Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tarık Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
86-TARIK:
"Andolsun gökyüzüne." Buradaki
"vav" yemin içindir. Sema ise, bildiğimiz göğe ve mutlak yüksek
mânâsına maddi ve ruhani her yüksekliğe ve dolayısıyla hava boşluğuna, buluta
ve yağmura veya yağmurdan meydana gelen bitkilere ve yiyeceklere dahi denir.
Burada bazıları "yağmur" mânâsına demişlerse de çoğunluğun dediği
gibi bildiğimiz gök mânâsına olması açıktır ki yukarıda çatlayacağı, yarılacağı
hatırlatılan ve burçları olduğu bildirilen gök demek olur. Bununla beraber
Arş'a kadar maddi ve ruhani mutlak yükseklik mânâsına olması da yeminin
cevabına pek uygundur.
Yeminin faydası, yemin edilen şeyin önemine
dikkati çekerek verilen haberi desteklemektir. Burada iki şeye yemin olunuyor.
Birisi gök, birisi de Târık'tır.
TÂRIK, aslında "tark" kökünden ism-i
fâildir. Tark, bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmaktır. Bu asıl
mânâsından genişletilerek bunun gerektirdiği birçok mânâda kullanılmıştır.
"Çekiç" ve "çomak" mânâsına "mıtraka" bu köktendir.
Yol mânâsına gelen "tarîk" da bundan türetilmiştir. Zira yolcular ona
ayak vururlar. Buna göre "târîk", esasen "tokmak vurur gibi
şiddetle vuran" demek olduğu halde sonra ayak vurmak, yol tepmek mânâsıyla
lügat örfünde yola giden yolcuya isim olmuş ve bu mânâda yaygın şekilde
kullanılarak hakikat olmuştur. Sonra "gece gelen" mânâsında
özelleşmiştir ki geceleyin gelip kapı çalan veya gönül hoplatan ziyaretçi
mânâsını ifade eder. Mastarı "tark" ve "turuk"tur. Sonra bu
mânâdan genişletilerek her ne olursa olsun geceleyin ortaya çıkıp göze, gönüle
çarpan her şeye, hatta hayalî görüntülere dahi târık denilmiştir. Nitekim Şair:
"O hayal gördü ve hiçbir tarafa
meyletmedi. Oysa kervanlarımızı hızlandırma açısından gece kadar etkili bir şey
yoktur." demiştir. Bizim zihne çarpmak tabirimiz de bu türdendir. Bir de
Târık, özellikle sabaha karşı doğan sabah yıldızına da denir. Burada Târık,
yemin ile cevabı arasında bir ara cümlesi olarak şöyle tefsir olunuyor:
2. Bildin mi sen Târık nedir?.
3. "Karanlığı yaran yıldızdır."
Üzerine yemin edilen o Târık, delen yıldızdır.
NECM-İ SÂKIB, delik mânâsına "sakb"
kökünden "delen yıldız" demek olup ışığının kuvvetinden dolayı
karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir. Nitekim aynı mânâ ile
şihaplara yani kıvılcımlara veya akan yıldızlara da "sâkıb" denilir.
Bir de kuş yukarı yükseldi demek olan tabirinde olduğu gibi sakb, yükselme
mânâsına gelir ki bazıları bu mânâyı göz önünde bulundurarak necm-i sâkıb,
yüksek yıldız demek olduğunu söylemişlerdir. Şu halde 'nün başındaki
"lâm" cins ifade eden lâm olmak üzere, gece doğan herhangi bir parlak
veya yüksek yıldız cinsi veya lâm ahd için olarak, sabah yıldızı ve İbnü
Abbas'tan bir rivayete göre Cediy yıldızı veya Sûresi'nin başında geçtiği gibi
Süreyya veya Kur'ân yıldızı olmak ihtimali de vardır.
İlk akla gelen Sabah yıldızı olmakla beraber
Târık manevi şeyler için de kullanılabildiğine ve "yıldızla da yol
bulurlar"(Nahl, 16/16) mânâsınca yıldızda bir hidayet ve yol gösterme
mânâsı olduğuna göre "Necm-i Sâkıb"tan maksadın geceleyin gökte doğan
herhangi bir parlak yıldızın göze çarpması halinde ışığın şuurumuzda parlayışı
gibi manevi semadan nefislerimize gelip vicdanımıza işleyen ve zihnimize
nakşedilerek bizi içimizdeki ve dışımızdaki karanlıklardan çıkaran iman ve kesin
inanç nurlarıyla manevi kalbe doluşları ve ilâhî irşatları kapsaması daha
uygundur. Yani, göğe ve sizi karanlıklardan aydınlatmak için yıldız gibi
şuurunuza çarpan ve maddenizi delip gönüllerinize işleyen hak nuruna yemin
olsun.
4. Hiçbir nefis yoktur ki ille üzerinde bir
hafız, bir koruyucu olmasın.> Her nefis üzerinde, her halde mutlak bir
koruyucu vardır. Onu, her halinde bütün varlığıyla bütün fiil ve davranışlarını
ve onunla ilgili olan her şeyi görür gözetir, hepsi onun koruması, gözetimi ve
kontrolü altında olur. Ki O, Levh-i Mahfuz'u da koruyan yüce Allah'tır. Bir
nefis ne kadar yüksek olursa olsun, her halinde üzerinde bir koruyucu
bulunmaktan kurtulamaz. Hiç bir zaman kendi kendine başıboş bırakılmaz. Her an
kontrol altındadır. "Oysa üzerinizde muhakkak gözcü melekler var. Dürüst
yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler."(İnfitar, 82/10-12) buyurulduğu
üzere insanlar üzerine her yaptıklarını bilerek yazan değerli melekler ve
"Onun önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. Onu Allah'ın
emrinden dolayı gözetirler."(Ra'd, 13/11) buyrulduğu üzere Allah'ın
emriyle her insanı önünden ve arkasından muhafaza ederek takip eden muhafız
melekler bulunmakla beraber, Kaf Sûresi'nde "Andolsun insanı biz yarattık
ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından
daha yakınız." (Kaf, 50/16) âyetinde geçtiği gibi onlar insanın nefsindeki
her gizli vesveseye ulaşamaz; fiillerini, sözlerini, kararlarını kayıt edip
zabıt tutarlarsa da bütün içindekileri bilemezler. Fakat şahdamarından daha
yakın, "Her şeyi koruyucu" (Hud, 11/57), "Her şeyi hakkıyla
gözetici"(Ahzab, 33/52), "Her şeye şahit" (Mâide, 5/1117)
"Göğüslerdekileri bilici"(Âl-i İmran, 3/119, 154) olan yüce Allah
hepsinin üzerinde koruyucudur. Bütün muhafızlar onundur. İnsanın hafızası da
onun koruyucu olduğunu gösteren delillerden biridir.
Ebu Umame (r.a.)'den rivayet edildiğine göre
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Mümine yüzaltmış melek vekil
kılınmıştır. Onlar bal çanağından sinek kovalar gibi müminden şeytanları
kovarlar. İnsan kısa bir süre kendine bırakılsa şeytanlar onu kapışıverirlerdi.
Bazıları bu âyette geçen "hâfız"ı,
koruyucu hafaza melekleriyle, bazıları da amelleri kayda geçiren yazıcı kontrol
melekleriyle tefsir etmek istemişlerse de asıl maksat her iki mânâ ile hepsinin
üzerinde gerçek koruyucu olan yüce Allah'tır.
Bazıları da burada "hâfız"ı akıl
diye anlamak istemişlerdir. Fakat söylediğimiz gibi insanın akıl ve hâfızası da
yüce Allah'ın âyet ve delillerinden biridir. Nefis, göğü ve Târık'ı onunla
anlayıp kendisiyle mukayese ederek üzerindeki "hâfız"ı anlamaya giden
yolu bulabilir. Bundan dolayı akıl yoluyla bu dâvâyı isbatın veya nakil yoluyla
bu haber vermenin bir dalı ve şubesi olarak buyruluyor ki:
5. Onun için insan baksın, üstünde bulunan
göğe ve geceleyin karanlığı delen parlak veya yüksek yıldız gibi göze gönüle
çarparak nefsine gelen Târık'a bakıp içinden ve dışından nasıl yüksek bir
koruma ve kontrol altında bulunduğunu anlamak ve ona göre fenalıktan sakınıp
sonunda sevinebileceği görevleri gayret sarfederek yapmak üzere kendini
düşünsün. Neden, hangi şeyden yaratıldı?
Bazıları burada insan nefsinin, "heykeli
mahsüs" yani görünen heykel denilen bedenden ibaret olduğunu ve bu şekilde
bu sorunun insana, değersiz bir varlıktan ibaret olduğunu düşündürme akışı
içinde sorulduğunu söylemişlerse de bu tamamen doğru değildir. Zira "insan
baksın" emrinden, ilk evvel insanın bedenden ibaret değil, bakan, yani
düşünen şey demek olduğu anlaşılır ki bu da Kıyame Sûresinde geçtiği gibi
"Doğrusu insan kendine karşı bir basirettir, kendi nefsini
görür."(Kıyamet, 75/14) âyetinin ifade ettiği mânâ ile tamamen aynıdır.
Gerçi cevapta insanın bedeni itibarıyla yaratılışı, yaratılmaya başlanması
anlatılmış ise de bundan insanın bedenden ibaret olması gerekmeyip yaratılış
aşamalarından bir aşamaya ait olarak beden ile ilgili bulunduğu anlaşılmış
olur.
İkinci olarak, bu sorunun bu şekilde
sorulmasında, sözün akışına göre insanın üzerinde bulunan koruyucu ve gözetici
karşısında aciz ve değersiz olduğuna bir uyarı bulunduğunda şüphe yok ise de
asıl sorunun gelişi, o değersizliği düşündürmek değil, onu değersiz bir
başlangıçtan yaratıp yükselterek "düşünen insan" derecesine getiren
yüce yaratıcının yaratma ve korumadaki gücünün büyüklüğünü düşündürerek o
yaratıcının tekrar yaratabileceğini göstermek ve dolayısıyla "Bütün
sırların yoklanacağı gün"de sırların temiz olması için gurura saplanmayıp
Allah'a doğru yükselmek üzere kendi nefsinden çaba harcaması gerektiğini
anlatmaktır ki nazar, yani bu âyette emredilen bakma ve düşünme, bu çabanın
başlangıcı demektir.
6. Onun için yaratılışının başlangıcında bir
erlik suyu halinde iken bile rahime geçmek için bir tür gayret ve çaba demek
olan dıfk, yani "atma" özelliği açıkça belirtilerek cevabında
buyruluyor ki: Atan bir sudan yaratıldı.
DIFK fiili, dökmek, atmak gibi geçişli olduğu
için suyun niteliği "atılan" veya "dökülen" olması
gerekirken "atan" denilmesi kuşkusuz çok dikkat çekicidir. Bunun
izahını üç şekilde yapmışlardır.
BİRİNCİSİ, Zeccac'ın Sibeveyh'ten naklettiği
üzere hurmalı ve sütlü gibi nisbet mânâsıyla "dıfıklı" demek olarak
yine atılan mânâsından olmasıdır.
İKİNCİSİ, "Razı olunmuş
hayat"(Kâria, 101/7) âyetinde olduğu gibi isnad-ı mecazî yoluyla ism-i
mef'ul yerine ism-i fâil kullanılmış olmasıdır. Ferrâ: "Sıfat yerinde bunu
Hicazlılar diğerlerinden daha çok yapar. "Gizlenmiş sır" , "Yorgun
düşmüş dikkat" ve "Uyunan gece" tabirlerinde olduğu gibi"
demiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ, İmam Halil ve Kutrub'tan dıfk ve
dufuk kelimelerinin dökülme mânâsına da geldiği nakledilmiştir. Fakat hangisi
de olsa bunun bu şekilde anlatılmasında bir nükte olmalıdır. Bu ise, suda bir
çaba tasavvur ettirmek üzere atma işinin onun tarafından yapıldığının
söylenmesidir.
"Mâ" kelimesinin başındaki
"min" başlangıç ifade eder. "Bir kısım" mânâsına gelmesi de
"Suyun hepsinden çocuk olmaz." sahih hadisinin mânâsına uygun olur
ki, "atan bir suyun bir kısmından yaratıldı" demek olur.
"Mâ" kelimesinin sonundaki tenvin de küçümseme, değersizlik, âdilik
ifade eder. Değersiz, basit bir sudan mânâsındadır.
7. Ama rastgele atılan her sudan değil şu
nitelikteki atan sudan ki erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından
çıkar.
SULB, sulüb, saleb sâlib; başın arka dibinden
kuyruk sokumuna kadar arka kemiğine denir ki omurga kemiği, amûdi fikarî ve bel
kelimeleri ile ifade edilir. Dimağdan inen ve "nuha-ı şevki=
omurilik" denilen ve sinir sisteminin ana hattı olan "korkar
ilik" onun içinden iner. Beden şekillenme ve oluşumunun sertlik ve
sağlamlık ekseni demek olan bir temel direğidir.
TERÂİB de "teribe"nin çoğuludur.
Göğüs kemiklerine denir ki "göğüs tahtası" tabir edilir. İki meme ile
boyun halkası kemiklerinin aralığına veya göğsün sağ tarafından dört ve sol
tarafından da dört kaburgaya veya iki el, iki ayak ve iki göze de denilir.
Özellikle göğüste gerdanlık takılan yere denir. Demek ki sırttaki omurların
karşılığı olarak göğüs kemiğinin sağ ve sol kaburgalara doğru dallanan her
boğumu bir teribe olup hepsine birden terib ve teraib denilmiştir. Bu durumuda
asıl terâib, göğüs tahtasının eksenini teşkil eden ve boyundan memeler arasına
doğru inen kemikler olup etrafı itibarıyla sinenin gerdanlık takılan bölümüne
ve hepsine denir. Nitekim İmriu'l-Kays'ın:
"Beli ince, bembeyaz, göbekli değil,
Sinesi ayna gibi parlaktır."
beytinde ayna gibi cilalanmış diye nitelediği
terâib, kemikler değil, sinenin kendisidir.
Sulb ile terâib bedenin arkadan ve önden iki
duvarını bel ve bağır gibi esaslı iki temel direğiyle ifade etmiş oluyor ki
bunların arası üreme aygıtını kapsar. Şu halde "sulb ile terâib
arası", bedenin bütün şekliyle ilgili olup ortasında bulunan üreme aygıtlarından
kinâye olur. Aynı zamanda sulb erkeğe, terâib de kadına işaret olarak
aralarının birleşmesinden kinâye olmak da sulbün erkek, sinenin kadın hakkında
daha meşhur ve açık olması itibarıyla herkes tarafından bilinmiş olmaya daha
yakındır. Gerçi "çıkan" kelimesi "ma-i dâfik" (atan su)in
sıfatı olmak daha yakın bulunduğu için, altında gizli olan "o"
zamirinin bunun yerini tutmuş olacağına nazaran dâfık kelimesinden açıkça
erkeğin suyu anlaşılabileceği gibi; "sulb ve terâib arasından"
ifadesinden de ilk akla gelen erkeğin sulbü ile erkeğin göğüs kemikleri arası
olur ise de birleşme halinde erkek ve kadından her birinin sulb ve teraibi
arasına, yahut sulb erkeğe teraib kadına ait olarak ikisinin de sebep oluşuna
işaret olmak daha uygundur. Çünkü bu şekilde bu vasfın faydası daha kapsamlı
olur.
Tefsircilerin burada başlıca iki görüşü
vardır:
BİRİSİ, ilk söylediğimiz gibi "atan
su" erkeğin suyu, "sulb ve terâib arası" da erkeğin sulbü ve
göğüs kemikleri arası olmaktır. Bununla bu işte kadın yönü yok sayılmış değil,
ancak açıkça ifade edilmeyip "Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir erlik
suyundan, onu yarattı."(Abese, 80/18-19) âyetinde olduğu gibi en önemli
olanına işaretle yetinilmiş olur.
İKİNCİSİ, erkeğin sulbünden ve kadının göğüs
kemiklerinden, yahut ikisinin de sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan iki
suyun toplamına işaret olmaktır. Çünkü tâ Al-i İmran Sûresi'nin başında geçtiği
üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) 'den "Erkek ve kadından hangisinin suyu
-kuvvetçe- üstün gelirse çocuk daha çok ona benzer." diye rivayet
olunduğuna göre çocuk, erkekle kadın suyunun birleşmesinden meydana gelir.
Bunun iki su olduğu halde sulb ve göğüs
kemikleri arasından çıkan "atan bir su" diye ifade olunmasının sebebi
de şöyle açıklanmıştır.
BİRİNCİSİ: Erkekle kadın ikisi birleşme
halinde bir tek şey gibi olduklarından dolayı burada bu ifade güzel olmuştur.
İKİNCİSİ: Bir şeyin iki sebebi olduğu zaman,
"bu, şununla şunun arasında oldu" demek uygun olur. O halde
"dâfik" (atan) denilmesi de, bir şeyin bir kısmının vasfıyla o şeyin
tamamını nitelemek kabilinden olur. Bir kısmı "atan" vasfını taşıması
sebebiyle tamamına da bu vasıf verilmiştir. Yahut kadının suyu da rahime
dökülmesi nedeniyle onda da bu sıfat düşünülebilir.
Bu iki görüş üzerine burada kadının da menisi
var mıdır, yok mudur? Varsa, çocuğun doğmasında asıl olan hangisidir? tarzında
bazı tartışmalar olmuştur. Kadının da bir suyu bulunduğunu ve buna şer'an onun
menisi denildiğini ve embriyonun meydana gelmesi için döllenmede iki tarafın da
ilgili olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Fakat kadının suyu erkeğin menisi gibi
hayati maddeyi içeriyor mu, yoksa mezi gibi bir yardımcı hizmeti yapmakla
kalıyor mu? Çocuğun yaratılmasında ikisi birlikte etken birer unsur mudur?
Yoksa biri işi yapan, öbürü bunu kabullenen durumunda mıdır? Bu yönler
aranmıştır.
Kur'ân âyetlerinin toprak, çamur, kupkuru
çamur, şekillenmiş balçık, çamur hülâsasından sonra başlangıç olarak gösterdiği
değersiz su, meni, atan su hep erkeğin menisinde olduğu bilinmesini ve kadın
menisi hakkında bir açıklık bulunmamasını göz önüne alan bir kısım âlimler,
çocuğun oluşumunda asıl unsurun erkeğin suyu olduğu görüşüne varmışlar ve
kadının suyunu bir hayat unsuru değil, bir yardımcı mahiyetinde düşünerek ilk
görüşü tercih etmişlerdir.
Öte yandan ulûkun yani döllenmenin meydana
gelmesinde kadından da bir maddenin iştirak edip katıldığı daha sonra çocuğun
anaya da benzemesi durumlarının ortaya çıkmasından da anlaşılmasına ve hadiste
de bunun kadın menisinin katılıp üstün gelmesinden olduğunun söylenmesine
dayanılarak katılan etkili veya etkiyi kabul eden bir unsurun dahi nazar-ı
itibara alınması gerekmiştir ki bu unsur kadının bezr (tohum) veya büyeyza
(yumurtacık) tabir olunan ve döllenen yumurtacığıdır. Kadının suyunun bir meni
gibi sayılması rahmin üstünde "mebiz" denilen yumurtalıktan çıkan bu
yumurtacıklar dolayısıyladır. "Suyun tamamından çocuk olmaz." hadisi
gereğince çocuk erkek suyunun tamamından değil bir kısmından olduğu gibi, kadın
suyunun da hepsinden değil, bu yumurtacığındandır. Gizli olan döllenme işinde
bunun görevinin ne olduğu hususunda üç ihtimal vardır:
BİRİNCİSİ, erkek tohumunun faaliyet ve
gelişmesine yalnız zemin teşkil eden bir edilgen olmasıdır.
İKİNCİSİ, onun ile karışıp birleşerek hepsinin
birden faaliyet gösterip gelişmesidir.
ÜÇÜNCÜSÜ, erkek menisi bunun faaliyetine
yalnız bir uyarıcı sebep gibi olup yavrunun aslının o yumurtacıktan
gelişmesidir. İşte tefsirciler âyetinin tefsirinde birinci ve ikinci ihtimaller
üzerinde yürümüşler, üçüncü ihtimali hiç nazar-ı itibara almamışlardır. Bu
münasebetle burada erkek ve kadın suları ile anlatılan bu üç ihtimal hakkındaki
teorilere dair biraz açıklamada bulunmak faydasız olmayacaktır.
Yüce Allah'ın yaratma ve kudretine, koruma ve
yardımına delil göstermek suretiyle başlangıç ve son hatırlatılmak üzere
insanın yaratılış aşamaları Müminûn Sûresi'nde "Andolsun biz insanı çamur
hülasasından yarattık. Sonra onu sağlam bir yerde bir tohum yaptık. Sonra o
tohumu bir embriyon haline getirdik. Arkasından bu embriyonu bir et parçası
yaptık. Sonra et parçasını da kemikler haline çevirdik. Sonra bu kemiklere et
giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik. Yaratanların en
güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir. Sonra siz bundan sonra muhakkak
öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü muhakkak diriltilileceksiniz."(Mü'minûn,
23/12-16) âyetiyle dokuz mertebe halinde sınırlandırılarak zikredilmişti. Ki
bunlardan birincisi çamur hülâsası, ikincisi tohum, üçüncüsü embriyon,
dördüncüsü et parçası, beşincisi kemikler, altıncısı et, yedincisi bir başka
yaratılış, sekizincisi ölüm, dokuzuncusu yeniden dirilmedir. Birincisi olan
çamurdan hülasa hakkında orada söz geçmişti. Burada da insan nefsi üzerindeki
ilahî koruma ile Allah'ın onu tekrar yaratmaya gücü olduğu düşündürülmek üzere
bütün bu mertebeler "Neden yaratıldı? Atan bir sudan. O, sulb ile göğüs
kemikleri arasından çıkar. Elbette Allah'ın onu döndürmeye gücü yeter."
mânâlarıyla özetlenerek "insan baksın" diye insana, bakması
emredilmiş ve bu bakış için her şeyden önce en açık ve ortada olan "atan
su" başlangıcından hareket tarzı gösterilmiştir. Gerçi bu hakikatte
"Sonra onu sağlam bir yerde bir tohum yaptık."(Mü'minûn, 23/13)
âyetiyle beyan edilen ikinci mertebedir. Fakat hemen bakış atabilmek için en
açık ve en yakın olan başlangıç bu olduğu için birçok âyette önce bu başlangıca
dikkatler çekilmiştir. Burada "Sulb ve göğüs kemikleri arasından
çıkan" vasfında bu suyun hem oluşumu ilkelerine hem de yedinci mertebe
olan "bir başka yaratılış"la doğum anına kadar gelişim özelliklerine
anatomik, fizyolojik ve embriyonolojik açıdan işaretler vardır. Bunlar
fiziksel, kimyasal ve biyolojik cihetlere kadar dallanırsa da burada en çok
aranan biyolojik özelliktir. Bu arada cenin ilmi ve embriyon ilmi adıyla
zamanımızda ayrıca bir tasnif ve incelemeye tabi tutulan bilim dalı da bu
zikredilen "bakış"ı görev edinerek takip eden deneysel ilimlerdendir.
Bu konuda eser yazılması genellikle tıp açısından olduğu için yazılan eserler
hep o gayeyi hedef edindiklerinden dolayı ilahiyat bakımından bunu delil olarak
kullanıp da bir neticeye varmakla meşgul olmazlar ise de anatomi, doku bilimi
ve organların görevleri gibi onda da insanın yaratılışına bakmak suretiyle
yaratıcının kudretli olduğu neticesi çıkarılabildiğinden ve ahlâkî, dinî,
insanlık görevini takdir açısından konumuzla ilgisi olan nice nice oluşum
delilleri tetkik edilip düşünüldüğünden "İnsan neden yaratıldığına
baksın" emrine uyarak aşağıdaki bazı tartışmalı konuları incelemeliyiz.
Müslüman doktor Muhammed b. Ahmed
el-İskenderânî "Keşfü'l-Esrari'n-Nuraniyyeti'l-Kur'âniyye" adlı
eserinde diyor ki:
Yüce Allah şahsı koruma görevlerini var ettiği
gibi türü koruma görevlerini de gerektiği gibi var etmiştir. Onun için onu bazı
görevler gibi yalnız iradenin hükmü altına koymamış, üreme ihtiyacı hikmetine
uygun kılmıştır. Zira sırf iradeye bağlı kılsaydı türün üreme ve çoğalmasında
bir çok bozukluk ve düzensizlik meydana gelirdi. Fakat yüce Allah bizde tabii
bir meyil ve üreme organları içinde bulunan batıni ve vicdani bir his
yaratmıştır. Bu organlardaki o his, midede bulunan batıni açlık hissi
durumundadır. Meyl, gerçekte üreme organlarına bağlıdır. O nedenle bu organ,
işini yapamadığı zaman, o his bulunmaz ve çocukluk çağında iğdiş edildiği
takdirde asla hissedilmez. Ama açlık ve diğerlerini hissetmek gibi bu batıni
hissin sebeplerine gelince onu anlamak mümkün değildir. Döl suyunun varlığını
ve bu döl suyunun kendine ait bölümlerde durmasını onun sebeplerinden olmak
üzere zikretmişlerdir. Gerçi bunun ona yardımcı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü
uzun süre bu iş yapılmayınca istek kuvvetlenir. Zira bu zaman içinde atım
maddesi cidden çoğalır. Fakat bu müstakil bir sebep değildir. Zira aşırı
derecede düşkün olanlarda alışkanlık nedeniyle cinsel ilişkiye büyük bir meyil
bulunur. Oysa iffet sahibi olan kuvvetli erkekler böyle değildir. Çünkü onlarda
bu meyil az bulunur. Bu duygu kadınlarda da bulunur. Fakat bunlarda meni
salgısı olmaz.
Beyin ve beyincikten her birinin de gerçekte
bu görevin başlangıcında etkisi vardır. Bu hususta hayal gücünün etkisi de ona
açık bir delildir. Bu anılanların dışında bu son iki uzvun her birinde de bir
meyil bulunur ki bu durumun ortaya çıkmasında onun da etkisi vardır. Cinsel
ilişki halinde erkeğin yaptığı iş, kadının üreme organına erkeğin akıcı döl
suyunu atmak için hazırlanmış olan uzvunu sokmak ve içerde olduğu müddet içinde
o sıvıyı atmaktır. Fakat bu ortak gayenin meydana gelebilmesi için cinsel uzvun
kuvvetlenme, kalkma denilen gelişme sebebi ile sokmaya yeterli bir kıvama, tava
gelmesi gerekir. Bu belirti ve gelişme ise erkeğin o batınî duygu sebebiyle
arzu duyduğu zaman ortaya çıkar. O vakit sidik yoluna iki ortası boş cisminde
atardamarlar vasıtasıyla büyük miktarda kan akımı olur. Sonra bu kan damarlarda
toplanır. O sırada bu iki ortası boş cismin gelişip kalkabilen dokusunda, sidik
borularında ve penisin başında hakiki bir kan birikimi meydana gelir. Bu kan
hücumunu da bu dokularda şehvet artışı ile meydana gelen heyecanlanmaya nisbet
olunması gerekir. Bununla penis zorunlu bi sertlik kazanır ve onunla döl yatağı
kanalına girmesi tamam olur. Onda meydana gelen uyanma, erkeğin diğer üreme
aygıtına yayılır. O vakit iki erkeklik bezinin salgısı çoğalır. Nitekim
çiğnerken tükrük bezlerinden tükrük salgısı çoğalır. Sonra o vakit meni,
çoğalmak suretiyle meni torbacıklarına gelir. Ondan da bu torbacıklar uyarılır.
Sonra büzülüp atıcı boru vasıtasıyla sidik borusuna atar. Sonra bu boru
periyodik bir şekilde kasılıp çekilir. Bu spazmatik yani istek dışı kasılıp
büzülme ona komşu olan kasların hepsinde olur. İşte bu birbirini harekete
geçiren kuvvetler sebebiyle meni döl yatağında uzağa atılır. Bu giriş vaktinde
kadının görevi tamamen kısmadır. Zira onun cinsel uzvunun dışı hazır olur. Bu
hazır oluş ile ona penisin iğne gibi girmesi gerçekleşir. Ancak girmeyi
geciktiren bir engel bulunursa başka. Mesela bekaret zarı gibi ve fercin,
hazırlanması mümkün olan dokusunda meydana gelen biyolojik kan toplanması ve
sıkıcı kasının fiili gibi ki bu son ikisinin faydası penisi sıkıp çarpmasını
mümkün olduğu kadar tam kılmaktır. Kadın da lezzet veren şehvetin artmasında
erkeğe ortak olur. Onun da ferc ve dilciğinde erkekte bulunan durum gibi, hatta
daha çok bir kan hücumu olur. Bu iş erkeklik uzvunun sokulması neticesinde
ortaya çıkar. O sıra lezzet veren etlerin gevşeyip büzülme işi cinsel birleşme
süresince devam eder ve gittikçe artar. Hatta öyle bir dereceye gelir ki kadın,
erkekte meydana gelen duruma benzer müthiş bir kasılma hareketiyle boşalır.
İşte o zaman yumurtalıklar ile borularda bir etki hasıl olur ki ondan döllenme
vuku bulur.
Fizyolojik mahiyeti böyle açıklanan cinsel
birleşmeler, doğumların ortaya çıktığı biricik üreme fiilleridir. Fakat irade
bunu gerek idaresi altına alsın, gerek almasın herhalde bu fiil, hazırlık yapma
anlamında bir iş yapmaktan başka bir şey değildir. Yeni bir bireyin oluşturulması
için yaklaştırmaya ve erkekle dişiden çıkacak olan maddeleri dökmeye hizmet
etme hususunda, yemeğin sindirilmesinden önce yapılan işlere benzer. Bu hususta
makul olan tecrübelere göre açık olan şudur ki, döllenmenin olmasına yardımcı,
erkeklerden çıkan menidir. Mezi ve vedi denilen sıvılar, sadece meni denilen
sıvıyı geçirmek için yol verici ve kolaylaştırıcı şeyler durumundadır. Fakat bu
"atan sıvı", kadının üreme aygıtından hangi yere kadar ulaşır. Bu
bilinmemektedir. Bu konuda âlimlerin görüşleri, üremenin hasıl olması hakkında
tercih ettikleri metotlara göre değişiktir.
Bazıları, "bu meni denilen sıvı
dölyatağında kalır" demişlerdir. Çünkü bunların iddia ve kanaatlarına göre
oradan emilir. Sonra devretme yollarından yumurtalığa yönelir. Bazıları da,
"rahme ulaşır, sonra buhar olarak yükselir ve yumurtalığa kadar varır da
döllenme olur" demişlerdir. Son olarak bazıları da zanna dayanarak
demişlerdir ki, "rahme ulaşır, sonra oradan iki boru ile alınır ki bu
borular rahme ve iki yumurtalığa bitişik iki kanaldır ve iki boru
görünüşündedirler. O vakit onlarda bir dikilme hasıl olur. Dolayısıyla onu
yumurtalıklara, onlardan da yine rahme yöneltirler."
Açık olan şudur ki, bu son görüş doğruya daha
yakındır. Zira artık anlaşılmıştır ki döllenme ancak yumurtalıklarda
tamamlanır. Nitekim bu, rahim dışında hamile kalma durumundan anlaşılır. Şu da
bilinmekte ve kesindir ki, meni rahme püskürülür. Cinsel ilişki halinde mutlaka
penisin ucu rahim girişinin ortasına ulaşır. Bunun ise erkekten çıkan meni
sıvısının rahme girmesinden başka faydası yoktur. Kaldı ki meni sıvısı rahimde
çok bulunmuştur.
Sun'i döllenme için yapılan akıllıca
tecrübelerden de anlaşılmıştır ki var sayılan meni esinti ve buharı döllenmenin
oluşumunda tek başına yeterli değildir. Aksine meninin yumurtalıklara bizzat
çarpması gerekir. Bu takdirde meninin onlara varması için ise borulardan başka
yol yoktur.
Bu görüşün gerçeğe daha yakın olmasının bir
delili de: Erkek hayvan dişisiyle çiftleştirildikten hemen sonra kesilip
yarılan hayvanlarda borunun sayvanı (şemsiyesi) iki yumurtalığa temas halinde
görülmüş ve kadın yumurtacığının bu iki kanalda yani borularda durduğu da
görülmüştür.
Şimdi de döllenmede meniden ve kadın
maddesinden meydana gelen şeyden bahsedelim. Çünkü bu gizli sırra vakıf olmak onu
tanımakla olabilir:
Şu bilinmelidir ki kadında iki yumurtalık,
erkekteki iki husye (yumurta, taşak) yerindedir. Çünkü husyelerin
çıkarılmasıyla olduğu gibi, yumurtalıkların çıkarılmasıyla da kısırlık durumu
meydana gelir. Bir de bunlar ergenlik çağında açık bir şekilde gelişme
gösterirler. On buğdaya denk olan ağırlıkları bu yaşta iki dirheme denk olur.
Yine bu yaşta yüzeylerinde daha önce bulunmayan küçük torbacıklar görünür. Bu
ilmin âlimlerinden büyük bir kısmı bunları yumurtacığın kaynağı saymışlardır.
Sonra solar ve ay halinden kesilme çağında yok olur. Tecrübecilerin büyük bir
kısmı döllenmeden az bir zaman sonra kesilen hayvanlarda, yumartalıklarda
oluşan küçük taneler içinde bir dane bulmuşlardır ki onda küçük bir benek
ortaya çıkmış, ondan damarlar ve sinirler çıkıyor. Kütleleri de bu yumurtacığın
kütlesi arttıkça artıyor, sonra ayrılıyor. Bazı hayvanlarda kendisine mahsus
kanala, kadınlarda da borulardan birine giriyor. Sonra da ondan rahme veya
rahim yerine geçecek bir yere gidiyor. O halde denebilecektir ki: Bu vazifede
bütün canlılar arasında fark ancak şundan ibarettir: Bazılarında bu yumurtacık
dışta yumurtlandıktan sonra yavru oluyor. Bazılarında da içte onun için
hazırlanmış olan depoya bırakıldıktan sonra yavru oluyor. Bu vazifedeki bu farklılıktan
dolayı canlılar iki büyük kısma ayrılır: Yumurta ile üreyenler ve canlı varlık
doğuranlar. Bu anlatılan mukaddimelerin gereğine göre yumurtalıktan ayrılan ve
rahme düştükten sonra yerinde kalan, eseri görülen bu yumurtacığın kadından
kaynaklanıp çıktığı muhakkak olur.
O halde meninin yumurtalığa veya rahme düşüşü
süresince doğum vazifesindeki etkisine gelelim:
Bu vazifede organik iş pek azdır. Bu nedenle
duyu organlarımız onu görmekten acizdir. Biz bundan sadece şunu biliyoruz ki,
meninin yumurtalığa dokunması bu enteresan görevin yapılması için âdet
bakımından zorunludur. Diğer vazifeler gibi bütün organların tam anlamıyla
düzgün olmasına ve özellikle ait olduğu organın biyolojik özelliklerinin tam
olmasına bağlı olan bu vazifenin neticesi de onu gerçekleştiren işlerdendir. Bu
vazife kimyevî ve fizikî fiillere benzemediği için bunu biyolojik organsal
vazifelerden saymamız gerekmektedir. Bazı deneyciler bunun hakikatini
anlayabilmek için son derece gayret sarfetmişler, bununla beraber sadece zanna
dayanan bir sözden başka bir şey elde edememişlerdir. Fakat bu zanna dayanan
sözü de tamamen görmezlikten gelemeyiz. Aksine ilim ehli kişilerin uğraştıkları
zanna dayalı görüşleri de kısaca söylememiz gerekir. Şöyle ki:
Bunların farklı düşünceleri şu üç görüşe
dayanmaktadır:
BİRİNCİ görüşün sahipleri şöyle demiştir:
Cenin önce kadınların yumurtalığında bulunur ve ceninin asıllarının ayrıldığı
bu uzva özgü bir fiil ile onda oluşur. Bundan dolayı yumurtalıktaki yumurtacık
bu "yeni varlık"ın tamamını kapsar. Ancak bu yeni varlık, tek başına
hayat taşıma özelliği bulunmadığı için bâkir tavuk yumurtası gibidir. Yavrunun
bütün asıllarını kapsasa da bizzat kendisi yavrulayamaz. Onun için bu cenin de
erkeğin menisi temas etmeden hayat bulamaz. Bu noktadan hareketle çocukların
babalarına benzemesini, "o sırada tutkalımsı bir kıvamda bulunan o
yumurtacığa karışan erkek menisi ile büyük bir çeşitlilik meydana gelmesi"
sebebiyle açıklamak mümkün olur. Bu akıcı meninin o yumuşak yumurtacıkta
etkisi, mührün yumuşak mum üzerideki etkisine benzer ki, mum o etki ve eseri
korur, kalır. O halde erkek cinsel ilişkide gücünü ne kadar çok harcarsa
çocuğun ona benzemesi de o kadar yakın olur. İrsi (kalıtımsal) hastalıkların
çocuklara geçmesini de bu durum ile açıklamak mümkün olur. Sonra görünüş itibarıyla
alaka'nın içi dişiden kaynaklanır. Aksine dışı da erkekten çıkar demek olur. O
halde dişi at ve erkek eşek gibi türleri farklı iki hayvanın
birleştirilmesinden netice olarak doğan katır, dıştan erkeğe içten dişiye
benzer.
İKİNCİ görüş de, iki meninin yani erkek menisi
ile dişi menisinin rahimde birbirine karışması hakkında söyledikleri eski
metottur ki Hipokrat, Calinos ve daha başkalarının eserlerinde açıklanan budur.
Son devir âlimlerinden bazıları da bu görüştedir. Bu görüşü savunanlar şöyle
der: Erkeğin bedeninden her uzuv, uzvî (organik) denilen bir takım cüz'î şeyler
atar. Erkeğin de kadının da gözlerinden, kulaklarından ve diğer uzuvlarından
çıkan bu cüz'i şeyler erkekten ve dişiden gelen ve bünyenin temelini teşkil
eden bir iç kalıbı etrafında sıralanıp dizilirler. Bu yol, anne ve babaya
benzeme yolu olmalıdır.
ÜÇÜNCÜ görüş, "bezriyyun" yani
"tohumcular"ın görüşüdür ki en güzel yol budur. Bunlar arasında da
farklı görüşler vardır:
Birincisi: Mütekaddimin (önceki âlimler) şunu
tercih etmişlerdir: İki nutfeye hayat verilmesi rahimde olur ve bu son derece
latif bir sinirsel unsur vasıtasıyla olur. Fisagurs bu görüşe varmıştı. Yahut
bir manyetik karışım ile veya erkeğin sıvı menisi ile olur.
İkincisi: Döllenme yerinin yumurtalık olduğu
görüşünü savunanlar der ki: birleşim ancak yumurtalıkta olur. Şu anda son devir
âlimlerinden büyük bir bölümünün görüşü de budur. Ancak bunlar da şu hususta
ayrılmaktadırlar: Bu birleşme, meni maddesinin döl yatağına girdikten sonra
emilmesi ve kan akımı yoluyla yumurtalığa gitmesi ile midir? Bazılarının görüşü
budur. Yoksa meninin buharlaşması vasıtasıyla mı? Veya manyetik karışım ile mi?
Veya elektiksel bir coşturma ile mi? Yahut sadece cinsel ilişkiden meydana
gelen hareket ve titreşim ile midir? Çeşitli görüşler vardır.
Üçüncüsü: "Gözle görülmeyecek kadar
canlılar" olduğunu savunanların görüşleridir. Bunlardan kimine göre,
döllenme rahimde yumurtacığın katılımı olmadan olur. Kiminin görüşüne göre de
anılan hayvancıklar yumurtalıktaki küçük torbacıkları rahimde beraber bir
birikinti sağlamak için kendilerine çekerler de döllenme rahimde olur. Kimi de
şöyle olur varsaymıştır: Bu hayvancıklardan biri rahimde yumurtacığını kendine
çeker de ondan küçük bir yol açarak içine girer. Ve döllenme o anda meydana
gelir.Prikus ve Domas, Bukrat ve Arastatalis'in görüşlerine dönerek rahim
boşluğunun döllenme yeri olduğunu tercih etmişler ve bunu bir takım maddelerle
vurgulamışlardır. Bu cümleden olarak tecrübelerinde ne boruda ne yumurtalıkta o
hayvancıklardan bir şey bulmamışlar. Oysa rahimde ve iki tarafında çok
bulmuşlardır. Bir de yumurtacık karışımdan evvel sümüğümsü bir tabaka ile
kılıflanmaya muhtaçtır. Bunu ise yumurtalıktan rahme giderken borudan alır. Bir
de bunlar doğrudan doğruya yumurtalıktan aldıkları yumurtacığa sun'î
döllenmenin yapıldığını görememişlerdir. Oysa onlara göre borunun geçirdiği
yumurtacığa sunî döllenme ile hayat vermeden daha kolay bir şey yoktu. Fakat
buna karşı şu müşkil durum ortaya çıkmıştır. Ruviş çocuk yapıcı maddeyi yani
meniyi zina yapan bir kadının -ki o sırada kocası tarafından öldürülmüştü-
borusunda bulmuştur. Bunun gibi bazıları da o halde öldürdükleri hayvanların
dişilerinde bulmuştur. Bazıları da köpek ve sığırlarda bu gibi gözlemlerde
bulunmuşlardır. Kurbağaların yumurtasını dölleme ancak önce koyu bir sümüğümsü
yağa batırılmakla mümkün olduğu bizce bilindiği için kadınlarda bu durumun
hasıl olmasını da buna kıyas edebiliriz.
Prikus ve Domas'ın döllenemez buldukları
yumurtacığa gelince, anlaşılıyor ki onlar onu yumurtalıktan kuvvetle ayırırlarken
aletler onda mutlak bir bozulma meydana getirmiştir.
Ne rahme bitişen bir boru ile hamileliğin
varlığı, ne yarısını boruda yarısını yumurtalıkta gözledikleri cenin gözlemi,
ne de çok gözlenmiş olan "rahim dışı hamilelik" sabit olmadığı var
sayımına göre de söz aşağıdaki gibi esere dayanacaktır:
Nutfelerin birbirine karışımı: Doğrusu
döllenme hareketi bize gizlidir. Bu konuda nihayet söyleyeceğimiz: Yumurtalıkta
bulunan küçük torbacıklardan birisi ergenlikten sonra hızla büyür ve uzvun
düzeyinden yükselir. Dış zarı yavaş yavaş incelir. Sonra cinsel ilişki vaktinde
çatlar. Ondan bir küçük tohum çıkar ki o hakiki yumurtacıktır. Çıkınca
yumurtalıktan bulunduğu yer üzerinde kan alma şişesi şeklinde bahis konusu
bulunan boruya girer. Çatlamadan önce o yumurtacığı kapsayan koruyucu cisme
bazıları cism-i asgar (küçük cisim) demişlerdir. Sonra bu koruycu cisim
çatladığı zaman onda küçük bir yara meydana gelir.Bu yara yavaş yavas iyileşip
kapanır ve yerinde bir pürüz veya derinliği farklı bir çukur, bir eser bırakır.
"Küçük cisim" denilen asıl bu pürüz veya eserdir.
Bu ilmin âlimleri demişlerdir ki:
Bu iki görüşün hakikatını ortaya çıkarmak için
yeni bir inceleme ve tetkike ihtiyaç vardır. Bazıları demiştir ki: Ben
kadınların yumurtalığında hatta döllenmeden önce sararmış bir kütle, hatta
soğan büyüklüğünde, bazan da fındık gibi kütleler müşahede ettim. Yardıktan
sonra da onda bazan bir durum gözledim ki yumuşamamış bir ciğer uru gibi, bazan
da tane tane yapışmış bir donmuş madde görüntüsü gibi, bazan da merkezinden
dairesine doğru yumuşamaya başlamış bir kese manzarası gibi ve yumurtalığın
yüzeyi üzerinde bundan meydana gelen yumurtacıklar bazı kere cidden büyük
oluyor ve olgunluk halinde parçalandığı vakit de ondan bir boşluk hasıl oluyor
ki ancak çok yavaş bir şekilde iyileşip kapanır. Sonra derin bir çukur bırakır.
Bu çukur daha önce orada onun var olduğunu gösterir. Bir yumurtacık için olan
şeylerin üç veya daha çoğu için de olması mümkündür. Bu yumurtacığın gelişmesi
gibi, gerek cinsel ilişki halinde çarpıntı vasıtasıyla, gerek elektriksel akım
ile, gerek meninin buharlaşması ile, gerek küçük canlılar ile, gerek meni
maddesinden herhangi bir unsur ile olsun, her döllenmeden sonra yumurtalığından
bir yumurtacığın ayrılması gerekiyor ki, ondan derhal ne türlü olursa olsun, bu
neticeyi doğuran varlığa benzer bir varlık hasıl oluyor. Gerek meni unsuru
kadının nutfesine doğrudan doğruya ulaşsın, gerekse genel dolaşım içine
girdikten sonra ulaşsın. Gözlemlerden elde edilen ancak budur. Bundan fazlası
bilinmiyor.
Erkeğin nutfesi: Meni çıkarken iki sıvıyı
kapsar. Birisi sütü andırır, azdır. bunun aslı prostat (kestanecik) denilen
guddeye nisbet olunur. İkincisi beyaz, koyu, ak tutkal görünümündedir. Bunun da
husyelerden çıktığı söylenir. Bunda hayat maddesi bulunur. Araştırmalardan elde
edildiğine göre insan menisinden her yüzyirmibeş cüz; yüzonikibuçuk cüz suyu,
yedibuçuk cüz sümüğümsü canlılık maddesini, 1, 1/4 cüz sodayı ve 3,1/4 cüz
fosfat kireci, yani yanmış kemik gibi bir toprağı içerir. Onda bunlardan başka
bir sümüğümsü madde, bir uçan madde ve kükürt de bulunur. Meni bir kapta örtülü
veya örtüsüz bırakıldığı vakit 20-25 dakika sonra su gibi incelir. Bunun nedeni
bilinmemektedir. Isı az da olsa bu sulanma olur. İyice ısıtıldığında terkibi
çözülür. Bundan birçok nışadır çıkar. Mesela, meni bir sahanda havaya karşı
bırakılsa, eğer hava sıcak ve kuru ise koyulaşır ve katılaşır ve onda fosfat
kireci billurları görünür. Az şeffaf, kolay kırılır kabuklar olur. Eğer hava
sıcak ve rutubetli ise terkibi kurumadan bozulur, sararır, asitleşir ve ondan
kokmuş balık gibi bir koku yayılır. Sonra küflenir. Meninin özelliklerindendir
ki ne sıcak ne de soğuk suda cıvıtmadan önce erimez. İnsandan ayrılması halinde
meni bir suya düşerse kabın dibine iner ve biraz toplanır, sonra bir miktarı
erir. Kalanı da suyun içine atılmış pamuk tozuntuları gibi dağılır, o vaki
süzülür de süzüntü "hammam-ı mariyye" (kaynamakta olan su) üzerinde
kuruyuncaya kadar ısıtılırsa ondan bir koku yayılır ki bu, meninin kendine özgü
kokusudur. Bu durumda meni biraz sarıya çalan inci gibi bir görünüm kazanır.
Kabın kenarlarında ondan çok ince bir tabaka kalır. Kabın dibinde kalan
artıktan alınıp da o tabaka üzerine eriyinceye kadar dökülür, sonra sıvı
kurutulur da ondan geriye kalan artık, damıtılmış su ile çalkalanır sonra da bu
su yükselirse ondan bir hülasa olur ki ayçiceğinin gök rengini kızartır ve bu
madde et hülasasına benzer. Çünkü ısıtıldığında kızarmış et gibi kokar. Kömür
olup yanıncaya kadar ısıtma devam ederse biraz kül kalır ki bu kül soda ihtiva
eder.
Erkek menisinin konulmuş bulunduğu uzuvlar:
İki husye, iki meni borusu, iki meni torbacığı
ve iki meni atıcı kanaldır.
Meni husyelerde çıkarılıp "ev'iye-i
âtiye" denilen özel damarlarda peşpeşe geçer. Meni borusu denilen
nakledici kanaldan meni torbasına gider. Husyenin özel dokusu olan bu damarlar
gayet ince, çözülünce 900 metreye kadar uzanabildiği söylenen katlı liflerden
mürekkep olup birbirine eklenerek ve dal ve gövdelere ayrılarak örülmüş ve
hepsi üst tarafta "ceyb" denilen küçük bir boşluğa yönelmiş
damarlardır ki bu gövdelerin sayısı ondan onikiye ve bazan yirmiye kadar olur.
Bunların toplamından husyenin başında "berbah" denilen bir kısım
oluşur ve ondan meni nakledici kanal çıkar.
Meni borusu; atardamar, toplardamar, lenf
damarları ve meni nakledici kanaldan oluşur. Bunların hepsi hilal şeklinde bir
doku vasıtasıyla birbirine katılır. Bu meni borusu husyenin üst kenarından
kasık mafsalına doğru yükselip orada kalça halkasından geçerek karına dahil
olup meni torbacığı ile birleşir ve oradan meni atıcı kanal çıkar.
Biri sağ ve biri solda iki meni torbacığı,
sidik torbasının alt tarafında boğum arkasında iki sidik borusunun girdiği
yerin önünde ve kalın barsağın üst tarafında kalan yani bel kemiği önüne
konulmuş, her birinin uzunluğu iki, eni yarım santim kadar iki küçük örtülü
torbadır ki faydaları meniye depo olmaktır. Meni onlarda korunur ve ayrılacağı
zaman onlardan çıkıp atıcı kanal vasıtasıyla atılır.
İki meni atıcı kanal ise, iki meni
torbacığının itici kanalıyla nakledici kanalın birleşmesinden oluşmuş ve bir
santim kadar uzunlukta olup iki meni torbacığından geçerek akıntı yoluna
açılır.
Dişinin Suyu: İlk olarak, biraz yapışkanlığı
bulunan akıcı bir sıvıdır ki döl yolu duvarlarından ve fercin iki dudağının
yakınlarından çıkar. Çünkü onun tarafında hafifce beze dokusuna benzer bir doku
vardır. Bu sıvı, erkeklerin menisine benzemez. Çünkü hafif, şeffaf, saf ve
berraktır. Bunda erkeklerin menisinde bulunan hayattan bir şey yoktur. Fakat
ilâhî kudret ferc boşluğunda o suyun dökülmesini sağlayan damarlar yaratmış ve
bu sıvının inişini tam bir lezzet ile beraber kılmıştır ki yumurtalıkta
döllenme için kadının üreme organları uyansın.
İkinci olarak, erkekteki husyeler yerinde,
hacimleri fındık kadar ve şekilleri yumak gibi, basık oval biçimde olan iki
yumurtalık da, yapışkanlı bir sıvıyı kapsayan, rengi sarıya çalan küçük küçük
torbacıklardan oluşmuştur ki, Allah bilir, cenin tohumlarını içermektedir.
Rahmin iki tarafından üstte, her biri bir
tarafta iki delik vardır. Bunlara rahim boruları denilen iki boru (Fallup
borusu) bitişmiştir. Uzanışları deliklerden rahmin iki tarafı üzeriden boğum
yakınına doğru karşı karşıya bir hizadadır. Çapları çok küçüktür. Ünsiyet ve
yakınlık yönleri rahimde sabit ve yerleşmiş; vahşilik tarafları ise serbest,
yayılmış ve serilmiştir ki buna borunun sayvanı denir. Yumurtalığı kucaklar,
yumurtalıklar borunun bu sayvanları içine yerleştirilmiştir. Yüzeylerinde
büklümler pürtükler ve mesafeler ve iki yumurtalık arasında onbeşten yirmiye
kadar şeffaf küçük torbacıklar vardır ki hacimleri is tanecikleri gibidir.
Bunlar da sarıya çalar yapışkanlı bir sıvıyı kapsarlar. İşte yumurtalıkların faydası
böyle birtakım torbacıkları kapsamaktır ki bu torbacıklar daha sonra erkek
menisinden gelişmesi mümkün olmak üzere önce oluşturulmuş birer tohum diye
zannedilmekte ve öyle kabul edilmektedir. Bunları rahime nakleden de
borulardır. Fıkıhta "erkek menisi; beyaz, kalın ve atma özelliği taşır,
kadın menisi ise, ince ve sarı olur, atma özelliği taşımaz" diye tarif
olunması da bu açıklamalara uygun düşmektedir. Bu şekilde çocuk, sulb ve göğüs
kemikleri arasından çıkan iki suyun toplanmasından meydana gelir.
Erkeğin atıcı olan menisi birçok miktarda meni
tanecikleri içerir ki her biri gelişmesinden sonra neş'et ettiği varlığa benzer
varlıklar olmak mümkün ve iyi bir aslı içermekte olup ondan bütün asabî
özellikleri doğar ve dişi ancak onu içinde taşıyan bir kap gibi bir unsur olma
mânâsı ifade eder.
İnsan bu şekilde nutfe mertebesinden üçüncü
mertebe olan embriyon aşamasına geçer ki o, tutmuş olan nutfe olup cidden
farklı zamanlarda rahmin içinde gözlenebilir. Tohumun içerdiği şeffaf bir
sıvının ortasında karanlık, küçük bir asli noktadır. Bu nokta, âlimlerin
görüşüne göre rahmin liflerine yapışıktır. Bazılarının görüşüne göre o sıvının
ortasında yüzmektedir. Şu ana kadar tohumun rahimde ne zaman ortaya çıktığı tam
olarak tesbit edilememiştir. Bukrat, "altı günde o sıvının ortasında küçük
şeffaf bir küre olur" demiş, bazıları da ancak ononbeş günden sonra
gözlenebileceğini söylemiştir. Birçok tercübelerden anlaşıldığına göre tohumun
yumurtalıktan rahme nakli için biraz gün gerekli olduğu anlaşılmış ise de canlılardan
her türün ferdi için bu zaman bir mi değil mi ortaya konamamıştır. Açık olan
tavşanda üç gün, köpeklerde altıdan yediye veya sekize kadardır denilmiş;
bazıları da ceninde insan şeklinin ancak otuzbeş günde başladığı ve o zaman
balarısı büyüklüğünde olduğu kanaatine varmıştır. Daha başka sözler de
söylenmiştir.
İşte insan o atan sudan böyle bir embriyon,
sonra et parçası, sonra kemik yapılarak, daha sonra bu kemiğe et giydirilerek
yedinci mertebede bir başka yaratılış olarak, nihayet kadının sulbü ve göğüs
kemikleri arasından doğar.
Bu birleşme ve böyle hayati birtakım
görevlerin yerine getirilmesi hikmetiyle Allah tarafından sağlam bir şekilde
yaratılıp örtülü ve saklı yerlerde bir düzene göre gereği gibi yerleştirilmiş
olan üreme aygıtına "Sulb ve göğüs kemikleri arası" tabiriyle işaret
olunması ve bunları çevreleyen sınırların özellikle "sulb ve göğüs
kemikleri" ile ifade buyrulması ve bu arada "çıkar" buyrularak
çıkma işinin atan suya nisbet edilmesi kuşkusuz bu görevin bütün sırlarını
içeren nükteleri kapsamaktadır.
Bu önce iki sert kemik arasında mahsur olarak
ıztıraplı bir görevin yerine getirilişine ve bunu yerine getirme sırasında
saklılık ve gizliliğin gerekli olduğuna işaret olduğu gibi, bu kemikler
dimağdan gelen sinir sisteminin bütün kollarıyla ilgili olmak itibarıyla, bu
görevin yerine getirilmesinin kapsamlı bir hassasiyetle ilgili olarak idrak
edici nefsin isteğe bağlı ve istek dışı hükmü arasında cereyan ettiği ve
dolayısıyla bundan insanın yaratılışı düşünülmek suretiyle "Hem de Rabbin
Âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine
şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? dedi."(A'râf, 7/172) mânâsı
üzere yüce Allah'ın kudreti ve onun insan nefsi üzerindeki koruma ve gözetimi
olduğu neticesine varmanın gayet açık olacağına da dikkat çekmiş olmaktadır.
Râzi'nin naklettiği gibi burada bazı
inkarcılar Kur'ân'da böyle "atan su"dan bahsedilerek "Sulb ve
göğüs kemikleri arasından çıkar." diye nitelenmesini tenkit etmişler ve
demişlerdir ki:"Sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkar." denilmekten
maksat, meni bu yerlerden ayrılır, yani dediğiniz gibi husyelerden sulbe doğru
oluşur demek ise öyle değildir. Çünkü o, kanın fazlasından doğup oluşur ve
bedenin bütün cüzlerinden ayrılır. Hatta her uzuvdan o uzvun huyunu ve
özelliğini alır da ondan onların, yani o uzuvların benzeri doğmaya elverişli
olur. O'nun için görülür ki, cinsel ilişkide aşırı gidenin bütün uzuvlarını
zayıflık kaplar. Eğer maksat, meninin en önemli cüzleri burada oluşur demek
ise, bu da zayıftır. Çünkü meninin en önemli cüzleri dimağda gelişir. Bunun
delili de meninin görünüşte dimağa benzemesidir. Bir de onu çok harcayanın önce
gözlerinde zayıflık ortaya çıkar. Eğer maksat, meninin karar kılıp kaldığı yer
burasıdır demek ise bu da zayıftır. Çünkü onun kaldığı yer meni damarlarıdır.
Bunlar ise hayalardan itibaren birbirine girmiş girift damarlardır. Eğer
maksat, meninin çıkış yeri buradadır demek ise bu da zayıftır. Zira his
gösteriyor ki durum öyle değildir.
Yukarıdaki açıklamalardan sonra bu itirazların
haksız yere söylenmiş safsatalardan ibaret olduğunu anlamak kolay olur. Bunda
sade dimağ işinden ve bir de aşırı gitmenin zararından bahis itibarıyla iki
fayda varsa da bunları vesile edinerek yapılan itirazlar boştur ve "sulb
ile göğüs kemikleri arasından çıkış" sözünün ifade ettiği mânânın
kapsamından gafil olmaktır.
Bir kere meninin doğup oluşması, ayrılması ve
uzuvların ondan doğması keyfiyetleri hakkındaki sözler kuruntu ve zayıf zandan
ibarettir. Kuşkusuz Allah sözü uyulmaya daha layıktır.
"Sulb ile göğüs kemikleri arası"
tabiri, hakikat ve kinayesiyle bütün iç organları ve üreme aygıtını kapsayan ve
sinirleri hatta bütün vücudu ve hatta birleşmeyi ifade eden son derece kapsamlı
ve bu konuda bütün sırları içine alan en güzel bir tabirdir.
Bilindiği gibi meninin halis meni olarak
oluşması ayrılması ve karar kılması sulbe bağlı olan meni torbacığında
neticelenmektedir. Üreme yapması için atması şart olduğu gibi, çıkışının da
birleşme halinde döl yolundan rahme doğru, kadının sulbü ve göğüs kemikleri
arasında olması şarttır. İnsan bu şekilde yaratılmıştır. Onun için burada
"atan su" tabiri mutlak bırakılmayıp bu şarta işaret için bu sıfatla
nitelenmiştir.
İkinci olarak, kuşku yok ki en önemli uzuvlar
ve hatta bütün uzuvlar, sade bu vazifeyle değil her işle ilgilidir. Bu arada en
büyük parçası da dimağdır. Arkada sulb, dimağdan gelen omuriliğin kalesi olduğu
gibi, önden gerdan, sine ve bütün dallarıyla göğüs kemikleri de böyledir. Bu
şekilde sinir sisteminin dayanağı olan "sulb ile göğüs kemikleri
arası" bir de her canlıda daima uyanık olan ve ihtiyaçlarının
tamamlanmasına ve giderilmesine memur edilmiş tabii ve doğuştan var olan bir
meyli ifade eder. Bu bakımdan da şunu söyleyelim ki:
Bizim ihtiyaçlarımızı gidermek için
hazırlanmış olan eşyadan beyin merkezinde meydana gelen tesir, daima bu tesirin
meydana geldiği sırada iç organların bulunduğu hale göre olur. Mesela, görme ve
koklama duyusuna bir yiyecek sunulduğu zaman, mide ona son derece muhtaç
durumda kalmış ise onun algılanması lezzetli ve elde etme arzusu kuvvetli olur.
Oysa mide dolgun bulunduğu zaman aynı yiyeceği nefis ihmal eder veya tiksinir
de algılama merkezi o canlıda onu uzaklaştırmaya mahsus hareketler meydana
getirir. İşte bu hal, üreme vazifesine mahsus fiillerde ve daha diğerlerinde de
olur. Bundan anlaşılır ki algılama merkezinin yabancı cisimler etkisine ait
hükmü, onların iç uzuvlar için önemli olması veya olmamasıyla bir paralellik
arzetmektedir. Bu hükmün meydana gelmesi için, dış duyularla algılanan ve
sinirlerden algı merkezine geçen tesirin derhal bu merkezden iç uzuvlara
yansıması da zorunlu olmak gerekir. Bu hal zorunlu olmakla beraber bu etkilenme
yalnız kendisine ihtiyaç duyulan uzva yansımakla kalmaz bütün sinir sistemine
yayılır, şimşek gibi büyük bir hızla uzuvların hepsini etkiler. Bir yırtıcı
hayvan, mesela bir kurt farz edelim, bir yerde bulunuyor ki, bulunduğu yerden
hem dişisini hem de bir koyunu aynı anda görmesi mümkün oluyor. Duyular, beyne
ancak bu iki hayvanın dış şeklinin etkisini nakleder. Bunun üzerine beyinden
çıkacak hüküm de iki türlü olur. Çünkü dişisini görmekle üreme uzuvları uyanır,
koyunu görmekle de yemek arzusu uyanır. Eğer kurtta yemek ihtiyacı hakim ise,
önce koyunu avlayıp yemek için saldırır. Eğer cinsel ilişki ihtiyacı ağır
basarsa dişisine saldırır. Buna "Bu şekilde farklı iki tesirin olması,
farklı iki hayvandan olduğu içindir." diye itiraz etmenin mânâsı da
yoktur. Çünkü bu farklılık, sırf o iki etkinin aynı anda ulaştığı iki organın
farklılıığndan meydana geliyor. Kurt iğdiş olsaydı, kuşkusuz dişisini bırakıp
avına koşacaktı. Bir koyunu bir taraftan bir kurt, bir taraftan da bir koç
görseydi kurt yemeğe, koç aşmaya koşacaktı.
Bunlar gibi daha birçok misalden anlaşılır ki,
bir şeyden iki ayrı uzuvdaki etkisine göre farklı iki hüküm çıkar. Biri erkek
biri dişi iki kaplanı bir araya getirsek, bunlar birbirleriyle cinsel ilişkide
bulunma arzusu duydukları zamanın dışında birbirinden kaçınır, böyle bir
zamanda ise yanaşırlar. Aralarında ortak olan bu etki öncekinin aksine olur.
Demek ki, aynı etkilerden iç uzuvların
durumuna göre farklı fiiller oluştuğu, bunların her zaman bütün uzuvlara aynı
anda yansıdığı ve ihtiyacı daha fazla olan uzvun beyne, bu tesiri diğerlerinden
daha şiddetle geri çevirdiği kesindir. İç uzuvların isteklerine dair algı
merkezine vuku bulan duyurudan ve bu isteklerin yerine getirilmesi için
hazırlanan fiillerden zihinsel belirtiler meydana gelir. Her ne zaman canlı, bu
isteklerin algılanması ile bunların yerine getirilmesine mahsus hareket
arasında bir zaman geçirmezse, onun fiilleri başka değil, sadece ilham kuvveti
(estinque)nden meydana çıkar. Zira yalnız bu ilham kuvvetidir ki, terkipçe en
aşağı derecede bulunan canlıların fiilleri bununla tamam olduğu gibi, terkipçe
en mükemmel olan canlılar, hatta doğumundan hemen sonra insan da böyledir.
Fakat beyin gelişip zihin sağlamlaşmaya başladıkça insan kendisini tanımaya
başlar, Bu vazifeler gelişmede en yüksek dereceye ulaştığı zaman, iç organların
etkisinin beyin üzerinde önceki gibi otoritesi kalmaz. O vakit evvvelki ihtiyaçlardan
hemen yapılan fiiller zihin kuvveti ile türlü şekillerde nevilenmiş olur. Bu
kuvvetten öyle yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar ki, bunların, o gayesi hayatı
korumak olan ihtiyaçlarla ilgili olmadığı açık olur. Bu şekilde hayattan
fedakarlığı gerektiren bu zihinsel ihtiyaçları ya kendinden başka gaye
gözetmeyen boş, oyun ve eğlence zevkinden ibaret bir düşüş ve aklî ve bedeni
bir kötüye kullanış olur; bunlar "Dinlerini oyun ve eğlence
edinenler." (A'râf, 7/51) dir. Yahut kendinden fedakârlık ederek Allah'ın
kullarına yararlı olmak için Hak yolunda can feda etmek derecesine kadar
varacak ilâhî bir olgunluk gayesini hedef edinen yüksek bir ruhani zevk olur
ki, bunlar da "Onlara mühürlü halis sudan içirilir. Onun sonu misk
kokar."(Mutaffifîn, 83/26) diye anlatılanlardır.
Bu ihtiyaçların da sinir sistemine intikal
etme durumları öncekilerin intikal ediş şeklinden farklı olmaz. Bu şekilde bu
kuvvetin iç uzuvlarda da bağ ve dalları vardır ki bunlar sulb ve göğüs
kemikleri arasıdır. Bu hikmet ile de yüce Allah "sulb ve göğüs
kemikleri"ni özellikle zikretmiştir. Bundan da anlaşılır ki, dimağa işaret
edilmemiş diye sulb ve göğüs kemikleri arasından bahsedilmiş olmasına itiraz
eden inkârcılar, bunların sinir sistemi ile ilgisini ve sinir sisteminin dimağa
ait olduğunu bilmediklerinden dolayı o lafları söylemişler ve imanları olmadığı
için ilâhî kelâmın irşatlarından yoksun kalmışlardır.
Bu şekilde insanın nutfeden yaratılışına
dikkatleri çekmenin yararı da pek büyüktür. Çünkü yukarda da hatırlattığımız
gibi bu, insana kendini tanıtacak ve üzerinde koruyup gözetici tek üstün varlık
olan yüce Allah'ın yaratıcılığını ve kudretini anlatacak en açık
delillerdendir.
İLK OLARAK, İnsan Sûresi'nin başında da
geçtiği gibi, insan vücudunda enteresan terkipler çoktur. Dolayısıyla onun
sümük gibi değersiz ve basit görünen bir maddeden yaratılışı, dilediği gibi
hareket eden güçlü yaratıcının varlığını ve gücünü gösteren en büyük delildir.
Bir nutfenin düşünen, bakan, akıl eden, koruyan ve yüce değerlere sahip olan
bir insan haline getirilmesi ne büyük yaratıcılık ve güçlülüktür?!...
İKİNCİ OLARAK, insan kendi hallerini
başkalarının hallerinden daha iyi anlar ve görür. Onun için bu delil olmada
daha tamamlayıcı bir yol oynar.
ÜÇÜNCÜ OLARAK, insan bu halleri hem kendi
evladında hem de diğer canlıların doğumlarında devamlı olarak
gözleyebilmektedir. Onun için bunun, dilediğini yapan bir yaratıcının varlığına
delil olması daha kuvvetlidir.
DÖRDÜNCÜ OLARAK, bunun delil olarak
kullanılması, hikmet sahibi bir koruyucu ve dilediğini yapan bir yaratıcının
varlığını kesin olarak gösterdiği gibi, aynı şekilde bu, öldükten sonra
dirilmenin ve haşir ve neşrin doğru olduğuna da kesin delildir. Çünkü insanın
sonradan yaratılışı anne ve babasının vücudunda ve hatta bütün âlemde dağılmış
olan cüzlerin bir araya getirilmesi ve ona ruh üfürülmesi sebebiyle olduğu
için, onu öyle toplayıp düzeltmek suretiyle de düzgün bir insan yapan
yaratıcının kudreti düşünülünce, ölüm ile o cüzlerin dağılmasından sonra onları
bir araya getirmeye ve önceki gibi düzgün yaratıklar yapmaya gücü yettiğini
itiraf elbette gerekli olur.
8. Onun için buyruluyor ki: Kuşkusuz o
yaratıcının onu geri döndürmeye elbette gücü yeter. Yani bu yaratılış şekline
gerek bir bütün olarak ve gerek ayrıntılarıyla bakılınca insanı başlangıçta
yaratanın tekrar geri döndürmeye gücü yettiği, onu ölümle çevirip yeniden
dirilterek huzuruna dikmeye ve o suretle kendini tanıtmaya kadir olduğu
anlaşılır ve bu şekilde size onu haber verir.
Burada "Ancak ona
döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245) mânâsını ifade eden bu geri döndürüş,
insanın Müminûn Sûresi'nde anlatılan yaratılışının dokuz aşamasından sekizinci
ve dokuzuncu mertebe olarak "Sonra siz bundan sonra muhakkak öleceksiniz.
Sonra da muhakkak siz kıyamet günü diriltileceksiniz." (Mü'minûn, 23/15-16)
âyetleriyle haber verilen ölüm ve kıyamet günü yeniden dirilme aşamalarını
anlatmaktadır.
9. Bütün sırların yoklanacağı, imtihan
meydanına çıkarılıp bildirileceği gün ki bu, arz ve hesap günüdür.
SERÂİR, "Serire"nin çoğuludur ki
kalplerde gizlenen inançlar, niyetler, sevgiler, kinler ve maksatlar gibi sırf
batıni işlerden olan sırları ve gizli şekilde yapılan iyi veya kötü gizli
işleri kapsar. Bu sırların imtihan meydanına çıkarılması, yoklanması da iyisini
kötüsünü, pisini temizini ayırmak için ortaya çıkarılıp teftiş ve tetkik
edilerek seçilmesi ve tanınmasıdır.
Bazı hadislerde tevhid, oruç, namaz, zekat,
cünüplükten temizlenme yüce Allah'ın buyurduğu sırlardır diye buyrulmuştur.
Bunların "sırlar" olmasının iki türlü izahı vardır:
Birisi, bunların doğru olmasının, sırf kalp
ile ilgili işlerden olan tasdik ve niyete bağlı olmasıdır. İkincisi de,
tevhidin dışındakilerin sırf ibadetle ilgili işlerden olmasıdır. Bununla
beraber hadisten maksadın, sadece bunların sırlardan olduğunu başkalarının
olmadığını ifade etmek değil, güzel sırların esaslarının beyan olduğu açıktır.
Çünkü âyetteki sırlar, iyi ve kötü bütün sırları içerip kapsaması ve ortaya
çıkması da korkulacak kötü sırları içine alması nedeniyle büyük bir korkutma
akışı içersinde söylenmiş bulunduğu açık olduğundan belli bazı sırlara mahsus
kılınamaz. Onun için Hasan-ı Basri Hazretleri Şair Ahvas'ın:
"Sırların yoklanacığı gün, kalbin ve iç
uzuvların derinliklerinde,
Onun için bir sevgi sırrı kalacaktır."
beytini işittiği zaman "Ve's-semâi ve't-târık"tan ne kadar gaflet
etmiş! diyerek şairin cahil olduğunu söylemiştir. Çünkü şair kendisinin kalp ve
iç uzuvlarının derinliklerinde sevgilisine ait bir sevgi sırrının, sırların
ortaya çıkarılacağı gün dahi sır olarak kalacağını iddia etmiş bulunuyor.
Âyetteki "yevm" kelimesi ilk bakışta
zannedilebileceği gibi "kâdir" kelimesinin mef'ul (tümlec)ü değil,
rec' yani geri çevirme kelimesinin mef'ulü (tümleci)dür. Çünkü Allah'ın buna
kudreti o gün ile kayıtlı değil, her zaman için mutlaktır. Onun için bunun,
arada mukadder bir soruya cevap olan başlangıç cümlesi olması daha uygundur.
Yani, "o geri çevirme ne vakit olacak?" denilirse, "o, sırların
ortaya çıkarılacağı gün olacaktır" demek olur.
10. O vakit insan için ne bir kuvvet vardır,
ne de bir yardımcı, yani Allah'a karşı kendisini korumak, sırlarını meydana
döktürmemek için o gün insanın ne kendinde bir kuvvet bulunur, ne de dıştan bir
yardımcı. Çünkü "O gün mülk yalnız Allah'ındır."(Hacc, 22/56) O halde
o gün o insanın ortaya dökülen sırları yüz karartmıyacak, güzel, temiz, pak
sırlar ise; o kimse öyle bir temiz kalp ile yüce Allah'ın huzuruna varmış ise
ona ne mutlu! Yok eğer o sırlar içinde yüz karası olacak, ortaya dökülmesi elem
verici azap teşkil edecek iğrenç şeyler ise vay haline!... O gün "Allah'a
selim bir kalp ile varanın dışında hiç kimseye ne malın ne de oğulların fayda
vermeyeceği gün." (Şuarâ, 26/89)dür. Onun için insan neden yaratıldığına
bakmalı da, sulb ile göğüs kemikleri arası gibi bir kafes, bir geçit olan
dünyada yaratıcının kendisine verdiği kuvveti kötüye kullanmamalı, nefsini
uzuvlarının adi ve iğrenç etkilerine kaptırmamalı, üzerinde daima bir koruyucu
ve gözetici bulunduğunu bilerek sırların ortaya döküleceği günde temiz sırlar ile
Hakk'ın huzuruna varmak için lekesiz bir selim kalp ile hareket etmeli, bu
dünya geçidinde sıkıntılara göğüs gererek bu ten kafesinden kâmil bir iman ve
güzel bir amel ile Allah'a gitmeye gayret sarfetmelidir.
11. O dönüşlü göğe,
12. o yarılıp çatlayan yeryüzüne yemin olsun
ki.
REC', geri çevirmek veya geri dönmek
mânâlarına müteaddi (geçişli) de lazım (geçişsiz) da olduğuna göre; "semai
zati'r-rec", dönümlü gök veya döndürümlü gök demek olabilir. Bundan ilk
zihne çarpan mânâ göğün kendisinde veya içine aldığı kütle, cisim ve olaylarda
tekrar eden (yinelenen) devirli hareket ve değişimlerin hepsini kapsayan
"geri dönme" veya "döndürme"dir.
Kadî Beydâvî gibi bazıları bundan, göğün her
turunda hareket ettiği yere dönmesi mânâsına olabileceğini söylemişse de bizzat
göğün kendisi, felekleri, hareket ettiğine dair bir delil bilinmediği ve
feleklerin hareketleri hakkındaki eski astronomi nazariyeleri sabit görülmediği
için nakledilen tefsirlerde bu dönüşü göğün kendisine nazaran değil,
içindekilerin devir ve değişimlerine nazaran tefsir etmişlerdir ki "dönüp
duran" veya "döndürülüp duran gök" demek olur.
İbnü Zeyd'den nakledildiğine göre gök,
bildiğimiz göktür. "Dönmek" de, güneş, ay ve yıldızların halden hale,
bir konaklama yerinden diğerine geri dönüşleridir.
İbnü Abbas'tan da bunun "yağmurlu
bulut" şeklinde tefsir edildiği rivayet edilmiştir. Hansâ'nın:
"Ayrılık günü öyle akan gözyaşları
görürsün ki,
Geceleyin gelip kaplayan ve devamlı yağdıran
kara buluttaki yağan devamlı yağmura benzer."
demek olan beytinde, aynı şekilde bir kılıcı
anlatan Hüzelî'nin:
"Bembeyaz yağmur suyu gibi berrak bir
keskin kılıç ki,
Her ne zaman bir toplanma yerinde öterse
biçer."
beytinde geldiği gibi Arapça'da
"rec"ın yağmur ve su mânâsına kullanıldığı çoktur.
Zeccâc ve diğer dilcilerin açıklamasına göre,
rec'in yağmur mânâsında kulanılması, baştan bu mânâ için konulmuş bir isim
olarak değil, mecazdır. Bu mecazın birkaç yönden güzel olduğunu söylemişlerdir:
1. Sesin tekrarlanması mânâsından alınmıştır
ki, sesi tekrar tekrar söylemek ve harfleri birbirine eklemektir. Yağmur da
tekrar tekrar dönüp yağdığı için rec' denilmiştir.
2. Geri dönüşü hayra yorulduğu için
söylenmiştir.
3. Her sene dönüp rızık getirdiği içindir.
4. Bir de denilmiştir ki, bulutların yerdeki
deniz ve diğer sulardan çıkan su buharından hasıl olması dolayısıyla güya göğün
yerden aldığı suyu yine geriye çevirmesi ve iade etmiş olması düşünülmüştür. Bu
şekilde rec' kelimesi "mercu'" yani geri döndürülmüş mânâsına olarak
iade edilmiş, döndürülmüş demek olur.
"Kamus"ta yazıldığına göre, göle ve
suyun anafor yaptığı su durağı yere, menfeat ve faydaya ve baharda biten
bitkiye de rec' denilir. Bundan dolayı birçok tefsirci burada rec' kelimesini
"yağmur" diye tefsir etmişlerdir. Bu şekilde "sema", bildiğimiz
gök mânâsına olabileceği gibi Mücahid'den rivayet edildiği üzere
"bulut" mânâsına olma ihtimali de vardır. Buna göre meâli: Döndürüp
döndürüp yağmur yağdıran gök, yahut dönüp dönüp yağan bulut demek olur.
"Rec"in böyle yağmur ve su ile tefsiri, insanın yaratılışında anılan
"atan su" meselesine göre bir nevi muraâtı nazîr (benzerini gözetme)
sanatı ifade etmiş olur.
Hasen'den gelen rivayette de, "Yağmur ve
rızıktır. Çünkü yağmur her sene döner rızık getirir." denilmiştir ki bunda
su, bitki ve fayda mânâlarını içerme vardır.
Bir de "rec"i, kulların amelleriyle
geri döndükleri için, melekler diye tefsir etmişlerdir ki, gökten yere inip
çıkan ve bütün olup giden olaylarla eserleri görülen melek kuvvetleri diye
düşünmek de uygun olur. Bununla beraber hangisi olursa olsun, sözün asıl akışı
yukarki hükmünce, sırların ortaya çıkarılacağı günde geri çevirme ve iadeyi
vurgulamak ve ispat ile ilgili olduğundan dolayı hepsinde de geri çevirme ve
iade mânâsını düşünmek gerekir. En meşhur olan "yağmur" mânâsına
olduğunda dahi bu geri çevirme mânâsı ile yaratılıştaki iade kanununa işaret
kastedildiğinde şüphe etmemek lazımdır. Onun için gerek cisimlerin devirleri,
doğma ve batmaları; rüzgarın, bulutların akımları gibi kütlesi olsun ve gerek
ışık ve karanlık, sıcaklık ve soğukluk, nemlilik ve kuruluğun birbirinin
peşinden gitmesi gibi kütlesel olmasın bütün hareket ve değişimleri, olmak ve
bozulmaktan sonra iadeyi ifade eden mutlak geri çevirme mânâsıyla bütün bu
tefsirleri kapsayan bir fiil ve etki mânâsı kastedilmekle hepsinin arası
bulunmuş ve bu ihtilaflar kesilmiş olur.
ARZ-I ZÂT-I SAD' ın mânâsına gelince:
SAD': Şakk ve infitar kelimeleri gibi
yarılmak, çatlamak ve çatlak demek olduğu için bunun da iki üç şekilde izahı
yapılmıştır:
BİRİNCİSİ: "Sonra yeri yardık ve (bu
suretle) orada daneler ve üzüm...bitirdik." (Abese, 80/26-28) mânâsı üzere
yerkürenin bitki için çatlayışına işarettir ki, bu münasebetle mecazî olarak
bitkilere de saddenilir.
İKİNCİSİ: Genellikle yerkürede bulunan ve
gerek ekin, gerek diğer sebeple meydana gelen çatlakla, yarıklar, arklar,
hendekler, vadiler ve yolcuların çiğneyip iz yaptığı yollar gibi herhangi bir
çatlaklığa işaret olmasıdır.
ÜÇÜNCÜSÜ de özel olarak kabirlere işaret
olmasıdır ki, insanın yaratılış mertebelerinde ölüm ile öldükten sonra
diriltilip toplanma arasında bir berzah, bir geçiş yeri olmak itibarıyla ana
rahmi yerindedir. Hem gömülmek, hem de dirilip çıkmak için yarılır.
Bu üç mânânın üçünde de yerkürenin çatlayışı,
üzerinde yapılan etkilere karşılık verme ve boyun eğme mânâsı ifade etmekte
birleşir. O halde göğün dönüşü, yukardan gelen fiil ve tesiri; yerkürenin
çatlayışı da aşağıda bulunan kabullenmeyi ve boyun eğmeyi ifade etmek
itibarıyla gök ve yerkürenin dönme ve çatlamalarında biri diğerini kucaklayıp
sararak döllenmeyi sağlayan karı-koca durumunda olup bunlar arasından doğmuş
olan insanın yine bunlar arasından, sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkar
gibi çıkarak Allah'a dönmek üzere ahiret âlemine gideceğine ve bütün bunlar
yüce Allah'ın yaratma ve korumasıyla gözetimi ve gücü altında cereyan etmekte
bulunduğuna dikkat çekilmiş ve buna irşat yapılmış olur. Bundan dolayı
sofilerden bazıları göklere "babalar", yerlere de "analar"
tabir etmişlerdi. Özellikle "rec"i yağmur, "sed"i de nebat
diye düşündüğümüz takdirde "atan su"yun tohumu döllemesi; yağmurun
gök muhiti içinde bir tohum demek olan yerküreyi nebat çıkarması için döllemesi
kabilinden olup asıl hayatın yaratılışının sırf ilâhî bir fiil olduğuna bir imâ
dahi yapılmış olur. "Bütün çiftleri yaratan Allah noksan sıfatlardan
uzaktır."(Yâsîn, 36/36)
Kısacası, ne taraftan bakılırsa bakılsın
yukardan etkisini sürdüren bir döndürme, bir döndürüş ve çeviriş tecellileri;
aşağıda bir çatlayış, bir etkilenme ve boyun eğme ile "olma"yı ve
"bozulma"yı kabullenme tezahürleri bulunduğu muhakkaktır.
13. İşte sizin arasında bulunduğunuz o
döndürüşlü göğe ve o çatlayışlı yerküreye yemin olsun ki o, size başlangıç ve
sonla ilgili olan bu âyetleri bildirerek o geri çevirme ve geri dönmeyi haber
veren Kur'ân kuşkusuz bir ayırıcı sözdür, hak ve batılı ayıran kesin bir söz,
keskin bir hükümdür.
14. O asla bir şaka değildir.
Târık'tan, delen yıldızdan, nefisten, nefis
üzerindeki koruyucudan, yaratıcının kudretinden, sırların ortaya döküleceği
günden bahsederken ölüm ve geri dönüşü, başlangıç ve sonu göstermek üzere atan
sudan, sulb ve göğüs kemiklerinden bahsetmesi şiir ve mizah türünden bir şaka
değildir. Hepsi ciddi ve gerçektir. Bunun için onu hak kulağıyla dinlemeli,
hükümlerinden ve irşatlarından faydalanıp sırların açıklanacağı günde gerçek
murada ermelidir.
15. Haberin olsun onlar, o kâfirler, bu
âyetlerin inmesine sebep olan Mekke kâfirleri bir tuzak kuruyorlar, yani
Ku'ân'ı geçersiz saymak ve onun nurunu söndürmek suretiyle hakkın emrine karşı
gelmek için bir takım hileler kuruyorlar, entrikalarla önlemler almak
istiyorlar.
16. Ben de hilelerine karşı hile kuruyorum ki
"Biz onları bilemedikleri yönden derece derece azaba
yaklaştıracağız."(Kalem, 68/44), "Benim tuzağım
sağlamdır."(Kalem, 68/45)
17. onun için o kâfirlere mühlet ver mühlet
ver onlara biraz. Çünkü Ve'n-Nâziât Sûresi'nde geçtiği üzere "Onlar onu
görecekleri gün sanki dünyada bir akşam veya kuşluk vaktinden başka durmamışa
dönecekler."(Nâziât, 79/46)dir.
EMHİL, âyetin başında geçen "mehhil"den
bedeldir. "Ruveyden" aslında mühlet mânâsına "rûd"
mastarının küçültme ismidir. "Bir mühletçik ver." demek gibidir. Ebu
Hayyan'ın ifade ettiğine göre, mühlet vermek mânâsına gelen "irvâd"
mastarının, kısaltıldıktan sonra yapılmış küçültme ismidir. Burada küçültme
ismi yapılması hakir görmek ve az olduğunu ifade etmek içindir. Bundan başka bu
kelimenin iki kullanış şekli daha vardır. Birisi, emir mânâsına fiil ismi olur.
"Zeyd'e mühlet ver." mânâsına denir. Birisi de, hal olarak kullanılır.
"Ağır ağır, acele etmeden yürüdüler." mânâsına denilir. Burada
mef'ulu mutlaktır. yahut, yani, az bir mühlet demektir.
Böylece Târık Sûresi de bitti. Bunun ardından
Â'lâ Sûresi gelecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Tarık Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.