kamer 54/50) sırrı zahir olur. İşte o bütün kesretler kendisinden yok olup,
bütün kıymetler kendisinde birleşen, bütün varlığı kudret elinde tutan, ezelî
ve ebedî olan daimi varlık kendisinin olan, bir ikincisini farzetmek bile
çelişki ve muhal olan o tek vahid duygusu, hakiki ferd duygusudur, ehad
duygusudur. Bu nefy ve inkâr edilince bütün varlıklar toptan red ve inkâr
edilmiş olur. Yukarıda açıklandığı üzere, "ehad" nefiyde umum ifade
eder, denilmekle işte bu mânâ kastedilmiştir. (Lâ ehad) demek "Hiçbirşey
yok" demektir. Bundan dolayı ondan gayrisinin hepsini nefyeden tam
anlamıyla teklik, hakiki infirad mânası düşünülmeden "vâhid" demekle
"ehad" ifade edilmiş olmaz. Nitekim Rağıp da şöyle demiştir:
"Vahdet infiraddır, vahid dahi gerçekte parçası olmayan bir bütündür. Ayrıca
her var olana vahid denilmiştir. Sayılardan hangisi olursa olsun ona vâhid
demek sahih olur: Bir on, bir yüz, bir bin vs. denilir. O halde vâhid bir
müşterek lafızdır, altı türlü kullanılabilir: Birincisi, cinste veya nevide
vahiddir, Zeyd ve Amir nevide birdir dememiz gibi.
İkincisi: İttisal ile vâhid olandır, ya
yaratılıştan; şahs-ı vâhid demek gibi, veya meslek ve sanat bakımından ki,
meslektaş demek gibi.
Üçüncüsü: Benzeri olmadığı için vâhid olandır.
Bu da yaratılıştandır. Güneş vâhiddir demek gibi, veya fazilet açısından olur,
filan zat çağının vahididir, kendi devrinde ondan üstünü yoktur demek gibi. Ya
da "Biricik dokunmuş" o modelden başka bir dokuma yoktur anlamına
denildiği gibi.
Dördüncüsü: Parçalanamaz olduğu için vâhid
olandır; bu da ya küçüklüğünden dolayı ki toz gibi, veya sertliğinden dolayı ki
elmas gibi.
Beşincisi: Başlangıç içindir; ya sayıların
başlangıcı için, vâhid, isneyn, selâse gibi, veya çizginin başlangıç noktası
için "nokta-i vahide" gibi. Bütün bunlarda vahdet arızî vahdettir.
Altıncısı: Gerçek anlamında kullanılan
vahdettir: Vâhid Allah Teâlâ'nın vasfı olduğu zaman, ne bölünme, ne çoğalma ve
ne üreme söz konusu olmayan vahid demektir. Ve bu vahdetin ağırlığınden dolayı
Allah "Allah bir olarak anıldığı vakit ahirete inanmayanların yürekleri
burkulur." (Zümer, 39/45) buyurmuştur ki, bu anlamda vahid, münferid (tek,
yalnız) demektir. Yukarıda da geçtiği üzere bununla Allah'dan başkası da
vasfolunabilir, fakat "ehad" ile Allah'dan başkası vasıflanamaz.
Ebulbeka'nın "Külliyât'ında da özet
olarak şöyle denilir: Allah'a vahdet ıtlak olunur, ancak onunla bölünme ve
parçalanma olmamak murad olunur. Bu mânâda vahid çok kullanılır. Bazen de
vahdet, sayı ve çokluğun karşıtı olarak kullanılır. Bu anlam için de daha çok
"ferd " ve "ehad" kelimeleri kullanılır.
Vâhidin iki anlamı vardır: Birisi vahdet
kendisiyle kaim olandır. Bu anlama göre vâhid bölünmez ve parçalanamaz
demektir.
İkincisi de zatında eşi fiillerinde ve
sıfatında benzeri olmayan demektir. Kendi varlığında bu iki mânânın ikisiyle de
hakikaten vasıflanmış olan Allah'tan başka biri yoktur. Çünkü yaratılmışlardan
cevher-i fert gibi bölünme kabul etmeyen varlıklar da aynı özelliğe sahip başka
emsâl ve benzerlerine sahip bulunabilir. Arş ve Kürsi gibi benzeri olmayan, ay
ve güneş gibi nev-i şahsına munhasır bulunanların hepsine birer benzer yaratmak
daima mümkündür. Fakat Allah Teâlâ'nın bölünmesi ve cüzlere ayrılması muhaldir,
O'nun misli ve benzeri de yoktur.
Tevhid'in üç mertebesi vardır:
Birincisi " Tevhid-i Zat" mertebesidir.
Bu istihlâk makamıdır, "Fenâfillah" makamıdır ki, Allah'dan başka
mevcut yoktur. Var zannedilenlerin hepsi fâni olur da yalnızca bir tek zatullah
(Allah'ın zatı) baki kalır "Allah'tan başka mevcut yoktur."
İkincisi: "Tevhid-i Sıfat"
mertebesidir ki, müteferrik olan her kudreti O'nun kudretinin şümulünde, her
bilgiyi O'nun ilm-i kâmilinde yok olmuş görmek ve hatta her kemâli O'nun
kemâlinin nurundan bir lem' a görmek demektir.
Üçüncüsu: "Tevhid-i ef'al"
mertebesidir ki, bu da varlıkta Allah'dan başka gerçek etki sahibi olmadığına
ilme'l-yakîn, "ayne'l-yakîn" veya "hakka'l-yakîn" olarak
inanmaktır.
Velhasıl "ehadiyyet" daha açık seçik
olduğu, yani vahid denilebilenlerin hepsine "ehad" denilemeyeceği
için ehadi vahid ile tefsir edenlerin maksadı da zaten çokluk ve sayı anlamına
gelen vahidlerden herhangi biri demek olmadığı, en kâmil ve tam anlamıyla hakiki
vahid demek olduğunu belirlemektir. Vâhid diye tefsir edenlerin muradı da tam
anlamıyla bir, eşi ve benzeri mümkün olmayan tek demektir. Onun için bazı din
uluları bunu şöyle tefsir etmişlerdir: Zatı, gerçekte ve zihinde terkibden ve
sayıdan ve bu gibi şeyleri gerektiren cismiyyetten ve mekândan, özünde ve
hakikatının uluhiyyeti iktiza eyliyen varlığının vücûbu, zatının kudreti,
hikmetinin mükemmelliği ve diğer hususlarda ortaklık gibi kusurlardan uzak olan
vahid ilh. Bu ifade İbnü Sina'nın bu Sûre-i celileyle ilgili tefsirinden
yapılan bir alıntı olup nefy-i sıfat tevehhümünü defi' için yapılmış bir ihtar
gibidir.
İbnü Sina demiştir ki; ehad, Allah Teâlâ'nın
bütün cihetlerden vahid olduğuna ve onda asla kesret bulunmadığına delâlet
eyler: Ne manevî anlamda kesret ki, manevî destek, ecnas (cinsler) ve fusul
(bölümler) yani bir dereceye kadar güçlendirici sayılan yardımcı unsurlar ve
manevî güç kaynakları şeklindeki çokluk, ne de madde ve suret gibi aklen
tasavvur olunabilecek harici bir şekil tarzındaki çokluk, ne de maddi anlamda
cisim gibi bilkuvve veya bilfiil ayrılan bir çokluk söz konusu değildir.
Duyularla algılanamaz. Bu da O'nun zatının, vech-i kerimine lâyık gerçek
yüceliğe ve kâmil birliğe noksanlık getirecek cins, tür, fasıl, madde, sûret, âraz,
boyut, uzuv, eşkal (şekiller), elvan (renkler) ve sair hallerden münezzeh
olmasını gerektirir. O kendisine birşeyin benzemesinden veya birşeyin ona eşit
olmasından münezzeh, yüce, aziz, celil ve sübhandır ilh.
O ehaddir, vahiddir, benzeri ve dengi yoktur
demek bile bir tavsif olduğu cihetle bundan maksat yaratıp eserler vücude
getiren ve hükümler koyan Allah'ın sıfatlarını inkâr değil, sıfatlarının
çokluğu zatının çokluğunu gerektirmediğini, çünkü Allah'ın zatının, onun
safatlarının terkibinden ve kıvamından teşekkül eden bir mahiyyet, bir sentez
zat olmadığını belirlemektir. Allah her bakımdan birdir, eşi ve benzeri
olmayan, tektir. O'nun sıfat ve özellikleri de kendine mahsus olup, hiçbir
yönden ona ortaklık mümkün değildir. İşte İbnü Sina bunu "Şifa" ve
"İşârât" adlı eserlerinde böylece ayrıntılı olarak açıklamıştır.
İşârât adlı eserinde der ki: Belki sen şöyle dersin; akla uygun olan şeyler
dediğin gibi çeşitli şekiller olup akıl ile ve birbiri ile uzlaşmazsa,
Vâcibulvücud olan Allah'ın herşeyi bilir olduğu da itiraf olununca onun Vâhid-i
Hak (tek hak) olmayıp kendisinde kesret, yani çokluk bulunmuş olması gerekmez
mi? Buna deriz ki; Hayır gerekmez. Çünkü O, zatını bizatihi bildiği, sonra
eserleri de mümteni' olmayıp bütünüyle kesretlerin sebep ve illetleri üzerinde
zatıyla kayyûm olduğu için, kendi zatını bilmesi kesretleri de bilmesini
gerektirir. Kesret zatta dahil değildir, kesretler O'nun zatını oluşturup
ayakta tutan şeyler olmayıp, müteahhir lazım olarak sonradan gelmiştir ve bir
tertip üzere gelmiştir. Zattan ayrı olan kesretlerin ister farklı, ister
birbiriyle benzer olmaları bir şeyi değiştirmez. Sonradan olmuş olan kesretler
zatın vahdetine halel vermez. İzafî ve izafî olmayan bütün kesretler levazım
kesreti ve selb kesreti olur. İşte Allah'ın isimlerinin çokluğu da bu
sebeptendir. Lâkin bunun zatın vahdaniyyetine bir tesiri yoktur. 'Şifa' da da
"Ma'kûlatın Allah Teâlâ'ya nisbeti ve O'nun sıfat-ı icâbiyye ve selbiyyesi
zatında çokluğu gerektirmeyeceğini ve bahâ-i âzam (en büyük kıymet) ve mecd-i
gayr-i mütenahi (sonsuz şeref) O'nun olduğunu izah ve akli lezzetlerin
açıklaması" hakkında özel bir bölüm vardır ki, özeti, sıfatların birbirine
aykırı olmayarak aynı zata raci olmasıdır. Bu cümleden olarak der ki:
Vacibulvücûd'un birinci sıfatı varolmaktır. Diğer sıfatlarının bazısında mânen
bir izafet ile bu varoluş, bazısında da bir selb ile yine bu varoluş mevcut
olur ve sıfatlardan hiçbiri O'nun zatı hakkında ne çokluğu, ne de başkalaşımı
gerektirmez. O'na vâhid denildiği zaman, O'ndan bölünmeyi selb etmiş ve
ortaklığı selbetmiş oluruz, ancak yine zatının varlığını ve birliğini ifade
etmiş oluruz. O'na âlim denildiğinde de haddi zatında bilinenlerle hiçbir
şekilde karışması sözkonusu olmadan yine O mücerredin kendisi kasdolunur. O'na
"Evvel" denildiğinde de hepsinin bu vücuda izafeti, yani herşeyin
O'ndan sonralığı kast edilmiş olur. Kâdir, hay, mürid gibi daha bazı sıfatları
ile de yine böyle bir izafet veya selb ile vacibu'l-vücûd'un kendisi murad
olunduğunu söyledikten sonra der ki; Hak Teâlâ'nın sıfatlarını böylece
düşünürsen anlarsın ki, bu sıfatların çokluğunda onun zatı için herhangi bir
yönüyle çokluğu gerektiren birşey yoktur. Daha sonra İbnü Sina bu faslı şu
sözlerle bitirir: Bir niteliğin sırf akıl yönünden ve her bakımdan noksanlık
kuşkularının hepsinden uzak olması, ayrıca her bakımdan sırf hayır olmasının
üstünde güzellik olamaz. Onun için bütün güzellik ve bütün değer yalnızca
Vacibü'l-vücud olan Allah'a mahsustur. O herşeyin güzelliğinin gerçek
kaynağıdır. Her birşeyin güzelliği ve değeri ise onun olması gerektiği gibi
olmasıdır. Artık anlamalıdır ki, Vâci-bu'l-vücud'da gerek olduğu üzere olanın
cemâli nasıldır?> Cemâl, selamet, hayır, müdrik hep mahbub ve ma'şuktur.
Bunun hepsinin kaynağı da ya hissî, ya hayalî, ya vehmî, ya zanni veya aklî
algılamadır. İdrak derinlik ve tahkik bakımından ne derece şiddetli, idrak
olunan da zat olarak ne derece mükemmel ve şerefli ise onu idrak edenin sevgisi
ve hazzı da o derece fazla olur. Kemal, cemal ve güzelliğin gayesinde olan
zatını, kemal, cemal ve behanın gayesi ile hem akıl, hem makul, yani bilen ve
hem bilinen olarak hakikatte vâhid olan ve tam ilim ile bilinen Vacibulvücud'un
zatı, kendisine en büyük aşık ve en büyük maşuktur ve en büyük haz ve lezzet
O'nundur. Çünkü lezzet mülayimi mülayim olması bakımından idraktir. Hissî
lezzet, mülayimi duyularla algılamak, hissetmektir, aklî lezzet ise mülayimi
akıl yoluyla düşünmektir. Bundan dolayı herşeyden önce Allah Teâlâ da en yüksek
düzeyde idrak olunabileni en yüksek düzeyde idrak etmekle en yüksek düzeyde bir
idrak edendir ve en yüksek düzeydeki haz ve lezzet de O'nundur. Bu öyle
birşeydir ki, kendisine hiçbir şey kıyas edilemez. Biz de bu anlamları ifade
edebilecek başka kavramlar olmadığı için bu kelimeleri kullanıyoruz.
Binaenaleyh bu kelimeleri yakışıksız bulanlar başka kelimeler kullansınlar.
>
Şunu bilmek gerekir ki, aklın makul olanı
idraki, duyuların hissedileni idrakinden daha kuvvetlidir. Çünkü akıl baki ve
küllî olanı da idrak eder. Onunla bütünleşip tıpatıp uyum sağlar ve onu dış
yüzüyle değil, özüyle idrak eder. Hissedileni duyularla algılamak öyle
değildir. Bundan dolayı bir konuya aklımız ermekle bize düşecek lezzet ve haz,
bir hissedileceği hissetmekle elde edeceğimiz lezzetin ve hazzın üstündedir.
Öyle ki aralarında nisbet kabul etmez bir fark vardır. Lâkin bazen bir arıza
olur da idrak gücü, lezzet alması gereken şeyden o arıza sebebiyle lezzet almaz
olur. Nitekim hasta tad alma organındaki bir arızadan dolayı tatlıdan
hoşlanmaz. Bizim de, bedende olduğumuz, yani canımızın tenimizde bulunduğu
müddetçe öyle bir hasta gibi olduğumuz bilinmelidir. Çünkü akıl gücümüzün
zirvesine bilfiil erebilmemiz ve o idrakten hasıl olacak lezzeti tam olarak
elde edebilmemiz, bedenimizdeki bir arızadan dolayı engellenmiş olur. Bu yüzden
de sözkonusu lezzeti tam olarak elde edemeyiz. Bedenimizden soyutlansak hakiki
güzellikleri, hakiki lezzetleri düşünerek makulun makûle uyumu sûretiyle onlara
tam anlamıyla uyum sağlar, gerçek anlamda bilme ve düşünme gücümüzü
kullanabilirdik ve o sayede kendi varlığımızı tamıtamına tanıyacak ve bu yüzden
tadacağımız lezzete de doyamayacaktık. Hep bu mânaları bundan sonra
açıklayacağız. Şimdi şunu bilmeliyiz ki, her kuvvenin lezzeti, kendisine en
mükemmel halinin hasıl olmasıyladır: Hissin hissedileceği tam anlamıyla algılaması
öfkenin intikam, ümidin zaferdir. Ve herşeyin lezzeti kendine mahsus olandır.
Nefs-i natıka denilen ruhun lezzeti de bilfiil akıl ve bilgi olmasıdır. Şimdi,
vacibu'l-vücud olan Allah zatında makûldür, düşünülsün veya düşünülmesin.. Ve
maşûktur, sevilsin veya sevilmesin.
Bunun ardından "İlk kaynağın tedbirinden
varlıkların suduru" hakkındaki dokuzuncu makalede "İlk kaynağın
faaliyetinin sıfatı" hakkındaki birinci fasılda da söze şöyle başlar:
Şimdi bize zahir olmuştur ki, küllün vacibu'l-vücûd olan bir başlangıcı vardır.
Bir cinste dahil değil, bir had veya bürhan altında vukua gelmez, kemmiyyetten
ve keyfiyyetten, yani nicelikten ve nitelikten, zamandan ve mekandan, gitmekten
ve gelmekten münezzeh, misli yok, benzeri yok, ortağı yok, eşiti yok ve zıddı
yok, bütün yönlerden eşsiz, tek ve biriciktir. Çünkü bölünemez bir bütündür: Ne
parçalarda olduğu gibi bilfiil, ne de bileşiklerde olduğu gibi faraziye ve
vehim yoluyla bölünemez. Ne de zatı, birbirine zıt birtakım aklî mânâlardan
mürekkep olarak onların birleşmesiyle bir cümle olmak sûretiyle akılda
bölünmesi asla mümkün değildir. O kendine mahsus olan varlığında ve varoluşunda
hiçbir şekilde ortaklık kabul etmez oluşundan dolayı vâhiddir. Ve O, bu
birlikle tektir ve tamam olmak için bekleyecek birşeyi kalmamış tam ve mükemmel
bir vacibu'l-vücuddur. Varlığı tek ve eşsiz olduğu için vâhiddir ki, bu vâhidin
vücudu ise ehaddir: Bu anlamda vâhid ancak selbî anlamda vahiddir: Cisimlerin
bitişik veya bileşik veya diğer bakımlardan vâhid olması gibi bir zata veya
müteaddit zevata ulaşabilecek şekilde vücûdî bir anlamdan ibaret bir vahdet ile
vahid değildir. Tabiat ilimlerinde geçen konulardan maddeden soyutlanmış ve
sonsuz bir kuvvetin varlığı ve onun ilk harekete başlangıç olduğu açıklık
kazanmıştı. Ondan sonra da Vacibu'l-vücud'un varlığı bütün yönlerden bizatihi
zorunlu olduğu açıklık kazandı.
Razi tefsirinde der ki; Allah Teâlâ'nın sıfatı
ya izafiyye (yani sübutiyye) veya selbiyyedir. İzafiyyesi alîm, kadir, mürid,
hallâk dememiz gibidir. Selbisi de cisim değil, cevher değil, araz değil
dememiz gibidir. Mahlûkat evvela sıfatın birinci nevine, sonra da ikinci nevine
delalet eyler. Allah dememiz sıfat-ı izafiyyenin bütününe delalet eyler, ehad
dememiz de sıfat-ı selbiyyenin bütününe delalet eyler. Binaenaleyh yani,
"Allah birdir" dememiz, beşer aklına layık olan irfanı ifade etmede
tam olur. Allah lâfzı sıfatı izafiyyenin bütününe delalet eder diyoruz, çünkü
Allah ibadet edilmeye layık olan ve ona hak kazanmış olan zattır. İbadet
edilmeye hak kazanmak ancak yoktan var etmek ve ilk baştan yaratmakla, istiklal
sahibi olmakla olur. İcadda istiklal ise tam kudrete, nüfuzlu iradeye, külliyat
ve cüziyyata tam anlamıyla vakıf olan bir ilme malik olmakla olur. İşte bunlar
sıfat-ı izafiyyenin bütünüdür. Sıfat-ı selbiyyenin bütününü içinde toplayan
sıfat da ehadiyyettir: Çünkü ehadiyyet, hakikatın nefsinde terkip ve teaddüt
cihetlerinin hepsinden münezzeh bir müfred olması demektir. Zira mürekkep olan
o terkibi elde edebilmek için kendinden başkasına da muhtaçtır. Başkasına
muhtaç olan her bir varlığın parçaları o terkibi meydana getirebilmek için
başka parçalara da muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan her varlık da lizatihi
mümkündür. Binaenaleyh her mürekkep olan lizatihi mümkündür. Kainatın hepsinin
kaynağı olan Allah'ın lizatihi mümkün olması ise mümtenidir. Bundan dolayı da O
haddizatında ferddir, ehaddir. Ehad olunca da mütehayyiz (yer tutan bir şey)
olmaması vacip olur. Çünkü her yer tutanın sağı soluna aykırıdır. Böyle olan da
bölünebilir demektir. O halde ehadin mütehayyiz, yani yer işgal etmesi de akıl
dışıdır. Mütehayyiz olmadığı, yani mekânda yer işgal etmediği için, cihet ve
yönlerden hiçbir şeyin içinde değildir. Onun birşeye hulul etmemesi vacip olur.
Çünkü bir yer işgal eden, işgal ettiği yerle birlikte ele alınınca ehad olmaz.
Ne hal, ne de yer sözkonusu olmayınca hiçbir şekilde değişkenlik de sözkonusu
olmaz. Zaten ehad olunca vâhid olması gerekir. Çünkü iki vacibu'l-vücud farz
olunsa vücupta ortaklık, belirginlikte farklılık kazanmış olurlardı. İştirak
edilen nokta temayüz edilen noktanın gayri olacağından o vaciplerden herbiri de
mürekkep olmuş olur. Binaenaleyh ehadiyyet vâhidiyyeti de gerekli kılmış olur.
Tam anlamıyla tek olan ve eşsiz olan tam anlamıyla bir olur.
Razî bu izahtan sonra sıfatın çokluğunun zatın
çokluğunu gerektirmeyeceğini de kısaca anlatmak için şöyle bir sual ve cevap
ile der ki: Bunun üzerine eğer denilirse ki; birşeyin ehad olması nasıl
düşünülebilir? Çünkü bir hakikat ehadiyyet ile vasıflandırılınca burada bir o
hakikat, bir de o ehadiyyet, bir de ikisinden meydana gelmiş olan o şey yok
mudur? Bu ise ehad değil, tıpkı salisu selâsede olduğu gibi, üçün biri olmuş
olmaz mı?
Buna cevap şudur: Ehadiyyet o hakikate ait bir
özelliktir, ehad diye hükmolunan zat ise o hakikatın kendisidir. Onunla
ehadiyyetten meydana gelmiş bir bütün değildir. Yani, ne üç, ne de iki tane zat
yoktur. Parçasız, bölüksüz, eşsiz ve ortaksız, her kemâl kendisinden ayrılmayan
varlığı vacip olmakla tapılacak ancak bir tek ilâh vardır ki, işte o Allah'dır.
Allah ism-i celâli, hakikatte en güzel sıfatların, sübûtî ve selbi hepsinin
sahibi olan Hak Teâlâ'nın ism-i zatı, ehad ismi de cüz ve ortağı reddederek
bütün selbî sıfatların ifadesi olduğu için "Allah birdir" kelâmı,
Allah Teâlâ'nın izafî ve selbî bütün sıfatlarıyla zatının birliğini ifade etmiş
olur.
Şüphe yok ki, bütün mesele âlemde kendimiz de
dahil olduğumuz halde yokken var, varken yok edilip durduğunu görmekte
olduğumuz âfâki ve enfüsî çoklukların başlangıç ve mercii olan Allah Teâlâ'nın
birliğini tanıtmak için onunla onun eseri ve yarattığı olan çokluklar arasında
ilişkiyi ifade de sıfatları göz önünde bulundurmak meselesidir. Bunda zaruret
vardır. Çünkü ulûhiyet fikri, ilâhî sıfat ve özellikleri iyi kavrayabilme
meselesidir. Kuvvetsiz madde, fiilsiz ve eylemsiz feza, ilimsiz tabiat gibi
sıfatsız olarak sadece o diye mülâhaza olunan zat kavramında vasıf demek olan
bir kemal, bir hüsün ve hayır mülâhaza edilmiş olmaz. Olmayınca da onun hamd ü
senaya layık olup olmadığı bilinmiş olmaz. Oysa ulûhiyet ve mabudluk her türlü
hamde ve medhe hak kazanmış olmayı ifade eden sübutî ve selbî sayısız ve sonsuz
kemal sıfatlarının güzellik, yükseklik nisbetlerinin hepsini içine alan en has
ve en seçkin bir sıfattır. Bu imtiyaz ve yalnızca ona mahsus olan bu özellik,
hakikatte onun zati birliğinin ifadesidir. Bununla vasıflanmış olan zatın
birden ziyade olmasına ve onun zatında ve sıfatlarında şeriki ve ortağı
bulunabilmesine zaten engeldir. Allah ism-i şerifi, ism-i zat olmakla beraber,
zat-ı mahzın ismi değil, ilâhlık sıfatı ile muttasıf olan en mükemmel zatın
ismidir. Bundan dolayı bu ismin tarifi "Allah, kemal sıfatlarının hepsini
içine alan vacibu'l-vücudun zatının ismidir." diye ifade olunur. Kemal
sıfatlarının hepsini içine alan vacibülvücûd sıfatı ise her hamd ü senaya hak
kazanmayı ifade eden ve en yüce kemâl olan tek uluhiyet sıfatıdır. Ve Allah
Teâlâ'nın zatına mahsus ve zatının muktezası bir sübuti sıfattır: "Allah,
yegâne ilahtır" denilir. Sübutî olduğu içindir ki, varlığının vacip oluşu,
ilim, kudret, tekvin ve rububiyyet gibi sübutî sıfatların hepsini içine alan en
belirgin ve yalnızca kendisine mahsus bir isimdir. Bundan dolayı Razî, Allah
isminin, sübutî sıfatların hepsine delalet ettiğini söylemiştir. Bununla
beraber yalnızca sübutî sıfatları değil, selbî sıfatları da içine alarak sabit
olan bir sübutî sıfattır. Çünkü çirkinlik ve eksiklik sıfatları ortadan
kalkmadan kemâl gerçekleşmez. Bu bakımdan Allah ism-i celâli selbî sıfatlara da
delalet eyler, doğrusu da budur. Ancak bu delalet ulûhiyyet sıfatının
içeriğinde mevcut olmakla sarih değildir. Müşriklerin şirke düşmesi de
bundandır. Onun için burada "Onun benzeri yoktur." (Şura 42/11) gibi
selbi sıfatlarının hepsine delalet eden "ehad" ismi ile de tasrih
edilmiştir. Çünkü yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı üzere, "ehad"
bölünmeyi, sayılara veya parçalara ayrılmayı, ortaklığı nefyeden bir selbi
sıfattır. Ve böyle olduğu da "Doğurmadı, doğurulmadı ve hiçbir şey veya
kimse kendisine denk olmadı." şeklinde açıklanmıştır. Razî, bu inceliklere
ayrı ayrı dikkat çekerek, sıfat ve isimlerin çokluğu hıristiyanların
zannetikleri gibi zatta kesreti gerektirmeyeceğini de anlatmıştır. İbnü Sina
gibi o da sıfatların değişik olmasının, zatın hakikatında ayrı ayrı birer
varlık teşkil edecek ve onların mevkufun aleyhi (durulacağı yer) olacak birer
haricî veya aklî varlıklar teşkil edecek şekilde olmadığını, bunların yalnızca
birer izafet ve nisbetten ibaret bulunduğunu söylemiştir ki, bu mesele akaid
kitaplarında sıfat zatın aynı mıdır, gayrı mıdır, diye meşhur olan bir bahsin
konusudur. Hikmet ehlinden ve Sofiyyeden bir kısımla bazı kelâmcıların
"tamamıyla aynıdır" demişler diye meşhurdur. Ancak sıfatta nisbet
veya selb gözönünde bulunduğu cihetle nisbete tamamıyle ve ayniyle zat demek
pek doğru görülmez. Âlim, ayniyle zat olsa da ilim için ayniyle âlimin
kendisidir demek kolay kolay anlaşılır bir ifade değildir. Maksat, bilme işinin
aynı zata raci olduğunu söylemektir. Zat sıfattır veya sıfat zattır, demek bir
çelişki olacağı gibi, sıfat zatın gayridir demek de varlıkta iki zat varmış
gibi kabul edilemez bir durum ortaya çıkaracağından İmam Eş'arî "Ne ayni,
ne de gayri" demiştir ki, sıfat ancak zat ile kaim olduğundan hakikatte
iki ayrı şey yok demektir ve bu daha sağlam bir görüştür. Bir kısım kelâmcılar
kavramda belirginliği gözeterek, sıfat denilen şeyin zat denilenin aynı
olamayacağını, aynı olmayınca da gayrı denilmek lâzım geleceğini söylemişlerdir
ki, bunlar ayniyet ile gayriyyeti birbirinin zıddı olarak ele almışlardır.
Genel düşünceye bu daha uygun gelirse de bunun söylerken bir zata karşılık
"ğayr" denildiği zaman, gerçekte ona karşı olan başka bir zat varmış
gibi bir vehme kapılmaktan sakınmak gerekir. Çünkü zihin, sıfatı da zat gibi
bir kavram olarak soyutlar ve sıfatın sıfatlanana mahsus oluşunu gözardı ederek
sıfatın sıfatı, sıfatın sıfatı şeklinde düşünüp giderken işin başlangıç
noktasını unutursa sıfatları da zat diye telakki eder ve yanılgıya düşer. Zat
ve sıfat kavramının dildeki çeşitli mertebelerinden gaflet etmiş olur.
Bu münakaşalardan maksad ise sonsuz kemal
sıfatlarını hakkın zatında isbat ile birlikte zatta çokluk olmadığını, bütün
sıfatların aynı zata raci olduğunu anlatmaktır. İslâm'da hikmet ehli, sofiyye
ve kelamcılar hepsi de zatta çokluk olmadığından, fiilin kesreti gibi sıfatın
kesreti dahi zatta bir bölünme veya parçalara ayrılma ve sayısal bölünme veya
sayılara bölünme anlamına gelmediği konusunda ittifak halindeler. Bunu şöyle
özetleyelim.
Allah Teâlâ, zati sıfatlarının bütününün bir
araya gelmesinden meydana gelmiş bir mahiyet değildir. Başka bir deyişle onun
zatı, sıfatının gereği ve sonucu değil, sıfatları zatının gereği ve sonucudur.
Sıfatın gerçek mânası da budur. onun varlığı bizatihi vacip olduğu gibi,
sıfatları da başka türlü değil, zatıyla vaciptir. Biz ilahî sıfatları
düşünmekle elde ettiğimiz kavramlardan kendimizde Allah Teâlâ'nın hüviyetini
teşkil eden bir kavram edinmiş olmayız, ancak ona olan ilgi ve ihtiyacımızı
duymuş ve onun tecellilerine ipuçları bulmuş, isimlerini ve hükümlerini
öğrenmiş oluruz.
Fatiha'da bütün hamdin Allah'a mahsus olduğu
beyan olunurken Allah ism-i zatı, ulûhiyyet vasfı ile bütün kemal ve cemal
sıfatlarının hepsini birden içine aldığı anlatılmak üzere bütün yüksek
nisbetlerin toplandığı "Âlemlerin Rabbi, Rahmân Rahîm, din gününün
hakimi." sıfatlarıyla tavsif olunup ibadet edilmeye ve yardım istenmeye
layık tek varlığın kendi olduğu tahsis edilmiş, sonra da isimler ve sıfat
aleminin delaleti ve Kur'an-ı Kerim'in beyanatı ile açıklanıp nihayet O'nun
zatının ve sıfatlarının ehadiyyeti karşısında bütün kesretlerin, yokluğa mahkûm
olduğu tanıtılmak üzere "De ki: O Allah birdir." buyurulmuştur. Şu
halde bizim duyduğumuz, bildiğimiz ve düşündüğümüz çoklukların, adetlerin
hiçbiri, ne cevherleri, ne arazları, ne eczası, ne küllisi, ne cüziyyatı o
değildir. O'nun ikincisi de değildir. Derece derece hepsi O'nun yaratmasıyla ve
emriyle meydana gelmiş olan ve O'nun varlığını dile getiren deliller ve
âyetlerdir. Kelimelerin medlûllerine, isimlerin müsemmalarına, alametlerin,
âyetlerin, belirtilerin, nişanelerin konularına, eserlerin müessirlerine
delalet eyledikleri gibi hep O'na delalet eyler, hepsi O'na olan ilişkisini
ifade eder. Varoluşları kendilerinden ve kendileri için olmadığından dolayı
gerek âfakta ve gerek enfüste varlıkları müddetince hep O'na olan ihtiyaç ve
bağlılıklarını hep kendi hiçlikleriyle O'ndan aldıkları kuvveti, kıymeti ve
mânâyı anlatırlar. Onun için "Heme st" (Hep O'dur) demek de bir
anlamda doğrudur. Çünkü hepsinin varlığının kıymeti O'nun varlığına delalet
eder ve hepsi O'na rücû edecektir. Kelimenin kıymeti de taşıdığı mananın
kıymetinden ibarettir. Varlığı daim ve ebedi olan O'dur, matlûb-i küll (her
şeyin matlubu) O'dur. Ondan başka hiçbir şey "hep" olamaz. Yani,
varlığın bütün kemâlini kendinde bulunduramaz. Bütün âlem, ne kadar kemal
eserini haiz olursa olsun imkan dereceleri sonsuz olduğundan, her mertebede
kemâl ve sonsuz ve daha yüksek olgunlaşmaya kabiliyetli olarak rububiyet
kanununun hükmü altındadır. O'nun henüz fiile çıkmamış bir yarını, sonu ve
âhireti vardır. Bütün kemâl kendisinde bilfiil olan ise evvel ve âhir olan
hayyu kayyum Vacib Teâlâ'dır. Evvel ve âhir, zahir ve batın birleşmeden hep hep
olmaz. Hiçbir gelişmeye ihtiyacı olmayan hep ise ancak ve ancak rabbilâlemin
olan Allah Teâlâ'dır. O her yönüyle ehaddır. Bundan dolayı yukarıda da açıkladığımız
gibi, din uluları O'ndan başka gerçek varlık tanımamışlar: "Her şey yok
olacak ancak O'nun zatı kalacaktır." (Kasas, 28/88), "Yeryüzünde ne
varsa hepsi yok olacak ancak celâl ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki
kalacak." (Rahman, 55/26-27), "Bugün mülk kimindir? Tek ve kahhar
olan Allah'ındır." (Mümin, 40/16) âyetlerinde dile gelen gerçeklere uygun
olarak bu hakikatı her zaman müşahede edip durmuşlardır. O'nu duymayanlar da
yarın duyarlar.
Hanbelî büyüklerinden İbnü Akîl şöyle demiş:
Bizce doğru olan görüş, sıfatı isbat ile beraber Allah Teâlâ'nın ilahlığında
tek olmasıdır, başka değil.
Beyan olunan ilâhlık, kemal sıfatlarının
hepsini toplayan yani hepsinin birleştiği en has sıfat olduğundan bu şu demek
olur: Mutlak varlığın sonsuz olarak her kemali, ilâhlık kemalinde toplanarak
ancak Allah'da birleşmiştir. Sıfatların herbiri itibariyle vâhid olması icab
etmezse de bütünü birden ilâhlık sıfatında vâhiddir ve O'ndan başka ilâh
yoktur. Bu ifade bazı sıfatlarda teşbihe müsaittir, yaratıklarda da kemal sıfatlarından
bazıları belli bir ölçüde bulunabilir. Nitekim âlim, rahîm, raûf, âdil gibi
bazı isimleri ve sıfatları kullar için de kullanmak caiz görülmüştür. Lakin
sonsuz kemâlâtın bütün celâl ve ikram sıfatlarının tam anlamıyla hepsinin
birden bir yaratıkta bulunması muhaldir. İlâhlık, yani en büyük sevgi ve en
büyük haşyet ve tazim ve her türlü hamd ü sena ile ibadete hak kazanmak demek
olan mabudluk ancak Allah'a mahsus bir özelliktir. İnsan, yaratılmışlarda
gördüğü herhangi bir kemâle bağlanıp da ona kul olmamalı, o kemâlden hareketle
derhal Allah Teâlâ'nın sonsuz kemâl ve cemâline istidlâl ederek var gücüyle
O'na bağlanmalı, O'na kulluk etmelidir. Çünkü O'ndan başka tapılacak yoktur.
Allah'ın ilahlığında tek olması demek Allah'dan başka tapılacak yoktur demek
olur. Bu mânâya göre demek takdirinde olarak "Sizin ilâhınız bir tek
ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara, 2/163) meâlinde olduğu
gibi olur. "Allah'dan başka ilah yoktur." kelime-i tevhidiyle umumun
mükellef olduğu ve herkes için anlaşılması kolay olan tevhid de budur. Yani
ulûhiyyette şirki (ortaklığı) nefyeder. Bu mânâ sıfatları çoğaltmakla beraber
onların hepsini bir tek ilâhlıkta birleştirerek zatta birliği ifade eder. Öyle
ki, birçok zatlar ve onlarda bazı sıfatlar mümkün olsa da bütün sıfatları içine
alan ilâhlık sıfatı ile sıfatlanmış olan ancak bir tek zat vardır. Şüphe yok
ki, bu mânâ sıhhatlidir ve imanın ilk şartıdır. Bununla beraber şu noktadan
gaflet edilmemelidir ki, "Allah, ilâh-ı vahiddir." (tek ilâhdır]
ifadesinde "Allah yalnızca ilâhlığında vâhiddir." demekten daha fazla
mânâ vardır. İlâhlıkta birlik bunun en belirgin mânâsı olmakla beraber ekmel
mânâsı değildir. Ekmel mânâsı ise gerek zatında, gerek sıfatlarının herbirinde
ve gerek bütününde her yönüyle ilâhlığında vahdet-i kâmile ile vâhid olmasıdır.
Yalnızca ilâhlığında vâhiddir demek, sıfatların en hası olan bir tek sıfat
açısından zatını tevhid demek olur. Bu anlamda vâhidiyyet imanın ilk şartı
olarak yeterli olsa bile ehaddiyyetin mânâsını tefsir için yeterli olmaz.
Bundan dolayı Alûsî'nin kaydettiği üzere yine Hanbelî âlimlerinden ve Selefiyye
denilenlerden Hafız b. Receb gibileri demişlerdir ki: Allah sübhanehu
ulûhiyetinde ve rubûbiyyetinde birdir. O'ndan başka mabud da yoktur, O'ndan
başka Rab da yoktur. Allah Teâlâ hakkında varid olan bütün sıfatlar ile tavsif
eyledikten sonra da zamiri gerek şan ve gerek mes'ûl-i anhe râci olsun iki vech
üzere de murad vahidiyyet-i kâmile (tam, eksiksiz tek) olduğunu ihtiyar
eylemişlerdir.
İbnü Kayyim Cevzî,
"Mesâliküssâirîn"de tevhidin biri marifet ve itikada biri de kasda ve
amâle ait olmak üzere ilmî ve iradî iki kısmını beyan ederken, sıfatsız olarak
sadece zatın birliğinin amelî olarak hiçbir kıymetinin ve öneminin olmayacağını
ve sıfatları nefyedilen herhangi bir zatın Kur'an-ı Kerim'de beyan olunduğu
üzere müşriklerin taptığı görmeyen ve işitmeyen, ne zarar vermeye, ne de fayda
sağlamaya gücü yetmeyen putlardan hiçbir farkı olmayacağını söyledikten sonra
Allah Teâlâ'nın sonsuz hamd ü senaya lâyık ve hak kazanmış olduğunu ve O'nun
sıfatları sonsuz olmakla kendisinden başkasının onları tamamen bilemeyeceğinden
dolayı hakkıyla hamd ü senâsını da eda edemeyeceğini ve bu sonsuz sıfatların
hepsi Fâtiha'daki hamdde özetlenip, tafsilinde "ulûhiyet, rubûbiyet,
rahmet ve mülk" sıfatlarında özetlenmiş ve birleştirilmiş bulunduğunu
bildirmiştir. Şu halde gerek ilmî ve gerek iradî tevhidin bu sıfatlarla
ulûhiyet rubûbiyeti tevhide raci olduğunu söylemiş ve tevhid-i zat ile
uğraşanların hepsini sıfatları iptal eden Cehmiyye diye göstermiştir. Bununla
beraber murad bütün sıfatların bir sıfattta birleşmesi midir, yoksa bir zatta
birleşmesi midir? Zatın sıfatta birleşmesi mi, yoksa sıfatların zatta
birleşmesi mi? Bu noktaları açıklamamıştır. İbnü Akîl'in "İlâhlığında
birdir, başka değil" demesinin zahiri anlamı, zatı ancak bütün sıfatların
toplamı olan bir tek sıfatta tevhid etmek gibi görünür. Bunu kâfi görmeyen İbnü
Kayyim ve İbnü Receb'in ilâhlıkta ve Rablıkta birdir demeleri de zatı birkaç
sıfatta birden tevhid etmek olmuş oluyor. Bu ifadelerin zahiri ise vahdettir,
yani şeriki olmamak herşeyden önce sıfatın sıfatı olup zatın vahdeti bir sıfat
veya sıfatlar dolayısıyla olmasını gerektirir ki, bu elbette doğru değildir.
Vâhid ve ehad diğer sıfatlardan önce doğrudan doğruya zatın sıfatıdır. Evvela
zat, zatında tevhid edilmedikçe sadece sıfatlarda tevhid edilmesi ortak
koşmaktan ibaret olur. İki üç şey aynı sıfatta birleşebilir. Ortaklık denilen
şey de zaten birtakım zatların birşeyde veya birkaç şeyde birleşmesinden başka
birşey değildir. Müşriklerin yaptığı da çeşitli zatları ilâhlık vasfında cinsî
birlik veya neviyye ile birleştirmektir. Hıristiyanlar üçlemelerinde "Baba
ilâh, kendi ilâhlık cevherinden oğula ve ruhulkudse birer cevher vermiş,
herbiri birer ilâh olan üç uknum, yani baba, oğul ve rûhu'l-kudüs üç zat hem
cevherde, hem de ilâhlık özelliğinde birleşip ilâh olmuşlardır." diye
inanmakla evvela Allah'ı tek cevher sayıp sonra da onu üç şahsa bölüştürmüşler,
daha sonra da o üç şahsı aynı cevherden olmaları sebebiyle, ilâhlık özelliğinde
birleştirerek bir şahıs yapmışlardır. Böylece üç zatı hem cevherde, hem ilâhlık
sıfatında ortak kabul ederek, tıpkı soyadında birleştirir gibi
birleştirmişlerdir. Üç uknum, yani üç sahıs bir şahıstır, üç ilâh bir ilâhtır,
çünkü cevherleri bir, sıfatları bir deyip çıkmışlardır.
Bütün bunlara karşı her türlü şirk kusurundan
kurtarmak ve bütün şüphelerden uzaklaştırmak için Allah Teâlâ'nın ehadiyyetini
(birliğini) tanıtmak üzere "De ki, O Allah tektir." buyurulmuştur.
Şurası herkesçe bilinmektedir ki, birçok sıfatların bir bölümüyle değil, sıfat
olarak yalnızca bir zatta toplanması şirki gerektirmez. Aksine o zatın kemâl ve
biricikliğini gerektirir. Birçok zatların bir sıfatta veya herhangi bir konuda
birleşmesi aynıyla şirktir. Çünkü sıfat içiçe girer de, zat içiçe girmez.
Bundan dolayı din âlimleri demişlerdir ki, Allah'ın zatında sıfatların çok ve
çeşitli olduğuna inanmaktan dolayı şirk lazım gelmez, fakat aynı sıfatta
birleşen zatların sayıca çokluğuna inanmak tamamiyle şirktir.
"Allah'dan başka ilâh yoktur." demek
zatı bir tek olan Allah'dan başka ilâhlıkla vasıflanmış, ilâh ismine hak
kazanmış hiçbir zat yok demektir. İlâhlık ancak ve ancak O'nun zatına mahsus
demektir. Yoksa Allah, ilâhlık sıfatının sahibidir, yalnızca ilâhlığında birdir
demek değildir. Yani bu ifadenin maksadı zatı sıfata mahsus kılmak değil,
sıfatı zata mahsus kılmaktır. İbnü Akîl'in Allah ilâhlığında vâhiddir, başka
değil, demekten muradı budur. Ancak ilâhlıktan başka sıfatların da ona mahsus
olması gerekmez anlamına da geldiği için İbnü Kayyim ile İbnü Receb ve
benzerleri rablık sıfatını da tasrihe lüzum görmüşlerdir. İbnü Kayyim mülkü de
tasrih eylemiştir. Hafız İbnü Receb'in vâhidiyyet-i kâmile (kâmil tek ) demesi
de zatında ve ilâhlığı gerektiren bütün sıfatlarında hakiki vahdete tenbihtir
ki, ehadiyyet ancak vahdet-i kâmile ile tefsir olunabilir. Doğrusu Allah
Teâlâ'nın esma-i hüsnâsında (güzel isimlerinde) başkasına ıtlakı caiz olmayan
isimler ve sıfat Allah, ilâh ve rab isimlerine ve sıfatlarına da münhasır
değildir. Rahman, kuddûs, subbuh, sübhân, âlimul-gayb, alâ külli şeyin kadir,
hallâk, hâliku külli şey, ahsenulhâlikîn gibi daha birçok isim ve sıfatlar
vardır ki, yaratılmışlardan hiçbirine verilemez. Allah, bu isim ve sıfatların
her birinde de vâhid ve ferttir. Semî, basîr, habîr gibi Allah'dan başkasına da
verilebilen isim ve sıfatlar dahi, yaratılmışlarda bulunan noksan ve eksik
şekillerinden tenzih ve tecrid olunup, diğer ilâhî isim ve sıfatlardaki gibi
münasip bir kavram olarak ve Allah'ın şanına yakışır bir özellik kazanarak O'na
verilir. Onun için Fâtiha'da dahi geçtiği üzere ilahî isim ve sıfatlar yalnızca
lügat anlamlarıyla kalmayıp birer dinî kavram ve şer'i terim olarak ve söz
konusu anlamın en mükemmel ve ideal şekli kasdolunarak kullanılır. "O'nun
gibi hiçbir şey yoktur." (Şura 42/11) hükmüne uygun mânâlar verilir. Allah
Teâlâ yalnızca ilahlık ve rablık sıfatlarında değil, sıfat ve isimlerinin her
birinde de vâhiddir, yani tek ve biriciktir. Bundan dolayı "Rahman arş
üzerine istiva etti." ( Tâhâ, 20/5) gibi teşbihi andıran müteşabih sıfatlar
dahi hükmüne uygun düşecek şekilde tenzih edilerek anlaşılmak lazımgelir.
İlahî isimlerin hepsi mümkün olabilen sonsuz
tekâmüllerin üstünde ve ötesinde en yüce kemâle sahip olan Cenab-ı Hakk'ın
varlığını ifade için vaaz olunmuştur. Bütün celâl ve ikram sıfatlarını şahsında
toplamış olan "kemâl-i a'lâ" (en yüksek kemâl) ise zihnimizde
canlanabilen sonradan olma kavramların mazmunu değil, medlûlüdür, yani o
kavramların içinde değil, üstünde ve ötesindedir. Hatta "kemâl-i
a'lâ" (en yüksek kemâl) bazılarının zannettiği gibi mutlak kemâl demek de
değildir. Çünkü mutlak en aşağıya da, en yukarıya söylenebilir,
"a'lâ" ise aşağının noksanlarından soyutlanmış yükseklikleri içine
almış olarak a'lâdır. En güzel demek, güzel demekten ibaret olmadığı gibi herhangi
bir güzel demek de değildir. Hiçbir güzelde bulunmayan güzellikleri şahsında
toplamış olan ve hepsinden üstün, tek ve yegâne güzel demek olduğu
bilinmektedir. Bu bakımdan multak varlığı, a'lâ varlık zannedenler yanılırlar,
her duyduğunu a'lâ sanır, ona sarılırlar, sonra da yokluğunu görüp darılırlar.
Biz bugüne kadar meydana gelmiş olan âlemlerin hepsini erişebildikleri
kemâllerin bütünüyle toptan bilip de o âlemlerin hepsinin kendimizde temessül
ettiğini düşünsek yine de "vücûd-i a'lâ"yı (en yüksek vücudu) ve
kemali a'lâ" yı (en yüksek kemali) bilmiş ve düşünmüş olamayız. İleride
daha yüksek kemâllere doğru hareket etme imkânını ortadan kaldıramayız,
varlıktaki gelişme ve terakki fikrini durduramayız. Kelime ile topladığımız
bütün mümkün ve muhtemel kemâlleri, o sonsuz terakki toplamı itibariyle elbette
bugünkünden daha yüksek olacaktır. Ancak o dahi "kemâl-i a'lâ" demek
değildir. Çünkü zatında kendisi kendi varlığına kafi gelmeyip yoklukla da
ilişkili olan eksik kemâlatın bütününden ibarettir. Kemâl-i â'lâ (en yüksek
kemal) bunları bir taraftan yaratıp, bir taraftan yok edip duran, ezelde ve
ebedde bütünüyle varlığın mülkü ve saltanatı kendisinin olan ve şu halde daha
yükseği mümkün ve mutasavver olmayan Hak Teâlâ'nın tek zatına mahsustur ki,
O'nun hüviyetini kendisinden başkasıyla tanımlamak hiçbir açıdan mümkün olmaz.
O, bizim duyularımızla ve düşüncelerimizle çizdiğimiz şekil ve suretlerin,
birimlerin ve sınırların hiçbirinin çerçevesi içine girmez. O, herşeyden önce
iken herşeyden sonra, her şeyde zahir iken her şeyden batın (gizli)dır. O'na
zatında ancak "O" denilebilir.
İlâhî sıfatları ifade eden ilâhî isimler, bize
O'nun kendisini tahlil ile O'na bir had ve ölçü tayin ettirecek kavramları
ifade için değildir. Bizim kendi varlığımızda ve kendi dünyamızda O'na olan
nisbetlerimizi tahlil ederek olayların içeriğinde bulunan muklaklık
mertebesinin üstünde bir soyutlama ile her türlü kemâlin kendisine ait
bulunduğu Hakk'ın zatına delalet için ortaya konulmuştur. Meselâ, ilim
denildiği zaman, biz kendimizde bulduğumuz ilim kavramını bütün dereceleri ile
düşünerek, bildiğimiz hâdis, kesbî ve nisbî ilimden mutlak ilim kavramına ve
oradan herşeyi olduğu ve olacağı gibi hiç eksiksiz ve muhit (kaplamış olan) ve
şu halde gizli ve açık bütün kemâlatı toplamış, kadîm ve ekmel ilim kendisine
mahsus olan Hakk'ın zatına düşünce ve irademizi her yönüyle yöneltmemiz lâzım
gelir. Öyle ki, biz o ilmin içinde olduğumuz halde o, bizim ilmimizin ötesinde
bulunmaktadır ve herşeyi içine almaktadır. O, ancak "o"dur. Biz O'na
erebilmek için kendimizden geçmemiz gerekir. "Allah'ın yetmiş bin hicabı
vardır, açıverse sübühat-ı vechi (yüzünün tecellisi) ve celâli gözle
görülebilen ne varsa hepsini yakardı, yok ederdi." meâlindeki hadis-i
şerifin hükmü gereğince, O'nun karşısında bulunan bütün varlıklar helâk olmuş
olurdu. Bunu sezmek O'nun vahid-i kahhar (tek yok edici) sıfatını sezmektir.
Bunu sezmek de bütün cemâl ve kemâlin bilfiil O'nda gerçekleştiğini sezmektir.
Zatı, sıfatı ve ef'aliyle O'ndan başkasının yok, ancak O'nun var olduğunu tanımaktır.
Demek oluyor ki, ilâhî isimlerin her biri de bütün selbi, sübûti, celâl ve
ikram sıfatlarıyla zatındaki birliğine delalette birdir. Ancak bizde olan
delalet yönü bakımından mertebe mertebe fark ve kesret zahir olur. O, zatında
bir olduğu içindir ki, zatının gereği olan ilâhlığında da bir, rablığında,
mülkünde, ilminde, kudretinde de hep bir, celâl ve ikrama raci olan bütün sıfat
ve isimlerinde de birdir. Fakat bütün nisbetlerin ve hükümlerin, ilahlığının
gereği ve dayanağı olan sıfatlar olduğu, bütün vicdanların ve varlıkların vecd
ile bağlandığı hakk ve hayrın çekim merkezi, yani odak noktası olan ilâhlık
sıfatında açıkça toplanmış olduğu için sıfat-ı zatiyye (zatî sıfatlar) olarak
ilâhlık ve vahdet her bakımdan tekliği gerektirdiğinden dolayı, zat, sıfat ve
esma, ne yönden ele alınırsa alınsın vahdet-i kâmileyi (tam birliği)
icabettirir. Bütün sıfat ve isimleri içine alan Allah ism-i celîli de bu
bakımdan zatın ismi olduğundan, "Allah birdir" denilmekle, zat, sıfat
ve isimler açısından herbirinde ayrı ayrı olarak ve hepsi toptan kastedilerek
ilâhlıktaki birlik bütün gerekleriyle birlikte ifade edilmiş olur. Böyle olunca
da O, zatında tektir, mevcudiyetinde tektir, rablığında tektir, yaratıcılığında
tektir, diye teker teker saymaya gerek kalmaz. Yine bundan dolayıdır ki,
ilâhiyetinde vahdâniyete iman edilmedikçe, imanın şartı olan tevhid yapılmış ve
yerine getirilmiş olmaz. Yalnızca zatında birdir veya varlığında birdir,
Rablığında birdir, diye marifet imana kâfi gelmez. Yani denmiş olmaz. Yine aynı
şekilde Allah zatında bir kabul edilmeyerek, ilahlığında birdir, demek de
zatında ve ilahlığında ayrı ayrı şirk koşmaktan başka bir anlama gelmez.
Hasılı "Allah birdir" demek, gerek
zatı, gerek sıfatları, gerek isimleri hangi açıdan ele alınırsa alınsın hep
birdir, hiçbir şekilde ortağı olmayan bir tek hakikattır. O'nun için ilâhlık
O'na mahsustur. O, ilâhlığında da gerçek anlamda ve zatî birlikle birdir, demek
olur. Şu halde O'nu birçok isimler ve sıfatlar ile tanımaya çalışmak O'nun
zatında çokluğunu kabul etmek veya O'nun zatına bir benzer isnad etmek anlamına
gelmez. Onu vahdet özelliği ile tanımak da O'na bir sınır ve ölçü belirlemek
demek değildir. Allah birdir, demek, O'ndan başkasının tanrılığını reddeden bir
selbi sıfattır. Allah'ın birliği, sayı olarak ikinin yarısı anlamına gelen bir
cinsinden, yani sayısal anlamda bir demek değildir. Sayı, ancak O'nun yarattığı
mahlukatı ve mülkü için geçerlidir ki, bütün yaratılmışlar O'nun bir emriyle
var, bir emriyle yok olabilen nisbî ve izafî varlıklardır. Bilindiği gibi sayı,
yani kesret iki ile başlar ve sonsuza kadar sürer gider. Sayıların hepsi de
birer adettir, yani kırksekiz dediğimiz zaman, ikiden sonsuza kadar olan
sayılar içinde bu bir tanedir. Ancak buna kesrette vahdet diyoruz. Bunların
hepsinde kesir de mümkündür, nisbet de mümkündür, benzerlik de mümkündür.
Sayılar eşyaya sıfat oldukları vakit, başka cinslerden benzerleri de söz
konusudur. Mesela; Bir okulda iki tane kırksekiz öğrenci mevcutlu sınıf
olabilir. Bütün sayılarda çarpma, bölme, toplama ve çıkarma dediğimiz dört
işlem yapılabilir. Kesirlere ayrılabilir. Mesela; bir bölü iki, bir bölü üç,
vs. gibi kesirlere ayırdığımız vâhidlerin hepsi kaynaklarına göre ele alınan
sayı cinsinden vahid (bir)lerdir. Bir de adetlerin başlangıcı olan vâhid vardır
ki, bunda kesir ve bölünme mümkün değildir, çarpma ve bölme gibi işlemler de
mümkün olmaz. Fakat eşitini veya benzerlerini ona ekleyerek bir toplam yapmak
mümkün olur. Kendisi sayı olmamakla beraber sayıdan bir bölüm (cüz) olabilir.
Çoğulu mümkün demek de cinsi mümkün demektir. Cinsi bulunamazsa tek olur.
Herhangi bir şekilde sayı sayarken bir diye başladığımız bu "bir"
kendisi sayı olmamakla beraber, sayıların başlangıcı, yani birincisi olmak
bakımından hesaplarken sayı gibi ele alınır. Buna sayı demek mecaz olsa da
sayısal sistemde "vâhid" demek hakikat anlamı taşır. Bu da nisbî
vâhid demek olduğundan birim dahi tabir olunmuştur. Şu halde sayı anlamına
"vahid" denildiği zaman, içinde parçası veya dışında benzeri mümkün
olan bir vâhid demek olur. Bu anlamda çoklukta teklik herşeyde bulunabilir. Bu
ise en mükemmel anlamda gerçek vahdet değildir. Allah Teâlâ'nın birliği ise ne
içinde, ne dışında çok ve benzer bulunmayan, her bakımdan ortaklığı ve
bölünmeyi reddeden bir birliktir. O'na evvel demek, ikincisi var değil,
kendisinden öncesi yok demektir. O'na âhir demek öncesi var demek değil,
sonrası yok demektir. Bundan dolayı O'nun hakkında "evvel" ve
"âhir" isimleri birlikte söylenmelidir. O'na adedde anladığımız
anlamda "mebde", yani başlangıç demek de doğru değildir. O kendisine
benzer bir ikincisinin başlangıcı, yani Âdem aleyhisselâm gibi bir soyun ilk
atası gibi değildir. Allah'ın güzel isimlerinde "mebde" ismi varid
olmamıştır, "mübdî" ve "muîd" ismi varid olmuştur. Sayılmaya
kalkışılacak olursa, ona bir denilir ve orada kalınır. O her bakımdan bir, hep
bir, hep tektir. "Allah var, ve O'nunla birlikte başka bir şey
yoktu." ve "şimdi de olduğu gibidir". İmam-ı Azam, Fıkh-ı Ekber
adlı eserinde, Allah Teâlâ "sayı yönünden" değil, "eşi, benzeri
olmaması yönünden birdir" demekle bu anlamı dile getirmiştir. Şeriki
nefyetmek, eşiti ve karşıtı da nefyetmektir. Yine bundan dolayı Keşşaf sahibi
de "Allah tektir", ikincisi de yoktur, diyerek tefsir eylemiştir ki,
ne gizli olarak ne de açıkça O'nun dışında bir ikincisi yoktur demektir. Bütün
tefsirlerde sayı bakımından "bir" demek olmadığına dikkatle tenbih
olunmuştur.
Yine Fahreddin Razî, tefsirinde der ki:
Marifetullah hazırdaki cennettir. Zira cennet senin aklına ve arzuna uygun olan
nail olmandır. Onun içindir ki, Âdem'in aklına ve arzusuna ters düştüğünde
cennet, kendisine cennet olmamıştı. Yine onun içindir ki, kabir, mümine zindan
değildir. Çünkü onun aklına ve arzusuna uygun olan kendisine orada hasıl
olmuştur.
Bunun açıklaması şöyledir: Akıl, iyilikler
kendisine tevdi olunacak güven ister, şehvet de kendisinden lezzetli şeyler
istenecek bir zengin ister. Daha doğrusu akıl yüksek himmet sahibi bir insan
gibidir, efendisinden başkasına bağlılık göstermez, heva ise bir otlakçıya
benzer ki, bir zengini gördüğünde belki bir ihsanına nail olurum ümidiyle
neşelenir. Daha doğrusu akıl geçmiş nimetlere şükretmek için efendisini tanımak
ister, heva ise ondan beklenecek nimetlere istek duyduğu için onunla tanışmak
ister. İkisi de onu istedikleri gibi âlim ve gani, yani bilgili ve zengin
olarak tanıyınca ona sarılırlar. Akıl ben senden başkasına şükretmem der,
şehvet de ben senden başkasından dilenmem der. Sonra da şüphe gelir, "Ey
akıl, şükrü yalnızca ona nasıl tahsis ettin? Belki onun gibi bir başkası daha
vardır! Ey şehvet, yalnızca ona nasıl bağlandın? Belki onun gibi bir başka kapı
daha vardır!" der. Bunun üzerine akıl hayrete düşer, huzuru ve rahatı
kaçar. Bunun üzerine akıl eski rahat ve huzuruna kavuşmak için, şüpheden
kurtulmak üzere delil aramak üzere istidlâl âleminde seyahat etmek ister.
"Hakka hidayet edecek olan ise ancak Allah'dır". İşte Allah kuluna
hidayet etmek, hizmeti ve şükrü ile meşgul olma lezzetini bulandırmamak için
Peygamberini göndermiş ve ona kendinden söyleme, doğrudan doğruya benim sadık
olarak bildiğim şu kelâmımı söyle! diyerek "De ki, O Allah tekdir."
buyurmuş, birliğini sana işitme yoluyla haber vererek bildirip araştırma ve
delil peşinde koşma zahmetinden seni kurtarmıştır.
2. Allah o sameddir. O hep bir, herşey
kendisinin ve her dileğin mercii, hiç eksiksiz herşeyin amacı ve muksûd-i küll
(herkesin isteği) olan şanlı uludur. Ve gerçekte en mükemmel ve tek samed ancak
O'dur.
Samed: Bu isim hakkında lügat açısından ele
alınacak esaslı iki ayrı anlam rivayet edilmiştir.
Birincisi; hamd vezninde "samd"
masdarından masmud-i ileyh, yani maksatların doğrudan doğruya kendisine
yöneldiği maksûd anlamına olmasıdır. "Samede samdehu" deyimi
bilinmektedir ki, dasdoğru, düpedüz, hiç sapmadan ona kasd ve teveccüh etti,
demektir. Bilindiği gibi, kasıtta bir noktaya doğrudan doğruya yönelme anlamı
vardır. Bu anlama göre, bir kavmin ulusuna, yani yönetim ve ihtiyaçlarında
kendisine başvurulan ve daha üstünü bulunmayan en büyüğüne "kavmin
samedi" adı verilir. Ve mutlaka kadri yüce, şerefi yüksek, şanlı anlamına
gelir ki, masmudun gerektirdiği mânâdır.
İkincisi de hiç boşluğu olmayan, eksiği gediği
bulunmayan, nüfûz edilemeyen şeye denilir ki, bu da nusmet demektir. Buna bizim
dilimizde "som" adı verilir. Nitekim bizim lehçemizde "som,
yekpare, salt, kavi, bütün, içi dolu" anlamına som altın, som gümüş, som
abanoz, som pelesenk gibi tabirler kullanılır ki, bütün bunlarda karışık
olmayan, kaplama bulunmayan, saf ve halis anlamları ifade edilmek istenir. Bu
anlamda "samed" tıkamak anlamına gelen samd masdarı ile de
ilişkilidir. Şişenin tıkacına sımad denilmesi de bundandır. Buna göre
"samed" olan kelimenin sonundaki "dal" harfi "ta"
harfinden dönüşmüş demektir. Bundan lâzım gelen mânâ da daim ve bâki demek
olur. Savaş zamanında asla susamaz ve acıkmaz, yani açlığa ve susuzluğa
dayanıklı olan kimseye denildiği gibi, mutlak anlamda yemez, içmez anlamına da
kullanılır.
Fahreddin Râzî der ki: Lügat ehli olanlardan
bazı sonrakiler, toz kabul etmez, bir şey girmez, bir şey çıkmaz, emles, yani
yalabık taşa da samed denildiğini söylemiştir ki, bu da bizim "som kaya,
som mermer" deyişimize uygundur.
Tefsir âlimlerinin çoğu, ta yukarıda da işaret
olunduğu üzere, birinci mânâdan olarak sıfat-ı sübûtiyye olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları da ikinci mânâdan sıfat-ı selbiyye olduğunu
nakletmişlerdir. Başkaları da hem sıfat-ı sübûtiyye, hem de sıfat-ı selbiyye
mânâlarını gözeterek tefsir etmişlerdir ki, bunda her iki mânâyı da dikkate
almak bulunmaktadır. En doğrusu da budur. Bunu çift anlamlı bir sözün her iki
gerçek anlamını birden murad etmek şeklinde değil, ilâhî isimlerde nihâî maksat
olmak bakımından iki mânâdan hangisine hamledilirse maksada uygun olacağı
cihetle genel bir mecaz olarak ikisinin de en mükemmel olan lâzımını irade
tarikiyle birleştirilmesidir. İbnü Cerir Mücahid'den, Hasen'den ve İkrime'den
samed yani "içinde boşluk olmayan" demektir diye, Saîd b.
Müseyyeb'den "ahşası yok" yani haşvi olmayan diye, Şa'bi'den
"Yemeyen, içmeyen" diye, yine İkrime'den ve daha bazılarından da
kendisinden birşey huruc etmez, diye rivayet etmiştir(1). Bu arada en yüksek
rivayet Abdullah b. Büreyde'nin, herhalde Hz. Peygember'e ref'etmiştir
biliyorum. "Samed içinde boşluğu olmayan"dır, dedi diye vaki olan bir
rivayettir. Türkçe'de bu mânâlar "eksiksiz, gediksiz, deliksiz, katıksız
som diye ifade olunabilir. Bu hiçbir şeye muhtaç olmamaktan, gınâyı tamdan,
kemâl-i a'lâdan kinaye olmuş olur. Ebu'l-Âliye ve Muhammed b. Ka'b gibi
bazıları da bunun mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Rabî b. Enes'den, kendisine
âfat arız olmayan; Mukâtil b. Hayyan'dan, kendisinde hiç kusur ve ayıp olmayan;
İbnü Keysan'dan yaratılmışlardan hiçbirinin sıfatıyla sıfatlanmayan diye
rivayetler de bulunmaktadır. Hasen'den ve Katade'den rivayet olunduğu üzere
bazıları da "lem yezel velâ yezâl, yani fânî olmaz, bâkî ve dâimdir
demişler. İbnü'l-Enbarî demiştir ki, lügat ehli arasında samed "İnsanların
iş ve ihtiyaçlarının görülmesinde kendisine başvurduğu, yani doğrudan doğruya
maksut ve mutlub olarak kendisine müracaat ettiği ve sığındığı kimse ve daha
üstü bulunmayan en büyük yetkili, efendi" demek olduğunda ihtilâf yoktur.
Zeccac da "Samed, sûded, yani ululuk, kendisinde son bulan, kendisine samd
olunan, yani her şey kendisine dayanan, maksut ve merci olandır."
demiştir.
Ali b. Ebi Talha, İbnü Abbas'dan şöyle rivayet
eylemiştir: Samed, sûdedinde kâmil olan seyyid, şerefinde kâmil olan şerif ve
azametinde kâmil olan azîm ve hilminde kâmil olan halîm ve ilminde kâmil olan
alîm ve hikmetinde kâmil olan hakîm, velhasıl şeref ve ululuk nevilerinin
hepsinde en mükümmel olandır.
Ebu Hüreyre'den "herkesten müstağni ve
herkes kendisine muhtaç", Said b. Cübeyr'den, bütün sıfatlarında ve
işlerinde kâmil; Süddî'den rağbet edilen şeylerde istenen, musîbetlerden
sığınılan, Caferi Sadık'dan mağlup olmayan galip, Hüseyn b. Fudayl'den,
"Dilediğine hükmeder, dilediğini yapar." yani hükmünü kontrol edecek,
icraatını engelleyecek yok, diye rivayet edilmiştir. Yine İbnü Cerîr Ebu Caferi
Taberî der ki: Arab'ın anlayışında samed Yani "Kendisinden daha üstün
kimse bulunmayan ve en önemli işlerde kendisine başvurulan seyyid"
demektir. Gerçi ileri gelen eşrafına da seyyid adı verirler, şâirin şu beyti
buna misâl olarak gösterilebilir:
"Esed oğullarının en hayırlı iki
kişisinin, yani Amr b. Mesud'un ve sıkıntılı zamanlarda kendisine başvurdukları
efendilerinin ölüm haberini veren haberci acele etti."
Zibrikan da demiştir. Böyle olunca kelimenin
yorumunda evlâ olan Kur'an'ın nâzil olduğu lehçede bilinen mânâdır. İbnü
Büreyde'nin babasından rivayet ettiği hadis sahih olsa bütün görüşlerin en
sıhhatlısı ve evlâsı o olurdu. Çünkü Resulullah (s.a.v.) Allah Teâlâ'nın
muradını ve indirdiğinin mânâsını herkesten daha iyi bilir.
Ragıb da der ki: Samed emirde masmud-i ileyh
olan seyyiddir. Ve "samede samdehu, kasede kasdehu" doğruca ona
kasdetti, doğrudan doğruya ona yöneldi demektir. Bir de denilmiştir ki, samed
ecvef olmayan yani içinde boşluk bulunmayandır. Ecvef olmayan ise iki türlüdür:
Birisi insandan aşağı, öbürü de insandan yücedir. Allah Teâlâ ile melekler
gibi. "Allahussamed" kavliyle maksad da o bir takımlarının ilâhlık
isnad ettikleri kimselerin hilafına olduğuna dikkat çekmektir. Kur'an âyetinde
"O'nun annesi de sıddîka (dosdoğru) idi, ana oğul her ikisi de yemek
yiyorlardı." (Mâide, 5/75) buyurulmakla bu mânâya işaret olunmuştur. Çünkü
hıristiyanlar Hz. İsa ile annesine ilâhlık isnad etmişlerdi, onları red için
"İsa ve anası yemek yerlerdi" diye ihtiyaca mahkum olduklarını ve
hades sahibi bulunduklarını ve bu yüzden de ilâh olamayacaklarına tenbih
edilerek Maide Sûresi'nde "Her ikisi de yemek yerdi." (Maide, 5/75)
buyurulmuştur. Bunun gibi burada da Allah'ın eksiksizliğini açıklamak üzere
buyurulmasında söz konusu mânâya bir tenbihte bulunulmuştur. yani "içinde
boşluk yoktur, karnı yoktur" diye tefsir olunması da aslında O'nun yeme ve
içmeden münezzeh olduğuna tenbih içindir. Tefsirlerde anlamını tercih edenler,
bu inceliğe dikkat çekmek için tercih etmişlerdir. Bu anlamda "samed"
yalnızca sıfat-ı selbiyyeden olmuş olur. Bununla beraber cevfi, yani boşluğu,
eksiği ve ihtiyacı olmamak, tam anlamıyla eksiksiz olmak, mutlak ğınadan kinâye
olarak sübûtî sıfatları da içine alır. Ancak kendi eksiği ve ihtiyacı olmamak
muhtaç olanların ihtiyaçlarını görmek ve işlerinde onların mercileri ve
maksutları olmak yüceliğini açıkça dile getirmiş olmaz. Önceki mânâ bunu açıkça
belirlemekle sıfat-ı sübûtiyyenin kemâlatını gerektirdiği gibi eksiksizliğin
gereği olan anlamları da içine alır. Lügat bakımından da bu mânâ daha çok
bilindiğinden pekçok tefsir âlimi bunu tercih etmişlerdir. Onun için
"Keşşaf" sahibi şöyle demiştir: Samed kasdetmek anlamına den
"fâil bi'l-mânâ mef'ûl" olup ihtiyaçların karşılanmasında son merci
olan efendidir. Ve mânâ şudur: O, şu gördüğünüz gökleri ve yeri ve de sizleri
yaratan hâlikınız diye ikrar ettiğiniz Allah'dır. O vahid ve ilâhiyyet ile teferrüd
etmiştir, O'na ortaklık edilemez, O her yaratılmışın doğrudan doğruya yöneldiği
ve muhtaç olduğu maksuddur. O'ndan istiğna edemezler, O ise onların hepsinden
müstağnidir. İbnü Sina da gınayı tam ile mebde-i küll ve gaye-i küll mânasına
almış ve "İşarat" adlı eserinde ğaniyi şu anlamda tarif eylemiştir:
Bilir misin ğanîy nedir? Tam ğanîy zatında ve sıfatında kendisinin dışındaki
herhangi bir şeye muhtaç olmayandır. Zatının gayrisinden sadır olan fiillerin
hiçbiriyle etkilenmez. Şu halde zatının veya zatından sudur eylemiş bulunan
güzellik gibi bir hâlin, ilim ve âlimiyyet veya kudret ve kadiriyyet gibi bir
izafeti bulunan bir halin tamam olması için kendi dışında başka bir şeye muhtaç
olan tam ganî değil, kesbe muhtaç bir fakirdir. Başkasının O'na nisbeti
itibariyle mülahaza olunan ve izafat-ı mahzadan ibaret olan sıfatına ilişkin
şeyler, ğınayı tammeye halel vermez. Zira bunlarda fakir olan O değil, O'na
muhtaç olan başkalarıdır. Demek ki, o yaratıcı olmak için yaratılmışlara muhtaç
değil, mahluklar ona muhtaçtır. O âleme muhtaç değil, âlem O'na muhtaçtır. Her
şeyin maksudu (amacı) O'dur. Kendisinin maksûdu da kendisidir. O başkasıyla
tekemmül etmez, başkası O'nunla tekemmül eder. Bundan dolayı O'nun iş ve
eylemlerinde hikmetler, maslahatlar ve maksatlar aranabilir, fakat bunların
hiçbiri O'nun açısından bağlayıcı, kesin ve değişmez şeyler değildir. İşte
bundan dolayıdır ki, "evvel" ve "âhir" O'dur. Bir de
ğınay-ı tam, zatında hiçbir değişiklik kabul etmeyendir, diye tabir olunur.
Muhyiddin Arabî de "Fütuhat-ı
Mekkiyye"sindeki esmâ-i hüsnânın (Allah'ın güzel isimlerinin)
açıklamasında "Samed" ismi hakkında der ki:
Hazreti Samediyyenin pekçok tafsilatını
"Mevakîu'n-Nücûm" kitabımızda uzvî kalpde tecellî-i samedanîde beyan
ettik. Bu kitapta da ondan lâyık olan kadarını inşaallah zikredelim: Bu hazret
iltica ve istinad Hazretlerindendir ki; herhangi bir emre muhtaç olan her fakîr
ona iltica eyler. Zira bilir ki, muhtaç olduğu şey bu hazrettedir. Şu halde bu
hazretin ğınası, kendisine muhtaç olunan bu işler iledir. Samed anlamının
içinde "Muhakkak ki Allah alemlerden müstağnidir." (Âl-i İmran 3/97)
buyurulan ğınay-ı nefsî var mı, yok mu? Buna bu konuda ihtiyaç duyulmaz. Bu
hazrette ihtiyaçlarının giderilmesini bekleyen fukaranın fakirliğine sebep olup
da muhtaç oldukları işler onun katındaki hazinelerde var mıdır? Önemli olan
bunu bilmektir. Nitekim "Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiçbirşey
yoktur." (Hicr 15/21) âyeti bunu açıklamıştır. İşte gerçekte samed bu
hazretin aynıdır, başka değildir. Hak Teâlâ katında her şeyin mutlaka
hazineleri vardır ve bundan dolayı da O Samed'dir. Lakin o hazineler değişmez
bilgiler (malûmat-ı sabite)den ibarettir. Çünkü onlar O'nun katında sabittir.
O, onları bilir ve görür ve bütün içindekileri de görür, bildiği ve gördüğü içindir
ki onlardan dilediğini vücuda getirir, açığa çıkarır, dilediğini de bırakır.
Onlar O'nun hazinelerinde olmakla onlara sınır ve miktar hayal edilir, halbuki
sonlu ve sınırlı değildir, sonsuzdurlar. İşte fakirler fakiri o hazinelerde
gizli kalmış olan varlıklardır. Çünkü onlar o hazinelerden açığa çıkmak ve
gerçek varlık âleminde görünmek isterler ki, kendilerini aynen ve zevken
görsünler. Çünkü onların vücuda çıkarılanlarında olduğu gibi, henüz icad
edilemeyenlerine muhtaç olma sürekli kılınmıştır. Bundan dolayı mevcut olan da
henüz mevcut olmayana vekaleten Allah'ın onu icadına aynı şekilde muhtaçtır:
Mevcut olan o hazinedekine, vücuda gelmeye
muhtaç bulunması hususunda yardımcı gibidir. Ve bu ihtiyaç insanın yanında
olmayan bir şeyi, o hazinelerden istemesi, yani yanında olmasını istemesi ve bu
isteği kendi içinde ve vicdanında duymasıdır. Şunu bilmeli ki; Cenab-ı Hak
katındaki hazineler iki türlüdür. Bir nevi, varlık âlemine çıkmak üzere olan
hazâin-i vücûdiyyedir. Mesela, Zeyd'in yanındaki bir şey, bir mal, bir at, bir
cariye veya bir uşak, bir ev veya bir kumaş veya herhangi bir şey olabilir.
İşte Zeyd o şeyin hizanesidir, o şey de mahzûnudur. Aslında her ikisi de Allah
katındadır. Çünkü varlıkların hepsi Allah'ın elindedir. Şimdi Amr, Zeyd'in yanındaki
o şey her ne olursa olsun, onun kendi yanında olması için Allah'a muhtaç ve
müftekir olur. Allah da o şeyi ona bağışlamayı, satmayı veya ondan hoşlanmayıp
kurtulmayı Zeyd'in kalbine ilham eder de onu Amr'e verdirir. İşte bunun gibi
herşey Hakk'ın katındaki hazinelerdendir. Bütün âlem hep bu şekilde birbirinin
hem hazineleri, hem de kendisi aynen bekçisidir. Buna göre âlem bütünüyle
saklanacak şeylerin hazinesi ve bir hazineden bir hazineye dönüp dolaşmasıdır.
Ondan hiçbir şey ait olduğu hazinenin dışına indirilmez, hepsi Allah'ın indinde
koruma altındadır. Bütün hazineler ve hazine bekçileri Allah'ın olduğu için
gerçekte âlem onun içinden hiçbir şeyin dışarıya çıkmadığı bir tek hazine
durumundadır. Çünkü hepsi de Allah'ın elinde ve O'nun katındadır. Bundan
dolayıdır ki, her konuda iltica olunacak ve başvurulacak Samed ancak O'dur.
Mütevekkil olanlar tevekkül ettikleri şeye tevekkül etmeleri halinde o Samed
Hazretine tutunurlar. Kimi Allah'a tevekkül eder, kimi de o esbaba tevekkül
eder. Şu kadar var ki, esbab (sebepler) kendilerine sarılan ve sığınanlara çok
kere hainlik eder. Hak Teâlâ ise kendisine sığınıp tevfiz-i umûr edeni
(işlerini ısmarlayanı) muhakkak selâmete çıkarır. Bütün hazineler O'nun katında
olduğu, senin de o hazinelerden biri olarak yine O'nun mülkü bulunduğunu
bilirsen kalbin O'na güvenmiş olacağı için O senin yanında, sen O'nun
yanındasın demektir. O halde sende de Samed'den bir nasip vardır. Çünkü Allah'a
marifet ancak senin hâdis varlığınla mümkün olur. Bundan dolayı söz konusu hâdis
marifette O seni kasteder. O hâdis marifet ancak seninle açığa çıkar, ancak
seninle açığa çıkan şeyde ise samed sensin demektir. Bu sana ve senin kendisi
için husule geldiğin zata bu mertebe bu Hazretten sana da hasıl olmuştur. Lakin
Rabb'in yasağında dur, onu iyi düşün. Namazda kıblene sütre yapacağın şey
hakkında Resulünün dili üzere buyurduğunu iyi düşün> ki, o şeyi sağa veya
sola biraz meyil ettiresin de onu amaç edinmeyesin, yani o sütreye doğrudan
doğruya meyledip, düpedüz onu kastetmeyesin ve ona teveccüh etmeyesin. Bu senin
gayret-i ilâhiyyendendir. O, kendisinden başkasına doğrudan doğruya samd ile
kasd ve teveccüh gösterilmesini istemez. Maamafih bunda fiil ve olmada dahi bir
bakıma samediyyeti isbat vardır ve işte şeriat sahibinin işaret eylediği bu
kadarı müminin samediyyetten nasibidir. Cahil doğrudan doğruya sebeplere kasd
ve teveccüh eder, onlara bel bağlar da, biraz sağa veya biraz sola meyille
ilgili kaziyyenin aksine hareket eder, sütreyi Hakk'ın samedaniyyeti yerine
koyar. Halbuki Peygamber efendimiz, ancak sütrede sağa veya sola meyletmeyi
meşrû kılmıştır. Çünkü sütre sebeptir. Sağ ile kuvvetli sebebe, sol ile de
zayıf sebebe tevessülü tenbih eylemiştir. Allah'dan külliyet ile çıkan sebep
sahib-i yeminidir yani kuvvetli sebeptir. Hakk'a teveccühte onun diğer
sebeplere tercihan sağa, sağ başa alınması ve önde tutulması meşrûdur. Hak'dan
kendisine bir burhan, bir bârika (şimşek) gelmiş olan kimsenin sebebe itimad
etmesi zayıftır da, o sebebi sol tarafa almıştır. Zira sebebi isbat etmek gereklidir,
bununla beraber onun kasdı ve yönelişi doğrudan doğruya Allah'adır.
"Yoktur samed olacak, Allah'dır ancak". Şunu iyi bil ki, bütün
bunlarla sana nasihat eyledim ve tenbihte bulundum. "Ve Allah doğruyu
söyler ve doğru yolu gösterir." (Ahzab, 33/4).
Samed ism-i şerifi konusunda doğrudan doğruya
kasıt ve sığınma mânâsının hakiki ve izafî yönlerini bütün incelikleriyle
anlatan Şeyh'in bu açıklamasını anlayabilecekler için insanlık marifet ve
vazifesinin Hakk'dan başka hedefi olmamak lazım geldiğini tebarüz ettirmesi
bakımından cidden güzel bir nasihattır. Bu açıklama Samed ism-i şerifinin,
kulların ihtiyacı açısından "bütün ihtiyaçlarda masmûd-i ileyh"
mânâsının izahıdır. Masmûd-i ileyh olmakta iltica ve istinad olunmak anlamı,
bunun için de gına, yani zenginlik bulunma anlamını gerekli kıldığndan, Şeyh
açıklamasında bunu tebarüz ettiriyor. Bunlar güzeldir. Ancak iki önemli noktaya
dikkat çekmek gerekiyor: Birisi ğına konusunda "Muhakkak ki, Allah
âlemlerden müstağnîdir." (Ankebut, 29/6) âyeti gereğince sıfat-ı selbiyye
olan "ğına-yı nefsî"yi mülahazaya ihtiyaç duymamıştır. İkincisi de
"Hazineleri yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur..." (Hıcr, 15/21)
mânâsıyla sıfat-ı sübûtiyye olan ğınayı mülâhaza ettiği halde bunda hem her
şeye mâlik olmak, hem de her birinden birer tane olarak bütününün birden
hazinesine mâlik olmak şeklinde değil de, her birinin sonsuz hazinelerine mâlik
olmak mânâsı açıkça belli ve bunda da ğına-yı nefsî mânâsı daha belirgin iken,
Şeyh muhtaç olunan şeylerden birine veya birkaçına mâlik olmayı samediyyet
mefhumunun izahı için yeterliymiş gibi göstermiştir. Bundan dolayıdır ki,
yaratılmışlar ve sebepler âleminde bir yönüyle de olsa kısmî bir samediyyet
mülâhaza etmiştir. Halbuki samediyyet yalnızca bazı ihtiyaçlarda maksud ve
hedef olmak demek değildir. Bütün ihtiyaçlarda hedef ve son merci olmaktır.
Bundan dolayı sözlük anlamını açıklayanlar, hem müntehelcümû (çoğulların sonu)
anlamıyla bütün ihtiyaçlarda masmûdiileyh (kendisine muhtaç olunan) diye tasrih
etmişler, hem de "Üstünde hiç kimse yok" kaydına tenbih
eylemişlerdir. Ayrıca "O öyle bir seyyiddir ki, seyyitlik kendisinde son
bulur." demekle de reislikte sınır olan ekmeli dile getirmişlerdir. Hasılı
Samed sözünde bizim "som" tabir ettiğimiz şeyde olduğu gibi, bir
tamlık ve eksiksizlik anlamı vardır. Bundan dolayı kasd anlamına kullanıldığı
zaman da maksuddaki kusursuzluğu ve mükemmelliği ifade eder. Halbuki ğına-yı
nefsî yani istiğna-yı zatî bulunmadan ğına-yı tam da bulunmaz, son olma söz
konusu olmaz. Ğınayı tam bulunmayanda hazinelerine kendisinin ihtiyacı var
demek olacağından cimrilik tasavvur olunabilir, ondan atâ ve ihsan umulmaz.
Ayrıca ğına-yı nefsîsi olmayanda tam izzet de bulunmaz. Mağlup edilmek, izin ve
müsaadesi olmadan hazinelerindeki cebren alınmak, hatta kendisi ortadan
kaldırılıp yok edilmek de mümkün olur. O halde bizzat maksud ve sığınılan
kendisi olamaz ve "O'ndan başkası doğrudan doğruya kastedilmez."
mânâsı da gerçekleşmiş olmaz. Bundan dolayı Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette
"Herkesten müstağni, herkes kendisine muhtaç" diye istiğna-yı tam
tasrih olunduğu gibi, Keşşaf ve İbni Sina da buna işaret eylemişlerdir. Fakat
Muhyiddin Arabî sadece tam mânasıyla hakiki samediyyeti değil de ilâhî
hazinelerden olan samediyyeti sonradan olma marifet açısından Allah'ı tanımak
için delil olarak ele almış, varlık ve sebepler âleminde, özellikle insanın
kendisinde bir bakıma maksud olan nisbî ve izafî samed mânasını dahi anlatmak
istediği ve örfte buna da samed denmek söz konusu olduğu cihetle bunda ğına-yı
nefsî mülâhazasına lüzum görmemiş ve ihtiyaç bulunan bir emrin bulunması
mânâsıyla samediyyetin Allah'a mahsus olduğunu, "Hepsi Allah'ın elinde ve
hepsi Allah'ın yanındadır, her zaman ve her işte iltica ve itimad edilecek
samed ancak O'dur, sebepler kendisine güvenenlere çoğu zaman hıyanet
eder." diye ihtarda bulunmuştur. Varlık ve sebepler âleminde bulunan bir
bakıma samediyyet nasibi ile samediyyet iddia olunmaktan ve ona samed
denilmekten de nehyetmiştir. Küllî veya cüz'î sebebi ihmal etmemek, külliyetine
veya cüziyyetine göre ona kuvvetli veya zayıf meylin meşrû olduğunu söyleme ile
beraber Allah'dan başkasına tam bir bağlılıkla güvenmemeyi ve yönelmemeyi,
namazdaki kıble ve sütre meselesini bütün işleri için örnek tutarak, sebepleri
bazan sağa, bazan sola alarak bütün varlığıyla kasd ve niyyetini doğrudan
doğruya Allah Teâlâ'ya doğrultmak gereğini tenbih ve nasihat eylemiştir.
Bununla yüce sözündeki kasrın manâsına da işaret eylemiştir zira burada
mârifedir. Müsnedin marife olması da kasr ifade eder. Bunun mânâsı sizin samed
denince anladığınız, tanıdığınız, kasdettiğiniz hakikat bütün yönleriyle
Allah'a mahsustur, demek olur. Bu takdirde Allah'dan başkasına samed denilemez.
Ve "lâm-ı tarif" ahd-i cinse yüklenmiş demek olur. Fakat lâm ahd-i
haricîye yüklenmek daha uygundur. Bu takdirde ise samed denilince daha üstünü
tasavvur olunamayacak şekilde her zihinde şimşek gibi çakacak olan en mümtaz
mânâsıyla belli bir tek samed vardır, o da Allah'dır, demek olur. Bu ifadede
mutlaka samed isminin Allah'a kasrı yoktur. Allah'tan başkasına da herhangi bir
yönden samed denilebilir. Nitekim Arapça'nın kullanılışında da böyledir. Ancak
burada "en mükemmel" mânâsıyla ve ehadiyyet vasfı ile sıfatlanmış
olarak Allah'ın isimlerinden bir isim olarak O'na mahsus olur ki, İbnü Esir, "Nihaye"de
bu mânâları şöyle özetlemiştir: Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan Essamed,
suvded kendisinde son bulan seyyiddir, seyyidliği de daim ve bakîdir,
denilmiştir. yani "içinde boşluk bulunmayan" da denilmiş, ayrıca
"O ki bütün ihtiyaçlarda kendisine yönelinen" de denilmiştir. Bu
anlamda samed maksûd demek olur. Hz. Ömer'in şu hadisi de ondandır:
"Ensabı, yani nesebleri öğrenip de onlara ta'netmekten sakınınız, canım
kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: Şu kapıdan ancak samed olan çıksın
desem pek azınız çıkardınız". Bu sözde samed suvdedinde müntehi olan, yani
efendiliğinde, şeref ve haysiyetinde, yahud beyliğinde son dereceye yükselmiş
olan demektir, yahut ihtiyaçlarda kendisine başvurulan ve kendisi kimseden
birşey beklemeyen demektir. Muaz b. Cemuh hadisinde Ebu Cehl'in katli olayında
"Onun için samdettim, demesi de onu kasdettim, hem kollayıp durdum, boş
bulunacağı anı bekledim." demektir. Hz. Ali hadisinde "Size Hakk'ın
amudu tecelli edinceye kadar samden samda" denilmesi de yine bu
anlamdadır.
Görülüyor ki, Hz. Ömer'in sözünde samed nekre
olarak insanlar hakkında da kullanılmıştır. Kavmin reisi anlamına samedülkavm
denilmesi de bu yüzdendir. İşte Muhyiddin Arabî bunun bir bakıma sabit olan
izafî bir samediyyetten nasib olduğunu ihtar ve tam mânâsıyla samediyyetin
Allah'a mahsus olduğunu beyan eylemiştir. Bu ise ğına-yı tammı ifade etmek için
ğına-yı nefsîyi de içine alır. Fahreddin Razî de samedi bazılarının sıfat-ı
sübûtiyye, bazılarının da sıfat-ı selbiyye olarak yukarıda zikredildiği şekilde
ve olarak esaslı iki lügat mânâsı üzerinden onsekiz mânâya kadar tefsir
ettiklerini ve onsekizincisinin de "eksilmeden, artmadan, teğayyürat ve
tebeddülata uğramaktan, zamandan ve mekândan ve cihetlerden münezzeh" diye
ifade edildiğini anlattıktan sonra der ki: Üçüncü vecihte lâfzının bütün bu
mânâların hepsine hamledilmesidir ki, bunu da içine alır. Çünkü Allah'ın
zatının vücûbuna delalet etmesi açısından bütün selbî sıfatlara ve Allah'ın
mübdi-i küll (her şeyi yaratan) olduğuna delalet etmesi açısından da O'na ait
sıfat ve özelliklerin hepsine delalet eyler. İkinci meselede demek varlık
âleminde Allah'dan başka bir samed olmadığını gerekli kılar. Bütün ihtiyaçlarda
kendisine yönelinen ve zatında değişiklik kabul etmeyen diye tarif olununca da
varlık âleminde Allah'tan başka böyle bir mevcut bulunmaması lazım gelir. Şu
halde bu âyet tek başına Allah'tan başka bir ilâh olmadığına delalet eyler. O
halde "Allah ehaddir" demek, Allah zatında hiçbir şekilde, ne terkip,
ne telif bulunmaması anlamına bir olduğuna delalet eder. "Allah
Samed'dir" ifadesi de ortaklıkları ve karşıtları nefiy ve red anlamında
bir olduğunu dile getirir.
Âyette cevabı verilmesi gereken bir iki soru
daha kaldı: Niçin ehad nekire, (belirsiz) essamed marife (belirli) olarak
gelmiştir? Bazıları demişlerdir ki; nefiy ve adedin dışında "ehad"
Allah'dan başkası için kullanılmadığından dolayı bu anlamda marife hükmünde
olduğundan, onu harf-i ta'rif ile marife yapmaya lüzum yoktur. Lakin
"samed" öyle değildir, çünkü Allah'tan başkaları için de kullanılır.
Razî de bu sorunun cevabında şöyle demiştir: Çoğunlukla halkın vehminde her
varlık hissedilir cinstendir. Halbuki her hissedilen varlığın parçalara
ayrılabilir olduğu da bir gerçektir. Onun için hiç bölünme kabul etmeyen bir
varlık genellikle hakkın hatırına gelmez, ama samedin ihtiyaçlarda kendisine
başvurulan en üst derecedeki yetkili olduğu Araplarca ve daha başkalarınca
bilinir. Nitekim "Eğer sen onlara, kendilerini kimin yarattığını soracak
olursan, onlar elbette Allah diyecekler." (Zuhruf, 43/87) buyurulmuştur.
İşte ehadiyyet çoğunlukla insanlarca bilinmeyen ve belli olmayan, samediyyet
ise bütün insanlarca bilinen bir anlam olduğu için, ehad nekire olarak, samed
de o samed anlamına marife olarak gelmiştir.
Bunu şöyle açıklamak bizce daha iyi olacaktır:
Müşrikler Allah'ı ve ulûhiyetini tanıyorlarsa da O'nun ulûhiyette birliğini,
yani ehadiyyetini tanımıyorlardı. Allah isminin ve ulûhiyetinin birliği
gerektirdiğini bilmiyorlardı. Bundan dolayıdır ki, çeşitli dileklerini,
ihtiyaçlarını değişik değişik tanrılardan istiyorlar ve herbir ihtiyaç için
farklı derecede samedler düşünüyorlardı. Ulûhiyyetin bir samediyyet ifade
ettiğini, ilâhın mabud demek ve en baştaki maksud demek olduğunu biliyorlarsa
da en baş olmanın birliği gerektirdiğini ve bütün maksatların, bütün
samediyyetin bir tek maksudda, bütün kainatın yaratıcısı olan bir tek ilahta
toplanacağını ve buna göre maksat ve dileklerinin hepsini bir noktada, bir
kelimede birleştirmek lazım geldiğini bilmiyorlardı. Bundan dolayı da bir
hedefte, bir mercide toplanması ihtimali olmayan muhtelif gönüllerle türlü
türlü mabudlar, başka başka samedler arasında niza' ve didişme içinde bocalayıp
duruyorlardı. Yine bundan dolayı "Allah var, başka ilah yok."
denildikçe "Bütün ilâhları bir tek ilâh mı yapmış, bu gerçekten şaşılacak
bir şey?" (Sad, 38/5) diyorlardı. İşte ulûhiyetin her bakımdan gerçek
vahdeti icap ettiğini bilmediklerinden dolayı o haber verilirken önce işin
önemini belirtmek üzere zamir-i şan ile başlayıp "O Allah birdir."
diye ehad kelimesi nekire olarak haber verilmiştir: "Siz bu büyük hakikatı
bilmiyorsunuz, haberiniz olsun ki, Allah bir tektir." demek olur. Buna
karşılık, bizim bildiğimiz, gönüllerimizde duyduğumuz bu kadar çok ve çeşitli
ihtiyaçlara, türlü maksatlara bir tek Allah nasıl yetişir, nasıl kâfi gelir?
şeklinde bir tereddüde düşülmemek için de hemen arkasından her ihtiyacı
karşılayacak, her işi bitirecek, her maksada erdirecek, eksiksiz, som, ğani,
yegane maksud ve yegane merci'in ancak Allah olduğu anlatılmak üzere hasr ve
tahsis ifade etmek için lâm-ı tarif ile şeklinde diye buyurulmuştur ki, şöyle
demek olur: "O sizin bildiğiniz, tanıdığınız, düşündüğünüz ve
düşünebileceğiniz muhtelif maksudların, samed adı altında daha yükseği
yoktur." diye anladığınız çeşitli gayelerin hepsi, herşeyin hâlıkı, bütün
kâinatın ve herşeyin yaratıcısı ve mercii olan Allah Teâlâ'nın samediyyetinde
birleşir. Tam mânâsıyla samediyyet ehad olan o Allah'a mahsustur. O hiç
eksiksiz maksud-ı küll olan yegane sameddir. Çünkü ortağı olan ve ehad olmayan
gerçekte samed de olamaz, samed olmayan da ilâh ve mabud olamaz. Bunu böyle
anlamak için de "samed" kelimesinin lügatte ve örfte bilinen
mânâları, lafz-ı müşterek (ortak lafız) olarak her iki anlamını da içine alacak
şekilde genel anlamda değil, önce umumî mecaz olarak "samed denilen ne
varsa" anlamıyla, ikinci olarak da selbî ve sübûtî en yüksek kemâl olan
bütün gerekleriyle maksat ve muradların son gayesi ve hedefi sayılmak üzere iki
mertebeli mecaz olarak şeriât dilindeki hakikat mânâsı esas alınarak mülahaza
edilmek lâzım gelir ki, işte zikrolunan bütün tefsirlerin hepsi esas bu maksadı
izah içindir.
Burada şunu da söyleyelim ki, tefsir
alimlerinin birçoğu samedin tefsirinde seyyidi zikretmişler, birçoğu da bunu
gözardı etmişlerdir. Bunun sebebi Allah Teâlâ'ya "seyyid efendi,
reis" denilip denilmeyeceği konusundaki ihtilâftır. Bununla beraber bir
sahih hadiste "Asıl seyyid Allah'tır." diye varid olduğundan dolayı
Süheylî demiştir ki, Muzaf olarak (isim tamlaması olarak) Allah'a seyyid
denilemez. Mesela: Meleklerin seyyidi, insanların seyyidi, âlemlerin seyyidi
v.s. denilemez. Zaten halkın seyyidi, kâinatın veya mahlukatın seyyidi
denildiği zaman da Resulullah Efendimiz anlaşılır. Sonra halkın ihtiyaç ve
dileklerinde Allah'a yönelmesi iradî, tabiî veya fıtrî olarak yönelmekten daha
geniş anlamlıdır. Çünkü niteliklerin hepsi, mümkün olan gelişme ve kemallerinin
meydana gelmesini talepde Allah Teâlâ'ya yönelmiştir: "Hepsi dua ve
tesbihini iyice bilir." (Nûr, 24/41) buyurulmuştur. Allah Teâlâ, hem
mübdii küll, (herşeyin yaratıcısı) gaye-i külldür (son amaçtır). Onun için
evvel ve âhirdir. Şu halde bu iki âyette bu iki noktanın Allah'ın zatının
tekliğinde birleştiğine tenbih vardır. Şu halde ikinci soru: O halde
"Allah" yüce isminin her iki âyette de ve diyerek iki defa tekrarında
ne fayda vardır? diye sorulursa, bunda zikrolunan tenbihten başka birkaç fayda
daha vardır:
Birincisi: Önceki sualin cevabından
anlaşılacağı üzere haberlerin birinin nekire, birinin marife olarak
getirilmesindeki faideyi sağlamaktır. Zira tekrar edilmese iki haberin ya
ikisinin birden nekire, ya da ikisinin birden marife olması gerekirdi.
İkincisi: Her iki haberden her ikisinin de
doğrudan doğruya isminin Allah olduğuna tenbih vardır. Onun için isim tekrar
edilerek atıf yapılmıştır.
Üçüncüsü: Ehad ile es-Samed vasıflarından her
birinin tayin ve tesbiti aynı zatta başlıbaşına birer özellik olduklarına
tenbih etmektir. Onun için ikincisinde özellikle diye sadece zamir ile
yetinilmemiştir.
Ayrıca üçüncü bir soru olarak da: İki cümlenin
ikisi de başlıbaşına birer maksûdu dile getirmişken, birincinin öne alınmış
olmasındaki hikmet nedir? Neden ehadiyyetle ilgili cümle samediyyetle ilgili
olan cümlenin önüne geçmiştir? diye sorulacak olursa, bunun da hikmetinin
herşeyden önce müşriklere Allah'ın birliğini bildirmenin önemidir. Samediyyetin
ise, işaret olunduğu gibi, o birlikten kaynaklanan bir suale cevap makamında
veya ona delil olarak veyahut sonuç olarak zikredilmiş olmasıdır. Çünkü lizâtihi
ğına-yı tam (tam ihtiyaçsızlık) ile ğani ve kendisinden başka her şeyin
kendisine muhtaç olduğu anlamı, her şeyden önce O'nun birliğinin kabul
edilmesiyle mümkün olur. Böylece Allah'ın ehadiyyeti, ğına-yı tam ile
samediyyetini de gerektirmiş olur. Hasılı samediyyet cümlesi, bir bakıma
ehadiyyetin delili, bir bakıma sonucu gibi olduğundan, birinci cümleyi
pekiştiren bir cümledir.
3. Hasılı Hak Teâlâ, evvela her bakımdan
kendisine yönelinen ve saygıya hakkı olan bütün celâl ve cemâl sıfatlarını
toplamış bulunan ulûhiyyetini, sonra kendisinin herhangi bir şekilde bölünme ve
terkip kusurundan, özünde ve özelliklerinde benzerlik vehmedilmesinden
tamamıyla uzak olduğunu gerektiren ehadiyyetini, sonra da kendisinden başka
herşeyden müstağni olan ve bütün yaratılmışların var olmasında, ayakta
durmasında ve diğer ihtiyaç ve durumlarında maksatlarının hasıl olması için hep
ona muhtaç bulundukları samediyyetini beyan ettikten sonra, O'na hâşâ nesil ve
üreme isnad edenlerin: Kızları var, melekler O'nun kızlarıdır, oğlu var, İsa
O'nun oğludur, onu kendisinin ilâhlık cevherinden meydana getirdi, onu da
kendisi gibi ilâh yaptı. Şu halde "O, aynı zamanda babadır, oğuldur,
anadır, hepsi ilâhlık bakımından birdir, çünkü aynı cevher, aynı özdür."
diye ortak ve benzer iddia edenlerin bu iddialarını açıkça ve nassa bağlayarak
red ve iptal etmek üzere, ehadiyyetin ve samediyyetin ne demek olduğunu bazı
gerekleriyle açıklamak ve tefsir etmek üzere buyuruyor ki: O doğurmadı. Yani
kendisinden ve kendi zatından bir parça çıkarmadı. Allah ne baba, ne de ana
değildir. Mitoz (eşeyli) ve amitoz (eşeysiz) yolla üremiş, doğurmuş ve çoğalmış
değildir. Çünkü doğurmak, onda ona benzer yeni bir parçanın teşekkül etmesi ve
sonra da ondan ayrılması yoluyla olur, böyle bir durumu gerektirr. Bu ise onun
zatında bir taraftan terkibi, bir taraftan hudûs ve ihtiyacı, değişmeyi,
bölünmeyi gerektirir. O da sonuçta faniliği, yani bir süre sonra yok olmayı
gerektirir. Çünkü doğuran parçalanır, parçalanan yok olur. Doğurduğu şey de
sonuçta aynı duruma düşer. Doğurmak zaten bizzat baki kalamayacak olan faniler
içindir ve nevin devamıyla ilgilidir. Bundan dolayı doğurmak, kendi yerine
kalacak evladı ve nesli olmak, faniler açısından bir ihtiyaç ve istenen bir
amaç olsa da zatında her kemali toplamış olan, ehad, samed ve vacibu'l-vücûd
özellikleri taşıyan bir ilâh olan Allah Teâlâ hakkında bu bir kemal değil, tam
aksine bir eksiklik, bir kusur olur. Bütün bunlar Allah'ın ehadiyyetine ve
samadiyyetine aykırı olan ve ters düşen şeylerdir. Allah Teâlâ ehad ve samed olduğu
için bölünmez, parçalara ayrılmaz. O'ndan ne bir bölüm, ne bir cevher, ne bir
öz, ne bir madde kopup ayrılmaz, O'nun varlığının cinsi, benzeri ve nevi olmaz.
Hiçbir şeye olmadığı gibi, üremeye de ihtiyacı bulunmaz. Çünkü hiçbir şekilde
ihtiyacı, eksiği gediği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan mümkünattan
herbiri, O'nun dilemesi ve yaratmasıyla meydana gelir. Ol demesiyle olur. Bu
O'nun özvarlığından, zatından bir parça kopup çıkmak suretiyle O'ndan sudur ve
tevellüd etmiş, O'ndan üremiş demek değildir. O'nun yaratması yoğu var etmek,
ibdâ' ve îcad etmek şeklinde olur: "O bir işin olmasını murad edince, ona
ol der, o da hemen oluverir." (Bakara, 2/117) Gerçekten de mümkün olan
varlıklar illetsiz ve sebepsiz olarak hiç yoktan meydana gelmez. Nitekim Tur
Sûresi'nde "Yoksa hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar, yoksa kendileri mi
yaratandırlar?" (Tûr, 52/35) buyurulmuştur. Onun için varlıkta herhangi
bir değişiklik ve hudûs, gerek gelişmeye veya tekamüle, çoğalmaya, gerek
azalmaya ve gerilemeye doğru herhagi bir değişme, zarurî olarak bir sebebe, bir
illete delalet eder. Her hâdis yani sonradan olmuş olan herşey belli bir illete
bağlı olarak meydana gelir. Mutlaka onu yapan ve meydana getiren bir yapıcıya
muhtaç olur. İlliyet, yani sebeplilik (nedensellik) kanunu denilen bu kavram
her aklın özünde yer almış bulunan ilk temel ilkelerden biridir. Aklın zorunlu
ilkelerindendir. Bundan dolayıdır ki akıl yürütmeler, ilimler ve fenler her
olayda bir sebep (illet-i failiyye) araştırır. O olayı bir sebebe dayandırmadan
kabul ve idrak edemez. Hakiki yapıcı illet ise o illete dayalı olarak meydana
gelecek olayı doğurmaz, yok iken onu ibda' ve ihdas eder, yaratır. Zira her
şeyden önce bir yaratma ve ihdas olmadan südur ve üreme, bölünme ve öğelerine
ayrılma mümkün olmaz. Her üreme ilk başta bir ibda'a, yoktan var etmeye
bağlıdır. Doğanı doğuracak hale getiren, onda doğacak olan parçayı meydana
getirip yetiştiren, doğuma sevkeden yaratandır. Doğuran gerçek illet değildir,
doğumun mahalli, geçit yolu ve aracı, daha doğrusu geçici sebebidir. Müşrikler
yaratmayla doğurma arasındaki inceliği fark emediklerinden dolayı illiyet
kanunu, üreme (tevlid) ilkesinden ibaret zannetmişler, bu yüzden de yaratılan
yaratandan, eser müessirden doğuyor demeyi gelenek haline getirmişlerdir. Saffat
Suresi'nde "İşte sana onların iftiralarından bir tane daha "Allah
doğurdu" derler. Oysa gerçekte elbette yalancıdırlar." (Sâffât,
37/151-152) buyurulmuştur. Bununla da kalmazlar, madde ötesinde göze görünmeyen
cin, şeytan, melek gibi gizli kuvvetler ve fizik ötesi varlıkları cin veya ruh
genel adı altında mülahaza edip hepsi için onlar Allah'dan üremiştir veya
doğmuştur, onlarla Allah arasında bir nesep vardır, diyerek onları birer veya
yarımşar tanrı yapıp tapmışlardı. "Bir de Allah'la cinler arasında bir
hısımlık, bir akrabalık uydurdular. Gerçekte cinler de bilirler ki, onlar
cehenneme doldurulacaktır." (Sâffât, 37/158). Müşriklerin böyle uluhiyette
üreme fikrine saplanmaları cehalet idi. Fakat peygamberlik yoluyla Yaratıcı'yı
duymuş ve gerçek illiyetin "Yok iken yaratmak" ile olduğunu anlamış
iken sonraki devir hıristiyanlığın, uluhiyyeti baba, ruhu'l-kudüs ve oğul diye
doğurma ihtiyacı üzerine kondurmuş, O'na babalık ve çocuk isnad etmiş ve
farzetmiş olması, hiçbir şekilde dine ve dindarlığa yakışmayan büyük bir
dalalet, affedilmez bir sapıklıktır. (Bakara Sûresi'nde (Bakara, 116-117) ve
Mâide Sûresi'nde (Maide, 71,72)nin tefsirine bakınız.)
Bu sapıklığın daha garip ciheti, putperestler
Allah'a şirk koşarken yine de Allah'ı baş ilâh tanıdıkları ve ona tâlî
derecedeki diğer ilâhlardan ayrıcalık tanıdıkları ve diğerlerini daha aşağı
derecede yardımcı ilâhlar kabul ettikleri, yani ilâh diye taptıkları putlardan
hiçbirini Allah'a eşit ve ona denk saymadıkları halde, hıristiyanlar, teslîs
(üçleme) inançlarında üçün üçünü de eşit yapmışlardır. Bununla yetinmeyip üçünü
de oğulun şahsında toplamışlardır, orada birleştirmişlerdir. İşte bunların
hepsini üç bakımdan açıkça red ve iptal ile Hakk'a irşad için buyurulmuştur ki;
1. O doğurmadı,
2. Ve doğurulmadı,
3. O'na denk ve küfüv de olmadı.
Şimdi doğurmadı ve doğurulmadı ne demektir,
onu biraz açıklayalım. Doğurmadı, yani kendisi başkasını doğurmadı.
Doğurulmadı, yani kendisi bir başkası tarafından doğurulmadı, başkasından da
doğmadı. Başka bir veya ilk kökten bir parça olarak çıkıp da oğul (veled)
olmadı. O kadîmdir, sonradan olma (hâdis) değildir. Doğuran bir baba Allah veya
doğuran bir ana Allah olmadığı gibi, doğurulmuş bir oğul Allah veya doğurulmuş
bir kız Allah da değildir. Böyle doğmuş ve doğurmuş bir Allah olmadığı gibi,
olması da mümkün ve muhtemel değildir, mümtenîdir. Çünkü doğuran fani ve muhtaç
olacağı gibi doğan da kadim ve lizâtihi vacibülvücûd olmaz. Sonradan olmuş
hâdis, aynı zamanda fânîye muhtaç eksik biri olur. Ehad ve samed olan Allah Teâlâ'nın
zatında ne geçmişte ne gelecekte yokluk (adem), eksiklik, hudûs ve fanilik
bulunmaz. O ezelde ve ebedde hep birdir, hiç eksiksiz bâki ve sameddir. Bundan
şu da anlaşılır ki, O varoluşta başkasından doğmadığı gibi fikir ve bilgiden
üretilmez. Yani bir ilkeden bir mebde'den de sonuç olarak elde edilemez: Bir
bürhan, bir kural ve kanun altına da sığdırılamaz. Bütün âlem ve âlemden
çıkarılan bilgiler, fikirler, anlamlar, kanunlar ve kurallar O'nu kapsamı içine
alıp, O'na delâlet etmez. Bütün bunlar kendilerinin hâdis ve muhtaç olma
özelliğiyle önünde ve sonunda O'na olan fakirlik ve ihtiyaçlarını ilân ederek
kendi varlıklarından önce, kendileriyle beraber ve kendilerinden sonra O'nun
varlığına birliğine, bekasına ve her şeyi içermesine isteyerek öncelikle
delâlet eylerler. O'nun zatını teşhir etmezler, meydana gelişleriyle
birbirlerine O'nun sanatını duyururlar. Bundan dolayı O, herşeyden sezilir
zahir, hiçbir şeyle bilinmez batındır. Çünkü herşey O'nunla durur, O'nunla
bulunur, O'nun hidâyetiyle bilinir. "Allah göklerin ve yerin
nûrudur." (Nûr, 24/35) ve "Muhakkak ki, O herşeye şahiddir."
(Fussilet, 41/53). O'nun kendi zatını ancak kendisi bilir. O'nun ilmi de südûr
ve husûle, düşünme ve hatırlamaya bağlı bir bilgi değildir. Nitekim Hz. İsa
"Muhakkak ki, sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben seninkini
bilmem." (Maide, 5/116) demiştir. Bu açıklamalardan anlaşılır ki,
değişmeyi ve yok olmayı yani teğayyürü ve fenayı nefy ile bekayı isbat eder.
ise kendisinden önceyi ve sonradan olmayı nefyeder ve kıdemi isbat eder. Kıdem
ise bekadan daha önce akla gelen bir şeydir. Bundan dolayı burada şöyle bir
soru akla gelebilir: O halde mânâ bakımından den daha önce söylenmek gerekirken
bunun geriye alınmasına sebep nedir? Bunda iki önemli incelik vardır: Allah
Teâlâ'nın kıdemi, müşriklerce de inkâr edilmediği için önce hükmünün
açıklanması önem kazanmış, hükmü de onu pekiştirmek için bir bakıma delil
yerine kullanılmak üzere geriye alınmıştır. Zira bunlar zaten birbirinin
vazgeçilmez şıkları olduğundan doğurulmadığı kabul edilenin doğurmadığı da
itiraf olunmak gerekir.ü
İkinci incelik baba ve analığı reddediyor, de
oğulluğu nefyediyor. Hıristiyanlar üçleme inançlarında önce baba Rabb, sonra da
oğul ilâh iddia ettikleri ve babanın evladdan zaten önce olduğu için, âyetteki
nefiyde de onları redde özellikle ifade etmek üzere "lem yelid" önce,
"ve lem yûled" sonra söylenmiştir.
Bu konuda Alûsî hıristiyanların kendi
kitaplarında üçleme akidesini nasıl tasvir ettiklerini naklederek der ki, onlar
kitaplarında şöyle diyorlar: Baba, üçten birinci esastır oğul ikincidir. O'ndan
ezelî ve bir südûr ile ezeliyyette ona eşittir ve ezeliyetle sadır olmuştur.
Ruhu'l-kudüs üçüncü esastır, o da ilk ikisinden öyle sadır olmuştur. İlâhlık
tabiatı ise bir tabiattır ve bu tabiat üçten her birinde de vardır, her biri
beraber olarak o tabiatle ittihad etmiştir. Bununla beraber bir tek cevher
değil, üç ayrı cevherdirler. Yani baba aynı zamanda oğul değil, oğul aynı
zamanda baba değil, o ikisi de rûhulkudüs değil, rûhulkudüs de baba veya oğul değiller.
Ancak yine de her üçü de birer ilâhtırlar. Çünkü üçünün de birer lâhutu, birer
cevheri ve bir ilâhlık tabiatı vardır. Aralarında farklılık bulunmakla beraber
her biri ilahlık özelliğinde beraberdir. Birinci esas; cevherî vücûdî vâcib,
ikincisi; cevherî akıl, ki buna ilim dahi denilir, üçüncüsü; cevherî irade ki,
buna muhabbet dahi denilir. İşte Allah üç ayrı esas cevherin bütünüdür. Öyle
ki, üçü de hakiki temayüzle temayüzleri üzeredir. Bazen de ona izafîlik ıtlak
ediyorlar, yani birbirlerine izafetle diyorlar; bir cevher ve bir tabiat Allah
odur ve ondan gayrisi bulunuyor değildir, belki her ne dahil ise zatının
aynıdır. Ayrıca diyorlar ki, Allah'ta dört izafet vardır: Birincisi önceki
esasta düşünmenin faaliyetidir. İkincisi, babanın aklının sureti olan oğulda,
yani ikinci esasta düşünmenin fiilen meydana gelmesidir. Üçüncüsü; irade
kendilerinin olan birinci ve ikinci esasta kendiliğinden coşma "inbisak,
inbi'âs" (spontaneite) failiyetidir. Dördüncüsü; birinci ve ikinci esasa
âid ilâhî irade sevgisi olan üçüncü esasta o coşmanın mefûliyetidir. Ve
diyorlar ki: İlâhî esaslarda fâiliyet ve mefûliyet tabiri tevessü (genişleme)
yoluyladır. Yoksa babada oğul tarafına doğru fâiliyet babalıktan başka
değildir. Baba ile oğulda rûhu'l-kudüs tarafına fâiliyet bunun südûrunun
onlardan başlamasından başka bir şey değildir. Oğul ve rûhulkudüste mefuliyet
ise oğulda oğulluktan ve rûhu'l-kudüste de coşuştan başka bir şey değildir.
Yine diyorlar ki; gerçi bunlar beşerin akıl ve algılama gücünün üstünde olan
şeylerse de bunların hepsine iman etmek vaciptir. Şöyle sanıyorlar ki: Bu üç
uknumun Havarilerden öğrenmiş oldukları bir takım isimleri de vardır: İlâhî
varoluşta birinci esasa baba denir, ikinci esasa oğul, kelime, hikmet, nûr,
ziya, şuâ denir, üçüncü esasa da ruhu'l-kudüs, muğri (kışkırtıcı, heyecana
getirici) denir ki, Yunanca eraklit (heraclitedes) dediklerinin mânâsı imiş.
Bu isimlerin verilmesinin sebebini açıklamak
için de şöyle demişlerdir. Çünkü birinci esas bir menba ve mebde durumundadır.
Kendisinden südûr etmiş olan ikinci esasa akıl fiili olan ve fâiline benzemeyi
iktiza eden bir fiil ile bütün varoluş özelliklerini ve cevherini vermiştir.
Öylesine vermiştir ki, onun ilâhî cevherinin bir sûreti olan ikinci esas ona
tam bir eşitlik ile eşit olmuştur. Doğurmanın haddi ve hududu, bir dirinin bir
diriden unsur ve tabiatına benzemeyi gerektiren bir kaynaktan südûr etmesi
demektir. Burada böyle ve belki daha da açık seçiktir. Çünkü ikincide ilâhî
tabiatın kendisi aynen bulunuyor. O halde öncekine baba denilince, ikinciye
oğul denilmesinde bir bid'at olmaz.
İkinciye kelime denilmesi, bu üremenin bir
hayvan veya bir nebatta olduğu gibi doğurma değil, akıl fiili ile olmasından
dolayıdır. Yani, babanın lâhûtunu tasavvuru ve onu anlaması yoluyladır. Şeksiz
ve şüphesiz o sûret kelimedir. Çünkü kelime aklın anlaşılması ve düşünmesidir.
Ona hikmet denilmesi de doğrudur. Çünkü o, babadan ilâhî aklının fiili ile
doğmuştur, o ise hikmettir. Ona nûr, şu'a ve ziya denilmesi de yerindedir.
Çünkü hikmet her nerede bulunursa onunla eşyanın hakikatlarının marifet, nûr,
ziya ve şuâ gibi inkişafları hasıl olur. Üçüncüye ruhu'l-kudüs denilir, çünkü o
baba ile oğuldan ikisinin bir olan irade fiiliyle südûr etmiş ve onlardan bir
fiil ile coşmuştur ki, bu fiil iradenin sevgi ile sevgilisine doğru heyecanı
gibidir, ve o Allah sevgisidir. Allah kendisi de sırf ruhtur, tekaddüsü
(kutsallığı) de onun aynıdır. Ayrıca birinci ile ikinciden her birine
"ruh" denilmek için bir vecih vardır, çünkü ittihad vardır. Lakin
birinci rütbesine ve ikinciye olan izafetine delalet eyleyen bir isim ile
"baba", ikinci de aynı şekilde öyle bir isim ile "oğul"
diye anıldığı için müşterek olan isim üçüncüye tahsis edilmiştir. Ve her ne
kadar bunda da ibin gibi oğul tabiatı ve cevheri varsa da buna oğul denilmiştir.
Çünkü bu babadan fâiline benzemeyi gerektiren fiil-i akıl ile sadır olmamış,
irade fiili ile sadır olmuştur. Onun için birinciden ikinci, Âdem'den Habil
gibi, üçüncü de Havva gibidir, hepsi de bir hakikattır. Lâkin Habil'e oğul
denilir de kız denilmez. Buna kışkırtıcı denilmesi de şundandır, çünkü bu
Havarilere gelip de Mesih aleyhisselâmın yokluğundan dolayı onlar kışkırtmaya
hazır bulunuyordu.
Fâiliyet ile mefûliyete gelince; bunlar
hakikaten mevcut değildirler: Babalık ve oğulluk onları sonradan yaratılmışlarda
olduğu gibi olmayı gerektirmez. Bundan dolayı sonradan olmuşlarda babaya oğlu
için illet ve sebep denilirse de burada denilmez. Bundan dolayı üç esas, cevher
ve zatta ve ibadete hak kazanmada ve fazilette eşittir, diyorlar. Bununla da
kalmıyorlar, ayrıca sanıyorlar ki, ikinci esas olan "kelime" cesed
kazanıp ruhu'l-kudüs kuvvetiyle Meryem-i Betûl'ün (temiz Meryem'in) kanından
eşref-i eczasıyla (en şerefli cüzleriyle) ittihad eylemiş, ondan dolayı Mesih
insanlık ile kelimeden mürekkep olmuş ve kelime ile ittihadıyla beraber
yeryüzünden de çıkmamış, teğayyür etmemiş, çünkü birleşmenin varıp varacağı son
had bu imiş. Onun için kelime bakımından da ittihada mani bir durum yokmuş.
Böylece zannetmişler ki: Mesih aleyhisselam hem tam bir ilâh, hem de tam bir
insandır. İki tabiat ile iki meşiyyet sahibi ve ikisi de ilahî bir uknum olan
kelime ile kaimdir. Bundan dolayı ona hem ilâhî sıfatlar, hem beşerî sıfatlar
ikisi birlikte verilebilir, ancak ayrı ayrı iki bakımdan. Ayrıca bu kadarla da
kalmamışlar, tanbura bir nağme daha ilâve edip demişlerdir ki: Mesih bir gün
Havarilere bir ekmek yedirdi ve bir şarap içirdi de "benim etimi yediniz,
kanımı içtiniz de işte benimle birleştiniz, Ben ise baba ile birleşik
durumdayım ilh..." dedi. Daha bunu gibi kilisenin yaydığı efsaneler ki,
bunları tek tek sayıp dökmeye gerek yoktur. İşte bu tantanaların batıl şeyler
olduğu hakkında Kur'ân'da ve bu cümleden olarak Maide Sûresi'nde
"Yahudilerle hıristiyanlar dediler ki; Biz Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz. Sen de onlara de ki; peki Allah öyleyse size günahlarınızdan
dolayı neden azab ediyor? Doğrusu siz O'nun yaratıklarından birer
beşersiniz..." (Maide, 5/18), "Allah Meryem oğlu İsa'nın kendisidir
diyenler elbette kâfir olmuşlardır." (Maide, 5/71), "Allah muhakkak
ki, üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır." (Mâide, 5/72),
ve Kehf Sûresi'nin baş tarafında "Allah çocuk edindi, dinleri uyarmak için
indirdi (bu kitabı). Bu konuda ne kendilerinin, ne de atalarının bir bilgisi
vardır. Ağızlarından çıkan o şey ne korkunç bir kelimedir. Yalandan başka
birşey söylemekteler." (Kehf, 18/4-5) buyurulmuştur.
Bu anlatılardan şu iyice biliniyor ki, onlara
göre, "Allah Mesih'dir" denilmekle "Mesîh, onun oğludur"
denilmek arasında fark yoktur ve onun için bu gibi iddiaların hepsi Kur'ân
âyetlerinde hep onlara isnad edilerek ifade olunmuştur. Tefsir ve kelâm
âlimlerinden birçoğunun dedikleri gibi, her birini onlardan bir mezhebin
görüşüymüş gibi ele almaya hacet yoktur.
Demek ki, önce hiçbir şeyden südûr etmemiş
olan, varlığı da lizâtihi vacip olan, mebde-i evvel (ilk başlangıç) ve ezelî
bir gerçek zat vardır. Allah da işte O'dur. Ulûhiyet de ancak O'nun hakkı olmak
lâzım gelir. Çünkü o hiçbir şeyden sadır olmuş, doğmuş veya üremiş değildir.
Ondan başka herşeyin varlığı ona dayanmaktadır. İlim, irade, kudret ayrı ayrı
birer zat değil, onun bir olan zatiyle kaim bulunan ezelî sıfatlarından olmak
gerekir. Bu sıfatları ayrı ayrı birer ilâh değil, "Vâcibu'l-Vücud"
olan Cenab-ı Hakk'ın ilâhlık vasfının vazgeçilmez birer özelliği ve ezelî
sıfatları diye tanıtmak aklen ve naklen en açık bir hakikat iken hıristiyanlar
bunları akıl ve irade fiiliyle aynı tabiatte doğmuş birer zat olarak ortaya
koymakla da kalmayıp, bunları yeniden tevhîd etmek için zarfı zarf içine kor
gibi birbiri içinde, hepsi yine her biri içinde eşit ve içiçe girmiş olarak,
ayrıcalıklı olmakla beraber birleşik, südûr etmiş olmamakla beraber südûr etmiş
veya aksine sudûr etmiş olarak etmemiş, bir iken üç, fakat üç iken bir olmak
gibi türlü tenakuzlarla ve anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz çelişkilerle dolu bir
teslis inancı tutturarak akıl ermez, sırlarla dolu ulûhiyeti üç zat olarak bir
kelime ile İsa'ya, ondan da onun ilâhlığına inanmak için akıllarını fedaya
kadar vardırmışlardır. Haçı da güya o sırrın tecessüdüne bir remiz (sembol)
yapmışlardır. Böylece hem şaşmışlar. hem şaşırtmışlardır. Böylece Allah'ın
zatına ve işine akıl ermeyeceğini ve ancak O'na inanmak lâzım olduğunu anlatmak
istemişlerdir. O'nun için kendileri de bu üçlemin aklen anlaşılmaz bir sır
olduğunu ve ancak havarilerden dolayısıyla İsa'dan ve Allah'dan böyle alınmış
olduğundan dolayı buna inanılması ve hayretle sevilmesi gerekli bir inanç bir
akide (düğüm) olduğunu söylemişlerdir. Oysa akıl ermemek, idrak ve ihata
edememek, kavrayamamak ve bilememek başka bir şey, kabul edilmesi mümkün
olmayan açık seçik çelişkiyi görüp de bu akla uymaz demek yine başka bir
şeydir. Bunda akıl ermiyor değil, ermiştir ve bunun çelişki olduğunu anlayarak
geçersiz olduğuna hükmetmiştir. Bütün bunlardan maksat Allah Teâlâ'nın zatına
ve işine akıl ermiyeceğine iman ettirmek ise ona akıl ermez. Onun zatını tayin,
tesbit ve tahdidi için düşünmeye kalkmayınız, O'nun mahlukatı, masnûatı,
lütufları ve nimetleri ile tecelli eden âyetlerini, sıfatlarını düşününüz
anlamına "Allah'ın nimetleri hakkında düşünün, zatı hakkında
düşünmeyin." demek ve aklın çelişki olduğunu isbat ederek reddettiği
olmazlara sır adı vererek O'nun zatını tarif ve tavsife kalkışmamak lazım
gelirdi. Çünkü bir şeyi muhal ile tarif etmek, onun esas varlığını inkâr ile
onunla çelişki içinde olan zıddına inandırmaya çalışmaktır. Bundan dolayı
hıristiyanların üçlemi, Hak olan gerçek Allah'a değil, O'nun mümtenîi olan
şeriklere inandırmaya çalışmak gibi bir dalalet ve karıştırma olmuştur. Akla
uygun olmadığı kendilerince de kabul edilmekle beraber naklen geldiği iddia
edilen bu üçlemin Allah'a ve Allah'ın Resulü İsa'ya isnadının yalan ve iftira
olduğu ve bunun küfür olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok sûre ve âyetlerde beyan
buyurulmuştur. Kur'ân âyetleri bunlara dair şüpheleri, tereddüt ve vehimleri
ayrıntılı olarak red ve izale edip, Allah'ın birliğini delilleriyle ortaya
koymuştur. Varlığı ve birliği herşeyden önce zahir ve belirgin; zatı, sıfat ve
isimleri ile kudret ve rahmeti ile bütün cemâl ve celâl özellikleri ile akılların
ve idraklerin kapsamına sığmaktan münezzeh ve herşeyden üstün "Misli gibi
bir şey olmayan" olan ilâhî zatın varlık ve birliğini her aklın yakîn ile
ve gönül rahatlığı ile kabul edebileceği ve yürekten bağlanıp şevk ve heyecanla
saygı duyacağı açık seçik âyetlerle anlatmış ve özellikle Âyete'l-kürsî'de
azamet-i ilâhiyenin yüceliğini belîğ bir beyân ve üslub ile tebliğ ve
anlatmıştır. Nihayet işte bu sûre-i celilede hepsini en sade, en açık, en kısa,
en derin ve en güzel bir belağat örneği halinde derleyip toplamış, gizli veya
kapalı bütün şirk çeşitlerini, bütün vehimleri kesip atmak üzere Allah'ın
birliğini ve eşsiz varlığını kesin hüküm halinde ortaya koymuştur. Şimdi artık
sıra bütün müşriklerin ve putperest telakkilerin "Allah doğurmuştur"
diye ortaya attıkları isnadları ve iftiraları açıkça reddetmek ve bu arada
bilhassa Hz. İsa'ya isnad olunan teslisin ekanim-i selâse (üç kök) sinin tertip
sırasına dahi işaret olunarak bunun asılsızlığı gösterilmek üzere önce sudûr
iddiasına temel kabul edilen babalık isnadının nefyi ve reddi başa alınıp
"Doğurmamıştır" buyurulmuştur. Yani ezelde doğurmadı ebediyyen
doğurmaktan münezzehtir. O babalık sıfatıyla sıfatlanmaz. Çünkü yukarıda da
açıklandığı üzere doğurmak bir şeyin içinden dışına belirgin bir kısmın ayrışmasına
denilmektedir. Allah'ın ise ne parçası, ne de dışı yoktur. Çünkü ehaddir,
sameddir. O'nun herşeyi kapsayan ilminin dışında bir şey olmadığı gibi, ilmi de
kendisinin dışında değildir. Onun ilmi hâdis (sonradan olma) ve kesbî ilimler
ve akıl yürütmeler gibi sonradan elde edilmiş bir şey değildir ki, O'nda
zatından südûr etmiş ve üremiş olarak düşünülsün. Bundan dolayı O'nun ezelde
kendini bilmesi ile kendinde kendine benzer başka bir zat daha doğuruyor
zannetmek büsbütün cehalettir. Öyle olsa idi kadîmde ve hâdiste hiçbir ilim
mümkün olmazdı. Aynı şekilde sıfatının hiçbiri başka bir zat olmadığı gibi,
üstelik kendisinden sudûr ve üreme yoluyla meydana gelmez, sıfatları ezelden
kendisiyle kaimdir. Sıfatların zat ile ilişkisi, bir zatın başka bir zat
ilişkisi gibi değildir. O'nun fiili de doğurma değil, hep yaratma suretiyledir.
Hıristiyanlar, yaratma meselesini bildikleri halde bütün galatları, sıfatı
müstakil zat gibi düşünmüş ve ayrı uknum (kök) diye ele almış olmalarıdır.
Diğer müşrikler de yaratmayı anlayamamışlar, onu doğurmak sanmışlardır.
Belli ki, doğurmadı demek, babalığı ve analığı
ikisini birden nefyetmekle ona isnad ve nisbet edilen çocuğu nefyetmek demek
olur. O doğurmamış olunca, ona isnad olunan babalık ve analık özelliği de
yalanlanmış, bunun iftira ve küfür olduğu açıklanmış olur. Ayrıca gerek madde,
gerek madde ötesi veya maneviyat âleminde herhangi bir şeye O'ndan doğmuş,
O'nun oğlu veya kızı, evladı, çocuğu, sonucu denilmek de caiz değildir. O halde
müşriklerin zannettikleri gibi tabiat ötesi âlemde meleklere, ruhlara, cinlere,
şeytanlara ve akıla Allah'ın oğulları veya kızları, veyahut ne oğul, ne kız
fakat evladı demek asla doğru olmayacağı gibi, tabiatte ruh üflenmiş olduğundan
dolayı Âdem'e, Havva'ya, İsa'ya veya herhangi bir şeye Allah'ın oğlu, kızı veya
evladı denilmesi de asla doğru değildir ve kesinlikle caiz olmaz. Zira ruh da
Allah'dan doğmuş değil, O'nun emri ve mahlukudur. Şu halde
"doğurmadı" buyurmakla Allah, herşeyden önce kendisini doğmanın
başlangıç noktası demek olan babalık özelliğinden tenzih eylemiş oluyor. Doğurmuş
olup da baba veya ana denilenlerin hiçbirisinin samed olamayacaklarını da
anlatmıştır. Böylece önce hıristiyan üçleminin baba temeli reddolunmuştur.
Hıristiyan üçleminin birinci temel ilkesi ve kökü (uknumu) babalık üzerine
kurulu olduğu için Allah baba değildir hükmü ile söz konusu birinci esasın
Allah olmadığı vurgulanmış oluyor. Eğer onlar bununla Allah'ı kastediyorlarsa,
o zaman da Allah'a babalık isnad etmeleri yanlıştır. Bundan ikinci ve üçüncü
esasın batıl olduğu da lazımgelir. Zira baba olmayanın oğlu da kızı da olmaz. O
halde Allah'dan doğduğu iddia olunanların hepsi de yalandır, onların hiç biri
Allah'ın evladı değildir, hepsi de yaratılmış olan mahluk cinsinden
varlıklardır: İsa da ne Allah'ın oğludur, ne de Allah'dır. Melekler de, akıl da,
ruhlar da öyledir.
Ancak burada şöyle bir vehim gelebilir:
Allah'ın babalığının nefyi ile ondan doğmuş olanların nefyi ortaya konmuş olur,
ancak O'ndan başkasından doğmuş olan herhangi bir evlattan da aynı şekilde
ulûhiyetin nefyi lâzım gelir mi? Acaba doğmuş olup da kendisi doğurmamış olan
bir çocuk, kendisini doğurandan daha mükemmel ve sonuç itibariyle daha iyi bir
ilâh olamaz mı?
Başka bir deyişle Allah'ın baba veya ana
olmayışından kendisinin de babasız ve anasız olduğu sonucu çıkar mı? Noksan bir
şeyden noksansız ve kâmil bir varlık doğamaz mı? O halde baba olmayan bir evlad
ilah olamaz mı?
Bu gibi sorular esas bakımından batıl olduğu
açık bir vehim olduğu için bu gibi iddiada bulunan bir kimse olmamış ise de
evladın ana ve babadan daha fazla bir tekâmüle mazhar olabildiği dahi inkâr
olunamayacak olaylardan olduğu ve bunun her zaman görüldüğü, tekamülü yüksek
bir sebebe bağlamayarak kâmilin eksikten de çıkıverdiğini zannedenler bulunduğu
için ve "Doğurmadı" buyurulmakla işin bu tarafı açıklanmış olmadığı
için bu cihetin de bütünüyle açıklanması ile üçlem esaslarından her birini ayrı
ayrı batıl olduğu anlatılmak üzere, ikinci olarak da "Doğurulmadı"
buyurulmuştur. Yani Allah doğurmuş olmadığı gibi doğurulmuş da değildir.
Varlığı kendinden ve li-zatihi vacib, ezelî ve kadimdir. Şu halde kendisi
doğurulmuş olan oğul veya kız, hiçbir şekilde doğurmamış olsa da ilâh olamaz.
Çünkü o haddizatında sonradan olmuştur ve bir doğurana muhtaç bulunmuştur. Ne
kadar gelişmiş ve tekamül etmiş olursa olsun zatında varolmak için kendi
kendisine malik değildir, başkasından müstağni, ğanî, eksiksiz ve samed
değildir. Allah "Ölüden diri çıkarır." (En'am, 6/95) buyurduğu üzere
ölüden diri, ölü topraktan canlı yaratır, çıkartır. Bu anlamda noksandan kâmil
doğabilir, fakat o doğan ilâh olamaz. Çünkü doğmuştur, sonradan olmuştur,
hâdistir. Onun kemali zatî kemal değil, arızî kemaldir, dolayısıyla, mahluktur.
Onun aslından fazla olan kemali kendi tabiatından değil, yaratanın
yaratmasından ve terbiyesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa hiçbir şey kendisinden
daha mükemmelini değil, kendi benzerini bile meydana getiremez. Doğuranları da
Allah yaratır. Tanrı ise doğurulmaz, gelişme ve tekamüle de muhtaç olmaz, bir
başkasına da bağımlı bulunmaz. Çünkü O sameddir. Bundan dolayı hıristiyanların,
ilk esastan sadır olmuş, onun akl-ı fi'lîsi ile doğmuş oğlu ve kelimesi
dedikleri ikinci esas olan İsa da tanrı değildir. Çünkü o da Meryem'den
doğmuştur. Gerek Meryem, gerek İsa hıristiyan inancında bile hem doğmuş, hem de
doğurmuş durumundadırlar. İsa gerçi baba olmamışsa da Meryem'in oğlu olmuştur
ve "doğurulmamış" değildir. Anası da, kendisi de hem yemek yerler,
hem de yediklerini çıkarırlardı.
Buna karşı o ezelde "baba"dan doğmuş
ve onun ezeliyyetine eşit bir doğuşla doğmuştur, demeleri de boştur. Böyle
demek biri diğerine ezelden muhtaçtır demekten başka bir anlama gelmez. Muhtaç
olanda tanrılık özelliği ve tabiatı yoktur, olsa olsa kulluk tabiatı vardır.
Madem ki, doğmuştur ve doğurulmak ihtiyacında bulunmuştur, o halde o ilâh
olamaz. İlâhe mensup, yani ilâhî olabilir. Hem ezelde doğmuş, hem de doğuranın
ezeliliğine eşit bir doğuşla doğmuş iddiası tamamen çelişkidir. Doğan kendisini
doğurana cins bakımından benzer olursa da her bakımdan onunla eşit olması
mümkün olmaz, hele ezelilik konusunda hiç eşit olmaz. Kendisini doğurandan
sonra olması gâyet tabiidir. Bundan dolayıdır ki, hıristiyanlar oğulu ikinci
diye adlandırmak zaruretini duymuşlardır ve bundan kurtulamamışlardır. Kaldı
ki, herhangi bir südûr bir ikinci düşüncesi, bir zaman düşüncesidir. Birinciden
ikinciye geçmek düşüncesi, ayrı bir hareket demek olan bir intikal anlamına
gelir, yoksa iki veya ikinci denemez. Ezeliyet tasavvuru ise öncesi yok, tam
bir vahdet tasavvurudur. Sudûr etmişse demek ki, ezelî değildir. Ezelî olduğu
farz edilse bile ezelîlikle eşit değildir. Hz. İsa'nın Meryem'den doğmuş olması
zaten onun ezelî olmadığını ortaya koyar. Bu ise bilinen bir gerçektir.
4. 3- Ve O'na, ancak O'nadır ki, hiç bir küfüv
olmadı. Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve
doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na eşdeğer olacak
hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir
eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş,
ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra
da olmayacaktır. O'ndan başka bir "Vacibu'l-vücud" yoktur. Ezelde
olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan
olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na denk ve eşit olması mümkün
değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal farz edilirse edilsin yine de
mahluktur. Bundan dolayı bütün kainat, bütün âlem ve içindekiler, yani gökler
ve yer âfâk ve enfüs, ruh ve cisim, madde ve sûret, mekan ve zaman, kürsî ve
arş, dünya ve âhiret hepsi birden yine O'na eşit ve denk değildir. Çünkü bütün
bunlar yokken O var idi ve hepsini O yarattı. Yarattıktan sonra yönetti,
geliştirdi ve daima onlara onlardan daha yakın oldu, onlarla beraber oldu:
"Nerede olursanız olun O sizinledir." (Hadid, 57/4), "Biz ona
şahdamarından daha yakınız." (Kaf, 50/16), "Üç kişi aralarında
fısıltı ile konuşurken dördüncüleri mutlaka Allah'dır. Beş kişi olsalar
altıncıları mutlaka O'dur. Gerek daha az, gerek daha çok olsalar ve her nerede
bulunsalar mutlaka O onlarla beraberdir." (Mücadele, 58/7), "Onun
zatından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz mutlaka O'na
döndürüleceksiniz." (Kasas, 28/88). "Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur. O daima diridir. Bütün varlığın idaresini yürütendir. O'nu ne gaflet
basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan
huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne
varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir
şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onların her
ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok
büyüktür." (Bakara, 2/255), "Evvel ve âhir olan, zahir ve batın olan
O'dur ve O her şeyi bilendir." (Hadid, 57/3) buyurulmaktadır. "Rahman
arş üzerine oturmuştur." (Tâhâ, 20/5) ve "O'nun gibi olan hiçbir şey
yoktur ve O, işitendir, görendir." (Şura, 42/11). İşte âyeti bütün bu ve
benzeri âyetlerin özü ve özetidir. "Allah vardı ve onunla beraber hiçbir
şey yoktu ve şimdi de öyledir." hadis-i şerifinin mânâsı da budur. İşte bu
ehadiyyettir. Hiç şüphe yok ki, ezelde beraberi, benzeri ve dengi olmayanın,
sonradan da bir beraberi, eşi ve dengi olabilme ihtimali ebediyyen yoktur. O,
şimdi de ezelde olduğu gibidir. Öyle ehad ve öyle sameddir. Böylece hiçbir
küfvü ve dengi olmamak yalnızca O'na mahsustur. Herşeyin bir beraberi, bir eşi
veya zıddı ve benzeri olabilir. Nitekim "Biz her şeyden birer çift
yarattık." (Zâriyat, 51/49) buyurulmuştur. Ancak Allah'ın eşi ve dengi
yoktur, olmamıştır ve olamaz. Buradaki kasr ve tahsisin mânâsı iyi anlaşılsın
diye kelimesi, menfî a takdim olunduğu gibi, edatı da üzerine takdim
olunmuştur. Gerçi hiçbir kasra ve tahsise lüzum kalmadan denilmekle de bu mânâ
anlaşılabilirdi, açık ve zahir olan da bu idi. Çünkü kelimesi 'ün ismi, de
haberi olduğu için cümlenin esas yapısı dir. Kasr için haber takdim olununca
denilmesi lazım gelirdi. Bundan dolayı "Keşşaf" sahibi der ki; fasîh
Arapça'da gayri müstekarr olan zarf-ı lağiv tehir olunur, takdim olunmaz.
Sibeveyh bunu kitabında özellikle belirtmiştir. O halde bu en fasîh olan
kelâmda neye takdim olundu? dersen, derim ki, bu kelâm zat-ı Bârî'den küfvü
nefy için gelmiştir. Bu cümlede mânânın odak noktası ise bu zarftır. Bundan
dolayı bu zarf özenle belirtilmeye en layık ve takdimi en gerekli olan en
önemli noktadır ilh...
Ebu Hayyan da zamirin Allah Teâlâ'ya racî
olmasından dolayı ihtimam için takdim olunduğunu söylemiştir. Hasılı daki
"lam" "küfv"e sıla demek oluyor. Budan dolayı menfî olan küfüv
ancak Allah'ın küfvü olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber bunda Allah'ın
lizâtihi küfvü muhal ve mümtenî olmak mânâsına adem-i kevnin ta'lîline de bir
işaret olmak üzere, yani fiiline de ilişkisi ihtimali bulunmak üzere takdim
edilmiş olması da ayrıca bir nüktedir ve niceliktir. Ancak bu takdirde makam
karinesiyle meâlinde bir anlam düşünmek lazım gelir. Çünkü Vacibu'l-vücud'un
ehadiyyetinin gerektirdiği küfüvsüzlük, kendisinin küfvünün olmayışıdır.
Mümkünatın küfvüne şamil olacak şekilde mutlak küfüv değildir. "Şanı yüce
olan Allah bütün çiftleri yaratmıştır." (Yâsin, 36/36) buyurulmuştur.
Özetle söyleyecek olursak Allah, kendisinin hakkı olan ulûhiyyetini kimseye
vermez, tanrılığını kimseyle paylaşmaz. Şirk iddiaları, her ne yolla olursa olsun
batıldır. Şu halde Allah'ı yaratılmış olan varlıklar arasına katıp, onun içine
hulûl ve izdivac ettirerek, bütünüyle kainattan ibaret yapan Revvakiyye
ittihatçılığı, yine bunun gibi hulûlsüz olarak bütünüyle herşeyle ittihad
ettirip aynileştiren süflî panteizm ittihatçılığı, yine bunun gibi, bir hayır
halikı, bir de şer halikı, bir nûr, diğeri zulmet iki zıt ve karşıt mebde
olarak Vacibu'l-vücûd iki ilâh farzeden Zerduştîliğin ikilik iddiaları,
Hindûların ve eski Yunan'ın teslis veya çok tanrılı inançları ve iddiaları
bütünüyle batıldır. Bunlar gibi, silsile-i meratip üzere birbirine eşit üç denk
varlığın birleşmesi ile üç ilâhdan bir tek ilah teşkilini iddia eden
hıristiyanların ekanim-i selâse (üç uknum, üç unsur) iddiası da batıldır,
asılsızdır. Bir tek Allah vardır, hiçbir şekilde bir dengi ve küfvü yoktur.
O'ndan başkası hep mahluktur.
Kelimesi Hafs'dan başka öteki bütün
kırâetlerde sonu hemze ile olarak okunur. Hamze, Yakub ve Halef-i Aşir
kırâetlerinde nın sükûnu ile beraber hemze ile okunur Hafs kırâetinde ise
hepimizin bildiğimiz gibi nın zammı ile ve sonunun da ile okunur. Bu bir tek
lügattır. Denilir ki, Arapça'da kelime sonunda makabli mazmum olan vav den
başka yoktur, bir de işte bu "küfüven" vardır.
Gerek "vav", gerek "hemze"
ile yani, ve hepsi de aynı anlamda olup, "Kamus"da dahi açıklandığı
üzere; "küfüv" bir şeye mikdar ve değerde beraber olmaktır, yani eşit
ve eşdeğer demektir ki, bu da dengi ve benzeri demek olur. Bununla beraber iki
şekilde ele alınır:
Birincisi: Asıl mânâsı, iki şıktan her biri diğerinin
haiz olduğu aynı hüküm ve kıymeti tek başına haiz olmakla birbirinden müstağni
olarak biribirinin yerine tamamen geçecek şekilde yeterli ve eşdeğer olmasıdır
ki, birlik oldukları takdirde birbirini engellemeyerek yapacakları her şeyi tek
başına veya beraberce yapabilirler. İhtilafları halinde ise birbirine tamamen
karşı koyacaklarından dolayı hiçbirşey yapamazlar: "Çelişki halinde
olduklarında, ikisi de düşmüş olur." ki, bu iki denk ve karşıt kuvvetin
biribirini sıfırlaması demektir.
İşte buna tabir olunur. Bu bakımdan küfüv,
yalnızca uyuşma ve bağdaşma açısından eşit ve eşdeğer bir eş ve arkadaş
anlamından ibaret değildir, aynı zamanda zıt, karşıt ve hasım anlamında eşit
kuvvete ve imkâna sahip rakip anlamına da gelir ki, misil ve benzer kelimeleri
de öyledir. Bu anlamda iki erkek, aynı şekilde iki dişi birbirine küfüv
olabilirlerse de bir erkek ile bir dişi birbirine küfüv (denk) olamazlar.
İkincisi: Her biri aynı kıymeti değil, mukabil
bir kıymeti haiz olmakla birinin diğerinden istiğnası ve makamına ikamesi
(yerine geçmesi) kabil olamayıp, maksadın gerçekleşmesi için ikisinin de tam
kıymetleriyle birleşmesi ve izdivacı şart olmaktır ki, birine öbürünün eşi, tam
yari denilir. Bu anlamda bir erkekle bir dişi küfüv olabilirler. Dilimizde
meşhur olduğu üzere nikâhta küfüv gereklidir, sözü işte bu anlamdadır.
Rağıb der ki, küfüv veya küfü, kadir, kıymet
ve menzilettedir. Biri diğerine yamanıp da odanın gerisine perde yapılan
parçalardan her birine denilmesi de bundandır. Bu anlamda kanat demek olur. Nikahta,
savaşta, güreşte ve daha buna benzer birçok konularda filan filana küfüvdür,
denilir. ki buna Türkçe'de mükafat denilir, bu da aynı anlamda yapılan işe
karşılık olarak eşdeğer anlamına gelir "Filan sana zıtlaşmakta
denktir." denilir. Ve bir şeyi kalbetmeye, yani çevirip ters yüz etmeye,
yüzükoyun çevirmeye denilir ki, şiirdeki ikfâ olayı da bu anlamdadır.>
Hasılı "küfüv" kelimesi, bizim
beraber, müsavi, eşit, muâdil, denk, eş, hemta, hemayar, akran, kafadar,
kafadenk, yar dediğimiz mânâlara şamil olarak misil ve nazîr demektir.
"Kamus" mütercimi Türkçe'de buna "bektaş" denildiğini de
söylemiştir. Fakat biz bunu artık bu anlamda kullanmaz olmuşuz. Bektaş
kelimesini artık özel isim olarak kullanıyoruz. Denk ve kafadar anlamını bundan
anlamıyoruz, ancak Azerîlerin ve Erzurum yöresinin "dadaş" dediğini
biliyoruz.
Bu âyette "küfüv" siyak-ı nefiyde
varid olduğu ve yukarıda da açıklandığı gibi, nefiyde istimal olunan
"ehad"de hiçbir demek anlamına olarak, gerek topluca, gerek tek tek
hepsini kapsamı içine alarak, hepsini birden nefy ve reddettiği için gerek
nikah, gerek diğer anlamlardaki küfüv sayılabilecek her çeşit anlamlarıyla
küfüv Allah Teâlâ'dan nefyedilmiştir. Bazıları, yukarıdaki yani "doğurmadı
ve doğurulmadı" karinesiyle ve "O'nun nereden çocuğu olur ki, hiçbir
şekilde karısı olmamıştır." (En'âm, 6/101) âyeti uyarınca nikâhta küfüv
anlamına olduğunu, bundan da oğlu, kızı olmadığını vurgulamak maksadı
güdüldüğünü yeterli görmek istemişlerse de ehadiyyeti izah için bu kadarı kâfi
değildir. Bu ifadeden mutlak anlamda her çeşit küfvün nefyini anlamaya lüzum
vardır. Zaten siyak-ı nefiyde nekire de bunu icabettirir. Yani Allah Teâlâ'nın
hiçbir şekilde küfvü yoktur. Çünkü küfvü bulunan herhangi bir şey, bir iş
yapmak için ya küfvüyle kendi rızasıyla bir araya gelmeye veya o işi yapmak
için onun rızasını almaya ve engellememesini sağlamaya veya karşı koyduğu
takdirde de onu ortadan kaldırmaya mecburdur. Halbuki küfüv tam denk olduğu
için hiç biri diğerine üstün gelemeyecektir. Böylece her ikisi de teâruz ve
tesakut ederek (düşerek) aciz kalacaktır. Böylece bir çöp bile kımıldatamaz
duruma düşüceklerdir. Bir noktayı harekete geçirmek için eşit iki kuvvet
karşılıklı olarak ona tatbik edildiği zaman çeken ve iten kuvvetlerden biri
artı, biri eksi yönde etki edeceklerinden birbirinin etkisini yok edeceği için
o cismin hareket etmesi mümkün olmaz. (1-1= 0) formülüne göre, karşıt yönde
etki eden eşit kuvvetler birbirini sıfırlar. Zatında böyle bir ihtiyaç ve buna
benzer bir aciz sözkonusu olanların hiçbiri ilâh olamaz. Buna burhan-ı temanü'
denilir ki, Enbiya Sûresi'nde "Eğer göklerde ve yerde Allah'dan başka
ilahlar olsaydı, gökler ve yer bozguna uğrardı." (Enbiya, 21/22) âyetiyle
ve İsra Sûresi'nde "Onların dedikleri gibi, Allah ile beraber başka
tanrılar da olsaydı, o takdirde o tanrılar da arşın sahibine elbette yol
bulmaya çalışırlardı." (İsra, 17/42) âyetiyle durum açıklanmıştır.
Mabûdluk hakkı olan ilâh, hakiki samed, ancak böyle kendisinde hiçbir vechile
acz ve ihtiyaç mümkün ve mutasavver olmayan ve kendinden başkasını dilediği
zaman kahr ve yok etmeye kadir bulunan galib ve kahhar olan ehaddir ki, işte
olsa olsa Allah O'dur. En güzel ve en yücelikte karşısında hiçbir misli ve
misali bulunmayan, asla infial ve teğayyürü, zeval ve fenası kabil olmayan,
hüsün ve cemâlin gereği olan sevmek ve sevilmek için de kendi kendine yeten ve
tam tecellisine yine kendisinden başkasının tahammülü olmayan o hüsn-i faaldir
ki, O'nun zatına olduğu gibi, tecelliyatına da bir başlangıç ve bir son bulmak
mümkün değildir. Kendisini hicabsız olarak gösteriverdiği, tecelli-i tam ile
tecelli ediverdiği anda, gözü erebilen her mâsivayı kendinde müstehlek edip yok
ediverir, eritiverir. Onun için "Rabbim görün bana, bakayım sana."
(A'râf, 7/143) diyen Hz. Musa'ya "Beni göremezsin" buyurmuş, sonra da
"Rabbi o dağa tecelli edince onu anında yerle bir etti, Musa da bayıldı ve
olduğu yere yığıldı kaldı." (A'raf, 7/143) buyurularak bu durum insanlara
açıklanmıştır. Ne beyinsiz, ne süflî ve ne bedbahttır o kimseler ki, binlerce
misil ve misali bulunan, mahdut bir resmin çerçevesi içine sığan ve gönül
denilen sırlar hazinesinden haberi bile olmayan zavallılara, putlara gönül
verip meclûb ve mağlup olup da tapınırlar, sonunda da Ebu Leheb gibi perişan
olup giderler.
Özetle söyleyecek olursak, bu sûre-i celile en
başında mahza inşa ifade eden bir emir altında ikisi mûcibe, üçü de sâlibe
olarak bir mevzua raci beş kaziyyeden (ikisi gerekçe, üçü de red anlamı taşıyan
beş önermeden) ibaret dört âyet içinde gayet sade, fakat derin ve kapsamlı bir
vecizlik ve belagatle ilâhî bilgilere ve İslâm akaidine ait ayrıntıların bütün
esasını içine almaktadır. Bundan dolayı yukarıda da zikrolunduğu üzre bu sûre
hakkında birçok haberler ve eserler varid olmuştur. Evvela, "kul!"
emrini veren, bâtında sabit, bizatihi belli, künh-i zatı başkasınca gerçek
özellikleriyle idrak edebilmek mümkün olmayan, şanı yüce bir niteliğin gaybî
bir nitelik olduğunu bir gaib zamiri ile iş'âr ederek ulûhiyyet sıfatı ve ism-i
celâli ile zahire tecelli eden Allah Teâlâ'nın ehadiyyeti (birliği) bir ilk ve
temel ilke olarak bildirilmiş, ikinci olarak, mânâsı vücudu vacip, tam zengin
ile bütün yaratılmışlar için başlangıç noktası, son gâye, merci-i kül ve yegâne
Rab demek olan samediyyet ile uluhiyyetin mânâsı anlatılmış ve açıklanmış,
üçüncü olarak da bütün mevcudatı yok iken yaratan, hepsine birer yaratılış
özelliği kazandıran ve sırf keremiyle varlık giysisi giydiren, celâl ve cemâl
eseri yağdırarak hepsine ilâh olan O ehad, O den bâtında ve zahirde hiçbir şeyin
ne ilmin, ne malumun, ne iradenin, ne muradın, ne fiilin, ne mefûlün, ne
mânânın, ne sûretin, ne ruhun, ne cismin, ne âfâkın, ne enfüsün, türeme ve
üreme yoluyla kendisinden çıkmadığı, yani ilmi, birbirinden doğan fikir va akıl
yürütme hareketleri cinsinden olmadığı gibi iradesi, fiili ve yaptıkları da
kendisine bir benzerlik ve eşitlik gerektirecek şekilde meydana gelmez.
Binaenaleyh O'nun baba, ana olmaktan, evladı bulunmaktan, sonucu alınacak bir
mukaddime bir başlangıç durumuna düşmekten münezzeh olduğu bildirilmektedir.
Yaratılmışlar ve özellikle insanlar için sonunun gelmesine engel sayılan, bir
şeref ve meziyet olan babalık sıfatının, o her dilediğini bir "Ol!"
emriyle yapan, üreme ve türemeden, bölünme ve noksandan münezzeh olan ehad ve
samed için büyüklüğüne engel bir özellik olduğu kesindir. Çünkü O'nun
babalığının, bölünme ve üremeyi de beraberinde getireceği için, bu da O'nun
kemâliyle bağdaşmayan bir noksanlık olacağı için bütün bu eksikliklerin tenzihi
vaciptir. Onun başkasından doğum, üreme ve türeme yoluyla meydana gelmiş
olmayan bir kadîm, bir değişmez ve değişme kabul etmez bir vacibu'l-vücud
olduğu ve binaenaleyh oğul olmaktan da oğlu bulunmaktan da münezzeh bulunduğu,
işte bundan dolayıdır ki, baba veya oğul olanların ilâh olmaları muhal olduğu
velhasıl onun ne üstünde ne altında bir ilâh mümkün olmadığı gibi, O'nunla
beraber, O'na eşdeğer hiçbir denk bir ehad bulunmak veya doğurulmak veya
yaratılmak imkanı da olmadığı için O'nun zatı ve sıfatı ortaklık meydana
gelmesine engeldir. Yani lizâtihi hakkın karşıtı lizatihi batıl ve mümtenî
olduğu için ulûhiyyette şirk iddiaları da hep batıldır. Tevhid adına üreme ve
tekrar bu üç ayrı esasın birleşip bir olması, yani üçleme iddialarının da batıl
olduğu üç cümle ile anlatılmış ve bu üç cümlenin birbirine bağlı olarak
bütününün birden ifadesi matlub olduğu anlatılmak üzere son iki cümle
"vav" ile atfedilmiştir. Bununla beraber en son cümle hepsinin de
beyan ve takririne kâfi geldiği için atıfla beraber müstakillen bir âyet olarak
getirilmiştir. Bunun apaçık olan ince nüktelerinden birisi de biri başında
müsbet, (olumlu) biri de sonunda menfi (olumsuz) cümle olarak "ehad"
lâfzının iki kere zikredilme ve hem birinci âyetin, hem sonuncu âyetin fâsılası
olmasıdır ki, bununla ehad lâfzının Arapça'da her iki kullanımına da tenbih
edilmiştir. Zira yukarıda Ragıb'dan naklen beyan olunmuştur ki, kelimesinin
müsbet kullanıştaki anlamı ile menfi cümledeki anlamı aynı değildir. Birinde
tahsis, birinde genelleme vardır. Onun için bu kelimenin iki fasılada da zikri
sadece tekrardan ibaret olmamış, başlı başına bir belagat olmuştur.
Bunun toplu mânâsı şöyle demek olur: Allah
Teâlâ, ikileşmesi veya yok olması veya değişmesi imkân ve ihtimali olmayan O
birdir, hep birdir. Ne üstünde, ne altında, ne beraberinde O'na ikinci olacak,
bir başka bir, daha yoktur. Üstelik sadece hep bir olarak değil, gerek tek
başına, gerek topluca, gerek az, gerek çok, herhangi bir yönüyle O'na eşit veya
eşdeğer, benzer veya zıt hiçbir küfüv de yoktur. O'ndan başka hiçbir ilâh
yoktur olması da mümkün değildir. Yani Allah'ın ehadiyyetini tanımak, O'ndan
şerik ve naziri büsbütün nefyetmek için O'ndan başka bir ilâh yoktur demek kâfi
değildir. "Ondan başka hiçbir ilâh yoktur." deyip O'ndan başkasını
nefy-i küllî ile nefyetmek icab eder. Çünkü O'ndan başka bir ilâh yoktur,
denildiği zaman "Ondan başka bir tek ilah yok, fakat bir çok ilah
vardır." anlamı da kasdolunabilir. Küllî bir selb ile bütün cins
nefyedilmiş olmaz. Şahsî ve cüzî bir selb sözkonusu olabilir. Onun için
kelime-i tevhîd diye nefy-i cins olan iledir, ye müşabih olan ile değildir.
(Maide, 5/73) âyetinde ile ifade olunurken de nefiyde istiğrak için bir edatı
getirilmiştir. "Allah ancak bir tek ilâhtır." (Nisa, 4/171) gibi
yerlerde de edatı da böyledir. İşte 'in bir isbatta, bir de nefiyde olmak üzere
iki defa zikrinde bu önemli nükte ile ilâhî ehadiyyetin beyan ve takriri
vardır. Allah öyle bir ehad, öyle bir sameddir ki, O'na herhangi bir temayüz
veya eşitlik ile denk olabilecek ne bir vahdet, ne de bir kesret mümkün
değildir. O'nun ne birincisi, ne ikincisi, ne üçüncüsü vardır. Onun gibi vücûdu
vacip olan, varlığı gerekli ve kendi kendine yeterli olan bir ilâh olmadığı
gibi, bir mevcut de yoktur ve olamaz. O'ndan ötesi ve O'nun dengi olmadığı
gibi, O'ndan berisi de bütün mevcudat ve mümkünat hepsi toplansa O'na karşı
yine de hiçtir, hepsi kendi özlerinde helake ve yokluğa mahkûmdur. Vücûd ve
bekada hepsi hep O'na muhtaçtır. Kendisine asla yokluk ârız olmayan zat-ı Hak
O'dur. Hakiki varlık ancak O'nun varlığıdır. O'nun varlığı, bütün varlıkların
hakikatıdır. O'dan başkası kendiliğinden ve kendi gücüyle varolmuş değildir.
Yaratılmış olan varlıklar birbirlerine küfüv olabilirler, birbirleriyle
birleşir, birbirinden ayrılabilirler. Birbirlerinden doğar, birbirleriyle
didişir, niza eylerler, birbirleriyle zıtlaşırlar, fakat hiçbirisi
kendiliğinden değil, hepsi Allah'ın vergisi ve izni iledir. Bütün varlıklar
arasındaki kavga ve münakaşayı kesecek, ihtilafları kaldıracak, iyiyi, kötüyü
seçip, şerleri defedecek, hayrı paylaştıracak ve çoğaltacak, zulmü iptal, hakkı
izhar eylecek olan hep O'nun inayeti ve kararıdır. Bütün gökleri ve yerleriyle
kâinat, dünya ve ahiret hep O'nun mülküdür, O'nun ehadiyyetine bağımlı,
samediyyetiyle ayakta durmakta ve O'nun hükmüne ve fermanına mahkûm bulunmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, bu sûrenin baş
taraflarında Enes'den ve Ubeyy'den rivayet olunduğu üzere bütün semavat ve
arzın bu sûre üzerine kurulmuş olduğu zikredilmiştir. "Keşşaf
Tefsiri"nde bu sûrenin bütün Kur'ân'a muadil (eşdeğer) olduğuna dair bir
rivayete işaret olarak şöyle denmiştir: Bu sûre metninin kısalığı ve başı ile
sonunun yakınlığı ile beraber niçin bütün Kur'ân'a denk olmuştur? diye
sorarsan, derim ki: Bir yükseğin yüksekliği niçin ise onun içindir. Bu başka
değil, ancak Allah Teâlâ'nın sıfatı ve adalet ve tevhidi üzere dürüldüğü
içindir.
Bunun faziletini itiraf edip de Resulullah'ın
kavlini tasdik eden kimse için delil olarak tevhîd ilminin Allah'a olan
nisbeti, şerefi kâfidir. Nasıl olmaz ki ilim, malûma tabidir. O'nun şerefiyle
şerefli, onun düşkünlüğü ile düşkün olur. Bu ilmin malumu ise Allah ve
sıfatları ve Allah hakkında caiz olup olmayanlardır. O halde onun rütbesinin
şerefini ve makamının celaletini ve yüceliğini ve her ilmin üzerinde hakimiyet
ve istilasını ve hiçbirisinin yetişemediği ödüle erişmesini ne zannedersin? Her
kim onu istihfaf ve istihkar ederse, hafife alıp horlarsa malumuna bilgisinin
yetmezliğinden, ona tazim ve saygısının azlığından ve yokluğundan, akıbetine
nazardan uzak olmasındandır.
Bundan anlaşıldığına göre; "Kul huvallahu
ehad bütün kur'ân'a muâdil olur." diye bir hadis-i şerif rivayet olunmuş
demektir. "Kenzu'l-Ummal"de zikrolunduğu üzere, bunu İbnü'l-Enbarî
"Mesahif" adlı eserinde Hz. Enes'den rivayetle şöyle tahric
eylemiştir: "Ne engeller her birinizi her gece bir "kul huvallahu
ehad" okumaktan. Çünkü o bütün Kur'ân'a muâdil olur".
Alûsî'nin zikrettiği üzere, Müsned'de İbni
Lehîa tarikıyle Ebi Saîd'den gelen bir rivayette kur'ân'ın yarısına veya üçte
birine muâdildir, diye tereddütlü şekilde ifade varid olmuştur. Merfû veya
mevkuf birçok rivayetlerde ise üçte birine diye tayin edilmiştir. Bu cümleden
olarak "Bir gecede Kur'ân'ın üçte birini okumaktan herhangi biriniz âciz
midir?" buyurdu. Bu onlara zor geldi. Sonra buyurdu ki, "Bir kimse
okursa, okuduğu Kur'ân'ın üçte birine muâdil olur.
Aciz olur mu her biriniz her gece Kur'ân'ın
üçte birini okumaktan? buyurdu. Evet dediler; biz buna güç yetiremez ve
dayanamayız. Sonra Hz. Peygamber buyurdu ki; Allah azze ve celle Kurân'ı üç
kısma ayırdı, Kur'ân'ın üç bölümünden bir bölümü kıldı.
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Nefsim
kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; o, yani Kur'ân'ın üçte birine
muâdil olur."
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Toplanın
size Kur'ân'ın üçte birini okuyacağım." Biraz sonra toplanan toplandı, Hz.
Peygamber çıktı 'i okudu, sonra tekrar odasına girdi. Birbirimize dedik ki,
herhalde kendisine semadan yeni bir vahiy haberi geldi, odasına girmesine o
sebep oldu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) odasından çıktı, ben dedi; size
Kur'ân'ın üçte birini okuyacağım demiştim ya, işte o okuduğum Kur'ân'ın üçte
birine denk olur. "Her kim, okursa, Kur'ân'ın üçte birini okumuştur."
"Her kim, bir kerre okursa Kur'ân'ın üçte
birini okumuş gibidir, iki kere okursa Kur'ân'ın üçte ikisini okumuş gibidir,
üç kerre okursa bütün Kur'ân'ı okumuş gibidir." Daha bunlar gibi bir çok
rivayetler vardır.
Şu halde bunun yorumu nedir? Bu hususta
müfessirlerin ve din âlimlerinin iki görüşü vardır:
1- Bir kısım alimler burada maksat, sevabı
itibarıyla değil, mânâsı itibariyle üçte birine muâdil olmasıdır, demişler.
Buna da Müslim hadîsindeki üç kısma ayrılır sözünü delil olarak
göstermişlerdir. Ancak üç kısma bölünmesiyle ilgili hadîsin açıklamasında da
birkaç farklı görüş öne sürmüşlerdir ki, başlıcaları şunlardır:
a. Kur'ân'ın mânâları üç ilme râcî olur:
Bunlar tevhid ilmi, şerîat ilmi ve ahlak ilmidir. Bu sûre ise hem teşrî, hem de
ahlâk ilminin temeli olan tevhid ilmini en açık ve en güzel şekilde ifade
etmektedir.
b. Denilmiştir ki, Kur'ân bir bakıma inanç
(akaid), ahkâm ve kısas şeklinde üç ana konuyu kapsamı içine alır. Bu sûre ise
hep inanca (akaide) ilişkin bir sûredir.
c. Gazâlî, "Cevahir"de demiştir ki;
Kur'ân'daki bilgilerin anahatları üç tür bilgidir: Mebde, yani varoluşun
başlangıcına bilgi edinmektir, meâde ilim, yani varlığın sonucu hakkında bilgi
sahibi olmaktır. Bir de bu ikisi arasındaki "Sırat-ı müstakim"e bilgi
edinmektir. İşte mebdee aid bilgi demek olan bu sûre, Kur'ân'ın üçte birine
denk demek olur. Fakat bize göre bu konuda üzerinde dikkat edilmesi gereken
noktalar vardır. Zira Allah sadece mebde'den ibaret değil, "evvel ve
âhir"dir. Hem mebde' hem de meâddir, çünkü dur. Sırat-ı müstakim de
doğrudan doğruya O'na götüren yol olduğundan samediyyetin istenilen gaye olması
mânâsında merciiyyet ile beraber ona da işaret vardır. O halde bu taksime göre
bu sûre, hepsine denk demek olur.
d. Bir de denilmiştir ki; Kur'ân'daki istenen
şeylerin en büyükleri kendileri sayesinde iman ve İslâm'ın husûle geleceği üç
asıldır ki, bunlar Allah'a marifet, Peygamberin doğruluğuna, bir de ahirette
Allah huzurunda verilecek hesaba itikattır. Bu sûre birinci isteğe ait olması
dolayısıyla Kur'ân'ın üçte biridir.
Daha bunlardan başka tevcihler ve görüşler de
ileri sürülmüştür. Ve yine denilmiştir ki, her hangisi olursa olsun üçte bir
rivayetiyle bütününe muâdil olması rivayeti arasında çelişki yoktur. Çünkü
tevhîd bütün Kur'ân ilimlerinin aslıdır, diğer konular onun ayrıntılarıdır.
2- Bir kısım din âlimleri de murad sevap
bakımından Kur'ân'ın üçte birine muâdil olmasıdır demişler ve buna kail
olmuşlardır. Hadislerin zahirinden anlaşılan mânânın bu olduğunu
söylemişlerdir. Buna itiraz olarak denilmiştir ki; Hz. Peygamber (s.a.v.),
"Her kim Kur'ân okursa her harfine on sevap vardır.", buyurmuş
olduğundan tamamıyla Kur'ân okumanın sevabı, tek başına bu sûrenin sevabına
nisbetle kat kat fazla olacağı âşikârdır.
Buna şöyle cevap verilmiştir: Kur'ân okuyan
için iki türlü sevap vardır; birisi her harfine göre verilen tafsilî sevab,
birisi de hatim sebebiyle cümlesine birden verilen icmalî sevabdır. Okumanın
sevabı, Kur'ân'ın hatim sevabının üçte birine muâdil demektir. Yoksa tafsiline
değil. Bunun misali, nitekim bir ev yaptırmak için bir kimse birine bir mikdar
para vermek üzere anlaşır, fakat binayı yapıp bitirdiği zaman da anlaştıkları
ücretten başka bir de bahşiş verir. Buhârî "Şerh-i Kirmanî"de der ki:
Bütün Kur'ân'ın üçte birini okumak elbette bu sûreyi okumaktan dah zor, daha
meşakkatlidir, o halde bu sûrenin hükmü üçte birin hükmüne nasıl eşit olur?
denilirse, üçte birini okunmasının sevabı on katıyladır, berikinin sevabı ise
onun bin katıdır. Benzetme aslındadır, ziyadesinde değildir, dokuzu ziyade
meşakkat karşılığıdır. İlh...
Şihab-ı Hafâcî, bununla ilgili olarak demiştir
ki, Allah kelamının mânâlarını dikkat eyleyen ve onları düşünerek tedebbür ile
okuyan için olan sevap başkadır. Murad şudur ki, her kim bunu mânâsının hakkını
vererek ve riâyet ederek okursa, yani anlayarak ve üzerinde düşünerek okursa,
böyle tedebbür ve teemmül ile okursa, mânâsına bakmadan va anlamaya çalışmadan
Kur'ân'ın üçte birini okumaya muâdildir demektir. Yahut marifetullaha ve
tevhîde ilişkin olmayan üçte birini okumaya muâdildir, demek olmalıdır. Zira en
şerefli mânâlar, en şerefli kelimelerden bazısına eklenince o cins lafızlardan
bir çoğuna muâdil olmasında garip karşılanacak hiçbir şey yoktur. Meselâ en
değerli taşlarla süslenmiş ve işlenmiş on miskal ağırlığındaki bir altın levha
bin miskal ve daha ziyade altına eşdeğer olabilir.
Alûsî der ki: Allah Teâlâ'nın mahz-ı keremiyle
çok bir meşakkat olmayan bazı ibadetler için yine o cinsten kat kat meşakkatli
olan başka ibadetlerin sevabından daha çok bir sevab ihsan buyurmasına engel
yoktur. Nitekim bazı zamanlarda, bazı mekânlarda bir ibadete diğerinden daha
fazla sevap tahsis edilmiş ve hattâ aynı ibadet o zamanların bazısında vacib,
bazısında haram kılınmıştır ki, bunun hepsinde ancak Allah'ın kendisinin bildiği
birtakım hikmetler vardır, bu da onlardan farklı değildir. Şu halde her ne
suretle olursa olsun bu sûreyi okuyan kimse, aynen Kur'ân'ın bu sûreyi içine
almayan üçte birini okumuş olanın sevabı kadar bir sevabı kazanması ve bunun
ona bir ilâhi lütuf olarak tahsis buyurulmuş olması imkânsız görülmeyip bunun
hikmetinin ilâhî ilme tefvîz olunması gerekir. İbni Abdi'l-Berr de bu konuda
sükût eylemenin görüş ileri sürmekten ve ileri geri konuşmaktan daha çıkar yol
ve daha faziletli bir davranış olduğunu söylemiştir. Gerçekten de en sağlam ve
tutarlı olan da budur.
Bununla beraber Keşşaf'ın bu konuda uyarısı da
önemlidir:
Bütün bunlardan sonra âcizane benim aklıma
doğanlar da şudur: Ta Fatiha Sûresi'nin başında besmeleyle ilgili olarak beyan
ettiğimiz şekilde, Kur'ân ilminin ana konusu, ulûhiyyeti dolayısıyla Allah
Teâlâ'dır. Yani Allah ile yarattıkları ve özellikle de yaratılmışlar arasında
akıl sahibi olması dolayısıyla insanlar arasındaki ilişkidir. Bir tarafta
Allah'ın uluhiyyeti, bir tarafta kulların ubûdiyyeti ve bu ikisi arasındaki
ilişkidir. İnsanın bu ilişkide Yüce yaratıcısına karşı nasıl bir tutum ve tavır
içinde olması gerektiğinin bilgisidir. Fatiha Sûresi, bunu belirlediği gibi, bu
sûre de Allah Teâlâ'nın kendi tarifi olarak, bütün Kur'an'ın dayanağı olan
temel ilkeyi açıklamıştır. Bu bakımdan bu sûre de Fatiha Sûresi gibi bütün
Kur'ân'ın bir özeti ve binaenaleyh muvadili demektir.
Sonra Kur'ân'ın bütünü de fatihası, ortası ve
bir de hatimesi, yani sonucu olmak üzere üç kısımdır demektir ki, bu görüş,
Gazâlî'nin bakış açısına benzer bir görüştür. Fatiha, bilindiği üzere, olan
Elham'dır. Hatime de İhlas ile Muavvizeteyn'dir. "Namazı benimle kulum
arasında taksim ettim." hadis-i kudsîsinin delâleti üzere Fatiha'nın yedi
âyeti Allah ile kulu arasında iki eşit kısma taksim edilmiştir: Şöyle ki: İlk
üç âyeti yalnızca Allah'a aittir. Allah'a ait olan üç âyetlik bu birinci
kısımdan sonra gelen dördüncü âyet "Ancak Sana ibadet eder ve ancak
Sen'den yardım dileriz." âyetinin bir ucu Allah'a, bir ucu da kullara
aittir. Üçüncü kısımdaki üç âyet sadece kullara âittir. Kur'ân'ın hâtimesinde
yer alan üç sûreden birincisi olan İhlas Sûresi yalnızca Allah'a âit, 'lerle
O'na sığınmak ise kullara ait olduğundan bir bakıma İhlas Sûresi, Elhamd'in ve
binaenaleyh bütün Kur'ân'ın yarısına, bir bakıma da üçte birine muâdil demek
olur. Şu halde bunların mânâlarındaki incelikleri ve ilişkileri duyabildiği
kadar hissederek okuyanlar o ölçüde tafsilen muâdil sevaplara nail olacaklar,
mânâsını anlamadan icmalî bir imanla okuyanlar da o ölçüde icmalen muâdil
sevablarına nail olacaklar. Nazım haddizatında mânâya delâlet ettiği, harf
sayısına göre sevap da nazmın tilavetine aid bulunduğu için vaad olunan
sevabdan elbette hali olmaz. "Kim bir iyilik yaparsa ona on katıyla sevap
vardır." (En'âm, 6/160) ilâhî vaadiyle bir harfe on sevap veren Allah'ın
bir İhlas Sûresi'ne diğerlerinin tamamına, yarısına veya üçte birine muâdil
sevap vermesine bir engel yoktur. Özellikle bunun gibi Allah'a aid olan
hususlarda "Allah dilediğini yapar ve dilediği gibi hüküm verir."
(İbrahim, 14/27) ve (Maide, 5/1) hükümlerinden başka sebep de aranmaz. İhlasa
yatkın olarak mânâyı anlamaya ve sonra da gereğince amel etmeye çalışmak da
ayrıca birer hasene olduğundan dolayı şüphe yok ki, onların sevabı da munzam
olunca ecir daha yükselir. İşte tefsir yoluyla mânâyı ve hükümleri anlatmaya
çalışmaktan istenilen de budur. Bu sûrenin faziletlerine dair daha bir çok
hadis-i şerîf rivayet edilmiştir. İçlerinde sahih ve kuvvetli olanlar da, zayıf
sayılanlar da vardır. Bazıları bu sûrenin Kur'ân'daki sûrelerin en efdali
olduğunu söylemişlerse de, Fatiha'nın her namazda okunması vâcib olduğu ve Hz.
Peygamber'in "Fatiha'sız namaz, namaz olmaz." buyurması dikkate
alınınca bu konuda biraz temkinli olmak gerekir. Gerçi Fatiha'nın durumunun
böyle olması, İhlâs'ın en efdal sûre olmasına engel teşkil etmez şeklinde
düşünülebilir, ancak bu konuda Hz. Peygamber'den sahih bir rivayet olmadan buna
hükmetmek uygun düşmez.
Alûsî der ki: Bunun hakkında varid olan sahih
hadisler, bu sûrenin faziletine yeter, hattâ Kur'ân'daki sûrelerin en efdali
bile denilmiştir. Buna Darimî'nin Müsned'inde Ebu Mugive'den, Safvan-i
Kulai'den rivayet olunan şu hadis ile istidlâl edenler de olmuştur. Şöyle ki;
bir adam "Ya Resulullah, Kur'ân'da hangi sûre en büyüktür?" dedi.
Peygamber (s.a.v.) de buyurdu. Yine Müsned'de Muâz b. Rifa'a ve Üseyd b.
Abdirrahman tarikıyle Ukbe b. Âmir'den, demiştir ki, Resulullah (s.a.v.) bana
"Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da bulunan sûrelerin en hayırlısı üç sûreyi
sana öğreteyim mi?" buyurdu. Ben de "evet" dedim. Bunun üzerine
bana ve sûrelerini okuttu, sonra da buyurdu ki; "Ya Ukbe, sen bunları ve
Tebbet'i bir gece bile unutma, hepsini oku!"
Tirmizî de bu hadisin bir kısmını rivayet
etmiş ve "hasen" demiştir. Bununla beraber bu, Kur'ân'daki sûrelerin
mutlaka en efdali olduğuna delalet etmez, belki efdal olanlar arasında olduğuna
delalet eder. Kur'ân sûrelerinin birine diğerinden efdal demeyi caiz görmeyen,
yani aralarında fazilet farkını inkâr edenler olmuşsa da İbni Hassad demiştir
ki, bu konuda varid olan hadislerin çokluğu karşısında efdaliyyet farkını inkâr
edene şaşılır. Efdaliyyeti benimseyenler de vechini açıklamada farklı
görüşteler: Bazısı demiştir ki; efdaliyyet, nefsin intikalleri ve yüce
vasıfları derinden algılayabilmesi ve kalbin ürperişleri bakımından sevabın
büyüklüğüne kat kat artmasına racidir. Çünkü İhlâs Sûresi'nin içerdiği, mesela
vahdaniyyet ve ilâhî sıfatlara delalet gibi anlamlar mesela, Tebbet Sûresi'nde
mevcut değildir. Binaenaleyh efdaliyyet ancak mânâ yüceliği ve çokluğu iledir.
Halimi de Beyhakî'den şöyle nakletmiştir: Âyetler ve sûreler arasında
efdaliyyetin mânâsı değişik özelliklere racidir. Birisi; onunla amel, diğeriyle
amelden evla ve insanlar için lâzım olmaktır. Bu açıdan emir ve nehiy, vaad ve
va'id âyetleri kısas âyetlerinden daha hayırlıdır, denilir. Çünkü kıssalarla
ancak ilâhi emir ve yasakların müjde ve uyarıların desteklenmesi matluptur.
İnsanlar bunlardan uzak kalamaz, ancak bazı hallerde bu kıssalara ihtiyaç
duymayabilirler. Onun için temel ilke niteliğinde olan ve insanlara daha
gerekli olan ve daha faydalı bulunanlar, onlar hakkında ayrıntı sayılanlardan
daha hayırlı olur. İkincisi; Allah Teâlâ'nın yüce isimlerini ve sıfatlarını
beyan eden, azamet ve celaline delalet eyleyen âyetlere, böyle olmayanlara
göre, kadri daha yüce, şanı daha yüksek mânâsına efdal denilir. Üçüncüsü; bir
sûre bir sûreye, bir âyet bir âyete göre daha hayırlı denilmek şu mânâ ile olur
ki, bunu okuyan kimse, okumakla uhrevi olan ilerideki sevabdan başka peşin bir
fayda ve tilavetiyle husûle geliverecek bir ibadet elde etmiş olur. Mesela,
âyete'l-kürsi, ihlas ve muavvizeteyn sûreleri gibi ki, bunlarda Allah Teâlâ'yı
yüksek sıfatları ile zikir bulunduğundan bu zikrin fazilet ve bereketine itikad
ve itminan ile bunları okuyan kimse kırâetiyle derhal korkulan bir şeyden
korunmuş ve Allah'a sığınmanın faydasını hemen görmüş ve böylece okumakla
Allah'a ibadet etmiş olur. Hüküm âyetlerine gelince, bunların sadece okunması
ile o hüküm yerine gelmiş olmaz, ancak o hüküm hakkında bilgi edinilmiş olur.
Bir de şu bakımdan bir sûre bir sûreden efdal denilir ki; Allah Teâlâ, onun
kıraetini, diğerlerinin kat kat kıraeti gibi kılmış ve ona diğerlerine
vermediği sevabı vermiştir. Her ne kadar onun bu dereceye baliğ olmasına sebep
olan mânâ bizce bilinmese bile... Bunun benzeri çeşitli zamanların ve
mekânların üstünlüğü hakkında söylenildiği gibi, te'abbüdi olan tahsisat-ı
ilâhiyyedir. Hasılı bu vecihlerin herhangi birisi bakımından efdaliyyet,
hepsinin Allah kelâmı olması bakımından taşıdığı eşitliğe ve aynı özelliği
taşımalarına aykırı olmaz bile. Çünkü hepsi de "Allah, sözlerin en
güzelini çift yönlü ve ahenkli bir kitap olarak indirdi. Rablerine saygılı
olanların ondan tüyleri diken diken olur. Sonra tüyleri de, kalbleri de Allah'ın
zikrine yatışır, yumuşar..." (Zümer 39/23) âyetinde açıklanan özelliğe
sahiptir.
Korunacak insanlara hidayet olmak üzere
indirilmiş olan Allah kitabının besmelesi ve fatihasıyla Allah'ın birliğini
ilan ve peygamberliği icraya başlamış olan Resulullah'ın nihayet hak vaad ve
kevser verilmek, fetih ve zafere erdirilmek ve bunun için tesbih ve hamd ederek
Rabbi'nin mağfiretine kavuşan Muhammedî şanı ile güzel ve mutlu sonu ve ona
buğz edenlerin, zıddına gidenlerin Ebu Leheb ile karısı gibi ateşe giden acı
sonu ve hüsranı anlatıldıktan sonra, bütün şirk şaibeleri kesilmek ve
hıristiyanların, Hz. İsa hakkında düştükleri yanlışlığa düşülmemek gereği ve
bütün âyetlerden nihai gâyenin ve maksadın Allah'ı tanımak olduğu bu sûrede
işte böylece vurgulanmıştır. Ortak ve benzerden münezzeh olmak, eşdeğer ve
zıddan uzak bulunmak ancak Allah'a mahsustur. O'nun kendisinden başka herşey
O'na muhtaçtır. Evvel ve âhir O'dur, herşey O'nun ehadiyyetinde fanidir ve onda
son bulacaktır. Her varlık ancak O'nun samediyyetiyle kail bulunduğu gerçeği
hatime olarak hakka'l-yakîn tesbit edilmek üzere bu sûre-i celîlede tevhid
sırrı her türlü şâibeden uzak, her şüpheden azâde olarak halis bir yakîn ile
talim ve telkin edilmiştir. Allah Teâlâ'nın doğurmaz ve doğurulmaz, hiçbir
şekilde eşi ve dengi bulunmaz ehadiyyet ve samediyyet ile tanınması lüzumu
bildirilmiştir. O halde Peygamberler de dahil olmak üzere, bütün âlemler ve
özellikle akıl sahipleri için mahlukatın mertebelerinde birbirlerine karşı olan
şeylerden O'nun samediyyetine sığınmaktan başka bir selâmet çaresi olmayacağı
âşikârdır. Fatiha Sûresi'nde "Biz ancak Sana ibadet eder ve yine ancak
Sen'den yardım dileriz." buyurulduğu gibi, hatimede de O samediyyetin
hüküm ve mânâsını beyan etmek üzere bu İhlas Sûresi'nin arkasından, âfâkî veya
enfüsî herhangi bir şey karşısında son çare olarak O'na esmâ-i hüsnasiyle
iltica edip sığınmaktan ibaret olduğu, aşağıda geleceği şekliyle biri âfâkî,
biri enfüsî iki sığınma sûresi olan "muavvizeteyn" ile son emir
olarak tebliğ ve ferman buyurulmuştur.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
İhlas Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.