Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Asr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
103-ASR:
Vav 'da olduğu gibi yemin içindir.
"Kamus"ta anlatıldığı üzere "asr" kelimesi lügatte, isim
olarak: dehr (gece ve gündüz), gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı gadat
(tan yeri ağırmasından, güneş doğuncaya kadar olan zaman) ve aşiyy (zeval ile
akşam veya akşam ile yatsı arası) ve özellikle öğleden sonra güneşin
kızarmasına kadar olan ikindi vakti, insan toplumu aşiret ve yağmur. Masdar
olarak da: Hapsetmek, yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak
mânâlarına gelir. Ve bir şeyin özel vaktine, aynın üç harekesi ile "asr,
ısr, usr, usur" denilir. Nitekim "geldi, fakat vaktinde gelmedi;
uyudu, fakat vaktinde uyumadı" demektir. Gündüzle geceye ve sabah ile
akşama asrân (iki asır) denilir. Cins lamı ile yerine göre bunların her birinin
cinsine ve mutlak halinde hepsine muhtemel olduğu gibi, ahd lamı ile de
içlerinden belli birine ve mesela bir ikindi vaktine veya herhangi bir şeyin
muayyen bir zamanına sarfedilmiş olur. Ondan dolayı dilimizde "asr"
mutlak zaman ve özellikle içinde bulunulan zaman ve "karn" (yani
seksen veya yüz senelik bir zaman) mânâlarında yaygın olmuştur. Burada
tefsirciler başlıca : İkindi namazı, ikindi vakti, dehr ve zaman, özellikle
Muhammed Aleyhisselam'ın asrı, yani Resulullah'ın gönderildiği zaman, ahir
zaman mânâları üzerinde yürümüşlerdir. İbnü Cerir, "dehr, öğle
saatlerinden bir saat, ikindi mânâları" hakkındaki rivayetleri
zikrettikten sonra der ki: Bu hususta doğru olan görüş şudur: Rabbimiz Teâlâ
asra yemin etmiştir. Asr, zamanın ismidir, ikindidir, gece ve gündüzdür. Bu
ismin içerdiği mânâlardan birini tahsis etmemiştir. Onun için bu ismin lazım
olduğu her mânâ bu yeminde dahil olur.
Demek olur ki "asr", çeşitli mânâlara
gelen bir müşterek lafız olduğu ve birini tayinde ipucu bulunmayıp hepsine de
yüklenmesi sahih olabileceği cihetle "asr denilen her şey" mânâsıyla
tümüne hamletmek en doğrusudur.
O halde burada tefsircilerin zikrettikleri
mânâlardan herbir yönünü düşünmek gerekir:
1- İkindi namazı: Mukatil demiştir ki: Allah
Teâlâ ikindi namazına yemin etmiştir. Zira "Namazları ve orta namazı
koruyun." (Bakara, 2/238) âyetinde "salat-ı vusta" (orta namaz)
çoğunluğa göre ikindi namazı olduğu için onun bir özel fazileti vardır. Hendek
vak'asında Peygamber (s.a.v.) "Bizi, orta namaz olan ikindi namazından
alıkoydular." buyurmuştu. Bir hadiste de "İkindi namazı geçen, sanki
ehli ve malı yok edilmiş gibidir." diye rivayet edilmiştir. İkindi vakti,
gündüzün sonuna doğru insanların en çok kazanç ve ticaret için dünya işlerine
daldıkları meşguliyet zamanı olması itibarıyla, ikindi namazının o sırada,
zorluğuyla beraber yüksek bir uyarıcı özelliği vardır. Şu halde ona yemin ile
faziletine dikkat nazarını çekmekte önemli bir mânâ vardır.
2- İkindi vakti: Katade demiştir ki: İkindi
namazının vakti olması ve kuşluk vaktine karşılık birtakım kudret delillerini
içermiş olması bakımından Allah Teâlâ "duhâ" (kuşluk vakti)ya yemin
ettiği gibi ikindi vaktine yemin etmiştir. Gerçekte ikindi vakti gündüzün sonu
olması bakımından, dünyada diğer yaratık ve hayvanların yaratılışından sonra
yaratılan ve bundan dolayı yaratılış gününün ikindisinde yaratılmış demek olan
insan türünün yaratılış zamanını andırdığı gibi, dünyada bir gün değerinde demek
olan insan ömrünün de son demlerini andırdığı ve ikindi vakti geçip de bir şey
kazanamadan evine dönecek olanların hali de pek acıklı, hüsranlı olduğu için,
önceki sûredeki çokla öğünmenin aldatmasını açıkladıktan sonra bu sûrede
insanların zararı anlatılırken ikindi vaktine yemin olunarak dikkat nazarı
celbedilmesinin de ikindi namazına yemin olunmak gibi önemli bir mânâsı vardır.
Bununla beraber şu mânâ daha geniş kapsamlıdır.
3- "Dehr": İnsan Sûresi'nde
açıklandığı üzere "dehr"in asıl mânâsı, Rağıb'ın dediği gibi, âlemin
varlığının başlangıcından sona ermesine kadar olan müddet, yani zaman-ı kül
(tüm zaman)dür. Bu mânâca tüm zamana ve bir kısmına söylenilen zamandan daha
özeldir. Zaman ona da, kısımlarına da söylenir. Bununla beraber
"dehr", uzun zamana ve âlemin yaşama müddetine, yani ömrüne ve mutlak
zaman mânâsına da kullanılır ki daha kapsamlıdır. Bundan dolayı çoğunlukla
"asr"ı, "dehr" ile tefsir ederken tefsirciler
"dehr" ve "zaman" demişler ve "asr"ı dehr ile
tefsirin tarzında, dehr ve zamana yeminin hikmetinde de bir kaç açıklama şekli
göstermişlerdir:
Birincisi: İbnü Cerir'in rivayet ettiği üzere
Hz. Ali (r.a)'den: yani "Asra ve dehrin belalarına, nöbet nöbet gelen musibetlerine
yemin olsun ki, doğrusu insan bir hüsran içindedir ve zamanın sonuna kadar
onun, o hüsranın içindedir." diye okuduğu işitilmiş ve bu, bir tefsir
sayılmıştır. Demek ki "asr", dehr (zaman) mânâsınadır. Ve zamana
yeminin hikmeti de onun insana devamlı musibetler yağdıran acı ve büyük
olaylarına ve değişmelerine karşı uyarmadır. Bir de bu tefsirde hüsran
(zarar)da kalanların ebedî olarak kalacaklarını beyan etme vardır. Bununla
birlikte denebilir ki, bunda asrın yalnız zaman mânâsına değil, sıkmak ve hapsetmek
mânâsına da bir işaret vardır. Ancak bu mânânın, yeminin müstesna tarafını
değil, müstesna minh (kendisinden istisna olunan) tarafını takviye etmekte
olduğu açıktır.
İkincisi: Denilmiştir ki: "Dehr"
(zaman) yaratıcı Allah'ın kudretine delalet eden her türlü acaiblikleri,
gariplikleri içerir. Onun için ona "Ebu'l-Aceb" (Aceb'in babası)
denilmiştir. Küllî (tümel) veya cüz'î (tikel), alışılmış veya alışılmamış, acı
veya tatlı, kârlı veya zararlı her türlü hareket ve olay, değişim ve başkalaşımlar
onda vaki olur. Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar,
onda büyür, onda son bulur, onda kalır. Hatta dehir ve zaman denilen şey
kendisi "Acebü'l-acaibat" (şaşılacak şeylerin en şaşılanı)dır. O, bir
taraftan ardı arkası kesilmeyen bir hareket ve cereyan arzeden bir değişim
ölçüsü, bir taraftan da o hareketlerin ötesinde bir sükun (durgunluk) ve
sabitlik ifade eden sade bir süreç (devamlılık ölçüsü) olarak görünür.
Yokluğa benzer bir varlık, varlığa benzer bir
yokluk gibidir. Râzî der ki: "Akıl ona yok diye hükmedemez, çünkü
devirler, seneler, aylar, günler, saatlerle kısımlara bölünür. Fazla, eksik ve
uyuşmakla, geçmiş ve gelecek olmakla hükmedilirken nasıl yok olur? Bununla
beraber mevcut diye de hükmolunamaz. Çünkü şimdiki hal, bölünmeyen bir andır.
Geçmiş ve gelecek ise yokturlar. Yokluğa ise varlıkla nasıl hükmedilir."
Onun için felsefeciler ve Kelamcılar, "Zaman mevcut mudur, yok mudur,
mevhum mudur? Bizim onu bilişimiz (bedihi) açık mıdır, intizai (soyutlama)
mıdır! diye konu edip durmuşlardır.
"Mazi hayal, manzar-ı âtî henüz adem,
Hal oynatır şuurumu bilmem nedir bu dem?
Bir an imiş meâli kitab-ı vücudumun,
Ömrüm şu gamgüârım olan satr-ı mürtesem".
"Geçmiş hayal, geleceğin manzarası henüz
yok
Şimdiki zaman oynatır şuurumu bilmem nedir bu
an?
Bir anmış anlamı vücut kitabımın
Ömrüm şu keder ortağım olan yazılmış
satır."
Bir Arap şairi de:
"Zamanı bir gemi gibi görüyorum, bizimle
ölüme doğru
Akıp gidiyor, fakat hareketlerini
göremiyoruz." demiştir.
Zaman, böyle varlıkla yokluk arasında iyi ve
kötü, nimet ve bela, genişlik ve darlık, sıhhat ve hastalık, zenginlik ve
fakirlik, kâr ve zarar gibi zıtları toplayan, türlü şaşılacak şeyleri içermesi
itibarıyla önemine binaen ona yemin edilerek onun içinde bulunan insanın zarar
veya kazanç açısından durumlarına dikkat çekilmiştir.
Üçüncüsü: İnsanın ömrü en kıymetli
sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. O ömür ise dehir (zaman)den
biz cüzdür. Onunla akmaktadır. Hatta insan için zaman ömründen, hatta ömrünün
içinde bulunduğu anından ibaret değildir. Kârsız geçen her an, o güzel
sermayeden heder edilen bir ziyan, bir hüsrandır. Bununla beraber senelerce
kaybedilen bir ömür, içinde bulunduğu son bir lahzada kendisine ebedî cenneti
kazandıracak güzel bir iş yapmaya muvaffak olabilirse, geçen bütün kayıpları
telafi ederek o zarardan kurtulmuş ve o insan için en şerefli şey ve bütün
zaman ve lahzadan ibaret olmuş olur. Bu sayede insan, ömrünün içinde bulunduğu
her saniyesini fırsat bilerek, onunla geçirmiş olduğu fırsatları kaza ile
telafi etmeye bir dereceye kadar imkan bulur. Nitekim "Ve o, öğüt almak
veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirlerini izler yaptı."
(Furkan, 25/62) buyurulmakla ona işaret edilmiştir. Böyle vaktinin kıymetini
bilmek mânâsınadır ki, mutasavvıflar, "Sofî, ibnü'l-vakt (vaktin oğlu)
olmalıdır, yani ömrünün ve özellikle fiilen içinde bulunduğu vaktin kıymetini
bilmeli ve onunla yarın ahireti için ne kâr, ne hayır edebilmek mümkün ise onu
kazanmaya çalışmalıdır, demişlerdir. Nasıl ki bugünün yarını yoktur, diye
ahirete inanmayanlar da tersine dünya zevkini sürerek gönüllerince kâm almak
için "Gün bugündür, saat bu saattir, ne yapacaksak şimdi yapmalıyız."
diyerek, ne olursa olsun vaktine uyup, çıkarını gözetme mânâsına "İbnü'z-zaman"
(zamanın oğlu) olmak, zaman geçince onunla beraber geçip gitmek isterler.
Maksatları farklı olmakla beraber ikisi de:
"Öğren rüsum-ı asrı, lisan-ı zamaneyi,
Bak tab-ı nasa vakte münasip tekellüm et"
"Öğren asrın âdetlerini, zamanın dilini
Bak insan tabiatına, zamana uygun konuş."
demekten hoşlanırlar.
Çünkü vakit gerek kazanmak, gerek tüketmek,
gerek kâr, gerek zarar için kullanılacak iş zamanıdır. İşte vakit böyle bir
fırsat ve ömür bütün anlarıyla böyle kâr ve zarara maruz bir sermaye ve zaman
böyle bir taraftan tükenmek, bir taraftan artmak üzere bulunan nimetlerin
asıllarından bir nimet olmak hasebiyle vakit ve zamanın kadrini takdir ile
ömrün kıymet ve mahiyetine dikkat nazarını çekmek için asra yemin edilmesinde
mühim mânâlar vardır. Birbirini açıklamak demek olan bu iki vecihte asrın dehr
ve zaman mânâsı düşünülürken yasaklama ve verme mânâlarına da işaret edilmiş
bulunduğu gizli değildir. Bunlar yeminin gelecek cevabında hem müstesna minh ve
hem müstesna taraflarına bakmakta, teyit edici yönlerini de içermektedir.
Dördüncüsü: Yine anılan vech üzere insan,
ömrünün semeresi demektir. Zaman geçtikçe insanın ömrü eksilir ve bundan dolayı
kendisinden bir cüz gitmiş bulunur. Nitekim şöyle denilmiştir:
"Her, gün geçtikçe benim birazım gider;
Benim için ise ömrümden daha güzel bir şey
yoktur."
O halde o gidenin karşılığında bir çalışma
olmazsa o noksan tam zarardan ibaret olur. Bununla beraber şaşılacak şeydir ki
insan geçen cüz'ünün yerine ne kazandığını hesap etmez de gün geçtikçe büyüdüğünü
sanır. Hatta vakit geçirmekle eğleniyorum, rahat ediyorum, diye sevinir. Onun
için denilmiştir ki:
"Biz günleri geçiriyoruz diye
seviniyoruz,
Halbuki her geçen gün ecelden, ömürden bir
eksikliktir".
Bu itibar ile "asr"a yeminde şu mânâ
olur: "O şaşılacak olan asra, zamana iyi dikkat ediniz. Çünkü o geçtikçe
insan büyüyorum, çoğalıyorum, yaşıyorum zanniyle sevinir, halbuki o asır
devamlı onun ömrünü yemekte, o geçen gece ve güdüz vücudunu kemirmekte ve bu
şekilde o, her an zarar içinde kalmaktadır. Ancak iman edip de güzel ameller
yapanlar... müstesnadır. Onlar zarar etmez, kâr ederler. Bu mânâ iledir ki 1332
Hicrî (1913 Miladî) senesi Birinci Cihan Harbi'nden önce "Tetkikatı
Şer'iyye Meclisi reisi" iken vefat eden üstadım Büyük Hamdi Efendi ismiyle
bilinen el-Hâc Mahmud Hamdi b. Ahmed b. Abdullah el-Kayserî (Allah ona rahmet
eylesin) hazretlerinin vefatı ve Balkan harbinin üzüntüleri dolayısıyla
yazdığım:
"Nefislerin hoşlanmayacakları bir belâ
ortaya çıktı,
Bütün niyetleri azarladı ve zanları titretti,
hesapları sarstı.
Belâ, yol yol, türlü türlüdür. Bizim belamızın
yolu, kanunu da
Yerlerinde Sa'dan dikeni bitirmek için harman
döğer gibi nefisleri döğmek, ezmektir.
Bahar obaya, güzel bir dirlik, bir refah vaad
etmişti.
Derken üzerlerine musibetler, hadiseler
dökmeye başlad" beyitleriyle başlayan mersiyede şöyle demiştim:
"Hayat bizi aldatıyor, halbuki ölümümüz
Onun memesinden sütlerini emiyor."
Yani ölümümüzü emzirip büyüten, kucağında
besleyen ana, ölümün anası hayat iken o bizi aldatıyor
"Böylece kişi, hayatın zefir ve şehîkı
(soluk alıp verişi) ile nefesleri arasında
Kendini yaşıyor sanıyor, halbuki kefenler
dokuyor. "
O nefes alış veriş, kefenleri dokuyan
mekiklerin hareketinden ibaret iken insan yaşıyorum sanıyor da aldanıyor.
Düşünmüyor ki insanın nefesleri arasında dokunan bedeninin ve derisinin
dokuları kendisini ölüm için saran birer kefen gibidir."
Beşincisi: Bir de bir takım kimseler,
gördükleri fenalıkları, çektikleri hüsranları hep dehre, zamana yükleyerek
zamandan şikayet ederler. Ve zamanların uğursuzluğundan bahsederler. Halbuki:
"Zaman bozuldu, fesadı var diyorlar.
Zaman bozulmadı, kendileri fesat."
denildiği üzere fesat, fenalık zamandan değil, insanların kendilerindendir.
İşte asra yemin edilmekte zamandan önemini
hatırlatmakla bir de o zaman bozulduğu iddiasını red mânâsı vardır. Zira kasem,
(yemin) edilen şeyin şerefine işaret eder. Bu şöyle demek olur: Hadd-i zatında
asrın, zamanın ayıbı, kabahati, zararı yoktur, o değerli bir nimettir. İnsanlar
zamanın kadrini bilip de hepsi iyiliğe çalışmadıkları için, iyiliğe
çalışmayanlar zarardadır, Allah cezalarını verir. Bu mânâ "Dehre
küfretmeyin, çünkü dehr Allah demektir." hadis-i şerifi ile işaret olunan
mânâdır. Bu açıklamadan anlaşılır ki asrı böyle dehr ve zaman mânâsına
yüklemek, en genel ve en şümullü mânâsı olmak itibarıyla diğer mânâların
faydalarına da şamil olabilecektir. Böyle olduğu halde daha açık olmak için
denilmeyip de buyurulması, "Bizi zamandan başkası helak etmiyor."
(Câsiye, 45/24) diyen Dehriler'in zanlarına bir ihtimal şüphesi verilmemek
faydasını içerdiği gibi, asrın anılan özel mânâlarının da önemlerini
hatırlatmaktan uzak olmaz. Zira mutlak asrın, dehrin önemini yemin ile ihtar
etmek, onun en mühim olan kısımlarını düşünmeye ve araştırmaya sevkeder. Bu ise
özellikle "lâm-ı tarif" ile belirli olmak hasebiyle de en çok
muhataplara yakından ilgisi olan asrı düşündürmek gerekir. Bu da herkese ilk
önce kendi bulunduğu zamanın sınırlarını ve kısımlarını hatırlatır. Bunda ise
ilk muhatap Resulullah (s.a.v.) olduğu için "lâm", "ahd"e
hamledilmiş olmak üzere:
4- Bu asırdan maksadın, nübüvvet asrı yani
Muhammed aleyhisselam'ın asrı olduğu akla gelir. Bunda mutlak asrın her mânâsı
bulunmakla beraber hepsinden seçkin olan bir fazilet ve özellikle büyük bir
toplum da vardır. Bu da üç mertebe üzere düşünülebilir:
Birinci olarak, peygamberlerin sonuncusu olan
Resulullah'ın ilk gönderilmiş olduğu zaman ki, her tarafta dinler çığırından
çıkmış, peygamberlik, fazilet, hak ve adalet, Allah'ı bilme ışıkları sönmüş,
âlemi cehalet, küfür ve şirk karanlıklarıyla zulüm ve cefa, azgınlık ve fesat,
şer ve hasar kaplamakta bulunmuşken bir "Kadir gecesi"ne
"Rabb'in adıyla oku." (Alâk, 96/1) emriyle Kur'ân nazil olarak
Peygamberlik nuru doğmuştu. Beyyine Sûresi'nde geçtiği üzere kıymetli dinin
neşriyle insanlığı "şerru'l-beriyye" (yaratılanların en kötüsü)nin
istilasından, küllü hüsrandan kurtarmak için kurtuluşa davet ile cennet ve
rıdvan yolunu göstermeye başlamış, bu şekilde ortaçağdan son asra geçiren
değişmelerin ve ınkılabların başlangıcı olmuştu. O zaman, bu asra yemin ederek
"Muhakkak insan zarardadır, ancak iman edenler... müstesna."
buyurulmasının mânâsı şüphesiz ki mühimdir.
İkinci olarak, Peygamberimiz'in
gönderilişinden vefatına kadar olan "saadet asrı"dır ki biri
mücahede, biri de fetih ve üstünlük ile başarı iki bölümden ibaret olan bu
asırda peygamberlik nuru gittikçe parlamaya başlayıp hidayet ve Hak din,
"Bütün dinlere üstün kılsın için." (Fetih, 48/28) bütün âleme yayılmak
üzere hak ve batıl birbirinden ayrılmış, kazanç ve zarar yolları ayırdedilerek
"Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur." (Bakara, 2/256) hükmü
ortaya çıkmıştı. Bu asra kasemdeki mânâ ise daha önemlidir. Nihayet
Peygamber'in gönderilmesinden, daha doğrusu Resulullah'ın hicretinden son
zamana kadar bütün son asırları içeren ahir zamandır ki, bu asır bütün zamanın
ve bütün peygamberlerin asırlarının hükümlerini ve eserlerini gayesine
erdirecek olan Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin devamı müddeti mânâsına
Muhammed (s.a.v.)in asrıdır. Ve işte asrın en kapsamlısı bu asırdır. Bir kısım
tefsircilerin dediği gibi bizce de en çok akla gelen bu asırdır. Burada
özellikle bunun önemi hatırlatılmak üzere asra yemin edilmiştir. Çünkü Kasas
Sûresi'ndeki "Andolsun biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya
Kitap verdik." (Kasas, 28/43) âyetinde işaret olunduğu üzere Kur'ân'da
insanlık tarihi açısından zamanın üç kısma ayrılmasına işaret olunmuştu. Hz.
Musa'ya Tevrat'ın inmesinden önce geçen, yani Firavun'un helâkıyla son bulan
zaman ilk asırlar zamanı ve Tevrat'ın inmesiyle açılan zaman da son Peygamber'e
kadar orta asırlar zamanı, son Peygamber Muhammed Aleyhisselam'ın ortaya
çıkmasıyla başlayan son asırlara da ahir zaman, yani Muhammed (s.a.v.) ve
ümmetinin asrı demek olduğundan denince bu asır anlaşılmak gerekir. Bir gün,
sabah, öğle ve ikindi üç vakit olarak düşünüldüğüne göre bazı hadislerde
Âdem'in yaratılışı, âlemin yaratılışına göre yeryüzünde bitkiler ve hayvanların
yaratıldığı son günün asrı, yani ikindisi halinde tasvir edildiği gibi, dünyada
beşer türünün ömrü de bir gün sayılarak Muhammedî asır bugünün ikindisi
misalinde temsil edilmiştir. Nitekim Buhârî ve diğerlerinde şu hadis meşhurdur:
Sizden önce geçmişlere oranla sizin vaktiniz ikindi namazıyla güneş batımı
arası kadardır. Sizin meselinizle sizden öncekilerin meseli tıpkı o adamın
meseline benzer ki, bir ücret tayin etmiş,"sabahtan öğleye kadar kim
çalışırsa bir kırat demiş. Yahudi çalışmış, sonra öğleden sonra, yani
"ikindiye kadar kim çalışırsa bir kırat demiş", hıristiyan çalışmış.
Sonra da "ikindiden akşama kadar kim çalışırsa iki kırat" demiş, siz
çalışmışsınız. Bunun üzerine yahudi ve hıristiyanlar kızdılar: "Biz daha
çok çalışmışken daha az ücret aldık." dediler. Allah Teâlâ da: "Ben
sizin ücretinizden bir şey kestim mi?" buyurdu. "Hayır" dediler.
"O halde bu benim bağışımdır, onu dilediğime veririm." buyurdu. Bu
şekilde siz az amel (iş)le çok ücrete nail oldunuz". (İnciller'de de buna
benzer bir temsil bulunduğu geçmişti).
Bir kısım tefsirciler bu hadis ile delil
getirerek demişlerdir ki: Bu hadis, asrın Hz. Peygamber'e ve "Siz insanlar
için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110)
buyurulan ümmetine mahsus olan zaman olduğuna delalet eder. Allah Teâlâ Resulü'nün
"İçinde oturmakta olduğun Belde'ye." (Beled, 90/2) diye mekanına ve
"(Ey Resulüm) senin ömrüne andolsun." (Hicr, 15/72) diye ömrüne yemin
ettiği gibi, burada da asrına yemin etmiştir. Şu halde bu açıklamadan sonra
mânânın sonucu şu olur: Ey Muhammed! Her mânâsıyla asra ve özellikle pek büyük
olaylara sahne olmak, gerek baskısı, gerek verimi itibarıyla bütün geçmiş
zamanların özeti, zamanın ikindisi demek olan son asra, yani bütün ümmetlerin
hesabı görülmek üzere bulunan ve senin asrın olan ahir (son) zamana yemin olsun
ki
2. kuşkusuz insan; kelimesinin başındaki
elif-lâm, istisna karinesiyle istiğrak içindir. Yani her insan, bütün beşer
türü her asırda ve her zamanda ve özellikle son asırda bulunan insanlar,
gelecekteki istisna edilenler hariç hepsi, mutlak bir zarar içindedir. Küfür ve
küfran gibi husr ve hüsran, kazanacak yerde zarar etmek, sermayeyi kaybetmek,
nihayet iflas ile hasret ve ümitsizlik içine düşmektir. "Tenvin" de
büyükleme ve türlendirme içindir. Yani büyük bir ziyan veya bir çeşit ziyan
içinde boğulmaktır. Çünkü insanın sermayesi ömrüdür, o ise her nefes, her saat
harcanılıp giderek tükenmekte ve her nefes geçtikçe o nimetlerin sonu ve hesabı
yaklaşmaktadır. Eğer o nefesler, insanın her istediği zaman, istediği gibi
yapacak şekilde kendisinin olsaydı, kendi yapısı ve icadı bulunsaydı o ömür
tükenmez, insan onu dilediği gibi harcamakta hiçbir zarara düşmezdi. Fakat o
insanın kendi mülkü değil, yaratan Halık Teâlâ'nın mülkü olup, onun adına güzel
tasarruf ederek kârından istifade etmesi için insana sınırlı ve hesaplı bir
şekilde verilmiş emanet sermaye kabilindendir. İnsanın bütün istifadesi, onun
harcama ve alışverişinden hasıl olacak kâra bağlıdır. Onun için "İnsana
çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Herkes kendi
kazancına bağlıdır." (Tûr, 52/21). Bu şekilde insan o sermayeyi veren
sahibine ödedikten sonra, hesap günü kendisine kalacak olan kâra göre kendisini
kurtaracak ve o oranda nimetlenmiş olacak veya açığına göre sorumlu ve iflas
etmiş olarak zarar ve azapta kalacaktır. Tartının ağır veya hafif basmasının
sonucu da budur. O halde zamanın acı veya tatlı olaylarla akışı içinde her
harcanan nefeste bir zarar vardır ki, onu ancak karşılığında Allah için yerine
konup onunla tartılacak olan kâr ödeyebilecektir. Ömürden her geçen saat, her
harcanan nefes, ya bir işe harcanır, ya boşuna geçer. Boşuna geçtiyse elbette
bir zarardır. Bir işe harcandıysa, o iş ya hayır ve güzel olanbir itaattir veya
şer ve fesat olan bir günahtır. Veya ne o, ne o; ikisi ortası mübah olan bir
iştir. Bir mübah ise, bir eseri kalmamak itibarıyla boşuna geçmiş gibidir. Bir
şer ise kesin bir zarardır. Eğer itaat ise onu veya diğer birini ondan daha
güzel bir şekilde yapmak da mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ'ya tevazu ve baş eğme
mertebeleri sayısızdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın kahr ve yücelik mertebeleri ve
mutlak güzellik tecellileri sonsuzdur. Onun için insanın Allah'a ilmi ne kadar
çok olursa korku ve sevgisi de o nisbette çok, tâat ve amelde Allah'ı
yüceltmesi, o nisbette daha tamam ve daha mükemmel olur. O halde her nefeste
daha güzelini yapamayıp da düşüğüyle kalmakta kârdan da olsa yine bir tür ziyan
vardır. Bu itibarla insan her an bir tür ziyandan uzak değildir, demek olur.
Bununla beraber bunlara asrın, zamanın akışı içinde her yönden hücum etmekte
olan engelleri, baskı yapan diğer büyük olayları da katarak düşünülürse,
insanın her an nasıl bir tehlike ve ziyan içinde bulunduğu açıkça anlaşılır.
Her an nimet ve refah içinde bulunduğu kabul edilse bile, her dem ömrü ölüme
doğru gitmekte bulunan insanın bir zarar içinde bulunduğunu inkâr etmek mümkün
değildir. Zira her geçen nefes bir ölümdür. Bundan dolayı Razî der ki: "Bu
âyet insanda ziyan ve sıkıntının asıl olduğuna delalet eder." Bunun
açıklaması şudur: İnsanın gerçek saadeti, ahireti sevmek, dünyanın acı ve
tatlısına iltifat etmemektedir. Bununla beraber ahirete çağıran vesileler ise
açıktır ki o beş duyu, şehvet ve kızmadır. Onun için halkın pekçoğu dünya
sevgisi ile meşgul ve onu talebde boğulmuştur. Bundan dolayı zarar ve
helaktedirler.
3. Ancak o kimseler müstesna. Şu sayılacak
dört vasıf ile sıfatlanmış olanlar ziyanda değil, kârdadırlar:
1- Ki iman etmişler. Fatiha Sûresi'nde ve
Bakara Sûresi'nin başında ve diğer yerlerde geçtiği üzere bütün âlemlerin
Rabb'i, Rahmân'ı, Rahîm'i, din gününün sahibi Allah'ın birliğini ve indirdiğini
tasdik edip ona ihlas ile ibadet ve itaate söz vermişler, "En güzel (söz)i
doğruladı." (Leyl, 92/6) buyurulduğu üzre "en güzel"e; doğru
itikad ile inanıp, fazilet ile rezilliğin, iyilik ile kötülüğün, doğru ile
eğrinin, mümin ile kâfirin, itaat eden ile isyan edenin, haklı ile haksızın
Allah yanında farkı olduğuna, hayır amellerin iyi, şer amellerin kötü cezası
verileceği ahiret gününe, din (kıyamet) gününe inanmışlar.
2- Ve iman ile güzel ameller işlemişler. Yani
imanları yalnız gönüllerinde ve dillerinde kalmamış, bütün hislerine,
akıllarına, varlıklarına işleyerek iradelerine sahip olmuşlar da yaptıkları
işleri iman ve inançlarına uygun, Allah'ın rızasına, indirdiği hükümlerine
uygun, hak ve hayır olduğuna inanarak yapmışlar, hep iyiliğe çalışıp kendileri,
aile, akraba, kavim, insanlık için iyilik, sonu hayır ve menfaat olan işler;
"Hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin için." (Hud, 11/7;
Mülk, 67/2) buyurulduğu üzere güçleri yettiği kadar güzel ameller yapmışlar, emrolunan
görevleri yerine getirmiş, yasaklanan büyük günah ve çirkinliklerden
çekinmişlerdir ki, bunların esası Kitap ve Sünnet'de açıklanmıştır. Zamanına
göre cüz'iyat (parçalar)ı da icma-i ümmet ve ictihadlarına bırakılmıştır.
İmandan sonra Hak Teâlâ'nın emrini yüceltme yarattıklarına acıma ve menfaat
esasında özetlenen salih amel, başlıca iki türlüdür:
Birisi bedene ait ibadetler gibi mükellefin
baştan itibaren ve bizzat kendisine faydalı ve kendi iyiliğine olan ameller.
Diğeri de zekat ve sadaka gibi başkalarına faydalı olan amellerdir. Birine
kendini kemale erdiren, diğerine de başkasını tamlayan, yahut birine fazilet,
diğerine fadl (iyilik etme) denilir. Bunun en önemlisi de hakka çağırma ve hak
yolunda mücahededir. Onun için bunlar, iman ve güzel amel ile teorik ve pratik
güçlerini olgunlaştırmaya çalıştıktan başka, Allah için birbirlerinin ve
başkalarının kemal ve kurtuluşlarına da çalışarak, Hakk'a çağırma, iyilik etme
ve ıslah etmeyle beraber başkasını kemale erdirmeye gayret hususunda birbirleriyle
andlaşmayı ve hep hak yolunda yardımlaşmayı da vazife bilmiş olduklarından
dolayı güzel amelin özellikle bu iki kısmına işaretle buyuruluyor ki:
3- Ve Hakk'a vasiyetleşmişlerdir. Yani bütün
azimleri Hakk'a yönelik; imanları da, amelleri de, sözleri de hep Hakk'a
sarfedilmiş. Çünkü Hakk'a sarfedilmeyen her şey batıldır, hasardır. Ziyan
olmayacak iman ve amel de ancak Hakk'a iman ve Hak yolunda çalışmaktır. Onun
için bunlar, büyük küçük birbirlerine, aynı cinsten olduklarına gösteriş,
münafıklık, ziyankârlık, ilişiksizlik veya riyakârlık ve dalkavukluk etmeyip,
bütün iyilik Hakk'ın elinde olduğunu bilerek ve fanî, geçici, aldatıcı, yıkıma
götürücü şeylere aldanmayıp, her şeyin hakkını gözeterek hep birbirlerine
Hakk'ı tavsiye etmişler, her işte Hak, sabit, doğru olanı yapmayı, Hak üzere
birleşmeyi, hep Hakk'a davet etmeyi, emri bil'l-maruf (iyiliği emretmek)u ve
nehyi ani'l-münker (kötülüğü yasaklama)i, kısaca Hak ve doğruluk üzere hareketi
tavsiye ve nasihat etmişler, öyle yemin edip, o yolda muamele etmişler,
imanları da, amelleri de hep Hakk'a sarfedilmiş.
4- Ve sabra vasiyetleşmişler. Yani Hak ve
hayır yolunda sabra vasiyetleşmişlerdir. Çünkü zamanın acaibliği, dünyanın
aldatması, nefislerin eğilimleri, ziyana gidenlerin çokluğu karşısında hayır
yapmak, doğru söylemek, Hak yolunda gitmek bir çok acılar çekmeye, zorluklara
katlanmaya, mücalede etmeye, batıl iflas geçitlerini atlamaya, bunlar da sabra
dayanmaktadır. Onun için Lokman Sûresi'nde iyiliği emir ve kötülüğü
yasaklayanlara "Namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü yasakla, sana isabet
edene sabret, kuşkusuz bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği) kesin
işlerdendir." (Lokman, 31/17) diye isabet edecek musibetlere sabır tavsiye
edilerek, onun azme dayanan büyük işlerden olduğu anlatılmıştı. Burada da bunların
birbirlerine doğruyu tavsiye ederken, aynı zamanda sabır da tavsiye ettikleri
özellike anlatılmıştır. Nitekim Beled Sûresi'nde akabe (sarp yokuş)yi geçen ve
iman edip de birbirlerine hem merhamet, hem sabrı tavsiye edenlerin meymenet
sahibi oldukları anlatılmıştı. Hak yolunda can veren şehitlerin Allah katında
ebedî hayata ulaşmaları da sabır sayesindedir. Ölüm nasıl olsa takdir edilmiş
olan bu âlemde böyle Hak yolunda güzel iş görmek için can vermek ve öyle Hakk'a
kavuşmaktan daha büyük ne saadet olabilir? Fakat öyle bir azim, öyle bir sarp
yokuşu aşmak kolay değildir.
İşte bu müstesnalar, öyle birer sarp yokuş
olan müşkül, zor durum ve hallerde caymamayı, yılmamayı bırakmamayı,
dermansızlık göstermemeyi ve böylelikle birbirlerini yardımsız, tesellisiz bırakmayıp
gerek itaat ve amel, gerek elem ve musibetler ve gerek nefsin arzularına karşı
sabır ve metanet tavsiye etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir.
Bilinmektedir ki sabır, nefsin iyi bir şey
yapmak veya kötülüklerden kaçınmak için acıya, meşakkate tahammül kuvvetidir.
Başlıca iki çeşit olarak düşünülür:
Birisi, elem ve külfete sabırdır ki bununla
taat ve mücahedenin ve güzel amellerin meşakkatlerine katlanılarak yüksek
himmet ve gayret sahiplerinin ulaştıkları başarılara erilir.
Birisi de lezzet ve şehevî isteklere karşı
sabırdır ki, bununla da haramdan, yasaklardan ve hoş görünüp de sonu fena olan
aldatıcı, tehlikeli, maddî veya manevî zarar verici şeylerin zararlarından
sakınılır, korunulur. "Cennet zorluklarla çevrilmiş; cehennem de aşırı
arzularla çevrilmiştir." hadis-i şerifinde iki yöne de işaret vardır.
Sabrın derecesi hususunda fıtrî (doğuştan) kabiliyetin bir hükmü bulunduğu
inkâr edilmemekle beraber, terbiyenin, alışkanlığın ve bundan dolayı azim ve
iradenin ve onun için de imanın önemi çok büyüktür. Bu yönden sabır, ihtiyarî
fiillerden olarak ef'al-i mükellefîn (görevlilerin fiilleri) arasında tavsiye
olunduğu gibi "Ey inananlar, sabredin, direnin, cihada hazırlıklı, uyanık
olun ve Allah'tan korkun ki, başarıya eresiniz." (Âl-i İmran, 3/200) diye
emrolunmuştur. Çünkü "Kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir."
(Bakara, 2/153) ve "Ancak sabredenlere, mükafatları hesapsız
ödenecektir." (Zümer, 39/10).
"Sabredenleri müjdele ki, onlara bir bela
eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz ona döneceğiz' derler. İşte
Rab'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da
onlardır." (Bakara, 2/155-157). Onun için hadislerde de, "Sabır,
genişlğin anahtarıdır." "Sabreden zafer bulur." diye varid
olduğu gibi, dilimizde de "İlmin başı sabırdır", "Sabrın sonu
selamettir." diye darb-ı mesel olmuştur.
Bu açıklamadan ve sözün gelişinden anlaşılır
ki övülen ve tavsiye edilen sabır, iman ve güzel amel ile Hak ve hayır yolunda
sabırdır ki bu şecaat, sadakat ve mertlik şiarıdır. Yoksa her kötülüğe
katlanmak, her aşağılığa boyun eğmek, pislikler içine düşüp de, her ne pahasına
olursa olsun, ondan çıkmaya, kurtulmaya çalışmamak, çabalamamak, ilişik
etmemek, batılda, fenalıkta -ne olursa olsun- saplanıp kalmak ve şerre rıza göstermek
demek olan tembellik, zillet ve miskinlik ile düşüklükten ibaret bulunan
duygusuzluk değildir. Çünkü "Üstünlük, ancak Allah'a, O'nun elçisine ve
müminlere mahsustur." (Münafikun, 63/8) ve Allah "Acizlikten ötürü
bir yardımcısı bulunmayan." (İsra, 17/111) dır. Ve çünkü şerre rıza şer,
küfre rıza küfürdür. Ve eşeğe mahsus yumuşaklık kötülenmiştir. Onun için
temizliğini bulanmaktan koruyacak sıkıntıları, çakışları olmayan, yani
"Hiç kızma eseri göstermeyen yumuşaklıkta hayır yoktur." diyen şairin
şu beytini -yukarılarda da geçtiği üzere Resulullah beğenmişti:
"Berraklığını bulanmaktan koruyacak
kızgınlık eseri bulunmayan yumuşaklıkta hayır yoktur."
Ve sahih hadiste "Sizden her kim bir
kötülük, bir biçimsizlik görürse onu eliyle değiştirsin, ona gücü yetmeyen
diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle (değiştirsin) ki bu imanın en
zayıfıdır." buyurulmuştur. "Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe)
dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz
çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o
zalimler topluluğuyla oturma."
(En'am, 6/68) âyeti de bu mânâyı ifade eder.
Bununla beraber bu gibi sabredilmemesi gereken hallerde de telaş ve hiddetle
hareket etmeyip "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle davet
ederim, ben ve bana uyanlar." (Yusuf, 12/108) buyurulduğu üzere basiret
ile hareket etmelidir.
İşte ancak böyle iman, güzel ameller, hakkı
tavsiyeler, sabrı tavsiyeler ile, bu dört vasıf ile vasıflanan kimseler ziyanda
değil, müstesnadırlar. Bu müstesnalardan başkası mutlak bir ziyandadırlar.
Bunun dördü de Hakk'a tam imanın belirtisi demektir. Hak, gerçekte sabit ve
tahakkuk edici olduğu ve imanın hükmü de inanılana tabi bulunduğu için Hakk'a
iman hiçbir zaman yanlış çıkmayacak ve bütün mekan ve zamanın üstünde Hak,
hayat ile yaşayacak olan ebedî bir nimet ve saadet olduğundan, dünyada o Hakk'a
tam imanın bir tezahüründen ibaret olup da onun yolunda güzel işlere
sarfedilmiş bulunan bir hayat, bir ömür, hiçbir zaman boşa gitmez, hüsrana
düşmez. Böyle bir imana erişmeyen nefisler de ziyandan kurtulmaz. Hiç imanı
olmayanların kurtulamayacağı açık olduğu gibi, batıla iman etmiş olanların da
imanın meyvesi olan amelleri, o bâtılın bâtıllığıyla yok olup gideceği de
şüphesizdir. Fakat bu âyet şunu gerektiriyor ki, Hakk'a iman etmekle beraber
güzel işler yapmayan, Hakk'ı ve sabrı tavsiye etmeyen kimseler de bir çeşit
ziyandan hariç kalmamış olurlar. Demek olur ki, iman olunca amelsizlik ziyan
etmez diyen Mürcie mezhebi sahiplerinin görüşleri doğru değildir. Doğrusu
Sünnet Ehli'nin dedikleri gibi imanı olup da, imanına göre amel etmeyen
fasıklar, asiler için de bir çeşit ziyan vardır. Zira ebedî olmamakla beraber
mümin isyankarlar için de cehennem vardır. İman en sonunda onları da kurtarırsa
da, kötülükleri iyiliklerinden ağır gelen müminler de günahları temizleninceye
kadar cehennem azabı olan hüsranı göreceklerdir.
Başta beyan olunduğu üzere bu sûrenin geniş
bir şekilde açıklanması bütün Kur'ân demek olduğundan, daha ne kadar açıklaması
yapılsa tükenmez. Taberânî "Evsat"da ve Beyhakî "Şuab"da
Ebu Huzeyfe'den -ki sohbeti vardır- şöyle dediğini rivayet etmişlerdir.
"Resulullah'ın ashabından iki kişi birbiriyle karşılaştıklarında biri
diğerine Ve'l-Asrı Sûresi'ni okumadan, sonra da biri diğerine selam vermeden
ayrılmazlardı."
Bizlerin de asrımızın gidişini ve
ömürlerimizin geçişini anlayıp düşünerek birbirlerimize Hak ve sabır tavsiye
etmeye ve Hak Teâlâ'ya tam iman ile güzel amellere başarı dilemeye ihtiyacımız
ne kadar çok! Ne kadar çok! Buna karşılık böyle Hak ve hayır tavsiye eden
müstesna kişilerle alay ederek, onları türlü türlü ayıplayıp çirkin bulanların
da hesabı yok. Fakat bunun üzerine öylelerinin ziyanındaki şiddeti açıklamak
için de Hümeze Sûresi geliyor.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Asr Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.