Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tegabun Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
64-TEĞABUN:
1. Yukarılarda ve aşağıda bulunan bütün
yaratıklar her zaman, devamlı surette Allah'ı tenzih eder durur. Bu sûrenin
böyle tesbih ile başlaması, önceki sûrede zikredilen İlâhî üstünlüğün bir
beyanı, müminleri Allah'ı zikre teşvik etmenin bir müeyyidesidir. Ayrıca eceli
gelen bir kimsenin ecelini tehir etmemesi de, kudretindeki bir kusurdan dolayı
değil; zat, sıfat ve fiillerinde her noksanlıktan berî olarak mülk ve
tasarruflarında tam üstünlük ve hakimiyyetinden dolayı olduğuna bir tenbih ve
bu sûrede zikredilecek yeniden dirilme konusunda bir mukaddime demektir. Ölüm,
gözlerinin önünde duran gafiller, kâfirler anlamaz düşünmezlerse de göklerde ve
yerde her ne varsa Allah Teâlâ'nın kemal ve yüceliğini her an ilan edip
durmakta, zerresinden cisimlerine, cisimlerinden fezasına her neye bakılsa
hepsi O'nun yüceliğine şehadet etmektedir. Mülk O'nun, hamd O'nundur. O'ndan
başkasının değildir. Çünkü hepsini yaratan, hepsini tutan, koruyan O'dur.
Hepsinde dilediği gibi yaratma ve yok etme, öldürme ve yaşatma, üstün ve zelil
kılma vesaire gibi tasarruf etme hakkı da O'nun, her nede olursa olsun hamd ve
şükür, övülme ve ta'zim edilme hakkı da O'nundur. Ve o her şeye kâdirdir.
Binaenaleyh bu gün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük
galibiyetlere erdirmeye, zengin ve güçlü zannedilenleri zelil ve perişan
etmeye, sorumlu olmayız zannedenleri sorumlu tutmaya, uykudakileri uyandırmaya,
ölüleri diriltmeye, Resulü'ne vaad ettiğini yerine getirmeye, kısacası varları
yok, yokları var etmeye kâdirdir.
2. Kudretinin izlerinden bazısının beyanı
şöyledir: O, o kudret sahibidir ki sizi yaratmıştır sonra da içinizden kimi
kâfir, O'nu, O'nun kudretini ve kudretinin delillerini tanımaz, inkâr eder,
yalanlar, nankörlük eder, hakikati örter ve kendi yaratılışında gizlenmiş
bulunan alâmetleri görmemezlikten gelir, kimi de mümin; O'na, O'nun kudretine,
gönderdiklerine, indirdiklerine inanır ve yaratılıştaki görüntüye muttali olur.
Şu halde kâfir de, mümin de O'nun yaratığıdır. İnsanın yaratılışı, yaratıcıya
imanı gerektirmekle beraber, küfre de imana da kabiliyetlidir. Mahlukat içinde
hepsinden farklı bir insan cinsi yaratmak, sonra da aynı cins içinde bir birine
zıt iki grup meydana çıkarmak şüphesiz yaratıcının her şeye kadir olduğuna
delalet eden kudretinin izlerinden önemli bir delildir. Bu cümlenin
"kâfiren ev müminen" gibi hal ve kayd veya "ba'züküm kâfir ve
ba'züküm mümin" gibi fâsıl suretinde ifade edilmeyip de açıklama veya
kısımlara ayrılma ile tertibe delalet eden ile şeklinde yan bir cümle olarak
getirilmesi, küfür ve imanın da Allah tarafından yaratılıp takdir edilmesiyle
beraber insanların bizzat yapma ve iradeleriyle alakalı olarak talî ve gerekli
bir şekilde yaratılmış bulunduğuna işaretle kâfirlere bir tehdit ifade
etmektedir.
Kadî Beydâvî daha ziyade birinci noktaya
işaretle şöyle demiştir: "Kâfir, küfrü takdir edilen ve üzerine
yüklenilen, mümin ise, imanı takdir edilen ve gereğini yapmaya muvaffak kılınan
demektir." Ebu's-Suud da ikinci noktaya temas ederek şunları söylemiştir:
"Sizi ilmî olgunlukların ve ameliyenin prensiplerini içeren güzel bir
yaratılışla yaratmış, bununla beraber bazılarınız yaratılış gereğinin aksine
olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazılarınız da yaratılışının
gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur. Halbuki üzerinize vacib
olan hepinizin imanı tercih edip halk ve îcad nimetine ve ona bağlı diğer
nimetlere şükretmekti. Siz ise yaratılışınız itibarıyla buna kabiliyetli
olduğunuz halde öyle yapmadınız da kiminiz kâfir, kiminiz mümin olup gruplara
ayrıldınız." Mamafih bu grup ve fırkalara ayrılmayı, Cebriyye'nin dediği
gibi kulun hiç bir rolü olmayarak sırf Allah'ın takdirine nisbet etmek nasıl
doğru değilse, Mu'tezile'nin anladığı gibi Allah'ın yaratma ve takdiri
olmaksızın sadece kulların yaratmasına nisbet de doğru değildir. Âyet
açıkladığımız gibi iki cihetin ikisine de işaret etmektedir. Abd b. Humeyd,
İbnü Münzir, İbnü ebi Hatim, İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Ebu Zerr (r.a)'den
şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: Ebu Zerr demiştir ki: "Resulullah
(s.a.v) buyurdu ki: Meni rahimde kırk gün durunca ona nüfus meleği gelir, sonra
O Allah'a yükseltilir. Melek "Ya Rab, Erkek mi dişi mi?" der. Allah
Teâlâ ne kaza buyuracaksa buyurur. Sonra melek "Cehennemlik mi cennetlik
mi?" der. Böylece ne ile karşılaşacaksa o yazılır." Ebu Zerr bu
hadisi rivayet edip Teğâbün Sûresi'nin baş tarafından üç âyeti 'e kadar
okumuştur. Bunun gibi başka hadisler de vardır. Bunlar insanın yaratılışının
içerisinde gelecekteki mukadderatının takdir edilmiş bulunduğunu gösterir.
Fakat bilindiği gibi bu mukadderatın böyle Allah tarafından bilinip takdir
edilmesi onun, bir kısmını kulun işlemesine ve tercih etmesine engel değildir. Kulun
bir fiili yapması üzerine cereyan eden yaratma da, "Sizi ve yapmakta
olduklarınızı Allah yarattı. " (Saffât, 37/96) âyetine göre yine Allah'a
aittir. Binaenaleyh iman da, küfür de yaratılmıştır. Ancak Allah'ın imana
rızası var, küfre rızası yoktur. Bu suretle iman ve küfrün yaratılması insanın
iradesiyle ilgili tali ve gerekli bir yaratma olduğundan "İçinizden kimi
kâfir, kimi mümindir." buyurulmuştur. Bu izahta, hem Kâdî Beydâvi'nin
işaret ettiği mânâ, hem de Ebu's-Suud'un tercih ettiği anlam mevcuttur.
Bunlardan birisi, "Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz."
(Tekvir, 81/29) âyetine, diğeri de "Dileyen Rabbine varan bir yol
tutar." (İnsan, 76/29) âyeti doğrultusundadır. Küfür ve nankörlükten
sakındırma, iman ve iyiliğe teşvik mânâsını ifade eden şu cümle de, kulun fiilî
tarafını kuvvetlendirmektedir. Halbuki Allah, her ne yaparsanız görücüdür.
Gerek küfür ve gerek küfürle ilgili ameller ve gerekse iman ve imana bağlı
ameller olsun her ne yaparsanız hepsini görüp duruyor. İyiliği de, kötülüğü de görüyor.
Siz O'nu göremeseniz de O sizi ve yaptıklarınızı görüyor. O halde O'na karşı
küfür ve nankörlükten utanmaz mısınız? Utanmazsanız korkmaz mısınız? Şüphe yok
ki insanın işledikleri ameller içinde, elinde olmayan mecburi fiiller de
vardır. İnsan bunların da dünyada lezzet ve acı gibi sonuçlarına dayanmaya
mecbur olursa da, başlangıçları itibariyle olsun hiç kesb ve iradeye bağlı
olmayan cebri fiiller, sırf mecburi olduklarından dolayı ahiretle ilgili
sorumlulukları yönüyle insana ait değildir. "İnsana çalışmasından başka
bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Herkes kendi kazandığına
bağlıdır." (Tûr, 52/21) âyetlerinden de anlaşılacağı üzere insana ait
olan, insanın gayreti ve çalışması ile alakalı bulunan fiilerdir. Onun için bu
âyette de "ne yaparsanız" ifadesi ile kasdedilen, gerek doğrudan
doğruya, gerek başlangıçları itibariyle insanın çalışmasıyla ilgili amellerin
olması lazım gelir ki, küfür ve imana sebeb olanlar da nazar ve düşünce yönüyle
bu kabildendir. Gerçi Allah Teâlâ insanların yaptıkları her fiili de görür.
Fakat sırf vehbî (Allah'ın lütfuyla) veya zorunlu olan fiillerde sorumluluk ve
yükümlülük bulunmadığından bu cümlenin ifade ettiği tehdit, ancak irade ile
yapılan fiillere yöneliktir. Bu suretle sorumluluğun mânâsı da, kulun ihtiyar
ve iradesini Allah Teâlâ yerine getirdiği takdirde ilâhî hikmetin gereği
olarak, yaratılacak iyi veya kötü bütün sonuçların kula ait olması ve böylece
kulun, Allah'ın yanında ceza veya mükafat görmesi demektir. O halde Allah
yaptıklarımızı görürse ne olur? denilmemelidir.
3. Çünkü Allah Teâlâ bütün gökleri ve yeri hak
ile yaratmıştır. Boşuna ve oyuncak olarak değil, kendisinin vasfı olan hak
mânâsını gösteren, eşya arasında bir sıralanma ve intizam ifade edip hepsini
hak gayesine doğru götüren sabit bir irade ve üstün bir hikmetle yaratmıştır.
Onun için yaratıcının hakkını yaratığa, yaratanın hakkını da yaratıcıya isnad
etmemek nasıl bir hak ise, bir yaratığın hakkını diğer bir yaratığa isnad
etmemek de aynı şekilde bir haktır. Bütün fiilleri görüp duran Allah Teâlâ, her
birine hakkıyla gerekli görerek yaratacağı sonuçları, elbette ki mahallinden
başkasına isnad etmez. Küfür ve nankörlüğe vereceği cezayı imana, iman ve
ihsana (iyiliğe) vereceği mükafatı da küfre ve nankörlüğe vermez. O, bütün
gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır ve size suret vermiş, bütün yaratıkları
içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuş sonra
suretlerinizi, güzel de yapmıştır. Ahsen-i takvim denilen en güzel biçime
sokmuştur. Haşr Sûresi'nde "O, yaratan, var eden, şekil veren
Allah'tır..." (Haşr, 59/24) âyetinde geçtiği üzere suret, hususi olan
bedenle ilgili şekil ve biçime denildiği gibi akılla anlaşılan manevî sınır ve
belirtilere de denir. İnsanlar da gerek beden ve boy uygunluğu ve gerek eşyayı
birbirinden ayırdettiren suretlerini kavramakla hak anlamını idrak eden ruhanî
şekillenmeler açısından en güzel surette yaratılmışlardır. Bu suretle kâinatın
hak ile yaratılmış olan özelliklerini kendinde hülasa ederek hakkı batıldan,
güzeli çirkinden, hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayırmak mümkün ve mukadder
olduğu kadar tasarruf edip dilediğini yaratıcıdan isteyebilir. Böylece hayatta
elde ettiği şeye göre insan kendini ya daha ziyade güzelleştirir, cennetin en
yüksek makamına ulaşır, yahutta çirkinleştirir, cehennemin dibine yuvarlanır.
Denilmiştir ki :"İnsan cennet ile cehennem arasını birleştiricidir."
Bu da soyutlar âleminden Rabbın emri olan ruhu ile maddeler âleminden olan
bedeni sebebiyledir. Şu beyti Hz. Ali'ye nisbet ederler:
"Sanırsın ki sen bir küçük cisimsin
Halbuki o büyük âlem sende dürülüdür."
Câsiye Sûresi'nde geçen "Göklerde ve
yerde ne varsa hepsini kendinden size boyun eğdirdi..." (Câsiye, 45/13)
âyetinde de bu mânâya işaret vardır. Yine bu anlamdan dolayı Ebu'l-Feth
el-Busti şöyle demiştir:
"Nefsine dikkat et, onun faziletlerini
tamamla
Çünkü sen cisimle değil, ruh ile
insansın."
Kısacası Allah Teâlâ, "Biz insanı en
güzel biçimde yarattık." (Tin, 95/4) buyurduğu üzere insanı en güzel
surette yaratmıştır. O halde bunun hakkı, layıkı ve gereği de insanların çirkin
hallerden sakınıp "Hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek
için..." (Mülk, 67/2) buyurulduğu gibi en güzel amellerle yarışarak
Allah'a yaklaşmaya çalışmasıdır. Çünkü nihayet dönüş O'nadır.
Masîr, sayruret etmek, rücu' etmek, dönüp
gitmek mânâsına mimli mastar, bir de dönüp varılacak yer anlamında ism-i
mekândır. Burada birincisi yani dönüş mânâsı, 'de ikincisi, dönüş yeri mânâsı
daha uygundur. İlk yaratılış ve geliş Allah'tan olduğu gibi nihayet gidiş de
O'nadır. O gökleri ve yeri hak ile yaratıp size o güzel suretleri veren ve hiç
bir leke kabul etmeyip bütün güzellikler, mülk ve hamd kendisinin olan, her
şeye kâdir ve her noksanlıktan berî olan Allah'a varılacak, O'nun hiçbir
haksızlığa yer vermeyen yegane huzurunda toplanılıp haklı, haksız, iyi ve kötü
ayırdedilerek yeniden dirilişte iyiye iyi, kötüye kötü ceza verilecektir.
4. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir
ve siz her ne gizliyor ve açıklıyorsanız hepsini bilir ve Allah bütün
göğüslerin hakikatini de bilir. Onun için gerek kalblerinizin ve ruhlarınızın
derinliklerinde, gerek bedenlerinizin içinde dışında ve gerek bulunduğunuz
bütün muhitlerde neler tutuyor, neler saklıyor, aranızda neler konuşuyor, neler
yapıyor, âleme neler yayıyor, âlemden neler alıp neler yutuyorsanız, iyi ve
kötü, güzel ve çirkin, haklı ve haksız hepsini bilir, sizin bildiklerinizi de
bilmediklerinizi de hepsini tamamiyle bilir. O halde insan olanlar O'na iman
edip, O'nun yarattığı o güzel yaratılışı, hakkıyla güzel kullanmalı, O'nun
nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamd ve şükrünü yerine getirmeli de O'nun
huzuruna yüz akıyla gitmeli, küfür ve nankörlük, fısk ve isyan ile yüz karası
içinde gidip de o çok acı veren azaba atılmamalıdır.
5. Ey bugünkü kâfirler! Bundan önce küfredip
de yaptıklarının vebalini tatmış olanların önemli haberleri size gelmedi mi?
Nuh, Âd, Semud, Lut kavmi ve Firavun gibi küfürde ısrar edenlerin küfürlerinin,
azgınlıklarının vebali olan o ağır ve acı felaketleri bu dünyada nasıl
tattıklarını ve nasıl battıklarını işitmediniz mi? Gerek önceki kitablarda ve
gerek Kur'ân'da bunlar size haber verilmedi mi? Halbuki onlar yalnız bu dünyada
tattıkları o acılarla kalmadılar. Onlar için daha çok acıklı, dayanılmaz bir
azap da vardır ki o da ahirettedir. Bunlar size haber verilmişken sizler niçin
ibret almayıp küfürde ısrar ediyorsunuz.
6. İşte o, haber verilen dünyadaki tattıkları
vebal ve ahirette tadacakları acıklı azap şu sebepledir ki onlara peygamberleri
beyyinelerle, açık deliller ve mucizelerle geliyorlardı da bize bir beşer mi
yol gösterecek? Dediler, bu suretle küfrettiler Hakk'ı tanımadılar, o
peygamberlere ve delillere inanmadılar. Ve aksine gittiler, Allah da muhtaç
olmadığını gösterdi. Onların ne iman ve itaatlarına, ne de kendilerine asla
ihtiyacı bulunmadığını anlattı. Onların hepsini helak edip arkalarını kesti.
Şüphe yok ki yaratan Allah gani (zengin) olmasaydı öyle yapmazdı. Evet Allah
ganidir, sadece onlardan değil, bütün âlemlerden ganidir. Dilerse hepsini
mahveder, yenisini yapar. Hamîd'dir, zatında her güzelliği, her üstünlüğü
toplayıcı, her türlü hamd ve hürmete müstehaktır.
7. Küfredenler şöyle zannettiler, bilgiçlik
taslayarak ahireti inkâr edip şu batıl fikir ve itikada "doğru"
diyerek saplandılar ki asla dirilmeyeceklermiş, öldükten sonra yeniden
diriltilmeleri, önce yaptıklarının başlarına vurulması, iyilik nasılmış,
kötülük nasılmış, acı mıymış, tatlı mıymış, anlatılarak ceza çektirilmesi kabil
değilmiş, öldükten sonra her şey yok olur biter, iyilik de kötülük de, doğruluk
da, eğrilik de boşa gider, hak ve hakikat denilen sabit bir şey yoktur, insan
sadece kokup çürüyüp gidecek olan tenden ibarettir diye sandılar ve o gidişin
nereye olacağını düşünmediler de o yaptıkları haksızlıklara, karıştırdıkları
haltlara, o küfür ve nankörlüğe ondan dolayı düştüler. De ki: Hayır! Rabbim
hakkı için sizler gerek kâfir, gerek mümin bütün insanlar elbette
diriltileceksiniz. "İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman
uyanırlar." denildiği gibi hakkın huzurunda ayıltılıp uyandırılacaksınız.
Sonra da yaptıklarınız size haber verilecektir. Hesaba çekilip
cezalandırılacaksınız iman edip iyi işler yapanlar kârlı çıkıp bahtiyar olacak,
küfür ve nankörlüğe gidenler zarara uğrayıp belalarını bulacaklardır. Bu,
dirilme ve ceza sizlere zor gelse de Allah'a göre kolaydır. Çünkü O yaratıcı,
her şeye kâdirdir.
8. O halde yanlış zanlardan Allah'a ve
Resulü'ne, bunları size tebliğ eden peygamberi Muhammed (s.a.v.)'e ve indirmiş
olduğumuz nura yani şuurları, basiretleri aydınlatacak Hak nuru olan Kur'ân'a
iman ediniz. İnanıp gereğince amel ediniz, gösterdiği yolda, anlattığı huy ve
ahlâkta çalışınız, emirlerini tutup nehiylerinden kaçınarak, Hak uğrunda güzel
işler yapınız ki Allah her ne yaparsanız haberdardır, küçük büyük, iyi ve kötü
hepsini bilir, sırası gelince hepsini size haber verir.
9. Ne günü bilir misiniz? Sizleri o dernek
gününe derleyip toplayacağı gün O gün teğabün günüdür. Kimin aldatıp kimin
aldandığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür.
Teğabun, gabn'den türetilmiş
"tefaul" vezninde bir kelimedir. Gabn, alış verişte veya görüşte
aldanmak yahut aldatmak, yani değerinden aşağı veya yukarı almak, ya da vermek
demektir. Aradaki fark az olursa gabn-i yesir, çok olursa gabn-i fahiş denilir.
Teğabün de karşılıkla aldatma yahut aldatma veya aldanmanın ortaya çıkması
anlamını ifade etmektedir. Alış verişte meydana gelirse gayn'ın üstünü, ba'nın
sükunuyla "ğabn", re'yde olursa ikisinin de üstünüyle
"gaben" diye ayırd edilir. Mamafih muameledeki de re'ye ait
olacağından sonuçta ikisi de aynı yere çıkmaktadır. Aldatan gabin, aldanan
mağbun demektir. Rağıb der ki: "Gabn, aranızdaki muamelede sana,
arkadaşının bir nevi gizlice alçaklık etmesidir. Malda olursa "Falanca
aldattı." denir. Re'yde olursa "Şöyle aldandı veya aldandım."
denilir ki gaflet, gabin sayılır. "Yevmu't-teğabun" kıyamet günü
anlamını ifade eder. Çünkü "İnsanlardan öylesi de var ki kendisini
Allah'ın rızasına satar.." (Bakara, 2/207), "Allah, müminlerden
mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır."
(Tevbe, 9/111), ve "Fakat Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az paraya
satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur.." (Âl-i İmrân,
3/77) âyetlerinde işaret edilen alış verişte ğabin bulunup bulunmadığı o gün
ortaya çıkacak, kâr ve zarar olup olmadığı o zaman anlaşılacaktır." Bazıları,
hakkında soru sorulduğu vakit şöyle demişlerdir: "O gün eşya onlara,
dünyadaki miktarlarının tersine görünecektir." Bazı müfessirler de
demişlerdir ki: "Ğabnın aslı, şey'i gizlemektir. Şey'in gizlendiği yere de
üstünle "ğaben" denilir. Organlardan dirsek, kasık gibi büklüm
yerlerine de gizlenmesinden dolayı "meğabin" adı verilir. Bu anlamda
kadına da "tayyibetu'l-meğabin" (gizli güzel) denir." Zemahşeri
de der ki: "Teğabün burada, kavmin ticarette birbirlerini aldatmaları
mânâsında ödünç olarak kullanılmış olup, şaki (sapık) olanların said (bahtiyar)
oldukları takdirde işgal edecekleri mevkilere saidlerin konması ve said
olanların şaki oldukları takdirde işgal edecekleri mevkilere de şakilerin
konması mânâsınadır. Resulullah'ın hadisinde de, "Cennete giren her kula,
şayet kötülük yapmış olsaydı cehennemde bulunacağı yer muhakkak gösterilirdi ki
şükrü artsın, cehenneme giren her kula da şayet iyilik yapsaydı cennette
bulunacağı makam mutlaka gösterilir ki üzüntüsü artsın." diye
zikredilmiştir. (Bu konuda bilgi için "İşte size cennet; yaptıklarınıza
karşılık o size miras bırakıldı diye seslenildi." (A'râf, 7/43) âyetinin
tefsirine bkz.) Gerçi insanların o günün dışında da aldatma ve aldanmaları
olmaz değildir, ancak bu ne kadar büyük olursa olsun dünya işlerinde aldanma ve
aldatma, hakiki teğabun olmayıp, gerçek teğabunun kıyamet günü olduğunu
hatırlatmak için ona denilmiştir." Ticarette Teğabun'un "tefaul"
babının meşhur mânâsına bakarak ekseriya alış veriş yaparken karşılıklı olarak
birbirini aldatmaya çalışmak mânâsına "iki kişi arasında" vuku
bulduğu söylenirse de, "tevazu" (alçak gönüllü olma) ve tekaud"
(emekli olma) kelimelerinde olduğu gibi tek kişi için de kullanılır. Burada
Mücahid ve Katade'den "Cennet ehlinin, cehennem ehlini aldattığı gün"
diye tefsir edildiği de nakledilmiştir. Biz buna hakiki aldatma ve aldanmanın
gerçekleştiği kâr ve zarar günü demekle her iki ihtimali de ifade etmiş
olacağımızı zannediyoruz. Dünya muhabbetine dalmış olan bedbahtların en büyük
arzuları, ticaret sevdasıyla şunu bunu aldatmak olduğu cihetle, burada onların
kınanması için teğabun tabiri kullanılmıştır. Esasen maksad, en büyük kâr ve
zararın tahakkuk edeceğini ifade etmekle o günün büyüklüğünü anlatmaktır.
Kimlerin kâr, kimlerin zarar edeceği konusuna gelince her kim Allah'a iman edip
yararlı işler yaparsa işte o kâr edecektir. Çünkü Allah ondan onun günahlarını
örtecek ve onu altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Öyle ki içlerinde
ebediyyen kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş, büyük zafer odur. Çünkü her
tehlikeden kurtulup en büyük murad, en büyük zevk olan o yüce rızaya ermek
oradadır.
10. Küfredip bizim âyetlerimize yalan diyenler
ise işte onlar, aldanıp zarar edenlerdir. Çünkü onlar ateş ashabıdırlar,
cehennem ateşinde kalmaya mahkûmdurlar. Öyle ki orada ebedi olarak
kalacaklardır. Ki o da ne fena masir , ne kötü varılacak yer, ne çirkin
yataktır. Onun için insan olanlar bundan sakınıp o büyük kurtuluşa ermek için
iman edip yararlı işler yapmalıdır. Öyle iman ve bağlılıkla çalışmak ve hangi
amelin daha faydalı, o gün için daha kârlı olduğunu bilmek kolay mı? Ve öyle
çalışan müminlerin başlarına da dünyada bir takım belalar gelmiyor mu?
denilecek olursa:
Meâl-i Şerifi
11- Allah'ın izni olmayınca hiç bir musibet
isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah
her şeyi bilendir.
12- Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat
edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.
13- Allah ki O'ndan başka tanrı yoktur.
Müminler Allah'a dayansınlar.
14- Ey iman edenler! Eşlerinizden ve
çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder,
kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok
bağışlayan çok merhamet edendir.
15- Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin
için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah'ın yanındadır.
16- O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan
korkun, dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin
cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
17- Eğer Allah'a güzel bir borç verirseniz,
Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah çok mükafat
verendir, halimdir.
18- Görünmeyeni ve görüneni bilendir. Üstündür,
hikmet sahibidir.
11-13. Bir musibet isabet etmez ki Allah'ın
izniyle olmasın. Yani gerek kâfir, gerek mümin, ferd yahut topluluk her kim
olursa olsun başına can, mal veya başka şeylerle ilgili herhangi bir musibet,
maddî, manevî, kavlî veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir hadise gelirse o, her
halde Allah'ın izniyledir. Allah'ın izni olmayınca hiç kimsenin istemesiyle,
çalışmasıyla kimseye bir musibet erişmez. Allah'ın izni olmayınca bir yaprak
bile yerinden oynamaz. (Hadîd Sûresi'nde geçen (57/22) âyetinin tefsirine bkz).
Gerçi "Başına gelen kötülük ise nefsindendir." (Nisâ, 4/ 79),
"Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını
değiştirmez." (Ra'd, 13/11) âyetlerinde geçtiği üzere bazı musibetlerin
kaynağı, insanın veya kavmin kendisi olduğu muhakkak ise de böylesi musibetler
bile, yine de Allah'ın takdiri, iradesi ve izni olmadıkça meydana gelmez. Onun
için "De ki hepsi Allah'tandır.." (Nisâ, 4/78) buyurulmuştur. Bu
ancak Allah'ın izniyle olduğu gibi her kim de Allah'a iman ederse Allah onun
kalbine hidayet verir, yardım eder, doğruyu düşündürür, gelen musibetin ancak
Allah'ın izniyle olabileceğini ve kendisinin de Allah'ın olup yine O'na
döneceğini hatırlatarak "Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na
döneceğiz." (Bakara, 2/156) tesellisiyle gönlünü rahatlatır. "Böylece
elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle
şımarmayasınız.." (Hadid, 57/23) irşadıyla sabır, metanet ve "Yalnız
sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) müjdesiyle
ferahlık verir. Ve Allah her şeyi bilicidir. Binaenaleyh ona izin vermesindeki
hikmetini, ne gibi hayırlar ve faydalar gerektireceğini, bu yüzden mümin kulunu
ne gibi sevaplara ulaştıracağını, böyle iman eden bir kulun ne şekilde hareket
etmesi gerekeceğini bilir ve kalbine o suretle hidayet vererek muvaffak kılar.
O halde yararlı işlerin neler olduğunu bilmek için de Allah'a ve Resulü'ne ve o
nura (Kur'ân'a) iman edin. "Allah'a itaat edin, peygambere itaat
edin." Bu emir, yukarıda geçen cümlesine yahut âyetinin mânâsıyla ilgili
olarak takdir edilen ya bağlıdır.
14. "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve
çocuklarınızdan." Toplumda iç huzurun en önemli prensiplerinden biri de
aile düzenidir. Böylesine mühim bir mesele olmasından dolayı burada müminlere
yararlı işlerin beyanı sırasında aile problemleriyle ilgili bazı talimatları
içeren bir hitap ile sûreye son verilecektir ki bu husus, hem önceki iki
sûrenin sonunda yer alan hitabelerine bir nazire, hem de bundan sonra gelecek
olan iki sûreye bir mukaddimedir. Tirmizi, Hakim, İbnü Cerir ve daha başkaları
İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: "Bu âyeti bazı Mekkeliler
hakkında nazil olmuştur ki, onlar müslüman olmuşlar ve Medine'ye Peygamber
(s.a.v)'in yanına gitmek istemişlerdi. Hanımları ve çocukları da onları
bırakmaya razı olmadılar. Sonra kalkıp Resulullah'a geldiklerinde insanların
dinî bilgileri kavramış olduklarını görünce zevcelerine ve çocuklarına ceza
vermeyi düşündüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi." Diğer bir
rivayette de şöyle denilmiştir. "Bir adam hicret etmek istemişti, ancak
karısı ve çocuğu ona mâni olmuştu, o da "Eğer Allah Teâlâ sizinle beni
Daru'l-hicre (Medine)'de bir araya getirirse vallahi şöyle şöyle
yapacağım." diye yemin etmişti. Böylece bu âyet nazil oldu." Ata b.
ebi Rabah'tan rivayet edildiğine göre: "Avf. b Mâlik el-Eşcei Peygamber'le
beraber gazaya gitmek istemişti. Çoluk çocuğu toplanıp engel olmaya uğraştılar
ve biz senin ayrılığına dayanamayız diye sızlandılar. O da merhamet gösterip
gazaya katılmamış, sonra da pişmanlık duymuştu. Bunun üzerine söz konusu âyet
indi." Bu da gösteriyor ki âyetin nüzul sebebiyle ilgili birden çok
rivayet vardır. Ancak bu rivayetleri birleştirmek mümkündür. Âyetin söz gelimi
ve mânâsı bu ve benzeri rivayetlere uygun olduğu gibi daha da kapsamlıdır.
Ezvac, zevc kelimesinin çoğuludur. Erkeğe de
dişiye de denir. Burada hitab, âyetin dış anlamı itibarıyla erkeğe olduğuna
göre murad da, onların eşleri olan hanımlar demektir. Ancak "Ey iman
edenler!" gibi erkeklere yapılan hitab'ın tağlib yoluyla kadınları da
kapsaması kaidesine bakarak, ezvacın da erkek ve kadın eşleri içine aldığı
söylenebilir. Önceki ifadeden bu mânâ, işareten veya delaleten anlaşılır.
Buyuruluyor ki: Ezvacınızdan, yani eşlerinizden ve çocuklarınızdan size bir
düşman vardır. Kadın ve çocuklardan oluşan ailelerinizin tamamı değilse de
içlerinden bazıları; yani bazı kadın, bazı çocuk veya bazı kadınla çocuklardan
teşekkül eden bir takımı, size bilerek veya bilmeyerek bir nevi düşmandır.
Dünyada kocalarına düşmanlık eden, canına bile kıymaya kadar giden, yemeğine
zehirler katan, aklını karıştıran, malına ırzına, namusuna hıyanet eden, dinini
diyanetini yıkan ve cehenneme sürükleyen nice kadınlar ve çocuklar
bulunagelmiştir. Bunu bile bile kasden yapanlar olduğu gibi bir takımları ve
belki de birçokları bilmeyerek ve kötü bir maksat beslemeyerek kocalarını veya
babalarını zararlara, sıkıntılara, keder ve üzüntülere düşürür, böylelikle bir
takım hayırlı işlere, ibadetlere engel olurlar. Çocuklar hakkında ifade edilen
bu ikinci husus, bundan sonra gelen âyette fitne tabiriyle gösterilmiş olmasına
nazaran burada daha ziyade kasdi olan düşmanlık ilk akla gelirse de, o âyette
zikredilmemiş olan ezvacla beraber burada da aynı mânâ düşünülerek mutlak
anlamda olan düşmanlığın kasıtlı veya kasıtsız olma ihtimalinin bulunması, iki
âyet arasında bir "intibak" sanatı ifade edebileceği cihetle daha
beliğdir. Ailede böyle kasıtlı yahut kasıtsız düşmanlık zevce ve çocuklar
tarafından olabildiği gibi koca tarafından da olabilir. Karılarına hıyanet eden
nice erkekler de vardır. Ancak hitabın zahiren erkeklere olması itibarıyla o
taraf açıklanmayıp mânânın işaret ve delaletine bırakılmıştır. Bunun da sebebi
şudur: "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması
sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların
yöneticisi ve koruyucusudur..." (Nisâ, 4/34) âyeti gereğince erkeklerin
infak, idare ve terbiyeyi üzerlerine alan reisler olmaları hasebiyle hitab,
öncelikle onlara yapılmış ve özellikle iman sıfatıyla nida edilmiş olduğu
cihetle akil, baliğ, mükellef bir mümin olarak seslenilmiş, bir aile reisinin
kendi ailesine karşı düşmanlık ve ahlâksızlığının, erkeğin akıl ve iman yönüyle
bağdaşmayacağı ifade edilmiş ve onlara ancak bu gibi durumlarda uyanık bulunup
birtakım mahzurlardan sakınmak, af, bağışlama ve müsamaha gibi ahlâkî
faziletlerle idare etmenin uygun olacağı anlatılmak üzere bu cihet açıkça
belirtilip mukabili terk edilmiş veya gizlice zikredilmiştir. Yani gerçekte
kâmil bir mümin için öyle bir ahlâksızlığı düşünmek bile mümkün değildir. O
halde müminlerin zevcelerine ve çocuklarına yakışan da onlara düşman değil,
cidden dost ve esirgeyici olmak, o imanın alâmet ve terbiyesini kazanmaktır.
Hal ve ifade yönünden örnek olarak bunu telkin ve idare etme vazife ve
sorumluluğu ise öncelikle erkeklere yöneltilmiştir. Bunun da sebebi, kadınların
akıldan ziyade hislerine tabi olmalarıdır. Binaenaleyh meâlin kısaca özeti
şöyledir: "Ey iman eden ve aile üzerinde yönetici olması gereken erkekler.
Sizlerin erkekliğiniz, aklınız, imanınız ve gereğince iyilik fikriniz size
bağlı olan ailenize düşmanlık yapmaya müsaade etmemeyi icab ettirirse de,
zevceleriniz ve çocuklarınız içinden akıl veya dinde noksanlıkları sebebiyle
sizlere düşman olan, başınıza problem çıkarmak isteyen bazılarının da
bulunabileceği muhakkaktır. O halde düşmanlardan sakınınız. Onlara dikkat edip
mahzurlarından korununuz, şerlerinden, keder ve sıkıntılarından emin olup
kendinizi onlara kaptırmayınız. Bundan dolayı eş seçerken dış güzelliğine,
malına, şusuna busuna kapılıvermeyip her şeyden önce dinini, edebini, iffetini
ve ahlâkını aramak gerekir. Nitekim bir hadiste "Çöplükte biten
yeşillikten sakınınız!" buyurulmuştur. Sonra da aile hukukuna riayet ve
onların dinî terbiyelerine dikkat etmeli, ayrıca onların yüzünden gelmesi
beklenilen dünyevî ve uhrevî zararlardan sakınmalı, gelişi güzel bırakıvermeyip
uyanık durumda bulunmalı, sevgi ve alaka sevdasıyla şımartmamalıdır. Bununla
beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı, her kusurlarına aldırmamalıdır.
Ve eğer affederseniz yani affetmek hakkınız olup tarafınızdan affı mümkün olan
suçlarını bağışlarsanız -ki bunlar, size karşı yapılan ve başkalarını
ilgilendirmeyen dünya işleriyle alakalı yahut da dinî konularda olup da tevbe
ettikleri suçlardır affeder yüzlerine vurmaz, başlarına kakmaz ve ayıblarını,
eksikliklerini örter, müsamaha gösterirseniz, şüphesiz Allah da gafurdur
rahîmdir. O da sizin günahlarınızı rahmetiyle bağışlar.
15. Her halde mallarınız ve evlatlarınız bir
fitnedir. Sizi kendilerine tutkun edip zahmetlere ve günahlara sokmaya sebeb
olan ve bir takım hayırlardan, itaatlardan alıkoyan bir imtihan ve sıkıntıdır.
Halbuki büyük mükafat Allah'ın yanındadır. Binaenaleyh Allah muhabbetini, zikir
ve taatı mal ve evlat sevgisine tercih etmeli, mal ve evlat kaygılarıyla
uğraşırken Allah için olan ibadet ve itaatı bozmamalıdır.
16. Onun için gücünüzün yettiği kadar
Allah'tan korkun. Fitneden, Allah'ın rızasına muhalif olan şeylerden sakınıp
Allah'ın korumasına sığınarak takva yolunu tutun. Bu emir, "Allah'tan O'na
yaraşır şekilde korkun..." (Al-i İmrân, 3/102) emrine nazaran çok
hafifletilmiştir. Yani Allah'a layık bir şekilde, tam hakkıyla takva
yapamazsanız bile gücünüzün yettiği kadar müttaki olun, korunun, Allah'ı
zikirden gaflet etmeyin. Ve dinleyin ve Allah'ın emirlerini, nehiylerini, vaaz
ve nasihatı dinleyin ve itaat edin, dinlediklerinizi tutup kendi gönlünüzle
tatbik ve icra edin ve infak edin, çoğalmak ve iftihar etmek için mal toplayıp
biriktirmek hırsına kapılmayıp gerek çalışarak kazandıklarınızdan gerek yerden
çıkan madenlerden, Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden zevcelerin ve
çocukların nafakalarını verdikten sonra Bakara ve Berae sûrelerinde emir ve
teşvik edilen cihetlere; ana baba ve yakın akraba, yetimler, miskinler ve
yolcular için nafakalar, müslüman topluluğun fakir kulların ihtiyaçları, İslâm
dinini yayma ve müdafaa ile Allah yolunda cihad, iyilik ve takvada yardımlaşmak
için gücünüzün yettiği kadar vergi, zekât ve sadaka verin. Nefisleriniz için
hayır yapın, Allah'ın koruması altında olmanız için kendi nefisleriniz hakkında
en hayırlı, en faydalı olanı işleyin. Yani büyük mükafatın Allah'ın yanında
olması, dünya zevklerinin yok olup Allah'ın yanındakilerin kalması sebebiyle
Allah rızası için harcamak, netice itibarıyla nefisleriniz hakkında mal ve
evlattan daha hayırlıdır. Bundan dolayı mal ve evlat dert ve hırsıyla Allah'ı
ve kendilerinizi unutup da hayır için infaktan geri kalmayın. Allah için
hayırlar yapın ve O'nun için çalışın, mal ve evlada da o maksadı gözeterek
bakın ve her kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa ki bu ancak Allah'ın
korumasına sığınmakla olabilir. İşte onlar felah bulanlardır. O'nun için
gücünüzün yettiği kadar Allah'a sığının da hırslı ve cimri olmamaya çalışın.
Nefislerinizin hırsına düşkün olup da vurgunculuk ve cimrilik ile kendinizi,
çoluk, çocuğunuzu ve cemaatinizi felaketlere sürüklemeyin. Cömert ve asil
olmaya çalışarak Allah için hayır işlerde yarışın. (Konuyla ilgili olarak
(Haşr, 59/7 ve 9. âyetlerin tefsirine bkz.)
17. Eğer Allah'a karz-ı hasen (güzel borç)
vermek suretiyle borç verirseniz (bilgi için Bakara, 2/245; Hadîd, 57/11
âyetlerinin tefsirine bkz.) Bu âyet de infaka teşvik etmektedir. Bazıları
bundan maksat, farz olan zekâttır demişler, bazıları mendub, bazıları da
hepsinden daha umumi olduğunu söylemişlerdir ki teşvike en uygun olan da budur.
Yani Allah'tan güzel mükafat istemekten başka bir maksat beslemeyerek samimi
niyetle verilen ödünçler gibi "(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah
yolunda cihada adamış, Allah'a taatten başka bir düşüncesi olmayan, o sebeble
yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkan bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı
gösterdikleri tokluktan dolayı onlarca zengin sayılan fakirlere
verilmelidir..." (Bakara, 2/273) buyurulduğu şekilde Allah yolunda çalışan
ve çalışacak olanların ihtiyaçlarından ve bu kabil diğer iyilik ve hayırlardan
Allah rızası için mal veya emek sarfederek infak ve bağışta bulunursanız, bu
şekilde sarfedilen şeyler, sandıklarda para saklamaktan, dünya istekleri için
sarfetmekten veya borç vermekten, tefecilik ve faizcilik şöyle dursun meşru
ticaretlerden bile daha kârlıdır. Çünkü Allah onu kat kat mükafatıyla öder. On
kattan yedi yüze kadar ve hatta daha ziyade katlar. Memlekette bu yüzden
meydana gelecek güzel çalışma ve işlerle umumi zenginlik artıp, zenginlerle
fakirler arasında sevgi oluşturmanın dışında ahirette de kat kat sevab verir.
Hem de günahlarınızı bağışlar, ve Allah Şekûr'dur. Şükür, iyiliği iyilikle
karşılamak demek olup, Allah Teâlâ da rızası için yapılan azıcık bir iyiliğe
bile büyük mükafatlar verir. Nimet esasen kendisinin olduğu halde onun şükrünü
bilip de Allah için Allah'ın sarfını emrettiği yerlere sarfedenlerin hem daha
güzel ve daha fazlasıyla mükafatını artırır, hem kıymetlerini yükseltir, hem de
Halim'dir. Günahkârları hemen cezaya çarptırmayıp mühlet verir. Gerçi hesab
görmek istediği zaman hesabı çok seridir, bir anda bütün hesabları görüp
bitiriverir. Fakat her günahın peşinden hesabını görmez, bir çoklarına mühlet
verir. Bu da kendisine her hangi bir şey gizli kaldığı için değil,
büyüklüğündendir.
18. Çünkü gaybın da alimidir, şehadetin de,
gizli yapılanları da bilir, açık yapılanları da bilir. Meydana gelenleri de
bilir, gelmeyenleri de bilir. O öyle Aziz, öyle Hakîm'dir. Şekûr ve Halîm
olmakla beraber Azizdir. İsyana karşı zorlama ve cezası şiddetlidir. Dilerse
hiç birine mühlet vermez, izzetiyle hepsinin hesabını görüverir, hatır ve
hayale gelmeyecek şeyler yapar. Bununla beraber Hakîm'dir. Yaptıklarını
öncesini sonrasını birbirine bağlayıp üzerine hikmetler gerektirerek hakkıyla
muntazam yapar. Her yaratmasında ve her emrinde hikmet vardır. Onun içindir ki
dünyadan sonra bir ahiret söz konusudur. Bütün bu emirler de O'nun hak
hikmetiyledir. Bunlarla amel edenler kıyamet günü aldanmazlar.
Bu sûrenin sonundaki hitabede aile halleriyle
ilgili olmak üzere "Eşlerinizden ve çocuklarınızdan sizin için bir düşman
vardır. O halde onlardan sakının!" buyurularak düşmanlık mahzurundan
sakınılması emredilmiştir. Halbuki evlat alakası yaratılıştan gelen, feshi ve
yok edilmesi mümkün olmayan bir neseb alakası olarak sabit olup, zevciyet
alakası ise nikâh akdi sebebiyle muteber olup, feshi ve ortadan kaldırılması
mümkün olan bir sebeb alakası olması hasebiyle karı ve koca arasında bundan
istenilen sevgi ve iyi geçinme nefret ve düşmanlığa dönüşünce bunun mahzurundan
kurtulmak bazı durumlarda yavaş yavaş veya katiyyen boşama çaresine müracaatı
gerektireceği cihetle İlâhî hikmet ve izzet, boşamayı meşru kılmış ve bu
münasebetle Teğabun Sûresi'ni de Talak Sûresi takip etmiştir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Tegabun Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.