Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tur Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
52-TUR:
1-Andolsun o Tûr'a. Yani Hz. Musa'nın,
Allah'ın sözünü işittiği Tûr-ı Sînâ dağına. Müfessir Beydâvî diyor ki:
"Tûr, Süryânice'de dağ mânâsınadır. Ayrıca madde âleminden mânâ âlemine
veya gayb âleminden müşâhede (görünenler) âlemine uçan şey anlamını da ifade
etmektedir."
2-3- Andolsun yayılmış ince deri üzerine,
satır satır yazılmış kitaba.
Rakk: Kağıt gibi inceltilmiş, üzerine yazılan
deri demektir. Bu sebeble üzerine yazı yazılan her şeye rakk ismi verilebilir.
Menşûr: Neşredilmiş, dürülmüş, kapalı olmayan,
açılmış, yayılmış ve yazılmış mânâlarını ifade ettiği gibi, yazılı harflerin
dizilmesi, nizama konulması anlamına da gelmektedir.ü
Mestûr, Düzgün şekilde yazılmış demektir.
Kitab-ı Mestûr'un Tûr lafzından sonra yer alması, bu düzgün yazılı kitabın
Tevrat olduğu fikrini ilk defa akla getirirse de, şeklinde mârife getirilmeyip,
olarak nekre zikredilmesi, bunun henüz tanınmayan bir kitap olduğunu ortaya
koyar ki , "...kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap
çıkarırız." (İsrâ, 17/13) âyetine dayanarak söz konusu kitabın amel
defteri olduğunu söylemek, en doğru görüştür. Ayrıca bu kitabın, Levh-i mahfûz
veya yeni bir kitap olması itibarıyla Kur'ân olduğu da düşünülebilir.
4- Ve Beyt-i Ma'mur'a (da andolsun).
Beyt-i Ma'mur, bir rivayete göre semada
bulunan bir evdir. Bu evi her gün yetmiş bin melâike ziyaret eder ve kıyamete
kadar bir daha geri dönmezler. Ona ayrıca "Durah" ismi de
verilmektedir. Hasan Basrî'den gelen bir rivayette o şöyle der; "Beyt-i
Ma'mur'dan maksat, Kâbe'dir. Allah Teâlâ onu her sene altı yüz bin kişi ile
Ma'mur hale getirir. Eğer insanlar ondan eksilirse meleklerle doldurulur."
Bilindiği gibi bir yerin Ma'mur olması, üzerinde ikamet edilmesi ve
ziyaretçilerinin çok olup güzel bakılması mânâsında mecazî bir anlam
taşımaktadır. Kabe'nin Ma'mur olması da "Ayakta duranlar, rükû ve secde
edenler için evimi temizle." (Hacc, 22/26) âyetince etrafındakilerin ve
hacıların çokluğu ve ziyaret etmeleriyledir. Beydâvî'ye göre de Beyt-i Ma'mur'dan
kasıt, müminin kalbidir ki, onun bakımlı olması da, bilgi ve ilhâs iledir.
5- O yüksek tavana, yani semaya, bir rivayette
de cennetin tavanı olan Arş'a yemin olsun.
6- Ve Mescûr denize (andolsun). Mescûr'un
farklı anlamları vardır. 1) Alevlendirilmiş ve kızdırılmış demektir ki,
âyetinde de kıyamet koparken denizlerin ateş olup kaynatılacağı ve onunla
cehennemin kızıştırılacağı ifade edilmektedir. 2) Dolgun, taşkın demek olup,
okyanus mânâsına gelmektedir. 3) Karışan, karışık, suyu birbirine ya da tatlısı
acısına karışan demektir. 4) zıt mânâlı kelimelerden kabul edilerek
"boş" mânâsına geldiği de ileri sürülmüştür ki bu da, kıyamet alâmeti
anlamına alınabilir. Sûrenin başında yer olan Tûr lafzına bakılarak bu kızgın
denizin, Firavun'un boğulduğu deniz olduğu da düşünülebilir. "Tûr"
kelimesinin başındaki "vâv" kasem, diğerleri de ona âtf içindir.
7- "şüphesiz Rabbinin azabı
olacaktır." cümlesi kasemin cevabıdır. Bu cümlede yer alan kelimesinin
zarfıdır. Yani Rabb'ın azabı o gün vuku bulacak ki,
8- "şüphesiz Rabbinin azabı
olacaktır." cümlesi kasemin cevabıdır. Bu cümlede yer alan kelimesinin
zarfıdır. Yani Rabb'ın azabı o gün vuku bulacak ki,
9- sema bir çalkanış çalkalanacaktır. Bu
cümle, kıyametin dehşetini tasvir etmektedir.
10- Dağlar da bir yürüyüş yürüyecek, yerinden
oynayıp toz zerrecikleri haline gelecektir.
11- Artık yazıklar olsun o çalkanışın olduğu
gün (ahireti) yalanlayanlara.
12- Ki onlar daldıkları bir batakta oynarlar,
iman edip de o gün için hazırlanacak, korunacak yerde, birtakım yalan dolana
dalarak uğraşıp dururlar.
13- O gün onlar, cehennem ateşine itilip
kakılacaklardır. Bu cümlede bulunan "yevm" kelimesi, ya önce geçen
"yevm" den bedeldir, ya da takdir edilen bir söz ile nasbedilerek
"veyl"i izah etmektedir.
14- "İşte bu, o sizin yalan deyip
durduğunuz ateş." Yani o gün kendilerine "işte yalanlayıp durduğunuz
ateş budur" denilerek oraya atılacaklardır.
15- Bu da mı sihir? Takdir edilen cümleye
atfedilmektedir. Yani siz bu ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma
diyordunuz, şimdi onun fiilen tahakkuku da sihir mi?... onlara işte böyle
denecektir.
16- Bu da mı sihir? Takdir edilen cümleye
atfedilmektedir. Yani siz bu ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma
diyordunuz, şimdi onun fiilen tahakkuku da sihir mi?... onlara işte böyle
denecektir.
17-21- "Şüphesiz müttakîler cennetlerde
ve nimet içindedirler." Kur'ân'da kâfirlerin halleri beyan edilirken
mutlaka müttaki müminlerin durumlarına da işaret edilmektedir. Öyle anlaşılıyor
ki, Allah'ın azabından emin olmak, ancak O'nun korumasıyla mümkündür. Çünkü
kimse azaba mâni olamadığı için onun vukûu muhakkaktır. Bu yüzdendir ki Allah
ve peygamberi tasdik edip de, Allah'a kullukta, O'nun emrettiği şekilde çalışan
ve korunan müttakiler, Allah'ın kendilerin koruması ile o gün cennet nimetleri
içinde zevk alacaklardır. "İman edenler." Burada iki farklı durum söz
konusudur. 1) Bu cümlenin e atfedilerek mahallen mecrûr olmasıdır ki, bu
durumda müminlerin müminlerle arkadaşlığını ifade eder. Bunu "O hayvanlara
saman ve soğuk su verdim." kabilinden olarak "Biz onları müminlere
yaklaştırdık." mânâsında anlamak daha yerinde olur. O zaman da fiiline
atfedilmiş olur. 2. Mübtedâ, , 'ya mâtuf, cümlesi de haber olur ki âlimlerin
çoğu bu şekli tercih etmek istemişlerdir. Buna göre mânâ şöyle olur: O kimseler
ki iman etmişler, zürriyetleri de iman ederek onların ardından gitmiştir. İşte
biz onların zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır. Yani zürriyetleri amel
bakımından atalarından daha aşağı derecede olmakla beraber iman ederek onlara
tâbi olmaları sebebiyle cennette atalarının derecelerine çıkarılarak yanlarında
bulundurulurlar. Böylece onların zevk ve sevinçleri tamamlanmış olur. Bununla
beraber kendilerine amellerinden hiçbir şey eksiltmemişizdir. Yani
zürriyetlerini kendilerine katmaktan dolayı yaptıkları amellerin sevaplarından
onlara bir şey eksik verilmiş değildir. Herkes kazancına bağlıdır. Yani rehin
gibi bağlıdır. Kazanç, yani çalışma veya çalışılan iş, sanki bir borç ve insan
o borca Allah yanında bir rehin gibidir. Kurtuluşu ona bağlıdır. Eğer güzel
çalışır ve kazanırsa borcunu öder. Çünkü Allah, iyi işleri kabul eder. Şayet
çalışmaz ya da kötü işler yaparsa o zaman kendisini kurtaramaz. Zira temiz ve
güzel olmayan şeyler Allah Teâlâ'ya yükselemez. "Güzel söz O'na çıkar, iyi
amel onu yükseltir." (Fâtır, 35/10) âyeti de bu anlamı ifade etmektedir.
Bundan dolayıdır ki ileride "Her can,
kazandığı ile (Allah katında) rehin alınmıştır, yalnız sağın adamları
(kitapları sağdan verilenler) hariç." (Müddessir, 74/38-39) âyetleri
gelecektir. Yani kitapları sağ taraflarından verilenlerin dışındakiler kendilerini,
o bağlantıdan (rehin olmaktan) kurtaramazlar. Onun için yalancılar yalanlarına
bağlı kalarak cehennemde kıvranırlarken, müttakiler Allah'ın yardımı ile
kurtulup cennetlerde nimetler içinde yaşayacaklar ve Allahın lütfuna mazhar
olmak suretiyle zürriyetlerinin yükselmesine de sebeb olacaklardır. Bu cümlenin
zikredilmesi, zürriyetler açısından da önemlidir. Yani zürriyetlerin kurtuluşu
ve atalarının derecelerine yükselişleri, kendilerinin hiç katkıları olmaksızın
sırf babalarının kazançlarıyla değildir. Kendilerinin iman ederek onlara
uymaları ve izlerinden gitmeleri kurtuluşlarının asıl sebebidir. Ataları fiilen
sebeb oldukları için evladlarını cennette yanlarında görmekten mutlu olacaklar,
evladları da iman ile onlara tâbi oldukları için kendilerini kurtarmış ve
Allah'ın lütuf ve kereminden babaları gibi istifade etmiş olacaklardır. Demek
ki evlatlar kendi fiileri olmaksızın sırf babalarının ve dedelerinin
yaptıklarıyla kendilerini kurtaramazlar. Ancak imanlı olarak çalıştıkları
takdirde atalarının feyzinden de faydalanarak daha kolay bir şekilde
yükselebilirler. İşte Allah Teâlâ, müminlerin evlatlarını atalarına uymak
suretiyle yükselmeğe sevk ederken, soy şerefine güvenerek tembellik etmemeleri
için "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." buyurmaktadır. Şu halde bu
âyette, "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39)
âyetinin anlamını ortadan kaldıran bir mânâ bulunduğunu zannetmek doğru
değildir. Bilâkis âyeti, anlamındadır
22- Hem onlara canlarının istediği meyvalar ve
etlerden bol bol verdik. Yani asıl nimetlerden fazla olarak sırf zevk ve lezzet
almaları için zaman zaman onlara çeşitli nimetler yetiştirdik. Burada, ahiret
saadetinin, dünya zevklerine düşkün ve içki bağımlısı olan kimseleri
imrendirecek, iştahlarını gıcıklayacak tarzda neşeli bir tasviri vardır ki
özeti, kumar ve günahtan uzak saf, temiz ve şiddetli bir arzu hissettirir.
23- Orada, yani cennette bir kadeh kapışırlar
ki.
Ke's, dolgun kadeh demektir. Mecazen içindeki
içkiye de denilir. Kadeh çekiştirmek (kapışmak) de, neşe ile birbirlerine kadeh
vermekten mecazdır. Bir kadeh ki onda lağiv yoktur. Yani onu içerken boş, saçma
sapan söz söylemek yoktur. günaha sokmak da yoktur. Ancak bu dünya içkileri
gibi değildir. Şâir şu beytinde bunu ne güzel dile getirmiştir:
Hûn-i ciğerle memlu câm-ı zer olmadansa
Bî inkisâr-ı hatır şikeste sâgar olsun.
Ciğer kanı ile dolu altın bir kadeh gibi
olmaktansa
Gönlü hoş, kırık bir kadeh gibi olmak daha
iyidir.
24- Ve onların etrafında dönerler. Vâkıa
Sûresi'nde de geleceği gibi, kadehler sürahilerle emre hazır bir vaziyette
etraflarında pırıl pırıl dönüp dolaşırlar, sahibi bulundukları uşaklar, cennet
sakîsi genç hizmetçiler sanki saklı iri inciler, yani sadeflerinde gizli hiç
kirlenmemiş, el değmemiş, beyaz, saf, temiz ve pırıl pırıl inciler gibidirler.
Lü'lü, parıldayan büyük inci demektir.
25- Ve bazısı bazısına dönmüş soruyor. O zevk
ve neşe esnasında yüz yüze gelmiş birbirlerine hâl ve hatırlarından soruyorlar,
yani hasbı hal ediyorlar.
26- Soranlardan her biri şöyle dediler: Evet
doğrusu biz daha önce ehlimiz arasında; ilimiz, obamız, evimiz ve ailemiz
içinde yüreklerimiz titrer, korkardık. Geleceğimizden endişe eder, bir isyana
düşmekten veya bir azaba maruz olmaktan korkardık.
27- Şimdi ise Allah bize iyilikte bulundu.
Lütuf ve yardımıyla bu nimetleri ihsan etti. Ve bizi semûm azabından korudu.
Semûm: Daha evvel de geçtiği gibi vücûdun
içine işleyen, zehirli, sıcak, samm denilen bir rüzgardır. Burada zikri geçen
azabtan maksat, cehennem ateşi veya buna benzetilen korkunç dünya hayatıdır.
Semûmun cehennemin isimlerinden olduğu da rivayet edilmektedir.
28- Evet biz bundan önce O'na, yani Allah'a
dua ediyor ve "Rabbimiz bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik
ver, bizi cehennem azabından koru." (Bakara, 2/201) diye yalvarıyorduk.
Gerçekte iyilik eden yani sözünde duran, ihsan eden, kerem sahibi olan ancak
O'dur. O, rahimdir. Kendisine dua ve ibadet eden müminlere sonuçta çok rahmet
ve merhamet eden yine odur.
Meâl-i Şerifi
29. (Ey Muhammed!) sen hatırlat, öğüt ver.
Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhinsin, ne de mecnûn.
30. Yoksa onlar (senin için): "Bir
şâirdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz." mu diyorlar?
31. De ki: Bekleyin, çünkü ben de sizinle
beraber bekleyenlerdenim.
32. Onların akılları mı bunu emreder yoksa
onlar azgın bir topluluk mudur?
33. Yoksa "Onu uydurdu" mu diyorlar?
Hayır onlar inanmıyorlar.
34. Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz
meydana getirsinler.
35. Yoksa onlar, hiçbir şey olmadan (yani
yaratıcısız) mı yaratıldılar? Yoksa kendileri yaratıcı mıdırlar?
36. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar?
Hayır, onlar düşünüp hakikati anlamazlar.
37. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında
mıdır? Yahut hâkim (her şeyin yöneticisi) kendileri midir?
38. Yoksa kendilerine mahsus (üzerine çıkıp
sırları) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri, açık bir
delil getirsin.
39. Demek kızlar O'na, oğullar size öyle mi?
40. Yoksa sen kendilerinden bir ücret
istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
41. Yoksa gayb kendilerinin yanında da onlar
mı yazıyorlar?
42. Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar?
Fakat o küfredenlerin kendileri tuzağa düşeceklerdir.
43. Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı
var? Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır.
44. Gökten bir parçanın düştüğünü görseler,
"Üst üste yığılmış bulutlardır." derler.
45. Artık çarpılacakları günlerine kavuşuncaya
kadar onları (kendi hallerine) bırak.
46. O gün hiçbir tedbirlerinin kendilerine
zerre kadar faydası olmayacak ve hiçbir şekilde yardım da görmeyeceklerdir.
47. Şüphesiz o zulmedenlere ondan başka da
azab vardır. Fakat çokları bilmezler.
48. Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen
gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et.
49. Gecenin bir kısmında ve yıldızların
batışında da O'nu tesbih et.
29- Mülâbese, (temas ve ilgi) yahut kasem
(yemin) içindir. Rabbinin nimetiyle veya Rabbinin nimeti hakkı için demektir.
Kâhin, Bir nevi kendi zannî bilgisine
dayanarak gaybdan haber verene denir. Başka bir ifade ile geçmişe dair bilgi
verene kâhin, geleceğe dair bilgi verene ise Arrâf denilmektedir. Kehânette,
genellikle cinlerden yardım alındığı söylenir.
30- Zamanın felâketi mânâsınadır.
Menûn: Kesmek anlamına gelen den alınmıştır.
Ömür vesaireyi kestiği düşüncesinden hareketle zamana ve ölüme de
"menûn" denilmiştir.
Rayb: Izdırap vermek demektir. Buna göre
zamanın ızdırap veren musibeti, ya da ölüm felâketi mânâsını ifade eder.
Anlatıldığına göre Kureyşliler Dârü'n-nedve'de toplanmışlar Hz.Peygamber
hakkındaki görüşler de çoğalmıştı. Nihayet Abdûddar oğulları onu (peygamberi)
kasdederek "Raybü'l-menûn'u gözetin. Çünkü o bir şâirdir. Züheyr'in,
Nâbiga'nın ve A'şâ'nın helâk olması gibi o da helâk olacaktır." demişler
ve bunun üzerine de dağılmışlardı.
31- "gözetin" Alay ve tehdit etmek
mânâsınadır. Çünkü ben de sizinle beraber gözetenlerdenim. Yani, siz benim
helâk olmamı bekliyorsunuz, ben de sizin helâkinizi bekliyorum.
32- Yoksa onlara akılları mı emrediyor bunu?
Yani sözlerindeki bu çelişkiyi. Çünkü kâhin, keskin akıllı ve zeki olur.
Mecnunun ise aklı fikri, karışıktır. O halde nasıl olur da onlar, kâhin
dediklerine mecnûn, mecnûn dediklerine kâhin diyebilirler; demek ki akıllı
olduklarını iddia eden o kimseler, bu davranışlarıyla ne dediklerini bilmeyecek
ve nasıl çelişkiye düştüklerini farketmeyecek derecede akılsız olduklarını
ortaya koymuşlardır. Onun için buyuruluyor ki yoksa onlar akılsız, azgın, hakkı
kabul etmemekte haddi aşan, kendi ihtiraslarına uymayınca akıl ve insaf
dairesinden çıkan ve yalan uydurmaya alışkın bir gürûh mudurlar?
33- Yoksa onu, o Kur'ân'ı kendiliğinden
söylemiş, uydurmuş mu diyorlar?
Tekavvül: Kendisinde olmayanı söylemeye
çalışmak, bir mânâda yalan söylemektir. Çünkü yalan, onun ayrılmaz bir
parçasıdır. Buna göre mânâ, yoksa o, vahyile değil, kendiliğinden söylüyor da
bunu Allah'a mı isnad ediyor, diyorlar?
Hayır kendileri inanmazlar. Yani ya bu
söyledikleri sözlere kendileri bile inanmazlar, ya da iman etmedikleri için
öyle söylerler. Zira onlar da biliyorlar ki Muhammed yalan söylemez, şu halde
kendi sözünü Allah'a iftira etmez. Ve yine bilirler ki bu söz (Kur'ân) uydurma
bir söze de benzemez. Fakat sırf küfür ve inatları sebebiyle öyle söylerler.
34- Haydi onun benzeri bir söz getirsinler.
Yani hem mânâ ve hem de nazım yönünden Kur'ân'ın içerdiği üstün vasıfları
taşıyan, onun gibi bedi (güzel) bir söz uydurup getirsinler bakalım. Eğer sadık
iseler. Yani peygamberin uydurduğunu ileri sürdükleri iddialarında doğru
iseler, kendilerinin de öyle bir sözü uydurup getirmeleri gerekir. Çünkü
Kur'ân, beşer uydurması bir kelâm olsaydı, onların da peygamber gibi beşer
olmaları dışında, nutuk, hitâbet ve şiir ile meşgul olmaları, nazm ve nesir
kelâm üsluplarındaki deneyimleri, tarih ve olaylara olan vukufları, okuyup
yazmaları, tahsilleri ve kâhinlerinin olması gibi sebeblerden dolayı Kur'an'a
nazîre yapma kudretlerinin bulunması gerekirdi. Böyle bir kudreti
gösteremediklerine göre niçin onu Allah'ın gönderdiğine inanmıyorlar da
imansızlık ediyorlar? Yoksa kendilerine cezalarını verecek yok mu sanıyorlar.
35- Yoksa kendileri hiçbir şey olmadan, yani
yaratıcısız mı yaratıldılar. Önceleri yokken sonradan yaratıldıklarına göre,
şayet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın olabileceğini hiç düşünmüyorlar
mı?
Bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa
yaratanı hiçbir şey yerine koymadıkları için mi O'nun kudretini hesaba
katmıyor, cezasından korkmuyor ve imansızlık ediyorlar? Burada bütün aklî
ilimlerin esası olan bir hususa işaret edilmektedir ki o da şudur: Hiçbir şey
yoktan olamadığı gibi, yokluk da varlığa illet (sebeb) olamaz. Var olan şeyin
illeti de aynı şekilde yok olamaz ve hiç bir varlık da yaratıcısız varlık
alemine geçemez. Yok olan, ne kendini ne de başkasını vücuda getiremez...
Ancak yanlış anlaşılarak buradan, önce yok
olan bir şeyin sonra yaratılamaması gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Çünkü her
yaratılan, yok iken yaratılır, var olanı yaratmak mümkün değildir. Zira bu
hâsılı tahsil (elde edileni tekrar elde etme) olur. Ancak yok olan şeyi meydana
getirecek yaratıcı, yokluktan ibaret de olamaz. Çünkü yoku var edecek
yaratıcının muhakkak bir varlığının olması gerekir. Tabiat ilimlerinde de esas
olan bu kanun, eşyanın kendiliğinden meydana geldiği bir tabiat fikrini de
iptal eder. Gerçi bazıları bundan her yaratılan şeyin bir madde ile arkada
bırakılacağı fikrini çıkarmıştır. Fakat madde bir şeyin var olması için yeterli
bir sebep olmadığı gibi mutlak varlık için gerekli de değildir. Gerekli olan,
ancak yaratıcının olmasıdır. Zira yaratıcı mevcut olmayınca hiçbir şey
yaratılamaz. İşte böyle aklın en esaslı kanunu, yaratıcının varlık ve kudretini
tanımak iken, kâfirler kendilerini yaratanı hiçe sayarak O'na imana bir türlü
yanaşmıyorlar. Yoksa yaratıcı onlar mıdırlar? Yani kendilerini ve eşyayı
yaratmışlar da onun için mi kibirleniyor,
36-Allah'tan korkmuyor ve peygambere dil
uzatıyorlar. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hiç birisi olmadığı
belli fakat hakikati anlamazlar. Yani gökleri ve yeri yaratan Allah'tır, derler
de yine şüphe içinde dolaşırlar. Onun mantıklı sonuçlarını tatbik edecek kesin
bir kanaat ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mucizelere inanıp, peygamberi
tasdik etmek istemezler. Sadece zamanın felaketlerine çarpılmasını bekler
dururlar.
Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında
mıdır? Yani seni yetiştirip rahmet ve nimetiyle peygamber olarak gönderen
Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Hazine kâhyası onlar mı? Nimetleri
onlar mı dağıtıyorlar ki, peygamberliği sana vermek istemiyorlar? Yoksa herşeyi
hakimiyetleri altına alan onlar mıdır? Yani Allah'a galip gelmişler,
hazinelerini elegeçirmişler de onun vergilerini verdirmek istemiyorlar? Yahut
da Allah'ın verdiğini mi zorla almak istiyorlar.
38- Yoksa onların bir merdivenleri var da
orada mı dinliyorlar? Yani Allah'ın Mele-i a'laya (yüksek melekler topluluğuna)
gönderdiği emirleri, vahiyleri ve diğer bütün ilâhî sözleri o merdivenden mi
dinliyorlar da bu vesile ile kimin kimden önce öleceğini ve Kur'ân'ın Allah
tarafından gönderilmeyip uydurularak O'na isnad edildiğini biliyorlar? Öyle ise
dinleyenler açıklayıcı, kuvvetli bir delil getirsinler, dinlediklerini isbat
etsinler. Nasıl Hz. Peygamber (s.a.v) "Eğer doğru iseler onun benzeri bir
söz meydana getirsinler." (Tûr, 52/34) şeklindeki âyetlerle onlara meydan
okuyarak apaçık mucizesini gösterdi, onlar da öyle bir delil getirsinler.
39- Yoksa kızlar O'nun, oğlanlar sizin mi?
Yani aklınızın bozukluğuna ve ilâhiyata ait duygularınızın neden ibaret
olduğuna delalet etmek üzere bu konuda getireceğiniz en açık delil bu olacak
değil mi?. Necm Sûresi'nde de ifade edileceği gibi bu ne haksız bir taksim?
Çünkü onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri sürüyorlar ve onların
adına bir takım putlar yapıp, Lât, Uzza, Menât gibi müennes isimler vererek
tapıyorlar, sonra da, "Biz bunları Allah'a ortak koşmuyoruz, Allah'ın
kızları oldukları için bize şefaat etsinler diye ibadet ediyoruz"
diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evladını hor görüyor ve oğlan
istiyorlardı.
40- Yoksa sen onlardan bir ücret mi
istiyorsun?
Yani onlara vaaz ve nasihat etmekten ve
peygamberlik vazifesini yapmaktan dolayı bir ücret mi istiyorsun da bu yüzden
onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
Mağrem: Ğurm ve ğarâmet (diyet ödeme) anlamını
ifade etmekle birlikte mutlak borç mânâsına da gelmektedir. Ragıb İsfahanî'nin
açıklamasına göre Mağrem esasen suçsuz bir insanın malından vermesi gereken
zarar karşılığı demektir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yahut yardımlaşma
gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen
zarara da Mağrem denilir. Türkçe'de buna karşılık olarak zarar ve cereme vermek
tabiri kullanılır. Yani zorba hükümetlerin baskıları altında ağır vergilerle
ezilmekte olan halk gibi midirler ki senin için felaketler bekliyorlar?
41- Yoksa gayb onların yanında da, onlar mı
yazıyorlar? Kimin önce öleceğini Levh-i mahfuz'dan alıp halka onlar mı haber
veriyorlar?
42- Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Yani
sana ve müminlere bir su-i kasd mı hazırlamak istiyorlar ey Muhammed! Bu âyet
müşriklerin Dârü'n-nedve'de tertip etmek istedikleri su-i kasdı haber
vermektedir. Fakat o küfredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa
kendileri düşeceklerdir.
Nitekim öyle olmuş Hz.Peygamber (s.a.v) sağ
sâlim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir'de yakalanmışlardır. Böylece sözkonusu
âyet, gaybı önceden haber vermiş ve bunu onların değil, Allah'ın bilip
peygamberine haber verdiğini gözler önüne sermiştir. Denildiğine göre,
Peygamber'e su-i kasd tertip edenler, İslâm'ın yayılışının 15. senesinde vuku
bulan Bedir Harbi'nde katledilmişlerdi. Bu sûrede de (yoksa) kelimesi 15 defa
zikredilmiştir. İşte bu, o olaya işaret sayılabilir. Şihâb'ın dediği gibi bu
kabil gizli işaretler, Kur'ân'ın mucizeleri arasında sayılırlar.
43- Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhları
mı var? Yani o taptıkları putların kendilerini Allah'ın azabından
kurtaracaklarını mı zannediyorlar? Allah onların koştukları ortaklardan
uzaktır. Gerçekte Allah'tan başka ilâh yoktur ve onun azabı "Mutlaka vuku
bulacaktır ve ona engel olacak bir şey yoktur." (Tûr, 52/7-8)
44- Bununla beraber onlar öyle kâfirlerdir ki,
semadan bir parçanın düşmekte olduğunu görseler "Üzerimize gökten parçalar
düşür." (Şuarâ, 26/187) diye istekte bulundukları halde azabın başlarına
inmekte olduğuna şahid olsalar bile yine inanmazlar da (onun için) toplanmış
bir bulut derler. Fiilen başlarına gelmedikçe kabul etmezler. Bu yüzden Allah
Teâlâ, "Üzerlerine Rabbi'nin kelimesi (hükmü) hak olanlar inanmazlar;
onlara (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile acıklı azabı görünceye
kadar (iman etmezler)." (Yunus, 10/96,97) buyurmaktadır.
45-Onun için şimdi o tuzak kurmak isteyenleri
bırak kavuşacakları zamana kadar ki o gün çarpılacaklar helak olacaklardır.
46- O gün kurdukları tuzakların kendilerine
zerre kadar faydası dokunmayacak ve hiçbir şekilde kurtarılmayacaklardır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v)'e su-i kasd hazırlamak isteyen Ebu Cehil ve
yandaşları Bedir günü böyle bir akibete uğramışlardı.
47- Ve o zulmedenlere ondan önce de bir azab
vardır. Burada iki muhtemel mânâ söz konusudur.
Birincisi: O günden önce, yani dünyada da bir
azab var, demektir. Nitekim Mekkeliler yedi sene kıtlık çekmişlerdi.
İkincisi: O günden sonra yani ölüm sonrası
kabirde ve ahirette bir azab daha vardır. Ancak onların pek çoğu (bunu)
bilmezler. Yani sonuçlarının bu şekilde olacağını idrak edemezler de onun için
kâfir olurlar.
48- O halde Rabbinin hükmüne sabret,
küfredenlere o işler için izin verip, seni zahmetlere göğüs germeğe memur eden
Rabbinin vereceği hükme sabret, telaş etme. Çünkü sen bizim gözetimimiz ve
nezâretimiz altındasın, bundan emin ol. Ve Rabbini hamd ile tesbih et. Yani
"O'nu her türlü noksanlıklardan tenzih eder ve O'na hamd ederim."
demek sûretiyle Allah'ı zikret.
49- Kalkacağın zaman. Yani herhangi bir
meclisten kalkarken (Allah'ı tesbih ve tahmid et). Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin
Sünen'leri ile diğer bazı hadis kitaplarında mevcut olan ve Ebû Berzetel-Eslemî
(r.a)den gelen bir rivayette şöyle denilmektedir: "Resullah (s.a.v) bir
meclisten kalkacağı zaman "Ey Allah'ım seni her türlü noksan sıfattan
tenzih eder ve sana hamd ederim. Senden başka ilâh olmadığına şehâdet eder,
senden mağfiret diler ve (günahlarımdan dolayı) sana tevbe ederim." derdi.
Konuyla ilgili soru sorulduğunda da "Bu, mecliste olanlar için
keffârettir." demişti. Bazıları da bunun namaza durulduğu zaman "Ey
Allah'ım seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve yalnız sana hamd ederim. Senin
ismin ne yüce ve makamın ne uludur. Ve senden başka ilâh yoktur." duasının
okunması hakkında rivayet edildiğini söylemişlerdir. Âlimlerden bir kısmına
göre de sözkonusu âyetten maksad, yataktan kalkıp namaza durduğun vakit
demektir. Buna göre âyete, "kalkacağın zaman" mânâsını vermek daha
uygun olacaktır. Geceden de onu tesbih et. Yani gecenin bir kısmında da tesbih
ederek O'na ibadet et. Hem de yıldızların batışında, batmaya yaklaştığı zaman,
yani gecenin sonunda, sabah vakti. Allah Teâlâ'yı gece tesbihden maksadın akşam
ve yatsı namazları, yıldızların batışı sırasında tesbih etmekten kasdın da,
sabah namazı olduğu ileri sürülmüştür. Hz. Ömer , Hz. Ali, Ebû Hureyre ve
Hasan-i Basrî (r.a) de, gece tesbihden maksatdın, nafile ibadetler; yıldızların
batışında tesbihden maksadın da, sabah namazının iki rekat sünneti olduğunu
söylemişlerdir. Böylece Tûr Sûresi, sabahın gelmekte olduğunu gösteren
"yıldızların batışı" ile son bulurken, bu bitişle, Necm Sûresi'nin
başlangıcı olan "İndiği zaman andolsun yıldıza" cümlesi başlamış
olmaktadır. Bu da iki sûre arasında güzel bir münasebetin varlığını
göstermektedir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Tur Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.