Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Alak Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
96-ALAK:
Sûresinin başından e kadar beş âyettir. Tam
sûre itibarıyla da Fatiha'dır. Fatiha bundan ve in ve in baş kısımlarından
sonra inmekle beraber tam sûre olarak indirildiğinden, sûre itibarıyla önce
indirilen Fatiha, âyet itibarıyla önce indirilen de 'dir. İmam Ahmed b. Hanbel,
Buharî ve Müslim ve Abd b. Humeyd ve Adurrezzak ve daha başkaları İbnü Şihab
yoluyla "Urve b. Zübeyr'den, Hazreti Aişe (r.a.)'den vahyin başlaması ile
ilgili hadiste -ki Fatiha da tamamı nakl edilmişti- ilk vahyin rüyayı sadıka
(doğru çıkan rüyalar) ile başladığını açıkladıktan sonra Hira mağarasında
meleğin gelip tazyik ile tutup sıkıp da "oku" dediğini, "Ben
okumuş değilim." diye cevap verdiğini, bunun üzerine bir daha sıkıp yine
diye cevap verdiğini, üçüncüde yine bütün çabasını sona erdirinceye kadar sıkıp
bırakıp da dediğini rivayet etmiş olduklarından ve hepsinden en sahih (doğru)
olan bu rivayette ise e kadar âyetler diye anlatılmış ve açıkça ifade edilmiş
bulunduğundan ilk inen âyetlerin bu âyetler olduğu en sahih olarak isbatlanmış
bulunmaktadır. Yalnız ile yetinen bazı rivayetten maksat, sûrenin tamamına
işaret olduğunu zannedenler olmuş ise de bu mücmel e kadar açıkça ifade eden
rivayet müfessir demek olduğundan, müfessirin mücmele tercih edilmesi gerekir.
Tamamı birden indirilen sûrelerin pek az olup
azar azar ve çoğunlukla beşer veya onar âyet indiği bilindiği gibi, bunlarda da
beşer âyet anlatıldığı ve bu sûrenin geride kalan kısmı da anlamlarına göre
sonra davetin başlamasıyla karşılıklı mücadelenin meydana gelmesinden sonra
indiğine delalet ettiği ve namazın farz kılınmasından sonra olduğu anlaşılan bu
âyetlerin Ebu Cehil'in azgınlığı sebebiyle indiği hakkında da Buhari ve diğer
(hadis) kitaplarında rivayetler nakledilmekte bulunduğundan dolayı ilk
indirilen, bu sûrenin tamamı değil, başından beş âyet ve tam sûre olarak
indirilenin Fatiha olduğu ve değişik rivayetlerin bu şekilde bağdaştırılması bu
konudaki sözlerin ve rivayetlerin gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından en
sahihi (doğrusu) bulunduğu gerçekten tesbit edilmiştir. Onun için Zamahşerî'nin
İbnü Abbas ve Mücahid'den: Bu sûre ilk inendir. Tefsir bilginlerinin çoğu ise; "ilk
inen (sûre) Fatiha, sonra Kalem sûresidir" sözü de Fatiha tefsirinde
geçtiği tarzda bu mânâ ile açıklanmış ve rivayetler arasında uyum sağlanmıştır.
Özetle en sahih olan rivayetlere göre bu sûrenin beş âyetinin ilk inen olması,
Fatiha'nın tam sûre olarak ilk inen olmasına ve bu arada başka sûrelere ait bir
takım âyetlerin inmiş olmasına aykırı değildir. Şu halde İbnü Abbas ve
Mücahid'in sözü ile tefsir bilginlerinin çoğunun sözleri arasında gerçekten
çelişki yoktur ve bundan dolayı "Keşşaf" sahibi gibi Fatiha'nın ilk
inen sûre olduğu sabit değildir zannedenlerin görüşü doğru değildir. Kur'ân'ın
gerek âyet ve gerek sûre tertibinde inme sırası gözetilmeyerek Mekkî (Mekkede
inen) ve Medenî (Medine de inen) sûrelerin ve âyetlerin öne almak ve geriye
bırakmakla karıştırılıp daha çok mânâ ilişkisi gözetilmiş bulunmasında ise
nazmın güzellikleri ve Kur'ân'ın icazı açısından çok büyük hikmetler vardır ki
bunun en belirgini hayatın gidiş ve gelişmesinde ve zaman olayları ve
değişmelerinin meydana gelmeleriyle analiz ve birleştirmesinde daima önceki ile
sonraki arasındaki birlik ve düzen nizamını düşündürmektir. Mesela bu beş âyet,
Fatiha'dan önce inmiştir diye bunları sûreden ayırıp da tertipde Fatiha'dan
önce koymaya kalkışmak gibi bir üslub takip edilecek olsaydı, ne bu sûre kalır,
ne de Kur'ân'ın (diğer) sûreleri ve âyetleri arasında bir uygunluk bulunurdu.
Öyle yapılmayıp Kur'ân'ın herhangi bir kısmı okunurken ve hatta her hangi
önemli bir işe başlarken diye başlamakta hem her şeyden önce "Rabb'ının
ismiyle oku" emrinin mânâsının uygulama, hem de Kur'ân nazmını hiç
bozmadan bütün yönleriyle korumak vardır. Bu sûrelerin bu şekilde Kur'ân'ın
(indirilmesinin) bitimine doğru buraya konulmasında şüphesiz ki ilk sırasında
anlaşılan mânâdan fazla bir mânâsı vardır. Henüz okunacak bir kitap verilmeden
oku oku denilmekle "İşte bu kitap" (Bakara, 2/1) diye başlayarak
okunacak kitabı tamamladıktan sonra bitimine doğru "oku oku" diye
emredilmesindeki mânâ elbette farklıdır. Bunda olgunluk döneminden, zamanın geçmesinden
sonra da peygamberliğin ilk durumunu hatırlatmakla sonu baş tarafa çeviren bir
yenileme ve hiçbir zamanda okumaktan doyulmayacağını anlatmak üzere "O
halde bir işi bitirdin mi daha yorucu olana koş, ancak Rabbinden iste."
(İnşirah 94/7-8) mânâsı gereğince biri bitince diğerine başlamak suretiyle bir
devam mânâsı vardır. İlk indirildiğinde okumaya başlamak için varid olan bu
pekiştirilmiş emir sonradan da tekrar tekrar devam etme mânâsını ifade etmek ve
bu şekilde önceki sûrede geçen ahsen-i takvim ile ahkemü'l-hâkimîn
(hükmedenlerin en doğru hükmedicisi) olan Allah, dininin gereğini uzun uzadıya
açıklama hususunda buraya derc etmiş. Ve onun içindir ki bunun başında ilk
indirilen beş âyet, sonradan insanın kendini ihtiyaçsız görmesinin sakıncalı
olduğunu açıklayan ve Allah'a dönüşü ifade eden "Hayır! Gerçekten insan,
kendisini zengin görünce azıyor. Oysa dönüş, elbette Rabbinedir." âyetleri
ile takip edilmiştir. Demek ki İslâm dini, başlangıçta diye okumak emri ile
gelmiş ve sonra da insan bir mertebeye gelir de okumaktan, ilimden, din ve
kulluktan kendisini doygun olur zannetmemesi ve başlangıç ve sonuç
birleştirilerek, her sonucun bir başlangıç gibi bilinmesi için bu emri kapsayan
bu sûre buraya yerleştirilmiştir. Bu mânâ "Ecelin gelinceye kadar Rabbine
ibadet et." (Hicr 15/99); "Ve de ki: Rabbim! İlmimi artır."
(Tâhâ, 20/115) âyetlerinin de mânâsıdır.
Âyetleri : Hicâzî'de yirmi, Irâkî'de on dokuz,
Şâmî'de on sekizdir.
Fâsılası : harfleridir. Bunlar, sırasıyla
birleştirilirse "kalk bağışlayayım" yahut "kalk heybet ver"
mânâları çıkar.
Meâl-i Şerifi
1- Yaratan Rabbinin adıyla oku!
2- O, insanı bir alekadan (embriyodan)
yarattı.
3- Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.
4- O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.
5- İnsana bilmediği şeyleri öğretti.
6- Hayır! Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder.
7- Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği
için.
8- Muhakkak ki dönüş mutlaka Rabbinedir.
9, 10- Namaz kıldığı zaman, bir kulu
engelleyeni gördün mü?
11- Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru
yolda olur,
12- Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?
13- Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar,
yüzçevirirse,
14- O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç
bilmiyor mu?
15, 16- Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından
vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı
perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.
17- O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
18- Biz de Zebanileri çağıracağız.
19- Hayır, sakın ona boyun eğme (Allah'a)
secde et ve yaklaş.
Rabbinin adıyla oku!. Yani onun yüce adıyla, "Allah"
yüce ismi ile başlayarak oku. Okumaya başla. Yukarıda geçtiği üzere bu emir
inerken, başlangıçta Hira mağarasında Hz. Muhammed'in zatına melek gelip canına
tak diyen şiddetli bir sıkıştırma ile yalnız "oku" demiş. O zamana
kadar Hz. Muhammed okumak bilmediği için "ben okumuş değilim" yani
okumak bilmem ki ne okuyayım? demişti. Bunun üzerine yine şiddetli bir
sıkıştırma ile "oku" demiş. O da yine "ben okumuş değilim"
demişti. Demek ki o ilk iki "oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma
denilen işe başlamak için heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi.
Kur'ân, üçüncü defaki sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla
oku!" emri ile başlamıştı. Şu halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı
bir mahiyette Hazreti Peygamber'i okumazken okur yapmış, hem öğretici bir
şekilde nazmı ile okunanı belirtmeye başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin
böyle yaratan, terbiye eden Allah'ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak
olduğunu yükümlü tutmak şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur: Gerçi
sen bu zamana kadar okumadın. "Sen Kur'ân'dan önce bir kitap
okumuyordun." (Ankebut 29/48) kitabın niteliğini, imanın esasının neden
oluştuğunu bilmezdin... "Sen önceleri kitap nedir iman nedir
bilmezdin." (Şurâ, 42/52) Fakat işte yaratmak denilen işin sahibi olup
kâinatı yaratan ve seni yaratıp yetiştiren, sana ve her işine sahip olan
Rabb'in seni kudretiyle şu anda bir okur yaptı, okunacak bir Kur'ân, bir kitap
indirmeğe başladı. Böyle öğretildiği gibi o Rabbi'nin ismiyle başlayarak oku!
"Kur'ân okumak istediğin zaman, Allah'ın
rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden Allah'a sığın." (Nahl, 16/98)
âyetinde de geçtiği üzere Kur'ân okumanın hakikati, sözü rastgele söylemekten
daha güzel bir şekilde düzgün olarak bağlayarak birbiri ardınca ağızdan sesle
çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve gerek yüzünden, gerek gizli ve gerek açık
mutlak olarak okumak demektir. Kitabın kitap olması için, gerçekten yazılmış
olması şart olmadığı gibi, okumak için de mutlaka yazı şart değildir.
Gözle mütalaaya (okumaya), zihinden
hatırlamaya okumak demek de mecazdır. Hakikaten kırâetin kemali ezbere
okumaktır. Hz. Peygamber'in hadisinde söylendiği üzere yüzünden okumanın sevab
ve fazileti, kavrama ve ezberlemeye vesile olmasından dolayıdır. Resulullah'ın
kırâati, yazıya ihtiyacı olmaksızın Allah tarafından kendine böyle inmiş olan
Kur'ân'ı ezberinden en mükemmel şekilde okumaktır ki, kendi kendine veya
namazda veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı ve yazdırmayı kapsar.
İşte eskiden hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan Ümmî Peygamber'e bu emir
ile bir mu'cize olarak okunacak bir kitab verilmeye başlanmış ve kendisine
yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla yazdırtacak bir kırâet kudreti ihsan
buyurmuştur. Buna besmele ile başlanması da emrolunmuştur. Ve bunun hikmeti, uluhiyet
gereği olduğu da özellikle "senin Rabbin" izafeti ile anlatılmıştır.
Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı bellemeden böyle bir kırâet mucizesi
nasıl mümkün olur? gibi bir şüpheye meydan bırakılmaması için kalem işine kadar
gelinmek üzere aşağıdaki gibi yaratıcılık vasfı (niteliği) ve yaratılışın
başlangıcı ile uluhiyet hükmü hatırlatılarak ve açıklanarak buyuruluyor ki: O
Rabb'in ki yarattı, yani olmayan şeyi yaratmak kendisinin vasfı olan, yahut
seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle oku ki
2. O insanı bir kan pıhtısından yarattı.
ALAK , aleka 'nın çoğulu olarak sayılmıştır.
Beydâvî demiş ki: "İnsan" kelimesi, çoğul mânâsında olduğu için çoğul
yapılmıştır. "Kamus" ve şerhlerinden anlaşıldığına göre aslında
lügatta alek maddesi, yapışıp ilişmek mânâsına vaaz edilmiştir. Ve mutlak şekilde
ilişken ve yapışkan nesneye de denir. Bundan her türlü kana ve kırmızı kana ve
özellikle uyuşuk kana alek denilmiş. Kandan bir kısım olması itibariyle veya
doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile rahimdeki tutuğa da aleka denilmiştir.
Yapışkanlığından dolayı sülük ve kuyu makarasına ve ipine ve makarasının
iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek yola da alek denilir . Bütün
bunlar maddî mânâdır. Bunlardan başka alek, ruhanî ve manevî olarak
"alaka" gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta açıklanmıştır.
Tefsir bilginleri, yaratılışın maddi yönünü
göz önünde bulundurarak meni (sperma)nin aşılamasından sonra medana gelen kan
pıhtısının çoğulu olmasıyla yetinmişler ve bunu en alçaktan en yükseğe
yükselmeyi göstermek için açıkça anlaşılan mânâ olarak görmüşlerdir. Fakat
manevî yönü de kapsamak üzere mutlak bir alaka, bir ilişik mânâsına müfred
olarak düşünülmesine hem alekanın yaratılmasına da başlangıç olan ve Rabbanî
bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar insanın bütün yaratılışın başlangıçlarını
kapsayan, hem de okunanın ruhî bir sevgi ve alaka ile takip edilmesi hususuna
da açık faydalı bir uyarım olacağından dolayı daha ince, daha derin, daha beliğ
olur. Bu şekilde meâle şöyle demeli: "O, insanı bir ilişikten yarattı.
Bununla beraber iki takdirde de kısaca mânâsı şudur: "Bir alakadan, yahut
sırf bir ilişikten bir insan yaratan ve mutlak surette yaratmak kendinin şanı
olan Rabb'in hiç okumamış olan kimseyi de böyle bir emir ile elbette okutur.
Onun için oku!
3. Onun ismi ile "oku" tekrarı ifade
eden bu ikinci emir okumak yeteneğinin tekrar ile meydana geleceğini uyarmak
üzere birinci "oku"yu pekiştirmek için bir tekrar olduğu gibi, daha
sonraki âyetlerden hareket ederek başkalarına tebliğ etmek veya yazdırmak için
okumak üzere ikinci bir emir de olur. Bundan dolayı kalem ile yazı meselesi
burada açık olarak anlatılarak, mümkün olup olmamakla ilgili sorunun çözümü,
başlangıç veya itiraziye (parantez içi) veya hal vavı ile şöyle tamamlanıyor.
Ve Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. mübteda, sıfatı haberdir. (el-Ekrem) haber,
(ellezi) onun sıfatı olması da caizdir. İki durumda da müsned marife (belirli)
olduğu için kasr (tahsis) vardır. Birinci tarz, sözün gelişine daha uygun ve
peygamberlik ile lütuf ve ihsanda bulunmanın kalem ile ikramda bulunmadan daha
yüksek olduğunu anlatmada daha açıktır. Yani başkası değil, o her cömertten
daha cömert olan Keremine, kerametine nihayet olmayan, karşılıksız, bedelsiz,
korkusuz, endişesiz lütuf ve hilmi ile, sebepli veya sebepsiz, alışılmış ve
alışılmamış cömertlik ve yardım ile nimet verip, ihsanda bulunan kerametler ve
mucizeler bağışlayan ve gerçek kerim (cömert) yalnız kendisi olan o yaratan ve
sana ismi ile başlayarak okumayı emreden ancak Rabb'indir.
4. O kalem ile öğretendir. Kalem ile yazıyı
öğreten, o vasıta ile ilim belleten de odur. Yoksa bir kan pıhtısından
yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.
5. O, insana bilmediği şeyleri öğretti.
İnsanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri, kabiliyetleri yaratarak ve deliller
getirerek ve âyetler indirerek vehbî (Allah vergisi) olarak da öğretti.
Çalışarak kazanma yoluyla da öğretti. İşte öyle sonsuz kerem sahibi olan
Rabb'in sen hiç okumamışken, yalnız cömertliğinden sana Ledünnî (Allah
tarafından ihsan edilen) bir ilim vererek böyle bir emir ile seni kaleme muhtaç
etmeden de okutur, bilmediğin şeyleri bildirir ve bildirdi. Onun için sen de
onun ismiyle bu Kur'ân'ı oku, oku. Beydâvî der ki: Yüce Allah insanı en özel
mertebelerden en yücesine nakleden ve nimetini ortaya koymakla Allah'lığını
anlatmak ve cömertliğini gerçekleştirmek tarzında insanın başlangıç ve son
durumunu sayarak bu şekilde önce Allah'ı tanımaya akıl yoluyla delalet edene
işaret; ikinci olarak da işitme yoluyla delalet edene uyarıda bulunmuştur.
Doğrudan doğru yaratılışı incelemenin Allah'ı
tanımaya delaleti akla dayanır. Okuma ve yazmada ise okuyan ve yazandan
nakletme itibarıyla (Allah'ı tanımaya) işitmeye dayalı delaleti vardır. Bu
şekilde Kur'ân akli delilleri de kapsamakla beraber onlar onun mânâsı
olduğundan asıl kendi delaleti, sözle ve işitme yoluyla olan delalettir.
Peygamber'in Allah'tan öğrenerek okuduğunu nakleder ve anlatır demek olur.
Kur'ân'ın ilk inen âyetinin, böyle akıl ve işitmeye dayanan delili kapsayan,
tekvinî (var etmeyle ilgili), teşriî (kanun yapmaya ait) emirlerle oku oku
diyerek ve okumanın, yazmanın, ilmin öğretilmesi insana Allah'ın en büyük
kereminden olduğunu hatırlatarak gelmesi elbette çok önemli ve çok dikkate
değer. Burada Peygamber'in okumak için yazıya ihtiyacı olmadığı bildirilmekle
beraber şüphe yok ki kalem ile öğretmenin de Allah'ın büyük bir ikramı olduğu
açıklanmış ve böylece ümmet okuyup yazmaya teşvik edilmiş ve özendirilmiştir.
Şu kadar ki bunu anlatırken peygamberin yazı yazmaksızın okuması, kitap sahibi
olması, hakkındaki Allah'ın keremini, yani peygamberlik ve elçiliğini ispatlama
görüşü açısından daha yüksek olduğu da ifade edilmiştir.
Nitekim bu mânâ, Ankebut Sûresi'nde "(Ey
Muhammed!) Kur'ân'dan önce sen herhangi bir yazı okumuş değildin; onu elinle de
yazmamıştın. Öyle olsaydı o iptalciler şüpheye düşerlerdi." (Ankebut,
29/48) âyetinde açıkça anlatılmıştır. Şu halde kalemin bu önemini ifade eden
âyeti ilk okuma emri ile beraber kabul eden peygamberin (s.a.v) bundan sonra
kalem ile yazıyı da öğrenip yazması gerekmez miydi? sorusu sorulmaz. Gerçekten
peygamberin kendi eliyle hiç yazı yazmadığı ve A'lâ Sûresi'nde "Sana
Kur'ân'ı okutacağız (ve Allah dilemedikçe de) artık hiç bir şey
unutmayacaksın." (A'lâ, 87/6) buyurulduğu üzere Allah tarafından okutulanı
unutmayacağına dair kendisine güvence verildiğinden, ezberleme ve kavrama için
de yazmaya ihtiyacı olmadığı, fakat indirilen (âyetler)i ümmetin ezberlemesi
için vahy katiplerine okuyup yazdırdığı bilinmektedir. Acaba kendisi yazmamakla
beraber yazılanı okumayı peygamberlikten sonra da bilmiyor muydu? Bu hususta da
meşhur olanı, "hayır bilmiyordu". Çünkü Hudeybiye anlaşması
belgesinde yazılan bir kelimeyi silmek için hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sorduğu
bilinmektedir. Bununla beraber "Şifa" ve "haşiyelerinde"
anlatıldığı üzere sonradan katibi Hz. Muaviye'ye "Yani divite ham ipek
koy, kalemi yan kes, ba'yı uzat, sin'i(n dişlerini) ayır, mim'i köreltme, Allah
(kelimesini) güzel yap, er-Rahmân'ı uzat er-Rahîm'i güzel yap (süsle)."
meâlinde besmeleyi güzel yazmasını emr ve tarif ettiğine dair bazı hadislere
göre yazıyı bildiği de söylenmiştir. Bunu özel bir vahiy ile söylemiş olması
düşünülmekle beraber bu "oku" emrinden sonra yirmi üç sene Kur'ân'ı
okumak ve yazdırmak vazifesi olmuş olan Hz. Peygamber'in bu müddet içinde
yazıyı da bellemiş olması akla uzak değil, uygundur. Bu onun hiç okumamış,
yazmamış ümmi iken Allah'ın emri ile okur peygamber olması mucizesine aykırı
olmaz, yasaklanmış da değildir. Daha önce okumuş yazmış olsaydı "O vakit
iptalciler şüpheye düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) buyurulduğu üzere iptal
ediciler onun Allah tarafından indirildiğinde şüphe edebilirler idiyse de
peygamberlikten sonra okur olması gibi yazıyı bilmesi de şüphe değil, vurgulama
olur. Ve bu, âyetlerin teşvikine de yakışır. Fakat gerçekten fiili olarak
yazmadığı ve başka kitap mütalaa etmediği kesindir.
6. "Hayır." Sûrenin bundan sonraki
kısmının epeyce zaman sonra indiği anlaşılıyor. Ve inmesine sebep de Ebu Cehil
olduğu rivayet ediliyor. Bu arada Buhari ve Tirmizi'de İbnü Abbas'tan rivayet
edildiği üzere: "Eğer Muhammed'i Kabe'de namaz kılarken görürsem boynunu
çiğnerim." demişti. Bu sebeple ile sakındırma, her şeyden önce ona ait
olmak üzere öyle azgın kâfir insana hitapdır. Çünkü başında görünürde azarlama
ve yasak etmeyi yönlendirecek bir şey yoktur, denilmiş. Bu şekilde sûrenin baş
tarafına bağlanmamış, Ebu Cehil'in sözünü reddederek hitap ona yönelmiş oluyor.
Bu ise görünüre aykırıdır. Kur'ân'da bazen sağa, bazen sola hitabı
çeşitlendirme üslubu çoktur. Bu sûrede lerle de birkaç defa ahenkli bir şekilde
yapılmış ise de, kendinden öncekine bir bağlantıyı gerektiren bu ile üslub
çeşitliliği belli olmuyor. Onun için bazıları da burada "Kella" yasak
etmek için değil, "gerçekten" mânâsına olarak sonrasını pekiştirmek
içindir. Hitap, yine peygamberedir, demişler. Bizim anladığımıza göre hitabın
ilk önce Resulullah'a olması açık, "kellâ"nın da kendinden önceki
âyetleri tekrar tekrar okuma emirlerini zıddından caydırma ve sakındırma ile
emri takviye olması nazmın ahengi itibariyle de uygun olduğundan mânâsının şu
olması gerekir: "Sakın okumamazlık etme ey Muhammed!" Çünkü insanoğlu
muhakkak azıyor, azar, haddini aşar, hakka karşı gelir, halka zarar verir,
7. kendini zengin görünce, kendini artık
ihtiyacı yokmuş, maksada ermiş, zenginlik mertebesine gelmiş görmek, o görüş ve
inançta bulunmak sebebiyle azar, onun için hiçbir zaman kendini zengin görme de
Rabb'inin ismiyle oku, tekrar tekrar oku, emirlerini yerine getir.
8. Çünkü haberin olsun ki sonunda dönüş
elbette Rabb'inedir.
RUC'A , "büşrâ" ölçüsünde dönme
mânâsına masdardır. Yani dönüş onadır. Ondan kurtuluş yoktur. Onun için hangi
basamakta olursa olsun kendini zengin görmemeli, azgınlıktan sakınmalıdır. Bu
hitap da Resulullah'adır. Bununla beraber esas maksat, kendini zengin gören ve
azgınlık edenleri uyarmaktır. Onun için âyetin inme sebebi olan kendini zengin
gören azgının azgınlığı bir misal halinde gösterilerek buyuruluyor ki:
9. "Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği
üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî) olan görmek veya görüş sahibi
olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî) olan ilim mânâsından gördün
mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın ha gibi dikkati çeken bir hitap
ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne ise bana haber ver! demek mânâsına
kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat gerçekten soru ve haber alma
olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama veya azarlama veya şaşırtma
olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü? Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana
ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır. Tefsir bilginleri bunların
tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:
Birincisi; hepsinin de aynı muhataba, yani
özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap ile insana yönelik olması olabildiği
gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme (yargılama) veya bir hitabet üslubu ile
sağa sola çeşitli şekillerde hitap etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu
birincinin, önce Hz. Peygamber'e hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap
şanından olan herkese hitap olur. Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak
gördün mü? Baksana ha şuna, kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor?
diye kötüleyerek Peygamber'e ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir
etme vardır. Yani ey Muhammed! Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir
kulu namaz kıldığında. Namaz kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada
engellemek ne büyük cür'et, ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi
kendini zengin gördüğünden dolayı yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken
namaza geçilmesi onda kırâetin bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas
ve dinin direği bulunmasından dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin
inmesi namazın farz kılınmasından sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre;
burada namaz kılan bir âbid (ibadet eden) den maksat Resulullah, engel olan da
Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim,
Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu
Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü
sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş, sonra da Resululah namaz kılarken
dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş elleriyle
korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde, onunla benim aramda
ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var, demiş. Resulullah da "Bana
yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi." buyurmuş. Allah Teâlâ da
'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde de peygamber
(s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan alıkoymadım mı?"
diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu diye Hasan'dan
rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman olması, hicretten
sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan başka Bilal ve
diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu için onu ve
benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline göre Tebrizî
demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir ki
bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk
müslümanlardan bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu
Caferle beraber uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl
dedi." ve kendisi sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:
"Ali ve Cafer benim güvendiklerimdirler,
Zamanın sıkıntısı ve şiddeti esnasında,
Vallahi ben o peygamberi yardımsız bırakmam,
Benim soyumdan olan da bırakmaz.
Bırakmayın, yardım edin oğluna amucanızın,
Amcalarınız arasından ana-baba bir
kardeşimin."
Resulullah da bununla sevinmişti. Alûsî der
ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde
farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma
olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu
kesinlikle ifade etmiştir. Suddî de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in
vefatı ise hicretten üç sene kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin
vefatından üç veya beş gün öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber
olarak gönderilmesinden on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz
kılınışına kavuşmuştur. Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin
gönderilmesinden beş sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu
görüşü tercih etmişlerse de bu görüş tenkid edilmiştir.
Fakat, Alûsî'nin bu itirazını biz uygun
görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil, beş vakit namazdır.
Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi tefsirinde geçtiği üzere gece
namazının farz olması gibi bir öğle namazının da farz kılınmış olmasına aykırı
düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette öğle namazı denilmiş, farz
olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman olması ilk olarak açıkça
kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir. Ancak bu âyetin inme
sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette de kasdedilen yalnız o
namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır. Şeriata uygun olan herhangi
bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile herhangi bir namazı yasaklamak,
namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık hükmüne dahildir. Ancak asıl
yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla ilgili şartlardan biri
itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet vaktinde veya gasbedilmiş
bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez. Çünkü bunları yasaklamak,
namazın kendisinden değil, namazın şartlarından olan zaman ve yerden dolayıdır.
Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak bu gibi durumlarda bile yasaktan
sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir. Nitekim rivayet ediliyor
ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından önce namaz kılan bazı
kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken görmedim, demiş." Öyle
ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması altına girmekten
korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken yasaklamayı istemem,
fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir. Yine bu nükte iledir
ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine İmam Ebu Yusuf:
"Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla" der
mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap
vermiş, açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden
alıkoymak da namazdan alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile
fiilî yasaklama ve tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul
ederek namazdan, ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil
davranışıdır.
10. "Gördün mü?". Yukarılarda
geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî) olan görmek veya görüş
sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî) olan ilim mânâsından
gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın ha gibi dikkati çeken bir
hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne ise bana haber ver! demek
mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat gerçekten soru ve haber
alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama veya azarlama veya
şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü? Ne dersin? Söyle
bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır. Tefsir bilginleri
bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:
Birincisi; hepsinin de aynı muhataba, yani
özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap ile insana yönelik olması olabildiği
gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme (yargılama) veya bir hitabet üslubu ile
sağa sola çeşitli şekillerde hitap etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu
birincinin, önce Hz. Peygamber'e hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap
şanından olan herkese hitap olur. Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak
gördün mü? Baksana ha şuna, kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor?
diye kötüleyerek Peygamber'e ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir
etme vardır. Yani ey Muhammed! Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir
kulu namaz kıldığında. Namaz kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada
engellemek ne büyük cür'et, ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi
kendini zengin gördüğünden dolayı yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken
namaza geçilmesi onda kırâetin bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere
esas ve dinin direği bulunmasından dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin
inmesi namazın farz kılınmasından sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre;
burada namaz kılan bir âbid (ibadet eden) den maksat Resulullah, engel olan da
Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim,
Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu
Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü
sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş, sonra da Resululah namaz kılarken
dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş elleriyle
korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde, onunla benim aramda
ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var, demiş. Resulullah da "Bana
yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi." buyurmuş. Allah Teâlâ da
'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde de peygamber
(s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan alıkoymadım mı?"
diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu diye Hasan'dan
rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman olması, hicretten
sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan başka Bilal ve
diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu için onu ve
benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline göre Tebrizî
demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir ki
bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk
müslümanlardan bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu
Caferle beraber uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl
dedi." ve kendisi sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:
"Ali ve Cafer benim güvendiklerimdirler,
Zamanın sıkıntısı ve şiddeti esnasında,
Vallahi ben o peygamberi yardımsız bırakmam,
Benim soyumdan olan da bırakmaz.
Bırakmayın, yardım edin oğluna amucanızın,
Amcalarınız arasından ana-baba bir
kardeşimin."
Resulullah da bununla sevinmişti. Alûsî der
ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde
farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma
olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu
kesinlikle ifade etmiştir. Suddî de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in
vefatı ise hicretten üç sene kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin
vefatından üç veya beş gün öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber
olarak gönderilmesinden on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz
kılınışına kavuşmuştur. Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin
gönderilmesinden beş sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu
görüşü tercih etmişlerse de bu görüş tenkid edilmiştir.
Fakat, Alûsî'nin bu itirazını biz uygun
görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil, beş vakit namazdır.
Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi tefsirinde geçtiği üzere gece
namazının farz olması gibi bir öğle namazının da farz kılınmış olmasına aykırı
düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette öğle namazı denilmiş, farz
olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman olması ilk olarak açıkça
kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir. Ancak bu âyetin inme
sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette de kasdedilen yalnız o
namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır. Şeriata uygun olan herhangi
bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile herhangi bir namazı yasaklamak,
namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık hükmüne dahildir. Ancak asıl
yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla ilgili şartlardan biri
itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet vaktinde veya gasbedilmiş
bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez. Çünkü bunları yasaklamak,
namazın kendisinden değil, namazın şartlarından olan zaman ve yerden dolayıdır.
Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak bu gibi durumlarda bile yasaktan
sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir. Nitekim rivayet ediliyor
ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından önce namaz kılan bazı
kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken görmedim, demiş." Öyle
ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması altına girmekten
korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken yasaklamayı istemem,
fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir. Yine bu nükte iledir
ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine İmam Ebu Yusuf:
"Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla"
der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap
vermiş, açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden
alıkoymak da namazdan alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile
fiilî yasaklama ve tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul
ederek namazdan, ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil
davranışıdır.
11. Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber
ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul doğru yolda olur, yahut kötülüklerden
sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi olduğu için cevabı hazfedilmiştir.
fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a da, yasaklayana da ait olabilir.
Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik olur. Kula ait olduğu takdirde
hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ
şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o
kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut onunla beraber daha yükselerek
diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup fenalıktan sakınmakla emretse ne
olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi, kötü her şeyi gördüğünü bilmez de
senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir yasaklayana ait olduğu
takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak kula yönelik olup mânâ şu
olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul! Ey Muhammed! O namazdan
alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir düşün: Eğer öyle azgınlık
etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan alıkoyacağına Allah
korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın görüyor olduğunu
bilmedi değil mi?
12. Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber
ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul doğru yolda olur, yahut kötülüklerden
sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi olduğu için cevabı hazfedilmiştir.
fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a da, yasaklayana da ait olabilir.
Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik olur. Kula ait olduğu takdirde
hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ
şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o
kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut onunla beraber daha yükselerek
diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup fenalıktan sakınmakla emretse ne
olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi, kötü her şeyi gördüğünü bilmez de
senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir yasaklayana ait olduğu
takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak kula yönelik olup mânâ şu
olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul! Ey Muhammed! O namazdan
alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir düşün: Eğer öyle azgınlık
etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan alıkoyacağına Allah
korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın görüyor olduğunu
bilmedi değil mi?
13. "Gördün mü?" Bunda da iki yorum
ihtimali vardır ve peygambere hitap olduğuna göre şöyle demek olur:
"Baksana ha, yahut gördün ha ey Muhammed! Sen doğru olduğun, hakkı
söylediğin halde eğer o namazdan alıkoyan azgın yalanlıyor, inanmıyor, ve (öyle
yalanlamakla, imansızlıkla) haktan yüz çeviriyor, tersine gidiyorsa iyi mi
olur? (Namazı) yasaklayan azgına hitap olduğuna göre de şöyle demek olur:
"Baksana ha, ey o kulu namazdan alıkoyan azgın! Eğer o kul senin
yasaklamanı dinleyip hakkı yalanlarsa, namaz kılmayıp tersine hareket ederse
iyi mi olur?
14. Allah'ın her şeyi mutlaka gördüğünü bilmez
mi? Sonra kendisine varılacak olan Allah mutlaka doğruyu da, eğriyi de, iyiyi
de, kötüyü de hepsini görür ve herkesin ameline göre cezasını verir. Bu zamiri
de hitabının karşılığına ait olarak bir bakıma e bir bakıma da yasaklayana
işaret eder. Hitap, yasaklayana olduğu durumda zamir, e işaret ederek
istifham-ı inkarî (olumsuz soru) olarak: O kul Allah'ın her şeyi gördüğünü
bilir. Senin yasaklamanı dinlemez ey azgın! demek olur. Hitap, peygambere
olduğu durumda da zamir, yasaklayana işaret edip istifham-ı takdirî (cevabı
ikrar ettirmek için soru sorma) olarak: "O azgın hala bilmedi mi? Hala
bilmediyse bilsin ki Allah her iki takdirde de hepsini görüp duruyor ey
Muhammed! demek olur. Ve ikisinde de o azgına tehdidi ifade eder.
"Keşşaf'ın dediği gibi iki şartın ikisinde de cevabı yapmak caiz olsa bile
sözün başlangıç cümlesi olması daha uygundur.
15 "Hayır" o azgının durumunu
reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek, onun zannettiği gibi
değil, sakın yemin için hazırlık yapma içindir. Yani uluhiyet şanına yemin
olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse", o kendini
zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa
"sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan
(değiştirilerek) elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez.
SEF' , şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak
yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.
NASİYE; bilindiği gibi alındaki saç, perçem
demektir. Onun bittiği alına, yani alnın üstünde başın ön tarafına da denilir.
Burada maksat, baştan ve dolayısıyla şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile
açıklanıyor: Yalancı, cani bir nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak
getirilmesi, perçemi genelleştirerek benzerlerini de âyetin kapsamına almak
içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz bir kelimenin marife (belirli)
kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de
sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır.
Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine engel olmaz.
16. "Hayır" o azgının durumunu
reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek, onun zannettiği gibi
değil, sakın yemin için hazırlık yapma içindir. Yani uluhiyet şanına yemin
olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse", o kendini
zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa
"sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek)
elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez.
SEF' , şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak
yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.
NASİYE; bilindiği gibi alındaki saç, perçem
demektir. Onun bittiği alına, yani alnın üstünde başın ön tarafına da denilir.
Burada maksat, baştan ve dolayısıyla şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile
açıklanıyor: Yalancı, cani bir nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak
getirilmesi, perçemi genelleştirerek benzerlerini de âyetin kapsamına almak
içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz bir kelimenin marife (belirli)
kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de
sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır.
Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine engel olmaz.
17. O vakit o, taraftarlarını çağırsın".
NADİ , halkın danışma v.s. gibi bir şey için
konuşmak üzere bir yere toplanmaları mânâsına nedve'den gelir. Nitekim
İslâm'dan önce Mekke'de Kureyşin toplandığı parlamento binasına
"Darü'n-nedve" denilirdi. Nadi orada ve o gibi yerlerde toplanan
heyettir ki eğlence meclisi, meclis, mahfel, kongre, parlamento terimleri
gibidir. Yeni Türkçe'de bu gibi büyük toplantılara eski bir terim ile kurultay
denilmesi yaygın olduğu için "kurultayını çağırsın" diye tercüme
edilmesi zamanımız şivesine daha uygun gelir. Tirmizî'de rivayet olunduğu üzere
Ebu Cehil, kurultayca çoğunluğun kendisinin olduğunu söylediğinden dolayı da bu
âyetle ona işaret edilmiş ve şu cevapla karşılanmıştır:
18. "Biz zebanileri çağıracağız."
ZEBANİ, ZEBANİYE, azab meleklerine isim olmuştur. Demişlerdir ki esas lugatte,
şurta yani zabıta kuvveti demektir. Kelime olarak çoğuldur. Bazıları, Abadid
(dağılan askerler, tepeler) aynı kelimeden tekili yoktur, demişler. Bazıları da
tekili zibniyye, yahut zibnidir demişler ki itme mânâsına gelen zebne nisbet
demektir. Buna göre çoğulunda zebaniyye nın şeddeli kılınması ile olması
gerekirse de hafifletilmiş demektir. Bu zebanilerin çağırılmalarından anlaşılır
ki o yalancı cinayetçi perçem Cehennem'e sürüklenecektir.
19. Sakın. Sakındırma üzerine sakındırmadır.
Ona itaat etme! Öyle kendini zengin gören, yalancı, cinayetkâr, namazdan
alıkoyar azgını dinleme! Rabbine itaat etmekle okutmakta sebat eyle, ve secde
et. Rabbinin emrine boyun eğmekle oku ve secdeye devam et ve yaklaş. Secde ile,
namaz ile ve yakınlığa sebep olan diğer ibadet ve kulluk ile kulluk ederek biz
Rabbine yaklaş. Çünkü sahih hadiste belirtildiği üzere "Kulun Rabb'ine en
yakın olabileceği durum secde ederkendir." Bir kudsi hadiste de "Kul
bana nafile ibadetlerle devamlı yaklaşır. O derece ki nihayet ben onun işittiği
kulağı, gördüğü gözü, duyduğu kalbi olurum. Benimle işitir, benimle görür,
benimle duyor." buyurulmuştur. Burada secdenin yukarıdaki namaz karinesi
(ipucu) ile namaz mânâsına olması da ihtimal dahilinde ise de gerçek mânâsı
üzere özellikle kendi mânâsında olması daha açıktır. Çünkü "yaklaş",
namaz ve insanı Allah'a yaklaştıran diğer ibadet çeşitlerini kapsar. Secdenin
ayrıca özelleştirilmesi hadisi gereğince önemini açıkça ifade eder. Çünkü secde
bütün yakınlığın esası olan boyun eğme ve teslimiyetin en mükemmel şeklidir.
Buhari ve Müslim'de sabit olduğu üzere Peygamber (s.a.v.) de ve bu sûrede
tilavet secdesi yapmıştır. Biz de okuyalım, Allahu ekber deyip secdeye
kapanalım ve Allah'a yavaş yavaş yaklaşmağa çalışalım. Nihayet en son dönüş
O'nadır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Alak Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.