Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Felak Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
113-FELAK:
De. Dikkate şâyandır ki, böyle "de",
"söyle" diye emrolunduğu zaman bundan açıkça anlaşılan; emredilenin,
bu emri değil, bununla söylenmesi emrolunan sözü söylemesi istenir. Onun için
Peygamber'in de bu sûreleri okurken demeyip diye başlaması gerekmez miydi? diye
bir soru hatıra gelir. Bundan dolayı 'de mutlaka denilmek vâcip, Tebbet'te
denilmemek vacip olduğunda ittifak bulunmakla beraber, İhlas'ta ve
Muavvizeteyn'de denilmeyerek okunmasını caiz görenler olmuşsa da, yalnız dua
niyetiyle söylendiği zaman bu caiz olsa bile Kur'an olarak okunduğu zaman aynen
okunmalıdır. Çünkü Mushaflarda öyle tesbit edilmiş, öyle varid olmuştur. İmam
Ebu Mansûr Matürîdî "Te'vîlat"da demiştir ki: "Zira bununla
görevlendirilen yalnız muhataptan ibaret değil, onun gibi sorumlu olan
herkestir." Onun için zamanlar geçtikçe bâki kalmak, bütün Allah'ın
kullarına emir ve tavsiye olunmak üzere aynen tesbit edilmiştir. Bir de
denilmiştir ki: Bununla görevli olan okuyanın kendisidir. Allah Teâlâ bu
şekilde şunu bildirmiştir ki, bu mefhumun yerinde herkes kendisine bunu
söylemeyi emretsin, bunu bırakmasın. Hasılı İhlas Sûresi'nin başında da işaret
ettiğimiz gibi bu sûreler, diye emir ile emrolunmuş gibi bir telkin ile okunur.
Yani kendine ve herkese şöyle dua etmeyi söyle: Sığınırım. Avz, meaz, ıyaz,
istiâze, bir fenalıktan korunmak için başkasına sığınmak, himayesini istemektir
ki, sığınana âiz veya müsteiz; sığınılana müsteâzünbih; kaçılan fenalığa
münteâzünminh; sığınış tarzına, vesilesine avze; sığındırıp koruyana muîz,
korunana muâz denilir. Yani hıfz ve himayesini istiyerek sığınır korunurum. O
felâkın Rabbine.
Şafak vezninde "felâk", birçok
mânâlara gelen derin mânâlı şaşırtıcı bir kelimedir. Türevine göre en esaslı
mânâsı yarmak mefhûmunu içeren bir kelime olması hasebiyle tıpkı fıtrat
kelimesini andırır. Aslında lâm'ın sükûnuyla "halk" vezninde yarmak,
birden bire çatlatıp ayırmak veya pörtletmek demek olan felk masdarından meflûk
mânâsına sıfat-ı müşebbehe olduğuna göre infilâk ettirilmiş, çatlatılıp yarılarak
belirtilmiş demek olacağından ilk bakışta yarık, yahut çatlak diye tercemesi
hatıra gelir. Fakat böyle yarık yahut çatlak mânâsına lâm'ın fethiyle değil,
tıpkı meşkûk mânâsına şakk gibi mastarında olduğu gibi lâm'ın sükûnuyla felk
kullanılır. Çoğulunda da şukûk gibi fülûk deniliyor. Meselâ ayağında yarık,
çatlak var denecek yerde deniliyor ki, bu fark, ferc lâfzı ile ferec lâfzı
arasındaki farka benzer. Yani fetha ile felâk sade çatlağın, çatlayışın
kendisinden ibaret değil, daha çok ondan belirip inkişaf ederek meydana gelen
neticenin vasfı demek olur. Mesela bir çekirdeği çatlatmak bir felk, çatlaması
bir infilâk, bir infitâr, o çatlayış bir fıtrat, onda iki taraflı meydana gelen
durum bir çatlak, bir felk, bir şaktır. Onun bir tarafı bir filk, bir şıktır. O
çatlağın iki şıkkı arasından netice olarak pörtleyip beliren, inkişâf eden ve
genişleyen tomurcuk, yaprak veya su veya ışık, parıltı, açıklık veya herhangi
bir mahlûk, (fetha ile) felâk demektir. Bu mânâ iledir ki, "Taneyi ve
çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır. (O), ölüden diriyi çıkarır, diriden de
ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. O halde nasıl (ona inanmaktan)
çeviriliyorsunuz? Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur." (En'âm,
6/95) buyurulmuştur. vasfından da açıkça anlaşılan budur. O felakın fâlikı:
yarıp yaratıcısı, ölüden diri, diriden ölü çıkarıcı ve karanlığı yarıp sabahı
açıcı ve bu şekilde yokluktan çıkarılarak doğup doğuran halkı, birbirinden
üreterek terbiye ede ede, ihtiyaçlarını vere vere kabiliyetlerine göre
yetiştirip sonlarına erdiren ve kendini "tek", "her şey kendine
muhtaç", "doğurmamış" "doğurulmamış", "hiçbir şey
ona denk değildir" diye ifade edilen yaratıcısı ve terbiyecisi demek olur.
Bir de falk maddesinde yarmak, yarılmak
mânâsından başka bir sürat ve şaşmaya değer bir güzellik ve bir baskı ve şiddet
mânâsı da bulunur. Onun için hızından insanları şaşırtacak derecede aşırı ve
süratle koşmaya tefellük denildiği gibi, şaşırtıcı ve güzel bir şey keşfetmeye
iflâk veya iftilâk ve şaşırtıcı mefhumlar, güzel ve nâdir mânâlar bulan yüksek
şâire müflik, şaşırtıcı işe filk ve felîk, musîbet ve belâya felîka ve müflika
denilir. İşte bu mânâlarla ilgili bulunan bu felk maddesinden felâk lâfzının lügatta
isim olarak geleceği üzere birçok mânâları beyân olunuyor:
1- Adem (yokluk)den yarılıp çıkan halk, yani
genelde bütün mahlûkat ve özellikle dağlardan pınarlar, buluttan yağmurlar,
yerden tohumdan bitkiler, sulb (döl)lerden nesiller, rahimlerden evlatlar gibi
bir asıldan ayrılıp çıkan yaratıklar, doğanlar, bu mânâda felak mahluk ve
meftur anlamdaşı gibi olarak iki mânâsıyla Samed'e karşılık ve onunla mütezâyif
olur. Yani Samed'in eksiksizliğine karşılık bu eksikli ve ona muhtaç olur.
İzafeti de bunu belirtir.
2- Örfte, özellikle sabaha, yani sütun
şeklinde uzamış olan aydınlığa veya sabah yeri ağarıp açılmaktan ibaret olan
şafağa denir. Bu bizim Türkçe'de Tan dediğimizin aynı demektir. Tanlamak:
Şaşırmak, bir şeyin birdenbire şuura çarpan yumuşaklık veya şiddetinden acı
veya tatlı bir intiba ile belirleyip hayran olmak mânâsına geldiğine göre bunda
da felk gibi bir tuhaflık mânâsı vardır ki, şafak atmak deyimiyle ifade olunur.
Bu mânâca felak karşılığında karanlık demek olan gasak zikrolunur.
3- İki tepe arasındaki alçak, oturaklı, düz
yere denir ve çoğulunda fülkan gelir.
4- Zindanda suçluların ayaklarına vurulan ve
miktara da denilen tomruğa denilir ki bizim falaka deyimimiz bunun
anlamdaşıdır.
5- Çanak dibinde kalan süt kalıntısına denir.
6- Ekşiyip kesilmiş süte denilir.
7- Cehennemin veya cehennemde bir kuyunun ismi
olduğu da nakledilmiştir.
Ragıb der ki: sabahtır; (Neml, 27/61) kavlinde
zikrolunan "enhâr" da denildi. Allah' Teâlâ'nın Hz. Mûsa'ya bildirip
onunla denizi yardığı kelimedir de denildi.
İbnü Cerir, birincisi cehennemde bir dere veya
cehennemde bir kuyu veya cehennem; ikincisi, sabah; üçüncüsü, halk olmak üzere
İbnü Abbas ve diğerlerinden üç rivayet kaydettikten sonra der ki: Allah Teâlâ
Resulüne demekle emretmiştir. Arap kelâmında felâk ise sabah felâkıdır.
denilir. Ve caiz ki cehennemde felâk isminde bir zindan da vardır. Böyle olunca
da Allah Teâlâ sözüyle felâk denilenin sade bazısını irâde buyurduğuna bir
delâlet koymadığı ve Allah Teâlâ yarattığı her şeyin Rabbi olduğu için bununla
felâk ismi alan her şeyin murad olunması vacib olur." Bundan dolayı birçok
tefsirci daha genel mânâsı alan halk ile tefsirini tercih etmişler, İbnü Münzir
ile İbnü Ebi Hâtim de bunu İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. İbnü Sina da
felâk vücud nuruyla yarılmış adem (yokluk) karanlığıdır demekle bu mânâ üzere
yürümüştür. Bununla beraber Cabir b. Abdillâh, İbnü Zeyd, Mücahid, Katade ve
İbnü Cübeyr'den rivayet olunduğu üzere tefsircilerin pek çoğu örfte en yaygın
olan sabah mânâsıyla tefsiri, zahir (açık) görmüşlerdir. Buna göre
"Rabbi'l-felâk", sabahın Rabbi, yani tanın tanrısı demek gibi olur.
Bu şekilde felâk, karanlık arkasında nûr, darlıktan sonra genişlik,
kapalılıktan sonra açılış mânâlarına işaret edici olmak dolayısıyla ıyâzın,
yani sığınmanın ona muzaf olan Rab ismine taalluk ettirilmesinde buna sığınanın
sakındığı şerden kurtarılıp korunacağına işaret eden bir kerîm vaadi ve parlak
bir kudret misalini hatırlatarak ümit ve ricasını kuvvetlendirme ve Rablık
hükmüne itaatla ona sığınma ve dahil olmada çok ciddiyet ve özene teşvik
vardır. Bir de denilmiştir ki, özellikle felakın zikri, onun kıyamet gününden
bir örnek olması dolayısıyladır. O halde evler, kabirler gibi, uykular ölümün
kardeşi, sabahleyin evlerinden çıkanların kimi neşe ve sevinç içinde ve kimi
borç ve ihtiyaç ile alacaklıların baskısı veyahut kulların başına gelmekte
bulunan diğer haller ile gamlar ve neşeler içinde bulunması itibarıyla ba's
(öldükten sonra dirilme) ve âhiret halini en çok andıran bir örnek olur.
Kâdî tefsirinde der ki: "Burada ismi,
diğer isimlerden, yani felaka izafeti caiz olan diğer Allah isimlerinin
hepsinden çok yerindedir. Çünkü zararlardan kurtarmak terbiyedir." Bu
açıklama, felâkın genellenmesi mânâsına göre zâhirdir. Çünkü sığınana da,
kendisine sığınılana da şamildir. Yani hem sığınan, hem de sakınılan halkın
Rabbidir, âlemlerin Rabbidir. Sabah mânâsına tahsis edildiği şekilde de, onun
halleri değiştiren, tavırları başkalaştıran ve böylece gamları ve kederleri yok
edecek olan kâdir oduğuna işâret eder.
İbnü Sina söylediğimiz gibi felâkı, varlığın
nûru ile yarılmış olan yokluk karanlığına hamlederek daha genel mânâyı aldıktan
sonra demiştir ki: Burada Rab ismini zikretmede ilmin gerçeklerinden bir lâtif
sır vardır. Şöyle ki: Kul, köle, hallerinin hiç bir şeyinde Rab'dan müstağni
olamaz. Nitekim küçücük çocuğun köle olduğu müddetçe halinde bu müşahede
olunur. Mümkün olan mahiyet bile ilk başlangıcın dağılmasından müstağni
olamadığı için buna işaret olmak üzere Rab ismi zikrolunmuştur. Burada gizli
ilimlerden diğer bir işaret daha vardır ki o da şudur: Avz ve ıyâz lugatte
başkasına sığınmaktan ibarettir. Başkasına yalnız sığınma ile emrolunup da
ondan Rab ile tabir olununca, bu delâlet eder ki: Maksad hâsıl olmazsa onun
olmaması, o kendisine sığınılan bol bol hayır vericiye ait bir işten dolayı
değil, mümkün olana ait bir işten dolayıdır. Zira şu kesindir ki:
Olgunluklardan ve başkasından hiç bir şeyde ilk başlangıç (mebde-i evvel) olan
Allah tarafından cimrilik yoktur O, Samed'dir, ondan hepsi meydana gelicidir, yetenekli
olanın kabulü cihetini ona sarfetmesine bağlıdır. İşte "Zamanınızın
günlerinde Rabbinizin rahmetinden nefhalar: esen hoş esintiler vardır. Uyanın,
kendinizi onlara arzedin." hadis-i şerifindeki nebevî işaret ile murad
edilen budur. Allah'ın lütuflarının hoş esintilerinin dâimî ve bozukluğun,
ancak istidadı olandan olduğunu beyan buyurmuştur."
İbnü Merduye ve Deylemî, Abdullah b. Amr b.
Âs'tan şöyle rivayet etmişlerdir. Demiştir ki: İlâhî sözünden Resulullah'a
sordum, o buyurdu: "Cehennemde bir zindandır, onda zorbalar, kibirliler
hapsolunur ve cehennem ondan Allah'a sığınır." Yine İbnü Merduye Amr b.
Anbese'den de şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.v.) bizimle namaz kıldı
sûresini okundu, sonra: "Ey İbnü Anbese bilir misin felâk nedir?"
buyurdu. "Allah ve Resulü daha iyi bilir", dedim. Buyurdu ki:
"Cehennemde bir kuyudur. O kızıştırıldığı zaman cehennem kızışır, Âdem
oğlu cehennemden incindiği gibi cehennem de o kuyudan incinir." İbnü Cerir
ve İbnü Ebi Hâtim, Kâ'b'dan da şöyle rivayet etmişlerdir: "Felâk,
cehennemde bir evdir. O açıldığı zaman ateş ehli onun sıcaklığının şiddetinden
bağırırlar." Kelbî'den de: "Felâk, cehennemde bir vâdidir." diye
rivayet edilmiş ve cehennemin kendisidir de denilmiştir.
Keşşâf'ın beyanına göre bu mânâ, engin arza
felâk denilmesinden alınmıştır, bunun çoğulu fülkân gelir, halek ve hulkân
gibi. Bu şekilde Rabb kelimesinin buna izafetle zikri, azabın en büyüğüne
işaret ile ondan sığınana kurtuluşun vaadini içerir. Sabah mânasına olduğu
zaman ümide zafer vaadini ifade ettiği gibi, bunda da en büyük tehlikeden
kurtarmayı ve korumayı vaad var demek olur. Bazı Ashab-ı kiramdan rivayet
edilmiştir ki: Şam'a gelip de zimmet ehlinin dünya geçimindeki genişlik ve
refahlarını gördüğü zaman "Hiç önem vermem, değil mi ki arkalarında o
felâk var?" demiş ve Kâ'b'dan rivâyet edilen mânâya işaret etmiştir. Alûsî
der ki: "Felâk'ın bu üç mânâsından bana göre tercihe değer birinci daha
genel mânâsıdır ki, îcad nuruyla yarılmış olan bütün mümkün varlıklara ve
özellikle dağlardan gözeler, bulutlardan yağmurlar, yerden bitkiler,
rahimlerden çocuklar gibi bir asıldan doğup çıkan bütün yaratıkları içine
alır." Bu şekilde felâk, Samed'in zıddı ve "Rabbi'l-felâk"
(felâkın Rabbi), "Rabbi'l-halk" (halkın Rabbi), yahut "Rabbi'l-fıtrat"
(fıtratın Rabbi) demek gibi olur. Bunun da önceki sûreye münâsebeti, yani
doğmaktan, doğurmaktan, değişim ve yok olmaktan, ortak ve benzerden uzak olan
yaratıcının karşısında onun yalnız yaratma ve icadıyla yaratılarak doğup
doğuran ve aslında yok olucu ve fâni olan yaratıkların hükmünü ve ona
ihtiyacını beyan olduğu da açıktır. Bundan dolayı meâlde "sığınırım
Rabbine o fıtratın, şerrinden bütün hilkatin" diye tercüme etmek acizane
fikrime lâfzan ve mânen münasip gelmişti. Fakat İbnü Cerir'in dediği gibi lugat
bakımından ve şer'an mahluk denilenin hepsinin "Kendisine felâk denilen
şeyler." mânâsıyla sarahate dahil olmasında ve aynı lafzın mahfuz
tutulmasında zikrolunan faydalarla beraber daha çok ince ve daha fazla bir
şümûl bulunmaması hasebiyle şöyle demek daha tercihe değer göründü:
"Sığınırım Rabbine o felâkın."
2. Yarattığının şerrinden.
Yani o Rabb'in yarattığı bütün halkın:
herhangisi olursa olsun şer şanından olan yaratıkların hepsinin şerrinden ki,
maddî ve manevî, dünya ve ahiretle ilgili, objektif ve subektif, tabiî ve
ihtiyarî her türlü şerri içine alır. Şu halde insan ve cin ile bütün
şeytanların şerrinden, yırtıcı hayvanlar, böcekler, haşereler ve mikropların
şerrine, zehirler ve ateşin şerrine, günahların ve hevânın şerrine, nefsin
şerrine, amelin şerrine varıncaya kadar yaratık denilebilen herhangi bir şeyin,
şer ve zarar olabilecek herhangi bir kötülüğünü muhtevası içine alır. Şu kadar
ki kastedilenin, genellikle birbirine karşı olan şerler değil, sığınana karşı
olan şerler olduğu açıktır. İbnü Sîna gibi bazıları burada sığınan insana
mahsus nefsin kendisine sığınılan olmaması gerekeceğini ve bundan dolayı
yarattığı şeylerden kastedilen O'ndan başkası olan cisimler ve varlıklar olması
gerekeceğini söylemiş ve insan ruhunun dünyadan olmasından dolayı halk demek
olan mâhalak (yaratık)da dahil olmayacağı kanaatine sahip olmuş ise de, doğrusu
ruh da mahlûktur, sığınanın kendisi de mâhalak (yaratık)da dahildir. Onun için
sığınılan şer ona sade dışından zorlayıcı olarak gelecek olan objektif (âfâkî)
şerden ibaret olmayıp "Sana gelen her kötülük de kendindendir."
(Nisâ, 4/79) hükmünce tabiî veya kasdî veya hata olarak seçme ve benimsemeyle
kendi nefsinden gelen objektif (enfüsî) şerri de içine alması gerekir.
"Senin en yaman düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." hadis-i
şerifinde de buna işaret olunmuştur. Bu yönden bu iki âyet, bu iki sûre
toplamının bütün mefhûmunu içine almaktadır. Bundan sonrası ise bunun içine
yerleştirilmiş olan kısımlar içinde çok vâki olmasından dolayı sığınmaya en çok
ihtiyaç duyulan bazı kısımları tayin ederek dıştan içe doğru açıklama ve tafsil
olup bu şekilde bu sûrede daha çok âfâkî (objektif, nesnel) olanlar
hatırlatılarak buyuruluyor ki:
3. Ve bir ğâsikın şerrinden vukubu sıra, yani
girip daldığı, yahut bastığı veya battığı zaman.
Ğâsik kelimesi de bir çok mânâ ile tefsir
edilmiş geniş anlamlı bir kelimedir. Bunun masdarı olan "ğasak" veya
"ğusuk" veya "ğasekan" lugatta şiddetli karanlık,
dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk ve kokarlık mânâlarıyla ilgilidir.
Hepsinin esası da (imtilâ) dolmak veya (seyelân) akmak yahut (insibab) dökülmek
mânâlarından birisi olduğu beyan olunuyor. Gecenin karanlığı hücum edip dolarak
çok karanlık olmasına masdar olarak "ğasak" ve "ğasakan" ve
"ğusuk" denildiği gibi ilk koyu karanlığa da isim olarak
"ğasak" denilir. Bu yönden "gasak", "felâk"a
karşılık getirilir de "ğasaktan felâka kadar" denilir ki, gecenin
kararmasından sabahın aydınlığına kadar demektir. Buğday içinde bulunan
karacaya da "ğasak" denilir. Gözün dumanlanıp seçimsiz olmasına veya
yaşarıp sulanmasına yani iki şekilde de göz kararmasına "ğusuk" ve
"ğasakan" denilir. Aynı şekilde yaradan sarı su akmasına ve buluttan
yağmur çiselemesine ve memeden süt dökülmesine ve her hangi bir şeyin mutlaka
akmak suretiyle dökülmesine de "ğasakan" tabir edilir. İçilemeyecek
derecede gayet soğuk ve fena kokulu içki veya suya "ğasak" ve
"ğassak" denilir. Nitekim "Yalnız kaynar su ve irin
(içerler)." (Nebe', 78/25) bundandır. Kamus müterciminin beyanına göre
Türkçe'de de soğuk kokmuş veya "gasak" denilirmiş. Bundan dolayı
Cevâlikî bunun Türkçe iken Arapça'laştırılmış olduğunu zannetmiş ise de tersi
daha açık göründüğünden adı geçen mütercim buna razı olmamış, "garib"
demiştir. Bununla beraber biz Türkçe soğuk kokmuş su mânâsına "ğasak"
da bilmiyoruz. Ancak lâfzî bir benzerlikten bahsedecek olursak Arapça "ğasik"
lafzının Türkçe'deki "kasık" lafzını ve dolayısıyla şehvet kuvveti
mânâsını andırabileceği söylenebilir. Çünkü şehvet, şerrinden sakınılması
gereken şeylerin başında gelir.
Şimdi bu açıklamadan anlaşılır ki, ğâsık asıl
türevine göre "ğasak yapan" veya "ğasakan eden" veya ğasaklı
mânâsına ismi fâil olmakla; dolan, kararan, karanlık eden, akan, dökülen,
dolmuş, pusarık, soğuk olan mânâlarına vasıf olarak kullanılması lügat
bakımından doğru olur. Buradaki maksadın ne olduğu hakkında da çeşitli
tefsirler yapılmıştır. Fakat bunları söylemeden önce "vekab"ın
mânâsını da izah edelim:
"Vekab"ın masdarı "vakb"
ve "vukub" gelir. Bunun aslı "vakbe" gibi çukurdur.
Kayalardaki yaratılıştan çukurlara ve bazı yalçın kayalarda bir iki adam boyu
derinliğindeki kuyu tarzında oyuklara ve atın gözü üstündeki çukurlara ve
insanın bedeninde göz ve omuz çukurları gibi çukurlara, çarkın ve makaranın iğ
çeken deliklerine ve alık yani ahmak ve alçak kimseye vakb denildiği gibi,
masdar olarak vakb, vukub da çukura girmek olup sonra mutlaka girmek ve kaybolmak,
gelmek, dönüp yönelmek ve karanlık girmek yani karanlık basmak, güneş batmak,
ay tutulmak yani husuf (tutulma)a girmek, yahut mihak (Arabî ayın son üç günü)a
girmek mânâlarında kullanılmıştır. Onun için burada da "ğâsık"a
verilen mânâya göre düşünülmesi gerekir ki, giriş mânâsı hepsinde yeterli
olabileceği için çoğunlukla bununla tefsir etmişlerdir. O halde
"ğâsık"a verilen mânâlara gelelim:
1- Ğasak, imtilâ (dolmak) ve karanlık
mânâsında meşhur olduğu için önce bundan dolgun ve karanlık mânâsı açıktır.
Bundan da felâk karşılığında gece mânâsı açık olduğundan dolayı felâka sabah
mânâsı veren pek çok tefsirci bunu gece ile, vukubu da gece karanlığının
herşeye girip basmasıyla tefsir etmişlerdir ki gibi, "karanlığı bastığı
zaman bir gecenin şerrinden" demek olur. Bu şekilde şerrin geceye nisbeti,
meydana gelişine zarf olması hasebiyle münâsebeti olan bir şeye isnadı
kabilindendir ki, "gündüzü oruçlu" gibi mecazî isnad olup, geceleyin
vâki olan şerden demektir. Karanlığının basması zamanıyla kayıtlanması da
şerrin o zaman yayılmaya başlaması ve bundan dolayı şer kaplamadan önce istiaze
(sığınma) ile korunmanın temini en lüzumlu şey olması nüktesine dayanmaktadır.
Ğâsık'ın böyle gece ile ve vukubun karanlığın girişi ile tefsirini İbnü Cerir
ve İbnü Münzir, İbnü Abbas ve Mücahid'den; İbnü Ebi Hâtim, Dahhâk'den rivayet
etmişler, aynı şekilde Hasen'den de rivayet olunmuştur. Zeccâc da buna kâni
olmuş, ancak ğâsıkı, soğuk mânâsına olarak geceyle yorumlamış, gece gündüzden
soğuk olduğu için ona ğâsık denildiğini söylemiştir. Ragıb, ğasakın şiddetli
karanlık, ğâsıkın gece mânâsına olduğunu söylemiş ve demiştir ki: Ğasıkın
şerri, tarık gibi yani gece ansızın gelip çatan arıza veya hayalet gibi
geceleyin olan belâ ve musîbetten ibarettir. Zemahşerî de gece gasakının
(karanlığının) aslının gözün yaşla, yaranın kanla dolması gibi dolmak mânâsına
gasktan yani karanlığın yoğunlaşmasından olduğunu söylemiştir.
2- Ğasık ayla, vukub da ay tutulma veya ay
sonundaki üç gün ile tefsir edilmiş ve buna dair bir hadis-i şerif de rivayet
edilmiştir. İmam Ahmed, Tirmizî, Hakim ve daha başkaları Hz. Aişe'den şöyle
rivayet etmişlerdir: Demiştir ki: Bir gün Resulullah (s.a.v.) Ay'a baktı da:
"Ey Âişe! Bunun şerrinden Allah'a sığın çünkü bu o, karanlığı çöktüğü
zaman gecedir." buyurdu. Tirmizî demiştir ki, bu hadis, hasen sahihtir.
Alûsî, "Bunun doğruluğunu kabul edenin, diğer bir tefsire dönmemesi
gerektir." demiş ise de, buna tahsisin lüzumunu men etmekle cevap
verilebilir. Zira Ay'ın ğâsik olmasının doğruluğu kabul olunsa da, lâfzın zâhir
olan mutlaklığının tek bir haber ile tahsisi caiz görülmeyip cümlesinde isnad
olunanın tarifi tahsisle yorumlanmayarak tevili de diğer deliller ile sahih
olur. Ay'a ğâsik denilmesinin sebebine gelince bunda da bir kaç ihtimal vardır:
a- Bedir (dolunay) halinde nûr ile dolgunluğu
itibarıyladır. Bu şekilde vukub (karanlığın çökmesi) hüsuf (ay tutulması)a
dahil olup kararmasıdır.
b- Seyir ve hareketinde, burçları katetmesinde
sür'ati itibariyledir ki ğask seyelân (akma)dan cereyana istiâre edilmiş olur.
c- Güneş'in ışığından istifade edilmiş olup
hacmi, haddi zatında karanlık olması itibarıyladır. Bu iki vecihte vukubu ayın
sonunda mihak (son üç gün)a girerek kaybolmasıdır. Müneccimler ay tutulması ve
ayın son üç gününü uğursuz sayarlar. Büyücüler de hastalık bırakan sihir ile o
zaman meşgul olurlar. Nüzul sebebi sihir olduğuna göre de bu münasiptir
denilmiştir. Yani "şerri"nin mânâsı Ay'ın kendisinde bir şerri
olmasından değil, o zaman sihir yapanların sihir ile uğraşmaları hasebiyle bu
yüzden şerre sebep olması demek olup, şerrin Ay'a nisbeti onunla ilgili olması
mânâsına söylenmiştir. Lakin şerrin bu şekilde tahsis edilerek tefsiri
müneccimlerin, büyücülerin kanaatlarına göre bir çeşit göz yummayı, müsamahayı
içereceğinden dolayı münasib olmadığı gibi, bundan sonraki âyetten fazla bir
mânâyı da ifade etmiş olmaz. "Güneş ve Ay Allah'ın alâmetlerinden birer
alâmettirler. Bunlar kimsenin ne ölümü, ne de hayatı için tutulmaz."
hadisi şerifiyle anlatılmış olan şeriat koyucusunun maksadına aykırı ve onunla iptal
edilen cahiliyye kanaatlarını bir çeşit kabullenmeyi teşvikten uzak kalmaz.
Doğrusu Ay'ın tutulması veya son üç gününde şerrinin mânâsı da ışığın
kaybolmasıyla karanlığın basmasındaki şer demek olacağından, bu da birinci
mânâya dönmüş olur. Çünkü mehtap gecelerinde gecenin karanlığının yoğun oluşu,
yani karanlığın basması mânâsı tahakkuk etmez. "Onu takip ettiği zaman
Ay'a andolsun." (Şems, 91/2) hükmü geçerli olur. Bundan dolayı Ay'ın
vukubu, sadece tutulması veya mihak (ayın son üç günü)ından ibaret olmayıp
batışını da içerirse de dolunay halindeki ayın batışını sabah takip edeceği
için bunda gecenin kararma zamanı tahakkuk etmez. Onun için Ay'ın kararması,
daha çok tutulma veya ayın son üç gecesiyle tefsir olunmuştur. Şu halde Hz.
Aişe hadisinin mânâsı da mehtap gecelerinin ğâsık (karanlık) olmadığını,
gecenin karanlık olmasının, Ay'ın tutulma zamanına tahsis olduğunu izah etmek
bakımından ğâsıkın gece veya karanlık mânâsına bir tefsir demek olur ve bu
şekilde tahsisin mânâsını da tevile hacet olmaksızın hadis sahih olur.
3- İbnü Ebi Hâtim'in İbnü Şihab'dan rivayetine
göre battığı zaman güneştir. Şu halde karanlığının basması, batışı demek
olmakla, bundan akşam şafakı kayboluncaya kadar olan tamamıyla batışı
düşünülünce gece karanlığının girdiği zaman demek olacağından dolayı, bunun da
yine birinci mânâyı bir izah olduğu anlaşılır.
4- Ğâsık, Süreyya yıldızı ve karanlığa
gömülmesidir, diye tefsir edilmiştir. İbnü Cerir'in, İbnü Vehb'den rivayet
ettiğine göre İbnü Zeyd demiştir ki: "Araplar, ğâsık Süreyya'nın
batmasıdır, derlerdi ve onun batışı sırasında hastalıklar ve tâun çok olur ve
doğuşu sırasında kalkardı." İbnü Cerir der ki: "Bu görüşü kabul
edenler için Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiş bir eserden bir illet de
vardır." Ebu Hüreyre'den Hz. Peygamber'e merfûan şöyle rivayet edilmiştir:
en-Necmi'l-ğâsik "kararmış yıldız" buyurdu, demiştir. Ve
bilinmektedir ki en-Necm, Süreyya demektir. Bundan başka Necm Sûresi'nde de
geçtiği gibi "Süreyya doğunca, âfet kalkar." diye de bir hadis-i
şerif rivayet ediliyor. Rivayetlerin bazısında "Arab yarımadasından"
kaydı da vardır. Âlûsî der ki: Câmiu's-Sağir'in Menâvî Şerh-i Kebîr'inde diğer
rivayetler de vardır, müracaat edilebilir. Bununla beraber bu şekilde de mânâ,
Süreyyâ'nın dahi bulunmadığı karanlık gecelerin şerri mânâsına
dönüştürülebilir.
5- "Keşşâf" sahibi der ki: Ğâsık ile
kara yılan, ve sokması kastedilmiş olması da câizdir.
6- Kâmus sahibinin "vakb" maddesinde
bir nakline göre ğâsık, ihtiras ile dolup kabaran kasık; vukubu da saldırışı
meâlinde de bir mânâ söylenmiştir. Bu iki mânâ güvenilir görülmezse de, yılan
sakınılması lazım gelen en zararlı düşmanlardan olmakta örnek olduğu gibi,
şehvet ve hırs da en büyük şerlerin kaynağı olduğu düşünülürse, bunlardan
sakınmayı hatırlatmaktaki faydasının önemi de inkâr olunamaz. Ancak Kamus
mütercimi lugat açıklamasına hizmet etmiş olmak için bunun ifadesinde açıkça
gitmiş, setr-i avrete uymanın lüzumunu hissetmemiş gibi rahat hareket etmiştir.
Bundan dolayı Alûsî der ki: Firuzâbâdî Kâmus'ta "vakb" maddesinde bir
görüş zikretmiş ve onu Gazâlî ve daha başkasının İbnü Abbas'dan hikâye ettiğini
sanmışlardır. Onun nisbeti sahih olduğunu sanmam. Çünkü görüşler arasında bir
avret olduğu açıktır."
7- Razî'nin, "bazı âriflerden
işittim" diye naklettiği mânâdır. Bu iki sûrede yaratıkların
mertebelerinin açıklandığını ve şerrin cisimler ve cisimler âleminde vâki
olduğunu söyleyerek demiştir ki: Cisimler ya esîrî (bütün evreni kaplayan, ağırlığı
olmayan, ısı ve ışığı ileten cevher) cisimler veya unsûrî cisimlerdir. Esîrî
cisimler "Rahmân'ın yaratmasında bir ayrılık, uygunsuzluk görmezsin.
Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun?" (Mülk, 67/3)
buyurulduğu üzere düzensizlik ve bozukluktan uzak, hep hayırlıdırlar. Unsûrî
(ağırlığı olan) cisimler ise oluşabilen ve bozulup değişebilen cisimlerdir. Ya
cansız varlık veya bitki veya hayvandırlar. Cansız varlıklar, nefsânî
kuvvetlerin hepsinden uzaktırlar. Onun için bunlarda zulmet sırf karanlık olup,
ışıklar tamamen yok olmuştur. "Karanlığı çöktüğü zaman gecenin
şerrinden." maksat budur. Bitkiler ise bitkisel gaz gücü ile, uzunluk,
genişlik, derinlikte büyüyüp artandır. Onun için bu büyüyen kuvvet sanki bu üç
düğüme üfleyen üfürükçüdür. Hayvana gelince: Hayvansal güç, görünen ve
görünmeyen duygular, şehvet ve öfkedir. Bunların hepsi de insan ruhunu gayb
âlemine bağlanmaktan ve Allah Teâlâ'nın kudsi celâli ile meşgul olmaktan
alıkor. "Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden." âyetinden murad da
budur. Bu mertebeden sonra süfliliklerden ancak insanî nefis kalır. Onun için
bu sûre kesilip insanî nefsin ilerlemede mertebelerinin dereceleri de bundan
sonra Nâs Sûresi'nde zikrolunmuştur. Görülüyor ki bunda ğâsık, karanlık,
karaltı mânâsına olarak unsûrî cisimlerden hiç gelişmeyen ve hayvansal kuvveti
yani uzvu bulunmayan herhangi bir cansız cisme yüklenilmiştir ki, halis
karanlık dediği bizim sırf durgunluk özelliği ile düşündüğünüz tabiattır.
Vukubu da mekândaki vaziyeti veya varolmaktan yokluğa girişidir. İbnü Sina da
bu mânâ üzerinde yürümüş, fakat ğâsıkı sırf cansız cisme, madene tahsis
etmemiş, hayvansal güç ile tefsir etmiştir ve demiştir ki: Hayvansal güç bir
zulmet-i ğâsika-i mütekeddiredir, yani bulanık bir kara kuvvettir ki, sığınmış
olan düşünen nefsin tersinedir. Çünkü düşünen nefis cevherinde temiz, saf,
bulanık madde ve ilişkilerinden uzak, bütün suretler ve hakikatleri kabul edici
bir fıtratta yaratılmıştır o ancak hayvanlıktan kirlenir.
Bizim fikrimizce âyetlerin daha genelden daha
özele doğru gidişine göre bunu ne sadece cansız cisim kısmına, ne de hayvansal
güce tahsis etmeyip bitkileri ve hayvanları içine alacak şekilde mutlak unsurî
cisim diye almak, sonra bitkisel güç, sonra da hayvansal güç yahut şehvet ve
öfkeyi tahsis etmek daha uygun olur. Bu şekilde ğâsıkın şerri, asıl özelliği
durgunluk iken üzerinde Rab'lik hükmü ile var olma ve yok olma cereyan eden ve
felâka karşı karaltılar teşkil eden karanlık madde âleminin var olma ve bozulma
halindeki bütün şerleri içereceği için, insanın karşısında yer alarak üzerine
dalan cismânî her hangi bir kara kuvvetin veya hayaletin âfetine işaret edeceği
gibi, vukub çukura girmek demek olması itibarıyla sonunda kabre girmeye mahkum
olan fâni bedenin, cismânî tabiatın düşkünlük ve yok olma zamanındaki şerrinden
ve kötü sonuçtan sığınmayı da ifade etmiş olur.
8- Zikredilen mânâlardan her birini bir misâl
ile izah kabilinden olarak ğâsık, beşeriyete ârız olan ve muradına engel olan
elem ve ıztırabına sebep olabilen her hangi bir kara musîbet demek olduğu da
söylenmiştir ki, insanın vicdanına her hangi bir karanlık koyabilen kara şey
demek olur. Zira maddî veya manevî şer ve zarar, gam ve keder, karanlık ve
karalık ile nitelenir. Bu takdirde vukubu, hücumu demektir. Yukarıda izah
ettiğimiz vechile gece ile açıklamanın sonucu da Ragıb'ın "tarık gibi her
gelip çatan musibet" diyerek işaret ettiği üzere bu mânâya
dönüştürülebilir. Hakikatte İbnü Cerir de gece, Süreyya, Kamer (Ay)
rivayetlerini kaydettikten sonra demiştir ki: "Bence görüşlerin doğruya en
yakın olanı şöyle demektir: "Allah Teâlâ Peygamberine ğâsıkın şerrinden
Allah'a sığınmasını emretmiştir. Ğâsık ise karanlık olandır, gece karardığı
zaman denilir. de karanlığın girdiği zaman demektir. Katade nin mânâsında
"gitti" derdi. Gece, karanlığa girdiği zaman ğâsiktır. en-Necm
(yıldız) battığı zaman ğâsıktır. Ay da vukubunda ğâsıktır. Allah Teâlâ bunların
hiç birini tahsis etmemiş, genelleştirmiştir. O halde ğâsık denilebilenin her
birinin de vukubu zamanındaki şerrinden sığınma ile emrolunmuştur."
4. Ve o düğümlere üfleyicilerin şerrinden.
Yani iplere, ipliklere, düğdükleri düğümlere, yahut gönüllerde düğümlü azimler,
inançlar, tutkunluklar içine üfleyen, yahut öyle düğümler içinde anlaşılmaz
kapalı bir halde olarak üfürükçülükle afsun yapan büyücü nefislerin, yahut
karıların, yahut toplumların şerrinden. "Nefs etmek", bizim
"nefes etmek" dediğimiz üflemektir ki, biraz tükürüklü, veya
tükürüksüz olarak üfürür gibi yapmaktır. Keşşaf sahibi tükürükle üflemektir,
demiş. Levâmi' sahibi de üfürmeye benzer, tükürüksüz olarak rukyede (okuyup
üflemek) yapılır. Tükürükle olursa tefl, yani "tüh tüh" diye tühlemek
tabir olunur demiştir.
İbnü Kayyim de: Büyücüler sihir yaptıkları
zaman fiillerinin tesirine çirkin nefeslerinin bazı kısımları karışan bir
nefesle yardım dilenirler, diye nakletmiş, Alûsî bundan dolayı Keşşâf sahibinin
dediğine daha doğru demiştir. Gerçekten Ragıb da der ki: Nefs, tükürük
fırlatmaktır ve bu tühlemekten daha azdır. Afsuncunun ve sihirbazın nefsi de
düğümler içine üflemesidir. "Düğümlere üfleyicilerin şerrinden."
buyurulmuştur." Yılan zehir nefseder" denilmesi de bundandır.
Üfürüntü, "Göğüs darlığı olan elbette üfüler" diye de bir mesel
vardır. Lâkin Nihâye'de, nefhe (üfürmeye) benzer ve tühlemekten daha azdır.
Çünkü tefl her halde tükürükten bir şey karışmadan olmaz. demesinden anlaşılan
nefste tükrük şart değildir. Kamus sahibi de: "Böyle nefs (üflemek), nefh
(üfürme) gibidir ve tühlemekten daha azdır." demiş ve mütercimi bunu şöyle
izah etmiştir: Tefl (tükürmek) mânâsından daha az üfürmektir ki, buna üflemek
denilir. Üfürükçülerin üflemesi gibi tükürüksüz olur ve tefl azca tükürük ile
"tüf tüf" diye üfürmektir ki tüflemek denilir. Yalancılık kısmından
olan şiir ve gazellere söylenir. Büyücü kadınlara denilir ki, ipi düğümleyip
ona afsunla üfledikleri içindir. Müellifin üfürükçü kadınları ile tefsiri
nüfus, yahut nisâ (kadınlar) itibarına dayanır. Zira cadılığın pek çoğu
kadınların işidir. Demek olur ki "nefs"in esasında biraz tükürük
fırlatmak olsa bile nefh gibi tükürüksüz sade nefes etmekle de olur. Nitekim
dilimizde nefes edici, okuyucu, üfürükçü denilen rukyecilerde bilinen
tükürüksüz üflemektir. Fakat zarar vermek için sihir yapan kötü büyücülerde
yılanın dişinden zehiri fışkırtması gibi tükürük savurtmak da âdet olduğu
anlaşılıyor. Bununla beraber hava, rüzgar, nefes üfürmek demek olan nefh, ruh
nefheylemek tâbirinde olduğu üzere can vermek, hayat ve ilim başlangıcı olan
ruhu feyizlendirmek mânâsına kullanıldığı gibi "Rûhu'l-kudüs kalbime nefes
eyledi." hadis-i şerifinde vârid olduğu üzere ruhun kalp ve vicdana bir
mânâ, bir ilim veya söz, vahiy etmesi mânâsına da istiare yoluyla olsa bile
denildiğinde de şüphe yoktur. Demek ki etmenin çirkin kısmına karşı olarak bir
de kudsî kısmı vardır. Vaaz ve öğütde, öğretim ve eğitimde, ruhî tedavilerde olduğu
gibi, güzel hikmetli sözler, hayırlı niyetler, kudsî mânâlar ve nefesler
sarfıyla yapılan ruhî telkinler bu çeşittendir. Fakat burada bahis konusu,
şerrinden sığınılması emrolunan çirkin nefesler olduğu, bunda da bilinen
sihirbaz erkek ve kadınların zehire benzeyen çirkin tükürüklü üfürükleri ile
afsunları bulunduğu için "düğümlere üfleyenler" ifadesi onlar
hakkında yaygınlaşmıştır.
Bunu açıklamak için "ukad"in
mânâlarını da tahlil etmek lazım gelir. , 'nın zarfı veya zarf-ı müstakar
olarak onların halidir. kelimesi, malûmdur ki, "ukde" nin çoğuludur.
Ukde, bir şeyin uçlarını derleyip birbirine sıkı tutturmak, yani düğüm
bağlamak, düğmek ve düğümlemek demek olan "akd" maddesinden isim
olduğu için esas mânâsı, düğüm demektir.
Fakat akd, hissî ve manevîden daha genel
olarak kullanıldığı için, ukde dahi akd gibi sade hissî bir düğümden ibâret
olmayarak birçok mânâlara gelir. Ondan dolayı düğüm denilince normal bir ip
düğümünden ibaret zannedilmemesi için Kamus'tan, Nihaye'den, Râğıb'dan bazı
mühim mânâlarını kaydedelim:
Kamusta:
1- Ukde, düğüm ve düğüm yeri.
2- Beldeler üzerine velâyet. Nitekim Nihâye'de
der ki: Hz. Ömer hadisinde: "Şehirler üzerine velâyet sahipleri helâk
oldu." demektir. Emîrler için sancak bağlanmasından alınmıştır.
3- Valiler için akt edilen anlaşma ki, Übey
hadisinde "Kâbe'nin Rabb'ine yemin ederim ki düğüm ehli helâk oldu."
bu mânâdandır, yani akt edilen anlaşma demektir.
4- Sahibinin mülk olarak inandığı akar.
5- Ağacı çok ve girift yer.
6- Develer için otları yeterli otlak.
7- Bir kimsenin yeterli derecede geçimi
kendisine bağlı bulunan şey.
8- Bolluk arazi.
9- Ağaç yemeye mecbur kalmış hayvanlar.
10- Herhangi bir şeyin kesin vücubu, lüzumu
ki, nikâh bağı ve alış veriş sözleşmesi bundandır. Kalpdeki inanca, şiddetli
ilişiğe, azim ve kesin niyete, rey ve görüşe ukde denilmesi de buna dahildir.
Nitekim Nihaye'de dua hadisinde "Senin için kalplerimizde nedâmet ukdesi
vardır." nedâmete azim akdi, demektir ki gerçek tevbedir. Yine bir hadiste
"Ve elbette deveme emrederim göç eder, sonra Medine'ye gelinceye kadar
onun için bir düğüm çözmem." ona gelinceye kadar azmimi bozmam demektir.
Bir hadiste de "Bir adam alış veriş ediyordu, ukdesinde zayıflık
vardı." yani fikrinde ve kendi iyiliklerine bakışında demektir.
11- Kin ve öfkeye de, çoğul sigasıyla, ukad
denir. "Düğümleri çözüldü", öfkesi sükûn buldu demektir.
12- Ukde, kamışa da söylenir ve bazı yerlerin
de özel ismidir. Hepsi düğüm mânâsıyla ilgili olan nice mânâlar ki, çoğunu ve
hepsini belki bu âyette düşünmek mümkün olabilir. Râgıb da Müfredat'da akdin
önce ipin bağlanması ve binanın bağlanması gibi katı cisimlerde kullanıldığını,
sonra da ticaret akdi, ahid ve diğerleri gibi mânâ cinsinden olan şeylere isâre
edildiğini söyledikten sonra der ki: Ukde, Akdolunanın ismidir, nikâhdan,
yeminden ve diğerlerinden, "Bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamaya
kalkmayın." (Bakara, 2/235) ve dil tutulduğunda denir. "Dilinde ukde
var." demek, tutukluk, pelteklik var demektir. de "ukde"nin
çoğuludur ve bu büyücü kadının bağladığıdır ki, aslı azimettendir. Onun için
ona ukde denildiği gibi azimet de denilir. Bundandır ki: Büyücüye muakkid (akt
eden) denilir. Ve onun denilir, telkîh (aşılanması)i tutunca kuyruğunu kısan
deve; kuyruğu kıvrık teke veya köpektir. Köpeklerin çatışmasına da teâkud
denilir.
Demek ki büyücü erkek ve kadının üflediği,
akdettiği ukdeler, düğümlediği düğümler bu mânâlarla ilgili bir azim ve azimet
düğümüdür ki, asıl uçları onların nefislerinde düğümlenmiş olup onunla
diğerleri üzerinde iradelerini şeytanlıkla yürütmek isterler, bir akiddeki el
sıkma kabilinden, görünüşteki ip düğümü de onun bir görünümüdür.
O azimet denilen şeyin ne olduğuna gelince:
Evvela bilinen şeydir ki azim ve azimet bir işin yapılmasına kalbi bağlamaktır.
Yani kalbi kesin olarak bağlamakla kastetmek ve yönelmektir. Ciddiyet ve sabır
ile çalışmak ve önem vermektir diye de tarif edilir. Böyle azimle yapılması
gereken büyük hayırlı işlere ve ruhsat yönü aranmayarak icrası istenilen çok
mühim görevlere azimet, azâim ve avâzim denilir. Büyücünün ukdesinde esas olan,
şer ve şeytanlığa taalluk eden bir kalbin akdi ile takip olunur bir azimettir
ki, Ragıb bunu şöyle tarif etmiştir: "O azimet bir sığındırma afsûnudur
ki, sanki sen onunla şeytanın üzerine sende iradesini yerine getirmesine bir akid
yapmışsın, onu bağlayıp düğümlemişsin gibi tasavvur olunur."
Bu açıklamalardan sonra şu sonuca gelmiş
oluyoruz ki, ukdelere, tükürüklü veya tükürüksüz üflemek ukdenin hissî ve
mânevî tasavvur olunabilen her mânâsına göre onun gerek bağlanması, gerek
çözülmesi, nokta-i nazarından nefes sarfetmek, ilkâât (atmalar) ve telkinler
ile nefisler üzerinde heyecanlandırmalar ve kışkırtmalarda bulunmak gibi bir
vechile düşünülebilir. Bahis konusu ise şer olan nefes (üfleme)ler olduğu,
bunun sonucu ve en açık misâli de işleri, güçleri küfür ve fitne olan
büyücülerin afsun düğümlemeyle şunu bunu bağlamak, sihir yapmak için püf
püfleyerek veya tüh tühleyerek azim ve azimetle sarfettikleri şeytanlı
üfürükleri ve tükürükleriyle düşünüldüğü için büyücülerin, cadıların ünvanı olmuş
ve bundan dolayı çoğunlukla "büyücü kadınlar, cadılar" diye tefsir
olunmuştur. Burada dikkati çeken noktalardan birisi de "neffâsât"ın
müennes çoğul olarak getirilmiş olmasıdır. Onun için bunun müennes olan
mevsûfunu takdir etmede üç vecih söylenmiştir:
1- Zâhiri üzere "nisâ" (kadınlar)
takdir olunarak "üfleyici karılar" demek olmasıdır. Bunda da iki
vecih vardır: Birisi, yukarıda işaret olunduğu üzere cadılık çoğunlukla
kadınların şiârı olması ve büyü işinde kadının rolünün çok olmasıdır. Birisi
de, erkeklerin azim ve kuvvetleri üzerinde kadın hilesinin, kadın tuzaklarının
şirreti veya kadın câzibesinin yüreklere işleyen büyüleyici tesiridir ki, bunu
büyünün hakikatine inanmayanlar dahi itiraf ederler. Bununla beraber iki
görüşün ikisi de bir mânâya yöneliktir denilebilir.
2- Dişiyi ve erkeği içine almak üzere nüfûs
(nefisler) takdiriyle "üfleyici nefisler" demek olmasıdır. Zira
Arapça'da "Sin" ile nefis kelimesi müennestir. Bu mânâ, erkeğe ve
dişiye, fertlere ve toplumlara sadık olmak itibarıyla daha kapsamlı olduğu ve
nüzul sebebi sayılan rivayetlere uygun bulunduğu için genellikle en tercih
olunan görüş budur. Onun için meâlde bu mânâ gösterilmiştir.
3- "Üfleyici toplumlar" diye
cemaatler takdir edilmesidir. Çünkü büyücülerin toplanmasıyla yapılan büyü daha
şiddetlidir. Bu da erkeği ve dişiyi kapsarsa da fertlere şümûlü açık olmaz.
Bu vecihler de anlaşıldıktan sonra beyân
olunan mânâların sonucuna gelelim. Tefsirlerde buna başlıca üç mânâ
verilmiştir:
1- Genellikle yaygın olan mânâdır ki, şöyle demişlerdir:
İpliklere düğümler düğüp de onlara üfleyerek rukye ve afsun yapan büyücü
karıların veya nefislerin veya toplumların şerrinden. İbnü Cerir bunu: Rukye
ederlerken (üflerlerken) iplik düğümlerine üfleyen büyücü kadınların şerrinden
diye anlattıktan sonra: "Tevil (yorum) ehli de, yani tefsirciler de
dediğimiz gibi söylemiştir, diyerek şunları nakleder: Muhammed b. Sa'd
tarîkıyla İbnü Abbas'dan: sihir karışan rukyeler. Hasen'den: Büyücü kadınlar ve
erkekler. Katade'den: 'yi okumuş ve şu rukyelerin sihir karışanından sakınınız
demiştir. Tâvus'tan: "Mecnûnların rukyesi"nden şirke daha yakın bir
şey yoktur, demiştir. Mücahid ve İkrime de demiştir ki iplik düğümlerinde
rukyelerdir. İkrime demiştir ki iplik düğümlerinde ahzdir (yani bağlama denilen
tutukluktur ki Arapça'da ahze denilir). İbnü Zeyd'den ukdelerde büyücü
kadınlardır. Fakat bu rivayetlerde "iplik ukdesi" ile tahsisi ancak
Mücahid ve İkrime'den vârid olmuştur. Bu açıklamanın ifadesi, sihir karışmayan,
yani şer ve şeytanlık için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya âfete
Allah'tan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûs-i kalp ve salih niyet
ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olan nefeslerin caiz olduğuna
işarettir. Çünkü bunda kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah'tan
başkasına sığınma ve iltica mânâsı yoktur. Bu sûrelerde "sığınırım
de!" emirleri de her şeyden Allah'a sığınmak gereğini anlatır.
Resulullah'ın kendisine ve diğerlerine bu şekilde okuyup üflediği ve böyle
hayır için rukye (üfleme)ye müsaade ettiği sabit ve bu sebeple gerek ruhanî ve
gerek cismanî nice hastaların şifa bulduğu da vâki olmuş ve görülmüştür. Ancak
okuyuculukla sihirbazlık edenlerin de şerrinden korunmak için bu âyetin hükmü
ile sihir karışan rukyelerden (okuyup üflemelerden) sakınılmasının gereği
hatırlatılmış, ukdeleri iplik düğümleri diye tahsis edenler de böyle düğümlere
üflemenin büyü kabilinden olduğunu anlatmak istemişlerdir. Bununla beraber
mutlaka okuyup üfleme ile koruma ve yardım isteme, yani okumakla tedavi caiz
olup olmayacağı hakkında da ihtilaf edilmiştir: Şüphe yok ki bu sûrelerde ve
diğer âyetlerde emrolunduğu üzere herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve
diğerleri için duâ etmesi, okuması, sadece meşrû değil, dince emredilmiştir.
Lâkin bunun tedâvi için kendine okutmak denilen mânâ ile rukye denilen tarzda
yapılmasında, Razî'nin beyan ettiği üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi,
yani okuma ile tedâviyi yasaklamışlardır. Bunlar, şu hadis ile istidlâl
etmişlerdir. "Allah'ın birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy (yarayı
dağlama), ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar, yani dağlanmazlar ve
başkalarının nefesiyle tedavi istemezler ve ancak Rab'lerine tevekkül
ederler." Bir hadiste de "Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve
okunmak isteyen." buyurulmuştur. Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş
olarak Müslim'in Husayn b. Abdurrahman'dan senetleriyle rivayet ettikleri şu
hadistedir: Demiştir ki: Saîd b. Cübeyr'in yanında idim. Dün gece düşen yıldızı
hanginiz gördü? dedi. Ben, dedim. Sonra da, amma, ben bir namazda değildim,
böcek sokmuştu, dedim. Ne yaptın? dedi, "Rukye ettirdim, okuttum."
dedim. "Seni ona ne sevketti?" dedi. "Şâbî'nin bize haber
verdiği bir hadis." dedim. Şâbî size ne haber verdi? dedi. Büreyde b.
Husayb Eslemî'den "Gözden veya sokmadan başkasında rukye (okuyup üfleme)
yoktur." dediğini bize haber verdi, dedim. Bunun üzerine dedi ki:
İşittiğini tutan iyi yapmıştır. Fakat İbnü Abbas bize Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den şöyle haber verdi: "Peygamber buyurdu ki: 'Bana ümmetler
gösterildi, peygamber gördüm yanında bir toplumcuk, peygamber gördüm yanında
bir iki adam, peygamber gördüm yanında kimse yok. Derken bana bir büyük
kalabalık gösterildi, zannettim ki benim ümmetim, derken bana denildi ki: Bu
Musa ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine bir büyük kalabalık, derken
bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktım ki bir büyük kalabalık. İşte denildi
bu senin ümmetin, beraberlerinde hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin
vardı. Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu hesapsız ve
azapsız cennete girecekler kimler olduğu hakkında konuşmaya daldılar. Bazıları:
"Bunlar Resulullah'la sohbet edenler olsa gerek." dediler. Bazıları
da: "Bunlar İslâm'da doğup da Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa
gerek" dediler, daha birtakım şeyler söylediler. Derken Resulullah
(s.a.v.) çıktı: "Neden bahsediyorsunuz?" dedi, durumu haber verdiler,
buyurdu ki: "Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler,
tetayyûr yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine tevekkül ederler."
Fakat Buhârî'de, Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve hadis şöyledir:
"Onlar, o kimselerdir ki, uğursuzluk
saymazlar, okunmak istemezler, dağlanmazlar ve ancak Rab'larına tevekkül
ederler." Bu, daha sahihtir. Bu hadis İhlâs Sûresi'nde "Samed"in
mânâsını izahta geçtiği üzere sebeplere gönül vermeyen, elemler ve musîbetler
karşısında sarsılmayarak tevekkül makamının en yüksek mertebesinde bulunan
"nefs-i râdıye" sahibi Allah ehli olanların büyükleri hakkında olduğu
açıktır. Onun için bunlardan uğursuz sayma ve okunmayı istemenin
terkedilmesinin daha iyi olacağına istidlâl olunabilirse de herkes için mutlaka
men edilmesi ve yasaklanmasına istidlâl etmek uygun olmaz. Yine Buhârî, Müslim
ve diğer sahih hadis kitaplarında okunup üflemeye müsaade eden hadisler de
çoktur. Bu cümleden olarak Câbir b. Abdullah hadislerinde demiştir ki: Benim
bir dayım vardı, akrep sokmasına okuyup üflerdi. Resulullah (s.a.v.) okuyup
üflemeden (rukyeden) yasakladı. Onun üzerine, vardı ey Allah'ın Resulü! Sen
okuyup üflemeyi yasakladın, ben ise akrep sokmasına rukye ederim (okuyup
üflerim) dedi. Reslullah da: Sizden her kimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü
yeterse yapsın, buyurdu. Avf b. Mâlik Eşceî hadisinde de demiştir ki: Biz
câhiliye zamanında okuyup üflerdik. Dedik ki ey Allah'ın Resulü onun hakkında
ne buyurursun? "Rukyelerinizi bana arzediniz, rukyelerde bir sakınca
yoktur, onda şirk olmadıkça." buyurdu. Ebu Saîd Hudrî hadisinde
Resulullah'ın ashabından birtakım kimseler seferde idiler. Arap obalarından
birine uğradılar. Onlara misafir olmak istediler, misafir etmediler.
"İçinizde bir rukye eden (okuyucu) var mı? Zira obanın efendisi ledig
(yani yılan veya akrep sokmuş)dir" dediler. Ashab içinden bir adam -ki Ebu
Saîd kendisidir evet, dedi. Vardı onu Fatiha Sûresi'yle okudu üfledi, bunun
üzerine adam iyi oldu. Ona bir bölük koyun verildi, o, onu kabul etmek
istemedi, "Peygamber (s.a.v.)'e arzetmeden almam." dedi ve
Peygamber'e vardı anlattı, "Ey Allah'ın Resulü, vallâhi yalnız Fatiha
Sûresi ile okudum", dedi. Resulullah tebessüm etti de: "Sen onun
rukye olduğunu ne bildin?" dedi. Sonra da: "Onu onlardan alın, bana
da sizinle beraber bir hisse ayırın, buyurdu." Daha bunlar gibi hadisler
delâlet ediyor ki, yasaklanmış olan rukyeler hakikatleri bilinmeyen, sihir
ihtimâli ve şirk mânâsı bulunan rukyelerdir.
Bazıları da üflemeyi yasaklamışlardır. İkrime
demiştir ki: Rukye eden (okuyan) üflememeli ve sıvazlamamalı ve düğüm
yapmamalıdır. İbrahim Nahaî'den de selef; okunmalarda üflemeyi mekruh
görürlerdi, diye nakledilmiştir. Bazısı da demiştir ki: Dahhâk'ın yanına gittim
ağrısı vardı, sana tâvîz okuyayım mı ey Ebu Muhammed! dedim. "Peki velâkin
üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i okudum."
Halîmî demiştir ki: "Rukye edenin
üflememesi ve sıvazlamaması ve düğüm yapmaması gerekir." diye İkrime'den
rivayet olunan söz, sanki bu husustadır. O, şuna kâni olmuştur: Allah Teâlâ
düğüme üflemeyi sığınılacak şeylerden kılmıştır. Şu halde yasaklanmış olması
vacip olur. Fakat bu istidlâl zayıftır. Çünkü ancak ruhlara ve bedenlere zarar
veren büyü olduğu zaman kötülenmiş olur. Ama bu üfleme, ruhları ve bedenleri
ıslah için olursa haram olmaması vacip olur. Bununla beraber Nesaî'de Ebu
Hüreyre'den şu hadis de rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Her kim bir düğüm bağlar da sonra ona üflerse sihir yapmıştır, (yani sihir
işlerinden bir iş yapmıştır), sihir yapan da şirk etmiştir. Her kim bir şeye
takılırsa (bir menfaati olur veya zararı defeder diye gönül takar, inanırsa
veya o itikad ile muska ve nazarlık gibi bir şey takınırsa) ona havale
edilir." Yani yalnız Allah'a sığınmayıp da o şeye bağlandığı, ondan
umduğu, halbuki Allah'ın izni olmayınca hiçbir şeyin ne faydası, ne zararı
olmayacağı için o takıldığı şeyden hiçbir fayda görmez, Allah'ın yardım ve
lütfundan mahrum olur.
Âyetin tefsiriyle bu hadisin ilgisi de açıktır.
Bu da mutlaka üflemeyi yasaklamamış sihirbazlık tarzında düğümler düğerek şunu
bunu bağlamak için okuyup üflemeleri yasaklamış ve son fıkrasıyla da nefsî
telkinlerin mutlaka bir hükmü olduğu ve bu şekilde mevhûm (kuruntuya dayanan)
şeylere inanmanın ve Allah'dan başkasına sığınmanın zararlarını anlatmış
demektir. Bunun sonucu da açıklandığı üzere sihir mânâsı karışan düğümlü, ne
olduğu belirsiz, meçhûl ve anlaşılmaz, şüpheli, inanç veya beden üzerinde
zararlı olması akla gelen şeytanî üfürükçülükten ve vehimlere kapılmaktan
sakındırmaktır. Onun için tefsircilerin çoğu mânâyı hep sihir (büyü) üzerinde
dolaştırmışlar ve mutlaka değil, fakat büyü karışan rukye (okunma)lerden
sakınmayı söylemişler, iplik düğümleyerek okumayı da sihir tarzında saymışlar, İkrime
gibi bazıları da üflemeyi ve el sürmeyi bile şüpheli telâkki etmişlerdir ki,
maksatları tükürüklü üfürükler ve sinirleri bozacak sıvamalar olması gerekir.
Yoksa şeytanî çirkin üflemelere karşılık kudsî, rahmânî üflemeler ve nefesler
dahi bulunduğu ve mâneviyyâtın maddiyyata, maddiyyâtın mâneviyyâta geçmesi
için, isterse çok az olsun, bir âdi sebebe teşebbüs dahi lâzım olduğu inkâr
olunmuş değildir. "Her şeyin bir devası (ilâcı) vardır." hadisi
gereğince rûhî hastalıklara rûhânî, cismanî hastalıklara cismanî sebeplerle
tedavi meşrû olduğu gibi, karışık olanlara da karışık tedâvi elbette meşrû
olur. Şu şart ile ki, tesir, sebeplerden değil, Allah'tan bilinmeli ve hepsinde
de entrikadan, sihirbazlıktan, şarlatanlıktan, aldatma ve zarar vermeden
sakınılmalıdır. Bu cihetle bedenî hastalıkların tedâvisinde bile gerek doktorun
ve gerek hastanın ahlâk ve inanç itibarıyla ruh hallerinin dahi özel önemi
bulunduğundan, ruhanî kıymet, iyi niyet ve itikat selameti hepsinin başında
gelir. Yoksa tıp ilmi adına yapılan zararlar, afsunculuk, üfürükçülük adıyla
yapılan zararlardan az değildir. Özellikle bunları Allah için insanlara hizmet
ve menfaatten çok, sırf mal kazancı için vasıta yapan ve çok fazla ücretler
almak üzere alış veriş akidleri yapmadan bir nefes sarfetmek bile istemeyen
doktor taslaklarının, şarlatanların zararları, hiçbir zaman cinciliği,
üfürükçülüğü sanat edinenlerden aşağı kalmamıştır. Böylelerinin de de dahil
afsunculardan sayılması gerekir. Hatta yalnız tıp ilminde deği, yukarda ukdenin
açıklanan mânâlarına göre her meslek ve sanatta hak ve hayır fikrinden
ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak için nefes sarfedenlerin hepsi de bu
mânâda dahil olan, şerlerinden sığınılması gereken üfürükçülerin nefeslerinden
olduğunun da unutulmaması gerekir. Bunların böyle olması ise karşılığında sırf
hak ve hayır için ciddiyet ve doğrulukla Allah yolunda nefes sarfedenlerin
varlıklarını ve kıymetlerini inkâra sebep teşkil etmez. Bundan dolayı, halis
niyet ve temiz nefeslerle Allah'a sığınarak, Allah'tan şifa niyaz ederek okuyup
üflemeyi de mutlaka sihirbazlık gibi kabul etmek doğru olmaz. Onun için rukye
(okunma)yi caiz görenler Sıhah'ta rivayet edilen bir hayli hadis ile istidlâl
etmişlerdir ki, Razî bunlardan şunları kaydetmiştir:
1- Resulullah (s.a.v.) biraz rahatsız olmuştu.
Cibril Aleyhisselâm ona okuyup üfledi de "Bismillâh okur, rukye ederim
sana seni inciten her şeyden, Allah da sana şifa verir." dedi, diye
rivayet edilmiştir.
2- İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.)
bize bütün ağrılardan ve hummadan korunmak için şu duayı öğretirdi: "Kerim
olan Allah'ın adıyla, ben her kanı akan damarın şerrinden ve cehennem ateşinin
şerrinden ulu Allah'a sığınırım."
3- Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Bir
kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer de yedi defa "Niyaz ederim
o ulu Allah'a, O yüce Arş'ın Rabb'ine ki sana şifa versin." derse şifa
bulur.
4- Resulullah (s.a.v.) bir hastanın yanına
girdiğinde şöyle derdi: "Gider o sıkıntıyı, insanların Rabb'i, ona şifa
ver, sensin şifa veren, senin şifandan başka şifa yok, bir şifa ki dert
bırakmaz."
5- Resulullah (s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz.
Hüseyn'i şöyle sığındırırdı: "İkinizi de Allah'ın tam kelimelerine
sığındırırım, her şeytandan, kötü kazadan ve kötü gözden." derdi ve
buyururdu ki: "Babam İbrâhim de oğulları İsmail ve İshak'ı böyle
sığındırırdı."
6- Osman b. Ebi'l-Âs Sakafî'den, demişir ki:
Resulullah'a vardım ve bende ağrı vardı, beni az daha öldürecekti. Resulullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini onun (ağrıyan yerin) üzerine koy ve yedi
kere şöyle de: "Allah'ın adıyla, ben bulduğum şeyin şerrinden Allah'ın
izzet ve kudretine sığınırım." ben de yaptım, Allah bana şifa verdi."
Bu dikkate şâyandır ki Resulullah ona okumamış, onun kendisine okutmuştur.
7- Peygamber (s.a.v.) sefere çıkıp da bir yere
konduğu zaman şöyle derdi: "Ey yer! Benim Rabbim, senin de Rabbin
Allah'tır, Allah'a sığınırım senin şerrinden ve sendekinin şerrinden ve senden
çıkanın şerrinden ve senin üzerinde debelenenin şerrinden, Allah'a sığınırım
arslandan, kara yılandan, zehirli yılandan, akrepten, beldenin sâkinlerinin,
doğuranın ve doğurduğunun şerrinden."
Bunlarda üflemeye dair bir işâret yoktur ve
bunların meşrû sayılmaları için başka delile ihtiyaç olmaksızın Ku'rân'daki duâ
ve sığınma emirleri ve bu sûreler yeterlidir.Bununla beraber Resulullah'ın
üflediği ve sıvazladığı da sâbittir.
8- Sûrenin ta başında geçtiği vechile
Resulullah (s.a.v.) her gece muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri) okur
ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna meshederdi. Bundan başka yine Hz. Âişe'den
Sıhah'ta rivayet edilmiştir ki: "Resulullah (s.a.v.) ailesinden birisi
hastalandığı zaman ona Muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs Sûreleri) üflerdi. Vefat
ettiği hastalığında da ben okuyup üflüyor ve kendi eliyle kendisini
sıvazlıyordum. Çünkü onun mübarek elinin bereketi benim elimden çok büyük
idi." Bununla beraber Resulullah'ın kendisine başkalarının okumasını
istemediğini anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine Sahîh-i Müslim'de: Hz.
Âişe demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bizden bir insan rahatsız olduğu zaman
onu sağ eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle derdi: "İnsanların Rabbi
olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa vericisin, senin şifandan
başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz." Ne zaman ki Resulullah
(s.a.v.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak
istedim, elini elimden çekti, sonra "Allah'ım, beni affet, beni Refîk-ı
alâ ile beraber kıl." dedi, ben baka kaldım, ne göreyim iş tamam olmuştu
(yani vefat etmişti).
Bunlardan başka Resulullah'ın harpte ve diğer
zamanlarda yaralananlara okuyup dokunmasıyla derhal şifa hasıl olanlar da
çoktur. Fakat onlar onun peygamberlik özelliğinden olan mûcizeler kabilinden
olduğu için diğerleri hakkında delil olmaz. Bununla beraber yine Hz. Aişe
"Resulullah (s.a.v.), Ensar'dan bir ehl-i beyte humeden, yani akrep gibi
zehirli hayvan sokmasından okuyup üflemeye ruhsat verdi." demiştir ki, bu
da Câbir hadislerini teyid etmektedir. Bunda emmek tıbben de faydalı olduğuna
göre, tükürmenin de bir yönü düşünülebilir. Bundan başka bir de gözden okuyup
üfleme (rukye)ye izin verilmiş olduğu ve bu sebeple "Göz değmesi ve
sokmadan başkasına rukye (okuyup üfleme) yoktur." denildiği de
zikredilmiştir. Göz değme olayı bir nefsânî durum olması hasebiyle bunda da
ruhanî bir nefes ve telkinin faydası açıktır demektir.
Şimdi bütün bunlardan hasıl olan sonuç da
şudur ki: Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli
dualarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini
başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah'a sığınmak ve dua etmek
için başkasının aracılığını dilemek mânâsını içine almış olması itibarıyla
dinen hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan hadisler gereğince Allah'ın
hesapsız ve azapsız cennete girecek has kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı
Hanefî fıkhında bu mesele şu şekilde yazılmıştır: Şifa veren ancak Allah Teâlâ
olduğuna ve şifaya onu sebep kıldığına itikat ettiği takdirde tedavi ile meşgul
olmakta bir sakınca yoktur. Amma şifa veren ilaçtır diye inanırsa değil.
(es-Sirâciyye'de böyledir). Şunu bilmelidir ki, zararı yok eden sebepler üç
kısma ayrılır: Birincisi maktuunbih (kesinleşmiş, yüzde yüz)tir: Susuzluk
zararını gideren su ve açlık zararını gideren ekmek gibi. İkincisi maznun (zan
altında bulunan, şüphe edilen yüzde elliden yukarı)dur. Hacamat etmek, kan
almak, ishâl ilacı içmek ve diğerleri gibi tıp konularına ait tedaviler yapmak
gibi. Üçüncüsü de mevhûm (kuruntu yüzde elliden aşağı)dur, okuyup üfleme gibi.
Şimdi maktuunbih (kesinleşmiş) olanın terkedilmesi tevekkülden değildir. Hatta ölüm
korkusu olduğu takdirde terk edilmesi haramdır. Fakat mevhum (kuruntu) olana
gelince tevekkülün şartı onu terketmektir. Zira Resulullah (s.a.v.) tevekkül
edenleri onlarla vasfeylemiştir: "Okunup üflenmek istemezler..."
İkisi arasında orta derecede olan maznuna gelince ki, doktorlar katındaki açık
sebeplerle tedavi olmak böyledir. Bunu yapmak tevekküle aykırı değildir,
mevhûmun zıddınadır, terki de haram değildir, maktuunbihin (kesinleşmişin)
hilâfınadır. Hatta bazı haller ve bazı şahıslar hakkında terkedilmesi
yapılmasından daha faziletli olur. Bu, iki derece arasında bir derecedir. nin
otuz dördüncü faslında böyledir. Hastaya ve yılan sokmuşa karşı okumak veya bir
kağıt parçasına yazıp üzerine asmak, yahut bir tasa yazıp yıkayıp içirmek gibi
Kur'ân ile afsun yapmasını istemek hakkında ihtilâf edilmiştir. Atâ, Mücahid,
ve Ebu Kılâbe mübah olduğuna; Nehaî ve Basrî mekruh olduğuna kani olmuşlardır.
Hizânetü'l-Fetâvâ'da böyledir. Fakat Meşâhir'de inkâr edilmeyerek sabit de
olmuştur. Hizânetü'l-Müftîn tâviz, yani muska takınmakta bir sakınca yoktur
fakat helâda ve cinsî münasebet esnasında çıkarır (Garâib); bir kadın kocası
sevmediği için sevsin diye muska yaptırmak isterse Câmiu's-Sağîr'de der ki:
"Bu haramdır, helâl olmaz." (Fetâvây-ı Hindiyye, Cilt 5, Kitâbü'l-Kerâhiyye,
18. bab, tedâvî ve muâlecât). Görülüyor ki burada okuyup üfleme ile tedavi
terkedilmesi daha iyi olan mevhûm kısmından sayılmıştır. Mevhûm denilmekten
maksad da, hiç aslı yok, yalan demek değil, maktûun (kesinleşmiş olan) ve ğalib
zan demek olan maznûnun karşıtı yani zannın tercih edilmemiş, zayıf tarafı
yüzde elliden aşağı düşen kısmı demektir ki, tıbbî tedavilerin de bir çoğu
böyledir. İsabeti yüzde yüz olan maktû, yüzde elliden yukarı olan maznûn, yüzde
elliden aşağı olan da mevhûm kısmındandır. Zamanımızda tıp ilimlerinin
ilerlemiş olmasına rağmen hayatın hastalıkların tam bir sınırı çizilmiş
olmadığı gibi, fennî tedavi de ampirik (deneysel) olmaktan çıkarılmış değildir.
Hayat yine mechuller ve esrar ile doludur. Onun için anılan üç kısım hakkındaki
hüküm artık değişmiştir veya değişir gibi zannetmemelidir. Bu ayırım her zaman
için düstur olacak ilmî bir takvimdir. Bugün de tıpta fennî tedavinin yüzde yüz
isabet iddia ettiği bir ilâç tesbit edilmiştir denemiyor. Kinin gibi en sağlam
sayılan ilâçların bile yüzde seksen doksan ihtimâl içinde kabul edildiği
bilinmektedir. Allah'ın izniyle yüzde yüz sayılabilecek bir hayli ilâçların
bulunduğu farz olunsa bile, bunlar maktû (kesin) kısmında dahil demek
olduğundan dolayı zikrolunan ayırım değişecek değildir. Birçok masraflara,
fedakârlıklara katlanılarak takip edilen tedavilerin birçoğu da nice ukdelerle
dolu esrar perdeleri içinde zayıf bir ihtimalin verdiği en küçük bir ümit ile
tatbik edilmesi itibarıyla okuyup üflemeden farklı değildir. Aynı zamanda tıp
tedavilerinin faydalı olmadığı bazı hastalıklar ve ârızaların bir rukye (okuyup
üfleme) ile ortadan kalktığı da öteden beri görülegelmiş olaylardandır.
Karşılığında bir şer ve zarar düşünülmedikçe
mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden dahi insanları yasaklamak doğru
olmaz. Yüzde yüz değil, binde bir, milyonda bir misâle dayanan bir ihtimâl dahi
olsa karşılığında bir zarar ihtimali bulunamayan bir fayda mülâhazası yalnız
kuruntu değil, az çok delilden doğan bir şüphe demek olduğundan, ihtiyaç
halinde daha kuvvetlisi bulunamayınca onunla amel caiz görülür ve öyle bir
tesellinin mutlak şekilde yasaklanması da makûl olmaz. Fakat insanların
sihirbazlara, şeytanlara kapılması da en çok bu gibi şüpheli durumlar içinde
meydana gelir ve onun için zarar ihtimâllerinin de iyi düşünülmesi gerekir.
Usûl ilmi (Usûl-i Fıkıh) kâidelerine göre ise kesin delil ile itikad ve amel
vaciptir. Tersine kuvvetli delil bulunmayan zanna dayanan delil ile itikad
vacip olmasa da, ihtiyaç halinde amel vacip olur, vehim ve şüpheye itibar
yoktur. Ancak ihtiyat mevkiinde vehim ve şüpheyi kesmek için faydalı olduğu
zaman nazar-ı itibara alınabilir. Bu esas üzere Fıkıh'ta da, şifa, Allah'tan
bilinmek şartıyla tedavinin kesin olanıyla amel vacip, korku zamanında terk
edilmesi haram; maznun (galip zan) olanıyla amel câiz, durumlara ve şahıslara
göre bazan yapılması, bazan da terkedilmesi daha uygun; mevhûm (kuruntu)
olanıyla da amel etmek yasaklanmış değilse de, terk edilmesi daha uygun
denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de mevhûm (kuruntu) kısmından sayılmıştır.
Kuruntu olmasının sebebi de dua olması itibarıyla değil, okuyanın nefesinde
sebeplik düşüncesi itibarıyladır.
Şu halde bu açıklamadan anlaşılır ki okuyup
üfleme ile tedavi halkın pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın gereği ve
dinin emrettiği bir şey değil, nihayet bir izindir. Asıl dindarlığın gereği onu
terketmek sûretiyle Allah'a dayanmak ve ancak Allah'a sığınıp O'na kendisi doğrudan
doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının aracılığını istememektir. Müminin
mümine gerek huzurunda ve gerek arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta
dinî görevi bulunduğunda ve "Duâ ibâdetin iliğidir." hadis-i şerifi
gereğince duâ ibadetin, dindarlığın iliği olduğunda şüphe yok ise de, duâ etmek
başka, okuyup üflemek, başkasının nefesinden medet beklemek yine başkadır.
Allah Teâlâ duâyı emretmiş "Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim."
(Mümin, 40/60) buyurmuş; "Ben (o kullara) yakınım. Bana duâ edince duâ
edenin duâsına karşılık veririm." (Bakara, 2/186) buyurmuş, "De ki:
Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?" (Furkan, 25/77) Fakat
şirkten kendinden başkasına duâ etmekten yasaklamış, "Ben ancak Rabbime
yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam, de." (Cin, 72/20)
buyurmuştur. Aynı şekilde Kur'ân'da ve Resulü'nün diliyle en güzel duaları
öğretmiş ve nihayet bu sûrelerde de bütün şerlerden doğrudan doğruya kendisine
sığınılmasını emretmiştir. Okuyup üfleyecek olan bunları bellesin, her zaman kendine
cankurtaran edinsin. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edildiği üzere her gece ve
her ihtiyacında temiz kalp ve itikat ile okusun, kendine üflesin, mümin
kardeşlerine de hem dua, hem tavsiye etsin, temiz nefesle dua edenlerin
dualarının bereketlerini de inkâr etmesin. Buna söz yok, fakat Allah Teâlâ
böyle dua ve icabet (kabul etme) kapısını herkese açtığı, ona genellikle
herkesi çağırdığı, herkesin doğrudan doğruya sığınmasını istediği ve şirk
ayıbını kabul buyurmadığı halde; ona doğrudan doğruya dua ve ibadet ile sığınma
ve ilticayı bırakıp da, "Ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de
bilemem." diye dua tellalı aramaya ve onun nefesinden meded ummaya
kalkışmak dindarlığın gereği değil, câhiliyye adetidir. İnsanlar bundan gafil
olup kendisine okutup üfletmeyi dindarlık gereği sandığı için burada bu genişçe
anlatım ile sözü uzatmaya lüzum görüldü. "Muvaffak edici Allah'tır."
2-Bir de "düğümlere üfleyen
kadınlar", yani hilebaz kadınlar, yahut erkekleri fitneye düşüren, onlara
güzelliklerini arz ederek taarruz edip meftûn eyleyen fitneci kadınların
şerrinden, diye tefsir edilmiştir. Razî'nin beyanına göre Ebu Müslim bu
sonuncuyu tercih etmiştir ki, erkeklerin azim ve iradelerinde fikir ve
bakışlarında tesir etmek suretiyle tasarruf eden kadınlar, demek olur. Bu
şekilde ukde azîmet, yani kalbin bağlanması ve görüş mânâsına, yahut ip
düğümünden istiâre edilmiş, nefs de ipin düğümünü yumuşatmak için tükürmekten
istiâre edilmiş olup mânâ şu olmuş olur: Kadınlar, erkeklerin gönüllerine üfler
gibi verdikleri heyecanlar ve yumuşatıcı tesirlerle onları görüşten görüşe,
azîmetten azîmete çevirir, türlü fitneye düşürürler. Onun için Allah onların
şerrinden sığınmayı emretmiştir. Bu mânâ "Muhakkak eşlerinizden ve
çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, onlardan sakının." (Teğâbün,
64/14) âyetinin mânâsı ile "Muhakkak sizin tuzağınız büyüktür."
(Yusuf, 12/28) âyetinin mânâsına uygundur. Râzî der ki: "Bu görüş
güzeldir, fakat tefsircilerin çoğunun görüşü hilâfına olmasa..."
Fakat yukarıda geçtiği üzere sihirbaz (büyücü)
düğümünün aslı azîmette olduğu ve onun da mutlaka iplik düğümü mânâsına tahsisi
şart olmayıp maksat örfî ve lügavî daha genel mânâsıyla mutlaka büyücü erkekler
ve büyücü kadınlar demek olacağına göre, bu görüş de ondan hariç değil, onun
bir şıkkı demek olur.
3- İbnü Sina'nın ve bazı âriflerin tercih
ettiği görüştür ki, düğümlere üfleyen nefisler, yahut güçler demek olarak aslî
cisimlerin içinde uzvî veya âlî (yüksek) denilen gerek hayvanlar ve gerek
bitkiler, bütün canlı cisimlerin gelişmesi, başlangıcı olup, bitkisel nefis ve
gelişme gücü ve gaz gücü denilen uzva ait güçlere işaret olmasıdır ki, bütün
uzviyyette olduğu gibi, insan bedeninde de gıdalanma ve tenasül görevlerinin
meyli demek olan şehvet heyecanının ilk başlangıcı ve şartı bu güç, bu nefis;
diğer hayvânî ve hissî güçler de bunun tamamlayıcısı ve olgunlaştırıcısı
olduğuna göre bu mânâ önceki mânâların illeti yerinde olan şehvet gücüne de
işâret olarak hepsinden daha genel demek olur. Hatta bu itibarla "şehvânî
kuvvet" demek daha açık olur. İbnü Sina ğâsıkı, hayvanî kuvvete yorarak
demiştir ki, "hayvânî güç sığınıcı olan insan ruhunun tersine olarak
kudretli bir zulmet-i ğâsika, yani bulanık bir kara kuvvettir. Çünkü insan ruhu
cevherinde temiz, sâf ve madde bulanıklığından uzak, bütün suret ve hakikatleri
kabul edici bir fıtratta yaratılmıştır. O, ancak hayvanlıktan kirlenir,
pislenir, de hayvanlık kuvvetinin şartı olan bitkisel kuvvetlere işarettir.
Çünkü o, en, boy, yükseklik, bütün yönlerden hacim ve mikdarı artırması yönüyle
üç düğüme üflüyor gibidir. (Hatta nefes alıp verme, bitkisel hayat gereğinden
olduğuna göre nefsetmek, üflemek bunda mecâz değil, hakikattir. Bitkilerin
boğum yerlerinde de ukde (düğüm) hakikattir, denilebilir.) İnsanî nefis ile
bitkisel kuvvetler arasında ilgi, hayvanlık vasıtasıyla olduğu için şüphesiz
hayvanî kuvvetin zikri bitkisel kuvvetlerden öne alınmıştır. Bu iki güçten
nefsin cevherine lazım gelen şer ise onda beden ilişkilerini güçlendirmek ve
ona uygun, cevherine layık gıda ile beslenmesine engel olmaktır. Ona layık gıda
da göklerin ve yerin melekûtunu saran ebedî nakışlarla süslenmedir."
Bazılarının dediği gibi ğâsık, katı cisme, madene işaret olduğuna göre de ve
bizim dediğimiz gibi hayvan, bitki ve madene ve insan bedenini içine alan asıl
cisme işaret olduğu takdirde de bu mânâ cereyan eder. Önceki mânâlar da bunun
dallarıdır.
Bütün bunlardan sonra burada (el-Ukad) yukarda
Nihâye'den naklen zikrolunan Hz. Ömer ve Übey hadislerindeki "Düğümlere
üfleyen helâk oldu." ve "Düğüme üfleyen helâk oldu." gibi
"velâyet" ve "bîat akdi", diğer deyimle "Ukde-i
mülk" mânâsına olması ve hatta o hadislerin bu âyetin bir mefhumu olması
da çok muhtemeldir. Bu düğümlere üfleyenlerin üflemeleri ve şerleri ise bir
taraftan kulların haklarını üzerlerine alan idarecilerin kötü idareleri, mevki
hırsları, tahakküm ve düşmanlık duygularıyla o düğümleri sıkıştırmak yolundaki
zulüm ve zorbalık hareketleri, bir taraftan da Allah'tan korkmaz azgın âsilerin
halkı azdırma ve ifsat ile Hakk'a olan bağları, çözmek, fitne ve ihtilâl
çıkarmak için sarfettikleri nefeslerle yaptıkları tahrikler, çevirdikleri
entrikalar demek olup iki yönü içerir ki, bunların ikisi de Allah'a sığınılması
lazım gelen en büyük şerlerdendir. Bununla birlikte bunlar da sihrin
"Birşeyi kendi yönünden çevirmek" demek olan genel mânâsında dahil
olacağına göre birinci mânâda dahil demektir.
Şu halde özet: "Ukad" (düğümler),
hissî, manevî, hakikat, mecâz birçok mânâlara ihtimali olmakla beraber, esas
mânâsı "düğüm" demek olduğu için ip düğümünde zâhirdir. Fakat
maksadın normal bir ip veya iplik düğümünü bağlamak veya çözmek için üflemek
veya tükürmekten ibaret olmadığı da açıktır. Çünkü her iplik düğümünde şer
mülâhaza edilemeyeceği de âşikârdır. Bundan dolayı maksad, tabirin hakikati
üzere düğüme üflemekten ibaret değil, sihir (büyü)den kinâyedir. Bu şekilde
sihirbaz (büyücü) kimseler mânâsına örf olmuş bulunduğundan mânâ genelde büyücü
erkek ve kadınların şerrinden sığınmadır. Sihir fiili de iplik düğümüne
hasredilmiş değildir. Onun için bunu sihrin herhangi bir şeyi, yönünden
döndürme ve değiştirme mânâsıyla anlamak uygun olur ki, bu da zikredilen
mânâların hepsini içine alır.
5. Ve herhangi bir hasedçinin, başkasında
gördüğü bir nimeti çekemeyip de ona göz diken, onun mutlaka son bulmasını
temenni eden hasedçinin hased ettiği zaman şerrinden.
Yani nefsindeki hasedinin gereğini fiile
çıkarmaya kalkıştığı, hased ettiği kişiye karşı sözlü ve fiilî zarar verme
başlangıçlarını, şer girişlerini tertip ve icraya başladığı zaman şerrinden.
Çünkü hased düşüncede kaldıkça hased edenin kendinden başkasına zararı yok
demektir. Diğer bir ifade ile de denilmiştir ki: Hased galeyan edip de
hasedlendiğine karşı kin ve öfke, düşmanlık kaydıyle kötü nefsini yönlendirdiği
zaman ki, "göz değme" denilen durum ve âfet de çoğunlukla o anda
olur. Onun için hased ile gözdeğmek birbirinden ayrılmaz gibi düşünülür. O
sırada hased edenin nefsi öyle bir çirkin durum alır ki o his ile fırlattığı
kötü bakışların kıvılcımları, hased edileni zayıf buluverdiği takdirde bazan
onu yıldırım gibi çarpar. Nice hased edenler ve kötü gözlüler vardır ki, hased
gözüyle baktıkları zaman bazı yılanların gözleriyle bakışlarındaki ezâ gibi
ezâlandırır. Bu his ile harekete geçen kötü nefisler ise her hileye başvurur,
ellerinden gelen her fenalığı göze alırlar. Onlar için hased edilenin
helâkinden başka bir şekilde teselli kabil olmadığından dolayı o yolda içlerini
yiye yiye kendilerini de yakar, helâk ederler. Ancak hasedin gereğini icraya
kalkışmayıp da kendi nefsinde sakladığı ve bu yolda nefsi ile mücadele
edebildiği takdirde hased edilene bir şerri dokunmaz ve nefsiyle mücahedesinden
dolayı sevap bile alırsa da gönlünde o hased hissi devam ettikçe kendi kendini
yer, zararı sırf kendine olur. "Haset ettiği zaman" diye kayıtlanması
bu farka işaret için olduğunu söylemişlerdir. Bundan başka hasedçinin şerrinden
maksad, onun günahı ve hasedi zamanında ve eserini açıklama vaktindeki halinin
kötülüğü, çirkinliği olmak da câizdir. İşte bütün bu zikrolunanların şerrinden
o felâkın Rabbine sığınırım de. Bu vechile o Samed olan Allah'a sığın, çünkü
hepsinin yaratanı ve hepsinin şerrinden koruyacak olan O'dur ve O'na öyle ihlâs
ile sığınanlara O'nun koruyuculuğu ve himayesi vaad edilmiştir; "En iyi
koruyucu Allah'tır ve O, merhametlilerin merhametlisidir." (Yusuf, 12/64).
Haset nedir? Ragıb'ın beyânına göre Haset, bir
nimetin hak sahibinden yok olmasını temennidir. Çoğunlukla o nimetin
kaybolmasına çalışmakla da beraber olur. Rivayet olunmuştur ki mümin gıbta
eder, münâfık haset eder. Kamus'un ve diğerlerinin beyanına göre de, o nimetin
kendisine dönmesini isteyip istememekten daha geneldir. Yani hasedde aslolan
mânâ bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu
etmek, kendisine geçmesini, gerek istesin ve gerekse istemesin, başkasında
bulunmasını mutlaka çekememektir. Öyle ki, "Onunki onda dursun da sana da
verelim." deseler memnun olmaz, keşke onunki mutlaka gitse de kendisine
hiçbir şey verilmese bile hoşlanır. Özellikle haset olunan nimet, hasedçi
tarafından gasbolunmak mümkün olmayan şahsî faziletler ve kendine özgü
olgunluklar kabilinden olursa, hased eden o zaman bütün bütün fazilet düşmanı
kesilir ve onu kendine döndüremediğinden dolayı hased ettiği kişiyi haksız yere
mutlaka yok etmekle teselli bulmak ister. "Allah korusun."
Özet olarak, hasedçi, kendinin iyiliğini
değil, diğerinin kötülüğünü ister. Eğer başkasından kaybolmasını istememekle
beraber, kendisine de onun gibisini veya daha iyisini isterse, o haset etmek
değil, gıbta etmek, imrenmektir. Bunları Alûsî şöyle anlatmıştır: Bilinmeli ki
hased, başkasının nimetinin yok olmasını temenni etmeye denir. Bir de
başkasında bulunan fakirlik veya diğer herhangi bir noksanın devamını ve nimet
yokluğunun hâli üzere devam etmesini temenniye denilir, (ki birincisine
dilimizde çekememezlik, ikincisine de iyiliğini istememezlik denilir) yaygın
olan öncekidir. Her iki mânâ ile de hased eden Allah katında ve Allah'ın
kulları yanında buğzedilendir. Meşhur olduğu üzere hased, büyük günahlardan
sayılmıştır. Lakin inceleme budur ki fıtrî ve yaratılıştan olan hased, gereği
olan ezâ ile mutlaka amel edilmeyip de ona sahip olan kimse nefsiyle mücadele
ederek kardeşine Allah'ın seveceği vechile muamele ederse onda günah olmaz.
Belki o doğuştan hased sahibi, nefsiyle mücahede edip kardeşine iyi muamele
ettiğinden dolayı büyük sevaba nail olur. Çünkü fıtrî olana, karşı koymakta
büyük zorluk bulunduğu açıktır. Bunlardan başka gıptaya da mecâzen hased
denildiği vardır, hem ilk örfte bu yaygın idi. Gıpta ise kardeşinde bulunan
nimetin kaybolmasını temenni etmeyerek onun gibi senin de olmasını temenni
etmendir ki, bunda sakınca yoktur. Nitekim şu Nebevî hadis bu mânâdandır:
"Şu ikiden başkasında hased yoktur: Bir adam ki Allah ona mal vermiş ve
hak yolda tüketilmesine onu musallat kılmıştır ve bir adam ki Allah ona hikmet
vermiştir, onunla amel eder ve onu insanlara öğretir."
Demek ki şer olan hasedin asıl mânâsı
başkasında bir nimet görmekten rahatsız olup onun kaybolmasını istemektir ki,
bizim "çekememezlik" dediğimizdir. Birtakım kimselerin zannettiği ve
bir hayli yaygın olduğu vechile kıskançlık demek değildir. Kıskançlık, bazan
hased demek dahi olursa da daha çok Arapça'da "gayret" tabir
olunandır. Nitekim Kamus mütercimi Âsım Efendi de şöyle der: "Gayret,
gayr, gar, gıyar: Nâm ve namusa eksiklik verecek halden korumak mânâsınadır ki
kıskanmak denilir." Mesela erkeğin karısını başkasından kıskanması, aynı
şekilde kadının kocasını başkasından kıskanması hased değil, gayret ve
hamiyettir, bu övülmüştür. Fakat birisi diğerinin karısını veya kocasını veya
evladını veya malını veya güzelliğini veya herhangi bir nimet ve meziyetini,
şerefini çekememek, ona göz dikmek, onun ondan yok olmasını arzu etmek
haseddir, kötülenmiştir. Buna kıskanmak denirse de çekememezliği bir gayret ve
hamiyet mânâsında mübalağa sûretiyle kullanmak kabilinden mecaz demektir. Yani
yerinde olmayan bir kıskanmaktır. Her ne olursa olsun kıskanmak mutlaka haset
demek değildir, ondan daha genel olabilir. Şu halde hasedi sadece kıskanmak
diye tercüme etmek doğru değildir. Hased kötülenmişdir, ona bir kıskanmak denirse
elin hakkını sahibinden kıskanmak, diye ifade edilmelidir. Halbuki gayret ve
hamiyet demek olan kıskanmak övülmüş ve makbul bir haslettir. Feyizlenme,
ilerleme, kemâle erme, iffet, hakkın korunması, nimetin muhafazası onunla hasıl
olur. Meğer ki kendi hakkının ilerisine tecavüz etmek sûretiyle ifrat olsun. O
zaman gayret, cahiliye hamiyeti ve hased mânâsında olmuş olur. Ragıb'ın hasedi
tarifinde nimetin hakkı olandan kaybolmasını temenni diye müstahık (hakkı olan)
kaydını koyması da önemlidir. Bundan anlaşılır ki, hasedde zulüm mânâsı da
vardır ve o halde bir nimetin hak sahibinin gayrinden yok olmasını istemek
hased değil, gayret ve adalet demek olur. Şu halde bir gasbedicinin gasbettiği
nimetin, elinden çıkmasını temenni etmek hased demek olmadığı gibi, onun bâtıl
elinin yok edilmesiyle hakkı sahibine teslim etmeye çalışmak da şer değil,
gayret edilmesi lazım gelen bir hayır, bir hamiyet görevi demektir. Fakat bir
hak sahibinin nail olmuş bulunduğu bir nimetten kalben acı duyup da onu
çekememek, yok olmasını temenni etmek hased ve zulümdür. Fakat bu fiile
çıkmayıp, içinde kaldıkça hased edene zararı olursa da başkasına dokunmaz. Amma
düşünceden fiile çıkarılmak istenip de o nimeti fiil ile yok etmeye çalıştığı
zaman fiilen zulüm ve azgınlık olan hased olmuş olur ki, o zaman onun şerrinden
Allah'a sığınmak lazım gelir. O artık hiçbir hak ve insaf tanımaz, mümkün
olabilen her türlü kötülük ve hileye baş vurur, her türlü sihirbazlığı göze
alır, fırsat bulabildiği kadar düğümlere üfürdükçe üfürür. olanların hepsini de
şerrine âlet etmeye çalışır. Bu da kötü kişilerde şehvet kuvveti ile öfkenin ve
bilhassa öfke kuvvetinin bir azgınlığı demek olduğundan dolayı İbnü Sina burada
da şöyle demiştir: "Haset ettiği zaman hasedçinin şerrinden", beden
ve kuvvetleri ile ruhu arasında meydana gelen tartışma demektir. Hased eden,
hayvansal ve bitkisel kuvveti bakımından bedendir; hased edilen de ruhtur. Bu
şekilde beden, nefs üzerine bir vebaldir. O halde ondan uzaklaştığı sûrette o
nefsin hâli ne güzeldir! Ve eğer onunla kirlenmiş değilse ondan ayrılmasıyla ne
büyük lezzete erecektir." Bu da mânânın bir özü ve istiâze (sığınma)nin
ruhunu beyân etmek demektir ki sonucu:
"Ruha dön ve onun isteklerini
olgunlaştır,
Çünkü sen cisim ile değil, ruh ile
insansın" ifadesine dikkat nazarını çekmektir.
Bunu şöyle özetleyebiliriz: Ey insanî nefis!
Bütün yaratıkların, özellikle kevn ü fesat (olma-bozulma) şânından olan
maddiyyatın, cismânî güçlerin, hususiyle aldatıcı hayvansal ve bitkisel
güçlerin o şehvet ve öfkenin şerrinden o felakın Rabbine sığın. Çünkü onlar
seni çekemez, bedende bırakmak, çukura gömmek, helâke götürmek isterler. Onun
için sen o fıtrat nûrunun, insanlık ruhunun kadrini bil de onu yaratan Hak
Rabbine sığın.
Görülüyor ki bu sûrede insan ruhuna zararı
düşünülen, din ve dünyaca çekinilmesi ve korunulması lazım gelen şerlerin hepsi
sayılarak onlardan Allah'a sığınmak emredilmiş ve bu şekilde kurtuluş vaad
edilmiş demektir. Bundan dolayı Resulullah bunlar nazil olduğu zaman ferahlamış
ve bunlarla sığınmaya devam etmiştir. Çünkü bu, ikincisiyle beraber, sığınmak
için her işi içine almaktadır. Evvelâ "Yarattığının şerrinden",
sığınılacak şerlerin başlangıçlarının hepsini kısaca içerir. Sonra da ğâsık,
neffâsât, hâsid (karanlık gece, üfürükçüler, hased eden) üçü onların
mertebelerini veya en mühimlerini bir açıklamadır. Gerçi o kısaca anlatımda ve
hatta neffâsât (üfürükçüler) ve hâsid (hased eden)de sığınan nefsin kendisi de
dahil olabilir. Fakat karşılaştırma karinesiyle sığınan, kendisine sığınılanda
dahil olmamak açık olduğuna göre bu sûre daha çok insana dışından veya
bedeninden zarar veren âfakî (objektif) şerlerde zâhirdir. Bu şekil kelam daha
genelden başlayıp bilhassa hased ile insana ait ruhların şerlerinde son
bulmuştur. Bunun üzerine bunlardan sığınan nefsin olgunlaşması mertebeleri ile
ona içinden gelecek enfüsî (subjektif) şerrini genişçe anlatımına ve bu
şekilde, "Düğümlere üfleyen"in de bir yönden beyan ve tefsirine
işaret olmak ve ondan da bilhassa istiâze (sığınma) ile vaad tamamlanmak üzere
gelecekte görüleceği üzere Nâs Sûresi ile son verilmiştir. Bir de dikkate
şâyandır ki şerlerinden sığınılan 'daki mâ mevsûfe veya mevsûle olabilmek
ihtimalinden dolayı marife (belirli) veya nekre (belirsiz) olması muhtemeldir.
Ğâsık, hasid kelimeleri, nekre ve müfred (tekil), aradaki ma'rife (belirli) ve
çoğul olarak getirilmiştir. Bunun nüktesinde Zemahşerî ve Razî: "Zira her
ğâsık, her hased eden şerli değildir.
Hatta bazen hayırda gıbta mânâsına hased,
hayır bile olur fakat her üfürükçü (neffâse)nün şer olduğuna işarettir."
demişlerse de, bu pek açık değildir. Zira dağınık fert halinde genel olarak her
bir ğâsıkın vukubu (karanlığın yayılması) ve her bir hased edenin hasedi
zamanında şerrinden tamamen sığınma talep edildiği daha açıktır. Lâkin ğâsık
ile hased edenin şerri çoğunlukla karanlıkta ve bilinmezlik içinde,
tanınmayarak geriden geriye cereyan eder. Neffâse (üfürükçü) ler, sihirbaz
(büyücü)lar ise çoğunlukla tanındıkları, bilindikleri halde yüzlere güle güle,
gönüllere üfleye üfleye şirretliklerini yaparlar. Ğâsık (karanlık) bir eşkiya
gibi ansızın basar, hasetçi de bir kundakçı gibi saklı yapar, sâhir
(büyücü)ler, cadılar ise dost kılığında yankesici gibi göz göre göre çarparlar.
Böyle olması onların hilelerinin ince ve gizli olmasına engel de olmaz. İşte
bunlar içinde en çok bile bile şerlerine düşülenler üfürükçüler olduğu ve umûmi
örfte de en çok şirretle bilinenler bunlar bulunduğu için kelimesinin lâmının
ahd veya istiğrak ile marife (belirli) ve çoğul olarak irâd edilmiş olması
bizce daha doğru ve daha açık görünmektedir. Nâs Sûresi'nde in marife (belirli)
olması da "neffâsât" gibidir. Bu yönden de o bunun tamamlayıcısı olan
bir beyânı demektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Felak Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.