Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Beyyine Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
98-BEYYİNE:
Değildi, o küfredenler kitap ehli ve
müşriklerden. (Min) teb'îzıyye veya beyâniyye, mahzûfe müteallık olup, yahut
takdirinde zarf-ı müstekar, o küfredenlerin hali veya sıfatıdır. Bu iki
kısımdan kâfirler veya iki kısım kâfirler ki, bazısı kitap ehli, bazısı müşrik,
yahut hem kitap ehlinden, hem de müşriklerden olan kâfirler demek olabilir.
Zira "vav"ın atf-ı rabıttan sonra da, önce de olması mümkündür. Bu
üçüncü takdirde bilhassa kitap ehlinden oldukları halde Allah'a çocuk isnad
etmek veya teşbihe kail olmak gibi herhangi bir vechile açık veya gizli şirke
kail olanlar kastedilmiş olur. Üçüncü âyette yalnız kitap ehli zikredilmesine
bu mânâ daha çok yakındır. Kitap ehli yahudi ve hıristiyanlardır.
Burada kitap ehli adıyla ifade edilmeleri,
bunlar içinden Allah'a küfredenlerin küfürleri, yani Kur'ân'a ve Resulullah'a
iman etmemeleri, mensub oldukları kitaplarına, Tevrat'a ve İncil'e de küfür
mânâsında olduğuna işaret etmek içindir. Müşrikler, Allah Teâlâ'ya putlardan
veya başkasından her ne şekilde olursa olsun şirk itikad edenler, yani
Allah'tan başkasına ilâhlık isnad edenlerdir ki, puta tapanlardan daha
geneldir. Allah'ın zatının birden fazla olduğuna kanaat eden her çeşit
"politeiste"lere ve Allah'ı tanımayıp "Ben sizin en büyük
Rabbinizim". (Nâziât, 79/24) ve "Ben, sizin için, benden başka bir ilâh
tanımıyorum." (Kasas, 28/38) diyen Firavun gibi tek şekilde olsun
arzularını ilâh edinen veya Allah'tan başka herhangi bir şeye tek başına veya
ortaklaşa tanrılık payesi verenlerin hepsini içine alır. Çünkü Allah Teâlâ
zatında hak mabud olduğu için, ondan ilâhlığın yok edilmesine imkân olamayacağı
için O'ndan başka herhangi bir şeye, gerek ortaklık ve gerek yalnız başına
tanrılık isnad etmek aslında şirktir. Zatın birliği ile beraber sıfatın çokluğu
şirki gerektirmez. Şirk ancak Allah'ın zatında küllî veya cüz'î çokluk inancındadır.
Onun için üç zat demek olan "ekânim-i selâse" (üç asıl)nin birliği
şeklinde iddia edilen teslis (üçleme) birlemesi, gerçekte tevhid (birleme)
değil, zatın hem çokluğu, hem tekliği davasını içerdiği için hem şirk, hem
çelişkidir. Burada, 'nin elif-lâmı, cins için olarak gerek puta tapıcı ve gerek
diğer bütün müşrikleri içine alır. Gerçi bazıları "ahde" yorarak puta
tapanlara tahsis etmişler. Çünkü Mekke ve Medine ile etrafında bulunan Arap
müşrikleri putlara tapıyorlardı. Burada kastedilen de onlardır demişlerse de
akid mânâsının daha önce "küfredenler"de düşünülmesi yeterlidir. O
pis kâfirler, bütün kitap ehli ile bütün müşrikler cinsi içinden bazıları olmuş
olur. Böyle kitap ehli cinsi ile müşrikler cinsi içinden küfretmiş olan
kâfirler, yahut kitap ehlinden olmakla beraber müşrik olan o kâfirler
Kendilerine beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildi. Yani bulundukları o
hallerinden ayrılacak, ayırtlaşacak değillerdi.
MÜNFEKKÎN , , 'ün haberidir. "Hatta"
da ona müteallıktır.
2. BEYYİNE: Malumdur ki, nur gibi kendisi
beyyin, yani gayet açık olup da başkasını da beyan eden, açıklayan demektir.
Onun için davacının davasını açık bir şekilde beyan ve isbat eden şahide,
sağlam, açık delile ve mucizeye beyyine denir. Burada da hakkı beyan ve isbat
edecek açık ve kesin delil veya mucize demektir ki, maksadın ne olduğu şununla
açıklanmıştır: Allah'dan bir Resul beyyineden bedeldir. Yahut "o,
Resuldür" takdirinde mahzuf mübtedanın haberi olarak beyyineyi tefsirdir.
Yani Allah tarafından peygamberlik göreviyle gönderilmiş bir peygamber
gelinceye kadar ayrılacak değillerdi. Öyle bir Resul ki mutahher, yani
tahriften, töhmetten, yanlışlıktan, bâtıl şüphesinden uzak, kirli eller
dokunmaz, "Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 5679)
âyeti delaletince gayet temiz sahifeler okur. (Abese Sûresi'nde geçen 13-16.
âyetlere bkz.) Öyle temiz sayfalar ki
3. onlardadır bütün kıymetli kitaplar, yani
doğru sabit kitaplar, bozulmaz, devamlı hak yazıları o temiz sayfaların
içindedir. Ki bunlar işte o "oku" diye okunması emrolunan Kur'ân
sayfaları, Kur'ân sûreleridir. O kâfirler, böyle temiz sayfalar okuyacak bir
Allah Resulü gelinceye kadar bulundukları hâl ve vaziyetten, din ve inançtan
ayrılacak değillerdi. Öyle bir beyyine gelmedikçe tamamen hak ve tevhid dinini
bilip de yerleşecek ve hallerini değiştirecek bir durumda bulunmuyorlardı ve
bunda özürlü olabilirlerdi. Çünkü "Biz, bir peygamber göndermedikçe
kimseye azap etmeyiz." (İsra, 17/15) âyeti bunu bildirmektedir. Fakat öyle
bir beyyine (açık delil), bir Allah Resulü geldikten sonra küfre sapıp da eski
hallerinden ayrılmamakta ısrar etmelerine hiçbir sebep ve mazeret olamazdı. Ve
işte onun için böyle bir Resul gönderilmiş ve Kadir gecesi o Kur'ân
indirilmiştir.
4. Fakat o kendilerine kitap verilenler, yani
o kitap ehli veya bilhassa onların bilginleri olan okur yazar takımı ancak
kendilerine o beyyine (apaçık mucize) geldikten sonra ayrıldılar, ayrılığa
düştüler. Kimisi o beyyineye, o Resule iman ettiği halde, kimisi küfre sapıp
eski hallerinde kalmakta ısrar ederek tefrika (ayrılıkçılık) çıkardılar. O
beyyine karşısında cahiller ve müşrikler için bile mazeret kalmamışken, kitap
verilmiş olanların hiçbir mazereti kalmadığı ve yalnız kendi istek ve
inatlarından dolayı küfür ve ayrılıkçılığa saptıkları ve bundan dolayı beyan
olunacağı üzere puta tapıcılar gibi cehennem azabını hak etmeleri bu şekilde
şüphesiz olarak ortaya çıkmış oldu.
Fahreddin Râzî tefsirinde bu üç âyet hakkında
der ki: "Vâhidî, Kitâbü'l-Basît'de: Bu âyet Kur'ân'daki âyetlerin, gerek
nazım ve gerek tefsir itibarıyla en zorudur ve büyük bilginlerden bir kısmı
bunda sendelemiştir, demiş, fakat zorluğun nasıl olduğunu özetlememiştir. Ben
derim ki, zorluğun şekli şudur: Âyetin takdiri: O küfredenler, kendilerine
Allah'tan Resulü olan beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildiler, demektir.
Sonra ayrılıkları neden dolayıdır, Allah Teâlâ onu zikretmemiştir. Lakin
kastedilen, bulundukları küfür halinden demek olduğu malumdur. Şu halde takdir:
"Küfredenler, apaçık bir delil olan o Resul gelinceye kadar, küfürlerinden
ayrılıcı değillerdi." demek olur. Sonra da "hatta", intihâ-i
gayedir. O halde bu âyet şunu gerektirir ki, o Resul gelince, onların
küfürlerinden ayrılmış olmaları lazım gelir. Bundan sonra da "Kendilerine
kitap verilenler, ancak açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler."
buyurulmuştur. Bu ise o Resul gelince, onların küfürleri artmış olmasını
gerektiriyor. İşte bundan dolayı iki âyet arasında görünüşte bir zıtlık var
gibi görünüyor. İşte benim kanaatime göre müşkülün sonu budur. Buna cevap ise
birkaç şekildedir:
BİRİNCİSİ ve en güzeli "Keşşaf"
sahibinin özetlediği vecihtir. Şöyle ki: Kitap ehli ve puta tapıcı iki fırkadan
kâfirler, Peygamberimizin gönderilmesinden önce diyorlardı ki: Biz bulunduğumuz
dinimizden ayrılmayız, onu terketmeyiz, ta o Tevrat ve İncil'de yazılı vaad
edilmiş olan peygamber gelinceye kadar ki o peygamber Muhammed aleyhisselâmdır.
Allah Teâlâ önce onların o sözlerini hikâye etmiş, sonra da "kendilerine
kitap verilenler ayrılmadılar" buyurmuştur. Yani onlar, o peygamber geldiği
zaman hak üzerinde ittifak ile bir kelimede toplanmak vaad ediyorlardı. Sonra
da haktan asıl ayrılmaları ve küfürde kararları o Resul gelince oldu, demektir
ki, bunun kelamda benzeri fakir bir fâsık kendisine öğüt veren vâize:
"Allah bana bir zenginlik verinceye kadar, ben bu halden ayrılmam"
demiş, sonra da Allah ona zenginlik vermiş, fakat o bunun üzerine kötülüğünü
daha çok artırmış. O zaman o vaiz de ona: "Sen zengin oluncaya kadar
kötülükten ayrılmayacaktın, halbuki başını asıl zengin olduktan sonra kötülüğe
daldırdın." demiş olması gibidir ki, bu sırf onu azarlama ve susturmak
için önceki sözünü hatırlatması demektir. Bu cevabın neticesi şu olur:
"Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk'ı) tanımayanlar, kendilerine apaçık
delil gelinceye kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi." sözü onlardan
hikâyedir. "Kitap ehli, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra
ayrılığa düştüler." sözü de vâki olan haber vermedir. Mânâ da "Onlar
vaadlerinde durmadılar, dediklerinin tersi oldu." demektir.
İKİNCİSİ: "O kâfirler kendilerine o
apaçık delil gelince de küfürlerinden ayrılacak değillerdi." mânâsındadır.
Kâdî Abdülcebbâr böyle demiş, fakat lügatta "hatta"nın bu mânâsı
olmadığı söylenmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ: "Münfekkîn" küfürden
ayrılmaya değil, "beyyine" (apaçık delil) olarak gelecek Peygamber'in
iyiliklerini ve faziletlerini anmaktan ayrılmadıkları mânâsına olmalıdır. Yani
Muhammed (s.a.v.) gelinceye kadar onun üstünlüklerini anmaktan ayrılmıyorlardı.
Fakat O gelince ayrıldılar, her biri bir görüş söyler oldular demektir ki,
bunun benzeri Bakara Sûresi'nde geçen "Daha önce, müşriklere karşı bir
zafer kapısının açılmasını istiyorlardı, işte bu bildikleri kitap onlara
gelince, ona inanmadılar." (Bakara, 2/89) âyeti olur.
DÖRDÜNCÜSÜ: Peygamber gelinceye kadar küfürden
ayrılmayacaklardı demektir. "Hatta" kelimesi de o geldikten sonraki
halin, öncekinin tersine olmasını gerektirir, nitekim olay da böyle olmuştur.
Çünkü hepsi o küfürde kalmadılar, bir kısmı mümin, bir kısmı da kâfir oldular.
Bu kadarı da "hatta"nın delaletiyle amel etmeye yeterlidir.
BEŞİNCİSİ: Peygamber'in gönderilmesinden önce
kâfirler küfürlerinde tereddütsüz idiler. Bulundukları dinin hak olduğuna kesin
olarak inanıyorlar, ondan ayrılmıyorlardı. Yahudi, yahudiliğinde; hıristiyan
hıristiyanlığında; müşrik puta tapıcılığında, hasılı her biri kendi dininde
kalmak, ondan ayrılmamak azim ve itikadında ittifak etmişlerdi. Fakat
Resulullah (s.a.v.) gönderilince alışmış, yapışmış oldukları eski dinleri
hakkında azim ve inançları sarsıldı ve önceki fikir ve kanaatleri perişan oldu.
Her biri kendi dininde, mezhebinde, davasında sarsıldılar, ayrılmaya
başladılar. Bununla beraber tamamen imana da gelmediler, kimisi iman ettiyse
de, kimisi de etmedi. Ayrıcalık çıkardılar, böyle eski dinlerinin çürüklüğünü
anlamış oldukları halde o Resul'e iman etmeyip de ayrıcalık yapan kitap ehlinin
bu ayrılıkları ilimsizlikten, delilsizlikten dolayı şek ve şüpheye bir hakları
olduğu için değil, kendilerine apaçık delil geldikten ve Hak ortaya çıktıktan
sonra yalnız arzu ve inatlarından dolayı oldu. Birinci âyette infikâk
(ayrılmak), sonrakinde tefrika denilmesinde bu mânâya bir işaret vardır. Çünkü
infikâk: Bir şeyin bir şeyden ayrılması ona yapışmış iken kopup ayrılması
demektir. Tefrika da dağılmaktır. Bu suretle de Peygamberin gönderilmesinden
sonraki hâl öncesine benzememiştir. Bu da "hatta"nın mefhumudur.
Râzî, bu beş şekli hikâye ve beyan etmiş olmakla beraber, tercih edilen görüş,
birinci vecih olduğunu da hatırlatmıştır. Ancak birinci vecihte ayrılmanın
müteallakını "küfürlerinden ayrılmışlar" diye küfür lafzıyla takdir
etmiştir.
"Keşşaf" sahibi ise lafzıyla takdir
etmiş. Birinci âyetin mânâsının neticesi: "Onlar apaçık delil gelmedikçe
dinlerine yapışacaklar, onu bırakmayacaklardı", demek olduğunu
söylemiştir. Müşkülün halledilmesi açısından maksat bir olmakla beraber
"Keşşaf"ın ifadesi daha incedir. Üçüncü, dördüncü, beşinci vecihlere
de ihtimali vardır. Ebu's-Suud ve daha birçokları da "Keşşaf"ın
birinci vechi üzerinde yürümekle beraber, infikâkın müteallakını daha önce
üzerinde bulundukları şey "üzerinde bulundukları şeyden" diye takdir
etmişler ve bunu o vaad ile tefsir ederek şöyle demişlerdir: Yani daha önce
üzerinde bulundukları haldir ki ahir zamanda gönderilecek Resul'e iman ve
Hakk'a uyacaklarına dair vaad ve yerine getirmeye azimleridir. Kitap ehlinden
bu vaadin vuku bulmasında şüphe yoktur. Hatta onlar onunla Allah'tan fetihler
diliyorlar. "Allahım bize fetih nasip et, ahir zamanda gönderilen
peygamber hürmetine bize yardım et!" diye dua ediyorlardı ve müşriklerden
olan düşmanlarına karşı: "Bizim dediğimizi tasdik edecek bir peygamberin
çıkması zamanı yaklaştı. Biz onunla beraber olup sizi Âd ve İrem kavimleri gibi
öldüreceğiz." diyorlardı. Müşriklerin o vaadde bulunduğuna gelince gerek
ki kitap ehlinden yayıldıktan sonra onların da sonradan gelenleri onun
sıhhatine inanarak o vaadde bulunmuş olsunlar. Nitekim böyle olduğuna şu da
şahitlik eder ki Resulullah (s.a.v.) hakkında gidip kitap ehline soruyorlar: Bu
sizin kitabınızda anılan mıdır? diyorlardı. Bu suretle hepsi o peygamber
gelinceye kadar o vaad ve azimden ayrılmadılar. Fakat o geldikten sonra kitap
ehli küfre saparak bozgunculuk çıkardılar.
Bunun özeti: O kâfirler peygamber gelinceye
kadar bulundukları durumdan ayrılmadılar ve ayrılmamaları lâzım gelirdi, fakat
ayrıldılar, demek oluyor. Gerçekte infikâkın müteallakı, onların bulundukları
hâl olması daha açıktır. Ancak bunu o vaad ve azim ile tefsir etmek Bakara
Sûresi (2/89) âyetine uygun olsa da müşrikleri içine alması itibarıyla biraz
dolambaçlı geliyor ve bundan maksat, bulundukları dinleri veya küfürleri olması
daha açık görünüyor. Bundan ise ayrılmamaları değil, tersine ayrılmaları
istenir olması gerekir. Çünkü ayrıcalığın sebebi odur. Beyyine (apaçık
delil)nin de gelmesi ona karşıdır. Bu sebeple bunu bu esas üzere, yani
bulundukları halden ayrılmak mânâsına olarak yukarıda izah ettiğimiz diğer bir
vecihle anlamak gerek. "Hatta"nın gayesinin mefhumu ile müşkülün
halli ve gerek nazmın siyak u sibakı (altı üstü itibarıyla uygunluğu) açısından
bize daha açık görünmüştür. Zira Maide Sûresi'nde de geçen "Ey kitap ehli,
gerçeği açıklayan elçimiz, peygamberlerin arası kesildiği bir zamanda, bize bir
müjdeci ve uyarıcı gelmedi diyemeyesiniz diye, size geldi." (Maide, 5/19)
âyeti gereğince Resulullah'ın gönderilmesinden önceki zaman dinlerin tahrif ve
karmakarışıklığa uğradığı, puta tapanla tapmayanın karıştığı ve hak ile batılın
seçilemez bir hale geldiği fetret zamanıdır. Fetret zamanları ise "Biz,
bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsra, 17/15)
hükmüne göre sorumluluk yönelmeyen bir mazeret zamanı demektir. Böyle bir
zamanda Hakk'ı batıldan ayırdettirecek kesin ve açık bir delil gelinceye kadar
iman ve küfür hükümleri tayin edilemeyeceği ve bir susturucu delil
bulunamayacağı cihetle herkesin bulunduğu hâl üzere kalması, yani istishâb
kaidesi asıl olur. Beşeriyetin böyle Hak ve batılı seçemeyecek bir fetret ve
zulmet içinde kaldığı zamanlardır ki Allah tarafından peygamberler gönderilerek
hak ve vazife yolu aydınlatılmış ve ona göre mümin ve kâfir ayırd edilerek
sorumluluk hükmü tatbik edilmiştir. İşte sûresinin arkasından o nüzul hikmetini
beyan siyâkında bu Beyyine Sûresi de peygamber gelinceye kadar olan fetret
zamanının hükmünü beyan ile başlamış ve "kütüb-i kayyime" (kıymetli
kitaplar)yi içeren, tertemiz sayfalar olan Kur'ân'ın indirilmesiyle ilâhî delil
olan Resulullah'ın gönderilmesinden önce kitap ehlinden ve müşriklerden olan
kâfirler, bulundukları hallerinden ayrılmamakta mazeret sahibi olsalar da hak
dini beyan eden bu delil geldikten sonra özellikle kitap ehlinin buna iman
etmeyip de önceki hallerinde kalmak için ayrılıkçılık yapmaları katıksız küfür
ve bundan dolayı azaba hak kazanmalarını gerektirdiğini anlatmıştır. Şu halde
mânâ o küfredenler, küfürlerinden, dinlerinden, âdetlerinden ayrılacak durumda
değillerdi. Çünkü kendilerine hakkı beyan edecek olan o apaçık delil henüz
gelmemişti. Fetret zamanında bulunuyorlardı. Onun için onlara hak ve hayrı
anlatacak kesin bir delil olmak üzere bu kitap indirilerek peyderpey okumak
üzere Allah tarafından o Resul gönderildi, o geldikten sonra ise müşriklerden
önce kitap ehli olanların ona iman edip önceki yanlış hallerinden vazgeçmeleri,
hakka karşı ayrıcalık yapmamaları gerekirdi. Halbuki onlar öyle yapmadılar, o
Resul'e karşı anlaşmazlığa düştüler, puta tapanlar gibi inkâr ettiler. Böyle
anlaşmazlığa düşmeleri ve bu şekilde inkârları da başka bir sebebe dayalı
değil, sırf o delil kendilerine geldikten sonra sırf düşmanlık ve inatlarından
ve eski hallerinden ayrılmak istememelerinden doğdu.
5. Halbuki onlar, o kendilerine kitap verilmiş
olanlar öteden beri başka bir şey ile değil ancak şununla emrolunmuşlardı ki
yalnız Allah'a ibadet etsinler, gerek önceki kitaplarında, Tevrat ve İncil'in
esasında ve gerek bu Kur'ân ile emredildikleri görevleri bu idi ki, başka bir
niyet ve maksada hizmet etmesinler, ancak Allah'ı mabud tanısınlar, O'na ibadet
ve kulluk etsinler, o şekilde ki dini ona halis kılarak, hiçbir şirk şüphesi
karıştırmaksızın şu veya bu gayeye âlet etmeksizin saf ve temiz niyet ve ihlas
ile ancak O'na yönelerek ve tahsis ederek, hanifler olarak, yani batıl
inançlardan, eğri ve yanlış fikir ve ahlâktan sıyrılıp, daima hakka, doğruluğa
meyleden hakka tapan müslim, muvahhid (Allah'ı birleyen) olmak suretiyle dini
Allah için halis kılarak Allah'a ibadet etsinler, ecir ve mükâfatı O'ndan
beklesinler.
Yukarılarda da defalarca geçtiği üzere
"hunefâ" kelimesi "hanîf" kelimesinin çoğulu olarak
İslâm'ın inanç, ahlâk ve sosyoloji itibarıyla ayırıcı bir vasfını
göstermektedir. Çoğunlukla hanîf, Hz. İbrahim'in milleti olarak "Dosdoğru,
Allah'ı birleyici olarak İbrahim dinine uyun. O, puta tapanlardan
değildi." (Âl-i İmran, 3/95) gibi müşriklere karşılık; bazan da
"Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenlerden olun."
(Hacc, 22/31) âyetinde olduğu gibi mutlak olarak; bazan da burada olduğu gibi
tevhid ve ihlas ile dinde barış ve doğruluğu pekiştirme ve yerleştirme
hususunda zikrolunmuştur. Bütün bunlardan anlaşılan haniflik, Hz. İbrahim'in
din ve milletinin vasfı olmakla beraber yalnız ona mahsus değil, genellikle puta
tapıcılığın zıddı olarak bütün peygamberlerin milleti olan tevhid ve ihlas
dininin adı olmasıdır. Onun için Şehristânî "el-Milel ve'n-Nihal"de
hanifleri bütün puta tapıcıların karşıtı olmak üzere genel mânâsıyla Sâbiîlere
karşı çıkartarak zikretmiştir. Genel mânâsıyla Sâbiîlik ise bütün müşrikliğin
esası olan eski dindir. Şimdi bazı yeni eserlerde buna Seybele-Ceybele dini
denildiğini ve son zamanlarda "eski eserler" (âsâr-ı atika)
dolayısıyla bahis konusu edilmeye başlayan eski Eti, yahut Hitit, yahut Hetler'in
de bu zeybel, yani sabi dinine mensup olduklarını söylüyorlar. İşte hanifler,
bütün bu şirk dinlerine karşı, dini Allah için tahsis etmek ve ancak Allah'a
ibadet etmek üzere davet ve mücahedeyle görevli olan peygamberlerin dinlerini
teşkil eden ve batıldan sakınıp Hakk'a meyleden tevhidçi müslümanlardır. Onun
için Hacc Sûresi'nde "O pis putlardan ve yalan sözden kaçının. Allah'a
ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak
koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak
bir yere sürüklüyor gibidir." (Hacc, 22/30-31) buyurulmuş olduğu gibi Şûrâ
Sûresi'nde de "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi,
İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı . Şöyle ki: Dini
doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat kendilerini çağırdığın şey,
Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." (Şûrâ, 42/13) buyurulmuştur. Bunların
özeti ise haniflik, putlara tapma aşağılığından, günahtan, sahte, batıl
inançlardan çekinerek Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed
aleyhisselâmın yaptıkları gibi dini Allah için tevhid, ihlas ve istikametle
doğrultmak ve onda ikilik çıkarmayıp daima doğrulukla toplanmaya çalışmaktır.
"Hanif" kelimesinin türeyişi de bu mânâyı ifade etmektedir. Zira
"hanif", hanef kelimesinden türemiştir. Tefsircilerin ve lügat
ehlinin açıklamasına göre "hanef", meyletme ve doğru olma mânâlarını
içine alır. Asıl hanef, yanlışlıktan doğruya, eğrilikten istikamete meyletme
mânâsına konmuş, bazan meyil, bazan da sadece istikamet mânâsına kullanılır.
Ayağının ayası veya baş parmakları vahşiden ünsiye, yani içe doğru meyletmiş
olan (düz taban olmayan) kimseye ahnef denilmesi ise tefe'ul (hayra yormak)
için veya iki mertebe mecaz-ı mürseldir. Demek ki lügat bakımından da hanîf,
daima doğruluğa meyleden demektir. Dinde doğruluk da "Hayır, kim işini
güzel yaparak, özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin
katındandır." (Bakara, 2/112) buyurulduğu üzere muhsin (iyilik yapıcı)
olarak ancak Allah'a yüz tutmak, "Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra doğru
olanların üzerine melekler iner." (Fussilet, 41/30) buyurulduğu üzere
ancak Allah'ı Rab bilip, fiillerinde ve hareketlerinde ancak O'nun emir ve
hükmüne tâbi olarak o iman üzere doğrulukta yürümektir. Bundan dolayı çoğunlukla
hanîfi, "hakka tapan muvahhid" (Allah'ı birleyici) diye tercüme
etmeyi uygun görmüşüzdür. Bununla beraber tefsirciler daha bazı tarifler de
nakletmişlerdir. Bu cümleden olarak burada hunefâ (hanifler) İbnü Abbas'dan,
"hacılar" diye; Katâde'den, sünnetli olanlar, ananın ve mahremler
(evlenilmesi haram olanlar)in nikahını haram tanıyanlar diye; Rebî b. Enes'den:
Namazda kıbleye dönenler diye; Mücahid'den: İbrahim aleyhisselâmın dinine tâbi
olanlar diye rivayet etmişlerdir ki hacc, hıtân (sünnet olma), kıbleye dönme,
İbrahim dininin esaslarından birisiyle tarif demek olduğundan buna ait
demektir. Bunlardan başka Ebu Kılâbe'den "Biz, Allah'ın peygamberlerinden
hiç birisinin arasını ayırmayız." (Bakara, 2/285) âyeti gereğince
peygamberlerin hepsine iman edenler diye; daha bazılarından da "dinin
hepsini toplayanlar" diye nakil ve tarif edilmiştir ki, bu son ikisi de
birbirine yakındır. Fakat bunların çoğu mânâ ile değil, doğru olan veya bazı
havas itibarıyla tarif olduğu için tam tarif değildir. Ancak bazı cihetleri açıklamak
için nakledilir. Tercihe değer tarif, önce açıkladığımız üzere bütün batıl
inançlardan İslâm'a meyleden, dönen diye özetlenmiştir. Bütün peygamberlere
iman ve her dini toplayıcı olmak da bununla olur. İşte bütün kitaplar ve
peygamberler, dini yanlış inançlardan temizleyerek "Allah katında muhakkak
din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) olan Hak tevhid ve ihlas ile yalnız
Allah'a ibadet etmek ve insanlığı selamete erdirmek için gönderilmişlerdir.
Onun için kitap ehli de ta baştan itibaren bununla görevli olmuşlardı ki,
Allah'a böyle samimi dindar, hanif olarak ibadet etsinler, ve namazı kılsınlar
ve zekatı versinler ve işte bu üç esas: samimi din ile Allah'a ibadet, namaz
kılmak ve zekat vermek din-i kayyimedir. Yani sabit ve payidar kalacak olan
milletin dinidir. Diğer deyimle yukarıda anılan "kıymetli
kitapların", doğru, bozulmaz, sabit hak kitaplarının açıkladığı dindir.
Demek olur ki bu üç esas, bütün Hak dinlerin hiç değişmeyen en sağlam esasıdır.
Namaz ile zekat da imandan sonra bütün ibadetlerin esaslarının esasıdır.
Diğerleri ayrıntıdır. Bunların edâ şekilleri itibarıyla açıklaması her
peygamberin zamanına ve şeriatine göre değişebilirse de, asıl namaz ve zekat
hepsinde sabittir. Şu halde din için mutlaka bir "ekanim-i selâse"
(üç esas) prensibi tanımak gerekirse onu baba, oğul, rûhu'l-kudüs diye mabudun
zatında üçleme ile şirke saparak değil, tevhid, namaz, zekat diye iman ve amel
esaslarında tanımak lazım gelir. Halbuki o kitap verilenler bu doğru ve sabit
dini ve bu emri tanımadılar, ihlas ve tevhid ile Allah'a kulluk etmekten
kaçındılar. "Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı
kaybettiler, şehvetlerine uydular." (Meryem, 19/59) ölçüsünce
şehvetlerinin arkasına düşerek namazı kaybettiler, zekat vermeye yanaşmadılar,
bölücülük yaptılar. Bunun üzerine bütün küfrün ve imanın ahiretteki hükümleri
ayırdedilerek açıklanmak üzere şöyle buyuruluyor:
6. Haberiniz olsun ki "küfredenler".
Önceki "küfredenler" ahde haml olunsa (bilinen kâfirler olduğu kabul
edilse) bile bunun, sevk itibarıyla istiğrak (hepsini içine alması) için genel
olması gerekir. Çünkü küfrün hükmünü beyan için kübra (büyük önerme)
yerindedir. Ancak bu küllî oluş, o beyyine (açık delil) geldikten sonra
küfredenlere ait olmak üzere bunda da bir ahit mânâsı yok değildir. Şu halde
şöyle demek olur: O açık delil geldikten sonra onu inkâr eden bütün kâfirler
gerek kitap ehlinden olsun, gerek puta tapanlardan olsun, hepsi ebedî olmak
üzere cehennem ateşindedirler. Kıyamet günü cehenneme gidecekler, orada ebedî
olarak kalacaklardır. Diğer bir mânâ ile küfür, cehennemde ebedî kalmaya sebep
olması itibarıyla aynı ateş hükmündedir. Bir de denilmiştir ki: Onların
bulundukları küfür ve isyan hâli, hakikatte aynıyla ateştir. Bu ortaya çıkma
(neş'et) de âraz şeklinde ortaya çıkarsa da, son neş'etde o şekilden çıkar,
hakiki şekli ile ateş olarak zuhur eder. Bu iki mânâca onlar dünyada cehennem
ateşinin içindedirler. Ahirette de onda ebedî olarak kalacaklardır, demek olur.
Bu ebedî oluşun sebebi: Çünkü onlar, o vasıfla sıfatlanmış olanlar, yeni o açık
delil geldikten sonra ona küfredip bozgunculuk çıkaranlar hepsi halkın
şerlileridirler, insanların en şerlileridirler, en şerli olanın yeri de
cehennem olması gerektir.
BERİYYE kelimesini, Nâfi ve İbnü Zekvan
"berîe" şeklinde okumuşlardır. Ki ikisi de bir asıldandır. Halk
mânâsına 'den "mef'ûle mânâsında fehile" olarak "bârî"nin
mef'ûlü olup, halk ve halîka gibi bütün mahlûkata denilir. Özellikle beşerde de
meşhurdur. Bazıları hemzesiz "beriyye" toprak mânâsına olan
"berâ"dan türemiş olarak topraktan yaratılan mahluk demek olduğunu ve
şu halde "berîe" topraktan yaratılmayan melekleri ve cinni de içine
alırsa da, "beriyye"nin onları içermiyeceğini ve bu şekilde beşer
mânâsına olması daha yakın bulunduğunu söylemişlerdir. İki kırâete göre de
bazıları burada özellikle beşer mânâsına olmasını tercih etmişler, sebep olarak
da bütün yaratılmışların en şerlisi şeytan olduğunu söylemişlerdir ki, aklî
karine ile tahsis demek olur. Lakin buna "Şüphesiz münafıklar, ateşin en
aşağı tabakasındadırlar." (Nisa, 4/115) gereğince münafıkların da diğer
kâfirlerden daha şerli olduğu ileri sürülerek itiraz edilmiştir. Bundan dolayı
maksat, müminlere göre izafî tahsistir, diye cevap verilmiş ise de bu
tartışmalara lüzum yoktur. Zira burada maksat, küfrün asıl ahirete mahsus
hükmünü beyan olduğu için, küfür sıfatında münafıklar da, şeytan da bu umumda
dahil olarak açık ve gizli bütün kâfirler, genel olarak yaratıkların en
şeriridirler, denilmesi doğru olacağı gibi, şeytan konudan hariç olarak, gerek
kitap ehli ve gerek puta tapıcılardan inkârı açık veya münafık bütün kâfirler
beşerin en şerlisidirler, demek de doğrudur.
7. Buna karşılık haberiniz olsun ki iman edip
de, yani bu açık delile iman edip Allah için dine, ihlaslı, hanif olarak,
gereğince güzel ameller işleyenler, sadece namaz ve zekat gibi dinin aslî
temellerinden olan amellere mahsus değil, gerek esaslardan ve gerek
ayrıntılardan, gerek farzlarından, gerek nafilelerden, gerek ibadetlerden,
gerek muamelelerden Allah rızasına uygun olan, kurtuluşa hizmet eden, hayra
yarar bütün iyi ve faydalı amelleri işlemek ve yasaklardan sakınmak da güzel
amel (amel-i salih) mânâsında dahildir. Zira amel, işlemeyi ve terketmeyi içine
alır. Bilinmektedir ki elif lâm ile süslenmiş çoğul olduğu için hepsini
kaplamayı ifade eder. Fakat bundan her ferdin, her iyi ameli yapmakla yükümlü
olduğu da sorulmamalıdır. "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif
etmez." (Âl-i İmran, 3/286) âyeti gereğince herkesin hissesi ehliyet ve
gücüyle orantılıdır. Râzî der ki: "iyi ameller işlediler", çoğulun,
çoğula karşılık vermesi kabilindendir. Onun için bir kişinin bütün güzel
amelleri yapmakla yükümlü olması gerekmez. Belki her yükümlünün bir hazzı,
selâhiyeti vardır. Zenginin hazzı vermekte, fakirin hazzı da almaktadır.
Elverir ki herkes kendi halince kurtuluşa çalışsın. İşte onlar, halkın en
hayırlısıdırlar. Bütün halkın en hayırlısıdır. Amelce de hayırlısı, Allah
katındaki makamca da hayırlısıdır. Demek ki iman edip de güzel amele
çalışmazsa, onlar halkın en şeriri olmasalar bile en hayırlısı da değildirler.
"Hayru'l-beriyye", hem iman edip hem iyi ameller işleyenlerdir.
8. Onların cezası, yani o iman ve amellerine
karşılık ecir ve mükâfatları Rableri katında, altlarından ırmaklar akan Adn
cennetleridir. İçlerinde ebedî olarak orada cismânî ve ruhânî türlü nimetlerle
ebedî olarak nimetleneceklerdir. Bunların birinci olarak "halkın en
hayırlıları" diye övülmelerinin önce getirilişi; ikinci olarak bu nail
olacakları nimetlerin amelleri karşılığı olduğunu anlatmak üzere "ceza"
deyimiyle ifade edilmesi; üçüncü olarak bunun Allah Teâlâ katından olmasının
açıklanması; dördüncü olarak bunun derece derece kemâle erdirmek demek olan
terbiye mefhumuna işaret eden Rablik ünvanıyla ifadesi; beşinci olarak bunun
onlara râci zamirine izafetle ifade olunarak terbiye ve kullukta özel
şereflerine işaret olunması; altıncı olarak cennetlerin içinde oturma mefhumuna
işaret eden Adn'e izafetle beraber çoğulun çoğula karşılaştırılmasıyla her
birine bir cennet düşecek kadar çokluk ve genişliğine işaret olmak üzere çoğul
sigasıyla ve aynı zamanda dengi görülmedik ve tarife sığmayacak şekilde
yüksekliğine, şânının büyüklüğüne tenbih için nekre olarak getirilmesi; yedinci
olarak hayatın mayası olan feyiz ve nimetinin, hoşluk ve güzelliğinin devamlı
artan güzel cereyanını duyurmak üzere, "altından ırmaklar akan"
vasfıyla vasıflandırılması; sekizinci olarak onlarda takdir edilmiş hâl olmak
üzere ebedîlik demek olan "hulûd"ün açıklanmasıyla beraber bir de
"ebedîlik" kaydıyla tekit edilmesi o müminlerin güzel halleriyle
mükâfatlarının büyüklüğünü açıklama açısından ne kadar dikkate şâyândır.
Gerçekte "hulûd" ebedîlik demek olduğu için sadece "orada
ebedîdirler" denilmekle de aynı mânâ ifade edilmiş olur. Ancak
"hulûd", uzun müddet kalmak mânâsına da kullanıldığı için bu ihtimali
defetmek için ile de tekit olunmuştur. Bu tekit, pekçok âyetlerde cehennem
ehlinin ebedîliğinde de, cennet ehlinin ebedîliğinde de vardır. Fakat görülüyor
ki bu sûrede kâfirlerin cehennem ateşinde ebedî oluşları "ebeden"
kelimesi ile tekit edilmemiş olduğu halde müminlerin cennetlerde ebedî oluşları
açıkça te'bid (devam ettirme) ile de tekit edilmiştir. Râzî
"Tefsiri"nde buna iki vecih söylemiştir: Birincisi: Rahmetin, öfkeden
daha fazla olduğuna tenbihtir. İkincisi: Cezalar, hadler, keffaretler birbirine
girer. Fakat sevabın kısımları birbirine girmez.
Bir de bu yüksek karşılıktan daha büyük olan
Allah'ın lütfu beyan ve müjdelenmek üzere şu isti'naf (başlangıç) cümlesi ile
buyuruluyor ki: Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır.
Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah'ın
rızasına ermişler, "gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir
beşerin aklının ermediği" en büyük rızaya kavuşmuşlar,
"râdıyeten" razı olmuş olarak", "merdıyye" (razı
olunmuş) makamına ermişlerdir. Bu mükâfat ve rıdvan ise, Rabbinden korkanlara
mahsustur. Yani bu başarının tek sebebi ve hikmeti Allah korkusunu duymaktır.
Yukarılarda da geçtiği üzere haşyet, tazim ile sevgi neticesi olan saygı
mânâsına bir korkudur. Onun için haşyet itaatte mutlak güzele layık, ihsana
yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı uyandıran güzel bir ruh halidir. Nitekim
Müminûn Sûresi'nde "Verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekler diye
kalpleri korku ile ürpererek verirler." (Müminûn, 23/60) buyurulmuştur.
"Hikmetin başı Allah korkusudur." hadisinde de "mehafet"ten
asıl maksat bu "haşyet" mânâsıdır. Bunun derecesi de ilim ve
marifetin derecesi ile orantılıdır. Ondan dolayı "Kulları içinden ancak
âlimler Allah'tan gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) buyurulmuştur. Bir de
haşyet, soyut (mücerred) korkudan şiddetli olması gerektir. Nitekim meleklerin
vasfında "Onun (Allah'ın) korkusundan titrerler." (Enbiya, 21/28)
diye haşyet, işfâk (korkudan titreme)a yakın olarak zikredilmiştir. "İşfak"
ise korkunun en şiddetli derecesidir. İmam Râzî'nin hatırlattığı üzere bu
âyete, "Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan gereğince korkar."
(Fâtır, 35/28) âyeti katılarak düşünülünce, hepsi ilmin ve âlimlerin faziletine
bir delil teşkil eder. Şöyle ki: O cennet ve rıdvan, Allah korkusunu duyanlara
mahsustur. Allah korkusunu duyanlar ise ancak âlimlerdir. Şu halde netice: O
cennet ve rıdvan, âlimlere mahsustur. Bundan şu da anlaşılır ki kendisinin
cennet ehlinden olduğu müjdelenen kimselerin Allah korkusundan uzak kalmak şöyle
dursun, daha çok korku hissini artırmaları gerekecektir. Ondan dolayıdır ki
peygamberlerin korkusu hepsinden çoktur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Allah'ı en çok tanıyanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır.
Ben ise ondan en çok korkanınızım."
Bu korkuyu duymayanlara duyurmak için Zelzele
Sûresi takip edecek, hayır ve şerrin cezası ne zaman ve nasıl olduğunu haber
verecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Beyyine Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.