Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Vakia Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
56-VAKİA:
1. O vâkıa meydana gelince, yani kıyamet
kopunca. Vâkıa, esasen vukua gelen, vukuu muhakkak olan hadise demektir. Ahid
lâmı ile da, kıyametin bir ismidir. Gelecekte muhakkak surette meydana geleceği
için bu isim verilmiştir. Şart mânâsını ifade eden zarftır. Âlimlerin çoğu
cevabın, korkutmak için hazfedilip, mânânın "kıyamet kopunca neler neler
meydana gelecektir!" şeklinde olduğunu söylemişlerse de, esasen cevap
şudur:
2. Onun meydana gelmesini yalanlayacak kimse
yoktur. Vuku', düşmek anlamını ifade ettiği gibi, vak'a da masdar bina-i merre
olarak şiddetli bir düşüş demektir. Sonra yaygın bir şekilde başa çarpan büyük
iş mânâsında kullanılmıştır. Bazen de özellikle harbe isim olarak verilmiştir.
Kısacası, kıyamet kopmadan önce onu yalanlayan ve inkar edenler bulunursa da,
vukuu gerçekleşip bir kere meydana geldi mi, artık onu kimse inkar edemez ve
çaresizce tasdik etmeye mecbur olurlar. Başka bir ifade ile onun başa çarpışı
yalan olmaz. Değişiminin tesirinden kurtulma imkanı yoktur.
3. İndirdiğini indirir bindirdiğini bindirir.
yani bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü
devletler yıkan fitneler, ihtilâller, inkılâblar gibi büyük olaylar, azizleri
zelil, zelilleri aziz ederek nicelerini aşağı düşürür nicelerini de yükseklere
kaldırır. Burada "hafdın" takdim edilmesi, korkuya düşürmek yahut bu
nevi olaylarda yıkımın yapımdan önce geldiğini göstermek içindir. Bu âyet , den
bedel olarak bir nevi onu tasvir etmektedir. Yahut tenâzu üzere ya bağlıdır.
Âyetteki recc, zelzele, şiddetli hareket ve sarsıntı demektir ki, bizim dünya
yerinden oynadı sözümüze benzer.
4. Yani üzerindekilerin yıkılacağı şekilde yer
dehşetle sarsılıp yerinden oynadığı
5. dağlar da toz duman olup bir serpiliş
serpildiği "Dağlar yürütülür, serap haline gelir." (Nebe', 78/20)
âyeti tahakkuk edip,
6. hepsi havada uçuşan zerreler haline geldiği
7. siz de üç çift, yani üç sınıf olduğunuz
zaman. Âyetteki hitab, tâğlib tarikiyle hem şu andaki hem de geçmiş ümmetlerin
hepsine ve bütün insanlara olabilirse de, bazı müfessirlerin kanaatine göre
yalnızca şu andaki ümmet için olması, bizce de tercih edilen bir görüştür.
8. O üç sınıf, "Fâ-i tafsıliyye"
(açıklama Fâ'sı) ile şöyle beyan ediliyor: Ashab-ı meymene. Meymene, yemin yeri
yani sağ kol, sağ taraf yahut meymenet, uğur ve bereket mânâlarına gelir. Sağ
taraf, meclis ve mahfellerde saygı ve hürmet mevkii olduğuna göre,
"ashab-ı meymene" hürmet makamında bulunan yüksek şeref sahipleri
demek olur.
Aynı zamanda bu gibi kimseler hayra yarayan ve
kendilerinden istifade edilen faydalı zatlar olmaları sebebiyle meymenetli diye
nitelendirilirler. Nitekim kelimenin iki mânâsına da işaret etmek için
dikkatler şöyle celbediliyor: Amma ne ashab-ı meymene, yani öyle çok meymenet
sahibi zatlar ki uğur ve bereketleri her vechile gıpta ve hayrete şayandır.
Kanaatimizce bu vasıf, hitabın şu andaki ümmet için olduğunu hatırlatmaktadır.
Yani geçmiş ümmetlerde benzeri bulunmayan ashab-ı meymene demektir.
9. Bunlara mukabil ve ashab-ı meş'eme.
Meş'eme, şum yeri, yani sol kol, yahut yümnün (uğurun) zıddı olan şeâmet ve
uğursuzluk mânâlarına gelir. Ashab-ı meş'eme de sol tarafta, alçak yerde
bulunan değersiz, yahut kendilerine ve yakınlarına uğursuzluğu dokunan kimseler
demek olur. Burada her iki mânâya işaret için de şu vasıf tekrar edilmiştir.
Amma ne ashab-ı meş'eme, ne uğursuz kimseler! Biraz sonra gelecek âyetlerde
ashab-ı meymene'ye ashab-ı yemin, ashab-ı meş'eme'ye de ashab-ı şimâl
denilmiştir. Sebebi orada izah edilecektir
10. Bunların hepsinin önünde olmak üzere önde
olanlar da öncüdürler ileri geçmişlerdir. Bunlar hakka kullukta iman ve itaatta
hayır yarışlarında en öne geçenlerdir. Peygamberler, Sahib Yasin (Habib b. Musa
en-Neccâr) Firavun ailesinden iman edenler, muhacir ve ensardan sâbikûn-ı
evvelin (ilk geçenler) ünvanına sahib sahabiler gibi. Mübtedâ ve haberdir. Yani
"sâbikun" adını alanlar, gerçekten sâbikûn vasfını kazanan ve üç
sınıfın ilerisinde, kasdettikleri gayeye hepsinden önce ulaşan zatlardır.
11. İşte onlar mukarreblerdir yani Allah'ın
yanında yakınlığına, en yüksek mertebe ve makama erdirilmiş kimselerdir.
12 Naîm cennetleri içerisinde üstün
makamlardadırlar ruhânî ve cismanî nimetlerle devamlı ve saf lezzetler
içindedirler.
13. Çoğu evvelkilerden
14. birazı da sonrakilerden. Hitab şu andaki
ümmete olduğuna göre böyle olmasının mânâsı açıktır. Sâbikûnun (öne geçenlerin)
çoğunun öncekilerden olması gerekir. Nitekim ilk öne geçenler sahabilerdendir.
Hitab geçen ümmetleri de içine aldığına göre ise, öncekilerden sâbikunun çok
olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Sülle cemaat, büyük
bir grup demektir.
15. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir
ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar
üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk
demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani
murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir
16. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir
ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar
üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk
demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani
murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir.
17. Daima vildan şeklinde taze kalan genç
hizmetçiler, garsonlar, yahut hılede denilen bir nevi küpeli uşaklar
18. küpler, sapı ve emziği olmayan sürahi,
desti ve küp gibi kaplar ibrikler, emziği ve sapı olan kaplar, dolgun kadeh,
menbaından, kaynağından akan içki
19-24. başlarına başağrısı verilmez, başları
ağrıtılmaz. Yahut cemiyetleri perişan edilmez, lezzetleri kesilmez nezf de
yapmazlar akıllarını gidermezler. Sarhoş olmazlar, yahut içtikleri tükenip
bitirilmez, yok olmaz.
25 Orada: O naîm cennetlerinde hiç boş mânâsız
laf veya çirkin lakırdı duymazlar. Te'sim de işitmezler. Te'sim: isme, günaha
nisbet etmektir. Yani kendilerine günah işlediniz denilmez.
26. Ancak bir söz işitirler ki o da selam
selamdır, yani tam bir selametle selamlanır dururlar.
27. *} Ashab-ı yemin ise ne ashab-ı yemindir!
Bu "ashabu'l-yemin" cümlesi, üzerine atfedilmiştir. Yukarıda
"Ashâbu'l-meymene" burada ise "Ashabu'l-yemin" şeklinde
zikredilmesi, ifade çeşitliliği içindir. Bunlara ashab-ı yemin denilmesi amel
defteri denilen kitapların kıyamet günü "Kimin kitabı sağından
verilirse." (İnşikâk, 84/7) âyetince sağ taraflarından verilmesi sebebiyle
olduğu dahi ileri sürülmüştür. Ashab-ı yemin, yeminine sadık, sözünü tutan,
işine sahip mutlu kişi mânâsını ifade edebilir ki, mukâbili yeminini bozan
demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sadık ve vefakârlar anlamında
kullanıldığı da söylenebilir.
28. Sidr-i Mahdûd: Daha önce de geçtiği gibi
Arabistan kirazı denilen meşhur nabk ağacının ismidir. iki mânâ ile tefsir
edilmiştir. Birincisi, silinmiş, tesviye edilmiş ve düzeltilmiş demektir.
Arabistan ağacı dikenli olduğu için burada sidr-i mahdûd denilerek cennet
ağacının dikensiz olduğu anlatılmıştır. Hâkim ve Beyhaki Ebû Ümâme (r.a.)'nin
şöyle söylediğini nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'ın sahabileri
derlerdi ki: "Allah Teâlâ bizi çölde yaşayan Araplar'dan ve onların
meselelerinden istifade ettiriyor. Mesela, bir gün bir çöl bedevisi Hz.
Peygamber (s.a.v)'e gelerek, "Ya Resulullah, Allah Teâlâ Kur'ân'da sıkıntı
veren bir ağaç zikrediyor. Halbuki ben cennette sahibine eziyet verecek bir
ağacın bulunacağını zannetmezdim." dedi. Resulullah, "Nedir O?"
diye sorunca bedevî, "Sidr ağacı, zira onun dikeni vardır." dedi.
Bunun üzerine Resulullah da buyurdu ki, "Allah Teâlâ buyurmuyor mu? Allah
onun dikenlerini silmiştir de her dikeninin yerine bir meyva koymuştur ve onun
meyvalarından her biri yetmiş iki renk ile açar ve bir rengi diğerine
benzemez." İkincisi, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas, Katâde, İkrime ve
Dahhâk'tan yaptığı rivayete göre meyvasının çokluğundan dalları bükülmüş
mânâsına tefsir edilmiştir ki biz bunu, "dal bastı" tabirimize yakın
görerek meâlde de "dal bastı kiraz" diye ifade etmeyi diğer mânâdaki
dikensizlik anlamına da uygun olacağı kanaatiyle zevkimize muvafık bulduk.
29. Ve Talh-i Mendûd, meyvası aşağıdan yukarı
istifli, sıvama muz demektir. Bazıları, muz olmadığını söylemiştir. Bunun dünya
muzuna benzer, meyvası baldan tatlı bir ağaç olduğu zikredilmiştir. Daha başka
türlü mânâ verenler de vardır.
30. Uzanmış bir gölge ki çekilmesi ve boşluğu
yoktur. Fecr ile güneşin doğması arasındaki sabah gölgesi gibi hoş ve güzel bir
gölgedir.
31. Ve çağlayan bir su, yani yüksekten dökülen
akarsu. Bu suyun, kovasız, dolabsız ve istenilen yerde akan bir su olduğu da
söylenmiştir. Yukarıda sâbikûn (öne geçenler)un durumu, dünyada şehirlerin,
medenî halkın imrenecekleri en yüksek zevk ve lezzetlere göre tasvir edilerek,
yeni edebiyatçıların "sembolizm" dedikleri işaret yoluyla ifade ve
temsil edilmiş olduğu gibi, sağın adamlarının hâli de bedevileri imrendirecek
güzel yayla manzaralarını andıran remizlerle ifade edilerek ikisi arasındaki
farkın, medenilerle bedevilerin farkı gibi olduğuna bir nevi işaret
yapılmıştır, denebilir. Mücahid'den nakledilmiştir ki o yaylalar; gölgelikleri,
meyva ağacı ve sidri (Arabistan kirazı) ile müslümanların hoşlarına gitmişti.
Allah Teâlâ, âyetlerini indirdi. Dahhâk'tan gelen rivayette de şöyle
denilmiştir: Müslümanlar o yaylalara bakıp imrendiler. "Ne olurdu bunun
gibi bizim de olsaydı" dediler. Bunun üzerine söz konusu âyetler nazil
oldu.
32. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki
bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve
almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.
33. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki
bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve
almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.
34. Ve yüksek döşekler. Ebû Ubeyde demiştir
ki: "Burada firaştan maksat, kadınlardır. Yükseklik de manevi yüksekliktir
yani değer üstünlüğüdür. Zira şöyle buyurulmuştur:
35. Şüphesiz biz onları (hûrileri) yepyeni bir
yaratılışla yaratmışızdır. İbnü Cerir, Tirmizi ve daha başkalarının Enes
(r.a.)'den rivayetlerinde, Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bu yeniden
yaratılan kadınlar, dünyada kocamış ve buruşmuş kadınlardır." Taberânî,
İbnü Ebî Hâtim ve daha bazı âlimlerin rivayetlerine göre Selemetü'bnü Mirsed-i
Cu'fi (r.a.) demiştir ki: "Resulullah'ı âyeti ile ilgili olarak işittim,
şöyle diyordu: "Bunlar, ister dul, ister bekâr olsun dünyadaki kızlar ve
kadınlardır." Tirmizî'nin "Şemâil"de rivayet ettiği üzere
Resulullah (s.a.v)'a bir kocakarı geldi ve ona: "Ya Resulullah Allah'a dua
et beni cennete koysun." dedi. Resulullah: "Ey falancanın annesi,
cennete asla kocakarı girmez." buyurdu. Bunun üzerine kadın ağlayarak
döndü. Resulullah buyurdu ki: "Ona haber verin kocakarı olarak girmez,
çünkü Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Şüphesiz biz onları yeni bir
yaratılışla yaratmışızdır."
36. *} Yaratıp da onları hep bekâr kızlar kılmışızdır.
37. Öyle ki hep güzel kadınlar olarak. Urub,
arubun çoğuludur. Bu kelimenin üç farklı tefsiri vardır.
1) Kocalarını çok seven kadınlar.
2) Cilveli, nazlı edâlı kadınlar.
3) Güzel söz söyleyen kadınlar. Şüphesiz cilve
ve anlatım güzelliği de, sevişmenin en latif sebeblerinden ve edâlı kadının
şiarındandır. Hep aynı yaşıt, yani yaşları da eşit, hep birbirine denktir.
Tirmizî'nin Muaz (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmiştir:
"Cennet ehli cennete tüysüz, bıyıkları henüz terlemeye başlamış, gözleri
sürmeli, otuz, otuz üç yaşlarında girerler."
38. Sağın adamları için (yaratılmışlardır)
Meâl-i Şerifi
39. Bir çoğu öncekilerdendir.
40. Bir çoğu da sonrakilerdendir.
41. Solun adamları, nedir o solcular!
42. İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu
içinde,
43. Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.
44. Ki ne serindir, ne de faydalı.
45. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde
sefâhete dalmışlardı.
46. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.
47. Ve diyorlardı ki: "Biz ölüp, toprak
ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?"
48. "Önceki atalarımızda mı?"
49. De ki: "Öncekiler ve sonrakiler"
50. "Belli bir günün belli vaktinde
mutlaka toplanacaklardır."
51. Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!
52. Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından
yiyeceksiniz.
53. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.
54. Üstüne de kaynar su içeceksiniz.
55. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi
gibi içeceksiniz.
56. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet
budur.
57. Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez
mi?
39-40. Birçoğu öncekilerden ve birçoğu da
sonrakilerdendir.
Yani sağın adamları öncekiler gibi değil daha
çoktur. Öncekilerden de, sonrakilerden de çokturlar. Öncekiler ve sonrakiler ya
bütün ümmetlerin öncekileri ve sonrakileri, ya da bu ümmetin öncekileri ve
sonrakileridir. Ahmed b. Hanbel, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim ve İbnü
Merdûye'nin Ebû Hureyre'den yaptıkları rivâyete göre âyeti inince sahabilerin
gücüne gitmişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu. Peygamber (s.a.v) buyurdu
ki: "Ben her halde ümid ederim ki siz cennet ehlinin üçte biri, belki de
yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız." Demek
ki sahabiler, cennet ehli içerisinde Muhammed ümmeti az olacak diye merak
etmişlerdi. Böylece o endişe bertaraf edilmiş oldu. Buna göre Muhammed
ümmetinin ilklerinden sâbikûn (önde gidenler), sonrakilerden çok olduğu gibi
geçmiş ümmetlerin önde gidenleri de Hz. Muhammed'in ümmetinden sayı itibariyle
fazladır. Çünkü geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gelmiştir. Bununla
beraber Hz. Muhammed'in ümmeti içerisindeki öncülere uyanlar, geçmiş ümmetlerin
öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Çünkü onlar cennet ehlinin yarısından
çoğunu teşkil edeceklerdir. Bu, ihtimal ki insan nüfusunun artması meselesi ile
de alakalıdır. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, sâbikunda
"Yaptıklarına karşılık olarak." (Vâkıa, 56/24) buyurulduğu halde
Ashab-ı yemin'de bu zikredilmemiştir. Bundan Ashab-ı yemin'in mutluluğunun
sâbikuna uymaları sebebiyle sırf fazilet olduğu şeklinde bir mânâ
çıkarılabilir. Nitekim "zıll-i memdûd" (uzanmış gölge) ifadesinde de
aynı durum söz konusudur. Bu mânâ, Tûr Sûresi'nde geçen "İman eden ve zürriyetleri
de iman ile kendilerine tabi olanlar (var ya!) işte biz onların nesillerini de
kendilerine kattık..." (Tûr, 52/21) âyetinin mânâsına benzemektedir. Buna
bakarak denilebilir ki, öncüler, hayırda öncüler olan peygamberler ve müctehid
imamlardır. Ashab-ı yemin de onlara sadakatle uyanlardır.
41. Üç sınıftan üçüncüsü olan ve Ashab-ı
yemin'in zıddı olarak sâbikunun solunda yer alıp, kitapları sol taraflarından
verilecek solun adamlarına, (Ashab-ı Şimâl'e) gelince buyuruluyor ki Ashab-ı
Şimâl ise ne Ashab-ı Şimâl! Ne uğursuz, ne bedbaht insanlardır!
42. Bir ateş, içlerine işleyen bir hararet
içinde ve bir kızgın su, cehennem suyu içinde
43. ve zifirden bir gölge kömür veya kurum
gibi kararıp duran sisli, boğucu bir gölge içindedirler. Yahmûm, kömür gibi
simsiyah olan şey, zifir ve kara duman mânâlarına gelir. Buna zulmet denilmeyip
de gölge isminin verilmesi alay içindir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette de,
cehennem halkını her taraflarından kaplayıp, kuşatan perdenin ismi olduğu
zikredilmiştir.
44. Serin de değil kerim de değil, yani hiç
bir hayır ve menfaati ve hiçbir güzelliği olmayan bir gölgedir.
45. Bunların içine düşmelerinin sebebi ise
çünkü onlar bundan önce, yani bu azabın vuku bulmasından evvel mühlet verilmiş,
şımartılmış keyiflerine düşkün ve hiçbir şeye aldırış etmeyen kimseler idiler.
46. O büyük günahta ısrar ediyorlardı. Hıns,
esasen günah mânâsınadır. Yemini bozmaya da hıns denir. Müfessirlerin çoğu,
burada hıns-i azim'i büyük günah diye tefsir etmişlerdir. Çünkü "Doğrusu
şirk, büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurulduğu üzere şirk, büyük
bir zulüm ve en büyük günahtır. Bazıları da "hıns"ın yemin-i gamus,
yani yalan yere yemin etmek olduğunu söylemişlerdir. Takiyyuddin Sübki'ye göre
de, "Onlar, olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler ve dediler ki: Allah
ölen bir kimseyi tekrar diriltmez." (Nahl, 16/38) âyetinde buyurulduğu
gibi, onların büyük günahta ısrar etmeleri, kuvvetlice yemin ederek dirilmeyi
inkar etmeleri demektir. Bu anlam "hıns"ın meşhur mânâsına uygun
olursa da
47-49. "ve diyorlardı ki..." âyeti,
bu mânâyı ifade etmiş olacağı için önceki mânâ daha tercihe şayandır. Ancak
şirki, "hıns-ı azîm" (büyük günah) tabiriyle ifade etmenin bir
nüktesini de göz ardı etmemek lazımdır. Bu nükte ise, "Eğer
antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün
önderlerine karşı savaşın..." (Tevbe, 9/12) âyetinde ifade edildiği gibi
bunların yemin tanımaz, yeminlerinde durmaz yalancılar olduklarına işaret olsa
gerektir. Nitekim bunlara "Ey yalancı sapıklar!" (Vâkıa, 56/51) diye
hitap edilmesi de bu hususu kuvvetlendirmektir. İşte böylece bu mânânın yardımı
ile de Ashab-ı Şimâlin, Ashab-ı yeminin tam zıddı bir anlam taşıdığı da
anlaşılmış olmaktadır.
50. "Bilinen bir günün muayyen vaktinde
mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün, kıyamet günüdür. Mikât, bir
şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet de dünyanın vaktini tahdid ettiği
için mikât denilmiştir. Buradaki izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât
olan gün demektir.
51. "Bilinen bir günün muayyen vaktinde
mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün, kıyamet günüdür. Mikât, bir
şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet de dünyanın vaktini tahdid ettiği
için mikât denilmiştir. Buradaki izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât
olan gün demektir.
52-54. "Bir ağaçtan, zakkumdan..."
(Zakkum ağacı ile ilgili bilgi için Saffât Sûresi'ne bkz.)
55. Hîm, ehyem'in veya heymâ'nın çoğuludur.
Hüyam hastalığına tutulmuş deve demektir. Hüyam, deveye ârız olan bir susuzluk
illetidir ki bu hastalığa yakalanan deve suya bir türlü kanmaz. İşte onlar da
bu deve gibi zakkumu yer, kaynar suyu içer içer ama asla kanmazlar.
56. Bu, onlara o din (ceza) günü sunulacak
ziyafettir. Nüzul, konuk, misafir gelince kahve veya kahvaltı gibi ilk sunulan
yiyecek ve içeceklerdir. Konuklara ilk defa böyle şeyler takdim edilince, artık
daha sonraki azabın nasıl şiddetli olacağı düşünülmelidir.
57. Bu beyandan sonra inkârcıları susturmak ve
azarlamak için değişik bir hitab tarzı ile buyuruluyor ki biz sizi yarattık,
hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Bunu daha açık ifade etmek için de şöyle
buyuruluyor:
Meâl-i Şerifi
58. Attığınız meniyi gördünüz mü?
59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan
biz miyiz?
60. Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim
önümüze geçilmez.
61. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi
getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle
yapıyoruz).
62. Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp
ibret almanız gerekmez mi?
63. Ektiğinizi gördünüz mü?
64. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren
biz miyiz?
65. Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık.
Hayret eder dururdunuz.
66. "Doğrusu borç altına girdik."
67. "Doğrusu, biz yoksul bırakıldık"
(derdiniz).
68. İçtiğiniz suya baktınız mı?
69. Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa
indiren biz miyiz?
70. Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde
şükretseniz ya!
71. O çaktığınız ateşi gördünüz mü?
72. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa
yaratan biz miyiz?
73. Biz onu bir ibret ve çölden gelip
geçenlere bir fayda yaptık.
74. Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.
58. Akıttığınız yani rahimlere döktüğünüz
meniyi (gördünüz mü?)
59. Onu siz mi yaratıyorsunuz? Siz mi takdir
ederek, şekillendirip insan biçimine koyuyorsunuz? Yoksa yaratıcı biz miyiz,
hiç yokken biçim verip yaratan?
60. Aranızda ölümü biz takdir ettik. Sonsuz
hikmetleri ihtivâ eden irademizin gerektirdiğine göre, her birinize bir vakit
tayin ve taksim ettik. Ve biz önüne geçilenlerden değiliz yani kimse bize üstün
gelemez. İrademizi alıkoyamaz. Her dilediğimizi istediğimiz şekilde yaparız.
Buna kadiriz.
61. "Kılıklarınızı değiştirmek
üzereyiz." Müfessirler bu âyete, gerek nın bağlı olduğu fiil, gerek
"emsâl"in anlamı itibarıyla birkaç türlü mânâ vermişlerdir. Söz
konusu âyet, âyetinin mânâsındaki kudrete veya mahzufa ya da bir üsteki âyette
yer alan fiiline bağlanmış olabilir. de mimin kesriyle mislin çoğulu
olabileceği gibi fetha ile de meselin çoğulu olabilir. Mimin kesresi ile olan
mislin çoğulu ve fiiline bağlı olduğu durumda mânâsı; "Aranızda ölümü
takdir ettik ki neslinizi kesmeyip benzerlerinizi getirelim." şeklinde
olur. âyetinin ifade ettiği ye bağlı olduğu durumda ise; "Aranızda ölümü
takdir ettiğimiz gibi sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmek suretiyle
değiştirmeye de kadiriz." anlamı verilebilir. İkinci takdire göre yapılan
tefsir, "Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir mahluk
getirir." (Fâtır, 35/16) âyetinin mânâsına uygun olur. Lakin burada iki
üstün ile meselin çoğulu olması tercihe şayandır. Mesel, sıfat ve şekil
mânâlarıyla maddi ve manevî benzeyişi ifade eden huy, kılık ve kıyafet demek
olduğundan bu durumda da mânâ şöyledir: "Gerek fikir ve ahlâk yönünden
gerek şekil ve suret yönünden bulunduğunuz ve bildiğiniz kılıklarınızı
değiştirmeğe ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta varetmeğe kadiriz. Bunun
önüne hiç kimse geçemez Bu mânâ, hem dünyevî değişmeyi hem uhrevi yaratma olan
dirilmeyi ifade eder. Ayrıca hem tehdit hem müjdeyi içerir. Hasan-ı Basri de
tehdid cihetini düşünerek, "Sizi maymunlara, domuzlara çevirir."
tarzında bir mânâya geldiğini söyler ki, bu da Nisâ Sûresi'nde geçen "Ey
ehl-i kitab! Biz bir takım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden,
yahut onları, cumartesi adamları gibi lanetlemeden önce, size gelenleri
doğrulamak üzere indirdiğimiz kitaba iman edin.." (Nisâ, 4/47) âyetinin
mânâsına benzemektedir. Sözün başı ve sonu yaratmak, ceza ve yeniden dirilmekle
alakadar olduğundan tebdil (değiştirme) sözü dünyevi değişime, inşa (yaratma)
sözü de, ondan sonra gerçekleşecek olan öldükten sonra dirilmeye işaret
sayılabilir.
62. Herhalde ilk yaratmayı öğrendiniz. Yani
insanın bu dünya hayatında topraktan, sonra nutfe, alaka, mudğa gibi tavırdan
tavıra tekamül ettirilerek nasıl gerçekleştiğini gerek müşahede ve tecrübeden
ve gerek Kur'ân'ın açıklamalarından öğrenmiş bulunuyorsunuz. O halde düşünseniz
ya! Yani düşünseniz de bildiğiniz bu tarzı değiştirip ve tekamül ettirerek sizi
peyderpey yaratıp bulunduğunuz duruma getiren ve aranızda ölümü takdir etmiş
bulunan yaratıcınız Allah Teâlâ'nın sizi değiştirip, şimdi teferruatını
bilemeyeceğiniz yeniden diriltmeye kâdir olduğunu anlasanız ya!
63. İnsan hayatı için gerekli olan hususlardan
biri de rızıktır. Rızıkta esas maddî veya manevî planda ekipbiçme olduğu için
yaratma konusu hatırlatıldıktan sonra rızka da yer verilmiş ve bu hususa ekin
ile başlanarak buyurulmuştur ki Şimdi ektiğiniz tohumu gördünüz mü?
64. *} Onu siz mi bitiriyorsunuz? Siz mi
tutturup, büyütüp gayesine ulaşan ziraat haline getiriyorsunuz? Yoksa biz mi
bitiriyoruz? Kurtubî der ki: "Ekini eken kimsenin den sonra bu âyeti
okuyup şöyle demesi müstehâb olur: "Ekini bitiren, yetiştiren Allah Teâlâdır."
"Allah'ım Muhammed'e rahmet eyle ve bizi bu ekinin ürünü ile rızıklandır
ve zararından uzak tut. Hem de bizi nimetlerine şükredenlerden kıl." Bu
duanın, ekinleri musibetlerden koruyup bereketlendirdiği ifade edilerek bunun
tecrübe ile sabit olduğu nakledilmiştir.
65. Hutam, kuru şeylerin kırıntısına denir.
Çörçöp, ot çöpü, saman çöpü ve kabuk kırıntıları gibi. Tefekküh eder
dururdunuz. Tefekküh, esasen türlü yemiş yemek demek olup, mecazen taaccüb
etmek ve pişman olmak mânâlarına da gelir. Burada ifade ettiği anlam,
"şaşkınlıkla şu lakırdıları, yemiş yer gibi tekrar tekrar söyler, çiğner
ve ağzınızda geveler dururdunuz." şeklindedir. Yani şöyle der dururdunuz.
66. Biz herhalde çok zarardayız. Ektiğimiz
tohumlar zayi oldu. Yaptığımız masraflar boşa gitti, yahut borçlandık. Veya
garamın, helâk mânâsına olduğu göz önünde tutulursa, inanın helak olduk,
mahvolduk anlamı da verilebilir.
67. Daha doğrusu biz mahrumuz. Yani ektiğimiz
mahvolduğu gibi yiyeceğimiz rızıklardan da mahrumuz. Yahut bundan böyle hiç
kazanç ihtimali kalmamış, her şeyden mahrum ve sefalete mahkumuz. Bu sözlerin
bir cümlesi birisi, diğeri başka biri tarafından söylenmek suretiyle karşılıklı
konuşma tarzında tekrar tekrar ifade edilir. Böylece ümitsizliğe kapılarak
teşekkür edecek hiçbir nimet kalmamış gibi mırıldanılır durulur. Düşünülmez ki
bunu söylerken içilecek bir su olsun bulunur ve Allah'ın bundan daha büyük
felaketleri olabilir.
68. Onun için bunun arkasından buyuruluyor ki
"Gördünüz mü o içtiğiniz suyu?"
69. buluttan Müzn, esasen bulut yahut ak bulut
demektir ki ondan yağmur nadiren yağar. Ayrıca bu buluttan inen yağmur suyunun
daha tatlı olduğu da ifade edilmiştir.
70. *} Dilersek onu bir ucâc, yani tuzlu ve
acı bir su yapardık ki, içilme ihtimali olmazdı. Ekilen tohumların bazen
çürüdüğünün gerçekte bilindiği, yağmurun acı olarak yağmasının mümkün olduğu
yahut yiyeceklerin içeceklerden daha mühim olduğu tarzındaki sebeblerden dolayı
öncekinde Lâm ile , bunda ise lâmsız olarak buyurulmuştur. Gerek evvelkinde,
gerek bunda "dileseydik" ile başlayan iki şart cümlesi, Allah
Teâlâ'nın ekini ve suyu, onlardan faydalanmayı ortadan kaldıran âfât ve diğer
hallerden koruması da nebatı bitirme ve gökten su indirme nimetlerinden ayrıca
şükredilmesi gereken iki ayrı nimettir. İşte bu iki cümle söz konusu meseleyi
beyan etmek için zikredilmiş birer başlangıç cümlesidir. O halde şükretseniz
ya! Yani bütün bu nimetlerden her birine şükretseniz de biri eksik oluverince
hemen mahrumuz diye ümitsizlikle veya biz ekip biçiyoruz diye gururlanıp da
nankörlük etmeseniz ya!
71. Sonra o çaktığınız ateşi gördünüz mü? Yani
birbirine sürtüp çakmak suretiyle çıkardığınız ateşi ki sürtme ve temas ile
çıkan bir elektrik ateşi demektir. Yâsin Sûresi'nde geçen "Yeşil ağaçtan
sizin için ateş çıkaran O'dur..." (Yâsin, 36/80) âyeti de bu konuyla
ilgilidir.
72. Onun ağacını siz mi inşa ettiniz? Ki bu
sözü edilen ağaç, merh ve afar diye bilinen ağaçtır. Bununla beraber her ağaçta
ve elektrik elde edilen her şeyde ve çakmak taşında dahi bu anlam vardır.
Nitekim denilmiştir ki, "Her ağaçta ateş vardır. Fakat merh ve afar bu
konuda çok meşhur olmuştur." Yoksa inşa eden biz miyiz? Yani o ağacı
diğerlerinden fazla bir özellikle var edip yaratan biz miyiz? Şüphe yok ki
Allah Teâlâ cisimleri o elektrikiyyet özelliği ile yaratıp inşa etmemiş
olsaydı, hiç bir şekilde elektrik üretimi kâbil olmaz, ne bedevinin çakmağı
çakar ne de bugünkü medenilerin elektrik fenerleri yanardı.
73. Biz onu hem bir ibret kıldık, yani yaşama
sebebleri kendisine bağlanıp hayat mücadelesine örnek ve cehennem azabının
ateşinin andırıp düşündürecek bir ibret kıldık. Hem de bir metâ bir faydalanma
ve kazanç vasıtası, alanda bulunanlar için, yani sahraya konup göçenler için.
Ondan en fazla konup göçenler istifade ederler. Çünkü çakmak çakarak ateş yakma
ihtiyacı medenîlerden ziyade bedevilerde olur. Ve o ağacı en çok onlar getirip
satarlar. Âyete şöyle bir mânâ da verilebilir. "İhtiyacı çok olan fakirler
için." Zira başka bir kâr ve iş bulamayan fakirler hiç olmazsa odun
toplayıp geçimlerini temin ederler.
74. O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et.
Yani bu nimetleri ihsan edip duran Rabbin çok büyüktür, şirk ve noksanlıklardan
münezzehtir (berîdir). Onun için Allah'ı "Yüce Rabbimi tesbih ederim"
diye tenzih ederek tesbih et, yahut namaz kıl.
Meâl-i Şerifi
75. Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim.
76. Bilirseniz bu büyük bir yemindir.
77. O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır.
78. Korunmuş bir kitaptadır.
79. Ona temizlenenlerden başkası el süremez.
80. (O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.
81. Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
82. Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi
kılıyorsunuz?
83. Can boğaza dayandığı zaman
84. Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar
durursunuz.
85. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz
görmezsiniz.
86. Eğer cezalandırılmayacak iseniz,
87. Onu geri çevirsenize; şayet iddianızda
doğru iseniz.
88. Fakat ölen kişiye gelince, eğer o rahmete
yaklaştırılanlardan ise,
89. Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti
vardır.
90. Eğer O, sağın adamlarından ise,
91. "(Ey sağcı), sana sağcılardan
selam!"
92. Ama yalanlayıcı sapıklardan ise;
93. İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet
vardır.
94. Ve cehenneme atılma vardır.
95. Kesin gerçek budur işte.
96. Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tesbih
et.
75. "Yemin ederim..." Âyette bulunan
kelâmın sonu ile başı arasındaki tertibi ifade etmektedir. Razî bu tertib
şeklini şöyle anlatmaktadır: "Allah Teâlâ hidayet ve Hak din ile Resulünü
gönderdiğinde ona gereken herşeyi vermiş ve lazım olmayan şeylerden de onu
temizlemiştir. Binâenaleyh ona hikmeti, yani kesin delillerle onların kullanım
şekillerini ve Mevize-i hasene'yi, yani kalpleri inceltip, fikirleri
aydınlatacak faydalı nutukları ve en güzel yollarla mücadele usûllerini
bahşetmiş ve herkesi herhangi bir şekilde tartışmasında aciz bırakmıştı. Ancak
bununla beraber kâfirler iman etmemişlerdi. Bütün bunlar kendisine okunup da
iman etmeyen kimsenin ise sonuçta söyleyeceği şey şudur: "Bu beyan, onu
iddia edenin haklı olmasından değil, zihnî gücünden ve delilleri sıralamadaki
kudretinden; sözünün ortaya çıkması ile değil, mücadelesinin kuvvetiyle galip
geleceğini bilmesindendir. Nitekim bir çokları tartışmalarda aciz kalınca
derler ki: "Benim haklı olduğumu biliyorsun, ama beni zayıf görüyor, insaf
etmiyorsun." İşte durum bu noktaya gelince de karşısındakine söylenecek
sözde, yemin ile güven vermekten başka çare kalmaz. Onun içindir ki Allah Teâlâ
indirdiği âyet ve delillerini bir de çeşitli yeminlerle kuvvetlendirmiştir.
Bundan dolayı ilk inen sûrelerde özellikle (Kur'ân'ın) son yedide birinde yemin
çoktur. Kur'ân'daki bu yemin şekillerinden biri de, dür. Bu ifadede kasem
(yemin) fiili açıkça zikredilmekle beraber ayrıca harfi ile de mânâ olumsuz
hale sokulmuştur. Söz konusu hakkında müfessirlerin üç ayrı izah tarzı vardır.
Birçokları, sözün ahengini süslendirmek için ziyade kılınan ve olumsuzluk
mânâsı kasdedilmeyen Lâ-i zâide (zâid lâm) olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bazıları da bunun te'kid lâmı olup aslının şeklinde bulunduğunu ve vakıf
(duruş) halinde olduğu gibi fethasının uzatılmış olduğunu söylemişlerdir.
Âlimlerden bir kısmı da "Lâ, vallahi" denildiği gibi aslı üzere
olumsuzluk edâtı olduğunu iddia etmişlerdir ki, bizim de tercihimiz budur. Buna
göre nün mânâsı şöyledir: "Yok, hayır, iş öyle zannettikleri gibi değil,
yemin ederim, yahut artık başka söze gerek yok, yemin ederim. O yıldızların
mevkilerine ki: Nücûm, yıldızlar mânâsına geldiğine göre onların mevkileri
battıkları veya doğdukları yerler, yani batı ve doğuları, yahut gökteki
bulundukları yerleri, burç ve menzilleri, yahut akan yıldızların düştükleri
mevkiler, veya kıyamet günü döküldükleri zaman düşecekleri yerler olmak üzere
dört beş değişik yorumun her birine yahut da hepsine ihtimali vardır. Ancak bu
âyette nücûmu, Kur'ân'ın yıldızları yani her indirilmede gelen âyetler,
indirilen kısımlar şeklinde yorumlamak mânâya daha uygun düşmektedir. Bu anlam
tevriye suretiyle de olsa her halde kasdedilmiş olacağından, nücûmu yıldızlar
diye terceme etmemek gerekir. Bu mânâya göre o yıldızların yerleri ise,
Melekler, Peygamberler ve hâfızların kalbleri, yahut Kur'ân âyetlerinin
yazıldığı sahifeler veya mânâları, yahut onların inişine sebep olan olaylar ve
hükümlerdir. Şu halde yıldızların yerleri diye nitelendirilen hususların
hepsini içine alan en uygun mânâ budur.
76. "Şüphesiz o bir yemindir." Bu
cümle, bir mu'tarıza cümlesidir. "Eğer bilseydiniz." Bu da, mu'tarıza
içinde mu'tarızadır.
77. "Şüphesiz o bir Kur'ân'dır."
Yeminin cevabıdır. Çok faydalı ve feyizli mânâsınadır. Çünkü dünya ve ahirete
dair birçok önemli ilmin esaslarını ihtivâ etmektedir. Diğer bir mânâ ile gayet
güzel, hoş, yüceltmeye ve hürmete layık demektir. Ayrıca bu kelimeye, Allah
katında değerli mânâsı da verilmiştir.
78. Korunmuş bir kitapda Meknûn, saklı, yani
temiz tutulmak, kirletilmemek ve zayi edilmemek için saklanıp, kablar içinde
muhafaza edilmiş demektir. İşte mushaflar öyle korunmalıdır.
79. Öyle ki temiz olanlardan başkası ona el
süremez. Buradaki nefiy (olumsuzluk), nehiy (men etmek) mânâsınadır. Yani temiz
olmayan kirli eller Ona dokunmasın, ancak maddî ve manevî pisliklerden,
kötülükten ve necasetten temizlenmiş imanlı ve abdestli kimseler ona dokunsun.
Bu âyet sebebiyledir ki, fıkıhta cünüp iken Kur'ân okunamayacağı ve abdesti
olmayanın mushafa el süremeyeceği beyan edilmiştir.
80. Çünkü O, âlemlerin Rabbi tarafından
indirilmiş bir kitaptır.
81. Şimdi siz bu söze mi yağ süreceksiniz?
Yani hürmetsizlik edip inkâr içinde ve temizlenmeden onu kirletmeye mi
kalkışacaksınız?
82. Ve rızkınızı sırf yalanlamanızdan ibaret
mi kılacaksınız? Yani o kitaptan nasibinizi, onu yalanlamak ve bu suretle o
nimete karşı nankörlük etmekten ibaret mi kılacaksınız? Çünkü ondan istifade
edecek yerde ona hürmetsizlik etmek ve kirletmeye çalışmak, ondan elde edilecek
nasibi küfr ve nankörlükten ibaret kılmaktır.
83. Bunun üzerine de yalanlama ve inkarda
ısrar etmenin âkıbetine işaret edilerek buyuruluyor ki: O halde haydisenize can
boğaza dayandığı vakit. Âyetteki kelâmdaki yalanlamayı sıralamak içindir. da
onların acizliklerini göstermek üzere tahdid ifade etmektedir. Bu nın cevabı,
ikinci dan sonra gelecek olan cümlesidir. fiilinin altındaki zamirinin nefse,
yani ruha ait olduğu, sözün cereyan tarzından anlaşılmaktadır. Hulkûm, boğaz
demektir. Dilimizde de "Can hulkuma geldiği vakit" denilir ki bu,
ruhun çıkmak üzere bulunduğu can çekişme vakti demektir.
84. "Ve siz." Vâv, itirâziyyedir.
Yani onun etrafında hazır bulunan ilgililer, sizler o zaman, içinizden birinin
canı hulkuma geldiği o demde bakar durursunuz. Onun ölüm sarhoşluğunu görür,
kurtaracak hiçbir şey yapamaz, acz içinde kara kara bakarsınız
85. biz ise ona, o can çekişen arkadaşınıza
sizden daha yakınızdır. Gerek ilim, gerek kudret, gerek tasarruf cihetiyle
olsun her hususta yakınız. Siz onun hallerinden yalnız açıkta gördüğünüz izleri
tanıyabilirsiniz. Onun mahiyetine, niteliğine ve gizli özelliklerine vâkıf
olamaz ve onlardan hiçbirini def edemezsiniz. Biz ise hepsini bilir ve
dilediğimizi yaparız. Ve lâkin siz görmezsiniz, yani o yakınlığı idrak
etmezsiniz.
86. O vakit haydi, bu diğerini
kuvvetlendirmektedir. Eğer siz hak dinin hükmüne uymayacak ve yalanlamanızın
cezasını çekmeyecekseniz,
87. o hulkuma gelen canı geri çevirseniz ya!
Bu cümle, ların cevabı olmakla beraber şartiyyesinin cezası da olabilir. Yani
onu geri çevirseniz ya bakalım. Eğer sadık iseniz, yani Allah'ın dinine tâbi
olmamak, birliği ile Rablığını tanımamak davasında doğru iseniz!... Fakat
ihtimal var mıdır? Siz Allah Teâlâ'nın hüküm ve kudreti altında öyle âciz, öyle
mahkûm durumdasınız ki sizin için bu mümkün müdür?
88. Şimdi sonuç olarak o vefat eden zâtın
ölümden sonraki halini beyan etmek için de buyuruluyor ki o canı geri dönmeyip
ölen kimse, o Allah'a yakın olanlardan ise, sûrenin baş tarafında zikredilen üç
sınıftan en ileride bulunan sâbikûndan (öncülerden) ise ki bu, en yüksek
vasıfları olan "mukarrebûn" ile ifade edilmiştir.
89. Artık ona bir ravh. Ravh, rahat, rahmet,
ferah ve devamlı hayat mânâlarına gelir ve güzel bir rızık ve bir naim cenneti,
hiç kederi olmayan bir nimet ve saadet cenneti vardır.
90. Amma Ashab-ı yemin'e gelince aynen
yukarıdaki isimle zikredilmişlerdir.
91. Artık sana sağın adamlarından selam.
Burada ashab-ı yeminin birbirlerini selamlamaları hususu, Allah tarafından
haber verilmektedir.
92. amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara
gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey
sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş,
kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.
93. *} amma o yalanlayan ve inkâr eden
sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve
"Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye
nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.
94. *} amma o yalanlayan ve inkâr eden
sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve
"Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye
nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.
95. Hakikaten işte bu, bu Kur'ân, özellikle
sûrede zikredilen haber ve nihâyet üç sınıftan her birine ait sevab ve karşılık
hiç şüphesiz o, hakku'l-yakîndir, (kesin bir gerçektir). Yalnız ilmü'l-yakîn
(kesin bilgi) ve aynü'l-yakîn (görerek bilmek) değil, hakku'l-yakindir. Onlar
bunun içinde gerçeği tahakkuk edici olarak kalacaklardır. Âyette geçen hak ve
yakîn kelimelerinin her ikisi de aynı mânâyı ifade ettikleri halde hakkın,
yakîne izafeti hakkında çok söz söylenmiştir. Bunlar içinde en uygunu İbnü
Atiyye ve Râzî'nin beyanlarıdır ki o da şudur: "Hakku'l, yakîn,
hakku'l-hak (en büyük gerçek) ve en üstün sevab demek gibi bir çeşit te'kid
mânâsını içermektedir ki, yakînin son derecesi, yahut daha üstünde bir gerçek
bulunmayan en yüksek mertebesi demek olur." Yukarılarda geçtiği ve Seyyid
Şerîf'in "Ta'rifât"ında da izah edildiği üzere "Yakîn"in üç
mertebesi vardır. Bunlar, ilmü'l-yakîn, aynûl-yakîn, ve hakku'l-yakîndir.
Hakku'l-yakîn ilim ve müşahededen geçerek fiilî olarak tahakkuk edip yaşanan
hakikat demektir. Ayrıca denilmiştir ki hakku'l-yakîn, kulun hakta yok olması
ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilim olarak, hem müşahede ile, hem hâl olarak
bâki olmasıdır. Mesela, her akıllı insanın ölümü bilmesi ilmül-yakîn, melekleri
görmesi aynü'l-yakîn, ölümü tatması da hakkü'l-yakîndir.
96. O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Bu
sûrenin de tekrar eden âyeti budur. Allah Teâlâ, hakkı beyan ettikten sonra
kâfirlerin kabule yanaşmamaları üzerine Resulüne buyuruyor ki, kâfirler kabul
etmeseler de sen onları bırak. Onlar ister tasdik etsinler, ister
yalanlasınlar, sen Rabbini tesbih et, hem de "Azîm" (yüce) ismiyle
tesbih et. Böylece söz konusu bu âyetin üst tarafıyla, yani önceki âyetlerle
mânâ yönünden irtibatı olduğu gibi gelecek sûrenin baş tarafıyla da
münasebetinin olduğu anlaşılmaktadır. Sonraki sûreyle münasebeti şu şekilde
kurulabilir. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allah'ı tesbih eder.
Sen, onlara nazaran küçücük bir grup demek olan kâfirlere bakma da, bütün
kâinat ile beraber Rabbini tesbih et ve O'nu, en yüce ismiyle noksan
sıfatlardan tenzih et.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Vakia Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.