Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Talak Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
65-TALAK:
Ey Peygamber! ünvanıyla anılan ve ta'zim
edilen Peygamberlerin sonuncusu! Burada önce Peygamber'e nida ile başlanması
onun, ümmetin tebliğcisi ve önderi olduğunu göstermesi yanında, beyan edilecek
boşama tarzının onun şeriatına ait Allah tarafından gönderilen yeni bir hüküm
olması hasebiyle, duyurma ve tebliğine itina gösterilmesi hususunda bir tenbih
ifade etmektedir. Yoksa açıklanacak hüküm, Peygamber'in kendisine mahsus
olmayıp umumidir. Onun için hitab genelleştirilerek buyuruluyor ki kadınları
boşadığınız vakit yani boşamak istediğiniz takdirde onların iddetlerini
gözeterek boşayın, yani âdetleri olan sayılı hayız günlerini hesab ederek ondan
önce temiz zamanında bir talak ile boşayın. İşte talak verilecek olunca onun en
güzel ve sünnet olan şekli, kadını âdetinden önce temiz bulunduğu esnada cinsel
ilişkide bulunmaksızın bir talak ile boşamaktır. Binaenaleyh "Sana âdet
görmekden soruyorlar. Deki: "O eziyettir." Âdet halinde kadınlardan
çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 2/222) emri
gereğince hem tabii olarak hem de şeriate göre uzaklaşma zamanı olup beklemek
gerekeceğinden hayız günlerinde veya cinsel ilişki meydana gelmiş temizlik
zamanı içinde boşayıp salıvermek, bu emre ters düşeceği için haramdır,
bid'attır, çirkindir ve günahtır. Üç talak birden boşamak ise daha çirkin ve
daha günahtır. Bu boşama şeklinde esas itibariyle talak vuku bulduğu gibi
yapılan fiil de günah sayılmaktadır. Çünkü asıl boşama, erkeklerin iradesine
bırakılmış olduğu için onu gerçekleştirmekle meydana gelir, batıl olmaz ise de
çirkin surette veya lüzumundan fazla, hem emre hem hikmet ve maslahata ters
düşen bir zarar, bir nankörlük ve bir ahlâksızlıktır.
Bunun hikmeti: "O'nun âyetlerinden biri
de, kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve
aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rûm, 30/21) buyurulduğu üzere
evlilikten maksat, karı ve koca arasında Allah Teâlâ'nın yaratmış olduğu
arzunun tatmini ile sevgi ve merhamet üzerine bir aile kurmak, onun hukuk ve
vazifelerini yüklenerek "iffetli yaşamak , zina etmemek..." (Nisâ,
4/24) âyeti gereğince iffet ve iyilikle temiz bir cinsel ilişki ve üreme
gayesine hizmet olduğu cihetle, karı koca arasında insanlık hali ufak tefek
dedikodu ve az çok kırgınlık yahut önemsiz meseleler dolayısıyla sıkıntı veya
ferahlık gerektiren geçici haller eksik olmasa bile, tabii arzu ve sükun
kesilmedikçe aile binasının yıkılmaması lazım gelir. Fakat o istek ve sükun
kesilecek olursa o vakit temel çürümüş ve karı koca arasında bir nevi tabii bir
boşama vuku bulmuş olacağından, şer'i boşama da mümkün olabilir. Böyle bir
halde devam etmek başlangıçtan daha kolay olduğu cihetle kadının kusur ve
kabahati olmadıkça tabii arzunun kaybolmasına karşılık, dini, ahlâkı ve edebi
ile takva hissi ve vefa şuuru, önceki hakların ihlâl edilmesine ve aile
binasının yıkılmasına razı oluvermez. Lakin iş yalnız arzunun kesilmesinden
ibaret olmayıp bir de kadının kocasına karşı kibir ve geçimsizliği, yahut
düşmanlık kasdı yüz göstermeye ve istenilen dostluk ve hoşgörü yerine, böylece
kin ve nefret girmeye başlarsa, işte o zaman erkeğin "onlardan
sakının" emri gereğince korunmakla emrolunduğu düşmanlık ve geçimsizlik
mahzurunun tabii şekillerinden birisi olan boşama, şer'i bir ihtiyaç halini
alır. Yoksa kızgınlık veya şehvet düşkünlüğü neticesi meydana gelen boşama, bir
evin yıkımı ve nikah nimeti için nankörlük olur. Bir çok durumda da önceden
ihtiyaç olduğu zannedilir de sonradan pişman olunur. O yüzden talak verileceği
zaman iyi ve çok düşünmeli, bütün ruh halleri, din ve ahlâk esasları hesaba
katılmalıdır. İcab ettiği zaman telafi edilebilmesi için şeriatın bahşettiği
fırsatlar elden kaçırılmamalıdır. Zira ruhda gizli kalan arzular, kapalı
işlerden olduğu için hiddet ve nefret zamanında hissedilemez de sonradan
deprenir, zararlara, günahlara sürükler ve Allah'ın neler yaratacağı bilinmez.
Onun için ihtiyaç anında meşru kılınmış bulunan talakın verilmesinde mekruh ve
güzel olan çeşitleri vardır. Evvela kadına yaklaşmanın mekruh olduğu âdet
günlerinde boşamak haramdır. Boşama vuku bulursa da boşayan burada emredilen
şeklin tersine hareket etmiş olmasından dolayı günaha girmiş olur. Çünkü
yaklaşmanın caiz olmadığı ve tabii arzuya zıt olan o eziyetli halde kadındaki
isteksizliğin geçici olma ihtimaline binaen kat'i ve daimi olduğuna
hükmedilemez. Muhtemeldir ki, onu boşayan on gün sonra gönlünde heyecan duyacak
ve yaptığına pişman olacaktır. Hem bir gün bile olsa beraber yaşamış olduğu
karısını öyle bir durumda boşayıp bırakıvermek, aynı zamanda alçaklıktan başka
bir şey değildir. Aynı şekilde temiz halde iken cinsi münasebette bulunduktan
sonra boşamak da mekruhtur. Çünkü cinsi münasebet arzunun varlığını gösterir.
Ondan sonra duyulan isteksizlik de geçici bir gevşemeden ibaret olabileceği
cihetle, tabii arzunun silinmiş olduğuna hükmetmek doğru olmaz. Herhangi bir
durumda üç talakı birden vermek ise, büsbütün hiddete kapılarak ve her ihtiyatı
elden bırakarak bu çirkinlikleri bir defada üç kere tekrar etmek, şeriatın
emrine kat kat muhalefet edip ailenin menfaatı için şer'in bahşetmiş olduğu her
fırsatı elden kaçırmak olacağından dolayı kat kat çirkin ve günahtır. Bunun bu
kadar çirkin ve günah olması da, nikahı düşürmek demek olan boşamanın meydana
gelmesi sebebiyledir. Yoksa lağvedilir, çirkin ve günah olmasının mânâsı
kalmazdı. İşte boşamanın meşru olması zarar ve fesad için değil, aile
içerisinde ortaya çıkan sevgisizlik ve geçimsizlik sakıncalarını defetmek için
mümkün olduğu kadar bir ıslah tecrübesi yapılmak suretiyle iki tarafın ruh
hallerinin birbirinden ayrılmaya ne derece müsaid olabileceğini göstermek
hikmetiyle ilgili olduğundan boşama ihtiyacını duyan kimsenin bunu en güzel
şekilde kullanması emredilerek buyurulmuştur ki, "o kadınları boşadığınız,
yani boşamak istediğiniz takdirde." Bu şart önce, boşamanın yalnız
erkeklere ait ve onların iradelerinde bulunan bir iş olduğunu gösterir. Koca
karısını boşayınca boşama, şer'i bir hak olarak sabit olur. Aksi halde olmaz.
Bundan dolayıdır ki bir hadiste "Boşama, o hakkı alan kimseye aittir."
buyurulmuştur. O halde kadının bunda doğrudan doğruya bir tercih hakkı yoktur.
Meğer ki dilediği zaman kadına kendisini boşamakta serbest olduğuna dair, nikah
zamanında veya sonra erkek tarafından bir hak tanınmış olsun. Bu olmadığı
takdirde kadın ancak hul ile (fidye vermek suretiyle) kendisini kurtarmak için
müracaat edebilir. Nitekim bu husus, "O zaman kadının (ayrılmak için)
verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur.." (Bakara, 2/ 229) âyetinde
de açıkça ifade edilmiştir. Bu durumda hakim, Hanefilere göre ya iki taraftan
da hakem tayin ederek, ya da doğrudan sulh girişiminde bulunarak koca tarafına
fidye verme teklifini yapar. Kocanın veya vekilinin teklifi kabul etmesi de bir
tür boşama sayılır. Şâfiîlere göre ise fesholur. Bazı âlimler, "Eğer
aralalarının açılmasından endişe duyarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve
kadının ailesinden bir hakem gönderin..." (Nisa, 4/35) emrine nazaran
hakimin fesh ve ayrılma hakkını da kabul etmişlerdir. Hanefiler bunun, inninlik
(cimadan acizlik) veya cüzzam gibi habis bir hastalık halinde kabul
edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. İkincisi, "Boşadığınız zaman."
şartı, boşamanın dinî yönden Allah Teâlâ katında istenilen ve övülen bir şey
olmayıp, "İki şerden en hafifi tercih edilir." hükmünce nihayet bir
izinden ibaret olduğuna da işaret eder. Çünkü kayıtsız ve şartsız boşamayı
teşvik mânâsı içeren hiçbir delil yoktur. Bilakis mübah olmakla beraber
buğzedilen bir şey olduğu ifade edilmiştir. Bu konuda Ebu Davud ve İbnü
Mâce'nin rivayet ettikleri bir hadisde "Allah (c.c)'ın yanında mübahların
en nefret edileni boşamadır." denilmiş, diğer birinde de "Allah
katında en sevimsiz helal boşamadır." şeklinde zikredilmiştir. Bu
hadislerde mübah ve helal tabirlerinin bulunmasından dolayı bir takımları,
boşamanın esasen mübah olduğunu ileri sürmüşlerse de İbnü Hümam'ın tahkikine
göre en doğrusu şudur: "Boşama aslında nikah nimetine nankörlük olduğundan
dolayı sakıncalıdır. Çünkü Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Çok
boşayana ve aşırı derecede zevkine düşkün olandan her birine Allah lanet
etmiştir." Onun için ihtiyaç olmayınca talak, mekruh olur. Bundan dolayı
buğzedilmiş olduğu söylenmiştir. Mübah tabir edilmesi, ancak ihtiyaç
zamanlarında mübah olması hasebiyledir. Beyhakî de nefretin, sünnete riâyet
edilmeyerek boşamanın gerçekleştirilmesi durumunda söz konusu olduğunu
söylemiştir. Şâfiîlerden İbnü Hacer'in beyanına göre; "Boşama bazen vacib,
bazen mendub, bazen de haram veya mekruh olur. Vacib olan; îlâ yemini yapıp da
yaklaşma arzusu bulunmayan kimsenin karısını dört ay bekletmemek için yaptığı
boşama ve iki hakemin boşama görüşünde bulunmamaları halindeki talak gibi.
Mendub olan talak: Kadının haklarını yerine getirmekten kocanın, gerekse
kayıtsızlıktan dolayı olsun aciz olması veya kadının âdet yönüyle kendisiyle
geçinmeye zorlanamayacak derecede huysuz olması, yahut kadının ahlâka aykırı
durumları korkulacak derecede olmamakla beraber pek iffetli olmaması halindeki
boşama gibi. Ancak bu son durumda boşama vuku bulunca kadının ahlâksızlığa
düşeceğinden korkulur veya ayrılığına dayanamayarak erkeğin onunla ahlâksız
yollara sapması, yahut zorluk çekmesi düşünülür, halbuki boşama olmadığı
takdirde bu korkular ortaya çıkmayacak olursa o vakit talak mendub değil,
harama yol açacağı cihetle mekruh, belki de haram olur. Nitekim bid'i talak, yani
bu âyette emredilenin tersine, kadının âdet görmesi esnasında vuku bulan veya
üç talak birden verilmek suretiyle gerçekleştirilen talak, haramdır. Bütün bu
hallerin dışında meydana gelen boşamalar da mekruhtur. Çünkü nakledildiği gibi
sahih hadiste "Helaller içinde Allah'a en sevimsiz olanı talaktır."
buyurulması kerahetini ifade eder. Çünkü kerahetin helal ile bir arada
bulunabilmesi itibariyle, helal ile buğzun birleşmesinden ilk akla gelen
kerahet olur. O halde helal yönünü kuvvetlendiren sebepler bir araya geldikçe
kuvvetlerinin derecesine göre kademe kademe mübah, mendub ve vacib
mertebelerine doğru çıkar. Kerahet tarafını kuvvetlendiren sebepler toplandıkça
da buğz (nefret), haram mertebesine varır. Buna göre helal veya mübah tabiri
boşamanın vuku bulmasına işaret olup, haram olan talakın dahi verilmesiyle
boşamanın meydana geleceğini gösterir. Nitekim bid'i talakın bile vuku bulacağı
hakkında fakihler, icma bulunduğunu belirtmektedirler. Buna karşı İbnü Teymiyye
ve İbnü Kayyim el-Cevziyye bid'i talaktan sayılan üç talak birden verip
boşamanın haram olması sebebiyle, böyle bir boşamada birden fazla talakın vuku
bulmaması cihetini ictihad edilmesi gereken bir mesele gibi göstererek gündeme
getirmek ve böylece pek önemli bir noktaya parmak basmak istemişlerse de, bütün
mezheblerin ittifakla söz birliği ettiği bir meselede, usulen ictihadın caiz
olamayacağı ileri sürülerek iltifat edilmemiştir.
Fakihler boşamayı hükmü yönünden ric'i ve
bayin diye iki kısma, bayini de hafif ve galiz diye iki çeşide ayırmışlardır.
Boşama şekli yönüyle de, mesnun ve bid'i olmak üzere iki nev'e, mesnunu ahsen
ve hasen, bid'iyi de ehaff ve eşedd diye yine iki kısma ayırmışlardır. Mesnun:
Boşayacak kimselere şer'an emir ve tavsiye edilip boşamada takip edilmesi
gereken şekildir. Bu şeklin en güzeli de, söz konusu âyette emredildiği gibi
temiz anında bir ric'i talakla boşamaktır. Talaklardan her birini kadının temiz
zamanlarında vermek üzere ayrı ayrı üç talaka kadar varmak pek güzel olmamakla
beraber hasen sayılır. Bid'î talak ise, bunların tersine hayız halinde veya
cinsî münasebetin vuku bulduğu temiz zamanında boşamak, yahut her ne vakit
olursa olsun üç talak birden boşama şeklidir ki bu hepsinden daha şiddetlidir.
Bu sûrenin inişine kadar boşama şekillerinin güzeline ve çirkinine
bakılmıyordu. Ancak sûrede bunların ayırd edilmelerinin esasları anlatılmıştır.
Asıl talak, ne men ne de tavsiye edilmemekle beraber, verilmek istenildiği
takdirde emredilen en güzel şeklin şu olduğu ifade edilmiştir: O kadınları,
yani kendileriyle cinsî münasebette bulunup da boşamak ihtiyacını duyduğunuz
kadınları, boşamak istediğiniz takdirde "bundan böyle onları iddetlerini
gözeterek boşayın." Bunun, "Sayılı hayız günlerinin önünde yaklaşma
imkanı olup da yaklaşılmamış olan temizlik halinde temiz olarak
boşayınız." mânâsına olduğunda ittifak vardır. Ancak bu âyeti bazıları,
hayızları önünde, bazıları da temizlik halinde yaklaşmayarak şeklinde tefsir
etmişlerdir. Bu iki mânâ da birbirine yakındır. Çünkü hayzın önü, geleceği ve
gayesi temizliktir. Abdullah b. Mes'ud (r.a)'dan "Yaklaşmadan temiz
olarak," İbnü Abbas (r.a)'dan "İddetlerinin önünde" diye
nakledilmiştir. Mücahid demiştir ki: "İbnü Abbas'ın yanındaydım, bir adam
geldi, karısını üç talakla boşamış olduğunu söyledi. O sükut etti, hatta biz
zannettik ki karısını ona geri verecektir. Sonra dedi ki: "Biriniz gider
ahmakça iş yapar, sonrada gelir ey İbnü Abbas der. Halbuki Allah Teâlâ,
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder."
(Talâk, 65/2) buyurmuştur. Sen ise Allah'tan korkmamışsın. Şimdi ise ben sana
çıkış yolu bulamam, Rabbine isyan etmişsin, karın senden bâyin talakla boş
olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, "Ey peygamber! Kadınları boşadığınız zaman
onları iddetleri içinde boşayın." buyurmuştur." Dahhak'tan : "İddet
kar'; kar' hayızdır. Temiz, cima etmeden temiz olandır, sonra da üç hayız
beklemektir. Katade'den "onları iddetleri içinde boşayın." âyeti,
hayızdan temizlendiğinde "yaklaşmaksızın" keyfiyeti de, temiz olduğu
vakit dokunmadan bir talak verir, bir talak daha boşamak icabederse, diğer bir
hayız görünceye kadar bırakır, temizlendiği zaman ikinci talakı verir.
Üçüncüsünü de vermek isterse, bir hayız görünceye kadar mühlet verir,
temizlenince üçüncü talakı da verir. Sonra kadın bir hayız daha iddet bekler,
ondan sonra isterse başka kocaya gider." İbnü Sirin'den: "Kadını,
temiz haldeyken cima etmeyerek ve hamile olmadığı belirlenmiş durumda
boşar." Hasan ve İbnü Sirin'den: "Allah'ın emrettiği gibi iddetinin
önünde" boşar. Allah'ın zikrettiği iddetin dışında gerek bir, gerek iki,
gerek üç talakla boşamak mekruh olur." Görülüyor ki, bütün bu rivayetler,
hayzın geçmesi gözetilerek ondan sonra "Cima etmeden temiz olarak"
boşamak mânâsında birleşmiş bulunuyorlar. Bununla beraber Mâliki ve Şâfiî
bunlardan, iddet müddetinin temizlik olduğu sonucunu çıkarmışlar, Hanefi
imamları ise onun hayz olduğunu beyan etmişlerdir. Bundan dolayı iddet,
temizliktir diyenler sebebiyle "temizlik vaktinde" demeyi daha doğru
bularak bu anlamı tercih etmişlerdir. İlk bakışta bu ifade uygun gibi görünürse
de bundan "cimanın olmaması" kaydını çıkarmak müşkildir. Bu anlam,
"De ki: O, bir ezadır. Ay halinde olan kadınlardan uzak durun.
Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 2/222) emri gereğince
temizliğe girinceye kadar hayzın hükmüdür. Temizliğe kadar sayıp beklemek
temizliğin değil, tabii olarak ve şeriate göre hayzın gereğidir. O halde
iddetin temizlik değil, hayız olması lazım gelir. Temizlik iddetin esası değil,
gayesidir. de ittifakla kasdedilen temizlik, iddetin kendisi değil, önünde
gayesi olması itibarıyladır. ile beraber tamamından Lazımi mânâ olarak
sabittir. Hayız müddetinin başlıca iki unsuru vardır. Birisi cimada bulunmamak,
diğeri de önünde temizliğe kavuşmaktır. İşte kasdedilen mânâ da kadını, bekleme
müddeti olan hayzı bitirip, temizlik vaktine girmişken, cimada bulunulmadığı
takdirde boşamak olduğundan "cima etmeden temiz olarak" denilmekle bu
iki unsurun ikisinin de kasdedilmiş olduğuna tenbih edildiği gibi
"iddetlerinin önünde" ifadesiyle de bu anlatılmıştır. Bu mânânın
anlaşılması için "lâm"ın mânâlarındaki ihtimallere de dikkat etmek
gerekmektedir. Bu lâm, ta'lil, akibet, tevkıt yahut da sıla için olabilir.
Ta'lil için olursa, beklediklerinden dolayı yani sayılı hayız günlerini bitirip
temizlenmişken zevciyyet muamelesinin istenilmemesinden dolayı boşayınız demek
olur. Akıbet mânâsına alınırsa, hayızlarının sonunda boşayınız anlamına gelir.
"Geçen on (gün) içinde" gibi vakitle ilgili olursa temizlik vaktinde
demek doğru görünürse de, hayız vaktinde demek doğru değildir. Esasen "Hayızları
bittiği zaman" demek gerekmektedir. İddet lafzı, hayız müddetinin tamamını
içine alır. İhsâ (saymak) emrinde de buna işaret vardır. Bunun için
müfessirlerin bir kısmı, "İddetlerinin beklemek" diye bir muzaf
takdirini göstermişlerdir. de böyle demektir. Burada zikredilen
"kubül" ve "istikbâl"in hayızdan önce de sonra da olması
doğrudur. Zemahşerî gibi bazıları da müteallak takdiriyle hal yapmışlardır ki
bu durumda "lâm"ın tevkit veya sıla mânâlarına gelme ihtimâli vardır.
Buna göre iddetlerini veya iddet vakitlerini karşılarlarken mânâsını ifade
edip, bekleyecekleri hayızdan önceki temizlikleri halinde verilen talakın da
sünnete uygun olduğunu ve iddetin hayız ile başlayacağını gösterir. Cima
etmemek kaydının gerekli olduğu bilhassa hadisle beyan buyurulmuştur. Buharî ve
diğerleri şöyle rivayet etmişlerdir. "İbnü Ömer (r.a) karısını hayızlı
iken boşamıştı. Hz. Ömer bunu Resulullah'a söyledi, Resulullah da ona kızdı,
sonra da dedi ki: "O kadına dönsün, sonra onu temizlenip peşinden bir
hayız daha görüp temizlenene kadar tutsun. O zaman yine boşaması gerekirse,
onu, temiz olduğu halde dokunmadan önce (İbnü Mâce'nin rivayetinde
"cima'da bulunmadan önce" boşasın. İşte Allah'ın emrettiği iddet
budur." İbnü Ömer'in bu boşamasını Talak Sûresi'nin inişine sebeb olarak
gösterenler olmuşsa da rivayetin tarzından da anlaşıldığına göre bu hadise,
sûrenin inişinden sonra meydana gelmiş göründüğünden doğrusu, sûrenin iniş
sebebi değil, belki bu hadis ile tefsirine sebeb olmuştur.
İşte kadınları boşadığınız zaman böyle
iddetlerini gözeterek temiz olduklarında dokunmaksızın boşayın ve iddeti sayın
yani yazıp eksiksiz olarak tamamiyle sayın. Bakara Sûresi'nde geçen
"Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç aybaşı hali veya üç temizlik
müddeti beklerler..." (Bakara, 2/228) âyeti gereğince boşanmış kadınların
iddet müddeti tam üç yani üç âdet beklemeleridir. Bu iddeti saymada geriye
dönüşün mümkün olmasına, nafaka ve ikâmet esnasında talakı, temiz zamanlara
dağıtmaya riâyet gibi bir takım faydaları vardır. Ve Rabbiniz Allah'tan korkun
yani sizi erkek, onları kadın yaratmış ve sizleri yetiştirip nikah nimetine ve
boşama selahiyyetine nail etmiş olan Rabbinizin azabından korkun da emirlerine
dikkat edin, iddeti ne eksik sayın ne de uzatın. Gerek boşamada gerekse iddette
kadınları zarara sokmaya kalkışmayın. Onları evlerinden çıkarmayın. O boşayıp
da iddet bekletmekte olduğunuz kadınları evlerinden hiçbir sebeple çıkarmayın.
Bu evler, boşanıncaya kadar onların kocalarıyla ikâmet ettikleri meskenleridir.
Çıkarmanın nehyedilmesinden anlaşıldığı gibi evlerin, erkeklere ait olmakla
beraber "o kadınların evleri" şeklinde kadınlara muzaf kılınması,
iddetleri sona erinceye kadar boşanmış kadınların da kendi mülkleri gibi
onlarda oturma haklarının bulunduğunu beyan ederek çıkarma yasağını tekid
etmektedir. Şu halde evin ödünç veya kiralık olup da asıl sahibine teslimi
gerekiyorsa bu durumda da kocaların onlara kiralama veya satın alma yahut da
başka bir yolla mesken tedarik etmeleri lazımdır. Âyette yer alan "Onları
çıkarmayın." nehyinin bağlantısız olarak bir taraftan Allah'tan korkmayı
beyan etmesi, bir taraftan da başlangıç cümlesi halinde getirilmesi, bunun
müstakil olarak istenilmiş olduğunu yeniden hissettirmek suretiyle önemini
göstermektedir. Burada iddetten asıl maksadın nesebin ve kadınların korunması
hususlarına diyaneten olduğu gibi hukuken ve kazaen dahi itina gösterme hikmeti
vardır. Çıkarmayın demek, gadab, nefret veya darlığa binaen mesken ihtiyacı
yahut sırf düşüncesizlik gibi bir sebeble çıkarıvermekten mantık yönüyle nehyedildiği
gibi kendiliklerinden çıkıp gitmelerine izin vermeyin mânâsını da içine
almaktadır. Çünkü onların, izin verilse bile çıkıp gitmelerinin caiz olmadığı
şu hususla anlatılmaktadır. Onlar da çıkmasınlar, yahut çıkmazlar. Bu sıga, hem
nehy-i gaib müennes, çoğul, hem de fiil-i muzari nefy-i istikbal müennes çoğul
olabileceğinden nehye de, nefye de ihtimali vardır. Böyle nefiy (olumsuzluk)
şekliyle yapılan nehiyin, açık nehiyden daha fasih olduğu da bilinmektedir.
Yani kocaları izin verse bile bir zaruret olmadıkça çıkmaları, haramdır.
Çıkmamalıdırlar ve çıkmazlar. Apaçık bir edebsizlik yapmaları hali bir yana,
geçimsizlik ve dikbaşlılık yapıp da ihtiyaçları yok iken çıkıp gitmeleridir ki
bu durumda başka bir kabahat yapmamış olsalar bile kendiliklerinden çıkmakla
fahiş bir terbiyesizlik yapmış olurlar. Bu istisnanın "çıkmasınlar"
ifadesine bağlanması daha doğrudur. Ancak yukarısına veya her ikisine bağlanma
ihtimali de vardır. Çıkmaya bağlandığı takdirde dikbaşlılıkla çıkmanın sanki
açık bir fuhuş gibi aşırı bir kötülük olacağını göstermekle yasaklamada
mübalağa ifade eder ki İbnü Ömer. Süddi, İbnü Sâib ve Nehaî'den rivayet edilen
de budur. Ebu Hanife de bu görüştedir. Çıkıp giderlerse iddet hakkından
kurtulmuş olmazlarsa da, ev ve nafaka hakları düşer. Çıkarmaya bağlandığı
takdirde ise, açık fahişelik, zina, hırsızlık su-i kast gibi bariz bir hıyanet,
bir isyan ve hatta ağır sövüp soyma gibi fahiş eziyyetlerin olması
düşünülmektedir. Böyle açık bir fenalığa giriştikleri görüldüğü vakit,
çıkarılmaları, ihrac nehyinden istisna edilmiş olur. Bu takdirde fahişe
tabirinde ilk akla gelen mânâ, zinadır. Katade, Hasen, Şa'bi, Zeyd b. Eslem,
Dahhâk, İkrime, Hammad ve Leys'ten rivayet edilen ve İbnü Mes'ud ile İbnü
Abbas'ın görüşü olduğu ileri sürülen de budur. Ebu Yusuf da bu görüşü tercih
etmiştir. Denilmiştir ki: bu takdirde haddin (cezanın) yerine getirilmesi için
çıkarılırlar. Bazıları da bunun, gerek koca ve gerek akrabasına karşı fahiş
sözlerle ağzını bozmak mânâsına geldiğini İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdi. Said
b. Müseyyeb'ten nakledildiğine göre fahişe, her günaha denilmektedir. Bundan
dolayı bazıları, bunun cezayı gerektiren zina, hırsızlık ve bunların dışında
her günahı kapsayarak istisnanın tamamına bağlı olduğunu kabul etmişlerdir.
Taberi de bu görüşü benimseyerek demiştir ki: "Bence doğru olan, burada
fahişenin günah olduğunu ileri sürenlerin görüşüdür. Çünkü fahişe, haddini
aşmış olan her çirkin iş demektir. Binaenaleyh zina, hırsızlık, aile fertlerine
eziyet ve iddet beklemesi gereken evden çıkıp gitmek gibi işlerden her hangi
birisini kadın iddet içinde yaparsa, bu durumda kocası onu evden
çıkarabilir." Bu istisnanın, yukarıdaki "Onları boşayın." emrine
bağlanma ihtimali de yok değildir. "Onları çıkarmayın." Cümlesinin
yukarıda geçen Allah'tan korkma hükmünü açıklaması itibariyle herhangi bir yere
bağlanmamasından dolayı buna engel de olmaz. Bu durumda mânâ şöyle olur: Bu
emirleri ve nehiyleri gözeterek boşayın, ancak boşadığınız takdirde o kadınlar
açık bir fuhş ve ahlâksızlığa düşecek olurlarsa başka. O takdirde iddetlerini
gözeterek dahi boşamak istemeyin. Müfessirler, âyetteki istisnanın bu şekilde
bir bağlanma ihtimali olduğunu söylememişlerse de, yukarıda İbnü Hacer'den
nakledildiği üzere boşandığı takdirde ahlâksızlık korkusu ortaya çıkan ve boşanmadığı
takdirde mazbut kalacak olan kadını boşamamak tavsiye edilmiş ve bu bir hadisle
de delillendirilmiştir. Ebu Davud ve Nesai'nin İbnü Abbas'tan yaptıkları
rivayete göre: "Bir adam Resulullah'a gelmiş, "Benim bir karım var
"El uzatanın elini geri çevirmez." demiş. Resulullah da, "Onu
boşa!" buyurmuş, adam da "Korkarım gönlüm ardında kalır,
sabredemem." diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Resulullah "Öyle ise
onu sıkı tut." buyurmuş." Nesâi bu hadisin merfu olmayıp mürsel
olduğunu söylemiştir. Yani İbnü Abbas bunu Resulullah'tan bizzat dinlememiş,
vasıta ile işitmiştir. Ancak, kendi işitmiş kadar kuvvetli olduğuna itimadından
dolayı vasıtayı açıklamayıp, merfu gibi nakletmiştir. Böyle sahabe
mürselleriyle merfu hadis gibi amel etmek ittifakla caiz olduğundan buradan şu
hükümler çıkarılmıştır: Birincisi, iffetli olmayan bir kadını boşama emri.
İkincisi, zahiri duruma nazaran boşandığı takdirde ahlâksızlık korkusu bulunup,
ancak boşanmadığı zaman böyle bir korkudan uzak tutma imkanı olursa boşamayıp
sıkı tutma emridir. Bu iki hususdan delalet yoluyla bir hüküm daha anlaşılmış
olur ki o da şudur: İffetli olan bir kadının, boşandığı takdirde ihtiyaç
sebebiyle ahlâksızlığa düşeceği anlaşılırsa, onu boşamak günahtır. İşte bu
istisnanın yukarıya da bağlanması ihtimalinde âyet, o hadisten çıkarılan
hükümleri de ifade etmiş olacaktır.
Ve işte bunlar, talak hakkındaki bu emirler ve
bu nehiylerle meşru kılınan ve öğretilen hükümler Allah'ın hududlarıdır.
Allah'ın kulları için koyduğu sınırlardır ve her kim Allah'ın koyduğu sınırlara
tecavüz ederse yani bu hükümlerden bir şey ihlal ederse muhakkak nefsine
zulmetmiş olur, kendisine dünyevî, uhrevî zarar vermiş olur bilmezsin belki
Allah ondan sonra bir emir ihdas eder, o haddi aşmanın arkasından bir hadise,
bir iş çıkarır, kalbini çevirir, bir takım meşakkatler, ızdıraplar verir,
yaptığın zulme, haddini aşarak verdiğin talaka pişman olursun, dönmek istersin,
iş işten geçmiş bulunduğu için geri dönemez, telâfi edemezsin, perişan olur,
zararını ve vebalini kendin çekersin. Nitekim "Kimse yarın ne kazanacağını
bilemez." (Lokman, 31/34) âyetinde de bu durum açıkça ifade edilmektedir.
Onun için her hangi bir sebeble eşini boşayacak olan kimse öfkeyle her şeyi
kesip atıvermemeli, ilerisini hesaba katmalı da Allah'ın bu emir ve nehiylerle
tayin ettiği sınırını aşmamalı, önce iddetini gözeterek temiz bir halde talak
vermeli ve iddeti saymalıdır. Şayet ayrılmak gerekirse bununla hem maksad hasıl
olur, hem de bir tecrübeye imkan bırakılarak ruhi görüntüleri seyretmeye,
düşünüp uyanmaya ve pişmanlık duyulursa geri dönmeye fırsat tanınmış olur.
Çünkü üçe ulaşmadıkça öyle açık bir boşama ric'i olacağından hükmü ilerde
geleceği gibi iddetin sonun kadar seçmeli olup istenildiğinde geri dönebilmek,
olmazsa ayrılmaktır. Bu hikmetlerden dolayı haddi aşmaksızın iddetlerine karşı
böyle bir talakla boşayın, iddeti zabtedip sayın ve Allah'tan korkup takva ile
hareket edin. Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar.
2. Neticesine gelince: Şu şart ile ya tutmak
ya da salıvermek arasında tercih söz konusudur. Sonra ecellerine yettiklerinde,
yani iddetlerinin sonuna geldiklerinde. Bu şart, geri dönüşün nihayeti,
ayrılığın başlangıcı olan vakti göstermek içindir. Binaenaleyh iddet müddeti
içerisinde her zaman dönme hakkı sabittir. Lakin iddet bitince tercih hakkı
ortadan kalkar, ayrılık gerekir. Kadının izniyle nikah tazelenmedikçe birleşme
mümkün olmaz. Henüz iddet çıkmadan sona erdiği zaman ise, durum kendisini
göstereceğinden o vakit ya iyilikle onları tutun, bırakmayıp güzel ve meşru
şekilde geçinmek, iki tarafın haline münasip harcamalarda bulunarak ve iskanı
temin ederek nikahlarınızda tutun. "tutun" Buyurulmasından anlaşılan,
dönüşün sözlü olmasının şart olmayıp, fiilen de olabileceğidir. İmam-ı Azam'ın
görüşü budur. Yahut iyilikle onlardan ayrılın, buradaki tahyir (istediğini
seçmeyi teklif etmek) içindir. Yani tutmakla salıvermek arasında muhayyersiniz.
Ancak tutmayı, ya da salıvermeyi tercih etseniz de bunları iyilikle yapmakla
sorumlusunuz. Ayrılacaksanız o zaman güzellikle ayrılın, tatlı dille hakkını
vererek ve zarara sokmaktan sakınarak, mesela geçinme niyeti olmadığı halde
iddetini uzatmak için müracaat edip de, sonra yine boşamak gibi zarar verici
hilelere sapmayarak güzelce çıkarıp gönderin, yani "Ve onları güzel
şekilde serbest bırakın." (Ahzab, 33/49) âyetine riâyet edin hem içinizden
adalet sahibi iki erkeği şahit getirin; geriye dönüp tutmayı tercih ettiğiniz
takdirde dönüşe, ayrılmayı tercih ettiğiniz takdirde de ayrılığa şehadet etmek
üzere müslümanlardan adalet sahibi, doğruyu söyleyen ve doğru yol üzerinde
bulunan en az iki erkeği hazır bulundurup şahid kılın ki, töhmete veya
çekişmeye fırsat kalmasın, gerektiği zaman şahidlik yapsınlar. Buradaki
"şahit getirin" emri "Onları tutun veya onlardan ayrılın."
emirlerine bağlanmış olup "Alış veriş yaptığınız zaman şahid tutun.."
(Bakara, 2/282) âyeti gibi nedb (yapılmasını uygun görmek) içindir. Genellikle
âlimlerin görüşü budur. Şafiî, eski görüşünde "şahid bulundurmanın dönüşte
vacib" olduğunu savunmuş ise de, yeni görüşünde o da, mendub olduğunu
söylemiştir. Alûsî bu konuda zayıf bulduğu şöyle bir görüşü nakletmiş ve
demiştir ki : "Tabersi," açıkça bunun boşama esnasında şahid
getirmekle emredilmesini, bu görüşün ehl-i beyt imamlarından rivayet edildiğini
ve vücub ifade edip boşamanın sahih olmasında şart olduğunu"
zannetmiştir." Ben bu meseleyi uzun zamandan beri düşünür, söz konusu
âyette buna bir ihtimal olup olmadığını ve güvenilir müctehidlerden bu görüşü
benimseyenin bulunup bulunmadığını araştırırdım. Adlı tefsirin müellifi ve bir
Şia âlimi olan bu Tabersi'nin, rivayet ve dirayetteki selahiyetinin neden
ibaret olduğunu ve ehl-i beytin imamlarıyla kimleri kasdettiğini gereği gibi
öğrenemedim. Ancak açık dediği husus açık değildir. Zira "şahid
getirin" emrinin talaka ait olması için, yukarıda geçen "Onları
boşayın." emrine bağlanması gerekir. Bu ise, kolayca anlaşılır olmayıp,
pek uzak bir durumdur. Zahir (anlaşılır) olan, yakınındaki "tutun"
veya "ayrılın" emirlerine bağlanmış olmasıdır Şayet bu, talakın
sıhhatinin şartı olacak derecede vücub ifade etseydi, "sayın"
emrinden önce zikredilmesi gerekir ve bu âyete tehir edilmesinin bir hikmeti
olmazdı. Hem yakınına, hem uzağına bağlanma ihtimalinin caiz olduğunu göstermek
için tehir edildiği söylenecek olursa denilebilir ki, bu bir ihtimal
olabilirse, de buna anlaşılır demek doğru olmayacağı gibi, bu durumda hem
boşama, hem tutma hem de ayrılma konusunda aynı mahiyette olması gerekirdi.
Halbuki emrin herbirine göre vücub ifade etmesi ve bu vücubun, talakın
sıhhatinin şartı olacak derecede farz durumda bulunması, tutma veya ayrılmada
muhayyerlik emrine ters düşeceği gibi öteden beri izah edilegelen sünnet şekli
üzere boşamanın cereyan tarzına ve ric'i talakın sağlayacağı faydaya da ters
düşmektedir. Ayrıca boşama esnasında şahid tutulmayıp da iddetten sonra imsak
veya müfarakat için şahid getirildiği takdirde sahih farzedilen talakın
hükümsüz kalması gibi bir tenakuza yol açacağı da ortadadır. Gerçi aksine delil
bulunmadıkça emirde asıl olan vücub ifade etmesidir. Ancak ihtimali içinde olan
vücub boşamanın sıhhatinin şartı olacak derecede kesin farz mânâsını ifade
edemeyeceği gibi, her vacib de, zıddının hükümsüzlüğünü gerektirmez. Bununla
beraber iddetin sonuna kadar dönülmeyince ayrılığın gerçekleşmesi yönünden
şahid getirmenin vacib olduğunu söylemenin de mânâsız olacağı düşüncesiyle
bütün müctehidler, ayrılıkta şahid getirme emrinin (Bakara, 2/282) âyetinde
olduğu gibi nedb ifade ettiği hususunda ittifak halindedirler. Şu halde en
yakın ve en açık olan ihtimalde emir nedb için oldukça, en uzak olan ihtimalde
vücub için olmasının, hem de bu vücubun farziyyet derecesinde sıhhatinin şartı
sayılmasının doğru olamayacağı basit bir düşünce ile anlaşılmış olur. Ancak
denilebilir ki imsak veya müfarakatta şahid getirmek mendub olunca boşamada
niye olmasın? Evet bunun da mendup olduğunda şüphe yoktur. Zira bu "şahid
getirin" emrinin yukarıya bağlanma ihtimali, uzak olmakla beraber bunun,
delalet yönüyle ve öncelikle sabit olacağında da şüphe etmemek gerekir. Şu
emrin vücub için olduğunda ihtilaf yoktur. "Şehadeti de Allah için doğru
yapın!" Yukarıdaki emirlerin hepsi boşayanlara ait olduğu gibi bu emir de
şahidleredir. Şu hitab da, hepsi içindir. Size söylenen bu işittikleriniz,
gerek talak verecek olanlara ve gerek şahitlik edenlere hitab edilen bu
emirlerle yapılan tebliğ; yani iddet bekleyerek boşamak, iddeti saymak,
Allah'tan korkup günahtan sakınmak evden çıkarmamak, çıkmamak, sınırları
aşmayıp sonunu hesaba katmak ve sonra iddet müddeti bitince, ya hakkıyla,
güzelce tutmak ya da daha fazla bekletmeyip hakkını vererek güzellikle
ayrılmak, bunlara şahid tutmak ve şehadeti de zamanında dosdoğru yapmak, işte
bunların hepsi ve her biri öyle bir derstir ki bununla sizlerden, Allah'a ve
ahiret gününe iman eden kimselere vaaz ediliyor, öğüt veriliyor çünkü bunlara
riayet edip korunarak faydalanacak olanlar, Allah'a ve ahirete imanı olan veya
iman kabiliyeti silinmemiş bulunan kimselerdir. İman yeteneği kalmamış,
kalbleri kararmış ve mühürlenmiş olanlar ne Allah'tan korkar, ne ahireti sayar,
ne de nasihat dinlerler, onlar kendi nefislerinin havasına giderler. Her kim de
Allah'a ittika ederse Allah'ın gadabından korkar, isyandan sakınır ve
öğütlerini tutarsa, Allah onun için bir çıkış yolu yaratır.
3. onu düştüğü darlıktan ve aile yüzünden
çekmekte bulunduğu sıkıntılardan kurtulup çıkacağı bir yol, bir çare gösterir
ve onu hatırına gelmeyen yönden rızıklandırır. Onun için boşayan da boşanan da,
ayrılan da ayrılmayan da, Allah'tan korktuğu takdirde gam yemesin, Allah ona da
bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
Rivayet edilmiştir ki: "Resulullah
(s.a.v) âyetini okumuş ve demiştir ki: "(Allah) hem dünya şüphelerinden,
hem ölümün sıkıntısından hem de kıyamet gününün şiddetinden bir çıkış yolu
(yaratır.)" Bir de Ebu Zerr'den şöyle rivayet edilmiştir: "Resulullah
âyetini okuyordu, tekrar tekrar okumaya başladı, hatta beni uyku bastı da
buyurdu ki: "Ey Ebu Zerr, insanların hepsi bunu tutsaydı, kendilerine
yeterdi." Ve her kim Allah'a tevekkül ederse başına gelen herhangi bir
şeye karşı O'nun kudretine itimad edip, yapacağı işte kendini O'nun emrine
teslim ederek hükmünce giderse O, ona yeter. Allah onun işlerinin hakkından
gelir. Hesabına kâfidir. "Yani elde ettiği şeyler konusunda Allah'a
güvenirse kendisinin önem verdiği şeylerde de Allah ona kâfidir." Razî
tefsirinde zikredildiği üzere onun için Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki:
"İnsanların en kuvvetlisi olmayı arzu eden, Allah'a dayansın." Her
halde Allah emrini yerine getirir. Muradını muhakkak yapar, hiç bir işinden
geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine
tevekkül edilse de, edilmese de yürütür. Nihayet her şeyin sonu gelir. Dünyada
acı da geçer, tatlı da geçer, sıkıntı da geçer, refah da geçer. Ecel gelince
takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, akibet gelir çatar.
İyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak
Allah'a tevekkül de, O'nun emridir. Tevekkül edenin muradı da, Allah'ın irade
ve rızasına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah da onun mükafatını büyütür.
Hakikat, Allah her şey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar
tahsis etmiştir ki o şeyi ona göre yürütür. O sınır ve miktardan ileri
geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki her şey hakkında geçerlidir. Ve her
şeyin hükmü, kıymeti Allah'ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk
arzetmektedir. Gerçekte bir şeyi bilmek de onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek
demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve itibarı yok
değilse de, bunlar, zatî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm
onun değil, Allah'ındır. Asıl ilim ve kudretine itimad edilecek; işler, hüküm
ve iradesine havale edilecek hakim, sebepler değil, sebepleri yaratan
Allah'tır. Her şey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen
kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah takdir
buyurmamışsa hiçbir şey diğerinde tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş ise,
Allah'tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah'ın yak dediğini
kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah'ın doyur dediğini kendi
miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki sebeplere itimad sonlu, Allah'a
itimad sonsuzdur. O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil,
Allah'a dayanmaktadır. Tevekkül de gururla kendini sayıp koyuvermek değil,
Allah'ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazifesine önem vermek, takva
sahibi olmak, kusurunu itiraf ile beraber, Allah'ın kudretine itimad edip
netice hakkında telaşa düşmeksizin, O'nun iradesine teslim olmaktır. Önce
"Kim Allah'tan korkarsa" sonra da "Kim Allah'a dayanırsa."
buyurulmasında buna bir işaret vardır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadisinde
"Deveyi bağla da tevekkül et." buyurulması da bu mânâyı
hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ her şeye bir ölçü takdir ettiği için her şey gibi
insana da gerek cinsine, gerek nevine, gerek toplumuna gerek ferdine, gerek
rızıklarına gerek fiillerine, gerek sözlerine gerek hallerine hep birer miktar
takdir buyurmuş ve birer sınır koymuştur ki, Allah'tan korkma ve O'na tevekkül
bile o ölçü ve değer dairesinde cereyan eder. Binaenaleyh, erkeğin de dişinin
de birer miktarı ve her birinin fiil ve hallerinde birer sınırı vardır. O
sınırı aşmaya kalkışan kendine zulmetmiş olur. Bu suretle Allah Teâlâ, iddete,
çıkarmaya, çıkmaya, kavuşmaya, ayrılığa, kederlere, sevinçlere, nasip ve
rızıklara hep birer miktar ve sınır takdir buyurmuştur. Bundan dolayı boşanan
kadınların iddetlerini de hayızlı, hayızsız ve hamile olup olmamalarına göre
ayrı ayrı birer miktar ile takdir etmiş, nafaka ve oturacakları evleri ona uygun
olarak emretmiştir. Bu sebeple "Hakikat, Allah her şey için bir ölçü
takdir etmiştir." hükmü, hem kendinden öncesini hülasa ve takviye
etmektedir, hem de kendinden sonrakine bir mukaddime ve tenbihtir. Allah'ın
takdiri böyle her şeyi önünden, arkasından ve hatıra gelmeyen yönlerden bağlar.
4. Şimdi boşanan kadınların iddetleri,
âdetleri yani hayızları hesabıyla Bakara Sûresi'nde geçtiği şekilde üç âdet
sayılacak olursa, hayızdan kesilmiş olan yahut hayız görmeyen veya gebe bulunan
kadınların iddeti nasıl sayılabilecek denirse onların iddetlerinin de miktarını
beyan için buyuruluyor ki hayızdan kesilmiş, yaşı ilerlemiş olup da artık hayız
görmekten ümidini kesmiş, "iyas" haline gelmiş kadınlarınızdan
boşanmış olanlar, çoğu defa örfe göre hayızdan kesilme yaşı elli beş ve altmış
olarak takdir edilmiştir. (Bakara Sûresi'nde bulunan (2/228) âyetinin tefsirine
bkz.) Eğer şüphe ediyorsanız, buradaki "Eğer şüphe ediyorsanız"
kaydı, ihtirazi (ilerisi için hesaba katılan bir kayıt) değil, bu meseleyi soranların
veya soracak olanların meydana gelen veya gelecek olan sorularına göre vukuu
(bir hadisenin cereyan tarzı)dur. Bu bir itiraz cümlesi demektir. Yoksa
hayızdan kesilip kesilmediklerinde şüphe ediyorsanız demek değildir. Zira
sığasıyla hayızdan kesilmenin bilindiği söylendikten sonra, "hayızdan
kesilmede şüphe ediyorsanız" demek olmayacağı bellidir. Buna göre mânâ
şöyledir: Bunların iddetlerinin nasıl olacağını kestiremeyip de müşkil görüyor,
tereddüd ediyor ve soruyorsanız biliniz ki onların iddetleri üç aydır. Üç ay
beklerler, bu müddet zarfında hamile oldukları ortaya çıkmazsa sonunda diğer
hususlarda olduğu gibi "Ya iyilikte tutun, ya da iyilikle ayrılın."
(Talak, 65/2) âyetine göre hareket edilir. Hayız âdeti görmeyenler de öyle üç
ay beklerler. Bu yukarıda geçen mübtedasına müfredin atfı suretiyle bağlanıp
haberi de "Onların iddeti üç aydır." cümlesinin olması caiz ise de,
buna o karine ile başka bir haber takdir edilerek "Âdet görmeyenlerin
iddeti de aynı şekilde üç aydır." şeklinde cümleyi cümleye bağlamak da
caizdir. Miktarda iştirak itibariyle önceki, hükümde müstakil olma itibariyle
de ikincisi daha uygundur. Bunlar gerek on yedi yaşından küçük olup henüz
büluğa ermemiş olduklarından dolayı hayız görmemiş olanları ve gerek büluğ
yaşının en üst sınırı olan on yedi yaşını geçmiş, binaenaleyh yaş itibariyle
büluğa ermiş oldukları halde âdet görmeyenleri kapsamaktadır. Bir veya iki kere
hayız görüp de sonra görmeyenlerde de sahih olan budur. Çünkü âdet düzgün
olduğunda muteber olur ki bunun da en azı üçtür. O halde üç defa hayız görüp de
sonra sürekli olarak hayızdan kesilmiş olanlara hayız âdeti görmemiş
denemeyeceğinden "temizlik süresi uzamış" denilir ki böylelerinin
iddeti müşkildir. Hanefiler bunun, hayız iddetine tabi olarak hayızdan kesilme
yaşına kadar beklemesinin gerekli olduğu görüşündedirler. Çünkü buna hayız
âdeti görmemiş denemeyeceği gibi hayızdan kesilme haline geldiği de söylenemez.
Ancak iddetten asıl kasdedilen, gebelik şüphesini kesin olarak ortadan
kaldırmak olduğuna göre, bunu gebelik müddetinin en fazlasından daha ziyade
bekletmek, hüküm koyucunun hikmetine uygun olmasa gerektir. Acizane kanaatim bu
gibi durumlarda hamilelik şüphesini dikkate alarak, hamilelik müddetinin en üst
sınırına kadar bekletmektir. Haml sahibeleri, hamli bulunan, yüklü, gebe
kadınlara gelince, gerek söz konusu edilen boşama ve gerek kocalarının vefatı
halinde olsun mutlak surette bunların ecelleri yani iddetlerinin sonu yüklerini
bırakmalarıdır. Mudğa (embriyonun gelişerek organların belirmeğe başladığı
safha) veya alaka (embriyonun rahim cidarına asılma safhası) halinde bir düşük
bile olsa yükü bırakma işi bitince o dakikada iddette bitmiş olur. İkiz de ise,
itibar sonrakinedir. Bakara Sûresi'nde geçen "Sizden ölenlerin, geride
bıraktıkları eşleri, kendilerinden dört ay on gün bekler.." (Bakara,
2/234) âyetinde kocaları vefat eden kadınların iddet müddetinin dört ay on gün
olduğu geçmişti. Burada ise mutlak olarak gebe olanların iddet müddetlerinin,
yüklerini bırakmalarına kadar olduğu beyan edilmiştir. Denildiğine göre Hz. Ali
ve İbnü Abbas (r.a) bu âyetin boşanmış kadınlar hakkında olduğunu kabul
etmişler, bununla beraber "kocaları vefat edip de gebe kalan kadınların
iddetinin, "eb'ad-ı eceleyn" "iki süreden en uzunu" yani
dört ay on gün ile yükü bırakmaktan hangisi daha uzun ise, onunla olacağını
söylemişlerdir. Şia'dan olan imamiyye de bu görüşü benimsemiştir. Halbuki Hz.
Ali ve İbnü Abbas bu âyetin yalnız boşanmış kadınlar hakkında olduğunu ileri
sürselerdi "eb'ad-i eceleyn" "iki sürenin en uzunu" yahut
"ahir-i eceleyn" "iki sürenin sonuncusu" diye iki iddetin
en uzun sürelerini kabul etmezlerdi. Bundan başka Buharî ve diğer kaynaklarda
şöyle nakledilmiştir: "Ebu Seleme b. Abdurrahman haber verip dedi ki:
"İbnü Abbas'a bir adam geldi. Ebu Hureyre de yanında oturuyordu. O adam
"Kocasından kırk gün sonra doğuran bir kadın hakkında bana bir fetva
ver." dedi. İbnü Abbas' "iki sürenin en uzun olanı kadar beklemesi
gerekir." diye cevap verdi. Ben de "Gebe olanların bekleme süresi,
yüklerini bırakmalarına kadardır." dedim. Ebu Hureyre de "Ben
kardeşim oğlu yani Ebu Seleme ile aynı görüşteyim." dedi. Bunun üzerine
İbnü Abbas, Gulam el-Kureyb'i Ümmü Seleme hazretlerine gönderip ona sordurdu.
Ümmü Seleme de dedi ki: "Sübeyatü'l-eslemiyye gebe iken kocası öldürüldü.
Sonra Sübey'a doğurdu. Nikahına talib olanlar olunca da Resulullah (s.a.v) onu
nikah ettirdi. Ebu's-Senabil de talibler arasında idi." Nesaî'nin
rivayetlerinden biri de şöyledir: Ebu Seleme b. Abdirrahman, İbnü Abbas ve Ebu
Hüreyre (r.anhüm) kocasının vefatı esnasında yükünü bırakan bir kadının
(Sübey'atu'l-eslemiyye'nin) iddeti hakkında fikir alışverişinde bulunuyorlardı.
İbnü Abbas, "İki sürenin sonuncusunu bekler." dedi. Ebu Seleme ise,
"Hayır! Yükünü bırakınca helal olur." dedi. Ebu Hureyre de ben
kardeşim oğlu ile aynı görüşteyim." dedi. Bunun üzerine durumu Hz.
Peygamber (s.a.v)'in hanımı Ümmü Seleme Hazretlerine ilettiler. Ümmü Seleme
dedi ki: "Sübey'atu'l-Eslemiye kocasının vefatından biraz sonra doğurdu ve
Resulullah (s.a.v)'dan fetva istedi. Resulullah da ona evlenmesini
emretti." Bu Sübey'atu'l-eslemiyye hadisini muhaddisler çeşitli yollardan
rivayet etmişlerdir. Yine Nesaî bu hadisi, Sübey'a'nın kendisinden hususi bir
senedle rivayet etmiştir: "Abbullah b. Utbe, Amr b. Abdillah b. Erkam
ez-Zühri'ye mektub yazdı ve "Sübey'a Binti'l-Harisi'l-Eslemiye'ye git,
Resulullah (s.a.v)'ın ona gebeliği hakkındaki fetvasından sor!" dedi.
Bunun üzerine Amr b. Abdillah Sübey'a'nın yanına vardı ve ona Abdullah'ın
istediği fetvayı sordu. Sübey'a da Resulullah'ın Bedir'de hazır bulunmuş
ashabından Sa'd b. Havle'nin nikahı altında olup, onun Veda Haccı'nda vefat
ettiğini, kocasının vefatından dört ay on gün geçmeden önce doğurduğunu ve
lohusalık halinden kalktığında Abdu'd-dar oğullarından bir zat olan
Ebu's-senabil'in yanına gelip kendisini süslenmiş görerek, "Zannederim
dört ay on gün geçmeden nikah arzu ediyorsun." dediğini haber verdikten
sonra dedi ki: "Ben Ebu Senabil'den bunu işitince Resulullah'a gittim
durumumu anlattım." Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Doğurduğun zaman
helal oldun."
Bundan başka İmam Malik, Şafiî, Abdurrezzak,
İbnü Ebi Şeybe ve İbnü Münzir rivayet etmişlerdir ki: "Gebe iken kocası
vefat etmiş olan kadın hakkında soruldu. İbnü Ömer dedi ki: "O kadın
yükünü bırakınca helal olur." Bunun üzerine Ensar'dan bir zat da ona Ömer
İbni'l-Hattab'ın şöyle söylediğini haber verdi: "Kadın, kocası
defnedilmeden tabutunda iken bile doğursa helal olur." yani iddeti biter
nikahı helal olur.
Buharî, Ebu Davud, Nesaî ve İbnü Mâce, İbnü
Mes'ud (r.a)'dan rivayet etmişlerdir ki: "Suretü'n-Nisai'l-Kusra
"Kısa Nisâ Sûresi" (yani Talak Sûresi) Bakara Sûresi'nden sonra nazil
oldu." Buhârî'nin lafzında ona ruhsat yapmıyorlar da tağliz mi yapıyorlar?
(Yani ona izin vermiyorlar da hakkında kaba söz mü söylüyorlar?) Yemin ederim
ki, Kısa Nisâ Sûresi tuladan (yani en uzun sûre olan Bakara Sûresi'nden) sonra
nazil oldu. "Hamile olanların iddet süreleri, karınlarındakini doğuruncaya
kadardır." Nesaî'nin diğer bir lafzında şöyle denilmiştir: "Her kim
dilerse yardım ederim. âyeti, başka değil, kocası vefat edenler âyetinden sonra
nazil oldu." Bir lafzında da şu cümle yer almaktadır, "Kısa Nisâ
Sûresi, Bakara Sûresi'nden sonra indirildi." İbnü Mâce'nin lafzında da
şöyle zikredilmiştir: "Vallahi dileyene yardım ederiz. Kısa Nisâ Sûresi
başka değil (Bakara, 2/234) âyetinden sonra nazil oldu." İşte meselenin
anahtarı, bu sahih rivayetlerle sabit olan iniş tarihi ile Resulullah
(s.a.v)'ın Veda Haccı senesindeki fetvasındadır. Demek oluyor ki Kısa Nisâ
Sûresi ismi de verilen söz konusu Talak Sûresi, özellikle bu âyet, Bakara
Sûresi'nden sonra indirilmiş olduğu için o sûrede bulunan, kocası vefat eden
kadınların iddet müddeti hakkındaki "dört ay on gün" âyetinin
umumundan gebelere ait olan kısmını bu âyetin genel mânâsı açıkça beyan etmektedir
ki böyle daha sonraki bir tarihle yapılan beyan, Usul ilminde tebdil
(değiştirme) beyanı denilen nesih kısmına dahil olduğu için, gebeliği konu
edinen âyetin umumu, vefat âyetinin umumundan bir noktayı değiştirmek suretiyle
neshetmiştir. İbnü Abbas başta iki rivayet arasında tereddüt ettiğinden
ihtiyatlı davranarak "âhiru'l-eceleyn" "iki sürenin
sonuncusu" demiş isede Hz. Peygamber (s.a.v)'in hanımlarından olan Ümmü
Seleme (r.a)'den sorulması üzerine, Resulullah'ın fetvası anlaşılmıştır. Buna
göre gebe kadınların boşanmada da, kocalarının ölümü halinde de iddet
müddetleri, yüklerini bırakmaları ile tamam olur.
Her kim Allah'tan korkar, emirlerini tutar,
haklarına saygı göstererek korumasına sığınırsa Allah ona işinde bir kolaylık
verir. İşini kolaylaştırıp yararlı işler yapmada başarılı kılarak dünya ve
ahiret kolaylığı sağlar.
5. Bu zikredilen hükümler Allah'ın emridir onu
size indirdi, diğer ümmetlerde yoktu. Hz. Muhammed ile onun ümmetine indirdi ve
her kim Allah'tan korkar emir ve hükümlerini korursa Allah onun kabahatlerini
tarafından keffâretleyip örter. Çünkü "iyilikler kötülükleri
giderir.." (Hud, 11/114) buyurulmuştur ve onun mükafatını büyütür, katlar.
Bu sûrede böyle takva tavsiyelerinin her birinde dikkat çeken husus, müjde ve
tehditler beraberce zikredildiğinde birkaç defa tekrar ve teyide
(kuvvetlendirmeye), aile hukukunun, kadın ve boşama işlerinin hususi önemine ve
bu konudaki dikkatsizliğin, "Allah'ın yanında en sevimsiz helal,
boşamadır." hadisiyle de anlatıldığı gibi birtakım adi bahanelerle talak
salahiyyetinin kötüye kullanılmasındaki mahzurların ve bu yüzden uğranılacak
müşkillere göğüs gerilmesindeki mükafatın büyüklüğüne ve onun için gerek aşk ve
muhabbet, gerek kin ve nefret sebebiyle Allah korkusu, vazife hisleri
unutuluvermeyip her hususta Allah'ın emirlerine itina gösterilerek, takva
yolunun tutulması ve korunma çarelerininin aranması gereğine sıkı sıkıya işaret
etmesidir. Böylece gerektiğinde boşama gerçekleştiği takdirde önce (Talak,
65/1) âyetinde buyurulduğu gibi burada da yine korunma yollarından olmak üzere
buyuruluyor ki
6. onları: yani boşanıp da iddet içinde
bulunan kadınları, boşamadan önce olduğu gibi gücünüzün yettiğinden, kendi
oturduğunuz yerin bir kısmında oturtun.
Vücd, insanın gücü, gücünün yetebildiği
varlığı demektir. Buna göre kadının kocasına gücünün yetemeyeceği bir ev teklif
etmeğe de hakkı yoktur. Sonra belli ki bu emirler, sağ kalanlaradır.
Binaenaleyh kocası vefat eden kadının iddetinde ikamet yeri ve nafaka talebinde
bulunmaya hakkı yoktur. O varisler arasında bulunduğu için tereke (ölen
kimsenin bıraktığı şey)den hissesi ne ise onu alır. Bu konuda bilgi için
"İçinizden ölüp geriye eşler bırakanlar eşlerinin, (evlerinden)
çıkarılmaksızın bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyyet
etsinler..." (Bakara, 2/240) âyetinin tefsirine bkz.) Bununla beraber
üzerlerinde tazyik yapmak, bezdirmek için onlara zarar vermeye kalkışmayın ve
eğer o iddet bekleyen boşanmış kadınlar gebe iseler ki o gebelik gerek boşama
esnasında veya daha önce bilinmiş olsun ve gerek iddet içinde anlaşılsın,
kadının bunu gizlemeyip haber vermesi gerekmektedir.
Zira "Eğer Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine
helal olmaz..." (Bakara, 2/228) âyeti de bunu ifade etmektedir. İşte böyle
hayzın kesilmesi ve gebelik gibi kendine ait hususlarda kadının sözü tasdik
edilmelidir. O halde onlar ta yüklerini bırakıncaya kadar kendilerine, infak
ediniz nafakalarını veriniz. İddetin asıl gayesi, gebe olup olmadığını ortaya
çıkaracak bir zaman bekletmek olduğu için, gebe olduğu anlaşılınca artık onu üç
hayız bekletmeye gerek kalmayacağı gibi, üç ay ile de yetinilmeyip az veya çok
miktarda, ta yükünü bırakıncaya kadar infak etmek gerekir. Boşama tarihinden
itibaren gebelik müddetinin en azı altı ay, en çoğu ise Hanefilere göre iki
sene, Şâfiîlere göre dört senedir. Buradaki "eğer onlar galebe
iseler" şartı, mutlak harcama emrinin sebebi değil, "yüklerini
bırakıncaya kadar" gayesiyle şartlı infakın sebebidir. Onun için bu şartın
zıt mânâsı, gebe olmayan boşanmış kadınlara iddetlerinde, ikamet için ev lazım
ise de nafaka gerekmezmiş gibi bir anlam ifade etmez. Bilakis uzun olabilecek
iddetin sonuna kadar infak emrinin ibare (metin parçası) ile müdafaası,
iddetleri daha kısa olan kadınlara bekleme sebebindeki iştirakten dolayı,
infakın vacib olduğunu delalet yoluyla anlatır. "Onları çıkarmayın,
oturtun" buyurulması da, bu hususun yine işaret yoluyla alâmetidir. Çünkü
evden çıkarmayı yasaklamak, oturtmanın gereklerinden birinin de infak olduğunu
kolayca anlatmaktadır. Böyle iken burada gebelik şartının açıklanması, şu
nükteleri ifade eder.
Birincisi, iddet bekletip infak etmekten asıl
maksadın, gebelik olduğunu göstermektir.
İkincisi, Uzama ihtimali bulunan gebeler
hakkında şüpheyi ortadan kaldırmaktır.
Üçüncüsü, boşama olmasa bile gebe olanlara
özel bir itina ile bakılmasına işaret etmektedir.
Dördüncüsü, de şu meseleyi ayrıntılarıyla
anlatmak içindir: Doğurduktan sonra çocuğu şayet sizin için yani siz babaların
hesabına emzirirlerse o vakit onlara emzirme ücretlerini verin. Buna göre çocuk
dünyaya gelince ona baktırmak, infak etmek vazifesi esas itibariyle babalara
aittir. Murdıayı, yani emzirecek süt anayı baba tutacak, masrafını baba verecektir.
Ananın da hıdane, yani çocuğu kendi kucağında bulundurup ona fiilen bakma hakkı
vardır. Çocuğun hakkı da evvela ana sütünü emmektir. Onun için boşanmış olan
ana, çocuğa bakma hakkını kullanıp da babanın hesabına olarak ücretle o çocuğu
emzirecek olursa, babanın o çocuğu ondan almayıp süt emzirme ve bakım ücretini
vermesi gerekir. Yok eğer babası hesabına değil de ana kendi hesabına emzirecek
olursa o zaman babanın çocuğun anasına ücret vermesi gerekmez. Yalnız baba,
emzirme ücretinin dışında giyim ve diğer masraflarını verir ve bütün bunların
aralarında kararlaştırılması lazım gelir. Onun için buyuruluyor ki Ve iyilikle,
yani iki tarafın durumuna uygun ve çocuğun menfaatını gözeterek güzel bir
şekilde, ne baba tarafından cimrilik, ne ana tarafından zorluk
gösterilmeksizin, aranızda müşavere edin, gereken ücreti ve çocuğun nafakasını
kararlaştırın, boşanıp ayrıldık diye küsüp birbirinize zorluk çıkarmayın ve
eğer birbirinize zorluk çıkaracak olursanız baba cimrilik edip gerekeni vermez
veya ana fazlasını ister, emzirmeye nazlanır veya emzirmek istemezse o zaman
onu babanın hesabına diğer bir emzikçi kadın emzirecektir. Emzikli bir kadın
tutulacaktır. Baba diğer bir süt anası bulup emzirtecek ve ona gereken ücreti
vermeye mecbur olacaktır. Bu takdirde ise ana çocuğuna analık etmemiş, şefkat
duygusu beslememiş, Allah'ın kendisine vermiş olduğu sütü yavrusundan esirgeyip
fazla para ile satmak alçaklığına düşmüş olacağı gibi, çocuğunu anasından
esirgeyen ve gücünün yetebileceği ücreti vermeyip zorluk çıkarmış olan baba da,
evladını hem yabancı ellere düşürmeye sebebiyyet vermiş hem de yine ücret ve
nafaka vermeye, belki anasına vermek istemediğinden fazla vermeye mahkum
olacaktır. Ancak çocuk anasından başka kadının memesini almadığı takdirde onu
emzirecek diğer bir kadın bulunanamış demek olacağından, bu durumda çocuğun
ölümüne meydan vermemek için ana takdir edilecek bir ücrette emzirmeye hakim
tarafından zorlanır.
7-11. Genişliği bulunan kimse genişliğinden
infak etsin, bu âyet bütün nafaka meselelerinde uygulanabilir bir hükümdür.
Yani emredilen infaklardan hangisi olursa olsun infak ile sorumlu bulunan
kimsenin, hali vakti müsait olup da malca genişliği varsa genişliğine göre
nafaka versin. Bütün genişliğini versin değil, genişliğinden yani "Ve
onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta
bir yol tutarlar." (Furkan, 25/67) âyetini unutmayıp ne israf ederek ne de
kısarak değil, orta bir yol tutarak uygun olanı versin rızkı kısılmış olan
kimseler de Allah'ın ona verdiğinden infak etsin; orta halli olan orta halli,
az olan da az versin. Çünkü Allah kimseye verdiklerinin dışında bir şey teklif
etmez; her hususta böyle olduğu gibi infak teklifleri de böyledir. Zengin
zenginliğine göre, fakir de fakirliğine göre sorumlu olur. Borç bulabilirse
sonradan vermek üzere iyi niyetle borç eder. Bu da bir bakıma Allah'ın ihsanı
sayılır Allah bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır. Binaenaleyh
fakirler ve fakir aileleri de bulabildiklerine kanaat ederek ve sabrederek
ilerisi için Allah'tan ümidi kesmemeli, zenginler de böylelerini ihmal
etmemeli, zekat, sadaka ve yardımlarıyla gözetmeli, zengin ve fakir hepsi
Allah'tan korkarak çalışmalıdırlar.
Kadın, aile ve infak işlerinde bozukluk,
ahlâksızlık, idaresizlik, Allah'ın emirlerine isyan ile haksızlık ve
azgınlığın; bir toplumun, bir medeniyetin bir memleketin yok edilmesine yol
açan sebeplerden olduğu anlatılmak suretiyle bu sûrede yer verilen hükümlerin
bir taraftan önceki Teğâbun Sûresi'ne bir taraftan de gelecek olan Tahrim
Sûresi'ne bağlanmak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
8- Nice kent var ki Rablerinin ve O'nun
elçilerinin emrine başkaldırdı, biz de onları çetin bir hesaba çektik ve onlara
görülmemiş şekilde azab ettik.
9- İşlerinin vebalini tattılar. İşlerinin
sonucu tam bir hüsran olmuştur.
10- Allah onlara şiddetli bir azap
hazırlamıştır. O halde ey inanan akl-ı selim sahipleri! Allah'tan korkun, Allah
size bir uyarıcı gönderdi.
11- Size Allah'ın açık açık âyetlerini okuyan
bir elçi (gönderdi) ki inanıp faydalı işler yapanları, karanlıklardan aydınlığa
çıkarsın. Kim Allah'a inanır ve yararlı iş yaparsa (Allah) onu, altlarından
ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. Allah ona gerçekten
ne güzel rızık vermiştir.
12- Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onlar
kadarını yarattı. Emir bunlar arasında iner ki Allah'ın her şeye kâdir olduğunu
ve Allah'ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz.
8. Yukarılarda da geçtiği gibi karye,
Kur'ân'da köy, şehir, ve memleket gibi cemiyyet ve medeniyyet mahalli olan
yerlere ve halkına denir. Bu kelime esasen toplanmak mânâsından alınmıştır.
Rağıb der ki: "Karye, insanların toplandıkları yerin ve insanların tamamının
ismidir ve bu mânâlardan her biri için kullanılır." "Şehre
sor.." (Yusuf, 12/82) âyetindeki "karye" kelimesini
müfessirlerin çoğu, şehir halkı diye tefsir etmişlerdir. Bazıları da demiştir
ki: "Hayır burada karye, kavmin kendisidir." "Allah öyle bir
kenti misal olarak anlattı: Güven içinde, huzur içinde idi; her yerden rızkı
bol bol kendisine geliyordu.." (Nahl, 16/112), "Nice şehirler var
ki... " (Muhammed, 47/13) âyetleri bu minval üzeredir.
"O kurayı helak edecek değildi."
(Hûd, 11/117) sözünde ki kura da o, medeniyyet yeri olan şehrin, memleketin
ismidir. "O kura halkı..." (A'râf, 7/96); "Şu, halkı zalim olan
karyeden.." (Nisâ, 4/75) âyetleri de böyledir. Kadılardan biri Ali b.
Hüseyn (r.a)'in yanına gelip Allah Teâlâ'nın "Onlarla, içinde bereketler
yarattığımız memleketler arasında, görünen şehirler var ettik..." (Sebe',
34/18) âyetinden haber ver, bunun hakkında âlimlerimiz yani ehl-i beyt âlimleri
ne diyorlar? diye sormuş. Onun da cevaben Mekke dediğinin hikayesi şöyle
nakledilmiştir: "Sonra gördün mü? dedi. "Neyi" dedim.
"Ancak adamları kasdetti." dedi. Bunun üzerine ben "O Allah'ın
kitabında nerede?" diye sordum. Cevaben dedi ki: "Allah Teâlâ'nın
"Nice kentler, Rablerinin ve O'nun elçilerinin emrine başkaldırdı..."
kavlini işitmedin mi?" Kısacası burada karye, bir medeniyet merkezi olan
şehir, hatta şehirlerin oluşturduğu memleket halkı, kavim veya hükümdarlar
mânâsına "şehir halkı" demektir. Çünkü Allah'ın ve peygamberlerinin
emirlerine karşı gelerek isyan etmek, mekanın değil, o mekanda bulunanların
işidir. Azabı tadan onlardır. Onların yüzünden memleketlerinin de harap
olduğuna işaret için karye denilmiştir. Azgınlık, dikbaşlılık demek olan
utüvv'den bir zikir, hiç unutulmayıp gereğince amel edilmesi lazım gelen bir
öğüt, Kur'ân, yahut bir müzekkir; öğüt verici, ihtar ve nasihat edicidir. Bu
surette yukarıdaki zikri beyan etmektedir, evvelki surette ise, "Bir
peygamber gönderdi." mânâsıyla inzalden bedeldir. Resulden murad, Resul-i
Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v)'dır. "Resul" kelimesindeki tenvin,
yücelik ifade etmektedir. Peygambere nazaran Resul de, Cibril'dir.
12. "Allah O'dur ki, yedi gök
yarattı." Sema, esasen yüksek demek olup yer üzerinde duran kimselerin baş
tarafını kuşatan yüksek âlemlerin ismidir ki Türkçe'de buna gök denilmektedir.
"Seb'a semavat" "yedi gök" tabiri, yedi göğün varlığını
ifade etmekte kesin olmakla beraber, daha ötesinin yokluğunu göstermez. Yani
fazlalığı ortadan kaldırmaz. Çünkü müfessirlerden çoğunun zikrettiği ve Usul
ilminde de beyan edildiği üzere sayıların mânâsı, karine (alâmet) bulunmadıkça,
muteber olmayan mefhum-ı muhalif (zıt mânâ) cümlesinden sayılmaktadır. Kitap ve
sünnette de yedi göğün daha ötesinin bulunduğuna işaret eden deliller vardır.
Ayetü'l-Kürsî, Kürsî'nin göklerden ve yerden daha geniş olduğunu gösterdiği
gibi, Kürsî'nin de Arş'ın içinde, sahradaki bir halka gibi olduğunu ifade eden
hadisi de bilinmektedir. Gökler o kadar geniştir ki, "Seb'a semavat"
tabiriyle hepsinin genel görünümü kasdedildiği surette yere ışığı yetişebilen
bütün yıldızların sahası, dünya göğü denilen en aşağısından ibaret kalır.
Nitekim "Biz yakın göğü bir zinetle yıldızlarla süsledik." (Saffât,
37/6) âyetinin tefsirinde bu hususa işaret edilmişti. Fakat sayı mânâsı hesaba
alınmayarak "seb'a semavat" denildiği zaman da ilk akla gelen mânâ
umumiyetle, bilinen yedi gezegenin yörüngeleriyle ayırdedilen bölgelerdir.
Güneş iki husustan dolayı bunların ortasında mütalaa edilir. Gerek yer ve gerek
güneş bakımından üçü yakın, üçü de uzaktır. En uzakta bulunan Zuhal mıntıkası
ve daha ötesi, yedinci demektir. Bunların böyle yedi sayısı ile ifade
edilmesinde hem umumiyetle bilinenleri göstermek, hem de ötede bulunan güneşin
merkeziyetine bir işaret vardır. Şu halde Zuhal'in ötesinde Uranus ve Neptun
gibi daha başka gezegenler bulunması, yedi göğün varlığını bozmayacağı gibi
"yedi gök" âyeti de de gerek mefhum-i muhalifin (zıt mânânın) muteber
olmaması ve gerek onların da zikredilen nüktelere dayanan yedinci gök sınırında
itibar edilebilmesi haysiyyetleriyle daha başka gezegenlerin bulunabilmesine
engel olmaz. Evet iman edip yararlı işler yapan müminleri altından ırmaklar
akan cennetlere ebedi olarak koyacak, kendilerine güzel güzel rızıklar ihsan
edecek olan Allah, O Allah'tır ki, yedi göğü yaratmıştır. Yerden de onlar
kadarını yaratmıştır. Buradaki in hem beyaniyye hem de ibtidaiyye olması
mümkündür. Misliyyette de sayıda, yani yedilikte bir benzemenin olduğu açıkça
görünürse de "İş bunlar arasında iner.." (Talak, 65/12) beyanından
anlaşıldığına göre vasıfta da bir benzeme ihtimali söz konusudur. Müfessirlerin
çoğunluğu, in beyaniye, benzemenin sayıda ve bazı vasıflarda olduğunu kabul
ederek ve bazı hadislerden de delil getirerek demişlerdir ki: "Yedi gök
olduğu gibi yedi de yer vardır. Her birinin arasında yer ve gök arası kadar bir
mesafe ve her arzda Allah'ın mahlukatından yaratıklar vardır. Bizim
anlayacağımıza göre esasen gezegenlerden her biri kendi göğü dahilinde bir arz
gibidir ve onlarda da Allah'ın yarattığı canlılar vardır. Ancak buralarda
insanın olup olmadığını Allah bilir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette
"Yedi arz denizlerle ayrılmıştır ve hepsini gök kaplar." denilmiş
olması da bu anlamda olmalıdır. Denizlerle kasdedilen de, hava ve buhar gibi
"kör dalgalar" da denilen hava denizlerinin olması gerektir ki, İbnü
Abbas da bu gök denizlerinden söz etmiştir. Ancak bu ifadenin Asya, Afrika,
Avustralya, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Kuzey kutbu ve Güney kutbu kıtaları
gibi yerin az çok denizle ayrılmış olan kıtalarına işaret etme ihtimali de
vardır. Dahhak gibi diğer bazı müfessirler de yedi arz tabakası arasında açılma
olmaksızın, tabaka tabaka birbirlerine benzer olduklarını söyleyerek
"Yerden de onlar kadarını..." âyetinde de bu şekilde arzın
tabakalarına işaret edildiğini ileri sürmüşlerdir. Bazıları da "akalim-i
seb'a" "Yedi bölge" diye tabir ettikleri eski bölge taksimatına
ihtimal vermek istemişlerdir. Ebu's-Suud'un naklettiğine göre Kurtubi demiştir
ki: "Önceki, yani her arz arasının, yer ve gök arası kadar bir mesafe ile
açık olması en doğru bir görüştür. Çünkü Buharî ve diğer kaynaklarda rivayet
edilen haberler bu görüşün doğruluğunu göstermektedir ki şu haber de bu
cümledendir." "Hz. Peygamber (s.a.v) girmek istediği herhangi bir
yerleşim birimini gördüğü anda hemen şöyle derdi: "Ey O yedi göğün ve
onların kapladığı şeylerin Rabbi, hem yedi arzın ve onların taşıdıkları
şeylerin Rabbi, hem şeytanların ve onların aldattıkları şeylerin Rabbi hem
rüzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi olan Allah'ım! Senden bu şehrin (köy
veya kasabanın) hayrını ve halkının hayrını ve onun içinde bulunan kimselerin
hayrını dileriz. Ve onun şerrinden ve halkının şerrinden ve onun içindekilerin
şerrinden sana sığınırız."
Kur'ân'da bu âyetin dışında arzın yedi tabaka
olmasına işaret eden başka bir âyet görülmüyor. Yer ve göğü konu edinen âyetlerde
bazen diye ikisi de müfred olarak zikredilmiş olmakla beraber çoğu zaman
şeklinde gökler çoğul, arz ise hep tekil olarak getirilmiştir. "Yedi
arz" ifadesine ise ancak hadis ve haberlerde rastlanmaktadır. Bu arada
delil getirmeye uygun olmayacak derecede gayr-i sahih (sahih olmayan), garib,
zayıf, mevzu (uydurma) ve bazen de temsili bir takım haberler de yok değilse
de, Kurtubi'nin dediği gibi muhaddislerin sahih kabul edip rivayet ettikleri
hadisler de mevcuttur. Bu sahih haberler söz konusu âyetin işaretiyle
birleşince, arzın birden fazla olduğunu kabul etmek doğru olur. Böyle iken
Kur'ân'ın diğer âyetlerinde "gökler ve yer" denildiği gibi bu âyette
de "yerden" diye arz müfred olarak getirilmiş de "gökler kadar
yerler" veya "yedi gök ve yerler" denilmemiş olmasının hikmetini
de düşünmek gerekir.
Allah bilir ya bunun nüktesi şu olabilir: Gök,
yükseliş meydanı, yükselme sahası olan üst tarafı; arz, ağırlık menzili ve
düşüş yeri olan alt tarafı işaret etmektedir. Emrin iniş hükmüne göre hikmet
ölçeğinde her oluşum için iniş ve düşüş merkezinin bir noktadan ibaret olması
sebebiyle bize göre altımızda bir iniş noktası, düşüş ve ağırlık, merkezi olan
arzımız tek olup buna karşılık tepemizde duyularımıza yansıyan, ruh ve
şuurumuza delil ufuklarından doğarak kalbimizi şahidler ötesindeki gayb
hakikatine yükseltmek veya yere indirmek için kuşatıp çırpındıran gökler birden
fazladır. Böylece, cisimlerin hangisinden bakılsa yine yeri teşkil eden arz bir
ve onu çepeçevre kuşatan gökler birden çoktur ve bunların hepsi de Allah
Teâlâ'nın ilim ve kudretiyle ihata edilmiştir. Onun için ifadeye öyle bir şekil
verilmiştir ki bir zemin üzerinde türlü türlü manzaralarıyla bakışları kuşatan
ve neresinden bakılsa bakış noktası gözetilmek şartıyla yüksek hakikatler
arzeden yedi gök gibi şekil ve tabakaları ihtiva etmektedir.
Beyaniyye olduğuna göre "el-Arz"dan
maksat, lâmın cins için olup arz cinsini ifade ettiğini, bu cinsin yahut
bazısının yedi göğe olan benzerliğini ve o yedinin bizim arzımızla olan cins
birliğini anlatır. Bu yöndeki benzerliğin yalnız sayıdan ibaret kalmayıp, bazı
hususi vasıflarda da olduğu anlaşılmaktadır. En sahih olarak kabul edilen bu
ihtimale göre, arzımızın gezegenlerle, gezegenlerinde arzımızla bir cins
birliği ve göklerle de bir benzerliği bulunduğu neticesi, ortaya çıkar. Bundan
da arzımızın bir gezegen ve gezegenlerin az çok arzımız gibi, kendi âlemlerinde
birer ağırlık merkezi, bazı yaratıklara mesken ve bazı eserlere konak yeri olan
maddî ve en azından maden ve nebatları içeren birer cisim oldukları
sezilebilir. İkinci bir ihtimal de, "el-Arz"daki "Lâm"ın
ahd için olup arzın, yalnız bizim arzımızdan ibaret olduğunu ifade eder ve buna
nazaran da arzımızın kıtaları, tabakaları ve bölgeleri itibariyle yedi göğe
benzerliğini gösterir. Ki bu da bizi birçok araştırma yapmaya sevkeder. Bu
mânâlarda in ba'ziyyet mânâsı da düşünülüp düşünülmemesine göre de birer fark
meydana gelir. Bizce bu anlamların hepsi doğrudur.
Diğer bir ihtimal de in ibtidaiyye olmasıdır
ki müfessirlerden buna karşı çıkanı görmedim. Bununla beraber lisan itibariyle
bunun da doğru olabileceğinden şüphe etmiyorum. Bu surette de "Onu
topraktan yarattı, sonra "Ol" dedi, artık olur.." (Al-i İmrân,
3/59) ve "Sizi ondan yarattık..." (Tâhâ, 20/55) âyetleri kabilinden
olarak arzdan insanın yaratılışını ve onun nefsinde, üstündeki gökleri hususi
ve mantıklı bir şekilde cisimlendiren ve düşündüren şuur ve idrak
görüntülerinin yaratılışını ifade etmiş olur ki bu da beş duyu, akıl ve vahiyle
birlikte yediden aşağı değildir. Ve yedi gök tabakasının böyle birbirine uygun
olan ruhi işlere ait mertebelere göre düşünülmesi gibi bizim için pek önemli
olan bir bakış açısını da gösterir ki, göğe ait haberlerde tasadüf edilen
sözleri bir dereceye kadar tasavvur edebilmek için bunun faydası vardır.
Aralarına yavaş yavaş emir iniyor "Ve her göğe emrini vahyetti..."
(Fussilet, 41/12) buyurulduğu şekilde o yedi gökle arzdan da bir o kadarı
arasında, gerek hepsine ve gerek her biriyle ilgili olan, umumi, hususi bütün
hareket ve sükunları, hadise ve işleriyle tedbir ve idarelerine, kısacası kaza
ve kaderleriyle alakalı olan ilâhî emir ve Rabbani vahiy inip duruyor. Buradaki
kelimelerine de dikkat etmek gerekmektedir. Bunda bizim arzımızla beraber,
dahil olduğumuz ve güneş sistemi diye ifade ettiğimiz cisimler manzumesinin
genel ve özel konumlarına bir işaret ve yaratılmalarından sonra onlarda
beraberce yahut tek olarak veya karşılıklı bir denge içinde cereyan eden bütün
mukadderatın, gerek onlarda kalan ve gerek bize kadar gelen ışık, hararet ve
saire gibi bütün işlerin, onların tabiatlarında olan bir iş olmayıp bu
manzumeden daha yüksekleriyle de ilgili olarak "De ki: Ruh Rabbimin
emrindedir..." (İsrâ, 17/85) âyetinde buyurulan ruh gibi Allah katından
inen bir emir olduğuna, böylece Kur'ân'ın, bu emirlerin de göklerin üstünden
inen nur gibi Hz. Muhammed'in kalbine indirilmiş bulunduğuna tenbih edilmiştir.
Onun için bunların bizim ruhi işlerimizle bilhassa alakası anlatılmak üzere
buyuruluyor ki O yaratma ve emrin inmesi, şunu bilmemiz içindir ki Allah her
şeye kâdirdir. Binaenaleyh iman edip yararlı iş yapan müminlere olan vaadini
yerine getirmeye de kâdirdir. Ve Allah her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. Zira bütün
o yüce ve alçak, cismani ve ruhani kâinatın yaratılış ve düzeni, o bilimsel
işlerin yayılması, hepsine hakim bir kudretin ve hepsinin içi ve dışıyla bütün
hakikatını, başını ve sonunu kuşatıcı bir ilmin delil ve burhanıdır.
Binaenaleyh bütün bu hükümleri, o ilim ile takdir etmiş ve kanun yapmış, o
kudretle indirmiş ve tebliğ buyurmuştur.
Burada Talak Sûresi bitti. Talakın
sonuçlarından birisinin de haramlık olması münasebetiyle aşağıda geleceği gibi
bunu, yemin ve yine bazı aile hususlarıyla ilgili olan Tahrim Sûresi takip
edecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Talak Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.