Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Zariyat Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
51-ZARİYAT:
"Tozdurup savuranlara
andolsun."ZERV, tozutup götürmek, savurmak, kırıp ufalamak demektir.
ZÂRİYÂT: Kırıp ufalayan veya savuran, ya da
toz duman edip götüren kuvvetler demektir. Mesela toprağı ve başka şeyleri
tozdurup savuran rüzgarlar, volkanları püskürten, yaratıkları kırıp dağıtan ve
yayıp açan melekler ve barut, dinamit gibi sonradan bulunmuş ve bulunacak
şiddetli patlayıcı, tahrip edici ve yakıcı bütün sebepler bu kavrama dahildir.
Beydâvî, "Bütün yaratıkları savuran sebepler" demekle bu genelliği
göstermiştir. Müfessirlerin çoğunluğunun "rıyah" yani rüzgarlar ile
yetinmesi Hz. Ali'den gelen rivayete göredir ki bu tefsir "kavram"
itibarıyla değil bir "örnek ile tefsir" olsa gerektir. Yoksa kavram
itibarıyla nesiller dünyaya getiren doğurgan kadınlar diye de mânâ verilmiştir.
2- Sonra bir ağırlık yüklenenlere, yağmur
yüklenen bulutlar, bulutları taşıyan rüzgarlar veya gebe kadınlar veya bütün
bunların sebepleri ki bunlar öncekilerin aynısı da, başkası da olabilir. Önce
tozdurur, sonra da yüklenir, taşır, veya tozdurup savuran başka, taşıyıp
götüren başka olur, bir ordunun ağırlıkları ve ganimetleri gibi.
3- Sonra da kolaylıkla akanlara, gemiler ve
benzeri trenler, otomobiller gibi.
4- Sonra da bir emir taksim edenlere yemin
olsun, yani bütün bunları idare etmek, tozdurulan taşınan, götürülen şeyleri
varacakları yerlere yetiştirmek için yüce Allah'ın emrini ayırıp dağıtan
meleklere, Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail gibi emir meleklerine yemin olsun,
bunlara yemin, cezanın meydana gelmesinde özellikle hizmetlerini hatırlatmadır.
Yani sayılan bu kuvvetlerin önemlerine işaret ile kesin bir şekilde uyarıda
bulunur ki;
5- Size vaad olunan, muhakkak doğrudur. Kâf
Sûresi'nde geçtiği üzere size yapılmakta bulunan vaadler ve tehdidler, o yeni
yaradılış, dirilme ve çıkma, girme ve ebedilik hep doğrudur.
6- Ve din mutlaka olacaktır, din yani ceza ve
sorumluluk vardır. Amellerinin cezası, iyiliğe çalışanlara iyilikle mükafat,
kötülüğe çalışanlara kötülükle ceza mutlaka olacak, herkes ettiğini bulacaktır.
7- "Zatü'l-hubük" semaya yemin
ederim. "Zatilhubük" niteliği, eşsiz bir ifadedir. Bunun mânâsının ne
olduğu hakkında çok şeyler söylenmiştir.
HUBÜK: "Habike'nin de,
"Hibâk"in de çoğulu olabilir. "Târika" "Turuk"
"Misal" "Müsül" gibi.
HABÎKE: Dikkat ve özenle sağlam sanatlı
dokunmuş yol yol, menevişli güzel kumaşa denir.
HİBAK" de, rüzgar hoş estiği zaman
denizde veya kumda meydana gelen yol yol kıvrıntılara denir. Saçların çok
kıvırcıklığından meydana gelen dalgalanmalara, yani ondülasyona hubük denir.
Kelimenin kökü olan "Habk" sıkı bağlayıp sağlam yapmak, ve kumaşı
sıkı, sağlam ve üzerinde sanat eseri ortaya çıkacak şekilde güzel bir zemin üzere
dokumak anlamına gelir ki aslı, "sefâkat" yani kumaşı sağlam ve güzel
dokumak diye özetlenmiştir. Birçok kimse, hâreli yollu yollu mânâsı ile
"yollara sahip" diye tefsir etmiştir. Bundan da bazı kimseler
yıldızların yörüngeleri mânâsına kendilerine özel yollar, bazıları da, ilim ve
bilgiye götüren ve yaratanın birliğine, kudretine, ilmine ve hikmetine delalet
eden aklî yolları anlamışlar, bazıları da saman yolları, adına kehkeşan da
denilen samanyollarını söylemişlerdir. Fakat İbnü Abbas, Katade, İkrime,
Mücahid, ve Rebî'den rivayet olunduğuna göre de "güzel, düzgün
yaratılışlı", Mücahid'den diğer bir rivayette de "yapısı sağlam"
diye tefsir olunmuştur. Mânâyı kısaca özetleyen bu ifadeden biz şunu anlıyoruz
ki gökyüzü, yıldızları ve türlü yörünge ve yıldızların döndükleri yerlerle pek
sıkı ve son derece sanatlı bir biçimde dokunmuş güzel nakışları olan düzgün ve
sağlam, üzeri menevişli bir kumaşa benzetilmiş ve buna yemin ile, onun genel
biçiminde tevhîde delalet eden ve yaratıcısının birlik ve kudretini gösteren
güzel ve sağlam uyum ve ahenk hatırlatılarak sözleri değişik olanlara bir
yasaklamada bulunulmuş, görüş ayrılıklarının tevhide döndürülmesi gerektiği
anlatılmıştır. "Habk" kökü, hem yolları hem de sağlam ve güzel bir
dokuma mânâsını taşıması itibarıyla bunda, dağınıklıkları birleştiren yüksek
bir toplumun manzarasına da işaret vardır. Bunun yedinci sema olduğunu
söyleyenler olmuş ise de "sema cinsi" olması daha uygundur. Şu halde
mânânın özeti şudur:
8-O sağlam ve düzgün dokunmuş meneviş kumaşlı
güzel ve yüksek semaya dikkatinizi çekerek söylerim ki: Siz gerçekten farklı
farklı ifadelerde bulunuyorsunuz. Sözleriniz birbirini tutmuyor, bir hüküm
altında toplanmıyorsunuz. "Gökleri ve yeri yaratan Allah" dersiniz,
sonra da tutar başkalarına taparsınız. Çeşitli ilahlara taptığınız için,
gittiğiniz yollar ve amaçlarınız bir hedefte birleşmiyor, hakta birleşmediğiniz
için peygambere bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair bazen de deli gibi
birbirini tutmaz sözler söylüyorsunuz! Bir taraftan dinin, yani cezanın
olacağına inanmıyor, Hakk'a uymayan görüşleri benimsiyorsunuz, bir taraftan da
ileride bize şefaat ederler diye putlara tapıyorsunuz.
9- Ondan çevrilen çevrilir. O çeşitli
görüşlerden dönmesi takdir edilmiş olan döner, doğruya iman eder. İman etmeyenlere
gelince "O kendi tahminlerini ileri atanlar kahrolsun..." yahut hak
yolundan saptırılmış, sapıklık da tabiatı ve huyu olmuş bulunan çevirilenler, o
doğru ve gerçekleşecek olan vaad ve tehdide, ahiret ve cezaya iman etmekten
saptırılır, çeşitli görüşlere ve kanaatlere sürüklenirler.
10-11- O kahrolası harraslar, yani sırf kendi
zan ve tahminlerine göre atan, fikir adına kendi heveslerini ileri süren
yalancılar ki onlar bir cehalet içinde, yani herşeyi kuşatan bir sel gibi
kendilerini her noktadan sarıp bürümüş olan batak, bir sarhoşluk veya bir
cehalet içinde şuursuzdurlar. Allah'ın emrinden gafiller, başlarına gelecek
felaketin farkında değiller.
12- O din günü, yani gerçekleşeceği haber
verilen o cezanın günü ne zaman? diye soruyorlar. İnanmadıkları için eğlenmek
istiyorlar.
13- İşte cevabı: Onların ateş üzerinde
kıvrandırılacakları gündür.
"FİTNE"nin asıl mânâsı: Altın ve
gümüş gibi herhangi bir maden cevherinin iyisini kötüsünden ayırmak için ateşe
atılmasıdır. Bundan meşakkate sokmak, sınamak yani imtihan etmek, azdırmak ,
çok beğenip tutulmak gibi fitnenin sonucu, lazımı olan mânâlarda da kullanılır.
14-16-Nitekim "Tadın fitnenizi!"
Azaba yahut azab ve meşakkate sebep olan küfür ve fesat mânâsınadır. "Bu
işte, sizin acele ile istediğiniz!" yani böyle denecek. Yani nasıl olduğunu
ve miktarını tayin ve takdir edemiyeceğiniz Cennetler ve pınarlarda, Rablerinin
kendilerine verdiğini alarak, yani hoşnutlukla kabul edip razı ve hoşnud
olarak. Çünkü onlar ondan önce, yani dünyada iyi amel işleyen kimselerdedirler.
Güzel ameller yapar ve güzel yaparlardı, onun için mükafata ve sevaba layık
olmuşlardı, onu hoşnutluk içinde gülerek alırlar. Bu cümle "Rablarının
vermesi'nin sebebini gösterirken, takvanın da yalnız menfi, eylemsiz bir
mahiyette olmayıp aynı zamanda güzel işler yapmak mânâsında müsbet bir mânâ
ifade ettiğini anlatır.
17- Onun için bu da şöyle açıklanıyor: Geceden
pek az uyurlardı. "Birazı hariç geceleri kalk namazı kıl!" (Müzzemmil
73/2) âyetinin mânâsına göre amel ederler, Allah şevki, ahiret endişesi ile
gözlerine uyku girmez, ibadet eder, vazife yaparlardı.
HUCU', az uyku, ve özellikle gece uykusu,
demektir. Âyet metnindeki ziyade veya mevsul veya masdarlık bildiren bir
harftir. Olumsuzluk bildiren bir harf olarak şöyle de mânâ verilmiştir:
"Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi." Bir
rivayette de "Az idiler, geceden uyumazlardı." diye iki cümle olarak
mânâ verilmişse de ağır basan şık birincisidir.
18- Ve seher vakitleri onlar istiğfar
ederlerdi. Yani geceleri öyle ibadet etmekle birlikte sanki günah ile vakit
geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi. Âyetteki
zamiri ile ifadede kasır vardır. Yani dua ve istiğfarın en güzel zamanı olan
seher vakitleri öyle icabet ve kabule şayan istiğfarı onlar, o iyi kimseler
yaparlar.
19- Mallarında da dilenci ve mahrum için bir
hak vardı.
SAİL, isteyen, dilenen, MAHRUM, iffetinden
dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtaç demektir.
Resul-i Ekrem (s.a.v)'den rivayet edilmiştir ki: "Miskîn bir yemek iki
yemek ve bir lokma iki lokma ve bir hurma iki hurma, kendisini savacak olan
değil" buyurmuş. O halde miskin kimdir? demişler, "Miskin; öyle bir
kimsedir ki, bulamaz ve bilinip kendisine sadaka da verilemez." buyurmuş.
İbnü Abbas'tan bir rivayette: Kazanamayan bedbaht denilmiş, bazıları da rızık
sebepleri kendisine yaklaşmış olduğu halde uzaklaşmış, mahrum kalmış olan
düşkün diye tefsir etmişler ise de önceki daha kapsamlıdır. "Hak"
deyimi zahiren bunun vacib olduğunu ifade eder. Onun için Kâdî Münzir İbnü Saîd,
bunun farz olan zekat olduğu kanaatine varmıştır. Fakat bu sûrenin Mekkî, ve
zekatın Medine'de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları bunu nafile sadaka
olarak anlamışlar, ve zekattan ayrı olarak kendilerinin taahhüt ettikleri
"bol bir nasip" diye tefsir etmişlerdir. İslam toplumunun
yükselmesinde çok büyük önemi olan bu noktanın özellikle dikkat çekici olduğunu
hatırlatmaya gerek yoktur.
20-21- Yeryüzünde de âyetler vardır, kesin
bilgi edinecekler için nefislerinizde de nice deliller vardır ki cezanın ve
hesaba çekilmenin olacağını ve dinin hak olduğunu gösterirler. Yeryüzünde
dolaşan ve yerküreyi inceleyenler iyi çalışanlarla çalışmayanların,
korunanlarla korunmayanların, tasdik edenlerle inanmayanların akıbetlerindeki
farkı gösterecek çok deliller bulurlar. Vicdanlarla başvurulması halinde de
iman eden herkes, yaratılmasının merhalelerinden Allah'ın kudretini ve her
günkü hayatında bile vazife ve sorumluluğunun varlığını anlar.
22- Semada da rızkınız, yağmur sıcaklık
vesaire gibi rızık sebepleri ve size vaad edilen şeyler var yahut mukadder.
Bunun zahiri yukarıki gibi vaad ve tehdidi içine alır. Fakat çoğunlukla sevap
ile tefsir etmişler ve cennetin yedinci semanın üstünde, Arş'ın altında
olduğunu nakletmişlerdir.
23- İşte o sema ve yer yüzünün Rabbine yemin olsun
ki, O size edilen vaad mutlaka haktır tıbkı sizin konuşmanız, söylemeniz gibi,
yani sizin konuşmanız nasıl kesin olan bir şey ise sorumluluğunuz, vaad olunan
ceza ve mükafaatınız da öylece olacaktır.
Yeryüzü ve nefislerdeki bu deliller bazı
örnekler ile açıklanıp peygamberliği beyan etmek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
24- Ey Muhammed! İbrahim'in şerefli
misafirlerinin haberi sana geldi mi?
25- Hani onlar İbrahim'in huzuruna girmişlerdi
de "Selam sana!" demişlerdi. İbrahim: "Size de selam"
demiş, ve içinden: "Bunlar tanınmamış bir topluluk!" diye geçirmişti.
26- İbrahim, sonra ailesine giderek semiz bir
buzağı (eti) getirdi.
27- Onu önlerine sürerek: "Yemez
misiniz?" dedi.
28- Yemediklerini görünce onlardan içine bir
korku düştü. Onlar İbrahim'e: "Korkma!" dediler ve onu çok bilgili
bir oğul ile müjdelediler.
29- Bunun üzerine karısı (Sâre) bir çığlık
atarak geldi ve elini yüzüne vurarak: "Ben kısır bir kocakarıyım, nasıl
çocuğum olur?" dedi.
30- Misafir melekler: "Evet bu böyledir.
Rabbin böyle buyurdu. Gerçekten O hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyi hakkıyla
bilir." dediler.
31- İbrahim, kendisine misafir olarak gelen
meleklere: "Acaba sizin asıl önemli işiniz nedir ey elçiler?" dedi.
32- Onlar: "Gerçekten biz günahkâr bir
kavim (olan Lût kavmine) gönderildik.
33- Onların üzerine çamurdan pişirilmiş sert
taşlar yağdıracağız.
34- O taşlardan herbirinin haddi aşanlardan
kime isabet edeceği Rabbin katında işaretlenmiştir." dediler.
35- Nihayet biz müminlerden orada bulunan
kimseleri çıkardık.
36- Fakat biz orada müslümanlardan bir ev
halkından başka kimseyi de bulamadık.
37- Biz orada acı bir azabdan korkan kimseler
için bir ibret nişanesi bıraktık.
38- Musa'nın kıssasında da ibret vardır. Hani
biz onu apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik.
39- Firavun ise ordusuyla birlikte yüz
çevirmiş, onun hakkında: "Bu bir sihirbazdır, ya da bir delidir."
demişti.
40- Nihayet biz onu ve ordularını yakalayıp
hepsini denize attık. Firavun ise o sırada (inadından dolayı pişmanlık duyarak)
kendi kendini kınıyordu.
41- Âd kavminin helâkinde de bir ibret vardır.
Hani biz onların üzerine köklerini kesecek bir rüzgar göndermiştik.
42- O rüzgar üzerine uğradığı hiçbir şeyi
bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi dağıtıyordu.
43- Semud kavminin helâkinde de bir ibret
vardır. Hani onlara: "Belirli bir süreye kadar dünyadan yararalanıp,
geçinin!" denmişti.
44- Onlarsa Rablerinin emrine karşı büyüklük
tasladılar. Bunun üzerine kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıp,
çarptı.
45- Artık onlar, ne kendi kendilerine ayağa
kalkabildiler, ne de yardım gördüler.
46- Daha önce de Nuh kavmini helâk etmiştik.
Çünkü onlar yoldan çıkmış fâsık bir kavimdiler.
24- "Geldi mi sana?" Bu ifade,
hikayenin büyüklüğü ve vahiy ile bildirdiği hakkında bir uyarıdır.
HADİS, insana gerek uyanıklık anında gerek
uykuda vahiy veya işitme biçiminde gelen söze denir. Biz bu gibi yerlerde
"kıssa" diyoruz.
DAYF, aslında misafire ikram ve ziyafetin
kaynağı olan meyil mânâsına mastar olmakla tekil ve çoğul anlamında kullanılır.
Eski Türkçe'de buna "konuk" derlerdi. Biz "misafir"
diyoruz. Fakt biz bunu Arapça'da bilinen yolcu mânâsı ile değil, Araplar'ın
"dayf" dediği mânâ ile Türkçe bir kelime gibi kullanıyoruz. Burada
kelimenin mânâsı çoğuldur. Çünkü "ikram edilenler" sıfatı ile
nitelenmişlerdir. Bunlar Enbiya Sûresi'nde "Lütuf ve ihsana mazhar olmuş
kullardır." (Enbiya 21/26) buyurulduğu üzere Allah katında ikrama eren
şerefli meleklerdir. Hz. İbrahim de bunlara eşi Sâre ile kendisi bizzat hizmet
etmek ve ziyafet vermek suretiyle ikram eylemiştir. Bir rivayette "on iki
melek" bir rivayette de "üç melek: Cebrail, Mikail, İsrafil"
denilmiştir.
25- Selam cümlesinden hafifletilmiş bir
cümledir. "Sana selam verir selamet dileriz." demek gibidir. Selam
"aleyküm selam" demektir.
Merfu halinde sübut mânâsı olması itibarıyla
daha kuvvetli bir selam ile cevap vermiştir. Münker, yani görülmedik,
tanınmadık, acaib bir topluluk dedi. İslâm'ın alameti olan ve o zaman
bilinmeyen selam verişleri, hal ve tavırları tuhafına gitmiş bu suretle
kimliklerini gizleyerek geldiklerini de sezer gibi olmuştur.
26- Derhal bir yolunu bularak eşine sıvıştı,
yani misafirlere sezdirmeksizin önce yemek tedariki için ailesine koştu, demek
ki, misafire ikramın adabından birincisi budur. Gitti ne yaptı ise yaptı. Çok
geçmeden semiz bir buzağı getirdi. Hûd Sûresi'nde kebap edilmiş, kızartılmış
olduğu (Hud, 11/69) geçmişti. Burada da semizliği anlatılıyor. Demişler ki
genel olarak malı sığır cinsi idi. Onun için en güzel ikram olmak üzere semiz
danayı seçti.
27- Hemen onu yakınlarına koydu yemez misiniz?
dedi. Bunun yemeğe buyurun mânâsına bir teklif veya ne için yemiyorsunuz?
mânâsına bir soru olma ihtimali olduğu söylenmiştir.
28- Bunun üzerine onlardan içine bir korku
düştü. "Yemeğe el uzatmadıklarını görünce onlardan işkillendi." (Hud,
11/70) Çünkü düşmanlık ve tepkiye delalet eden bir mânâdan uzak kalmaz. İbnü
Abbas'tan rivayet olunduğuna göre melek olduklarını sezdi, azab için gelmiş
olmaları ihtimali hatırına gelerek korktu. "Korkma" dediler, ve ona
çok bilgili bir oğlu olacağını müjdelediler. Hud Sûresi'nde açıklandığı üzere
bu oğul İshak'tır. Saffat'da, "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile
müjdeledik" (Saffat, 37/101) âyeti ile müjdelenen İsmail idi.
"Alîm" yani büluğ çağından sonra çok bilgili olacak bir oğul ki
peygamberlik ile de tefsir edilmiştir. Bu vasıf ile müjde hem hayatını hem de
olgunluğunu beyan ile müjdelemedir.
29- Bunun üzerine hanımı yüzünü döndü.
Müfessirler diyorlar ki: Hanımı Sâre bir köşede bakıyordu, o müjdeyi işitince
utandı evine gitmek içini yüzünü döndü.
SARRE, "Sarir" kelimesinden türeme
"haykırma" mânâsınadır. Yani, a... diye içini çekerek bir çığlık
kopardı da elini yüzüne çarptı ve kısır bir ihtiyar kocakarı dedi. Yani
ihtiyarlamış, bununla birlikte gençliğinde bile doğurmamış kısır bir koca karı
çocuk mu doğurur?
30-Buna kar dediler ki öyle Rabbin buyurdu,
yani biz o söylediğimizi kendimizden söylemiyoruz, yalnız Rabbinin kelamını
haber veriyoruz. Şüphesiz ki O, öyle Hakîm öyle Alîm'dir. Hikmetiyle dilediğini
yapar ve nasıl yapacağını bilir. Bundan dolayı O'nun dediği mutlaka olur.
31-Bu şekilde İbrahim (a.s) onların Allah
tarafından gönderilmiş melek olduklarını anladığı gibi görevli oldukları
vazifenin bu müjdelemeden ibaret olmadığını da sezerek Dedi: Şu halde
"hatb"ınız nedir?
HATB, önemli bir iş yani bir müjdeden sonra
asıl gönderilmenize sebeb olan iş nedir? Ey "mürseller", Allah
tarafından gönderilmiş şanlı elçiler!
32- "Günahkâr bir kavme" yani Lut
kavmi üzerlerine salmak için, memleketlerinin altını üstüne çevirdikten sonra
üzerlerine yağdırmak için
33-34- çamurdan taşlar, çamurdan taşlaşmış
"siccîl" Rabbinin katında damgalanmış nişanlanmış, hangisinin kime ve
nasıl isabet edeceği takdir olunmuş, belli edilmiş o müsrifler için, cürümde
fasıklıkta ve günahta haddini aşmış, aşırıya kaçmış azgınlar için alametleriyle
tertib edilmiş, hazırlanmış, mendud,
35- "Biz orada bulunan müminleri
çıkardık." âyet metninde geçen "fâ" fasîha fâ'sıdır. Mahzuf,
yani zikredilmeyen cümleleri özetler. Yani diğer sûrelerde beyan olunduğu üzere
o kavmin köyüne vardıklarında, orada müminlerden kim varsa çıkardık.
36-38- Fakat orada bir evden başka müslüman
bulmadık. Yani bir evden başka mümin yoktu, onun için bir ev halkından başka
selamete çıkan bulunmadı ki o ev Hz. Lut'un evi idi, karısından başka bütün
ailesi mümin oldukları için beraberinde selamete çıkmış kurtulmuşlardı. Demek
Hz. Lût'un açıkladıklarına daha başka iman eden bulunsaydı onlar da
kurtulacaklardı. Burada "müslimîn" (müslümanlar) "müminîn"
(müminler) eş anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte selamet bulanlar
mânâsını da ifade etmektedir.
39-40- yani bir müjdeden sonra asıl
gönderilmenize sebeb olan iş nedir? Ey "mürseller", Allah tarafından
gönderilmiş şanlı elçiler! "Günahkâr bir kavme" yani Lut kavmi
üzerlerine salmak için, memleketlerinin altını üstüne çevirdikten sonra üzerlerine
yağdırmak için çamurdan taşlar, çamurdan taşlaşmış "siccîl" Rabbinin
katında damgalanmış nişanlanmış, hangisinin kime ve nasıl isabet edeceği takdir
olunmuş, belli edilmiş o müsrifler için, cürümde fasıklıkta ve günahta haddini
aşmış, aşırıya kaçmış azgınlar için alametleriyle tertib edilmiş, hazırlanmış,
mendud, "Biz orada bulunan müminleri çıkardık." âyet metninde geçen
"fâ" fasîha fâ'sıdır. Mahzuf, yani zikredilmeyen cümleleri özetler.
Yani diğer sûrelerde beyan olunduğu üzere o kavmin köyüne vardıklarında, orada
müminlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada bir evden başka müslüman bulmadık.
Yani bir evden başka mümin yoktu, onun için bir ev halkından başka selamete
çıkan bulunmadı ki o ev Hz. Lut'un evi idi, karısından başka bütün ailesi mümin
oldukları için beraberinde selamete çıkmış kurtulmuşlardı. Demek Hz. Lût'un
açıkladıklarına daha başka iman eden bulunsaydı onlar da kurtulacaklardı.
Burada "müslimîn" (müslümanlar) "müminîn" (müminler) eş
anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte selamet bulanlar mânâsını da ifade
etmektedir. Ve orada bir âyet bıraktık, yani o köylerin battığı yerde bir
alamet kalmıştır ki yerküredeki alametlerden birisidir.
İbnü Cerir, "birçok istifli taşlar"
demiş. Bazıları da bir kokar su demiştir. Bununla birlikte, "Ankebût"
Sûresi'nde "Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan
apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır." (Ankebut, 29/35) âyetinde
geçtiği üzere âyetten murat, "ayet-i kelamiye" yani sözlü ilâhî
ayetleri olması da mümkündür ki, bu olayın vahiyle inen ilâhî kitaplarda
zikredilmesi ile dillere destan olan bir ibret âyeti bırakılması demek olur. Bu
şekliyle mânâ: Onlar hakkında bir âyet de bıraktık demek olacağından bu mânâya
göre "Musa'da da.." ifadesinin hiçbir hazifsiz buraya atfı sahih
olur. Önceki mânâda ise, "Musa'da da kıldık." diye âmil yani fiil
takdiri ile üzerine atfolunur. Yahut "Musa'da da bir âyet vardır."
takdirindedir. Bu takdirde üzerine atfı caiz görenler olmuştur. Kuvvetli açık
bir delil ile, yani mucizelerle gönderdik de Firavun rüknü ile, yani bütün
kuvvetiyle veya kavminden dayanmış olduğu kuvvetine güvenerek yüz çevirdi,
Allah'ın âyetlerine iman etmedi. Kınanacak fiiller yaparken yani küfür ve
azgınlık ile cinayetler yapıp dururken. Müfessirlerin gösterdiği bu mânâ, suda
boğulmasından önceki halini beyan olur. Bir de "nefsini kınayarak"
demek olabilir ki suda boğulurken "Gerçekten İsrailoğulları'nın inandığı
Tanrı'dan başka Tanrı olmadığına ben de iman ettim." (Yunus, 10/90)
diyerek gösterdiği pişmanlığı ifade eder.
41- Akîm bir rüzgar, hiç hayır ve faydası
olmayan aşılama ve tozlaşma yapmaz bir rüzgar.Gerçi "akîm" müteaddi
yani geçişli de olabildiği için burada akîm bırakıcı, helak edici mânâsına
olması daha uygun olacaktır.
42-Nitekim şöyle tefsir olunuyor:
"Uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu çürütüp kül gibi
ediyordu." Çürümüş kül gibi tozup dağılıveren
43- "Onlara: Bir zamana kadar istifade
edin, denilmişti." Bunu Hûd Sûresi'nde geçen "Yurdunuzda üç gün daha
yaşayın." (Hud, 11/65) ifadesi ile tefsir edenler olmuş ise de o, den
sonra, bunun ise fâ'nın delaletine göre utüv'den önce olması dolayısı ile daha
önceden verilmiş bir fırsat olması gerektiği söylenmiştir.
44-45-Yani Salih (a.s)'in gönderilmesi ile
verilen fırsattan istifade etmediler de Rablerinin emrinden kaçınarak azgınlık
ettiler, onun için kendilerini yıldırım çarpıverdi. Yani azab yakalayıverdi.
Diğer sûrelerde "sayha" haykırış, burada ise "sâika" yani
"yıldırım" denilmiştir ki maksat aynı musibettir. Bakıp duruyorlardı,
üç gün denilmiş olduğu ve alametleri görülmeye başladığı için azabı gözetmeye
başlamışlardı. Azabı beklemenin ise azabdan daha acı olduğu da unutulmamalıdır.
Veya azaba çarpılmış henüz can çekişirken birbirlerinin bütün felaket ve korkunçluğunu
görüp duruyorlardı.
Bakıyorlardı da ne kendi kendilerine kalkmaya
güçleri yetiyordu, ne de bir yardım bulabiliyorlardı. Bu ifadeler herhangi bir
suretle batmakta olan bir kavmin bütün dehşeti ile manzarasını göstermektedir.
46- Bunlardan önce Nuh kavmini de helak
etmiştik.
"Nuh kavmini helak ettik."
takdirindedir. Yahut deki üzerine atfedilmiş olarak o mânâdadır. Çünkü o helak
edilenler hep fasık birer kavim idiler. Onun için helak edildiler. Bu şekilde
bunlar yeryüzünde cezanın olacağına delalet eden birer örnektirler. Bunu haber
verdikten ve beyan ettikten sonra yükselmeye davet için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
47- Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç
şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sahibiyiz.
48- Yeryüzünü de biz döşedik. Bakın biz onu ne
güzel döşüyoruz!
49- Biz herşeyden iki çift yarattık. Umulur
ki, iyice düşünürsünüz.
50- Ey Muhammed! de ki: "Öyleyse Allah'a
koşun, gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım.
51- Allah'la beraber başka bir tanrı uydurmayın
(O'na ortak koşmayın). Gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık
bir uyarıcıyım."
52- Böylece onlardan öncekilere de herhangi
bir peygamber gelince, onun hakkında da mutlaka: "Bir sihirbazdır veya bir
delidir." dediler.
53- Onlar birbirlerine bunu mu tavsiye
ettiler? Hayır onlar azgın bir kavimdir.
54- Ey Muhammed! Sen onlardan yüz çevir. Artık
sen kınanacak değilsin.
55- Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü,
hatırlatmak müminlere fayda verir.
56- Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet
etsinler diye yarattım.
57- Ben onlardan herhangi bir rızık
istemiyorum. Beni yedirmelerini de istemiyorum.
58- Şüphesiz ki, rızık veren O sağlam kuvvet
sahibi olan Allah'tır.
59- Şüphsiz ki, zulmedenlerin geçmiş
arkadaşlarının payı gibi, dolgun bir azab payı vardır. Ama şimdi onu acele
istemesinler.
60- Kendilerine vaad edilen günlerinde
uğrayacakaları azabdan dolayı vay inkâr edenlerin haline!..
47- "Bir de semaya bakın biz onu kuvvetle
bina ettik." "İzmar alâ şaritati't-tefsir"dir. Yani semanın
âmili olan "fiil" gizlenmiş de zamirine taalluk ettirilerek diye
tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifade eden, bir
üslubda lafız mânânın muhtevasına terkibi ile de uyum sağlamıştır.
EYD, "yed" kelimesinin çoğulu
olabilirse de burada "Davud'u, o kuvvet sahibi zatı hatırla." (Sâd,
38/17) âyetinde olduğu gibi teyidin aslı olan "kuvvet" mânâsına
olması daha ağır basar. Bu beyan "Allaha kaçın!" ifadesi ile
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
(Zariyat, 51/56) âyetinin muhtevasına ve mânâsına önceden yapılmış bir
hazırlıktır. Nitekim "Şüphesiz rızık veren güç ve kuvvet sahibi olan ancak
Allah'tır." (Zâriyât, 51/58) âyeti ile teyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz
biz çok genişliğe malikiz. Bunun iki mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini
ifade eder. Kudret ve kuvvetimiz öyle geniştir ki semayı bina ile tükenmedikten
başka onu daha çok genişletebilir. Bu mânâ hem, "Artık orada bize ne bir
yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gelecektir." (Fâtır,
35/35), hem de "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır." (Bakara,
2/255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi de zenginliği, nimet ve nimet
vermede genişliği ifade eder, biz darlıkları genişletiriz. Yalvaran darda
kalmışlara icabet eden, sıkıntıları açan, ihtiyaçları gideren, fakirleri
zenginleştiren, nimet vereniz, demek olur.
48- Yer yüzünü de döşedik, türlü nimetlerle
donattık, döşek gibi altınıza serdik ki üzerinde bir zamana kadar durup
hayattan nasip alasınız. Daha da ne güzel döşeriz, türlü nimetlerle döşenmiş
olduğu gibi ilerde daha güzelini döşeyecek, daha güzel nimetler verecek kuvvet
ve kudret de mevcuttur.
49- Her şeyden de iki çift yarattık. İbnü Zeyd
gibi bazı zatlar, bunu her cins hayvandan erkek ve dişi çeşitleri olarak
anlamışlar ve açıklamışlardır ki "Orada gönül açan her türden (bitkiler)
yetiştirdik." (Kaf, 50/7) âyeti gereğince bitkileri de buna katabiliriz.
Mücahid hareket ve hareketsizlik, gece ve
gündüz, gökyüzü ve yeryüzü, siyah ve beyaz, sağlık ve hastalık, tad ve acı,
sevap ve ceza, genel olarak birbirine zıt olan şeylere ve birbirinin karşıtı
olan herşeye işaret olunduğunu söylemiştir. Diğer bazıları da eşyanın çeşitlere
ayrılması ile tefsir etmişlerdir ki, en azı iki çeşit olur. Bu çeşitlilik zaman
zaman çeşitli ifadelerle ve tasniflerle hatırlatılmak istenmiştir. Beydâvî
yalnız bu mânâyı göstererek "Her cinsten iki çeşit" diye tefsir
etmiştir. Bu mânâ öncekileri de içine alması açısından daha kapsamlıdır. Ancak
bu takdirde "Herşey"den maksat, sadece cins olmuş oluyor. İfadenin
zahiri ise her ferdi içine almaktadır. Onun için biz bundan herşeyin dış alemde
ve iç dünyada veya haricî ve zihnî olmak üzere iki özelliğini ifade eden ve dış
dünya ile iç alemi arasında çift bir uyum ile tecelli eden idrak meselesine de
bir işaret anlıyoruz. Gerçi herşey bize iç alem dışındaki biçimini hikaye eden
bir izlenim ile tecelli eder ve hakikat bu iki şeklin bir diğerine uyumu ile
bilinir ki bunun birine "asîl" birine "zıllî" dahi denilir.
Herhangi bir şeyden hasıl olan her şuur yani algılama olayında bu ikilik
kaçınılmazdır. Bu ikilik içinde birleştirilmeden hiçbir şeyin varlığına
inanılamaz ve tefekkür edilip düşünülemez. "Düşünesiniz" buyurulması
da bunu destekler. Yalnız şunu dikkatten kaçırmamak gerekir ki buradaki
"Herşeyi" "Yarattık" karinesi ile ancak yaratıklara şamil
olabilir. "Şüphesiz O herşeye kadirdir." (En'am, 6/17)deki
"şey" gibidir. Bu "şey" kavramı içine yüce Allah dahil
değildir. Çünkü O, "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11)
hükmü ile ifade edilen bir ilahtır. Mahluk (yaratılmış) olmadığı gibi yaratık
olan şey ile evlilik ilişkisine girmekten de münezzehtir. O
"Ehad"dir, "Samed"dir. "Onun hiçbir dengi
yoktur." (İhlas, 112/4), "O'nun eşi ne de çocuğu olmamıştır."
Onun kendi zatı hakkındaki ilmi, çalışmakla elde edilen ilim kabilinden değil,
bizzat olan "ilm-i huzurî" ile olduğu için zihin suretine (ideye)
muhtaç olmayan ve dolayısıyla zatına bir eş gerekmeyen ezelî bir ilimdir.
Allah'a da "şey" denilir diye "Fütuhat-ı Mekkiyye"de
Muhyiddin-i Arabî'nin buradaki "her şey"e O'nu da katar yollu
değerlendirmede bulunması doğru değildir. "Herşeyin yaratıcısı"
(En'am 6/102) ifadesindeki "şey" kelimesine Allah dahil olmadığı gibi
burada da dahil değildir. Kısaca çift olmaktan maksat, yalnız dış dünyadaki
çeşitlilik ve eşyanın birbirinin karşıtı olması değildir, hem dış alemdeki hem
de zihinlerdeki, biçimlerle dış dünyadaki ve iç dünyadaki çeşitlilik ve
karşıtlığı da içine alır. Yüce Allah kuvvet ve kudret genişliğini göstermek
üzere semayı bina etmiş ve yerküreyi döşemiş ve herşeyden çift çift yaratmıştır
ki düşünesiniz, çiftler arasındaki ilişkileri düşünesiniz de yaratanın kuvvet
ve kudretini, yaratmasının hikmetini, cezasının şiddetini, nimetinin
genişliğini, bugünün, yarınını dünyanın ahiretini, ahiretin ceza ve sevabını
anlayasınız.
50- O halde düşünüp de hep Allah'a kaçın,
O'nun cezasından o elîm azabdan korunmak, Cennet ve pınarlar ile müjdelenen
müttakiler içine girmek için iman ve tevhid, güzel amel ve kulluk ile O'nun
koruması altına girin. Haberiniz olsun ki ben sizin için O'nun tarafından
açıklayan bir uyarıcıyım, şirk koşanlara ve isyan edenlere hazırlanmış azabı
haber vermeye görevli bir peygamber, hem de peygamberliği açık âyetler ve
mucizelerle belli veya anlatılması gerekli olan şeyleri güzel anlatan bir
peygamberim.
51-Yani "böyle söyle ey Muhammed!"
Ve Allah ile birlikte diğer bir ilâh edinmeyin. Bu yasaklık ilk önce
kaçınılması gerekli olan en büyük günahı ayrıca hatırlatmaktadır.
52-Bu böyledir, yani; "Onlardan öncekiler
bir resul gelince ya sihirbaz dediler, ya da deli." Bu âyet Resulullah'a
bir tesellidir.
53- Ona vasiyetleştiler mi? Yani sihirbaz ve
deli demeyi öncekilerle şimdikiler hep birbirlerine tavsiye mi ettiler? Nerde
edecekler, çoklarının birbirlerinden haberleri bile yok. Hayır onlar,
Peygamberler'e öyle sihirbaz veya deli diyenler hep tuğyan etmiş, azgınlar
zümresidir. Hakk'a karşı azgınlık etmekte, azgınlık sıfatında görüş birliği
içinde oldukları için onun gereği olan sözleri de birbirlerine benziyor.
54- Onun için sen şimdi onlardan yüz çevir,
zikrolunduğu üzere "Allah'a kaçın." "Allah ile birlikte başka
bir ilah daha benimsemeyin!" diye davete tekrar edip tebliğ vazifeni
yaptığın halde onlar inad ile azgınlıkta ısrar ettiklerinden dolayı artık
onlarla mücadele ve münakaşadan kaçın, kendilerinden yüz çevir. O şekilde
kınanacak sen değilsin, sende kusur olmaz.
55- Onunla beraber hatırlatmaya devam et, yani
vazife ve sorumluluğu hatırlatarak vaaz ve nasihata devam et. Çünkü hatırlatma
müminlere menfaat verir. Va'z ve nasihat ile vazifenin ve sorumluluğu
hatırlatmanın müminlere faydası olur. İman etmiş olanların unumamasına, gaflete
düşmemesine, imanlarının kuvvetlenmesine neşelerinin artmasına bilmediklerinin
öğrenilmesine hatta iman etme eğiliminde olanların imana gelmesine sebep olur.
56-Hatırlatılması gerekli olan vazifenin
esasının ne olduğuna gelince; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet ve
kulluk etsinler diye yarattım. İşte hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve
insan cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah'ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk
etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş
olur, onun için azabı hak eder. Bazıları "bana ibadet etsinler
diye..." ifadesinde "beni tanısınlar diye" şeklinde bir tefsir
nakletmişlerdir. Bunun mânâsı da "Beni mabud tanısınlar." demektir.
Bu ise benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir.
İbadet ve kulluk, isteyerek yapılan fiillerden olarak istenen fiil oldukları
için bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel gaye
olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah'ın muradının geri kalmış ve yerine
getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü bu gibi yerlerde,
Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi "Hikmet,fertlerin herbiri itibarıyla
değil, cins itibarıyla göz önüne alınır." Kısaca bunun mânâsı ibadet ile mükellef
olmak üzere yarattık demektir. Yoksa hepsinin salih kullardan olmasını tekdir
eyledik, demek değildir.
57-Böyle ibadet ve kulluğun yararının Allah'a
ait olmayıp yine kulların menfaatleri için olduğuna dikkat çekmek için
buyuruluyor ki: Ve ben onlardan bir rızık istemem, bana yemek yedirmelerini de
istemem, yani diğer efendilerin kullarından, uşaklarından bekledikleri gibi
efendilerin menfaatine kulluk değil.
58- Zira Allah'ın kendisidir o rızık veren ve
kuvvet sahibi metin, yani kuvvetli şiddetli, onun için O'na kulluk, O'nun
kuvvetinden istifade ile kullarına yararlı olmak ve o sayede vaad buyurduğu
yüksek sevaba ermek içindir. Onun için Allah'a kaçın, ve Allah'a kulluk edin.
59- Zira o zulüm edenlere, peygambere
inanmayıp Allah'a kulluktan kaçan, şirk ve azgınlık ile kendilerini ebedi azaba
sürükleyerek nefislerine yazık etmiş olan Mekke müşrikleri gibilere
arkadaşlarının hisseleri gibi dolgun bir hisse var.
ZENÛB, su dağıtan sakaların su taksim
ettikleri dolgun büyük bir küfedir ki burada azabdan pay almak mânâsına istiare
olunmuştur. Şimdi onu benden acele istemesinler. "Bu tehdid ne zaman
gerçekleşecektir?" (Yâsin, 36/48) deyip durmasınlar.
60- Çünkü kendilerine vaad olunan o
günlerinden dolayı vay o inkâr edenlere! Zira sûrenin başında geçtiği üzere
"Muhakkak o size vaad olunan her halde doğrudur ve muhakkak ceza, şüphesiz
olacaktır." (Zâriyât, 51/5-6) Bu mânâ şimdi bir de Tûr Sûresi ile teyid
olunacak, pekiştirilecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Zariyat Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.