Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tekvir Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
81-TEKVİR:
Sûresi denilir.
Mekke'de inmiştir.
Âyetleri : Yirmidokuz.
Kelimeleri : Yüz otuz dokuz.
Harfleri : Beşyüz otuzüç.
Fasılası : harfleridir.
İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in İbnü Ömer
(r.a)'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Her kim Kıyamet gününe gözüyle görüyormuş gibi bakmayı arzu ederse ve
sûrelerini okusun."
Meâl-i Şerifi
1- Güneş katlanıp dürüldüğünde,
2- Yıldızlar bulandığında,
3- Dağlar yürütüldüğünde,
4- Kıyılmaz mallar bırakıldığında,
5- Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,
6- Denizler ateşlendiğinde (suları çekilip,
volkanlar halinde ateş püskürdüğünde),
7- Nefisler eşleştirildiğinde (iyiler
iyilerle, kötüler kötülerle bir araya toplandığında),
8- Diri diri toprağa gömülen kıza
sorulduğunda,
9- "Hangi günahtan dolayı
öldürüldü?" diye.
10- Amel defterleri açıldığında,
11- Gök sıyrılıp açıldığında,
12- Cehennem kızıştırıldığında,
13- Ve cennet yaklaştırıldığında,
14- Herkes ne getirmiş olduğunu anlar.
15- Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri
gözden kaybolan yıldızlara),
16- O akıp akıp yuvasına gidenlere,
17- Yöneldiği an geceye,
18- Nefeslendiği (ağardığı) an sabaha ki,
19- Kuşkusuz o Kur'an, değerli bir elçinin
sözüdür.
20- O elçi güçlüdür, Arş'ın sahibinin yanında
çok itibarlıdır.
21- Orada ona itaat edilir, güvenilir.
22- Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.
23- Andolsun o, Cebrail'i açık ufukta gördü.
24- O, gayb hakkında cimri de değildir.
25- O, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir.
26- Hâl böyle iken, siz nereye gidiyorsunuz?
27- O, âlemler için öğütten başka bir şey
değildir,
28- İçinizden doğru gitmek isteyenler için.
29- Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince,
siz dileyemezsiniz.
O güneş dürüldüğü vakit. Burada zaman edatı
olan ile oniki olay zikredilmiş, cevabında "Her nefis ne getirdiğini
bilecektir." denilmiştir.
Bu oniki olay şunlardır: 1. Güneşin dürülmesi,
2. Yıldızların bulanması, 3. Dağların yürütülmesi, 4. Kıyılmaz malların
bırakılması, 5. Vahşi hayvanların toplanması, 6. Denizlerin ateşlenmesi, 7.
Nefislerin eşleştirilmesi, 8. Diri diri gömülen kıza sorulması, 9. Amel
defterlerinin açılması, 10. Göğün sıyrılıp açılması, 11. Cehennemin
kızıştırılması, 12. Cennetin yaklaştırılması.
Bunlar bir kısmı ilk üfürme ile dünyada, bir
kısmı ikinci üfürme ile ahirette olmak üzere kıyamet gününün en korkunç
manzaraları ve anlarıdır.
1. GÜNEŞİN DÜRÜLMESİ: Tekvir aslında yuvarlak
şekle sokmak ve toplamak mânâlarıyla ilgili olarak sarık sarar gibi
yuvarlanmasına dürüp sarmak ve bohçalamak mânâsınadır. Bir de bizim devirmek ve
kürümek dediğimiz gibi yıkıp atmak mânâsına gelir. Razî tefsirinde yazıldığı
üzere bazıları Hz. Ömer'den gelen bir rivayete dayanarak kör etmek körletmek
mânâsına olduğunu da söylemişlerdir. Bunların mechûl (edilgen) şekli olarak
tekvir olunmak da dürülüp sarılmak veya devşirilip atılmak veya körletilmek
demek olur.
Güneşin dürülmesi iki mânâda anlaşılabilir.
Birisi, uzaktan düz görünen güneş yuvarlağının
etrafı kabuk bağlayıp bir bohça gibi sarılarak ışığının sönmesi ve körlenmesi
demek olur ki bu hakikattır. Veya güneş tutulduğu zaman olduğu gibi gözden
kaybolmasıdır. Bu da mecazdır.
İkincisi, güneş kütlesinin bizzat kendisinin
ortadan kaldırılıp atılması demek olur ki, bu mecazi bir mânâdır. Zira bir
elbise kaldırılacağı zaman dürülüp de kaldırılmak âdet olduğundan, dürülmek,
gerekli olma ilgisiyle, yok etme mânâsından mecaz olur. Tekvirin ikinci mânâsı
olan yıkıp atmak, bu mânâda hakikat demektir. Üçüncü mânâ olan köreltmek ise,
öncekinin aynı demektir.
Şu halde "tekvir-i şems" şu iki
mânâdan birini taşımaktadır. Ya ışığının sönmesi veya kütlesinin kaldırılıp
görünmez olması. Onun için tefsirler de başlıca bu iki mânâ üzerinde
yürümüşlerdir.
Konuyla ilgili rivayetler:
İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette tekvir-i
şems, güneşin Arş'a katılması, bir rivayyette de karanlık olmasıdır.
Mücahid, Katade ve Hasen'den: Işığının
gitmesidir. Yine Mücahid'den gelen bir rivayette, çöküp yok olmasıdır.
Rebi' b. Heysem'den: Güneşin atılmasıdır.
Ebu Salih'ten: Ters döndürülmesidir.
Kurtubî de şöyle der: Başa sarık dolanır gibi
dürülür, sonra ışığı giderilir, sonra da atılır.
Güneşin, ışığının sönmesi suretiyle tekviri,
onda yerkürenin döşenmesi gibi bir kabuk tabakasının oluşması ve dolayısıyla
yeni ve büyük bir yerkürenin oluşturulması demek olacağına göre, daha büyük bir
güneş yaratıldığı takdirde orada da yerküremizdekine benzer fakat çok geniş bir
yaşama yeri başlamış olabilirse de o güneşi hiç nazar-ı itibara almadan
bildiğimiz güneşin gerek sönmesi ve gerekse kütlesinin yok edilip giderilmesi
anında yerküremizdeki hayatın ve güneşten ışık alan gezegenlerin derhal
söneceği açıktır. İşte evvela bu dehşeti ifade ediyor. Bununla beraber bu
tekvir, biz insanların dışında olan bir olay olduğu gibi, sırf içimizdeymiş
gibi bir nitelikte de olabilir. Hele hayat ve eşyanın bizim üzerimizde
bıraktığı iz ve görüntü özellikle ruhumuzun yetenek ve faaliyetleriyle ilgili
olmasına göre, ruhların bedenlerinden ayrılması halinde de "tekvir-i
şems" meydana gelmiş olur.
2. 2. YILDIZLARIN BULANMASI: Yıldızlar
bulandığı zaman. İnkidâr, bulanmaktır. Bunda da iki mânâ rivayet edilmiştir.
Birisi, nurlarının parlaklığı bozulup sönmesi,
silinmesi, "Yıldızlar silindiği vakit." (Mürselat, 77/8) âyeti de
bunu açıkça göstermektedir.
Birisi de, "Yıldızlar döküldüğü
vakit."(İnfitar, 82/2) buyrulduğu üzere saçılıp dökülmeleridir. Buhârî
yalnız bunu rivayet etmiş, tefsirciler de çoğunlukla bunu tercih etmişlerdir.
Râzi şöyle der: Çünkü inkidârda asıl olan dökülmektir. İmam Halil demiştir ki:
"Ard arda gelip döküldüler" mânâsına denilir. Kelbî de şöyle
demiştir: O gün gök yıldız yağdıracak, gökte yıldız kalmayıp düşecektir. Mülk
Sûresi'nde geçtiği üzere Atâ demiştir ki: Çünkü yıldızlar, gök ile yer arasında
kandillerde nurdan zincirlerle asılıdır. Bu zincirler meleklerin ellerindedir.
Gök ve yerde bulunanlar ölünce o zincirler meleklerin ellerinden düşecektir.
Bunları bizim anlayabileceğimiz şekilde ifade
edecek olursak şöyle demek olur: Güneşin ışığı söndüğü zaman kuşku yok ki Ay ve
gezegenler gibi ondan ışık alan yıldızlar tamamen bulanıp sönecektir. Sonra
güneş küresi yani güneşin kütlesi patlayıp atılarak yok olduğu zaman da
cisimlerin dengesini tutan ve nurdan zincirler diye tabir edilmiş bulunan genel
cazibe ve çekim yok olarak âlemin dengesi bozulmuş olacağından gökte yıldızlar
alev yağmurları halinde dökülüp düşüşmeye başlayacaktır.
Türkçe'de "bulanma" tabiri, inkidâr
kelimesi gibi, yukarda anlatılan iki mânâyı da ifade edebileceği kanaatiyle
meâlde "yıldızlar bulandığı zaman" denilmekle de bu mânâlar
anlaşılabilir zannederim.
3. 3. DAĞLARIN YÜRÜTÜLMESİ: Dağlar yürütüldüğü
zaman yerkürenin zelzele ve depremle sarsılıp patlayarak dağların yün gibi
atıldığı, yerleri serap gibi olmak üzere başlar üzerinden geçen bulutlar gibi
göğe fırlatılıp toz halinde serpildiği andır. (Hâkka Sûresi'nde geçen "yer
ve dağlar kaldırıldı"(Hâkka, 69/14) âyetinin tefsirine bkz.)
Ecel gelip de ilâhî hikmet dünyada
yaşayanların yaşadığı âlemin yıkılmasını, yer ve gök düzeninin başka bir düzene
değişmesini gerektirdiği zaman bunlar olacak ve o değişim ile varılacak olan
diğer âlemde bu kütle ve cisimler kalmıyacak, başka bir düzen kurulacaktır.
Düşünmeli ki Güneşin dürüldüğü, yıldızların
bulanıp döküldüğü ve ve yerkürenin parçalanıp dağlarının yürütüldüğü bu
zamanlarda hayatta olanları ne büyük bir korku ve dehşet saracaktır. Hiç kuşku
yok ki o zaman en kıymetli mallar boş bırakılacaktır. Onun için:
4. 4. KIYILMAZ MALLARIN BIRAKILMASI: Kıyılmaz
mallar bırakıldığı zaman. İşâr, uşerâ kelimesinin çoğuludur. Nifâs ve nüfesa
gibidir. Uşerâ, "onlarlı" demek gibi olup Araplar on aylık gebe
deveye doğuruncaya kadar bu adı verirler. Onlara göre bunlar, kendilerinin en
kıymetli mallarıdır. Bu şekilde bunun çoğulu olan ışâr sürüsü bazı yeni
doğurmuş, bazısı doğurmak üzere bulunan ve en çok bakılması, gözetilmesi
gereken en kıyılmaz mallar demek olur.
Bunların bırakılmasından maksat ise çobansız,
bakımsız, başıboş bırakılıvermesidir. Zira yüz gösteren korkunç kıyamet
olayları içinde sahipleri böyle en kıymetli mallarını bile başıboş bırakırlar.
Çünkü o gün, "O günde ne mal fayda verir ne oğullar. Ancak Allah'a selim
bir kalp ile varan başka." (Şuara, 26/89) diye nitelenen bir gündür.
Razî'nin yazdığına göre bazıları, âyette sözü
edilen "ta'til-i ışâr"ın, bulutların kurumasından, yağmurların
kesilmesinden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Araplar bulutu, yağmur
yüklü olduğu için hamilelere benzetirler. Bu mânâ mecaz olmakla beraber
dağların yürütülmesiyle münasebeti de vardır.
Alûsî'nin nakline göre, bazıları da,
"ziraat olunur, öşrü, vergisi alınır arazi", bazıları ise,
"diyâr" yani yurtlar demiştir.
Bunlar kıymetli, kıyılmaz malların bırakılması
mânâsı içinde vardır.
Kurtubî demiştir ki: Kelâm, durumun dehşetini
tasvir için temsil üzere söylenmiştir. Çünkü o zaman ne kıymetli mal vardır, ne
de bunların bırakılması söz konusudur. Mânâ şudur: Böyle deve sürüleri olsa,
sahipleri onları bırakır, kendileriyle meşgul olurlardı.
Bununla beraber âyetler sıralamayı gösteren
"fâ" ile değil de "vav" ile birbirlerine bağlanmış
olduğundan bunlar, dağlar yürütülmeden önce ve yerkürede sarsıntıların
başladığı sırada olabilir. O zaman deve sürüleri de, yurtlar da, diğer kıymetli
mallar da mevcut iken dehşetler içinde hepsi başıboş bırakılır. Şu da öyle
olmalıdır:
5. 5. VAHŞİ HAYVANLARIN TOPLANMASI: Vahşi
hayvanlar toplandığı zaman.
VUHÛŞ, vahşi hayvanlar mânâsına olup
"vahş" kelimesinin çoğuludur. Vahş, tekil olan vahşî kelimesinin cins
ismidir. İnsana yakın olmayan kara hayvanlarına bu ad verilir. Ehlî ve evcilin
zıddıdır. Dilimizde yabani diye de söylenir. Bunun, önceki âyette geçen
"develer"le münasebeti evcile karşılık yabaninin söylenmiş olmasıdır.
Bu münasebetle "vâv" ile birbirlerine bağlanmalarında bu zıtların bir
araya getirilmesi var demektir. Bundan dolayı maksat, evcil ve yabani mutlak
olarak hayvanların toplanması denilmiştir. Bu da üç şekilde tefsir edilmiştir:
Birincisi, her taraftan canlıları saran o
korku ve dehşet içinde hayvanların, öteden beri korka geldiği şeyleri unutarak
deliklerinden ve yuvalarından çılgıncasına fırlayıp ne birbirlerinden ne de
insanın saldırısından çekinmeksizin bir araya toplanması demektir ki, kıyamet
alâmetlerinden olmak üzere ilk üfürmeden önce insanları ve hayvanları sürüp
sevkedecek olan ateş çıktığı vakit olacaktır.
İkincisi, hayvanların toplanması, ölüm ve
helakte toplanmalarıdır denilmiştir. Çünkü kıtlık çıktığı yıl denilir ki,
"kıtlık helak etti" demektir.
Üçüncüsü, Katade ve daha başkalarından rivayet
olunduğu üzere vahşi hayvanların toplanması, hayvanların da kısas için
diriltilip mahşer yerine toplanmalarıdır. Müslim ve Tirmizî'de Ebu Hureyre'den
rivayet olunduğu üzere Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak
hakları sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan
kısas yoluyla hakkı alınacak.". Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde: "Ve
hatta karınca karıncadan hakkını alacak." Katade de bu âyette demiştir ki,
"Her şey, hatta sivrisinek kısas için haşr olunacak." Razî de
tefsirinde şöyle der: Mutezile demiştir ki: Yüce Allah o gün hayvanların
hepsini toplayacak ki, dünyada ölüm, öldürme ve diğer yollarla onlara gelmiş
olan elemlerin karşılığını versin. Ondan sonra bir kısmını cennette bırakmak
isterse, cennette kalmaları iyi olduğu takdirde yapar. Dilerse, haberde geldiği
gibi yok eder. Biz ehl-i sünnetin âlimlerine göre ise yüce Allah üzerine
"buna hak kazanmıştır" diye hüküm vermek suretiyle bir şey vacip
olmaz. Fakat o vahşi hayvanların hepsini toplayacak da boynuzsuzun boynuzludan
hakkı alınacak. Sonra onlara "ölün!" denecek, ölecekler. Bazıları,
"İnsan ve cinden başkası yükümlü olmadığı için haşr olunmaz."
demişlerdir. Fakat Tirmizî hadîse "hasen sahih" demiştir. Şu kadar
varki o hadis, bu âyetin tefsiri mahiyetinde söylenmiş değildir. Burada vahşi
hayvanların haşri, kıyılmaz malların bırakılması ile denizlerin ateşlenmesi
arasında zikredilmiş olmasına göre de bu haşrin sorusu gibi tekrar dirildikten
sonra değil, dünyada olacak olaylar sırasında olması açık görünür. Onun için
birinci mânâ tercihe layıktır. Hadis, ilâhî adaleti ayrıca bir beyan olarak
sahihtir. Fakat bu, âyetin onunla tefsir edilmesini gerektirmez. Ancak bu âyet
onu da hatıra getirebilmek itibariyle o mânâ da düşünülebilir. Çünkü
"vâv" ile iki cümleyi birbirine bağlamak, arada bir sıralama bulunmuş
olmasını gerektirmez.
6. 6. DENİZLERİN ATEŞLENMESİ: Denizler
ateşlendiği zaman.
Tescir, alevli ateşle fırın kızdırmak ve
doldurmak mânâlarına gelir. Burada da bu iki mânâdan hareketle üç şekilde
tefsir edilmiştir:
Birincisi, denizlerden volkan halinde ateşler
çıkarak sularının çekilmesi ki, Buhârî'de Hasen'den, "Bir damla su
kalmayacak." diye rivayet edilmiştir.
İkincisi, Mücahid'den rivayet edildiği üzere
"doldurmak" mânâsıdır ki bu da iki şekilde düşünülmüştür. Birisi,
önceki mânâ gibi ateşle doldurulmuş olması; birisi de "Denizler yarılıp
birbirine karıştığı vakit." (İnfitâr, 82/3) âyetinden açıkça anlaşıldığı üzere,
denizlerin yarılıp akıtılarak yerkürenin her tarafını bir deniz halinde istila
etmesidir ki, zelzeleler ve volkanlarla yerkürenin çalkandığı ve dağların
yürütüldüğü an ile birliktedir. Bu üç mânâ Buhârî'de de özetle nakledilmiştir.
Bir de İbnü Atiyye Tefsiri'nde yazıldığı gibi
denilmiştir ki; tescirin, sâcurdan türetilmiş olma ihtimali vardır. Sâcur,
köpeğin boynuna bağlanmak için geçirilen toka ve tasma demek olduğundan,tescir,
toka takmak veya tasma geçirmek mânâsıyla zaptedip malik olmaktan mecaz olarak
denizlerin o çalkanma halinde abluka edilmiş gibi zaptedilip bağlanmasını ifade
eder.
Abd b. Humeyd ve İbnü Münzir Ebu Aliye'den
şöyle rivayet etmişlerdir: Bu sûreden altı âyet dünyada ve insanlar
bakarlarken, altısı da ahirettedir. Güneşin dürülmesi... denizlerin ateşlenmesi
dünyada; Nefislerin eşleştirilmesi... cennetin yaklaştırılması, bunlar da
ahirettedir.
İbnü Ebi'd-dünya, İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim
de Übeyy b. Ka'b'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Altı âyet kıyamet gününden
evvel insanlar çarşı ve pazarlarında ikendir: Güneşin ışığı gider, o
haldelerken yıldızlar bulanır, dağlar düşmeye, yerküre hareket ve sarsıntı ile
çalkanmaya başlar. Bunun üzerine korkudan cinler insanlara, insanlar cinlere
bağırıp çağırır. Hayvanlar, bütün vahşi kuşlar karışıp birbirine girerler,
kıyılmaz mallar bırakılır. Cinler insanlara, "size bir haber
getirelim" deyip denize fırlarlar. Bakarlar ki deniz ateş olmuş, alevler
içinde. O haldelerken yer bir çatlayış çatlar, bir rüzgar gelir hepsini
öldürür.
Bazıları, "ilk altı, iki üfürme
arasındadır. Dünyada diyenlerin maksadı da budur" demişler; bazıları
"bunlar ilk üfürmeden önce, sonrakiler ikinci üfürmeye kadardır"
demişler. Bununla beraber bu sonuncuların muradı da gaye mugayyaya dahil olarak
ikinci üfürmeyi de kapsamış olmalıdır. Çünkü suâl sonradır.
7. 7. NEFİSLERİN EŞLEŞTİRİLMESİ: Nefisler
eşleştirildiği zaman.
Nüfûs, bilindiği gibi nefs'in çoğuludur. Nefis
de kişi ve can mânâlarına gelir. Nitekim, "şurada şu kadar nüfûs var"
dediğimiz zaman, şu kadar kişi veya şu kadar can var demek olur.
Tezvîc de; eşi eşe, dengi denge, benzer ve
yaşıtları birbirine katıp bir yere getirmek, çatmak, çiftleştirmek, kısacası
sınıflandırmak ve birleştirmek mânâlarını ifade eder.
Bunun tefsirinde başlıca iki rivayet vardır.
Birincisi: Saffât Sûresi'nde "Zalimleri
ve eşlerini toplayın." (Sâffat, 37/22) ve Vâkıa Sûresi'nde "Siz üç
sınıf olduğunuz zaman, amel defterleri sağlarından verilenler; ne mutlu
insanlardır, amel defterleri sağlarından verilenler! Amel defterleri
sollarından verilenler; ne mutsuz insanlardır, amel defterleri sollarından
verilenler! İmanda en ileri geçenler ise..."(Vâkıa, 56/7-10) âyetlerinin
ifade ettiği mânâ üzere şu rivayetlerle izah edilmiştir:
Buhârî'de: Hz Ömer "cennetlik ve
cehennemlik nefisler benzerleriyle bir araya getirilir." dedi. Sonra
âyetini okudu.
İbnü Cerir ve daha başka tefsirlerde şöyle
yazılıdır: Numan b. Beşir (r.a) demiştir ki: Ömer b. el-Hattâb hutbe okuyordu,
dinledim. " âyetini okudu. Sonra âyetini okudu ve daha sonra "bazı
eşler cennette, bazıları cehennemdedir" dedi.
Yine Numan b. Beşir merfu olarak Hz. Peygamber
(s.a.v)'den rivayet ederek şöyle demiştir: "durebâ" (sınıflar ve
benzerleri)dır, yani, "Herkes, kendisi gibi amel eden her toplulukla
beraberdir." dedi. Zira yüce Allah: buyuruyor ki, bunlar
"durebâ" dır dedi.
DUREBÂ, sınıf ve benzer mânâsına gelen
"darîb"in çoğulu olarak sınıflar ve benzerleri demektir. Yani
"ezvâcen selâse" âyetinde geçen "ezvâc", fertleri birbirine
benzeyen sınıf mânâsına "zevc" in çoğulu olduğu gibi burada da
tezvîc, aynı mânâdan sınıflandırmak demek olup "Kim bir topluluğa benzerse
o da onlardandır." mânâsı üzere herkes amelde benzerleriyle, iyiler
iyilerle, kötüler kötülerle dizilip haşrolunacağı vakit demek olur.
Diğer rivayetler de şöyledir.
İbnü Abbas'tan: "insanlar üç sınıfa
ayrıldığı vakit",
Mücahid'den: İnsanlar içinde benzerler
birbirleriyle toplandığı vakit"
Katâde'den: "Her insan kendi tarafına;
yahudiler yahudilere, hıristiyanlar hıristiyanlara katıldığı vakit"
Rebi b. Haysem'den: "Herkes sahip olduğu
ameliyle haşrolunur: Kişi, sahip olduğu ameliyle beraber gelir." diye
rivayet edilmiştir ki, bütün bunlarda nüfûs kelimesi kişiler; tezvic kelimesi
de iyi ve kötü amelde benzer olanları bir araya toplayıp sınıflandırmak
mânâsına olarak "O gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız. O gün
kime kitabı sağından verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklardır."(İsra,
17/71) mânâsı üzere insanların, iyi ve kötü amelde peşlerinden gelenleri ve
birbirlerine benzerleri ile sınıf sınıf, bölük bölük mahşere çağrılıp büyük
mahkemede amel defteri, sağından verilenler, amel defteri solundan verilenler
diye, bir grup cennete, bir grup cehenneme gitmek üzere yeniden diriltilip
sınıflara ayrıldıkları vakit demek olur ki bunda "Kâf Sûresi'nde geçen "Her
nefis, beraberinde bir sevk memuru ve şahit ile gelmiştir."(Kâf, 50/21)
mânâsı; dostun dost ile, hasmın hasım ile yanyana ve karşılıklı olarak durma
yerindeki duruş ve seçilişleri mânâsı da dahil olur. Sözünden bazıları,
müminlerin cennette zevceleri ve huriler ile bir araya getirilişleri ve
kâfirlerin cehennemde şeytanlarla çatılmaları mânâsını da anlamak istemişlerse
de "cennet yaklaştırıldığında" âyetinden anlaşıldığına göre bu henüz
cennet ve cehenneme girilmeden önceki sınıflandırma ve ayırmayı anlattığı için
"cennete girecek sınıflar", "cehenneme girecek sınıflar"
demek olması daha doğrudur.
İkincisi: İkrime, Dahhâk ve Şa'bi'den rivayet
olunduğu üzere nüfûs, ruhlar mânâsına olarak, ruhların bedenlere iade olunup
birleştirildiği vakit diye tefsir edilmiştir ki bu da ikinci üfürme ile ruhun
vücuda tekrar girişindeki dirilme vakti, demek olur.
Demek ki bu iki tefsirin ikisine göre de
kıyametin ikinci safhası demek olan öldükten sonra dirilme hallerini
anlatmaktadır. Rivayet itibariyle önceki daha kuvvetli ve mânâ itibariyle de
daha kapsamlıdır. Bunun özellikle iki tarafı "büyük mahkeme"ye
getirmek mânâsında soru ve hesap ile ilgili olduğu da şununla anlatılıyor:
8. 8. DİRİ DİRİ GÖMÜLEN KIZA SORULMASI: Diri
diri toprağa gömülen kız çocuğuna sorulduğunda,
9. hangi günahla öldürüldü? diye.
MEV'ÛDE, küçükken diri olarak gömülüp
öldürülen kızcağız demektir ki kökünden türetilmiştir. Ve'd aslında evd gibi
ağır basmak mânâsıyla ilgili olup cahiliyye Araplarının kız çocuklarını diri
diri toprağa gömme şeklindeki âdi âdetlerine denilir. Tefsircilerin
yazdıklarına göre cahiliyye Araplarında bu çirkin âdet yaygın idi ve bunu türlü
türlü yaparlardı. Kimisi kızlar yüzünden bir ar gelmek korkusuyla yapar, kimisi
parasızlık ve besleyememek korkusuyla yapar, kimisi de melekler Allah'ın
kızlarıdır, dediklerinden dolayı kızlarını da meleklere katmak üzere, Allah'a
daha layıktırlar diye yaparlardı.
Alûsî'nin yazdığına göre, bir değil birçok
kişi şöyle demiştir:
Bir adamın bir kızı doğduğu vakit öldürmeyip,
hayatta bırakmak istediği zaman ona yünden veya kıldan bir cübbe giydirir,
çölde koyun veya deve güttürürdü. Öldürmek istediği takdirde de bırakır, altı
yaşlarına doğru gelince anasına, "bunu temizle, süsle, hısımlarına gezmeğe
götüreceğim" der, oysa çölde bir kuyu kazmıştır, onu oraya götürür,
"bak şunun içine" der, sonra arkasından iter ve üzerine toprağı
yığar, kuyuyu yerle dümdüz edene kadar örterdi. Bir de gebe kadın, vakti
yaklaştığı zaman bir kuyu kazar, ağrısı tutunca başına gider, kız doğurursa
kuyunun içine atar, oğlan doğurursa alıkordu, denilmiştir. Kâmus Şârihi der ki:
Cahiliyye devrinde Araplar kız çocuklarını açlık veya ar gelme korkusundan
kabre gömerlerdi. Bazıları açlık korkusundan erkek çocuğunu dahi gömerlerdi.
"Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda" âyeti bu konuyla ilgili
olarak inmiştir.
Mısır Müftüsü Abduh burada şöyle demiştir: Bak
şu insafsızlığa, şu katı yürekliliğe, şu fakirlik ve ar korkusundan başka
günahı olmayan suçsuz kızcağızları öldürme vahşetine ki, Arab'ın kalbine
müslümanlık karıştıktan sonra nasıl bunun yerini merhamet ve şefkat almış!
İslâm bu çirkin âdeti tamamen ortadan kaldırmakla bütün insanlığa ne büyük bir
nimet olmuştur.
Alûsî, Bezzar, Hâkim "Kûnâ"da ve
Beyhakî "Sünen"de Hz. Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: Temim kabilesinden Kays b. Asım Resulullah (s.a.v)'a geldi ve:
"Ben, dedi, cahiliye döneminde sekiz kızımı diri diri toprağa
gömdüm." Hz. Peygamber (s.a.v): "Herbirine karşılık bir köle azat
et." buyurdu. Kays: "Benim develerim var." dedi. Hz. Peygamber (s.a.v):
"O halde her birine karşılık bir deve kes." buyurdu. "İslâm,
kendisinden önce olanları keser atar." olmasına göre bu emir, tevbenin
sahih olması için bunu yapmanın vacip olduğunu ifade etmez, bunun müstehap ve
mendup olduğunu gösterir. Bunda kız çocuğunu diri diri toprağa gömmenin pek
büyük bir suç olduğuna ayrıca bir uyarı vardır.
Bununla beraber Araplar içinde kız çocuğunu bu
şekilde toprağa gömmeyi çirkin görenler de vardı. Ferezdak'ın dedesi Sa'sa'a b.
Naciye el-Mücaşi kendi kavmi olan Beni Temim'den toprağa gömülecek kız
çocuklarını fidye ile kurtarırdı. Ferezdak şu beytinde:
"Çocuklarını diri diri gömen kadınları
yasaklayan dedem hakkı için! Dedem bu şekilde gömülecek olanın yaşamasını
sağladı da gömülmez oldular." diye dedesiyle iftihar etmiştir.
Taberanî adı geçen bu Sa'sa'a'dan şöyle
rivayet etmiştir: "Ey Allah'ın Resulü! dedim. Ben cahiliyye devrinde bazı
işler işledim. Onlarda bir ecir ve sevap var mıdır? Diri diri gömülecek olan
üçyüzaltmış kız çocuğunun hayatını kurtardım. Her birini iki tane on aylık gebe
deve ile satın alırdım. Bunlarda bana bir ecir var mıdır? Hz. Peygamber (s.a.v)
buyurdu ki: "Sana onun ecri var. Çünkü yüce Allah sana nimet olarak
İslâm'ı verdi."
Ve'd denilen bu büyük suçun özeti, çocuğunu
öldürmekten ibaret olduğu ve bunun en önemli sebebi fakirlik ve çocuğu
besleyememek korkusu bulunduğu için En'âm Sûresi'nde "Yoksulluktan dolayı
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin ve onların rızkını veren biziz." (En'âm,
6/151) âyeti ve İsrâ Sûresi'ndeki "Bir de fakirlik korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da sizlere de rızkı biz veririz. Onları
öldürmek elbette büyük günahtır."(İsra, 17/31) âyetiyle de defalarca
yasaklandığı gibi Hz. Peygamber (s.a.v) kadınlardan biat alırken
"Çocuklarını öldürmemek" kaydının da açıkça konduğu Mümtehine
Sûresi'nde geçmişti.
Bu âyetlere göre yalnız gömmek suretiyle
değil, her hangi bir şekilde olursa olsun çocuklarını kasten öldürmek de büyük
bir cinayettir. Onun için "büyük bir günah" buyrulmuştur. Şu halde
çocuk aldırmak, kasten çocuk düşürmek dahi çocuğunu öldürmek olduğu için aynı
mahiyette bir öldürme suçu olduğu unutulmamalıdır. Cahil bedevilerin
çocuklarını diri diri toprağa gömme vahşetlerini dinlerken tüyleri ürperen
medenilerin, çocuk düşürme cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da ne kadar
esef edilse azdır. Hatta azlin yani cinsel ilişki sırasında erlik suyunu dışarı
akıtmanın dahi gizli bir tür çocuk öldürme olduğu hakkında bir hadis-i şerif
rivayet edilmiştir. Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, İmam Ahmed,
Taberanî ve İbnü Merduye Huzame binti Vehb'ten şu rivayeti yapmışlardır:
Resulullah (s.a.v)'a azil hakkında soru soruldu. Resulullah (s.a.v): "O
gizli çocuk öldürmedir." buyurdular. Bundan dolayı azlin haram olduğu
kanaatine varanlar olmuşsa da Fıkhî araştırmalar neticesinde bunun mekruh
olduğu hükmüne varılmıştır. Çünkü azil, nesli kesmeye bir yol, bir kötüye
kullanmadır.
Azil, gizli öldürme olunca şekli ve yaratılışı
ortaya çıkıp belli olmuş bir çocuğu düşürmenin ve yeni doğmuş yavruları yok
etmenin gerek sebep olma gerekse doğrudan yapma itibariyle çocukları açıkça
doğrudan veya sebep olarak öldürme mânâsında "Çocuklarınızı
öldürmeyin" açık yasağının hükmü dahilinde haram bir cinayet olduğunu
anlamak kolay olur.
Şurası çok dikkate değer bir husustur ki
burada nefislerin eşleştirileceği bildirildikten sonra sorumluluk vakti
hatırlatılırken çocukları diri diri toprağa gömmenin ve haksız yere kişileri
öldürmenin sorumluluğundaki ağırlık anlatılmak üzere her şeyden evvel
koruyucusu yok varsayılan o diri diri toprağa gömülen kızcağıza sorulan soru
açıkça belirtilmiş ve bu sorunun evvela öldürene değil öldürülen suçsuz kıza
sorulacağı anlatılarak "Diri diri toprağa gömülen kızcağıza, hangi suçtan
dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman" buyrulmuştur. Cinayetin sebebi
doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da davacısı olan suçsuz kıza
sorulması, o diri diri gömme işini yapan katilin vicdanını sızlatacak ve
koruyucusuz gördüğü mazlumun karşısında mağlubiyetini duyuracak ve haksızlığını
tam mânâsıyla tanıtarak Hakk'ın huzurunda hiç bir savunma yapamayacak şekilde
öfke ve cezayı hak edeceğini anlatacak şiddetli bir uyarı ve taşlama vardır ki,
buna tebkit= "susturma" denilir. Nitekim hıristiyanlar karşısında Hz.
İsa'ya, "Ey İsa! Sen mi dedin o insanlara: Beni ve annemi Allah'ı bırakıp
da ilâh edinin diye."(Maide, 5/116) şeklinde sorulması da hıristiyanlara
bu kabilden bir taşlama ile susturma mânâsı taşır.
10. Bundan başka her türlü amelin hesabının
görüleceği de şununla anlatılıyor:
9. AMEL DEFTERLERİNİN AÇILMASI: Ve sayfalar
açıldığı vakit. Burada iki türlü sahife zikredilmiştir:
Birisi, amel defterleridir ki, bunların
açılması hesap için açılmaları demektir. İbnü Münzir'in İbnü Cüreyc'den rivayet
ettiği gibi, "İnsan ölünce defteri dürülür, sonra kıyamet günü açılır. Ona
göre hesabı görülür."
İkincisi de Hâkka Sûresi'nin "Kitabı
sağından verilmiş olan kimseye gelince.." (Hâkka, 69/19) âyetinde de
geçtiği gibi, hesabın görülmesinden sonra mahkeme neticesini bildirme gibi
açılıp dağıtılacak sayfalardır ki, bunların açılması da dağıtılıp sahiplerine
verilmesi demektir. Buna bazı hadislerde "tetayürü suhuf" yani
"sahifelerin uçuşması" tabir edilmiştir.
Alûsî'nin kaydettiği üzere Mersed b. Vedâa'dan
şöyle rivayet edilmiştir: Kıyamet günü olunca Arş'ın altından sahifeler uçuşur.
Müminin sahifesi "yüksek cennette" diye eline düşer. Kâfirlerin
sahifeleri de, "cehennemde, kaynar ateşte" diye ellerine düşer. Yani
o sahifelerde bunlar yazılıdır.
Burada birinci mânâ daha uygundur. Bundan
sonraki sûrede "Oysa üzerinizde muhakkak gözcüler var. Dürüst yazıcılar
var. Her ne yaparsanız bilirler." (İnfitar, 82/ 10-12) âyetleri de bunu
açıklar mahiyettedir. O, defterlerin açıldığı hesap günüdür. O gün insanın
bütün amelleri ortaya dökülür.
11. 10. GÖĞÜN SIYRILIP AÇILMASI: Ve gök
sıyrıldığı vakit.
KEŞT, kesilmiş bir hayvanın derisini yüzmek ve
ağacın kabuğunu soymak ve yüzden örtüyü sıyırmak gibi, örtülü bir şeyi bürüyen
örtüyü yüzünden atıp açmaktır. Göğün böyle sıyrılması da hayvanın derisi
soyulur gibi sökülüp, yok edilmesiyle tefsir olunmuştur. Bundan ilk bakışta
"O gün göğü, kitapların sahifelerini dürer gibi düreceğiz."(Enbiya, 21/104)
gibi yüce âlemin harap edilmesi ile tam yokoluş mânâsı akla gelirse de, bu
mânâ, güneşin dürülmesi ve yıldızların bulanması sözlerinden de anlaşılmış
olduğu için bundan muradın, göğün dürülmesinden sonra yüce Allah'ın "İlk
yaratışa başladığımız gibi yine onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/ 104)
buyurduğu üzere yeni kurulacak olan âlemde örtünün kaldırılarak tam arz ile her
hakikatın tecelli etmesi mânâsının olması ifadenin akışına daha uygundur.
Nitekim Nisâburî bunu tefsirinde, "gök açılıp giderilerek üstünde cennet
ve Arş ortaya çıkacak" meâlinde ifade etmiştir.
Demek ki o gün o âlemde, bu dünyanın kütle ve
cisimlerinden bir şey kalmayacağı gibi, hakikati örten hiç bir şey de
kalmayacak, Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkıp her hakikat, kendisinde hiçbir şüphe olmayacak
şekilde açılacaktır ki bu mânâ, "Andolsun sen bundan gaflette idin, şimdi
senden perdeni açtık, artık bugün gözün keskindir."(Kâf, 50/22), "O
gün arz olunursunuz. Öyle ki gizli bir şeyiniz kalmaz." (Hâkka, 69/18),
"Ogün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de değişir. Hepsi, o tek ve
her şeye üstün olan Allah'ın huzurunda toplanacaklar."(İbrahim, 14/48) ve
"O gün onlar ortaya çıkarlar. Allah'a hiçbir şeyleri gizli kalmaz. Bugün
mülk kimindir? Tek ve her şeye üstün olan Allah'ın."(Mümin, 40/16)
âyetleriyle beyan olunan mânâdır. Bundan sonraki sûrede de göğün yarılması ile
başlanıp "O gün kimse, kimse için bir şeye malik olamaz. Emir o gün yalnız
Allah'ındır." (İnfitar, 82/19) sözü ile bitirilmek suretiyle bunun din
günü olduğu beyan olunarak bu mânâ izah edilecektir.
Gök bu surette sıyrılıp örtü kaldırıldığı
vakit Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkacak, insan nefisleri Hakk'ın şu iki tecellisi
arasında bulunacaktır. Bir taraftan bütün dehşet ve azametiyle ilâhî öfkenin
tecellileri, bir taraftan da bütün güzellik ve enginliğiyle ilâhî rahmetin
tecellileri:
12. 11. CEHENNEMİN KIZIŞTIRILMASI: Ve cehennem
kızıştırıldığı vakit, bütün şiddetiyle alevlendirilip kızıştırıldığı zaman ki,
Âdem oğullarının kötü amelleri ve yüce Allah'ın gazabı ile azgınlar için
kızıştırılacaktır. "Azgınlar için de cehennem apaçık ortaya
çıkarılmıştır." (Şuara, 26/91).
13. 12. CENNETİN YAKLAŞTIRILMASI: Ve cennet
yaklaştırıldığı vakit ki, cennet Allah'ın lütuf ve rahmeti ile güzel amellerin
sevabından donanmış olarak takva sahiplerine yaklaştırılacaktır. "Cennet
de takva sahiplerine uzak olmayarak, yaklaştırılmış olacak."(Kâf, 50/31)
Demek ki bu vakit henüz cehennemlikler
cehenneme, cennetlikler cennete girmek üzere ayrıldığı son hüküm faslında
olacak ve bunlar bir şeyin vuku bulacağı zamanı gösteren edatı ile ifade
edildiği için kesinlikle olacaktır.
14. İşte bir kısmı dünyada bir kısmı ahirette
demek olan bu oniki âyet ve delil vuku bulduğu zaman her nefis ne hazırlamış
olduğunu bilecektir. Hayır mı, şer mi? İyi mi, kötü mü? Dünyada ne yapmış, o
gün için ne hazırlamış olduğunu kesin bir bilgiyle bilip anlayacaktır. Çünkü
bir zerre miktarı da olsa, hayır veya şer olarak yapmış olduğu her amelin,
defterinde getirilip terazisine konduğunu ve karşısında kendisine
şekillendiğini görecektir.
Bu cümle, zaman bildiren şart edatlarının
"ve" atfı (bağlacı) ile birbirlerine bağlanmasından sonra hepsinin
birden cevabıdır. Şu halde, bu vakitlerin herbirinde bilecek demek olmayıp,
bunları kapsayan uzun vakit içinde bilecek demek olur. İşte bir çok âyette "O
size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecek." (Maide, 5/105; Tevbe,
9/94, 105; Zümer, 39/7, Cuma, 62/8) diye hatırlatılan bu biliş ve anlayıştır ki
öldükten sonra dirilmenin ifade ettiği acı veya tatlı en büyük uyanıklıktır.
"İnsanlar uykudadır. Öldükleri vakit uyanırlar." denilmesi de
bundandır. "O gün her nefis ne hayır işlemiş ve ne kötülük yapmışsa onları
önüne konmuş vaziyette bulur."(Âl-i İmran, 3/30) buyrulan gün de bugündür.
Bu şekilde bu âyette geçen "bir
nefis" de "her nefis" meâlinde olarak her bir nefis demektir.
Hazırlanıp getirilen şey de, iyi veya kötü amellerdir.
Amellerin hazırlanması, ya "sahifelerin
açılması"ndan anlaşıldığına göre defterleriyle huzura getirilmesi veya
dünyadaki amellerin, iyi veya kötü olmalarına göre ahirette birer özel şekil
ile temsil ve tecelli ederek huzurda bulundurulmasıdır. Nitekim dünyada bile
her nefes bir ateş halinde, bir hareket, bir ziya halinde veya bir bina veya
bahçe şeklinde görünür. Öyle olduğu içindir ki yapılan çalışmalardan iyi veya
kötü şeyler imal edilir. Bu suretle insanların ahiretteki canlanışları da
dünyadaki amellerinin ürünlerinden ibaret olarak görünecek olan gerçek
nefisleri olmuş olur. Bundan dolayı. "Yetimlerin mallarını haksız yere
yiyenler, karınları dolusu bir ateşten başka bir şey yemiş olmazlar."(Nisa,
4/10) âyetini benzetme mânâsına yorumlamaksızın zulüm ile yetim malı yemenin
gerçekten ateş yemek demek olduğu görüşünü benimseyenler olmuştur.
Amellerin bu şekilde görünüp şekillenmesi
onların yazıldığı sahifeler olarak da düşünülebilir. Her iki takdirde de
amellerin böyle hazırlanması yüce Allah'ın emriyle olduğunda şüphe yoktur.
Fakat kazanıp elde etmek itibariyle amelleri kul yapıyor denildiği ve buna
bağlı olarak "her nefis ne hazırladığını bilecek" denildiği için
sebebiyet ilgisi ile bunları kulun kendisi hazırlayıp getirdi demek de mecaz
olarak sahih olur.
Bu iki izah şeklinden dolayı diye başlayan
Âl-i İmran Sûresi'ndeki âyette ameli yapanın kulun kendisi olduğu söylendiği
halde hazırlamanın kul tarafından yapıldığı söylenmemiş, her nefsin o ameli
hazır bulacağı anlatılmış, burada ise "her nefis hazırladığını
bilecektir." buyrularak hazırlama işinin kul tarafından yapıldığı
belirtilmiştir. Şu halde kulun kendisine göre "hazırladığı şey"
gerçekte "yaptığı şey" mânâsında olup herkes dünyada iyi mi kötümü ne
yapmış olduğunu ve böylece Hakk'ın huzurunda kendisi için ne hazırlamış
bulunduğunu o gün bilecektir demek olur.
Burada "bilecektir" sözünün mânâsı
da iyi kötü bütün amellerini defterinde hiç eksiksiz ayrıntılarıyla yazılı
bulup hepsini görecek "Ne acayip bir defter bu! Ne küçük bırakmış, ne
büyük hepsini kayda geçirmiş."(Kehf, 18/49) diyecek; yahut "Bütün
yaptıklarını hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez."(Kehf, 18/49)
mânâsınca hepsini iyiliğine ve kötülüğüne göre bir şekle bürünmüş olan gerçek
durumu üzere hazır bulup gerçek bir görüşle görecek demektir. Zira dünyada heva
ve hevesine uygun gelerek hoş gördüğü bir takım amellerin o gün çirkin ve acı
bir şekilde ve dünyada bir takım sıkıntı ve meşakkatlerle birlikte olduğundan
dolayı güç gelerek yapılan ibadetlerin de o gün güzel ve sevimli bir biçimde
karşısına dikilmiş olduğunu görecektir. Şâirin:
"Yakında toz duman açıldığı zaman
göreceksin,
Altındaki at mı imiş yoksa eşek mi?"
dediği gibi, o gün gök sıyrılıp bütün gerçek ortaya çıktığı vakit insan da
dünyada yaptığı amellerin kendisini cehenneme mi yoksa cennete mi götürdüğünü
anlayacaktır. Bu biliş ve anlayış ise haber verilen oniki vaktin herbirinde
değil, amel defterlerinin açılması ve göğün sıyrılıp açılmasından sonra olmalıdır.
Onun için "bilecektir" sözü 'ların herbirine değil, toplamına bir
cevap olmak üzere tefsir edilmiştir. Gerçi bu durumda açık olan, başta bir ile
yetinilmiş olmaktı. Fakat bunların bir kısmı başlangıç, bir kısmı netice olmak
ve her biri esasen özellikle düşünülmesi ve ayrıca bir uyanış ifade etmesi
gereken en büyük olaylardan bulunması nedeniyle bu durum ve değişikliklerin her
birinin ayrı ayrı dehşet ve önemine dikkat çekmek için 'lar tekrar edilmiş ve
hüküm, hepsine birden bağlanmıştır.
İbnü Atıyye tefsirinde demiştir ki: Bir
topluluk, bu zikrolunan şeylerin Âdemoğulları'ndan her biri ve ölüm sırasındaki
durumları hakkında istiare olduğu ve dolayısıyla güneşin, onun nefsi ve
yıldızların da gözleri ve duyuları olduğu görüşüne varmıştır. Bu ise Allah'ın
kitabında bir takım rumuzların bulunduğunu savunan bir görüştür."
Ebu Hayyan da bunu naklettikten sonra şöyle
der: Bu, Batınıyye mezhebi ve müfrit sofiyyeden İslâm'a intisap etmiş
görünenlerin mezhepleridir. Bunlar yayılıp İslâm dinine mensup olmuş görünerek
gizlenen zındıklardır. Allah'ın "kitabı apaçık Arap lisanı ile"(Şuara,
26/195) gelmiştir. Onda ne remiz, ne bilmece bulmaca türü şeyler, ne gizli
mânâlar vardır. Felsefecilerin ve tabiatçıların savundukları şeylere ima da
yoktur. İbnü Hatib-i Re'y adıyla bilinen Ebu Abdillah Razî de tefsirine
felsefecilerin, yıldızlarla uğraşanların ve astronomi bilginlerinin
görüşlerinden bazı şeyler almış ise de bunlar Allah kitabının tefsirinden
uzaktır. Aynı şekilde "Tahrir ve Tahbîr" adlı kitabın yazarının
tefsir etmiş olduğu âyetlerin sonunda zikrettiği tasavvuf ehli kişilerin sözleri
ve "hakikatler" mânâsını verdiği şeyler de böyledir. Bunların içinde
inanılması şöyle dursun yazılması bile caiz olmayanlar vardır. Yüce Allah'tan
dinimizde ve inançlarımızda selamet dileriz.
Bununla beraber Ebu Hayyan'ın bu sözlerinde
ifrat ve tefrit yok değildir. Kuşkusuz Kur'ân-ı Kerim apaçık Arap dili ile
inmiştir. Kur'ân'ın dili bilmece ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir
ifade değildir. Yine kuşku yok ki bir metinde aslolan, hakiki mânâyı vermeye
engel bir karine bulunmadıkça görünen mânâya yorumlanmasıdır. Bununla beraber
şu da kesindir ki Kur'ân'ın, "Kitabın anası" olan ve mânâsı açık açık
bilinen âyetleri yanında hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih âyetleri; hakikatı,
mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tensisi, imâsı, belagat
nükteleri, tarizleri, telmihleri, remizleri de vardır. Bütün bunlarda en açık
olan mânâ kastedilmiş olmakla beraber müstetbeat-i terakib (ifade ve cümlelerin
yan mânâları) denilen ve ikinci derecede aranıp istenen nice ifadeler de
vardır.
"Usûl ilmi"nde bilindiği üzere
görünen mânânın açıkça belli olmasının tevil, tahsis ve mecaz ihtimallerini
kesmeyi gerekmeyeceği için o zahiri mânâya zıt olmadan ve onunla çelişki teşkil
etmeden zahirî mânâ ile beraber bazı ihtimallerle ikinci derecede birçok
işaretin anlaşılabilmesi, mânâları açık olan âyetlerin açıklık ve beyanına zıt
olamıyacağı gibi, aksine bu, Kur'ân dilinin açık bir Arapça olmasının
gereklerindendir. Bundan dolayı "Kur'ân'da hiç batınî mânâ, remiz ve imâ
yoktur." demek de doğru olmaz, gibi sûre başlarında bulunan hurûf-i
mukattaa (kesik harfler) ne şekilde tefsir edilirse edilsin, kesinlikle her
tefsir remizle yapılmış bir tefsir olur. Bunun aksi söylenemez. Doğrusu bazı
eserlerde de geldiği üzere Kur'ân'ın hem zahiri vardır, hem batını, hem haddi vardır,
hem matlaı. Fakat Kur'ân "Eğer Kur'ân Allah'tan başkası tarafından
olsaydı, elbette içinde birçok çelişkiler bulurlardı."(Nisa, 4/82)
buyrulduğu üzere gerçekte farklılık ve çelişkiden uzak son derece beliğ bir
açık kitap olduğu için zahiri ile batını arasında zıtlık ve çelişki yoktur.
Bu esas Kur'ân'ın hadlerinden biridir.
"İki denizi salıvermiştir, birbirleriyle neredeyse kavuşacaklar.
Aralarında engel vardır, bir an birbirlerine tecavüz etmezler."(Rahmân,
55/19-20) mânâsı üzere zahir ve batın denizlerinin karşılaşmalarıyla beraber
birbirlerinin sınırını geçmeye engel olan haddi aşılmamak şartıyla ondan zaman
zaman Allah vergisi ve zevki olarak alınan ani kalbe doğuş ve ilhamlara bir
nihayet de düşünülemez. "De ki, eğer Rabb'imin kelimeleri için deniz
mürekkep olsa idi, kesinlikle Rabb'imin kelimeleri tükenmeden denizler
tükenirdi. Bir o kadar daha yardımcı getirsek bile."(Kehf, 18/109)
Buna karşı gerek filozoflar ve hakimler ve
gerek yıldızlarla ilgilenenler ve astronomi bilginleri ve diğer âlimler,
akıllılar, belağatçılar, edebiyatçılar, entellektüel zümre ve halk tabakasıyla
bütün insanlığın zihnine, ruhuna temas eden ve edebilecek olan durumlar,
fikirler ve konular hakkında Kur'ân'da ret veya isbat yollu bir ima yoktur
demek ve Razî gibi o yolda fikirleri aydınlatmaya hizmet edenleri tenkit etmek
doğru olmadığı gibi, metinlerin ve muhkem âyetlerin zahirini gidermiyecek
şekilde Kur'ân'ın ruhî ve vicdanî zevklere doğabilen işaret ve yorumlarından
bahseden sofiyye tefsirlerinin hepsini de Karamita ve Hurufiyye batıniyyesi
gibi zındıklardan saymak da doğru değildir. Mesela Kaşani ve Arais
tefsirlerini, sırf zahirî olan mânâ ve hükümleri yok saymak için yazılmış Hasan
Sabbah ve aşırıya kaçan İmamiyye kitapları gibi düşünmek isteyenler hiç şüphe
yok ki yanlış yola gitmiş olurlar. Evet, mânâsı açık olan âyetler; bırakıp da
"Kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına göre
onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar."(Âl-i
İmran, 3/7) beyanına rağmen müteşabih âyetlerin arkasına düşmek, alay ve
eğlenceye sapmak, fitne ve fesat yolunda tevil aramak kalp çarpıklığından, ruh
bozukluğundan kaynaklanan bir sapıklık ve inkârdır. Fakat âyetlerin zahirî mânâ
ve hükümlerini beyan ve tesbit ettikten sonra onlara zıt olmayacak şekilde bir
takım işaret ve tevillerden de bahseden kişilerin kalplerine doğan fikirlerden
yararlanmamak da nasibi tepmek olur. Çünkü Kur'ân "Kuşkusuz bunda inanan
bir toplum için âyetler vardır."(Nahl, 16/79), "Kuşkusuz bunda aklı
eren bir toplum için ibretler vardır."(Nahl, 16/12), "bilen bir
toplum için"(A'râf, 7/31), "düşünen bir toplum için"(Ra'd,
13/3), "zikreden bir kavim için"(Nahl, 16/13), "bilen bir kavim
için"(En'âm, 6/98), "iyice bilen bir toplum için" (Casiye,
45/20), "sakınan bir kavim için."(Yunus, 10/6) ve "akıl
sahipleri için deliller vardır."(Âl-i İmran, 3/195) gibi nice âyetlerinde
muhatapların niteliklerine ve özel kabiliyetlerine göre türlü mânâlarla hitap
edip dururken tefsirlerin böyle zihin, fikir, ahlâk ve irfanın mertebelerine göre
inceliklerle ilgilenmemesi Kur'ân'ın hadd ve matlaına ve herkesi aydınlatmaya
yönelik olan maksatlarına uygun da olmaz. Herhalde âyetlerin zahirine göre mânâ
vermekte ifrat etmek de batınî mânâ verme konusunda ifrat etmek kadar
zararlıdır. En doğrusu "Adalet ve orta yolu ayakta tutan ilim
sahipleri." (Âl-i İmran, 3/18) âyetinin ifade ettiği gibi orta yolu
bulmaktır. Kur'ân'da tefsir de vardır, tevil de vardır. Kuşku yok ki kendi
fikir ve hevesine saplanıp da Güneşi inkâra kadar gidenler herşeyi inkâr edebilirler.
"Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulandığı zaman" âyetlerinde geçen
güneş ve yıldızları her şeyden önce kendi hakiki mânâlarıyla anlamaya engel
olacak aklî ve naklî hiçbir ipucu olmadığı için, bunlara bu bilinen mânâları ve
hakikatleri ile inanmak gerekir. Bunu belirttikten sonra dürülme ve bulanmanın
oluş şekline göre mânâlarındaki hakiki ve mecazî ihtimalleri düşünmek bu imana
aykırı olmıyacağı gibi, aynı zamanda Güneş ve yıldızlardan mecaz ihtimali üzere
daha genel bir mânâ ve işaret düşünmek de o imana aykırı olmaz. Nitekim
"kıyılmaz mallar bırakıldığında" âyetini tefsir ederken Kurtubî bu
sözün istiare ve temsil üzere gelmiş olduğunu söylemekle, bunun beyana aykırı
bir rümuzdan ibaret olduğunu iddia etmiştir, denilemiyeceği gibi henüz ayrıntıları
tam anlaşılmayan bu âyetlerin daha bazı lâfızlarında mecaz ve istiare
ihtimallerini düşünerek o olayları bir dereceye kadar zihinde canlandırmaya
çalışmak da Kur'ân'ın apaçık bir Arap dili ile inmiş olmasına aykırı sırf bir
sembollük ve harflerden mânâ çıkarma, bir sembolizm ve "Kalplerinde
eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına göre onun teviline
yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar." (Âl-i İmran, 3/7)
kriter ve ölçüsüne göre, eğrilik ve fitneden ibaret olan batınilik kisvesine
bürünmek değildir. Aksine büyük kıyamet koparken olacak olayları küçük kıyamet
olaylarıyla zihinlere yaklaştırarak imanı kuvvetlendirmeye çalışmaktır.
Nitekim Nizamuddin en-Nisaburi
"Garaibu'l-Kur'ân ve Regaibu'l-Fürkan" adlı tefsirinde bu âyetleri
zahiri mânâlarıyla usulüne uygun olarak tefsir ettikten sonra yorumcuların
zikri geçen görüşlerini de şöyle nakletmiştir:
Yorumcular dediler ki: Bu hallerin küçük
kıyamet hakkında olduğunu kabul etmek de mümkündür. Küçük kıyamet ise ölüm
halidir. O halde güneş insanın ruhu, yani insanın diğer canlılar arasında
yerini belli eden cevheridir. Bunun dürülmesi ise, onunla ilginin kesilmesidir.
Yıldızların dökülmesi ise, insanın kuvvetlerinin birer birer düşmesidir.
Dağların yürütülmesi büyük uzuvların fiillerinden ayrılıp uzaklaşmasıdır.
"Işâr", bedendir. O zaman beden iş yapmaz olur. Vahşi hayvanların
toplanması, şahıs üzerinde hayvani ve canavarca fiillerin neticelerinin ortaya
çıkmasıdır. Denizlerin ateşlenmesi, batıl kuruntu ve boş emellerin tükenmesidir.
Çünkü o vehim ve kuruntular öyle bir deryadır ki onun isteğe bağlı ve zorunlu
ölümden başka sahili yoktur. Nefislerin eşleştirilmesi her melekenin kendi
cinsine; karanlığın karanlığa, aydınlığın aydınlığa katılıp birleşmesidir.
Mev'ûde, yükümlü kişinin, kendisi için yaratıldığı şeyin dışında kaybettiği
kuvvetidir. Bazı araştırmacı hocalarımdan, akla ansızın gelip de yazılmayarak
yok olmuş olan her meseleye mev'ude denilmiş olduğunu da işittim. Gök de,
ruhların göğüdür. Geri kalanların mânâsı açıktır."
Demek oluyor ki bu yorumları yapan
yorumcuların maksatları, bu âyetlerin esas itibariyle büyük kıyamet hakkında
olmadığını söyleyip inkâr etmek değil, bununla beraber "İbret alın ey
basiretli kişiler!"(Haşr, 59/2) çağrısına göre bunlardan, küçük kıyamet
olan ve herkesin kesin olarak göreceği ölüm halleri hakkında da ibret alacak
mânâlar anlamanın mümkün olduğunu da göstermektir. Bunun ise iman ve inanca
zararı değil, faydası vardır. Bu itibar ile yalnız "Kim ölürse kıyameti
kopmuş demektir." hadis-i şerifinin mânâsı gereğince küçük kıyamet olan
ferdin ölümü değil, orta kıyamet olan bir milletin ölümü hakkında da bu mânâ ve
olayları düşünmek çok ibretlidir.
Bunların hepsinde "her nefis ne
hazırlayıp getirmiş olduğunu bilecektir" âyetinden bir uyarı ve ders alma
hissesi vardır. Çünkü onlar da küçük kıyametin bir geçidi ve bir numunesidir.
Fakat hiç unutmamak gerekir ki, hepsinin tamamı büyük kıyamette olacaktır. Bu
âyetler de asıl büyük kıyamet hakkındadır. Bütün hak ve hakikatın ortaya
çıkışı, o ebedî cennet ve cehennemin öne konduğu, o hüküm verme zamanında
olacaktır. İşte herkes ne hazırlayıp getirmiş olduğunu tam anlamıyla o vakit
bilecektir.
15. Şimdi bu sonun o dehşetli hakikatleri
böyle haber verildikten sonra bu haberlerin gerçek olduğunu vurgulamak suretiyle
hikmet ve faydalarını da beyan etmek için bunları haber veren Peygamberin
şanını, Peygamberliğin güçlü olduğunu ve Kur'ân'ın mahiyetini bildirip anlatmak
gayesiyle yemin ile buyruluyor ki: (Bunun tefsiri hakkında geniş bilgi için ve
sûrelerine bkz.) Yani, "bunun, üzerine artık başka söz yok, ancak yemin
ederim ki" sinenlere veya dönenlere
HUNNES, "hânis" kelimesinin
çoğuludur. Hans ve hunûs, büzülüp sinmek veya gerilemek ve geri kalmak
mânâlarına lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olduğuna göre hânis; sinen,
gaip olan veya sindirip gaip eden yahut geri kalan veya gerileten demek olur.
"Ha"nın ve "nun"un fethiyle "hanes" de, sığır ve
ceylanların burunlarında olduğu gibi, burunun ucu dudaktan geride biraz kalkık
ve gerisi basık olmaya denir ki, bu, "fatas" denilen
"yass"dan yakışıklıca olur. Onun içindir ki ceylanlara ve yanaklarına
ve sığırlara "hunüs" denilir. Burada hans, çoğunlukla lazım
(geçişsiz) mânâda kullanılarak geri dönmek ve sinmek demek olur. Dolayısıyla
"hunnes", sinenler veya geri dönenler mânâlarıyla tefsir edilmiştir.
16. Cereyan kökünden türetilmiş olan
"câriye"nin çoğulu, akanlar demek olup "el-Hunnes"in sıfatı
veya ondan bedeldir. "Yuvasına girenler" Bu kelime, "kânis"
kelimesinin çoğuludur. Kânis, süpürmek mânâsına kens'ten türemiş olması
durumunda süpüren; künûs mastarından türemiş olmasına göre de kinas (kümes)a
giren demektir. Kinâs, ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği
yatağına, yuvasına denir ki, kumu toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle
denmiştir. Çokları bu "cevâri"nin gezegenler, özellikle "beş
yıldız" adı verilen Zühal, Müşteri, Merih, Zühre ve Utarid gezegenleri
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar güneş ile beraber akıp gider, sonra geri
dönmüş görünür, sonra da güneşin ışığında gizlenirler. Görme itibariyle geri
dönüşleri hunûs; güneşin ışığında gizlenişleri künûs'tur, demişlerdir ki eski
yıldız falcıları bu beş yıldıza "hamse-i mütehayyire" yani "beş
gezegen" adını vermişlerdi. Birçokları da genel olarak bunların yıldızlar
olduğunu nakletmişlerdir. Bunun şu şekilde izahı yapılmıştır: Çünkü yıldızlar
gündüzleyin siner, gözlerden kaybolurlar. Geceleyin de künûs eder, yani
yataklarındaki ceylanlar gibi ortaya çıkar, doğarlar. Fakat künûs'un böyle
yalnız ortaya çıkmak, görünmek şeklinde tefsir edilmesinde bir kapalılık
vardır. Onun için daha doğru olmak üzere şöyle denilmiştir: Çünkü yıldızlar,
gündüzleyin ufuk üstünde oldukları halde bile gözlerden gizlenirler. Bu
sinmelerine hunûs denilir. Doğduktan sonra da batarak ceylanların yuvalarına
girdikleri gibi, ufkun altına girerler. Buna da künûs denilir. âyetinin bu
şekilde genel mânâda yıldızlar diye tefsiri Hasen ve Katâ'de'den rivayet
edildiği gibi Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Bununla beraber "beş
gezegen" şeklinde tefsir edilmesinin de Hz. Ali'den rivayet edildiği
söylenmiştir. İkisinde de "kens" ile nitelenmesi, sığır ve geyik gibi
ceylanlara benzetme yoluyla istiâre demektir. Çünkü "hans" gibi,
künûs ve kinâs da vahşi sığır ve ceylanlar hakkında kullanılan sıfatlardandır.
Bundan dolayı İbnü Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Dahhâk'ten, zıba yani geyik; İbnü
Mesud'dan ise vahşi sığır demek olduğu da rivayet edilmiştir. İbnü Cerir'in bir
rivayetine göre İbrahim ile Mücahid bu âyetini müzakere etmişler. İbrahim
Mücahid'e: "bunun hakkında işittiğini söyle" demiş. Mücahid:
"Biz bir şey işitiyorduk. Bazı insanlar da bunlar yıldızlardır
diyorlar." demiş; İbrahim de (Nehaî olacak): "Onlar bunu Hz. Ali diye
ona yalan isnat ediyorlar." demiş.
Fakat geyik ve vahşi sığır gibi ceylan
kısmından burada bir mecaz ve istiâre düşünülmediği takdirde, bu âyetlerden
önce ve sonra zikredilenlere göre bunlara yemin edilmesinde açıkça bir
münasebet görülmez. Bu olsa olsa onların yırtıcı hayvanlardan kaçmaları halinde
develerin ve vahşi hayvanların toplanması manzarasına bir işaret olabilir.
Gezegenlerin güneşle irtibatlarına göre gidiş
ve hareketlerindeki farklılığı düşünmede bir mânâ varsa da, bu gezegenlerin
sadece beş tane olduğunu söylemede açık bir mânâ yoktur. Genel olarak
yıldızlara yemin etmede ise, âlemde yer işgal eden bütün kütlelerin
"Herbiri belli bir vakte kadar yürür gider." (Ra'd, 13/2) âyetinin
ifade ettiği mânâya göre belli bir zamana doğru akıp gittiğini haber vererek
sûrenin başında söz edilen sona doğru gitmekte bulunduklarını hatırlatmak için
önce mekanla ilgili şeylere, ikinci olarak da gece ve sabah ile zamanının
akışına yemin edilmiş olmakta açık bir münasebet vardır.
Bununla beraber İbnü Cerir rivayetleri
naklettikten sonra hiçbirinin doğrusu şudur diye belirlenmeyip genelliği üzere
bırakılmasının daha iyi olacağı görüşüne varmış ve şöyle demiştir: Yüce Allah,
bazan hunûs eden yani kaybolan ve bazan akıp giden sonra da yerlerine dönen
birtakım şeylere yemin etmiştir. Kinâs, meknis ve mekânis, Arap dilinde vahşi
sığır ve geyiklerin girdikleri yerlere denir. Bununla beraber yıldızların
bulundukları yerlere istiâre olunması da reddedilebilecek bir şey değildir.
Âyette sadece bunlardan biri olduğunu gösteren bir delil bulunmadığından bu
sıfatları taşıyanların hepsine genelleştirilmesi daha doğru olur. Fakat bu durumda
genelleme yapmak, genel mecaz olmuş olur. Oysa hakiki mânâyı vermek mümkün
olur, mecaz olduğunu gösteren bir karine de (ipucu da) bulunmazsa genelleme
yapmak nasıl doğru olur? Genelleme yapmanın doğru olduğunu söyleyebilmek için
de mecazı gösteren bir karine bulunduğunu itiraf etmek gerekir ki o da
söylediğimiz gibi yıldızların kaybolmak ve yerlerine girmek ile akıp
gidişlerinin âyetlerin akışına uygun olmasıdır. Bu karine ile rivayetleri
toplayıcı olmak üzere genel mecazın daha iyi olduğuna hükmedilebilir. Genel
mecaz olarak mânânın özeti, "kaybolmak, akıp gitmek ve yerlerine geri
dönmek şeklinde ifade edilebilen vasıflarla hakikat veya mecaz olarak
nitelenebilen şeyler" demek olur. Bu ise gaybta sinen ve sonra şu
gördüğünüz âlemde hareket edip de yine gayb âleminde karar kılacağı yere varıp
gözlerden gizlenen her şeyi kapsar ki bu da âlemin sonradan yaratılması ve yok
olması ile "Bütün işler Allah'a döndürülür." (Bakara, 2/210; Âl-i
İmran, 3/109; Enfal, 8/44; Hacc, 22/76; Fâtır, 35/4; Hadid, 57/5) mânâsı üzere
başlangıç ve sona bir delil olur. Bunu düşündürmek için özellikle ahuların
vasıflarının düşünme âleti olarak alınmış olmasında da hayvanî ve insani hayat
bakımından düşünülecek incelikler vardır.
Bu rivayetlerde görülüyor ki
"el-Künnes" vasfı hep kinasa girmek yani ceylanların ağaçlık ve
ormanlık aralığında gizlendiği yataklarına girmesi demek olan
"künüs"tan olmak üzere düşünülmüş ve kelimenin aslı olan kens, yani
süpürmek mânâsına hiç işaret olunmamıştır. Oysa bu kelimenin, asıl maddesine
göre daha kapsamlı olmak üzere bu mânâya da ihtimali vardır. Bu durumda
"kens"in müteaddi (geçişli) olan bu mânâsıyla hunûs'un geçişsiz olan
iki mânâsından her birine göre şu meâlleri ifade eder.
Birincisi: "Yemin ederim o gayb âleminde
gizlenenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur ki, in
"hunnes" kelimesinin sıfatı olarak bunda fesat âlemi olan dünyada
temizlik yapma işini yerine getirmekle görevlendirilmiş olan meleklere yemin
edilmiş olur.
İkincisi, "Yemin ederim o sinip sinip
dönenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur ki, bunda da
"hunnes", dünyaya gelip gidenlere; "el-cevâri'l-künnes" de
ondan bedel olarak onları alıp alıp ahirete götüren meleklere işaret olmuş
olur. Başvurduğum tefsirlerde meleklere işaret olmasına dair bir nakil
görmedim. Ancak "Kâmus"da: "Etrafında melekler dahi"
denildiği yazılmıştır. Nazmın da buna ihtimali vardır. Şu halde İbnü Cerir'in
dediği gibi, mecazın genelliği daha iyi olunca, "hakiki veya mecazî mânâ
ile kendisine "kaybolan, akıp giden ve yerine dönen" denilebilen
şeyler" sözünün ifade ettiği gibi bütün bu mânâların düşünülmesi daha iyi
olur.
Bu geniş açıklamalardan şunu anlamış oluyoruz
ki, iş bu yemininde âlemdeki değişiklik ve halden hale geçişleri anlatmak üzere
"Ve'l-Mürselâti" ve "Ve'n-Nâziâti" sûrelerinin başındaki
yeminleri de kısaca ifade eden bir kapsam vardır. Nitekim şu yeminlerde de
zamanın uğradığı değişiklikler hatırlatılmak suretiyle açık bir korkutma ve
müjde görülmektedir.
17. Yöneldiği an geceye yemin ederim.
AS'ASE, zıt anlamlı kelimelerden olmak üzere
hem gelmek, hem de gitmek mânâlarına gelmesi nedeniyle, burada bazıları bunu
gelmek, çokları da gitmek mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Gecenin gelme vakti,
kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Bunda bir korkutma mânâsı vardır. Gecenin
gitme vakti de, yok olmaya yüz tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatleridir ki
sabahın müjdecisidir. Çoğunluk bu mânâyı tercih etmiştir. Buhârî de bu mânâyı,
rivayet ederek, "As'ase, gitti mânâsınadır." demiştir ki bu, Müddessir
Sûresi'ndeki "Gittiği an geceye andolsun." (Müddessir, 74/33) gibi
olur. Meâlde "yöneldiği an" demekle de bu iki mânâya işaret
ettiğimizi zannediyoruz.
18. Teneffüs ettiği an sabaha yemin ederim.
Sabahın teneffüsü de, "açtığı zaman." (Müddessir, 74/34) âyetinde
belirtildiği gibi açılmağa başladığı sıradır ki tatlı tatlı esen sabah
rüzgarının hoşluğuna da işaret eder. Bunun gece sıkıntısını yok eden bir müjde
ifade ettiğinde ise kuşku yoktur. Bu şekilde bu yeminlerde Hz. Peygamber
(s.a.v)'e ve müslümanlara "Kuşkusuz ahiret senin için dünyadan daha
hayırlıdır." (Duha, 93/4) âyetinin mânâsı üzere iyi bir son vaad ve müjde
edilmektedir. Bu, dünya onlar için sabaha yönelmiş bir gece ve herkesin ne
hazırlamış olduğunu bileceği o kıyamet vakti böyle gelmekte olan bir sabah
demek olduğunu müjdelemektedir.
19. Bütün bunlara yemin olsun ki O, (yani
olacak dehşetli olayları haber veren bu Kur'ân kuşkusuz bir değerli elçinin,
yani yüce Allah katında ikrama layık, saygın bir elçinin getirdiği kelâmdır.
Hâkka Sûresi'nde de anlatıldığı üzere burada bu değerli elçiden maksat,
Kur'ân'ı Hz. Peygamber (s.a.v)'e getiren Ruh-i Emin Cebrail (a.s)'dir.
"Kuşkusuz onu Allah'ın izniyle senin kalbine o indirdi."(Bakara,
2/97)
20. Pek kuvvetli, yüklendiği elçilik görevini,
aldığı emri yerine getirmede güçsüz değil; karşı konulmaz, kuşku götürmez büyük
bir kuvveti var, güçlü bir elçi. Öyle ki, "Çok çetin kuvvetlere sahip,
güçlü."(Necm, 53/5-6) (Necm Sûresine bkz.)
Arş'ın sahibi olan ve onu gönderen yüce
Allah'ın katında çok itibarlı, yani büyük bir şeref ve itibarı var.
21. Öyle ki orada sözü dinlenen, yüce Allah'ın
huzurunda Allah'a yakın melekler ona itaat eder, emrini dinlerler. Ondan emir
alır ve ona baş vururlar. Güvenilir, her yönüyle kendisine güvenilebilir, vahyi
iletmekte ve elçilikte son derece emin, "Benim güvenilirliğim şu: Bana bir
şey emredilsin de ben o emrin dışına çıkayım, böyle bir şey olmaz." diye
kendisinden rivayet olunduğu üzere, aldığı emirde asla sınırı aşmaz, görevini
gereği gibi yerine getirir. Getirmiş olduğu vahiyle kusuru, hatası, hainliği
düşünülemez.
22. Sizin arkadaşınız sohbetinde bulunduğunuz
arkadaşınız, yani Hz. Peygamber (s.a.v) deli değil. Necm Sûresi'nin başındaki
"Arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da."(Necm, 53/2) âyetinde olduğu
gibi, burada da Resulullah (s.a.v)'ın kötü sıfatlardan uzak tertemiz olduğu
açıklanırken "sizin sohbetinde bulunduğunuz kişi" diye, onun,
muhatapların arkadaşı olduğu belirtilerek "sohbet" ünvanıyla
nitelenmesinde, Yunus Sûresi'nde geçen "Bilirsiniz ki ben sizin aranızda bundan
evvel yıllarca kaldım. Siz hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?"(Yunus, 10/16)
mânâsı üzerine ince bir taşlama vardır. Yani, ey o Kur'ân'a ve peygamberlik
haberlerine inanmamak için Peygamber'e cin çarpmış diye iftira etmek
isteyenler!
O Peygamber (s.a.v) sizin arkadaşınızdır. Siz
yıllarca onun sohbetinde bulundunuz. Aklının, ahlâkının yüksekliğini denediniz.
Görüş ve fikrine baş vurdunuz, konuştunuz. Bilirsiniz ki o deli ve mecnun
değildir. Akıl ve anlayışı tam, fazilet ve erdemliliği herkesce kabul edilmiş,
sizin iyiliğinizi isteyen bir zattır. Dolayısıyla o size bu sözleri bir mecnun
gibi söylemiyor, "Hayır, o Hak ile geldi ve bütün Peygamberleri tasdik
etti."(Sâffat, 37/37) kriterince Allah'ın gönderdiği o değerli elçiyi
tasdik ederek hakkı söylüyor.
23. Vallahi o arkadaşınız, Muhammed onu, (yani
o Arş'ın sahibinin yanında bulunan, son derece güvenilir, emrine uyulur,
onurlu, kuvvetli ve değerli elçi Cebrail (a.s)'i) gördü, hem nasıl apaçık
ufukta.
Açığa çıkaran veya açık ufuk demek olan
"ufuk-ı mübin", Necm Sûresi'nde "yüksek ufuk" (Necm, 53/7)
denilen ufuktur ki, gündüzün geldiği, güneşin doğduğu, eşyayı ortaya çıkarıp
gösteren Doğu tarafı diye tefsir edilmiştir. Mücahid'den bir rivayette
"Ecyâd tarafından apaçık yüksek ufukta" şeklinde gelmiştir. Bir adı
da Ciyâd olan Ecyâd, Mekke'nin doğusunda bir dağın veya yerin ismidir. Bir de
Mekkeliler için burçların doğduğu yerlerin en yükseği, yengeç burcunun
göründüğü en yüksek yer olduğundan, "en yüksek ve apaçık ufuk"tan
maksat odur denilmiştir.
Rasulullah (s.a.v)'ın Cebrail'i apaçık ufukta
bu görüşü gerçek şekliyle görüşüdür ki Hira'dan sonra olmuştu. Yer ve gök
arasında Kürsî üzerinde, yüce Allah'ın yarattığı şekliyle gördü. Altıyüz kanadı
vardı diye rivayet edilmiştir.
İbnü Cerir de İbnü Humeyd'in Cerir kanalıyla
Ata'dan, Amir'den rivayetinde şöyle der: "Peygamber (s.a.v) Cebrail'i
kendi suretinde bir kere görmüştü. Diğerlerinde Dihye denilen bir zatın
suretinde gelirdi. Kendi suretinde gördüğü gün ise, gelmiş bütün ufku
kaplamıştı. Üzerinde inci takılı yeşil bir sündüs vardı. "Andolsun O,
Cebrail'i açık ufukta gördü." ilâhî sözü budur." Fakat Necm
Sûresi'nde "Andolsun ki onu bir kere de inişte gördü. Sidre-i Münteha'nın
yanında." (Necm, 53/13-14) diye açıkça belirtildiği üzere Resulullah
(s.a.v)'ın Cebrail'i hakiki şekliyle Sidre-i Münteha'nın yanında bir kere daha
görmüş olduğu da kesindir. Nitekim Taberânî ve İbnü Merduye'nin tahric
ettikleri gibi İbnü Abbas'tan buradaki görmenin Sidre-i Münteha'nın yanındaki
görme olduğu da rivayet edilmiştir.
Bu durumda "ufuk-ı mübin" yani
"apaçık ufuk," Sidre-i Münteha demek olur. Oysa Sidre-i Münteha'daki
görme "en yüksek ufukta görünme"(Necm, 53/6-7) nin dışında, iniş
sırasında vuku bulan bir görme olduğu Necm Sûresi'nde belirtildiği için bu
sûrede geçen "ufuk-ı mübin"in, Necm Sûresi'nde geçen "ufuk-ı
â'lâ"dan başka olması gerekir.
Şu halde burada anlatılan görme, iki görmenin
ikisini de kapsamak ve iki rivayeti de birleştirici olmak üzere "ufuk-ı
mübin"i "ufuk-ı a'la" ve "Sidre-i Münteha" dan daha
genel düşünmek daha uygun olacaktır. Allah bilir ya, İbnü Abbas'ın maksadı da
bu olsa gerektir. Bu hususta Necm Sûresi daha ayrıntılı bilgi verdiğinden,
inişi gerek önce olsun, gerek sonra olsun, buradaki görmenin ona göre tefsir
edilmesi gerekir. Yani Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail (a.s)'i hakiki yaratılışı
şekliyle iki kere görmüş olduğu kesindir.
24. Ve O, yani arkadaşınız gayp üzerine, yani
kendisine öyle vahy geldiğine ve gayp ile ilgili diğer işlere dair vermiş olduğu
haberler gibi sizin duygu ve deneme sahanıza girmeyen gaybe ait hususlarda
cimri de değildir.
DANİN, Cimrilik demek olan "dann"
kelimesinden türetilmiş "faîl" kalıbında bir kelimedir. Cimrilik ve
kıskançlık yapan mânâsına gelebileceği gibi, kıskanılan kişi mânâsına da
gelebilir. Yani o sizin görebildiğiniz şeyler hususunda cimri olmadığı gibi
gayb ile ilgili hususlarda da kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi duyurmada ve
sizin gözlem ve ilminizin dışında kalan bilmediğiniz şeyleri haber verip bildirmede
cimrilik etmez. Gayb bilgiçliği taslayan, gayb satıcılığı yapan kâhinler veya
bildiğini ücretsiz belletmeyen kimseler gibi ücret alma sevdasıyla kıskançlık
yapmaz. Dolayısıyla onun hakkında menfaat elde etmek gibi bir maksat ve suçlama
da söz konusu olamaz.
"Danin" kelimesi "madûn"
yani kıskanılan kişi mânâsına olduğuna göre de âyet şöyle demek olur:
"Sizin gözlem sahanıza giren durumlarda akıllı ve erdemli olduğunu
bildiğiniz O Muhammed (s.a.v) gaybe karşı kıskanılacak bir kimse değildir. Onun
gaybten haber vermesi, vahy alması, sizin bilmediğiniz şeyleri bilmesi çok
görülmez. Onu o yüksek tabiat ve ahlâkta yaratan yüce Allah'ın, gayb ilminden
onu vahy ve Peygamberlikle şereflendirmesi de kendisine kıskanılacak, çok
görülecek bir şey değildir, "İnsanlar için, içlerinden bir adama
"insanları uyar" diye vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu
ki?"(Yunus, 10/2).
Bazı kırâetlerde yeri ile "zanîn"
okunur. Bu da iki mânâ ile tefsir olunmuştur:
Birincisi, töhmet mânâsına zınne'den olup,
"O, gayb üzerine zanlı, töhmetli değildir, emin ve güvenilir
birisidir." demek olur. Ki bu, birinci mânâ ile aynı gibidir.
İkincisi, suyu az olan kuyuya denilmesinde
olduğu gibi zayıflık ve azlık mânâsından olarak, "O, nefsinde kuvveti
zayıf, hafızası çürük, kuruntu ve zan ile söyleyen, heva ve hevesine kapılan
bir kimse de değildir." demek olur. Yani vahyi alma ve yerine ulaştırma
hususunda hiçbir zayıflığı yoktur. Onun aldığı vahyi normal insanların kuruntu
ve zan karışan ve ilim sebeplerinden olmayan ilham ve kalbe doğuşları gibi
zayıf zannetmemek gerekir. O kuvvetli, güvenilir ve saygın elçiden tam bir
gözlem üzere aldığı bildirileri tam bir kuvvetle alıp koruyarak hiçbir harfini
kaybetmeksizin kesin ve kuşkusuz bir şekilde alır ve yerine ulaştırır. İşte O
Kur'ân bu arkadaşınızın apaçık ufukta gördüğü öyle güvenilir, emrine uyulur ve
Arş'ın sahibi yanında şerefli, son derece kuvvetli, saygın bir elçiden böyle
kuvvet ve emniyetle alıp yerine ulaştırdığı bir kelâmdır ki bunu o Arş'ın
sahibi yüce Allah'ın göndermiş olduğunda hiç kuşku yoktur.
25. O Kur'ân, kovulan bir Şeytan'ın, (yani
ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış, taşlanacak bir Şeytan'ın) sözü değildir. O
arkadaşınıza görünen elçi, kâhinlere görünenler gibi, büyük ve ileri gelen
meleklerin toplandığı yerden kulak hırsızlığı edip de "Her taraftan
kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar."(Sâffat, 37/8-9) ölçüsüne göre her
taraftan taşlanan aldatıcı şeytanlardan değil, saygıdeğer ve itaat olunması
gereken güvenilir bir melek, bir Allah elçisi olduğu sözü geçen niteliklerden
bilindiği gibi, onu gören ve size haber veren arkadaşınız da Şeytan'dan ve
şeytanlıktan uzaktır. Bunu arkadaşınızın aklı ve ahlâkı üzerindeki
tecrübelerinizle bilmeniz, inanmanız gerekir. Ahiretin dehşet ve sorumluluğunu
ve o vakit "her nefis ne hazırlayıp getirmişse onu bilecek" olduğunu
ve bu kadar kuvvetli yeminlerle o hakikatlerin gerçekleşeceğini size O Arş'ın
sahibi tarafından haber verip duran arkadaşınıza inanmamakta ne büyük
tehlikeler bulunduğunu düşünmelisiniz.
26. O halde siz nereye gidiyorsunuz? Bu hakikatlere
karşı doğru yolu bırakıp da hangi görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz? Ne büyük
sapıklıklara düşüyorsunuz.
27. Haberiniz olsun ki O (Kur'ân), başka değil
katıksız, bir zikirdir. Unutulmaması gereken bir öğüttür. Bütün akıllı âlemler
için.
28. Fakat gerçek mânâda akıllı olanların
kimler olduğu anlatılmak üzere 'den bedel olarak Özellikle içinizden doğru
yolda olmak, (hakkı ve doğruyu arayarak doğru gitmek) dileyenler için. Çünkü
hatırlatmadan, vaaz ve öğütten yararlanacak olanlar onlardır. Gerçekte akıllı
olanlar da onlar demektir.
İşte Kur'ân'ın indirilmesinden ve bu haberleri
bildirmekten asıl hikmet ve gaye böyle doğru yolda olmak isteyenlere doğruya
giden yolu anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen kimseler ise bu hatırlatmadan
hoşlanmaz, ondan istifade etmezler. O zikir onlara etki etmez, gafletlerinden
uyandırmaz. Uyandırsa da onlar eğrilikten hoşlandıkları için onu eğip bükerek
aksine gitmek ister, daha çok zarar görürler. "Bu, zalimlerin ancak
görecekleri zararı artırmış olur"(İsra, 17/82).
Görülüyor ki zikir ve fikir yükümlülüğü, önce
buyrularak bütün akıl sahiplerine yöneltildikten sonra özel olarak da doğru
yolda gitmek isteyenlerin dilemesine bağlanmıştır. Demek ki yükümlülük ve
sorumluluk ihtiyari işlerle ilgilidir. Bunda hidayet de yükümlülerin dilemesine
bağlıdır. Hakk'ı arayıp bulmak için her şeyden önce kişinin fikrini hakka ve
hayrı kazanmak için azim ve iradesini hayra yöneltmesi farzdır. Fakat bununla
beraber şunu da bilmek gerekir ki yükümlünün dilemesinin şart olmasından, bunun
başarı için ne yeterli bir şart ne de müstakil bir illet olması gerekmez. Zikir
ve öğütten faydalanabilmek kulun doğru yolda gitmeyi dilemesi şartına bağlı
olduğundan dolayı insan irade ve dilemesinde tamamen hür ise ve dolayısıyla
doğru yolda olmayı dilemek isterse hemen dileyiverir, dilerse hemen doğru yolda
oluverirmiş zannetmemelidir. "Her insanın ettiğini kendi boynuna
taktık." (İsra, 17/13) âyetinin ifade ettiği mânâya göre her insanın
sorumluluğu itibariyle mukadderatı kendi dilemesine bağlanarak kendi boynuna
geçirilmiş olmakla, o mukadderatında bütün illet ve sebepler insanın
dilemesinden ibaret imiş gibi bütün başarı da insanın kendine verilmiş
değildir.
29. Gerçekte insanın doğruya ermeğe muvaffak
olabilmesi için dilemesi bir şarttır. Fakat bütün şart ve sebepler ondan ibaret
değil, onun da bir şartı vardır. Onun için burada zikirden faydalanma hükmü
insanın doğruya ermeği dilemesine bağlanmış olmakla insanlar kendi işlerinde
tamamen hakim imişler gibi bir vehim ve zanna kapılmamak ve dileme hususunda da
istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren veya yeni bir cümle başladığını
gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "Âlemlerin Rabbi olan Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz".
Burada hitap, "akıllı âlemler için bir
zikirdir" genellemesine göre genel görünmekle beraber "sizden doğru yolda
olmak isteyenler" ifadesindeki karine sayesinde bu hitabın özellikle doğru
yolda olmak isteyenlere yapılmış olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir. Şu halde
birisi âyetlerin yakın akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden anlaşılan,
birisi de âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz önüne almayıp
görünen ve işaret yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece derece iki mânâ
düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki zaman veya gelecek
zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine ve dilemelerin bir kayda
bağlı olup olmamalarına, bir de "ancak Allah'ın dilediği" şeklindeki
"istisna-i müferra"ın, "ancak Allah'ın dilemesiyle...", bir
ihtimale göre de "ancak Allah dilediği vakit.." takdirinde
olabileceğine göre metnin kendisinde dahi birkaç izah şekli ihtimali bulunmakla
beraber âyetlerin asıl akışı, doğru yolda olmayı dilemek üzerine bir hatırlatma
ve öğüt olup diğerleri ikinci derecede kalır.
Dilemek, mutlak mânâda dilemek gibi görünmekle
beraber, bu dilemenin, doğru yolda olmayı dilemek olması sözün akışı gereğidir.
Yani sözün gelişi bunu göstermektedir. Bu bakıştan evvela bir karine bulunduğu
zaman gelecek zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa da asıl olarak şimdiki
zamanı olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ akla gelebilir: Bununla
beraber siz dilemiyorsunuz, doğru yolda olmak istemiyorsunuz. Ancak ilerde
Allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu dilemeye
mecbur etmesi hali hariç. Bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da
"Allah'ın ilerde dilemesi" demek olur. Fakat bu durumda hitap, sadece
doğru yolda olmak istemeyenlere yapılmış, yüce Allah'ın dilemesine de
"Dilersek gökten üzerlerine bir âyet indiriveririz de ona boyunları
eğilekalır." (Şuara, 26/4) gibi zorlayıcı ve mecbur bırakıcı bir dileme mânâsı
verilmiş olur. İnsanı dilemesinde tamamen hür ve fiilinin yaratıcısı saymak
isteyen Mutezile bu mânâya sarılmak istemiş ise de bunda doğru yolda olmak
isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak istemeyenlere hitap ile bir korkutma
yapılmış oluyor. Bu ise "sizden doğru yolda olmak isteyenler için"
şeklinde âyetin akışına uygun düşmez. Buna uygun olan hitap, ya genel veya
doğru yolda olmak isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda da kulun
dilemesinin Allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır. Bununla
beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler! Siz o doğru yolda
olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz, ancak Allah'ın onu
dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade etmenizi irade etmesiyle
diliyorsunuz.
O halde doğru yolda olmayı başaranlar başarıyı
kendilerinden bilmemeli, bunu Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler.
Yahut, siz hiçbir takdirde o dilemeyi kendi
kendinize yapamazsınız, o doğru yolda olmayı dileyemezsiniz. Ancak Allah
dilediği, yani sizin dilemenizi istediği takdirde dilersiniz, yaparsınız.
Bu iki mânânın ikisinden de elde edilen netice
şu olur: Allah'ın iradesi olmayınca sizin ne iradeniz olur, ne muradınız, ne
doğru yolda olmanız, ne de öğüt almanız. Bunların hiçbiri meydana gelmez. Çünkü
Allah âlemlerin Rabbidir. Onun mülkünde, o istemedikçe hiçbir şey olamaz. Onun
için doğru yolda olmayı isteyenler de buna muvaffak olmayı kendi iradelerinden
bilmemeli, Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler. İşte sözün akışına göre
bu âyetin zikir olmasının faydası budur.
Görülüyor ki bu mânâlarda "sizden doğru
yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz dilemezsiniz"
âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde; "Allah
dilemedikçe" âyeti de "Allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye
tefsir edilmiştir. Ebu's-Suud, demekle daha ince bir mânâ ifade etmiştir. Yani,
"Siz doğru yolda olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir vakit
dileyemezsiniz.".Ancak Allah o dilemeyi istediği vakit dilersiniz. Çünkü
Allah'ın dilemesi olmayınca sizin dilemeniz doğru yolda olma neticesinin
gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir. Gerçekte Allah irade etmeyince kul
irade edemez. Fakat Allah kulun irade etmesini irade etmekle onun muradını da
irade etmiş olması gerekmez. İnsan bir şey elde etmek ister de muradını elde
edemeyebilir. Niceleri doğru gitmek ister de başı döner, düşer. O vakit Allah
onun irade etmesini irade etmiş, fakat irade ettiği şeyin meydana gelmesini
istememiş olur. Zira Allah kulun irade etmesini irade etmese idi, o irade
edemezdi. Eğer muradını yani istediği şeyin meydana gelmesini isteseydi o şey
meydana gelirdi. Demek ki Allah'ın dilemesi, istenilen şeyin olmasını
gerektirici, fakat kulun dilemesi, Allah dilemedikçe istenilen şeyin olmasını
gerektirici değildir. Burada doğru yolda olmayı dilemekten murat, bunun meydana
gelmesi olduğu için, onun olmasını gerekli kılmayan dileme, bahis konusunun
dışında ve hükümsüz olacağından "siz dilemezsiniz" den murat da
istenilen şeyin olmasını gerektiren dileme olmalıdır. Şu halde böyle bir kaydın
özeti, kulun hem iradesinin hem de irade ettiği şeyin meydana gelmesi için
ikisinin de Allah'ın iradesine bağlı olmasının şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü
doğru yolda olmak isteyenlere onları buna ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile
lütufta bulunmanın mânâsı olmaz. O lütuf, ancak doğru yola varmaya muvaffak
olmaları durumunda faydalı olmuş olur.
Şu halde "Allah dilemedikçe" âyeti
mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir mef'ûl (tümlec)ü vardır. Böyle
bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini gösteren karine fiilin müteâddi (geçişli)
olması bu zikredilmeyen mef'ûlün ne olduğunu gösteren karine de "siz
dilemezsiniz" âyetidir. Dolayısıyla mânânın, "Allah, sizin dilemenizi
dilemedikçe" demek olduğu kuşkusuzdur. Bu da hem dilemeyi hem de onun
mef'ûllünü kapsamış olmak için anılan dilemenin, dilenen şeyin olmasını
gerektirici olması, sözün akışının gereğidir, daha düşün "Siz
dilemezsiniz" fiili de aynı şekilde müteaddi olduğu için bir mef'ûlü
(tümleci)nin bulunması gerekir. Bu tümleç de daha önce geçenlerden anlaşıldığına
göre "doğru yolda olmak"tır. Ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda
daha genel olarak "herhangi bir şey" yani "herhangi bir şeyi
dileyemezsiniz" mânâsı ihtimal dahilinde olduğu gibi, fiili lâzım
(geçişsiz) fiil yerine koymak suretiyle yani, "siz hiçbir dileme
yapamazsınız" demek olma ihtimali de vardır. Bu durumda ise doğru yolda
olmak mânâsı üzerinde minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak üzere bunun
bir büyük önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda olmayı
dilemeniz de ancak Allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma
daha gözetilmesi gerekir. Birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış
olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz"
diye anlamak daha kestirme ve daha iyi olmuş olur. Onun için araştırmacı
âlimler bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih etmişlerdir.
Bununla beraber hitap genel olmak için fiili
lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz hiç bir şey dileyemezsiniz"
şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih edenler de olmuştur. Çünkü bu durumda
Allah'ın dilemesi olmadıkça kulun hiçbir dilemesinin olamıyacağı açık seçik ve
ibare ile ifade edilmiş olur ki, bu da Ehl-i Sünnet'in tam görüşüdür. Doğru
yolda olmayı dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük önerme
ibare yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. Bu zahirî mânâya
daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma siyakına
takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl söylenecek
şeyden uzaklaşmaktır.
Bundan başka bazıları bu "siz
dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama düsturu gibi
saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını söyleyerek yalnız
Allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek istemişlerdir. Fakat bu hiç doğru
değildir. Zira istisna-i müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için
burada kulun dilemesi tamamen yok sayılmış değil, Allah'ın dilemesi olmadıkça
hiçbir dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. Allah'ın dilemesi ile kulun da
dileyebileceği ve hatta istediğinin olmasını gerektirecek bir dilemeye sahip
olduğu gösterilmiştir. Nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen
için" sözünde de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. Burada,
olsa olsa, bir şeyi yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutavassıt"
(orta derecede zorlama) denilen "dilemeye zorlama" düşünülebilir. Bu
ise doğrudur. Bununla beraber kulun dilemesi Allah'ın dilemesine göre olunca,
ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin de o şekilde olması gerekir.
Şu halde Allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde serbest olması şeklinde tecelli
ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış olacağından cebr-i mutavassıtın da
kalkmış olması mümkün olur. Nitekim Maturidiyye mezhebi bu esas üzerinedir.
Kulun irade-i külliyesi yani irade kuvveti yaratılmış ise de irade-i cüz'iyyesi
başkaca bir yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde itibâri bir emirdir, demekle
bunu söylemiştir. Fakat kulun dilemesi Allah'ın dilemesinden büsbütün ayrı ve
ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür olduğunu zannetmek de Allah'ın,
âlemlerin Rabb'i olduğunu düşünmemektir. Allah'ın dilemesi dışında hiçbir olay
düşünülemez. Onun için kulların kendi tercihlerini kullanarak yaptıkları
fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest bırakma vardır. Aksine kullar için
sırf cebir yani zorlama cereyan eden birçok zorunlu fiiller bulunduğu halde
sırf serbestlik yoktur. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onlar için
ise seçme hakkı yoktur."(Kasas, 28/68), "İyi bilin ki, yaratmak ve
emretmek ona mahsustur. O, âlemlerin Rabb'i olan Allah ne yücedir."(A'râf,
7/54). Dolayısıyla insanlar doğru yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu
aramalı ve böylece bu zikirden yararlanmalıdır. Fakat doğru yolda bulunmaya
muvaffak olanlar da bu başarıyı Allah'tan bilmeli ve yüce Allah'ın, vermiş
olduğu dilemeyi kaldırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru
yolda olmayı dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim
dilememize bırakılmıştır, o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur"
zannına düşmemeli, dilemeleriyle sorumluluğun kendilerine ait olduğunu daima hatırda
tutmalıdır.
Alûsî'de Süleyman b. Musa ve Kasım b.
Muhaymire'den şöyle rivayet olunmuştur: âyeti inince Ebu Cehil: Demek ki iş
bize bırakılmıştır. Dilersek doğru yolda oluruz, dilersek olmayız."
demişti. Bunun üzerine âyeti indi. Buna göre de bu âyet, cebrin olduğunu göstermek
için değil, tamamen serbest bırakmanın olmadığını göstermek suretiyle doğru
yolda olmayı Allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir. Korkutmaya ve
dileme mecburiyetine delaleti işaret yoluyladır. Bu iki özellikte yine aşağıda
olduğu gibi açıklanacaktır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Tekvir Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.