Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Fil Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
105-FİL:
Görmedin mi? Hitap, Peygamber'edir. Rü'yet
(görmek), kalp gözüyle görmeden istiare olarak kalbe ait görme, yani gözünle
görmüş gibi muhakkak bilmiyor musun ey Muhammed? Çünkü söylenecek olan
"fil sahipleri olayı", o zaman onu gözleriyle gören şahitleri henüz
dünyada çoğunlukla mevcut, hatta o zamana yetişmiş "Muallakat-ı
Seb'a" (yedi askı) şairlerinden olup yüz altmış sene kadar yaşamış olan
meşhur Lebid gibi kimseler hayatta oldukları gibi, aynı zamanda bir tarih
başlangıcı olarak herkesçe de mütevatir olarak bilinen bir olay idi. Hatta fili
çekenlerden iki kişinin kötürüm, kör olarak kalıp Mekke'de dilendiklerini
gördüm diye Hz. Aişe'den rivayet de vardır.(1) Bu sebeple o zaman vakayı görmüş
olan herhangi bir kimseye veya hitabın genel olması da mümkün ise de peygambere
hitap olması daha açıktır. Zira bu olay Peygamberin doğumuna başlangıç olan
ilâhî alâmetlerden olduğu ve Kur'ân'a ilk muhatap olan da Hz. Peygamber olduğu
için özellikle hitabı da ona karine (ipucu) dir. Görmedin mi? Nasıl yaptı
Rabbin? Dikkate şayandır ki, "ne yaptı?" diye fiilin mahiyetinden
değil, nasıl, "ne keyfiyette yaptı" diye niteliğinden sorulmuştur.
Çünkü bu soru acaibliği haber vermek içindir. Hadisenin şaşırtıcı, fevkalade
garib bir harika olan yönü de niteliğidir. Fiilin kendisi, mahiyeti itibarıyla
sadece bir yok etme ve öldürme fiili diye düşünülecek olursa Allah'ın
fiillerinde de diriltme gibi öldürme ve yok etmenin de âdet üzere tabiî denilen
şekilde cereyan edegelen kısımları çok olduğundan, bu itibar ile mahiyetine
şaşılmayabilir. Halbuki aynı fiil niteliği, cereyan şekli itibarıyla
düşünüldüğü zaman normal mi, yoksa şaşırtıcı mı olduğu görülür. Mesela bir
insandan bir insan yaratmak haddizatında pek büyük bir kudret ve sanat olduğu
halde alışılmış bulunulduğu için şaşırtıcı görülmez. Hiç insan yokken, bir
insan yaratmak, şaşırtıcı görülür. Çünkü tecrübede aynına bitişik şekilde
tesadüf edilmemiştir. İşte burada da hadisenin şaşırtıcılığı özellikle
niteliğinin düşünülmesinden anlaşılacağı gibi murad da garip bir harika,
şaşırtıcı bir engel olan bu ilâhî fiilin acaibliğini hatırlatmak olduğu cihetle
niteliğine dikkat çekilmiştir. Ki kelâmcılar buna "vech-i delil"
tabir etmişler ve övülmeyi hak etmiş zatları görmekte değil, böyle nitelikleri
görmekte ve onların delaletiyle gerçek kıymeti anlamakta olduğunu
söylemişlerdir. Zira niteliklerin inceliğinden gafil olanlar mahiyetin zatını
hakkıyle anlayamazlar. Onun için bu fiilin de niteliğini iyi düşünemeyenler onu
normal bir şeymiş gibi farzetmekle hakikati anlayıverdik zannederek aldanırlar.
İşte Allah Teâlâ böyle gafletlere düşülmemek ve bu fiilin şaşırtıcılığını
göstermek üzere bilhassa keyfiyetine dikkat nazarını celbetmekle buyuruyor ki:
Görmedin mi nasıl yaptı Rabbin? Fil sahiplerine? O olayı malum ve görülmüş olan
belli fil sahiplerine. Bu ad ile bilinen Ebrehe ordusuna ki, Yemen'i istila
etmiş, Habeş valisi iken emrindeki Habeş ve diğerlerinden mühim bir ordu ile
Mahmud (Mamud) denilen fiillerine güvenerek ve karşılarına çıkanı çiğneyip
tepeleyerek Kâbeyi yıkmak için gelmişlerdi de başarılı olamadan perişan olup
gitmişlerdi. Bundan dolayı kendilerine "Fil ashabı" denilmiş ve bu
sene Araplar arasında "fil yılı" diye bilinerek bir tarih başlangıcı
edinilmişti. Filan şey fil yılında, yahut fil yılından şu kadar sene önce veya
sonra oldu diye anlatırlardı. Bu şekilde Hz. Peygamber'in de bu fil yılında
doğmuş olduğu biliniyordu ki, en sağlam rivayete göre Hz. Peygamber bu olaydan
elli gün sonra doğmuştu.
Hicrette Resulullah elli iki elli üç
yaşlarında bulunduğu için hicri tarihe elli iki sene eklenince Peygamberimizin
doğum senesi olan fil senesi bulunmuş olur ki, bulunduğumuz iş bu bin üçyüz
elli altı hicri senesinden bin dörtyüz sekiz sene önce demek olur. İbnü
Hişam'ın "Siyer"inin şerhi olan "er-Ravdu'l-Ünf"de:
"Fil kıssası, İskender tarihinin sekiz yüz seksen ikinci senesi Muharrem
ayının başında oldu." diye "Nakkâş tefsiri"nden nakleder. Buna
göre hicrette Resulullah elli iki yaşında demek olur. Çünkü hicret, İskender
tarihinin dokuz yüz dört senesidir. Böyle "Fil sahipleri" diye
bilinen Ebrehe ordusuna Allah tarafından yapılan fiilin şaşırtıcı olan durumu
dört âyet ile özetle şöyle açıklanıyor:
2. 1- Onların tuzaklarını dalalette,
fenlerini, düzenlerini sapıklık içinde boğulmuş kılmadı mı? Yani birçok zayiat
içinde bırakarak kızıp mahvedip perişan etmedi mi? Bilinir ki keyd, mekr gibi
gizli bir suikast tertip etmek, başkasına bir zarar yapmak için gizli bir
şekilde tedbir kurmaktır. Ve o şekilde kurulan hileli tedbire ve öyle ince ve
hileli tedbire dayanmış olduğundan dolayı harp ve çarpışmaya da denir.
Dilimizde keyde, düzen, fend, oyun, dolap, tuzak dahi denir. "Tadlîlin
keydi", idlal (sapıtmak) gibi tedbiri şaşırtmak ve sapıklığa mahkum etmek
demek olursa da, teksir (çoğaltma) mânâsıyla beraber gibi ile ulanan ve
kaybolmak ve zayi olmak demek olan "dalal"den türemiş olarak bütün
bütün kaybettirmekle iptal eylemek mânâsını ifade eder. "Keşşâf
sahibi"nin beyan ettiği üzere denilir ki, "dalle" zayi etti
(kaybetti) demektir. Nitekim "Kâfirlerin duası boşa gitmektedir."
(Ra'd, 13/14) âyetinde "dalal" bu mânâyadır. Ve babasının mülkünü
kaybetmiş olduğundan dolayı İmriü'l-Kays'e de "dalîl" denilmiştir.
Bunun için kaybetme ve iptal etme ile tefsir etmişlerdir. Bu mânâ bizde,
"filan işte filan adam bütün bütün kaybetti, filan ona kaybettirdi"
denilmesine benzer. (fî) de zarflık için olduğu ve zarf, mazruf (zarflanan)u
kaplayacağı cihetle, tuzaklarının böyle sapıtma içine bırakılması, sapıklığa
batmış kılınması demek olur. Bunu "sadece tedbirlerini şaşırtmadı
mı?" diye terceme edivermek kolay gibi gelirse de beyan olunduğu üzere
bunda yalnız tedbiri şaşırtmaktan daha yüksek bir mânâ bulunduğundan gaflet
edilmemesı gerekir. Çünkü bütün tedbirleri boşa çıkarılmış, hepsi kaybettirilip
mahvedilmiş olması da belagatlı bir mânâdır. Onun için "tuzaklarını
sapıttırmadı mı?" denilmiyor da "dalalet içinde bırakmadı mı?
Sapıklık içinde kılmadı mı?" deniliyor. Soru da takrîrî (itirafa zorlama)
olduğundan, "gördün ya kıldı" demektir. Ve ondan dolayı mâtufunda
gelecektir. Onların tuzakları, düzenleri ne idi? Tevatüren bilindiği üzere
filleriyle gelip Kâbe'yi yıkmak ve San'a'da yaptırmış oldukları Kulleys
adındaki kiliseyi onun yerine koyarak halkı ona çevirmekti. Bu gayeye ermek
için gizli açık birtakım teşebbüslerde bulunmuşlar, Mekke'nin üç fersah (17.286
km) mesafesinde Mugammes denilen yere kadar gelmişlerken, Mahmud dedikleri fili
oradan beri Mekke'ye sevkedemediler. Başlangıçta tedbirleri bununla bozuldu.
Sonra da açıklanacağı üzere "asf-ı me'kul" (yenmiş ekin) gibi mahv u
perişan oldular. Kâbe'yi yıkamadıktan başka, kendileri helak ve kiliseleri
harab oldu gitti, öyle değil mi? İşte böyle bir suikastı böyle bir vaziyette,
böyle tersine çevirip de iptal eden ancak Rabbindir. Rabbin onu yaptı.
3. 2- Üzerlerine bir çok ebabil kuşları saldı.
Alay alay, fırka fırka, bölük bölük, birbiri ardınca, katar katar çeşitli
yönlerden.
TAYR, bilindiği üzere uçan kuş demek olan
"tair"in çoğuludur. diye nekre olarak getirilmesi de bunların
tanınmadık, garib birtakım kuşlar olduğunu hatırlatır. Gerçekte kuşların o
zamana kadar oralarda görülmemiş irili, ufaklı, siyah, yeşil, beyaz, takım
takım garip kuşlar olduğu da rivayet edilmiştir.
Hz. Peygamber'in dedesi Hz. Abdülmuttalib
"Ne Necd'li, ne de Tihame'li." demiş. "Tayran"den sıfat
veya hal veya beyan atfı olması muhtemel olan Ebabil de garibdir. Bir kısım
tefsirciler bu Ebabil kelimesi şemati ve abâdîd ve benzerleri gibi müfred
(tekil)i olmayan çoğullardandır, fırkalar demektir, demişler. Ferra, Arap'tan
tekilini işitmedim, demiş. Ebu Ubeyde, Ma'mer b. Müsenna da, bunun müfredi
olduğunu söyleyen görmedim, demiş. "Kamus"ta da fırak (fırkalar)
demektir, tekili olmayan çoğuldur, diyor. İbnü Cerir'in naklettiği vechile
Abdullah b. Mes'ud'dan: fırak (fırkalar); İbnü Abbas'dan: "Birbiri
ardınca." Abdullah b. Haris İbnü Nevfel'den: İbil-i müebbele gibi ekâtı';
yani besi develeri gibi bölük bölük, katar katar. Said b. Abdirrahman
Bezzi'den: Müteferrika; Hasen ve Katade'den: Kesire (çok); Mücahid'den yani
"çeşitli, ardı ardınca, toplu halde." İbnü Zeyd'den: Şuradan,
buradan, her taraftan gelmiş çeşitli, diye rivayet olunmuş ve İbnü Cerir
bunları, ayrı ayrı birbiri ardınca çeşitli bölgelerden diye özetlemiştir. Bununla
beraber tefsircilerden ve lügatçılardan bir kısmı da: Ebabil'in müfredi
(tekili) ibbale veya ibbevl veya ibbil olduğunu söylemişlerdir. Ebu Cafer
Revasi, bunun müfredi olarak ibbale'yi işittiğini söylemiş, Kisaî de
nahivcilerin ibbevl dediklerini, bazılarının da ibbil dediklerini işittim
demiştir. Zemahşerî, ebabil, hazaik (yani cemaat) diye tefsir ettikten sonra
der ki: Bunun tekili ibbâledir. Araplar'ın ata sözlerinde tabiri vardır. İbbale
büyük demet demektir. Bir kuş topluluğu birbirine sıkışmakta büyük bir demete
benzetilmiştir. Abadid, şematil gibi tekili yoktur da denildi. Ragıb da: İbbale
odun demetine benzetilmesindendir. Ebâbil, ibbîlin çoğuludur. Deve bölükleri
gibi ayrı ayrı demekir, diyor. "Kamus"ta da şöyle diyor: İbbâle,
ibâle, ibbevl, ibbîl, ibîl, kuştan, attan, deveden bir kıt'a (bölük) yahut
peyderpey gelen kötülüklerden her biri (ki katar demek) olur ve ibbale huzme
(bir bağ) demektir. "Bir bağ üzere bir demet" tabiri de darb-ı mesel
(atalar sözü)dir. Bela üzerine bela yerinde söylenir. Ebabil bunlardan birinin
çoğulu olduğu şekilde de mânâ: Küme küme, çeşitli bölükler halinde, katar
katar, alay alay, birçok kuşlar demek olur ki, bu da İbnü Cerir'in açıkladığı
mânâ demektir. Ancak ebabil, ibbalenin çoğulu olduğuna göre bunda darb-ı
meselinin mânâsına işaret olarak demek gibi bir mânâ daha muhtemel olur. Zira
büyük bela üzerine bir küçük bela daha meâlinde olduğu halde bunda büyük bela
üzerine büyük bela, hatta belalar halinde denilmek gibi bir mânâ anlaşılmak
gerekir ki, bu "el-Kâria" Sûresi'nde geçtiği üzere
"haviye"nin "anası ağladı" tabirinden türemiş olmasına
benzer. Yani bu kuşları onlara bela üzerine bela olmak üzere belalar yığını
halinde gönderdi, demek olur. Fakat kimse bundan böyle bir mânâ anladığını
söylememiştir. Bununla beraber Zemahşerî'nin anılan darb-ı meseli şahit olarak
getirmesi buna işaretten uzak olması gerektir. Bu mânâlarca ebabil, tayrın
sıfatı veya halidir. Bundan başka ebabil adıyla bilinir olmuş ve kırlangıca
benzer bir kuş vardır ki ayaklarının uçları kıvrık olması hasebiyle yere
konunca uçamadığından yuvalarını hep yüksek yerlere yapar ve yüksecik yerlerden
atılarak uçarlar. "Kamus" şerhçisinin ve tercümesinin zikrettikleri
vechile bazıları ebabilin, dağ kırlangıcı dedikleri bu kuş olduğunu kabul
etmişlerdir. Çoğunlukla bu kuşların vasfında "kırlangıçlar benzeri",
"avuçları köpeklerin avuçları gibi" diye rivayet edilmesi dolayısıyla
bu yaygın olmuştur. Bu takdirde ebâbil tayr'a atf-ı beyan demek olur. Ve ebâbil
lafzının tekili yoktur denilmesine de uyar. Fakat yukarıda görüldüğü üzere imam
tefsirciler ebâbilin böyle bir çeşit kuş ismi olduğunu söylememiş, çeşitli
şekilde, bölük bölük, peyderpey gelen sürüleriyle çokluklarını ifade eden bir
sıfat veya hal mânâsıyla açıklamış oldukları ve âyetin sevki de özellikle bu
kuşların garipliğine işaret ettiği cihetle bunu atf-ı beyan gibi bir kuş ismi
olarak anlamak doğru görünmez, müvelled (yapay kelime) olması gerektir. Gerçi
söylediğimiz gibi bunların hacimleri kırlangıçlar kadar olduğu yaygın ve
hortumları kuş hortumları ve avuçları köpek avuçları gibi diye İbnü Abbas'dan
rivayet edilmiş ise de rivayetlerin tamamı bunların hepsi bir çeşit kuş
olmayıp, gerek hacim ve gerekse renk itibarıyla çeşitli olduğunu anlatmaktadır.
Şu halde çarpışmalarda leşler üzerinde dolaşan kartallar, kara kuşlar gibi
irileriyle kargalar gibi ortaları ve sinek avlayan kırlangıçlar gibi küçükleri
ve siyah, beyaz, yeşil ve alaca çeşitli renkleriyle türlü türlü ve birbiri
ardınca takip ederek gelen çeşitli sürüleriyle irili ufaklı, alay alay kuşlar
demek olur ki, bunların Yemen'den doğru ve deniz tarafından geldikleri de vaki
olan rivayetler cümlesindendir. Böyle bir fırtına gibi birdenbire bir kuş
akımının saldırması acaib bir şekilde onların başına bir bela yağdırdı. Şöyle
ki:
4. 3- O kuşlar, onlara (yani fil sahiplerine)
siccilden taşlarla atış ediyorlardı.
SİCCİL: İbnü Hişam "Siyer"de
demiştir ki Yunus-i Nahvî ve Ebu Ubeyde bana şöyle haber verdiler: Siccil, Arap
katında şedid sueb (şiddetli katı) yani katı sert demektir. Bazı tefsirciler
bunun Farsça iki kelime olup Arab'ın bir kelime yapmış olduğunu
zikretmişlerdir: Senc ü cil, yani taş ve çamur. Hakikaten İbnü Cerir ve
diğerleri de İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere en meşhur mânâsında siccil,
Farsça olan seng, gil değişimidir. Seng taş, gil çamur demek olduğu için
kiremit gibi çamurdan taşlaşmış taş. Demek ki Arap bunu bir kelime yaparak
katı, sert mânâsında kullanmıştır. Âlûsî'nin açıklamasına göre bazıları bunun
Arapça olan büyük kova mânâsına seclden olduğuna kail olmuş, taşın büyük
kovadan olmasının mânâsı da kovadan dökülen su gibi devamlı yağması mânâsına
bir istiare olduğunu söylemiştir. Zemahşerî der ki, "siccîn",
kâfirlerin amel defterlerinin adı olduğu gibi, "siccil"de azaplarının
yazıldığı divanın alemi gibidir. Sanki yazılmış, tedvin edilmiş azab
cümlesinden taşlarla demek gibidir. Turevi de göndermek mânâsına olan
iscaldendir. Çünkü azab "Biz de onların üzerine tufanı gönderdik."
(A'raf, 4/133). "Onların üzerine kuşları gönderdi" gibi irsal
(gönderme) ile vasfedilir. Buna göre siccil, gönderilmiş, mürsel mânâsına
olarak azap defterine isim olmuş demek olur. Fakat bu şekilde diğer bazılarının
dediği gibi defter mânâsına olan siccil lafzından türemiş olması daha çok
yakışır. Bu mânâya bir şer'î mânâ olması lazım gelir. Bu iki mânâca siccil o taşların
geldiği yeri göstermiş olur. Rivayetlerde bu taşların mercimek ve nohut kadar
ve koyun gübresi kadar olduğu ve her kuşun bir ağzında, iki de ayaklarında
olmak üzere üçer taşı taşıyor bulunduğu ve kime isabet ettiyse başından girip
ötesinden çıkarak delik, deşik ettiği nakledilmiştir. Ebu Nuaym'in Nevfel b.
Ebi Muamiye ed-Deylemî'den rivayet ettiğine göre demiştir ki: "Ben fil
ashabına atılan taşları gördüm, nohut kadar ve mercimekten büyük bir sırça
kırığıyla sıyrılmış, sanki bir zafar boncuğu gibiydi" Ebu Nuaym
"Delail"de İbnü Abbas'dan rivayetinde fındık kadar; İbnü Merduye'nin
rivayetinde koyun gübresi kadar. Keşşaf ve daha bazı tefsirlerde İbnü Abbas'ın
bunlardan birazını Ümmü Hani'nin evinde bir hafîz (ölçek) kadar cez'ı zafârî
gibi bir kırmızılıkla çizgili olarak görmüş olduğu da nakledilmiştir. Bu
taşların birer boncuk kadar sert ve çizgili olarak taşlaşmış olan katılığını
bir ifade vardır ki, siccilin kuvvetli ve ağır mânâsını da açıklamış oluyor.
Âyette bu taşların hacimleri hakkında bir açıklama yoksa da
"hıcâreten" kelimesinin nekre olmasından bilinmeyen bir takım taşlar
olduğu, siccilden de sertlikleri ve öldürücü oldukları, ifadenin siyakından
bunların görülmüş oldukları anlaşılıyor. Böyle nohut ve fındık kadar bir dolu
yağmuru bile açıkta ansızın yakaladığı insanları telef ettiği malumdur. Şu
halde açıkta bulunan bir orduya böyle gökten uçaklarla makineli tüfek
bombardımanı yapar gibi alay alay kuşlarla fırlatılan fevkalade taşların
isabeti altında kalanların hali ne olacağını tasavvur etmek ise kolay olur.
İşte bunun neticesi şu oldu:
5. 5- Derhal onları ( fil, sahiplerini
Rabb'in) yenmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi.
ASF , esasında eğip bükmek, kırıp dökmek
mânâlarıyla ilgili olarak masdar ve isim olan bir kelimedir. Burada
"Yapraklı tane." (Rahmân, 55/12) âyetinde olduğu gibi isim olduğu
bellidir. Tefsirciler bunun ekin yaprağı demek olduğunu söyleyerek birkaç vecih
zikretmişlerdir:
1- Hasaddan sonra tarlada kalan, rüzgar önünde
savrulan ve hayvanlar tarafından yenen ekin yaprağı döküntüsü.
2- Kırılıp savrulan saman.
3- Başak çıkmadan önceki taze yapraklar.
4- Evrinsiz, içi boş kabcıktan ibaret kalan
tane. Bunların hepsine asf denilebilirse de, "Kamus"ta zikredildiği
üzere asfın asıl mânâsı taze ekin, gök ekin yaprağıdır ki, kuruyup kırılınca
saman olur. Rahmân Sûresi'nde "O çimli taneler." (Rahmân, 55/12) diye
terceme etmiştim. Ekin yetişmezden önce, henüz yeşilken biçilmeye de asf denir
ki, çayır gibi hayvana yedirilir. Böyle taze iken biçilen ekin tutamlarına
asuf, içinde henüz tanenin bulunduğu başak çıkmadan toplanmış yapraklarına
asîfe, o sararmış ekin başağından dökülen kırıntılarına, saman çöplerine usafe
denilir. Henüz yeşil iken biçilen veya biçilmeden çayır gibi hayvana verilen
gök ekine dilimizde "hasıl" ve bazı yerlerde "kasıl"
denilir. Onun için biz de meâlde asfı, hasıl diye terceme etmeyi uygun bulduk.
Me'kul, malumdur ki, yenmiş, yenik demektir.
Bu "yenmiş hasıl gibi" teşbihinin mânâsında da birkaç vecih vardır:
1- Zer'i me'kul, yenilmiş ekin denilmiş. Bunda
iki mânâ düşünülebilir: Birisi hayvanlar girmiş yemiş, hurdahaş çiğnemiş,
berbat etmiş taze ekin demek olur ki, kırılıp serilişlerini tasvir etmiş olur.
Bir de yenmiş olmak neticesinden kinaye olarak gübre haline gelmiş, sonra da
kuruyup parçaları darmadağınık olmuş demek olur ki, leşlerin kokuşup dağılması
gübre parçalarına benzetilmiş, fakat Kur'ân edebi üzere ifadenin nezaheti
muhafaza edilmek için netice, başlangıcıyla beyan olunmuştur. Nitekim "İsa
ve anası yemek yerlerdi." (Maide, 5/75) demek büyük abdestlerini
yaparlardı mânâsına hadesten kinaye olduğu halde, edep dolayısıyla öyle ifade
buyurulmuştur. Mukatil'in Katade'nin, Ata'nın görüşleri budur. İbnü Cerir ve
Fahreddin Râzî gibi birçok tefsirciler bu görüşü tercih etmişlerdir.
2- Ükâl, düşmüş, yani kurt yemiş, böcek yeniği
olmuş ekin yaprağı demektir ki, böyle ekin özlü tane tutmayacağı gibi,
çoğunlukla yenik yapraklar delik delik olduğundan, fil sahiplerinin
maksatlarına ermeden bedenlerinin delik deşik olması manzarası böyle yenik ekin
yapraklarına benzetilmiş ve belki kurtlar, böcekler, mikroplar yiyerek
çürüyüşlerine işaret edilmiştir. Bu, lugat itibarıyla ince bir mânâ demek
olduğundan Zemahşerî bunu tercih etmişe benziyor ki bu görüşü öne almıştır.
3- Yine aynı mânâ ile taneleri yenmiş sadece
kapçıktan, samandan ibaret kalmış ekin yaprağı demek olur ki, bunda asıl me'kul
(yenmiş) olan asfın kendisi değil, taneleri olduğundan, kelâmda muzafın hazfi
veya mecazî isnat var demektir. Bu şekilde, canlarının çıkıp, cesetlerinin
kalışı veya taşların sıcaklığıyla içlerinin yanışı, tanesi yenik boş kabçığa
benzetilmiş olur. Bununla beraber akla gelen mânâ önceki vecihtir. Bir yenik
hasıl gibi denilmekte de bu vecihler anlaşılabilir. Asfta yaprağın kırılışı,
bükülüşü, biçilişi mânâlarına işaret bulunduğu gibi, arzettiğimiz vechile
dilimizdeki mânâsıyla hasılda da taze iken biçilişi ve yenilişi mânâsı vardır.
"Onları kıldı" kelimesinin başındaki sebep bildirmekle beraber, takip
ifade ettiği çin taşların atılması üzerine bunun derhal çabuk bir şekilde
oluverdiği de anlatılmış demektir.
İşte Allah Teâlâ fil sahiplerini böyle
akıllara gelmez şaşırtıcı ve çabuk bir şekilde bir "yenilmiş ekin"
gibi yapıverdi. Karşılarında açıkça karşı koyacak bir kuvvet görmeyen,
fillerine ve çokluklarına güvenerek istedikleri gibi Kâbe'yi yıkacaklarını
zanneden istilacı bir orduyu böyle semavi bir afet ile yenik bir ekin yaprağı
gibi ansızın yerlere serip mahv ü perişan ediverdi. Bunu böyle yapıveren
Allah'ın, dilediği zaman onların benzerlerine de bu kabilden hatırlara gelmez,
tasavvur olunmaz belalar, azaplar verebileceğinde ve bu kudret sahibinin önceki
sûrede geçtiği vechile "hümeze lümeze" güruhunu da tutup cehenneme fırlatıvereceğinde
ne şüphe!
Bu şaşırtıcı hadise fil ashabı hakkında ne
kadar feci ve korkunç bir azap ve hikmet olmuşsa, Mekke ehli hakkında da o
nisette ibret alınması gereken büyük ve olağanüstü bir nimet ve Allah'ın kudret
alâmeti olmuştur. Fakat bu, o zaman müşrik olan ve Kâbe'yi putlarla doldurmuş
bulunan Mekkelileri korumak için değil, hatta yalnız Kâbe'ye olan ilâhî
itinadan dolayı da değil, "Ve tavaf edenler, ayakta duranlar, rüku' ve
secde edenler için evimi temizle." (Hacc, 22/26) emri üzere o Beyt
(Kâbe'y)i temizlemek tevhidi yükseltmek ve ilan etmek için dünyaya gelmek üzere
bulunan Muhammed (s.a.v.)'in zatının doğumuna hazırlık olarak onun şan ve
terbiyesine, özellikle ilâhî yardımı ifade eden bir Rabbanî fiil olduğuna
tenbih için sûrenin başında "görmedin mi Rabbiniz nasıl yaptı?"
buyurulmamış "Rabbin" buyurulmuştur. Ki bunun neticesi iki sûre sonra
"Muhakkak ki Biz sana Kevser'i verdik." (Kevser, 108/1) diye
özetlenecektir. Bu şekilde bu sûre Peygamber'e ikram, müminlere müjde, kâfirleri
korkutma ve bilhassa o nimetin kıymetini bilmeyen Kureyş kâfirlerini imtihan
ile azarlamadır.
Fahreddin Razî der ki: Bu fil olayı dinsizlere
karşı ciddi olarak pek mühim bir olaydır. Çünkü birtakım kuşlar gönderilip de,
onlarla bir kavmi bırakıp, diğer bir kavmi taşlattırarak öldürmek tabiat
kanunlarından bir şey ile izah edilemez. Ve buna diğer bir takım rivayetler
gibi zayıftır denilmek de kabil olamaz. Çünkü fil yılı ile Resulullah'ın
gönderilmesi arasında geçen müddet henüz kırk küsür seneden ibaret bulunuyor ve
Resulullah bu sûreyi okuduğu zaman Mekke'de bu olayı görmüş olanlardan hayli
bir topluluk karşısında duruyordu. Eğer olayın bu şekilde nakli zayıf olsa idi,
onlar: "İşte yalanını tuttuk." diye elbette yüzüne çarparlardı.
Halbuki bunun hakkında: "Hayır öyle birşey olmadı, yalan yanlış
söylüyorsun." diye inkâr ve itiraza kalkışan kimse çıkmadı.
O halde demek ki bu olayın bu sûrede
anlatıldığı şekilde görüldüğü ve bunu ayıplamaya yol olmadığı kesinlikle
malumdur". Razi'nin bu hatırlatması pek yerindedir. Sûrenin Mekkî olduğu
ve Mekke'de iken düşmanların çokluğu, "Kur'ân'ı kendi söylüyor da Allah'a
iftira ediyor." diyenler; mecnun, sihirbaz, şair diye atıp tutanlar ve
geçmiş ümmetlerin kıssaları hakkında "eskilerin masalları" diye alay
edenler ve onunla yarışmak istiyen bir çok şairler ağızlarına geleni söylemekte
oldukları ve Peygamber'in bunları söyletmeyecek, ağızlarını açdırtmayacak maddi
bir cebir ve tehdit kuvvetini haiz olmadığı, müminlerin gayet az ve maddi
bakımdan mağlub bir halde bulunduğu, hasılı hücum edebilecekler için yer ve
zaman tamamen uygun olduğu ve bununla beraber bunlardan hiç birinin bu fil
kıssası hakkında bir saldırıda bulunmadığı göz önüne getirilirse, bunca
şahitler içinde bu kıssanın bu sûrede açıklandığı şekilde cereyanını ayıplamak
kabil olmadığı ve bunun herkesçe teslim edilmiş ve mütevatir, yakin ilim, sabit
bir gerçek olduğu ortaya çıkar. Bu şartlar altında hiç şüphe yoktur ki, eğer bu
beyanda inkar ve tekzib edilebilecek zayıf bir nokta olsaydı, Kur'ân'a,
Peygamber'e hücum için bahane arayan bunca düşmanlar en uygun fırsatı bulmuş
olur, bütün şairler ve şahitler bu vesile ile yalanı yüze çarpmak için tekzib
(yalanlama) kasideleri yağdırırlar ve Ebu Cehil gibi nüfuzlu Kureyş ve
Daru'n-Nedve başbuğları da ellerinden gelen bütün kuvvetleriyle onları
kışkırtırlar da kışkırtırlardı. Ve o zaman Hâkka Sûresi'nde geçtiği üzere
"Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette ondan sağ elini
(gücünü, kuvetini) alırdık, sonra onun can damarını keserdik." (Hâkka,
69/44-46) hükmü tamamen ortaya çıkardı. Halbuki hakkı yalanlamak için her türlü
iftiraları, cinayetleri, suikastları göze almış olan o düşmanlar bu sûre ve bu
kıssa hakkında öyle bir teşebbüste bulunmamışlar, tersine İbnü Hişam'ın
"Siyer"inde anlatıldığı üzere baştan sona birçokları o kıssanın
doğruluğu hakkında şiirler söylemişlerdir. Demek ki bu, biraz önce
"Ve'l-Asr" Sûresi ile işaret edilen asrın ortaçağa son verecek yeni
bir çağ açmak üzere ortaya çıkmış acaibliklerinden bir ibret örneği ve herkesçe
Kâbe'nin varlığı gibi inkar edilemeyecek bir gerçek idi. Daha demin
"Birbirlerine hakkı tavsiye ederler." (Asr, 103/3) diye hak
tavsiyesini, insanları hüsrandan kurtaracak güzel amellerin başında olarak
haber veren Kur'ân'ın fil vakası hakkındaki bu kesin ve olumlu açıklamasını
teoriler ile alışkanlığımız olan tabiat kanunlarına dönüştüreceğiz diye
uğraşmamalı, dinsizliğe sapmamalı da tabiatlar üzerinde hakim ve yöneticisi
olan Hak Teâlâ'nın olağanüstü olan bir ilâhî fiili, bir ilâhî iradesi olduğunu
tesbit ederek ondan, ona göre ibret ve neticeler çıkarılmasına çalışmalıdır.
Çünkü kâinatta meydana gelen alışılmış ve alışılmamış bütün olaylar, eşyayı
kendi tabiatlarının durgunluğuna bırakmayarak üzerlerinde değişiklik meydana
getiren yaratıcı bir kudretin etkisinin ortaya çıkmasıdır. O tekrarlandıkça
bize normal ve tabii görünür, tecrübemiz, bilgi edinmemiz, mantığımız,
fenlerimiz sahasına girer. Tekrarlanmadıkça da şaşırtıcı, garib, kural dışı,
tek bir olay olarak görünür. Mantıklarımıza, tekniklerimize sığmaz.
Tecrübelerimizin, bildiğimiz kanunların
hükmüne tabi olmaz. Fakat yaratanın kudretini gösteren görgülerimiz veya
duyduklarımızdan olarak olağanüstü özel durumlarıyla bir mesel halinde yine
bilgilerimiz içinde kalır, iman sahamızı genişletir ve zabtedilen bu gibi nadir
şeyler ve özelliklerin bir daha eşine tesadüf edilebilirse
kanunlaştırılabilmesi için tecrübe kıymetinden istifadeye çalışılır. Bundan
dolayı ilimler hep alışılmış tecrübelerden çıkarılan sonuçları, külli kanunlar
halinde genelleştirmeye çalışmakla beraber, genel kanunlar ile açıklanamayan,
kural dışı ve tek olan garip hadiseleri inkar edip atıvermez. Tersine onu
görüşüne göre tesbit ederek ilerde bir bilgi edinmeye zemin olmak üzere
istatistik halinde sayar. Ve hatta büyük ilim adamları daha çok öyle şaşırtıcı
olayları araştırarak onlardan yeni yeni sonuçlar almaya ve bu şekilde beşer
ilminin gelişmesine hizmet etmeye çalışırlar. Çünkü görmek ilmin başında gelir,
o da nakil ile tesbit edilir ve genelleştirilir. Zamanların bir ifadesi demek
olan tarih de olayların olduğu gibi zabt ve ifadesinden ibaret olmak lazım
gelir. Tarihleri gönüllerine, arzularına göre değil de ilim ve hakka hizmet
için, vaki olana göre yazacak tarihçiler evvela gerek normal ve gerek garip ve
nadir bilinen veya duyulan olayları olduğu gibi zabt ve tesbit etmeye çalışır.
Kendi fikir ve kanaatini ilave edecekse onların mertebelerine göre
cereyanlarını takip ederek söylemesi; her zaman olagalen normal ve bol
olaylardan ziyade garip ve nadir olarak şahidi veya rivayetçisi olduğu
hadiseleri de kaçırmamaya dikkat etmesi gerekir. Onun içindir ki en ciddi, en
hikmetli bir şekilde yazılmış tarihler inanılmaz gibi görünen nice gariplikler
zaptetmişlerdir ki bunların yalnız teoriye dayanan fikirlere göre kıyas ile
değil, rivayet edenlerinin ilmen ve ahlâken kıymetlerine, hıfz ve anlama,
doğruluk ve sadakat itibarıyla mazbut kuvvetlerine göre ayıklanarak ve hakikate
hizmet için yazılanlarla, şeytanlık, mel'anet veya eğlence için yazılanlar
seçilerek incelenmesi gerekir. Esas görgüye dayanarak tevatüren malum olmuş bir
olayın aynını görmüyoruz diye inkara veya te'vile kalkışmak ne fen, ne de tarih
açısından doğru değildir.
Özellikle asrımızın acaibliklerini görüp
duranlar için hiç doğru değildir. Bir çölde bir ordu üzerine ansızın bir kuş
akını ve onlarla gökten dolu gibi taş yağdırılması ne kadar garip olursa olsun
haddizatında imkansız bulunmadığı ve âdete muhalif olsa da, akla aykırı hiç bir
çelişkiyi ihtiva edici olmadığı gibi, Müzdelife'de Muhassir vadisi denilen dere
içinde ansızın böyle bir taş yağmuruna tutulan böyle semavî bir afet içinde
kalan kimselerin de bir ekin gibi kırılıp hurdahaş olmaları gayet tabiidir.
Ancak biz o kuşların ne gibi hislerle uçtuklarını ve nasıl bir his ile o
taşları gagalarına ve ayaklarına alıp atış yaptıklarını bilemeyiz. Yalnız
bunlardan ilâhî, Rabbani bir irade ve kudretin tecellisini pek açık olarak
anlarız. Ki bunu tabii zannedilen her hadisede dahi anlamamız lazım gelir. Fil
sahipleri olayı hakkında Kur'ân'ın bu âyetlerle anlattığı durum bu vak'anın
öyle inkarına mecal olmayan en açık hatlarını ve en müsbet durumlarını
gösterdiği ve Resul-i Ekrem (s.a.v.)'in doğduğu yılın ve belli günün tarihî adı
bulunan bu harikanın müşahitleri içinde ve bütün muasırları gibi onun cereyan
edip şekliyle tafsilatını bütün muhitinden dinleye dinleye büyümüş bulunduğu ve
bu derece yakın ve genel müşahede ve tevatürü ile bilgi, görme ile müşahede
bilgisine dayanmış olduğu için ona Allah tarafından görmedin mi, "görmedin
mi Rabbin fil sahiplerine nasıl yaptı?" diye hitap buyurulmuş ve buna
karşı o günkü muarızlarından bile ağzını açan olmamıştır. O günden bu güne
kadar Kur'ân nasıl mütevatir ise, fil sahipleri olayı da bu sûrede beyan
olunduğu vechile şüphesiz mütevatirdir. Tafsilatıyla ilgili olan rivayetlere
gelince, onların buna uygun olan müşterek yönleri, ittifaklı noktaları öyle
olsa da, ihtilaflı olan ve yorumu kabil olmayan hususlar mütevatir olmak şöyle
dursun, hepsi sahih bile olmayacağı açık bulunduğundan, bunları rivayet
itibarıyla senetlerinin kıymetine ve dirayet itibarıyla de bu âyetlerin
sarahatine uygunluklarının derecesine göre sahihi, hastası, zayıfı, boşu
ayıklanmak lazım gelir ki tefsirler bunlara işaret etmişlerdir.
Kıssa, tarihlerde bilindiği için bu bahsi bu
kadarla kessek iyi olurdu. Fakat bu arada bir çiçek ve kızıl, kızamık
hastalığından da bahsedildiği ve bununla bir taraftan olayın güya
tabiileştirilerek fevkalâde olan önemi adileştirileceği, bir taraftan da
mikroplara temas etmek itibarıyla daha ziyade inceleştirilmiş olacağı zanniyle
âyet sarih olan mânâsından çıkarılarak kuşların ve taşların mânâsı buraya doğru
eğilmek istenildiği cihetle bunları açıklamak için rivayetleri kaydile sözü
biraz daha uzatmak lüzumu hasıl olmuştur.
Evvela bu konudaki rivayetleri tafsilatıyla
toplayan İbnü İshak, İbnü Hişam ve İbnü Cerir ve diğer Siyer ve tefsir ehli bu
olayı şöyle anlatmışlardır:
Yemen'de Hımyeriler'den Tübba Hassan'ın,
kardeşi Amr tarafından öldürülmesi üzerine çıkan ihtilal neticesinde hükümeti
zabtetmiş olan ayaklananlardan Lahnia Zuşenatır'i öldürüp de idareyi eline
almış olan ve Tubba Hassan'ın kardaşı Tebban Es'ad'ın oğlu Zur'a Zunuras
yahudiliği benimsemiş ve o vakit Necran'da halis tevhid esası üzerine
yayılmakta bulunan muvahhid İsevî müminleri çevirmek için Uhdud vakasını
çıkararak katliam yapmıştı. Bu meyanda Tubba'nın oğullarından Devs Zusa'leban
adında birisi bir ata binip kaçarak kurtulmuş ve Rum kayserine kadar gelerek
olayı haber verip Zunuvas'a karşı ondan yardım istemişti. O da: "Sizin
memleketiniz bize uzaktır, fakat Habeş kralına yazayım, o da bu dindedir ve
size yakındır." demiş ve buna yardım edilip intikamı alınması için
Necaşi'ye yazmıştı. Bunun üzerine Necaşi Habeş'ten yetmiş bin kişilik bir ordu
tertip edip, üzerlerine Eryat adında birini komutan tayin ederek sevketmişti.
Ebrehetü'l-Eşrem bunun emrinde idi. Devs Züsa'leban da beraber olarak denizden
Yemen sahiline çıktılar. Zûnüvas, emrindeki Yemen kabileleriyle karşı geldi
çarpıştılar. Askerinin yenilmiş olduğunu görünce atını denize sürüp denizin
dibine daldı ve boğuldu. O vakit Yemenliler'den birisi "Ne Devs gibi, ne
de onun yük bağlayışı gibi" demişti. Bu söz Yemen'de darb-ı mesel olmuştu.
Eryat da Yemen'e girip zabtetmiş, senelerce orada Habeş adına saltanat
sürmüştü. Sonra Ebrehe ona karşı münakaşa etmiş, Habeşliler ikiye bölünmüş,
birbirinin üzerine yürümüşler. Nihayet Ebrehe, Eryat'ı düelloya davet edip,
kölesi Atude'yi arkasında saklayarak bir hile ile Eryat'ı öldürüp yerine
geçmişti. Necaşi bunu işitince öfkelenmiş, beldelerini çiğneyip başını
kesmedikçe Ebrehe'yi bırakmayacağına yemin etmişti. Ebrehe başını traş ettirmiş
ve bir torbaya Yemen toprağından da doldurarak Necaşi'ye göndermiş:
"Kralım, Eryat senin bir kulundu, ben de bir kulunum. Senin emrinde
ihtilaf ettik, ikimiz de sana itaatkâr idik. Ancak ben Habeş işini çekip
çevirmede daha güçlü, siyaset ve idarede ondan daha mahir idim. Hakkımdaki
yeminini işittim, bütün başımı kazıttım ve memleketimin toprağından da bir
torba ile takdim ettim. Ayağınızın altında çiğneyiniz de yemininiz yerini
bulsun." diye yazmıtı. Necaşi de bundan hoşlanmış, buna karşı:
"Emrim gelinceye kadar yerinde dur."
diye yazmıştı. Bu şekilde Ebrehe Yemen'de kalmıştı. Sonra bu Ebrehe, San'a'da
Kulleys yapmış, o zaman oralarda eşi görülmedik bir kilise bina etmiş,
Necaşi'ye: "Kralım! Senin için bir kilise yaptım ki eşi görülmemiştir,
Arapların haccını da buna çevirmedikçe durmayacağım." diye yazmıştı.
Araplar da Ebrehe'nin Necaşi'ye böyle yazdığını haber almıştı. Cahiliye devrinde
Araplar'ın nesi (Tevbe, 9/37. âyetinin tefsirine bkz.) denilen, ayları
geriletme işini yapan, yani takvim için müneccimbaşılık gibi nesi'cilik yönüne
sahip olduğundan dolayı Nesee adı verilen Beni Fukaym (Fukaym oğulları)
kabilesiden biri kızmış, meşhur olduğu vechile, gidip o kilisenin kıblesi
tarafına oturuvermiş kirletmiş. Sonra da kızıp kaçmış. Ebrehe de bunu haber
alınca çok kızarak Kâbe'yi gidip yıkmaya yemin etmiş. Bir rivayette de bir Arap
kabilesi kilisenin civarında bir ateş yakmışlarmış. Rüzgarın etkisiyle ateş
sirayet edip kilisede yangın olmuş. Ebrehe bundan dolayı kızarak Habeşlilere
hazırlık emrini vermiş. Hazırlanmışlar, techizatlarını tamamlamışlar ve
denildiğine göre altmış bin kişilik bir ordu, beraberlerinde Necaşi'nin fili
olan ve Mahmud denilen büyük bir fil, başkaca da sekiz veya oniki yahut daha
çok normal filler ile -ki o zaman harplerde tank gibi fil kullanılırmış-
hareket etmişler. Araplar bunu duyunca telaşa düşmüşler, buna karşı harb etmeyi
görev saymışlar. Yemen'in önde gelen ve meliklerinden Zunefr adında birisi
kendi kavmini ve diğer Araplar'dan kendisine katılanları Ebrehe ile harbe ve
Beyt-i haram'ı müdafaaya davet etmiş, çarpışmış fakat bozulmuşlar ve Zunefr
esir edilmiş Ebrehe'ye getirilmiş, öldürülmesi istenince: "Ey Melik, beni
öldürme, umarım ki benim, senin yanında kalmam, senin için öldürülmemden daha
hayırlı olur" demiş, o da onu öldürtmekten vazgeçmiş, bağlattırarak
yanında hapsetmiş. Ebrehe, yumuşak bir adammış. Sonra Ebrehe maksadına devam
ederek, yürümüş, Has'am arazisine geldiğinde Nüfeyl b. Habibi, Has'am,
Has'am'ın iki kabilesi olan Şehran ve Nahis kabileleri ve diğer katılan Arap
kabileleri ile karşılaşarak çarpışmış. Bunlar da bozulmuşlar ve Nüfeyl esir
edilmiş, bu da öldürüleceği sırada : "Ey Melik! Beni öldürme, bu Arap
arazisinde ben sana kılavuzluk ederim, Has'am'ın şu iki kabilesi de benim iki
elimdir, Has'am ve Taa" demiş, bunun üzerine tahliye edilmiş maiyyetinde
delil olarak çıkmışlar, nihayet Taif'e geldiklerinde Mer'ud b. Muattib b. Malik
Sakafi, Sakif kabilesi adamlarından bir takımlarıyla karşı çıkıp: "Ey
Melik! Biz senin kullarınız, sana itaat edip boyun eğiyoruz, bizde sana karşı
çıkacak yok ve senin kastettiğin Beyt (Kâbe) bizim beytimiz değil -yani Taif'te
bulunan Beytullât'ı değil- Mekke'deki Beyt'i (Kâbe'yi) kastediyorsun, biz de
kılavuzluk edecek kimseler göndeririz." demişler, o da onlardan geçmiş,
Mekke yolunu göstermek üzere Ebu Rigal adında birisini vermişler. Bu Ebrehe'yi
Taif yolunda Mugammıs denilen meşhur yere indirmiş. Fakat iner inmez Ebu Rigal
ölmüş oraya gömülmüş. Halâ Araplar orada onun kabrini taşlarlar. Sonra Ebrehe
Mugammıs'ta iken Habeşlilerden fil komutanı Esved b. Maksud adında birisini bir
süvari bölüğüyle Mekke'ye kadar göndermiş. Kureyş ve diğerlerinden
Tihameliler'in mallarını sürüp getirtmiş. Bu arada Peygamberimizin dedesi Hz.
Abdülmuttalib'in de ikiyüz kadar devesini sürüp götürmüşler. O zaman
Abdülmuttalib Kureyş kabilesinin büyüğü ve ulusu bulunuyordu. Bunun üzerine
Kureyş, Kinane, Hüzeyl ve Harem'de bulunan diğer kabileler harbedecek oldular.
Sonra da güçleri yetmeyeceğini anlayarak vazgeçtiler. Ebrehe, Himyeriler'den
Hunata adında birisini Mekke'ye gönderdi: "Git bu beldenin reisini,
şerifini bul, ona şöyle söyle: Melik diyor ki: Ben sizinle harbetmek için gelmedim,
ancak şu beyti (Kâbe'yi) yıkmak için geldim. Eğer bize harb ile karşı
koymazsanız, bizim sizin kanlarınıza ihtiyacımız yok, şayet benimle harbetmek
istemiyorsa, onu al bana getir." dedi.
Hunâta Mekke'ye gelince Abdülmuttalib'i
gösterdiler. Emredildiği sözü söyledi. Abdülmuttalib de ona: "Vallahi biz
onunla harbetmek fikrinde değiliz, ona takatımız yok. Bu, Allah'ın hürmetli
Beyt'i ve Halil İbrahim Aleyhisselam'ın Beyti'dir. Eğer o menederse, onun
Beyt'i, onun hürmetidir. Yok eğer bırakıvere vallahi bizde onu müdafaa edecek
kuvvet yoktur." tarzında cevap verdi. Ve onunla beraber oğullarından
bazılarını yanına alarak askerin bulunduğu yere gitti. Varınca Zünefri sordu. O
kendisinin sadık dostu imiş, yanına varmış. Nasıl şu bizim başımıza gelen hale
sende bir derman var mı? demiş. O da, bir melikin elinde esir olan ve sabah
akşam öldürülmesini bekleyip duran bir adamın ne dermanı olur? Bende senin
başına gelen hale bir derman yok, ancak filin bakıcısı Enis'e haber
gönderebilirim, ona seni tavsiye eder ve hakkında hürmetkar davranmasını ve
senin için melikten izin alıvermesini ve eğer yapabilirse onun yanında hayır
ile bir şefaatte bulunurvermesini rica edebilirim. Yapabilirse gider, ne
söyleyebilirsen söylersin" cevabında bulunmuştu. Abdülmuttalib: "Bu
bana yeter." dedi. Bunun üzerine Zünefr, Enis'i çağırtıp ona:
"Abdülmuttalib Kureyş'in efendisi ve Mekke menbaının sahibidir. Düzde
insanları, dağ başlarında vahşi hayvanları doyurur. Melik bunun ikiyüz devesini
sürdürmüş, onun için yanına girmesine izin alıver ve gücün yettiği kadar
yararlıkta bulunuver." dedi. O da yaparım deyip Abdülmuttalib'i Zünefr'in
anlattığı gibi anlatarak arzetti. Abdülmuttalib gayet iri ve çok yakışıklı,
insanlar güzeli idi. Ebrehe onu görünce büyükleyerek tazim ve ikram etti,
kendinden aşağı oturtmayı uygun görmedi, yanındaki divanına oturmasını da
Habeşliler'in görmesini istemedi, divanından inip minderine oturdu. Onu da
beraberinde yanına oturttu. Sonra tercümanına, "isteğin nedir?" diye
söyle ona, dedi. Tercüman söyledi. O da: "İsteğim, melikin sürdürmüş
olduğu ikiyüz devemi bana geri vermesidir." dedi. Tercüman bunu anlatınca
Ebrehe tercümanına söyle dedi: "Ben seni görünce gözüme büyük görünmüştün,
fakat söz söyleyince gözümden düştün. Ben senin dinin ve atalarının dini olan
Beyt (Kâbe'y)i yıkmaya gelmişken, sen onu bırakıyorsun da, bana sürdürmüş
olduğum ikiyüz deveni mi söylüyorsun?"
Abdülmuttalib buna karşı: "Ben o
develerin sahibiyim, o Beyt (Kâbe)'nin ise bir Rabbi vardır, onu menedecek
odur." dedi. O: "Benden menedemez." dedi. Abdülmuttalib de,
"Ben ona karışmam, işte sen, işte o." dedi.
İbnü İshak demiştir ki: Bazı ilim ehlinin
kanaatine göre Ebrehe Hunata'yı gönderdiği zaman Abdülmuttalib ile beraber Beni
Bekr'in reisi Amr b. Nufase b. Adıyy ve Hüzeyl'in reisi Huveylid b. Vahile dahi
gitmişler. Bu ikisi Ebrehe'ye Kâbe'yi yıkmayıp dönmek üzere Tihame mallarının
üçte birini arzetmişler, Ebrehe kabul etmemiş. İbnü İshak, buna oldu mu olmadı
mı Allah daha iyi bilir demiş. Fakat Ebrehe Abdülmuttalib'e develerini iade
etti, oradan ayrıldılar. Gelince Abdülmuttalib Kureyşli'lere haberi anlattı ve
askerin sarkıntısından sakınmak için Mekke'den çıkıp dağların tepelerine ve
aralıklarına çekilmelerini emretti. Sonra Abdülmuttalib kalktı, Kâbe kapısının
halkasını tuttu, beraberinde Kureyş'ten bir kaç kişi de kalktı Allah'a dua
ediyorlar. Ebrehe ve ordusuna karşı yardımını diliyorlardı. Abdülmuttalib
kapının halkasını tutarak şöyle dedi:
Fâtiha Sûresi'nde geçtiği üzere
"lâhümme", "Allahümme" mânâsınadır. Şiirin mânâsı: "Ey
Allahım, kul göçünü, ailesini sakınır esirger. Sen de hılalini: Buraya konmuş,
hürmeti tehlikeye maruz bulunmuş olanları sakın, esirge. Onların haçları ve
kuvvetleri yarın senin kuvvetine, havline asla üstün gelemez. Eğer sen onları
bizim kıblemizle (bir rivayette Kâbe'mizle) bırakıverecek olursan, o da senin
bileceğin bir iş, ancak sana malum olan bir hikmete dayanmaktadır." Bazı
rivayetlerde bu son beyitten önce şu iki beyit de vardır:
"Beldelerin toplumlarını çektiler
getirdiler. Bir de fili ki senin yakınlarını yağma etmek için, düzenleriyle
cehaletlerinden senin koruna kastettiler, ululuğunu nazar-ı itibare
almadılar." Diğer daha bazı rivayetler de vardır. Fakat en sahihi
zikrolunan kadardır.
İbnü Hişam der ki, bunun bu kadarı sahih
olanıdır. İkrime b. Amir b. Haşim b. Abdi Menaf da şöyle söyledi:
"Allah'ım, kepaze et o Esved b. Maksud'u,
o kıladeli kıladeli yüzlerce sürüleri alan, Hıra ve Sebir arasında, sonra da
çöllerde iken onları hepsederek koğmakta ve o kara tımtımlara, siyah Habeşlere
katmakta olan o filcinin ahdini boz ya Rabbi! Mahmud (öğülen) sensin".
Sonra Abdülmuttalib halkayı bıraktı,
emrindekilerle beraber dağ başlarına çekildiler. Ebrehe Mekke'ye girince ne
yapacak? Gözetiyorlardı. Sabah olunca Ebrehe girmeye hazırlandı ve askerini
yerleştirdi. Mahmud dedikleri fili de hazırladılar. Mekke'ye doğru sürdüler.
Derken Nüfeyl b. Habib varıp filin yanına yanaşmış, kulağını tutmuş, bir şey
söyleyerek bırakıvermiş, fil çöke kalmıştı, yani düşmüştü. Nüfeyl de sıvışıp
kaçarak dağa çıkmıştı. Fili kaldırmak için zorladılar teberlerle başına
vurdular, döğdüler, kaldıramadılar, çengeller içine aldılar, ötesini berisini
dürtüştürerek çektiler, kanattılar, yine dayandı. Yemen'e doğru çevirdiklerinde
kalkıp koşuyordu. Bunu birkaç defa yaptılar. Sonra yine Mekke'ye çevirdiler
yine yıkıldı. Sersem etmek için şarap içirdiler yine fayda vermedi. Demek ki
hayvan orada diğerlerinin görmediği bir tehlike hissetmişti. Bu hal Muhassir
vadisi yanında oluyordu. Bu sırada Allah Teâlâ denizden üzerlerine
"kırlangıçlar ve belesan benzerleri" bir çok kuşlar gönderiverdi. Her
kuş biri gagasında, ikisi iki ayağında nohut ve mercimek gibi üç taşı
taşıyorlardı. Bu taşlar onlardan kime rastlarsa o helak oluyordu. Hepsine de
isabet etmiş değildi. Çıkıp kaçmaya başladılar ve geldikleri yolu tutmak istiyorlar.
Yemen yolunu göstersin diye hep Nüfeyl'i soruşturuyorlardı. O vakit Nüfeyl
onların başlarına gelen bu hali görünce şöyle demişti:
"Nereye kaçacaksın? Takip eden, Allah...
Eşrem ise mağlub, galip değil."
Bir de şu gazeli söylemişti:
"Sağlık verilmedi mi sana bizden, ey
Rudeyne!
Bu sabah biz size gözleriniz aydın olsun
dedik.
Rudeyne görseydin -fakat görme onu-
O muhassabın, çakıllı derenin yanında bizim
gördüğümüzü,
Göreydin her halde beni mazur görürdün ve
yaptığım işi beğenirdin.
Ve arada geçene gam yemezdin.
Ben Allah'a hamdettim bir takım kuşlar
gördüğüm
Ve üzerimize atılan taşlardan korktuğum zaman
Kavmin hepsi Nüfeyl'i soruyorlardı
Sanki benim üzerimde Habeşlilere bir borç
varmış!"
Kaçışıyorlar her yolda düşüşüyorlardı. Ve her
sığındıkları yerde helâk oluyorlardı. Ebrehe de cesedinden isabet almıştı, onu
beraberlerinde çıkardılar. Parmak ucu kadar, parça parça dökülüyorlardı. Her
parça döküldükçe arkasından cerahat, irin ve kan akıyordu. Nihayet onu öyle
San'a'ya kadar götürdüler, bir kuş yavrusu gibi olmuştu. Zannettiklerine göre
kalbi parçalanıncaya kadar ölmemişti." İşte genellikle rivayetlerde olayın
açıklaması böyledir. Yukarda geçtiği üzere kuşların daha çok büyüklüğü ve
renklerinin siyahlığı, yeşilliği, beyazlığı ve taşların insan başı kadar
olanlarının da bulunduğu ve Necaşi'ye kadar gidebilen bir kişiden başka
hepsinin orada yok olduğu hakkında da bazı rivayetler varsa da, meşhur olan
öyledir.
İbnü İshak bunlardan başka bir de tek bir
haber olarak demiştir ki: Bana Yakub b. Utbe haber verdi. Ona şöyle haber
verilmiş: Arabistan'da Hasbe ve cüderi, yani kızamık ve çiçek ilk önce o sene
görülmüş. Harmel, hanzal ve uşer denilen acı ağaçlar da ilk önce o sene
görülmüş. Bunu İbnü Hişam, İbnü İshak'tan bu şekilde rivayet ettiği gibi, İbnü
Cerir de İbnü Humeyd'den, o Seleme'den, o İbnü İshak'dan, o Yakub b. Utbe b.
Muğire b. Ahnes'ten aynı şekilde rivayet etmiştir.
Görülüyor ki, bu yalnız Yakub b. Utbe'den bir
tek rivayettir, o da kesin olarak değil, kendisine öyle haber verilmiş diye
bilinmeyene isnad ederek zayıf bir şekilde rivayet etmiştir. Hem de fil
sahiplerinin çiçekten kırıldığını söylememiş, Arabistan'da çiçek ve kızamık
hastalıklarıyla üzerlik, Ebu Cehil karpuzu gibi zehirli ağaçların ilk olarak o
sene görüldüğünü söylemiştir ki o doğru ise bu iki fıkra beraber düşünülmek ve
bundan dolayı o hadisenin kendisi değil, o pisliklerin sebep olduğu diğer bir
sonucu kabul edilmek gerekir. Ancak bundan başka olarak İbnü Cerir'in, Yakub,
Hüşeym, Husayn tarikıyle İkrime'den naklen şöyle bir rivayeti vardır: İkrime
kavlinde demiş ki: Yeşil kuşlardı, denizden çıkmıştı, siba başları gibi başları
vardı. Ve demiş ki: Beraberlerindeki taşlarla onlara atıyorlardı. Demiş ki:
Onlardan birisine isabet ettiği zaman onda çiçek hastalığı çıkıyormuş, çiçek
hastalığının ilk görüldüğü gün o imiş, o günden ne önce, ne de sonra
görülmemiş."
İkrime'den nakledilen bu haber öbüründen
farklıdır. Bunda kuşların atmış oldukları taşların isabet ettiği kimselerde
çiçek hastalığı çıkartmış olduğunu açıklamış olması itibarıyla tefsirle ilgili
olan bir vecih vardır. Buna göre "asf-ı me'kul" (yenilmiş ekin) gibi
kılınmaları, taşların yalnız dışardan kurşun gibi yaralama ve öldürmekten
ibaret kalmayıp, aynı zamanda cesetlerinin içinden de derhal bir çiçek hastalığı
patlatmak suretiyle delik deşik kırılıp serilmeleri ile de ilgili olmuş oluyor
ki, bunda gariplik çatallanmış bulunuyor. Hem kuşlara taşlatmak, hem de
taşların etkisiyle aynı zamanda çiçek çıkartıp kırmak, iki gariplikle olayın
durumundaki acaibliği daha çok artırıyor. Karşı koymasız hedefine ulaşmak üzere
bulunan saldırgan bir ordunun tam Mekke'ye girmek üzere bulunduğu bir sırada
ansızın başlarına gökten taş yağdırılıvermesi garib bir olağanüstü olay olduğu
gibi, öyle bir anda ansızın salgın ve eşi görülmedik bir çiçek hastalığıyla
serilmeye başlayıvermesi ve teşebbüs edilen maksadın bu şekilde güdük kalıp
bütün tedbirlerin bozulmuş olması da başlı başına olağan düşü bir garipliktir.
Taş yağması ne kadar garip olursa olsun yağan
taşların altında kalanların yaralanması, kırılıp ölmesi tabii sayılabileceği
halde, bu taşların yaralaması aynı zamanda bir de çiçek hastalığı yaparak
öldürmesi normal değil, gariplik üstüne gariplik olur.
Diğer rivayetlerde kuşlarla taşlanan askerin
çiçekten kırıldığına dair bir söz yoktur. Ancak Ebrehe'nin kendisinin
cesedinden isabet alarak parça parça dökülüp çürüyüşü hakkındaki açıklama,
başkaca bir hastalık olabilme ihtimaliyle beraber onun öldürücü bir çiçek
olması zannını da verebilir. İşte çiçeğe dair olan sözün bütün esası, Yakub b.
Utbe'nin ucu meçhule varan mübhem ve zayıf bir hikayesiyle nihayet Husayn'in
İkrime'den nakledilen bu haberidir.
Fakat görülüyor ki, Kur'ân'ın zahirine uygun
olan yaygın rivayetler karşısında bunun ikisi de özelliği itibarıyla münferit
birer tek haber olmakla beraber biri mechulde, biri de İkrime'de kesilmiş
munkatı veya mevkuf haberlerdir. İkrime'nin bir çok rivayetleri İbnü Abbas'tan
olduğuna göre bunun da ondan olması farzedilebilirse de sabit değildir.
Şu halde rivayet bakımından zayıf oldukları
gibi dirayet itibarıyla de garipdirler. Arabistan'da çiçek ve kızamık
hastalıklarının ilk olarak o sene görülmüş ve bir daha görülmemiş olması garip
görülmezse de harmel (üzerlik otu) ve hanzal (Ebu Cehil karpuzu) gibi acı
ağaçların ilk olarak o sene görülmüş olması ve taşların yağmasıyla beraber
çiçek hastalığının salgın halini alıvermesi gariplik üstüne garipliktir. Onun
için buna münker (reddedilen) diyenler olmuştur. Bununla beraber imkan ve
ihtimal dahilindedir. Bundan dolayı tefsircilerin çoğu bunu kâle almamış
oldukları halde, bazıları da ihtimali dikkat nazarına alarak ihmal etmemek için
zayıflığına işaret etmek suretiyle "İkrime'den rivayet edildi ki, kime bir
taş isabet ettiyse onu çiçek hastası yaptı. Bu ortaya çıkan ilk çiçek
hastalığıdır." diye kısaca kaydedivermişlerdir. Şu halde gerek Kur'ân'ın,
gerek diğer rivayetlerin zahirine karşı bu ihtimali nazar-ı itibare alacak
olanlar, bunu, istinad ettikleri ravinin söylediği gibi iki taraflı garipliğini
gözeterek anlamak ve bununla olayın durumundaki acaiplik siliniverecekmiş gibi
adilik sevdasında bulunmamak gerekir.
Bu açıklamadan da maksadımız şuna gelmektir:
Araştırmalarıyla tanınmış Avrupa tarihçilerinden Avusturya'lı Hammer meşhur
"Osmanlı Tarihi"nin otuz beşinci babında İkinci Sultan Selim
zamanında Yemen'in fethi münasebetiyle İslâmiyet'ten önceki Arap tarihine
ilişirken Fil olayına da şöyle bir fıkra ile değinmiş: "İş bu fil
senesinde Habeş kralı Kâbe üzerine yürürken kuşların askeri üzerine attığı
taşlarla, ihtimal ki bulaşıcı bir çiçek hastalığıyle durmaya mecbur
olmuştur". "İhtimal ki "demesi, zikrolunan rivayete işaret eder
gibi olmakla beraber, bunu dışardan taş atmaksızın zuhur eden bulaşıcı bir
çiçek hastalığı ihtimali gibi ifade etmesi, sonra da "kırılıp helâk
olmuştur" demeyip de "durmaya mecbur olmuştur" deyip geçmesi
olayın önemini gözden kaçırmak yolunda kurnaz bir kalem oyunu olmuştur. Bununla
birlikte Hammer için bu kadar araştırma ve taşların atılışını açıklamakla
beraber çiçek hastalığını sadece bir ihtimalden ileri götürmeyerek gerçeğe
oldukça yaklaşması takdire değer görülmek gerekir. Fakat Hammer'in bile bir
ihtimalden ileri götürmediği bu çiçek hastalığı sözünü yazıklar olsun ki Abduh
çirkin bir tedlis (hile) ve teşviş (karıştırma) ile tevatür meyanına
karıştırıp, rivayetlerin ittifak ettiği sahih bir habermiş gibi ileri sürmeye
çalışmış ve güzel bir başlangıçla başlayan sözünü güya bir incelik göstermek
üzere mikroplara bulamıştır. Onun için burada onun sözlerini gözden geçirerek
doğrusunu eğrisini ayıklamak bir görev olmuştur:
Abduh, bu sûrenin tefsirinde evvela diyor ki:
Bu güzel sûre bize şunu öğretiyor: "Allah sübhanehu Peygamberine ve onun
peygamberliğinin ulaşacağı kimselere kudretinin büyüklüğünü ve her kudretin
onun önünde ve onun saltanatına boyun eğdiğini ve onun kulları üzerinde
hükmedici olup onları ondan hiç bir üstünlüğün men edemiyeceğini ve hiç bir
kuvvetin ona karşı gelemeyeceğini anlatan işlerden bir büyük işini hatırlatmak,
düşündürmek istiyor. O büyük iş de şudur: Bir kavim, fillerine güvenerek
Allah'ın bazı kullarının emirlerine üstün gelmek ve kendilerine şer ve eza
eriştirmek istemişlerdir. Allah Teâlâ o kavmi yok ederek, hilelerini red,
tedbirlerini ibtal ediverdi. Hem sayılarının, hem hazırlıklarının çokluğuna
güvenirlerken, onlar, kendilerine hiç bir fayda vermedi. İşte bu âyetlerden bu
mânâ ile yetinip de bunun üzerine ona bir tafsilat ilave etmesek mümkün olurdu
ve bu kadarı ibret ve vaaz için kâfi gelirdi. Nitekim "Uhdud
Ashabı"nda bu kadarla yetinmiştik."
Hakikatte Abduh bu kadarla yetinmiş olsaydı
çok iyi yapmış olur ve tefsirin hakkını vermese de, hiç olmazsa, yanıltmaya
sebep olmamış ve bu büyük işi küçültmeğe gitmemiş olurdu. Fakat bu kadarla da
yetinmeyip diyor ki: "Lakin bu sûrede bizim için tafsilata girmek caizdir.
Çünkü fil olayı bu âyetlerde varid olduğu gibi, haddi zatında bilinen ve
rivayeti mütevatirdir. Hatta onu tarih başlangıcı edinmişlerdi. Onunla
olayların vakitlerini sınırlıyorlardı. Fil yılında doğdu, fil yılından iki sene
sonra şöyle oldu, diyorlardı. Ve daha bunun gibi..."
Yukarıda arzettiğimiz vechile fil vakası
hakkında bu söz de doğrudur. Ancak Abduh'un bu ifadesinden sanki tevatür
olmasaymış, tefsirde tevatür derecesine varmayan sahih rivayetlerle genişçe
anlatım caiz olmazmış ve sanki kendisinin vereceği tafsilat hep mütevatirmiş
gibi bir mânâ da çıkıyor ki, bunun ikisi de doğru değildir. Zira iman ve itikat
farz olmak için tevatür şart ise de, itikadın sıhhati ve amelin vücubu için
tevatür şart olmayıp, sahih senet ile sabit olan haberler, ahad haber dahi olsa
yeterli delil olabileceği; gerek ibret ve nasihat ve ahlâkî fazilet ve gerek
pek çok tarihi olaylarda olduğu gibi yalnız bilgi kabilinden olan hususlarda
sıhhati tam ve sabit olmasa bile yalan ve uydurma, mevzu olduğu sabit olmayan
zayıf rivayetler dahi fikirleri aydınlatmak için zikir edilmek ve genişçe
anlatılmak caiz ve sırf şahsi olan mütalaalardan daha iyi ve daha faydalı
olduğu hakkında ittifak vardır. İkincisi göreceğimiz vechile Abduh yaptığı
açıklamada mütevatirle kalmamış, tevatüre karşı zayıf ve şahsi görüşü ile delil
getirmeye kalkışmıştır. Mütevatir olan kısmı şöyle özetliyor:
"Bu olayda mütevatir olan şudur: Yemen'e
galip gelmiş olanlardan Habeş'li bir komutan şerefli Kâbe'ye tecavüz ve
Araplar'ı ona hacdan menetmek için, yahut kahretmek ve zelil kılmak için
Kâbe'yi yıkmak istemişti. Bunun için bir hazırlıklı ordu, yani çok kalabalık
bir ordu ile Mekke'ye yöneldi. Fazlasıyla korkutmak ve kalblere korku ve dehşet
doldurmak için beraberinde bir fil veya birçok filleri de yanına aldı. Önüne
geleni mağlub ederek durmaksızın yürüdü ta Mekke'nin yakınında Mugammes'e kadar
ulaştı. Sonra Mekkelilerle harbetmek için gelmeyip ancak Kâbe'yi yıkmak için
geldiğini haber vermek üzere elçi gönderdi. Bunun üzerine ondan korktular,
dağların tepelerine kaçtılar, ne yapacağına bakıyorlar".
Ne Ebrehe'nin, ne de Abdülmuttalip
hazretlerinin isimlerini bile kâle almayan bu ifade eksik olmakla beraber
doğrudur ve mütevatirdir. Lakin bu mütevatir cümlesinden göstererek ilave
ettiği şu fıkralara gelince ki:
"İkinci gün ise Habeş askeri içinde çiçek
hastalığı ve kızamık yayılıverdi", diyor. Buna mütevatir demek ise yalan
olmuştur. Gerçi hadise ikinci gün olmuştur. Fakat bu telakki, bu ifade şekli
Abduh'un sırf kendi koymasıdır. Gerek hitaplarda, gerek dillerde mütavatir olan
ancak Kur'ân'ın beyan ettiği vechile kuşlarla taşlanarak helâk olduklarıdır.
Abduh, Allah Teâlâ'nın kudretinin büyüklüğüne delâlet etmek üzere zikretmiş
olduğunu söylediği ve büyük işlerden bir iş diye vasıflandırdığı büyük işin
mütevatir olduğu vechile bir olağanüstü iş olduğunu nedense söylemek istememiş,
kil taşından yuvalar yapan kırlangıçlara benzer birtakım kuşlara fındık, nohut,
mercimek kadar ve kuzuları, tavşanları, yılanları ve diğerlerini pençelerine
takıp takıp veya gagalarına alıp alıp göğe kaldıran kara kuşlara, kartallara,
leyleklere benzer bir takım kuşlara da insan kafaları kadar ve daha büyük ve
daha küçük taşlar attırabilecek hiçbir kudret güya yokmuş, güya gökten taş
yağdığı görülmemiş gibi bir zanna düşürecek tarzda bir te'vile sapmayı, o büyük
işi adi gibi göstermeyi bir fevkaladelik saymıştır. Abduh'un bunu burada
tevatür sözleri arasında bir hile olarak uydurmuş olduğu şu sözleriyle de
sabittir: Zira buna delil olarak şöyle diyor:
"İkrime demiştir ki, bu Arap beldelerinde
ilk ortaya çıkan çiçek hastalığıdır. Yakub b. Utbe de verdiği haberde demiştir
ki: Arap beldelerinde kızamığın ve çiçek hastalığının ilk görüldüğü o
senedir."
Görülüyor ki Abduh ikinci günü Habeş ordusunda
çiçek ve kızamık hastalığı yayıldı, lakırtısını bu iki sözden istidlal ve
istihrac etmek suretiyle kendi fikrinden söylemiştir. Halbuki yukarda görüldüğü
vechile evvela: Bunlar mütevatir değil, rivayetler içinde zayıf birer
haberdirler, gösterilmek istenildiği gibi birbirlerini te'yid edecek şekilde
rivayet edilmiş de değillerdir. İkinci olarak: Abduh bunları da rivayet
olunduğu gibi söylememiş, her birinin muradını izah eden canlı fıkralarını
kaldırıp birbirine uydurarak nakletmiştir. Gördük ki İkrime kuşları ve
attıkları taşları söylemekle beraber, o taşlar kime isabet ettiyse çiçek
hastalığı çıkarttığını ve bunun ilk görülen çiçek kastalığı olduğunu,
söylemiştir. İkinci günü taşlar atılır atılmaz çiçek hastalığının ortaya çıkıp
yayılıvermesi ise ayrıca bir garipliktir. Bunu söylemek başka, sadece orduda
çiçek hastalığı salgın oluverdi, demek yine başkadır. Zira böyle salgının
ortaya çıkması için mikropların hayli gün önce faaliyete geçmiş bulunması
lazımdır.
Bir de İkrime, kızamıktan bahsetmemiştir.
Hasbe yani kızamık Yakub b. Utbe'nin sözünde var. O da bunu: "Arap
toprağında çiçek hastalığı ve kızamığın ilk görüldüğü o sene ve mirar-ı şecer
(acı ağac), harmel (üzerlik otu), hanzal (Ebu Cehil karpuzu), uşerin ilk
görüldüğü de o senedir, diye haber verildiğini söylemiştir. Bu ise fil
vak'asından çok, fil senesinde ilk görülen hadiseleri anlatmış olmuyor mu?
Üzerlik ve ebu cehil karpuzu gibi pis yerlerde çıkan zehirli ağaçlar Habeş
ordusunun kırıldığı anda çıkıvermiş olmayıp o sene zarfında laşelerinin
yerlerinde çıkmış olacağı gibi, bu karine (ipucu) ile çiçek ve kızamığın da bu
kabilden olarak ikinci derecede hadiseler olduğunu anlamak gerekmez mi? Haydi
çiçek hastalığı bu iki munkatı haberin müşterek (ortak) değeri göründüğü için
bu noktada birbirini tefsir ediyor denilsin ve bu değerlendirme ile İkrime'nin
sözü tefsir bakımından öbürüne tercih edilsin. O halde onun taşını kaldırıp,
berikinin kızamığını onun yerine koymak nereden doğdu? Yoksa "hasbe"
kelimesinin kızamıktan başka çakıl mânâsına da gelmesinden de bir mânâ
çıkarılmak mı istenildi? Her ne de olsa mütevatirin yanında İkrime ve Yakub'dan
ileri gitmiyen bu zayıf ve munkatı bir rivayetten zorlamacasına çıkarılan böyle
bir mütalaanın bu şekilde bir hile ile konulması ile araya sokulup da mütevatir
diye gösterilmesi ve özellikle mütevatirden başkasıyla tefsirin tafsilini caiz
değil gibi kabul ettirmek isteyen başlangıçtan sonra böyle yapılması Abduh'un
keskin dilini ve kalemini kirleten büyük bir hata olmuştur. Sonra da bunlara
şunu ekliyor: "Ve bu veba onların cisimlerini öyle yaptı ki eşinin vuku
bulması nadir olur. Etleri dağılıp düşüyordu. Ordu ve sahibi bundan son derece
korktu, dönüp kaçtılar. O Habeşli de isabet aldı. Etleri devamlı olarak parça
parça, parmak ucu kadar düşüyordu. Sonunda bağrı çatladı ve San'a'da öldü.
Burada veba tabir etmiş. Veba, taun, kolera
demek ise de taun gibi umumi salgın, bela mânâsına kullanmış olacak. Fakat
şüpheye davet edici olduğu için yerinde değildir. Bu veba tabiri, rivayetlerin
hiç birinde yoktur. "Eşinin vukuu nadir olur." sözü de kendi
ifadesidir. Bununla olayın normal çiçek hastalığı veya veba olmadığını söylemiş
oluyor. Doğrusu bunun bütünüyle eşi görülmemiştir. Bir de rivayetlerde askerin
etlerinin dağılıp düşmesi yoktur. Taşların tepelerinden inip arkalarından
çıkmaya başladığı ve geldikleri yoldan kaçmak için yol aradıkları ve her yolda
dökülüp düştükleri ve her durakta helak oldukları vardır.
Ancak Habeşli dediği Ebrehe hakkında söylediği
gibi cesedinden isabet almış olup San'a'ya varıncaya kadar eti devamlı olarak
parça parça parmak parmak düşe düşe bir kuş civcivi gibi kaldığı ve nihayet
kalbi parçalanıncaya kadar ölmediği zikredilmiştir. Bunun ise gayet şiddetli
bir çiçek hastalığı olması mümkün olduğu gibi, bir frengi veya eşi görülmedik
bir hastalık olması da mümkündür. Bunun arkasından Abduh bir de şöyle diyor:
"İşte bu, rivayetlerin üzerinde ittifak
ettiğidir ve bu itikad sahih olur." "İşte bu" dediği sözün
gelişine göre yukardan beri buraya kadar verdiği tafsilatın hepsi demek oluyor
ki, hiç doğru değildir. Bununla Abduh araya sıkıştırdığı çiçek ve kızamık
lakırtısını da bütün rivayetlerde üzerinde ittifak olunmuş gibi göstermiş ve
mütevatir olan kuş ve taş fıkraları kâle alınmaksızın bütün olayın, eşi nadir
bir çiçek ve kızamık vebasından ibaret olduğuna hükmederek sahih itikad olacağı
iddiasına kadar gitmiş ve sanki Kur'ân'ın dışındaki rivayetlerin açıklamasında
kuşlarla taş atılması üzerinde ittifak edilmemiş de İkrime ile Yakub'un
rivayetlerine bile uygun olmayan, "İkinci gün Habeşi'nin ordusunda çiçek
ve kızamık hastalığı yayıldı." lakırtısı üzerinde ittifak olunmuş imiş
diye itikad ettirmeye çalışmış, sonra da sûredeki "kuş" kelimesini
te'vile kalkışmış bulunuyor.
Kendi kanaati öyle olabilir. Fakat kanaatini
söylemek başka, rivayete isnat etmek yine başkadır. Halbuki tevatürü
naklederken kendi uydurduğu şeyini hile ve oyun ile de kalmayıp "İşte bu,
rivayetlerin üzerinde ittifak ettiğidir." diye herkese karşı isnadda
bulunması açık bir yalan olmuştur.
Halbuki rivayetin belası, vas'ı (uydurma
olması)dır. Her hangi niyetle olursa olsun metin veya sened bakımından hadis
uyduranların da yaptıkları budur. Uydurmada gerek doğrudan doğruya metin
uydurması olsun ve gerekse metni bozmak olsun, gerekse kuvvetliyi zayıfa,
zayıfı kuvvetliye isnad etme şekliyle senette olsun, hepsi yalandır.
Rivayetlerde söylediği şekilde mevcut bile olmayan bir sözü müttefekunaleyh
(üzerinde ittifak edilmiş) göstermesi ise böyle bir uydurma olmuştur.
Gerçi ilminde yeni keşifler bulmak, yeni
münakaşalar açmak, yeni yollar, kaynaklar aramak; teorilere teoriden, deneylere
deneyden, nakillere de nakil ve rivayetten tetkik ve tahkik icra etmek;
rivayetlerin ortak ölçüsünü bulmak, kökünü, aslını istihrac ve istinbat ederek
zayıfı, kuvvetliyi ayırmak; çarpışma ve ihtilafların anlaşma çarelerini aramak;
kuvvetine, zafına göre garip olanları seçmek ve onlardan yeni yeni neticeler
elde etmeye çalışmak şüphe yok ki kötülenmiş değil, övülmüştür, asıl ilmin
görevi odur. Fakat rivayette doğruluk da o görevin başında yer almak gerekir.
Bütün rivayetlerin ittifak halinde kaydettiği ve yukarıda geçtiği üzere en
inatçı düşmanların bile inkar edemediği "kuş gönderme" ve "taş
atma" gibi üzerine ittifak edilen müşterek değer noktasını, "böyle
şey olmaz" gibi yalnız nazariyecilikle atıp da hiç bir ittisal (bağlantı)i
rivayet edilemeyen ve bundan dolayı tam bir haber-i vahid bile olmayan munkatı
(kesik) bir tek haberin aklen de garip bir şekilde rivayet edilmiş bulunan
çiçek hastalığı fıkrasını "bu, üzerinde rivayetlerin ittifak
ettiğidir" diye akaidin doğuşuna hediye etmeye kalkışmak bir âlime
yaraşacak şeylerden değildir. Ve böyle hatalar insan olmak dolayısıyla her
âlimde bulunması tabii olan ictihada ait sürçmeler kabilinden de değildir.
Şeyhlik güvenine engel olan ehliyet arızalarından olur. Kitabına:
"Ey Rabbimiz! Yalnız sana güvendik ve
yalnız sana yöneldik. Son dönüş de yine sanadır. Ey Rabbimiz! Bizi inkâr
edenler için bir imtihan vesilesi kılma, bizi bağışla. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki
sen çok güçlüsün, hüküm ve hikmet sahibisin. Ey Rabbimiz! Bana ihsanının
kapılarını açtın, kelâmının sırlarından dilediğini bana öğrettin. Hangi dil ile
sana hamd edeyim? Hangi organla sana şükredeyim? Halktan kabule hazır olanları
irşad için hak ve hakikati beyana senden yardım diliyorum. En yüce kelimeyi,
senin apaçık kitabının kelimesi; en büyük saltanatı, peygamberlerin sonuncusu
olan efendimiz Hz. Muhammed'in (Allah'ın salât ve selâmı O'na ve bütün
peygamberlere ve dooğru yolda onlara uyanlara olsun) yolu kılmanı diliyorum.
Ben de salih amellerde ve güzel davranışlarda onların izini takip ediyorum.
Allahım! Bu mütevazi ve zayıf ümmete, kendileri için selamet ve afiyet olan
yolu göster, onları doğru yolu gösteren ve kendileri de doğruya eren kimselere
düşman yapma. Onları, sapmış ve başkalarını da saptıranlar için bir imtihan
vesilesi kılma!" duasıyla başlayan ve nice güzel fikirler söyleyen
Muhammed Abduh merhumun Allah'ını ve Resul'ünü sevdiğinde ve "kelime-i
ulya" (yüksek kelime)nın Kur'ân-ı Mübin'de olduğunu bildiğinde ve ona iman
ile hürmet ve hakkı açıklamaya hizmet ederek halkı aydınlatmak ve irşad etmek,
günden güne Batı'nın sultasına düşerek ezilmekte bulunan ümmetini selamet ve afiyetini
aramak için çalıştığında şüphe etmeye hak yok ise de, onca da "kelime-i
ulya" (yüksek kelime) Kur'ân'da olduğu, bütün rivayetler de bunu tasdik
edici olduğu için ona karşı "esrar şinas" (sırları bilici)lık
iddiasıyla ortaya atmış olduğu büyük yanlışı hatırlatmak da hakkı bilenlerin
vazifesi olduğunda şüphe yoktur. Onun bu konuda tek dayanağı olarak gösterdiği
İkrime ve Yakub rivayetleri de söylediği şekilde olmadığı yukarıda olduğu gibi
defalarca hatırlatıldıktan sonra burada açık bir yalan görünen iş bu "bu,
rivayetlerin ittifak ettiği husustur" sözünü te'vil için söylenebilecek
tek bir vecih vardır. O da, bu ism-i işareti sözünün başından sonuna kadar
bütün tafsiline göndermeyip, yalnız sonundaki veba fıkrasından berisine ve daha
doğrusu en sonunda Habeşi dediği Ebrehe'nin isabet alış şekli hakkındaki son
fıkraya döndürmektir ki, onun eti devamlı olarak parçalana parçalana dökülerek
nihayet San'a'da kalbi çatlayıp öldüğü hakkında ittifak vardır demek olur.
Gerçi hepsinin helak olup, ancak bir kişinin Necaşi'ye kadar giderek haberi
yetiştirdikten sonra orada öldüğü hakkında da bir rivayet varsa da, o da buna
pek aykırı denemeyeceği cihetle bu son fıkra doğru olur. Bunun, biraz da zaman
geçmiş olmak münasebetiyle bir çiçek hastalığı olması, muhtemel bulunur. Bununla
beraber bu yorum önceki sözlerindeki yanlışlığı düzeltmeyeceği gibi sözün
cereyanına göre maksadına da yeterli olmaz. Gerek sûrede ve gerek rivayetlerde
üzerinde ittifak edilmiş olarak sabit ve mütevatir olan "kuş" ve
"taş" fıkralarını hazfetmekle olayın yalnız çiçek ve kızamık
salgınından ibaret olmak üzere sahih itikad olacağı hakkındaki davasına yeterli
olmaz. Ve böyle yanıltıcı bir ifade ve te'vil ile, sûrenin açıkladığını
çığırından çıkararak tefsir ve te'vil davasına kalkışmak doğru olmaz. Halbuki onun
maksadı bütün açıklamalarının üzerinde ittifak edildiği iddiasıyle şu te'vile
gelmek olduğu anlaşılıyor. Diyor ki: "Bu sûre-i kerime muhakkak olarak
bize şunu açıklıyor ki, o çiçek yahut kızamık Allah Teâlâ'nın rüzgar ile
göndereceği kuşlardan büyük fırkalar vasıtasıyla ordunun ferdleri üzerine düşen
kuru taşlardan meydana gelmiştir".
Bu, apaçık bir tahriftir. Sûrede böyle bir
beyan yoktur. Bu arada bir rüzgar, bir fırtına da belli olmuştur. Fakat sûrede
ona dair bir beyan olmadığı gibi, kuşların gönderilmesi rüzgara dayanıyor da
değildir. Kuşlar aldıkları bir ilham ve his üzerine neredeyse uçar uçar
gelirler ve onların nasıl ve ne gibi bir his ve ilham aldıklarını bizim için
şimdi tayin de mümkün olmaz. Sonra sûrede kelimesi marife değil nekredir, değildir.
Demek o zamana kadar oralarda tanınmadık garip kuşlardır. Hem de "alay
alay, fırka fırka" çoktur. "Ebabil'in, büyük fırkalar" demek
olması doğru, "siccil"e "kuru" (yabis) demek de bir
dereceye kadar doğru, fakat âyette taşların kuşlar vasıtasıyla yalnız düşüşü
söylenmiyor, kuşların o taşlarla bilhassa attıkları söyleniyor. Sonra da sûrede
ne çiçek hastalığı, ne de kızamık ve diğerleri beyan olunmamıştır. Ancak
kuşların taşlar atması ile fil sahiplerinin derhal "yenmiş ekin" gibi
kılınmış oldukları beyan olunmuştur ki, bunun bir çiçek oluvermesi de, bir
kızamık veya kızıl oluvermesi de bir veba oluvermesi de hiç bilinmedik bambaşka
bir âfet oluvermesi de mümkündür. Tecrübesiz, müşahedesiz aklî ihtimaller
inhisar altına alınmaz. Göz önünde nice çıbanlar, hastalıklar görülüyor ki
doktorlar açıklamasını yapamıyorlar. Bununla beraber, taşlar atılır atılmaz
aynı gün içinde dönüp kaçacak kadar bir çiçek veya kızamık salgınının meydana
gelivermesi de zahirin zıddıdır. Zahiri, taşların dış tesiriyle kırılarak delik
deşik, dökülmüş, helak olmuş olmalarıdır. Çiçek veya kızamık olduysa
kokuşmalarından doğarak, Ebrehe'de olduğu gibi, sonradan olmuştur. Ve Yakub b.
Utbe'nin nakline göre Arap topraklarında acı ağaçlarla beraber o sene
görülmüştür. Sûre, insaf ile okununca Abduh'un bu ifadesinde de nas üzerine
ilave yapmış olduğunu üzüntüyle itiraf etmemek kabil olmaz. Şimdi de bunun
üzerine şu neticeyi almak istiyor da diyor ki:
"Şu halde senin için böyle inanmak caiz
olur ki, bu kuşlar bazı hastalıkların mikroplarını taşıyan sinek veya sivri
sinek cinsindendir ve bu taşlar rüzgarların sevkiyle bu hayvanların ayaklarına
takılan kuru, zehirli çamurdan olup, bir cesede yapışınca onun cilt derilerine
girmiş, onda cismin bozulması ve teninin dökülmesiyle nihayet bulan o cerahatlenmiş
çıbanları fışkırtmıştır. Ve bu zayıf kuşlar Allah Teâlâ'nın insanlardan helak
olmasını istediğini yok etmekte en büyük askerlerinden sayılır. Ve şimdi mikrop
denilen o zayıf hayvan da onlardan haric olmaz ve o birçok fırkalar ve
toplumlardır ki sayılarını ancak Allah sayabilir".
Görülüyor ki Abduh burada kuşları önce bir
sinek, sonra da bir mikrop, taşları da sinek ayağına bulaşacak kadar bir toz
yapıp çıkmış ve yukarıdan beri rivayetlerden onları kaldırarak ve nassın
beyanını bozarak döşenişi bu neticeye gelmek olmuştur. Doğrusunu açıkça
herkesin anladığı ve bildiği gibi söyledikten sonra bu münasabetle mikroplardan
da bahsederek zamanının halkına biraz bilgi vermiş olsa fena olmaz, bir öğüt de
olabilirdi. Allah Teâlâ'nın koca bir Nemrud'u bir sivrisinekle öldürdüğü meşhur
meseldir. Bununla beraber onun en büyük askerleri sinekten ibaretmiş gibi
zannettirmek de hatadır. Bütün göklerin ve yerin ordusu onundur. "Göklerin
ve yerin askerleri Allah'ındır." (Feth, 48/7) Gerçi "tayr",
kanadıyla havada uçan demek olduğuna göre sineklere de söylenebilir. Lakin
rüzgarla sineklerin ayaklarına bulaşacak tozlara taş denilemiyeceğini, taşlar
atan kuş denildiği zaman da bundan maksat bir sinek olamayacağını herkes anlar.
Kelamda bu gibi karinelerin delaleti nazar-ı itibara alınmayınca da hiç bir söz
anlaşılmaz. Bununla beraber mutlak, şüphe verici olduğu zaman kemaline
sarfedilmiş olacağından örfte mutlak'a tayr denildiği zaman, ondan sinek
anlaşılmaz. Sinek dilimizde de meşhur olduğu üzere uçsa da kuş değildir. Bir
insan kuş yemeyeceğim diye yemin etse, sinek yutmakla yemini bozulmuş olmaz.
Buradaki itikat sözünden maksad, âlemde sineklerin veya mikropların varlığına
itikad meselesi de değildir. O ayrıca bir müşahede ve tecrübe ile herkesin her
zaman görülebilmesi mümkün olan şeylerden, normal bilgilerdendir. Burada
maksad, o tarihî olayda Kur'ân'ın haber verdiği ve rivayetlerin de görüldüğünü
söylediği kuşlardır.
Abduh'un ifadesinde tevatüren bir tafsil
olmadıkça bunların tafsil ve tayinine itikat etmek caiz olmamak lazım gelirken
ve burada bu kuşların sinek veya mikrop olduğuna dair hiç bir haber de duyulmuş
değilken, bunların sinek cinsinden olduğuna inanmak nasıl caiz olur? Sonra da
hiç bir aklî zaruret yokken, o kuşların attıkları taşları, sineklerin ayaklarına
bulaşmış tozlardır diye tefsir ve inanmaya kalkışmak nasıl caiz olur? Burada
mikroptan bahsetmiş olmak ve bu şekilde de zamana göre bir incelik göstermek
için sinekleri ve dolayısıyle mikropları hatırlatmak üzere ne görülen kuşları
unutturmaya, ne de âyetlerin mânâsını eğmeye lüzum yoktur. Sineklere taş
attırmayı, kuşlara taş attırmaktan daha makul göstermekte veya taşlaşmış
çamurdan, kil taşından olan görülen taşları sinek ayağına ilişen görünmez kuru
çamur tozdan ibaret diye inandırmaya çalışmakta, sonra bu tozların bedenlere
yapışınca deri deliklerine girişim fertler üzerine kuru taşların düşüşü diye
çapraşık düşündürmekte de bir mânâ yoktur, olayın ondört asırdır âlemin
işitegeldiği ve sûrenin apaçık anlattığı gibi alay alay kuşların siccil (çok sert
çamur) den attığı acaib taşlarla fevkalade durumda ilahi bir fiil olduğu beyan
olunduktan sonra "yenmiş ekin" teşbihinin içinde kurt yeme hastalığı
ve helak olanların leşlerinin kokuşmaları dolayısıyla mikroplara da işaret
bulunabileceğinden bahsetmek ve hastalığın tayini iddiasında bulunmaksızın
hummalı veya mikroplu ve yaygın hastalıklardan herhangi birisi olabileceğini,
fakat burada maksad onun niteliğini tayin değil, helakın durumundaki fevkalade
acaibliği göstermek olduğunu söylemek hem doğru, hem de faydalı olurdu. Lakin
Abduh böyle yapmamış, tevatürü tafsil edeceğim derken onu atıp "muhalefet
et, meşhur olursun" sözü gereğince kimsenin söylemediği bir söz söylemek
için çelişkilere düşmüştür. Bundan dolayı mukadder soruya güya cevap almak üzere
şöyle diyor:
"Allah Teâlâ'nın tuğyan edenleri
kahretmekte eserinin kudretinin ortaya çıkması, o kuşların ne dağ başları
iriliğinde olmasına, ne boğucu Anka çeşidinden olmasına, ne özel renkleri
bulunmasına, ne de o taşların miktarlarının ve tesirli durumlarının bilinmesine
dayanmaz. Allah'ın, her şeyden askeri vardır.
"Her şeyde onun bir alâmeti vardır.
Onun bir olduğuna delâlet eyler".
"Varlık âleminde bir kuvvet yoktur ki
onun kuvvetine boyun eğmesin."
Evet, ilâhî kudretin eserinin ortaya çıkması
sırf onun ilminden, irade ve yaratmasından başka hiç bir şeye dayanmış
değildir. Fakat böyle olması, Abduh'un davasının lehine değil, aleyhinedir.
Çünkü o, kuşların büyüklüğüne dayanmadığı gibi, sineğe, mikroba, çiçeğe,
kızamığa da dayanmış değildir. O nasıl dilerse öyle yapar. O halde sineklerle
çiçek çıkarttıracağım diye uğraşıp durmanın mânâsı yoktur. Ancak şunu da
hatırlatmak lazım gelir ki, hiç bir şeye dayanmayan Allah'ın kudretinin
eserinin ortaya çıkışını bizim bilmemiz, onun bir dereceye kadar olsun niteliğini
bilmemize dayanmaktadır. Hiç bir niteliğini tanımadığımız, işitmediğimiz bir
şey bize görünmüş olmaz. Biz her hangi bir şeyi tanımak için onu Allah'ın bize
açıkladığı vechile bilmeye muhtacız. Onun için bu sûrede hepsinden önce nitelik
hatırlatılmıştır. O halde fil ashabı, fil olayını tanımak için de Allah bize bu
sûrede nasıl bildirdiyse öyle tanırız ve öyle itikad eyleriz. Rivayetlerden de
derecesine göre alabildiğimiz tafsilatı alırız. Ne sıhhati, ne yalanı sabit
olmayan nalar (eksik) haberlere itikat etmeyerek ihtimal gözüyle bakarız.
Sıhhati, senediyle sabit olan ve daha kuvvetlisine zıt vesikaya dayanan
haberlere de "haber-i vahit" bile olsa itikadı vacip saymamak
şartıyla inanabiliriz. Lakin görmediğimiz ve niteliğine dair bir haber işitmediğimiz,
delil denecek bir eser de bulamadığımız bir şeyi şahsi bir düşünce ile nasıl
bilebiliriz? O halde olayı görenler, haber verenler, bütün rivayetler Kur'ân'ın
dediği gibi kuşları, taşları söyleyip dururken ve kuş, taş ne demek olduğu
herkesçe malum ve ilâhî kudrette bunların hepsi mümkün iken bunları haber
verildiği gibi anlamayıp ve ihtimal ki bunlarla beraber İkrime'nin dediği gibi
bir çiçek salgını da olmuştur, demeyip de yalnız sinekle çiçek çıkartmaya
çalışmakta ve azgın bir kavmi helak etmek için yüce yaratıcıyı çiçek ve kızamık
maddesine muhtaçmış gibi göstermekte maksat nedir? "Kudret ve kuvvet ancak
Allah'a aittir." Böyle iken Abduh, Allah Teâlâ'nın beyanıyla yetinmeyip
kanaatince tesirin niteliğini tayinde ısrar ederek ve yaratıcıyı maddeye muhtaç
imiş gibi göstererek ve bununla beraber ifadesine biraz daha çeki düzen vererek
sözünü şöyle özetliyor:
"İşte Beyt'i (Kâbe) yıkmak isteyen o
azgın üzerine Allah Teâlâ o kuşlardan onu çiçek veya kızamık maddesini
gönderecek şeyi gönderdi de Mekke'ye girmeden önce ona da yok etti, kavmini de
yok etti. Bu ise Allah Teâlâ'dan bir nimettir ki, Beyt (Kâbe)ini, dininin
kuvvetiyle koruyacak Resulünü (s.a.v.) gönderinceye kadar korumak için
Harem'inin ehlini puta tapıcı oldukları halde o nimet ile bürüdü, korudu. Her
ne kadar o nimet, Allah'dan düşmanlarına, o cürmü ve günahı olmayan Kâbe'ye
tecavüz etmek isteyen fil sahiplerine inmiş bir şiddetli ceza ise de... İşte
bu, bu sûrenin tefsirinde üzerine itimad sahih olandır." diyor.
Bu sözün içinde "o kuşlardan ona çiçek
hastalığı veya kızamık maddesini ulaştıracak şey gönderdi" fıkrasından
başkasına itimad sahih olabilirse de, o fıkraya itimad asla sahih olamaz. Çünkü
bir kerre o tefsir değil, usul tabirince "nass üzerine ziyadedir".
Metinde ona hiç delâlet yok. Ne akıldan, ne nakilden onu öyle tayin ve takyit
ettirecek bir delil de yoktur. Siccil (çok sert çamur)den taş, bir madde ise de
bunun çiçek hastalığı veya kızamığa bir tahsisi yoktur. Lut kavmi hakkında da
"Çamurdan taşlar." (Zariyat, 51/33), "Çamurdan taşlaşmış,
hazırlanmış." (Hud, 11/82) buyurulmuş ve bundan kimse çiçek hastalığı ve
kızamığa dair bir özellik anlamamıştır. Sonra âyette "irsal"in
mef'ulü iken onu çiçek hastalığını maddesine ve çoğul zamirlerini tekile tebdil
eden bu ifadede çiçek hastalığı ve kızamık maddesi sanki mahluk (yaratılmış)
değil de kadim imiş ve sanki yüce yaratıcı onu dilediği yerde yaratamazmış da
çiçek hastalığı ve kızamak yapmak için o maddeyi ulaştırmak mutlaka şartmış ve
sanki asıl fail o maddeymiş de vasıl olduğu yerde muhakkak onları yapıvermiş
gibi üstü kapalı, davaları dahi şüpheye düşürmek vardır. Halbuki bizim
irademize ait fiillerimiz için zaruri gibi görünen maddi ve tabii şartlar,
Allah'ın fiillerinde ve özellikle tabiatları çeviren yaratmaya ait fiillerinde
hiç şart olmadığını göstermek bu sûrenin açık mazmunu iken ve ilâhî kudretin
eseri o gibi şartlara dayanmayacağı daha demin söylenmiş iken genel olan
taşları çiçek hastalığı ve kızamık maddesine tahsis ederek maddecilere hoş
görünmek için sûrenin mutlak oluşunu kayıtlamakla bozan bir fıkraya tefsir diye
inanmak nasıl sahih olur? Onun için bu fıkra kaldırılıp, onun yerine, âyette
olduğu gibi, Allah Teâlâ üzerlerine bölük bölük kuşlar gönderip onlara çamurdan
taşlaşmış acaib taşlar attırarak o azgını ve kavmini maksatlarına eremeden yok
etti, denilirse sahih olur ve ifadenin geri kalanı da ibarenin akışından hasıl
olan lazım-ı mânâ olmak üzere doğru bir tefsir olurdu. Onun için o fıkra mevcut
iken şöyle demesi de hiç doğru değildir:
"Bundan başkası, eğer rivayet sahih ise,
tevilsiz kabulü sahih olmayacak şeylerdendir." Bundan başkası bütün
rivayetlerin ittifak ettiği üzere, âyette olduğu gibi, kuşların gönderildiğini
ve onlarla taşların atıldığını yukarıda beyan ettiğimiz te'vilsiz olarak kabul
etmekten ibaret olan tefsirdir. Bundan ötesi ise tefsiri ilgilendirmez. Nihayet
birer fazladan tarihî bilgi olur. Abduh'un zayıf bir rivayeti bahane ederek
âyetin nazmını bozar şekilde yapmak istediği ve kendisinden başka kimsenin
söylemediği te'vile dayanmak, sahihtir deyip de âyeti te'vilsiz olarak kabul
eden ve mütevatir rivayetlere de uygun olan tefsirleri şayet rivayet sahih ise
te'vilsiz kabulü sahih olmaz diye şüphe ile reddetmeye kalkışması çelişki
üzerine çelişki olan bir fitneciliğidir ki bunu şöyle tamamlamak istemiştir:
"Bir de dört ayaklı hayvanlardan cismen
en iri hayvan olan fil ile üstün olmak isteyen bir kimseyi görüşe açık olmayan
ve gözle görülmeyen küçük bir hayvan ile kaderin sevkettiği yerde tutup helak
etmek, kudreti büyükleyecek şeylerdendir. Şüphe yok ki o akıllı katında bu daha
büyük ve daha acaib ve daha şaşırtıcıdır."
Abduh evvelce kuşları göze görünecek kadar bir
sinek yaptığı, mikrobu da onların içine kattığı halde son sözünde sinekleri
bırakarak bakışa açık olmayan, gözle görülmez mikroplardan ibaret gibi
göstermiş ve bu şekilde kudretin büyüklüğü akıllı katında daha çok açık ve
şaşırtıcı olacağını söyleyerek sözüne son vermiştir. Bu söz de delile dayanan
bir söz değil, şiire ait bir yanıltmadır. Evet, sade bir file değil, altmış bin
denilen adedi çok bir orduya ve mühimmatına da güvenen bir mağruru, küçük bir
mikrop ile helak edivermek büyük bir kudretle olduğunda, şüphe yoktur. Ve fili
de, mikrobu da, her şeyi de yaratan Allah Teâlâ'nın alışılmış ve alışılmamış
her işinde kudretinin büyüklüğü akıllı katında sabittir. Bu büyüklüğün mânâsı
da "Onun işi, bir şey(in olmasını) istedi mi ona sadece "ol"
demektir, hemen oluverir." (Yâsin, 36/82) buyurduğu üzere, dilediği şeyi
hiç bir kayıt ve şarta muhtaç olmayarak bir "ol" emriyle dilediği
gibi yapıveren bir kudret olmasıdır. Ancak görünmezle yapması batınî kalır,
görünürle yapması zahir olur. Onun için Nemrud'un bir menenjiti, beyin humması
bir sinekle mesel olmuştur. Fakat yukarda da hatırlattığımız vechile insanlar
alışılmış şekilde görünen işleri normal görmeye alışmış bulunduklarından dolayı
büyütmedikleri gibi, gözle görülmeyen ve bakışa açık olmayan mikropları
görmeden, bilmeden önce kimsenin onlardan haberi olmaz ki, onunla fili, yahut
file güveneni mukayese etsinler de bundan kudretin büyüklüğünü anlasınlar.
Böyle bir mukayesede görünen küçük bir kuşun üstün gelmesi daha şaşırtıcıdır.
Filin sevkedilememesi de öyledir. Bin dört yüz sene önce, henüz insanlara
mikrobun bildirilmemiş, gösterilmemiş olduğu bir zamanda olayın zahirî sebebi
olmak üzere bilmedikleri mikroptan bahsedip de onunla fili karşılaştırmaya
davet etmeye kalkışmak mânâsız olurdu. Onda zahiri sebep mikrop değil, ortaya
çıkan hastalıktan ibaret kalırdı. O vakit sûre "Görmedin mi Rabb'ın fil
sahiplerine ne yaptı. Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Onları, yenilmiş
ekin yaprağı gibi yaptı." diye üç âyetten ibaret olur ve aradaki iki âyet
onlar için mânâsız olduğu gibi, bizim için de mikrobu ne kuş, ne de taş
tanımadığımızdan dolayı hiç bir faydası olmaz ve yukarıda söylediğimiz gibi o
vakit Peygamber'in düşmanları buna karşı bütün hücum yaparlardı. Halbuki file
ve orduya karşı çıkmak, görünmez şeylerle değil de o fili isyan ettirecek ve
uzaktan yakından görülebilecek kuşlar ve dolu gibi taşlarla o orduyu helak
edivermek hem akıllı katında ve hem herkesin katında elbette daha açık ve daha
şaşırtıcı ve daha acaib ve o kudretin bizim gibi tabii şartlarla kayıtlı
olmayan büyüklüğünü göstermekte elbette daha açıktır. O olay gibi bu sûre de
böyle olağanüstü şeyleri inkar eden ve Yaratıcının kudretini şirk ile
kayıtlamaya kalkışan azgınlara, dinsizlere karşı açık bir delil göstermek üzere
olayın gözcüleri huzurunda nazil olmuş, kimse de biz öyle kuş ve taş görmedik
diyememiştir. Ancak onunla beraber sonradan çiçek ve kızamıktan ve zehirli
ağaçlardan bahseden olmuştur. İnsaf ile düşünüp de söylemeli ki bu sûre nazil
olduğu zaman bu dili anlayan Arap belagatçi ve şairlerinin ile den göze
görünmez fırka fırka mikrop veya mikroplu taşlar mânâsını anlamış oldukları ve
bu âyetlere öyle bir mânâ vermiş bulundukları kabul olunabilir mi? Bunu olduğu
gibi anladıktan sonra, olsa olsa, "yenmiş ekin yaprağı gibi"den de
taze ekin yiyen küçük böcekler, kurtlar, güveler mânâsını ve belki de taşların
sonunda bir çiçek kırılışını anlayan olmuştur. Bu açıklık karşısında Abduh'un
gerek rivayet ve gerek dirayet vesikalarını kaybedip eserindeki güzel ve
faydalı fikirlerini de kıymetten düşürmesine acınmaz mı? Sonra da ona aldanarak
âyetini "mikroplu taşlar attılar" diye tercüme eden bazı mütercim
(çeviren)lerin aldanışına acınmaz mı? Bu sözlerimiz iyi niyeti olan irfan
ehlinedir. Yoksa garazkarlıkla ne söylediğini bilmez, taşları tırtıl gibi kuş
tersleri diye alay ederek onunla bir ordunun korkudan panik oluverdiğini söz
diye söylemekten utanmayan ve Peygamber'i haşâ bir hristiyan rahibinin çırağı
yapmak için beraberinde Mısır'a ve İstanbul'a kadar seyahat ettirmeye çalışan
ve Levh-i Mahfuz'u hiyeroglif; sayfaları, taşları kuş çakıldağı görmek,
göstermek isteyen ve yalancılığı yegane hüner zanneden hümeze lümeze güruhuna
Hutame'den başka ne yaraşır? Hayat içinde bin dört yüz sene önce olmuş bir
olayı bugün şahsi bir kıyas ile inkar edivermek, masal deyip geçmek kolay gibi
görünürse de, onu bir yanlış tutmak için her yönden fırsat gözetip duran
çağdaş, gözlemci düşmanlar karşısında pervasız haykırmak kolay değildir. O
zaman Peygamber'e her taraftan hınç püsküren düşmanları bile inkâra ve te'vile
sapmamışken bugünkü dostları içinde ona inanamayıp da te'vile kalkışanlara:
"Düşman kadar olsun siper et sûret-i
hakkı,
Ey dost Hüseyn olmaz isen bari Yezid ol"
denmez mi?
Zira bu olay hakkında o zaman söylenmiş olan
şiirler bile onun muhalifler katında da görülmüş ve mütevatir olduğunu isbat
etmeye yeterlidir. Bunların hepsini burada açıklamaya ve saymaya yer yoktur.
Bir kaçını yukarıda zikretmiştik. Burada da meşhurlarından bir ikisini daha
kaydedelim: İbnü Hişam'ın kayıt ve zaptettiği üzere İbnü İshak demiştir ki:
Allah Teâlâ Habeşliler'i Mekke'den redd ve indirdiği bela ile karşı karşıya
getirince Arap, Kureyş kavmini büyüttü. "Bunlar, Allah'ın ehli, Allah
onlardan dolayı harp yapıverdi, düşmanlarının hakkından geliverdi." dediler.
Ve şairler birçok şiirler söylediler. Bunlarda Allah'ın Habeşliler'e yaptığını
ve onların hilesini Kureyş'ten nasıl reddettiğini zikrediyorlardı. Bu cümleden
olarak Abdullah b. ez Zibara b. Adiy b. Kays b. Adıyy şöyle demişti:
"Mekke deresinden defolun. Çünkü eskiden
beri onun harimine ilişilmez. O haram kılındığı geceler şira yaratılmamıştı.
Yaratılmışlardan ona taarruz edecek bir aziz yoktur. Habeş komutanına sor ne
gördü, bilmeyenlerine de bilen haber verecektir, altmış bin yerlerine
dönemediler, hatta döndükten sonra da onların hastası yani Ebrehe yaşamadı.
Onlardan önce de orada Ad ve Cürhüm vardı. Allah, kulların fevkında onu ikame
buyurur".
Ebu Kays Saffi b. Eslet b. Cşem b. Vail de
şöyle demiştir:
"Allah'ın yaptıklarından birisi de
Habeşîler'in fil günüdür, çünkü bütün gönderdikleri sevkiyatları yerinde kaldı,
helak oldu. Sopaları, çengelleri o filin böğürleri altında idi, burnunu da
yirmişler yırtılmıştı, kamçısını niğvel; teber şişi yapmışlardı,
kastettiklerinde kafası yarılmıştı, öyle iken dönüp gerisin geri geldiği yola
gitti ve orada bulunanın hepsi zulme gelmişti, derken Allah üstlerinden bir
çakıl yağdıran gönderiverdi de, onları kuzuları dürercesine dürüverdi.
Bilginleri sabra teşvik ediyorlardı, onlar ise koyun gibi bağırıyorlardı"
Haniflerden Ümeyye b. Ebi's-Saet b. Ebi Rabia
Sahafi de şöyle demiştir:
"Gerçekten Rabbimizin âyetleri parlaktır.
Onlarla pek kâfir olanlardan başkası mücadele etmez. Geceyi ve gündüzü
yaratmış, herşey aşikar, hesab olunmuştur. Sonra Rabb-i Rahîm gündüze güneşteki
yaygın ışıkları ile cila verir. Fili Muğammes'te habsetti, hatta sanki
vurulmuş, ayakları kırılmış gibi sürünüyordu. Boyun halkası yere sürtülerek ki,
tıpkı bir dağın kayasından bir kutur düşmüş gibi. Etrafında Kinde meliklerinden
pehlivanlar, harplerde başı dönmüş şahinler vardı. Onu bıraktılar, hepsi
tarumar oldular, hepsinin bacağının kemiği kırılmıştı. Kıyamet günü Allah
yanında hanif dininden başka her din helaktedir." (Bu şiiri söyleyen
Ümeyye b. Ebi's-Salt, müşriklikten, yahudilikten ve hristiyanlıktan çekilmiş,
bununla birlikte İslâm'a girmeden de ölmüştü.)
Daha bunlar gibi birtakım şiirler vardır.
Şu muhakkak ki bu olayın en ibret alınacak
noktası, hakka karşı kuvvetlerine güvenerek yalnız zulüm ve yıkmak maksadıyla
tecavüz için Kâbe üzerine hareket eden ve önüne geleni çiğneyen saldırıcı bir
ordunun tam Mekke'nin yanına gelip de hedef ve maksadına ulaşmak üzere
bulunduğu gün karşılarında görünürde insanlar tarafından hiç bir karşı koyma ve
müdafaa vasıtaları yokken hatır ve hayale gelmez bir şekilde bütün tedbir ve
düzenlerinin Allah tarafından dalâlette boğuluvermiş olması, yani "onların
tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?" âyetidir. Diğer âyetler, kuşların akını,
taşların yağdırılışı da bunun yalnız Allah tarafından olduğunu en açık bir
şekilde açıklamak için niteliğiyle ilgili ikinci derecede âyetlerdir. Ve bunun
böyle fevkalade açık olan icra şeklinden dolayıdır ki, onu müşrikler bile
yalnız Allah'tan bilmişlerdir.
Fahreddin Râzî burada, şöyle bir soru sorar:
"Kureyş kâfirleri eski zamandanberi Kâbe'yi putlarla doldurmuş değil
miydiler? Bu ise hiç şüphe yok ki Kâbe'nin duvarlarını tahrip etmekten daha
çirkin, daha büyük suçtur. O halde Allah Teâlâ o azabı niçin yıkma kastında
bulunanlara musallat kıldı da, onu putlarla dolduranlara musallat etmedi?"
Sonra da buna şu cevabı verir: "Çünkü Kâbe'ye putları koymak Allah'ın
hakkına tecavüz, Kâbe'yi yıkmak ise halkın hakkına tecavüzdür. Bunun benzeri
yol kesenler, kanuna karşı gelen, katildir. Bunlar müslüman olsa bile şer'an
öldürülürler. Halbuki kocamış, ihtiyar, kör ve sabih savmea (manastırda ibadete
çekilen) ve kadın kendi hallerinde iken kâfir iseler de öldürülmezler. Çünkü
halka zararları dokunmaz".
Bunun özeti Allah'ın şeriatında dünyaya ait
ceza, kulların haklarına zarar ve tecavüz dolayısıyladır. Yalnız Allah'ın hakkı
olan hususta azab asıl ahirettedir, demek oluyor. Bundan başka yukarıda izah
olunduğu üzere bu hadisenin asıl hikmeti, Allah dininin yayılması için dünyaya
gelmek üzere bulunan Resulullah'ın doğumuna bir başlangıç ve onun davetine
icabet etmeye bir hazırlama idi. Onun için bu sûre, Peygamber'in şanında ve ona
hitap ile nazil olduktan sonra bunu Kureyş Sûresi takip edecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Fil Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.