Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Tahrim Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
66-TAHRİM:
Ey Peygamber! Bu nidâ her şeyden evvel bir
ta'zim hitabıdır. Sonra da yapılacak ihtardan asıl maksadın kendi şahsı
itibarıyle değil, nübüvvet vasfı itibariyle ümmete tebliği istenen hüküm
olduğuna işarettir.
Niçin haram ediyorsun? Muzâri sîgası hal
mânâsı ifade etmekle beraber, istikbâle de ihtimali vardır, binaenaleyh bu sözün
mânâsı, "niçin haram kılıyorsun?" demek olabileceği gibi, "niçin
haram kılacaksın?" şeklinde de olabilir. Cümlede yer alan soru edatı da
inkâr anlamındadır. Bundan dolayı nehiy ifade etmektedir. Yani "İyi
değildir, böyle yapma!" demektir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi
tahrim, itikâdî, sözlü veya fiilî olabilecek nitelikte inşâî (dilek kipiyle
yapılan) bir haramlıktır. Allah'ın haram kıldığını, kimsenin helâl kılma
selahiyyeti olmadığı gibi, helâl kıldığını da haram etmesi sözkonusu değildi.
Zira "Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymazlar ve hak dini din
edinmezler." (Tevbe, 9/29); "Allah'ın haram kıldığının sayısını
çiğnemek ve onun haram kıldığını helâl kılmak için.." (Tevbe, 9/37)
âyetlerinde de geçtiği gibi Allah'ın hükmüne karşı haramı helâl veya helâlı
haram itikad edecek yahut ettirecek şekilde bir haramlık meydana getirmeğe
kalkışmak, küfür veya sınırlı olarak nehyedilmiş olduğundan bu husus, Peygamber
şöyle dursun, müminler hakkında bile düşünülemez. Binaenaleyh burada tahrimden
maksat, esas itibariyle fiilî, yahut terkedilmesi helâl olan sözlü veya fiilî
bir tahrimdir. Sözlü tahrim, ya "şu haramdır" gibi ihbâr sigasıyla,
veya "bana haram olsun" gibi inşâ şeklinde bir sözle olur. Sırf ihbar
kasdıyla söylendiği zaman "Helâl olan şu şey bana haramdır." demek
bir yalan olur, tahrim olmaz. Fakat aldım, sattım, boşadım ve haram ettim gibi
ihbârlardan inşâ kasdedilebildiği takdirde, yahut "haram olsun" gibi
inşâ sigasıyla söylendiğinde, bu bir yemin olur. Zemahşerî, tefsirinde sözlü
olarak haram kılma hakkındaki görüşleri özetleyerek der ki: "Helalı haram
kılmanın hükmü, Ebu Hanîfe'ye göre, her şeyde yemin demektir. Bir kimsenin
haram kıldığı şeyde maksada itibar edilir. Şayet bir yemeğe tahrim etmişse, onu
yememeye; cariyesini kendisine haram kılmışsa cimâ etmemeye, karısını haram
kılmışsa belli bir niyyeti olmadığı takdirde onun hakkında "îlâ"ya
yemin sayılır. Zıhâra niyyet ederse zıhâr, talaka niyet ederse bâyin bir talak
vuku bulur. İkiye veya üçe niyet ederse, aynı şekilde niyeti tahakkuk eder.
Yalan söyledim derse o Allah ile kendisi arasındadır, yahut niyetine bırakılır.
Fakat kazaya gelince îlânın iptaline gidilmemesi dinin gereği olur. "Her
helâl bana haramdır." derse, bir niyeti olmadığı takdirde yiyecek ve
içecek için, niyeti varsa niyetine göre yemin olur." Şâfiî, tahrimi yemin
saymamış, lâkin yalnız kadınlar hakkında keffârete sebeb saymıştır. Ona göre
boşamaya niyet ederse ric'î talak meydana gelir. Ebu Bekr, Ömer, İbnü Abbâs ve
İbnü Mes'ûd (r.a)'dan nakledildiğine göre "Haram kılmak, yemin
demektir." Ömer'den: Boşamaya niyet ederse ric'idir, Ali'den: Üç talak
vuku bulur, Zeyd'den: bâyin bir talaktır, Osman'dan: Zıhâr meydana gelir
şeklinde rivayetler vardır. Ayrıca Mesrûk ve Şa'bî de böyle bir durumda
herhangi bir şeyin vuku bulmayacağı görüşündedirler.
Çünkü onlar "Allah'ın size helâl kıldığı
iyi ve temiz şeyleri haram kılmayın..." (Mâide, 5/87) ve
"Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında "Bu helâldir,
bu da haramdır." demeyin..." (Nahl, 16/116) âyetlerini delil getirerek
Allah'ın haram kılmadığını kimse haram kılamaz, kılarsa onun haram etmesiyle
haram olmaz demişler ve Resulullah'ın tahriminin yeminle gerçekleştiğini ileri
sürmüşlerdir." Ancak burada şunu söylemek lazım ki "Allah, kasıtsız
olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat
bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar..." (Mâide,
5/89) ve "Allah sizi, yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan dolayı sorumlu
tutmaz. Lâkin kalplerinizin kazandığı şeyler ile sorumlu tutar..."
(Bakara, 2/225) âyetleri gereğince yemin ile haram kılmak da, Allah'ın haram
kılması cümlesindendir. Yeminler de örfe dayalıdır. İhtilâfın da kaynağı budur.
Fiilî tahrime gelince şöyle tarif edilebilir: Hiçbir şey söylemeksizin bir
helâlden kendisini veya başkasını menetmeye denir. Mesela, gerektiğinde kendi
helâl malını yemekten çekinmek veya birisini su içmekten zorla menetmek, fiilî
bir tahrimdir. Nitekim "Biz daha önce onun süt analarının sütünü kabulüne
müsaade etmedik..." (Kasas, 27/12) âyetindeki tahrim de böyle menetmek
mânâsınadır. İşte Peygamber'in söz konusu edilen tahrimi, sadece fiilî bir
tahrimden ibaret miydi? Yoksa sözlü bir tahrim de var mıydı? Bu surette de
yemin miydi değil miydi? ihtilâf edilen mesele budur. İkinci âyette (Nahl, 16/116)
yeminin zikredilmiş olması karinesiyle (alâmetiyle) tahrim olayında bir yeminin
dahi bulunduğu anlaşılıyor. Rivayetler de bunu gösteriyor. Fakat bu yemin
yalnızca "haram olsun" demekten ve bununla îlâya niyet etmekten
ibaret miydi? İmam-ı A'zâm gibi birçokları birinciyi, bazıları da ikinciyi
kabul etmişlerdir. Yukarıda zikredilen rivayetlerden anlaşıldığına göre
Resulullah (s.a.v), sözle yaptığı tahrim veya yeminin ötesinde fiilen de
kendisini birtakım şeylerden menetmiştir. Mesela, pöstekiyi bile sermeyip de
bir hasır üstünde oturması ve bir izârdan başka bir şey örtünmemesi fiilen bunu
kendisi için gerekli görmesinden ibaret demektir. Yemin ise, kadınlar ve
nihayet bir de balla ilgili bulunmaktadır. "Allah'ın helâl kıldığı
şeyler." Soru edatından istifade edilen nehiy mânâsına göre bu cümle,
genel bir mânâ ifade eder. Binaenaleyh, nikâh, talâk, yeme içme ve diğer helâl
ve mübah olan fiilleri ve bu fiillerle ilgili olanların her birini
kapsamaktadır. Yalnız Peygamber'in, nüzul sebebi olan tahrimine göre bunlar
sınırlı ve belli şeylerdir. Hem "hıllin" kaydıdır hem de tahrimin
bağlandığı (yeri) gösterir.
Yani "Allah'ın senin için helâl
kıldığını, kendi üzerine niçin haram ediyorsun?" mânâsını ifade eder.
Helâl olan bir şeyin işlenmesi vacip olmayıp, vücub veya nedbin taalluk
etmediği hususlarda yapılması da terkedilmesi de caiz ve mübah demek
olduğundan, yerine getirilmesi bir vazife değil, bir hak teşkil eder. Bir
kimsenin kendi hakkından fedakârlık ederek nefsini kendi helâlından söz veya
fiil olarak mahrum etmesinde ise esas itibarıyla bir yasaklık yoktur, iki yönü
de helâldır. Hatta, "Yakub'un kendisine haram kıldıkları dışındayiyeceğin
her türlüsü İsrâiloğulları'na helâl idi..." (Al-i İmrân, 3/93) âyetinde
olduğu gibi terkedilmesi bazen mendub da olabilir. Ancak başkasının hakkına
veya Allah'ın haklarından birinin yerine getirilmesine mâni olacak şekilde
nefsine zararlı olduğu durumda sözlü olarak veya fiilen mahrumiyeti
gerektirerek helâlı haram gibi tutmak da caiz değildir. Bu gibi hususlarda yemin
dahi edilmiş olsa keffâret verip o yemini çözmek caiz olur. Peygamber'in kendi
kendine bir baskısı demek olan sözkonusu tahrimin, mutlak olmayıp bir durumla
kayıtlı bulunduğuna işaret etmek ve sebebinin Allah'ın emri olmayıp
kadınlarının hoşnutluklarını gözetmekle ilgili olduğuna tenbih etmek için de
buyuruluyor ki:
"Eşlerinin hoşnutluğunu ararsın."
Razî ve Ebu Hayyân bu cümlenin nün fâilinden hal olmasında ısrar etmişlerdir.
Buna göre mânâ, eşlerinin rızalarını arayarak, hoşnutluklarını gözeterek veya
gözetirken" demektir. Ancak, Zemahşerî, Kâdı Beydâvî ve Ebu's-Suud gibi
bazı müfessirler de bunun yü tefsir eden yahut da sebeplerini açıklayan
başlangıç cümlesi olmasını uygun görmüşlerdir ki, bu durumda da mânâ,
"niçin eşlerinin rızasını ararsın da kendini sıkarsın, yahut sen yalnızca
eşlerinin hoşnutluklarını arıyorsun, o sebeple kendini sıkıyor, mahrumiyete
katlanıyorsun da Allah'ın seni serbest bıraktığı haklarından vazgeçiyorsun,
halbuki Allah buna razı değildir." demektir. Buna göre üzerinde vakıf
yapmak caizdir. Onun içindir ki secâvendi konularak bu cümlenin istinâf
(başlangıç) cümlesi olduğu hususu tercih edilmiştir. Tahrimi bilhassa Mâriye
veya bal yemini olayına göre düşünüp de îlâyı, Peygamber'in eşlerinin hepsiyle
ilgili göstermeyen müfessirler bu hususu, "Eşlerinin hoşnutluğunu
ararsın." kaydına ters gibi görmüşe benziyorlar. İlk bakışta eşlerinin
hepsini kendisine haram kılması, onların rıza ve hoşnutluklarını aramak
maksadına zıt gibi görünebilir. Lakin şerbet yemini, hepsinin değil, olsa olsa
yalnız bazısının hoşnutluğunu gözetmekten ibaret olacağı gibi, Mâriye yemini
hepsini memnun edebilecek olsa da bunu rivayet edenler onun, yalnız bir eşi
hoşnut etmek ve diğerlerine duyurmamak üzere yapıldığını söylemişlerdir ki,
dolayısıyla bunda da, hepsinin rızası gözetilmemiş demektir. Gerçi lafzı, cins
için kullanılarak bir veya ikisine de ihtimali olabilirse de doğru olan,
eşlerin hepsini ifade etmesidir. Bu kayıtta ise, tahrimle, eşlerin hoşnut
edildikleri söylenmemiş, onların hepsinin rıza ve hoşnutluklarını arama sebep
ve maksadıyla yapılmış olduğu beyan edilmiştir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi
îlâdan maksat da bu olduğu için, bunu Mâriye veya bal şerbeti hadisesine tahsis
etmek, genel bir anlam ifade eden çoğulunun dış mânâsına ters düşmektedir. Onun
için bunu, Mâriye ve şerbet olayını karıştırmadan îlâ meselesini anlatan Hz.
Ömer'in yukarıda naklettiğimiz açıklaması dairesinde anlamak gerekir ki o da,
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, eşlerinin hepsinden uzlet ederek onların
hoşnutluklarını gözetmek maksadıyla bir ay ayrılık ve meşakkati seçmiş
olmasıdır. Keşşâf hâşiyesinde Ahmet b. Münir der ki: "Hz. Peygamber'e
"Allah'ın helâl kıldığını niçin kendine haram ediyorsun?"
buyurulması, hem tatlılık ve şefkat için, hem de, rütbe ve makamının, hanımlarını
hoşnut etmek maksadıyla meşakkat yolunu seçmesinden yüce olduğuna tenbih
içindir." Râzî de bunun, azarlamak için değil, uyarı için olduğunu söyler.
Şu halde Hz. Ömer'in açıklamasının sonundaki itâb (kınama) tabirinin ifade
ettiği serzeniş (başa kakma) ve azarlama esas itibariyle Peygamber'in kendisine
değil, ona karşı çıkan eşlerine yöneliktir ki bu da üçüncü âyette
anlatılacaktır. "Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Vâv, itirâziyye veya istinâfiyye olup bu cümle, Peygamber'in üzüntüsünü giderme
anlamını ifade etmektedir.
2. "Allah size farz kıldı." Buradaki
farz kelimesi, Razî tefsirinde "Sâhibu'n-Nazm"dan nakledildiği gibi
bazen "Farz kılmak" bazen de Nur Sûresi'nin başındaki gibi beyan
mânâsına gelir. Ancak "Biz müminlere neyi farz kıldığımızı bildirdik..."
(Ahzâb, 33/50) âyetinde olduğu gibi "farz" kelimesi "alâ"
ile kullanıldığı zaman şüphesiz "farz kılmak " mânâsından başka bir
anlama ihtimali yoktur. Lakin buradaki gibi "lâm" ile getirildiğinde yukarıda
zikredilen iki mânâya da ihtimali vardır. Onun için Mukâtil bu âyeti,
"Allah açıkladı", diğerleri de "farz kıldı" diye de tefsir
etmişlerse de, her iki mânâ da doğrudur.
Tehille, aslı tecribe tekmile ve tekrime
kelimeleri gibi tahlile şeklinde "tef'il" bâbında kaide dışı bir
mastar olup kâideye uygun olan "tahlîl" veya
"mâbihi't-tahlîl" mânâsına isim olarak kullanılır ki helâl etmek,
çözmek, çözülmek, çözümlük ve helâllık demektir. Yeminin helâllığı, çözümlüğü
de; birincisi, yaptığı yemini doğru bir şekilde yerine getirmek; ikincisi,
inşallah kaydıyla istisna etmek, üçüncüsü de ısrarında bir günah bulunduğu
takdirde bozup keffâret vermektir. Yeminin keffâreti de "Allah, kasıtsız
olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat
bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da
keffâreti..." (Mâide, 5/89) âyetinin tefsirinde açıklanmıştır.
Bakılabilir.)
Burada Peygamber'e ait olan "sana"
hitabından onunla beraber bütün müminlerle ilgili "size" hitabına
geçilmiştir. Bu âyette Peygamber'in yaptığı tahrimin yeminle alâkalı olduğuna
dair bir işaret varsa da, yemini bozduğunu gösteren bir delil mevcut değildir.
Ancak "Yeminlerinizi koruyun." (Mâide, 5/89) emri gereğince yeminleri
muhafaza etmek gerekmekle beraber, "îlâ" ve "tahrim" gibi
zararlı ve sakıncalı yeminlerde ısrar etmenin iyi olmayıp, onu çözerek farz
olan keffâreti vermenin daha iyi olacağına da işaret sözkonusudur. Nitekim bu
hadiste de "Her kim yemin eder de, sonra ondan hayırlısını görürse,
yemininden dolayı keffâret versin, sonra o hayrı yapsın." buyurulmuştur.
Ve Allah sizin mevlânız, yani sahibiniz,
mâlikiniz ve âmirinizdir. Onun için kendi arzularınıza göre değil, O'nun
emirlerine göre hareket ediniz. "O, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet
sahibidir." Binaenaleyh size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin
ihtiyaç ve menfaatlarınızı bilerek ilim ve hikmetiyle vermiştir. Tahrimin asıl
sebebini hatırlatmakla kadınların her hususta hoşnutluklarını aramanın neden
dolayı iyi olmadığını açıklamak ve karı koca arasındaki sırların korunmasının
gereğine işaret etmek, ayrıca kadınların kocalarına karşı çıkmalarının boşamaya
sebebiyet verebilecek ve neticede ateşe sürükleyebilecek sakıncalardan olduğunu
anlatmak ve öyle bir durumda tevbe etmeyip ısrar edecek olanları tehdid etmek
suretiyle Hz. Peygamber'in eşlerine gereken vasıfları ve ahlâkı izah konusunda
buyuruluyor ki:
3. "Hani peygamber eşlerinin bazısına sır
olarak bir söz söylemişti." Vâv ibtidâiyyedir. "İz" edatı da
hazfedilen fiiline bağlı olarak geçmiş zamanı hatırlatmak içindir. Nedensellik
mânâsını da ifade edebilir. Hitap umûmadır. Yani aile hususunun önemini, tahrim
ve boşamaya sebebiyet verebilecek halleri anlamak için daima o vakti hatırda
tutmalı ki Peygamber eşlerinden birine sır olarak bir söz söylemiş ve bu sözü
kimseye söyleme demişti; bu sır ne idi? Evvela buyurulmakla bunun bir fiil
olmayıp karı ile koca arasında kalması gereken sade bir sözden ibaret olduğu
anlatılıyor. Fakat ne o hanımın isminin açıklanmasına, ne de bu sözün neden
ibaret olduğunun beyan edilmesine bir sebep olmadığı için Allah Teâlâ, âyette
ne onun ismini ne de bu sözün ne olduğunu bildirmeyerek aile arasındaki bu nevi
sırları bilenlerin de, onları yaymalarının caiz olmayacağını hatırlatmıştır. O
halde en doğrusu bunların kim ve ne olduğunu Allah bilir deyip tecessüse (iç
yüzünü araştırmaya) kalkışmamaktır. Ancak tefsir ve hadis kitapları bunu sükut
ile geçiştirmemişlerdir. Bunlar, sözkonusu hanımın Hz. Hafsa olduğunda ittifak
halindedirler. Sır olan söze gelince, bu konuda da üç sözden bahsedilmektedir.
Birisi ve en sahih olarak rivayet edileni, bal şerbeti yeminidir. İkincisi
esasen rivayeti zayıf olmakla beraber daha çok yaygın olan Mâriye yeminidir.
Fakat bunların ikisinin de diğer eşlerden gizlenmesi gereken büyük bir sır
olacağını, bundan dolayı iki kadına karşı çıkıp Peygamber'in nâil olduğu bütün
kudret ve kuvvetin beyanıyla "Şüphesiz ki onun dostu ve yardımcısı Allah,
Cebrail ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de ona
yardımcıdır." (Tahrim, 66/4) diye gayet dehşetli bir ihtar ve tehdidin
reva görüleceğini, akıl pek de kabul edebilecek gibi görünmez. Gerçi asıl
mesele söylenen sırrın büyüklüğünde değil, zatında küçük de olsa, sır olması
itibariyledir. Önemsiz gibi görünen birtakım şeyler vardırki, sırası gelince
pek büyük bir öneme sahip olabilirler. Küçük bir sırrı saklayamayanın büyüğünü
hiç saklayamayacağı cihetle kendisine verilen bir emaneti muhafaza
edemeyeceğinden dolayı emniyet ve güveni zayi etmiş, bir töhmet ve hıyanet
konumuna düşmüş olur. Bununla beraber ona yapılacak kınama ve azarlamanın da,
sırrın mahiyetiyle uygunluk arzedeceği, "Bir kötülüğün cezası, ona denk
bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükafatı Allah'a
aittir." (Şûrâ, 43/40) hükmüyle bilinmektedir. Bu yüzden kanaatimizce
burada söylenen sırrın başka bir söz olması gerekir. Şöyle ki: Üçüncüsü; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonra devlet başkanlığının Ebu Bekr'e ve
Ömer'e geçeceğini Hafsa'ya bir müjde olarak haber vermiş ve gizlenmesini
emretmiş olmasıdır. Tefsirlerin birçoğunda zikredilmiş olan bu haber, gerçi
Kütüb-i Sitte'de (altı kitapta) nakledilmemiştir. Ancak Mâriye olayını rivayet
edenler içinde bu haberi de rivayet edenler olduğu gibi başka güvenilir zatlar
da nakletmişlerdir. "el-Bahru'l-Muhît"de Ebu Hayyan şöyle diyor:
"Hadis, Mâriye sebebiyledir; bir de bal içtim denilmiştir. Meymûn b.
Mihrân dedi ki: "Hadis, Peygamber'in Hafsa'ya sır olarak söylediği şu
hadistir: "Ebu Bekr ve Ömer benden sonra hilafet yoluyla benim emrime
sahip olacaklardır". Alûsî de bu rivayetleri daha derli toplu naklederek
demiştir ki: "İbnü Merdûye İbnü Abbas'tan ve İbnü Ebî Hâtim Mücahid'den
şöyle rivayet etmişlerdir: "Peygamber (s.a.v.) Hafsa'ya Mâriye tahrimini
ve kendisinden sonra muhakkak Ebu Bekr ve Ömer'in insanlara emîr olacaklarını
gizlice söylemişti. Hafsa da gizlice Aişe'ye söyledi. Hakikaten bu işin gizlice
söylendiği hakkında daha başka haberler de vardır." İbnü Ebî Adî ve Ebu
Nuaym Hz. Ebu Bekr'in faziletleri hakkında ve İbnü Merdûye birkaç yolla Hz. Ali
ve İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir. Her ikisi de dedi ki: "Ebu
Bekr ve Ömer'in emirlikleri Allah'ın kitabında vardır. "Peygamber,
eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti..." (Tahrim, 66/3) Peygamber
Hafsa'ya demişti ki: "Baban ve Aişe'nin babası benden sonra insanların
vâlisidirler. Sakın kimseye söyleme." Ebu Nuaym bir de sahabilerin
faziletleriyle ilgili Dahhâk'tan şöyle bir rivayet nakletmiş ve demiştir ki: "Peygamber
(s.a.v.) Hafsa'ya şunu gizlice söylemiştir. Kendisinden sonra halife, Ebu Bekr
ondan sonra da Ömer olacaktır." İbnü Ebî Hâtim bir de Meymûn b. Mihran'dan
böyle bir rivayet nakletmiştir. Alûsî bunları zikrettikten sonra şöyle der:
"Şia'nın ileri gelenlerinden Tabressi, "Mecmau'l-Beyân"da
Zeccâc'dan naklen demiştir ki: "Resulullah (s.a.v.) Mâriye'yi tahrim
ettiği vakit, kendisinden sonra Ebu Bekr ve Ömer'in mülke sahib olacaklarını
haber vermişti. İyâşî'nin senediyle Abdullah b. Atâî'nin, Mekkî'den ve Ebu
Cafer Muhammed Bakır (r.a.)'dan rivayet ettiği de buna yakındır. Âyetin bu
haberlere göre tefsiri, şüphesiz bal hadisine göre yapılan tefsirinden daha
doğrudur. Ancak bal hadisi daha sahihtir. Bütün haberleri bir araya cemetmek de
mümkün gibi görünmüyor. Nihayet özet olarak şunlar söylenebilir: Anlatılan bu
olayların üçü de (Mâriye ve şerbet olayı ile Ebu Bekr ve Ömer'in hilafetiyle
ilgili hadise) vuku bulmuş, ravilerin bazısı bir kısmını, bazısı da bir kısmını
rivayet ederek "Ey peygamber! Niçin haram ediyorsun?" âyeti nazil
oldu." demiştir. Bunlardan hiç birisi de yalnız kendi rivayetlerinin
sahihliğini iddia etmemiş olduklarından, burada söylenen de doğrudur. Bu doğru
olursa, ihtilafın çözümü de kolaylaşmış olur. Değilse başka çözüm yolu ara. En
iyisini Allah bilir."
Bu muhakeme hayli güzel olmakla beraber biz
buna şunu da ilave etmek istiyoruz. Yukarıda açıkladığımız şekilde sûrenin asıl
nüzul sebebi, ne yalnız Mâriye, ne de bal şerbeti yeminidir. Doğrusu o, eşlerin
hepsi için yapılan îlâ yeminidir. Diğerlerini, nihayet onun sebeb ve
mukaddimelerinden saymak lazım gelir. Nitekim Hz. Zeyneb'in hediyeyi reddi, Hz.
Aişe'nin "seni horlamış" demesi, ve nafaka istekleriyle birbirlerine
arka çıkmaları, îlânın sebeb ve mukaddimelerindendir. Bu itibarla rivayetleri
bir araya toplama ihtimali belki daha fazla mümkündür. Ancak Mâriye tahriminin
sebebi hakkında söylenen rivayetlerin bazısı mantıksız bazısı da akla ters
düştüğü gibi, şerbet rivayetinin de Zeyneb ile mi yoksa Hafsa ile mi ilgili
olduğu hususunda ihtilaf vardır. Halbuki imamet haberi hakkındaki rivayetlerde
bir tenakuz söz konusu değildir. Bu haberin Kütüb-i Sitte'de yer almaması da
sahih olmamasını gerektirmez. Özellikle Meymûn b. Mihrân'dan gelen rivayet onun
güvenilirliğini kuvvetlendirmektedir. Çünkü Meymûn b. Mihrân,
"Tehzib" ve diğer biyografik eserlerde anlatıldığına göre Hasan
el-Basrî ayarında bir zat olup tâbiînin büyüklerindendir. Hz. Ömer'den, Zübeyr
ve diğer birçok sahabeden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de pek çok âlim
feyz almış ve Ömer b. Abdulaziz'in son derece güvenine layık olarak kâtibliğini
ve kadılığını yapmıştır. İbnü Mihrân yüz on yedi senesinde yüz yaşında olduğu
halde, on yedi günde on yedi bin rekat namaz kılıp on sekizinci gün vefat etmiş
büyük velilerden biridir. Ömer b. Abdülaziz bu zatı överken şöyle dermiş:
"Bu ve bunun gibi birkaç kişi kaldı, vefat ederlerse dünya muzdarib
olur." Eğer sır hadisi hakkında Ebu Bekr ve Ömer'in hilafeti rivayetleri
öyle güvenilir bir yolla ve Hz. Ali'den dahi çeşitli kanallarla nakledilmiş
olmasaydı, Şia'nın ileri gelen âlimleri bunu dikkate bile almazlardı. Bir de bu
sûreyi, Mülk Sûresi'nin takip etmesi ve baş tarafında ölüm ve hayatın
zikredilmesi bize buradaki sırrın, Hz. Peygamber'in vefatından sonraki mülk ve
imamet meselesiyle ilgili olduğunu imâ etmektedir. Kısacası bu açıklamalardan
çıkan netice şudur. Gerek Mâriye'nin tahrimi olayı ve gerek şerbet yemini
rivayetlerindeki izahlar, kısmen birbirine zıt ve muzdaribtir. Bununla beraber
bir bal şerbeti içilmiş ve Mâriye hakkında dahi bir tahrim yapılmış olduğu da
tafsilata bakılmaksızın rivayetlerin genelinden mutlak surette anlaşılmaz
değildir. Fakat imamet hadisinin rivayetlerinde bir tenakuz bulunmadığı gibi
büyük bir sır olmaya yakışan ve sır olduğu için fitneden korunarak diğerleri
kadar yayılmamış olan da budur. "Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir
kısmından da vazgeçmişti..." (Tahrim, 66/3) âyetinden de anlaşılacağı
üzere burada bahsedilen sırrın birkaç çeşidinden de söz edilmiş olmasından
bunu, yalnız Mâriye veya sahih olan "Bal şerbeti içtim."
rivayetlerinden birine hasretmenin doğru olmayıp imamet haberleriyle beraber üç
rivayetin birleştirilmesiyle meydana gelecek öz üzerinde mütalaa etmek ve asıl
nüzul sebebinin Hz. Ömer'in beyan ettiği şekilde bu nevi birtakım sebeblerden
doğmuş bulunan îlâ tahrimi ile Peygamber'in bir müddet inzivaya çekilmeyi
gerekli görmüş olması hakikatine varmaktır. Bu âyetten anlaşıldığına göre
hadisenin başlangıcı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eşlerinden birine karşı bir
fiil yapmış olması değil, sır olarak mühim bir söz söylemiş olmasıdır.
Vakta ki o hanım bu sır sözü haber verdi,
rivayetlere göre Hafsa gizlemeyip arkadaşı Aişe'ye gizlice duyurmuştu Allah da
Peygamberine onu açtı. Demek ki Hz. Aişe söylememişti, lâkin Allah Teâlâ, vahy
ile anlatmış, Cibril de haber vermişti. O vakit Peygamber, haberi duyuran eşine
bazısını bildirdi bazısından da vazgeçti. O eşinin söylemiş olduğu sözün bir
kısmını anlattı ise de bir kısmını yüzüne vurmadı. Tolerans gösterdi de tamamı
kadar utandırmak istemedi. Ebu's-Suud'un da zikrettiği gibi bunun,
Resulullah'ın imamet (devlet başkanlığı) ile ilgili sözü olduğu söylenmiş ve
şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah: "Ben sana bunu gizle dememiş
miydim?" buyurmuş, o da: "Seni hak ile gönderen o yüce zâta yemin
ederim ki, arkadaşımın babasına Allah Teâlâ'nın bahşetmiş olduğu ikrama
sevincimden dolayı kendimi zaptedemedim." demiştir. Bazıları da burada
geçen "bildirdi"den maksadın, "biraz azarladı, kınadı"
anlamına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim bu mânâ, "ben onu sana
bildiririm veya tanıtırım" şeklinde dilimizde de vardır. Kur'an'ın birçok
yerinde geçen âyeti de bu anlamdadır. Şüphe yok ki söylediğinin bir kısmını
yüzüne vurmak da bir kınama ve başa kakmadır. Bununla beraber bir rivayete göre
Hz. Peygamber Hafsa'yı ric'i bir talakla boşamış, bu yüzden Hz. Ömer de kızına,
"Hattab ailesinde bir hayır olsaydı Peygamber seni boşamazdı." demiş,
sonra da Hz. Peygamber'e Cebrail gelip, "Ona dön, çünkü o çok oruç tutan
ve çok namaz kılandır ve herhalde senin cennetteki kadınlarındandır." diye
tebliğ etmiştir. Ancak şunu hemen belirtelim ki bu rivayet desteklenmemiş ve
yukarıda zikredilen Hz. Ömer hadisinde de boşamanın meydana gelmediği sabit
olmuştur.
Ona bunu böyle anlatıverince o hanım söylediği
sırrın duyulmuş olmasından üzülmüş olarak ve inkâra da kalkışmayarak birdenbire
heyecanla "Bunu sana kim haber verdi?" dedi, Aişe'nin haber verip
vermediğini öğrenmek istedi. Buna karşı Hz. Peygamber de "Bana o bilen ve
haberdar olan Allah haber verdi." dedi. İşte kendine verilen bir sırrı
saklamayıp da ne kadar gizli bir şekilde ve yakınına söylemiş olsa bile, Allah
Teâlâ onu böyle utandırır ve hele aile arasında özellikle karı koca ile ilgili
bir sırrı söylemek büyük pişmanlıklara sebebiyyet verebilir. İşte "Sizin
hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanınızdır." buyurmuş olan
Peygamber bu kadar söylemekle yetindi ve yine onların hoşnutluklarını düşündü.
Sonra bu yüzden onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine arka çıkmaları
karşısında da başka bir şey yapmayıp sırf bir ibret dersi olmak üzere, bir ay
müddetle onları kendi hallerine bırakarak bir yeminle yakın alâkadan mahrum
etti. Öyle büyük irfân (bilgi, anlayış, kültür) sahibi olan kadınların daha
fazla ıslah olmaları için de böyle acı bir dersin olması gerekirdi.
4. Onun için bu İlâhî beyandan sonra Allah
tarafından Hz. Peygamber'in eşlerine hitaben buyuruluyor ki eğer her ikiniz
Allah'a tevbe ederseniz ki Hz. Ömer hadisinde bu iki hanımın Aişe ve Hafsa
olduğu zikredilmişti. Çünkü kalpleriniz kaymıştır. Yani kalplerinizde tevbeyi
gerektiren bir kusur bir kayma oldu. Size bir sır söylenmekle gönlünüzde o
tarafa meyledip birbirinize uyarak Resulullah'a karşı ihlâs vazifesinde kusur
ettiniz. Binaenaleyh tevbe ederseniz kalpleriniz yapılan nasihatı dinlemiş ve
hizaya gelmiş olur.
Sagat kelimesinin aslı (sagavet) olup, bir
tarafa meyletmek demek olan mastarından fiil-i mâzi müfred müennestir. Müzârisi
gelir. (En'am, 6/113) âyetinde olduğu gibi söz dinlemek veya dikkat edip kulak
vermek anlamını ifade eden "isğa" da bu kökten türemiştir. Buhari'de
"sağv" ve "isğa"ya, "meyletmek" mânâsı verildiği
gibi Müslim'de de nakledilen mânâ, "ikinizin kalbi meyletti"
şeklindedir.
Müfessirler deki edatından dolayı bu cümleyi
doğrudan doğruya şartının cezası yapmayıp, fâ-i ta'liliyye (sebep fâ'sı) olarak
cezanın yerine geçen illet olduğunu söylemişlerdir. Bilinmektedir ki meyil
denilince ilk akla gelen haktan meyildir. Bu ise tevbeyi gerektirir.
Haksızlıktan hakka meyil de tevbenin gereği ve nasihate kulak vermek demektir.
Bu sebeple iki hususa da işaret edilmesi için denilmeyip şeklinde ifade
edilerek illet (sebep), ceza makamına konulmuştur. Üzerinde durulması gereken
bir nokta da "kalpleriniz" izâfetidir. Zira kalp kelimesi şeklinde
tesniye olarak getirilmeyip, çoğulu olan "kulûb", tesniyeye muzaf
kılınmıştır. Halbuki iki kişinin ikiden fazla kalbi olmaz. Müfessirler maksadın
anlaşıldığı yerde iki tesniyenin bir yere getirilmemesi nüktesiyle bu şekilde
ya çoğul ya da tekil sigasıyla kullanıldığını söylemektedirler.
Ancak biz bunun dışında başka bir nükte de
anlamak istiyoruz. Maksad, yalnız şahsen iki hanımın değil, Peygamber'in
eşlerinin iki grup halinde toplandıklarına işaretle, iki grubun hepsinin de
kalplerine tenbihde bulunmaktır. Çünkü Peygamber'in eşlerinin böyle iki grup
halinde birbirine arka çıktıkları; Aişe ile Hafsa'nın bir taraf, Zeyneb'le
diğerlerinin de bir taraf olduğu rivayet edilmiştir. Ve ihtimal ki, hep
birlikte arz ettikleri dileklerinde Aişe ile Hafsa'nın önde bulunmasından
dolayı, diğerlerinin o ikisinin etrafında toplandıklarına ve Peygamber'in
hepsini kendisine haram kılmasının sebebinin bu olduğuna işaret edilmiştir.
Bundan sonra gelen âyette hitabın "eğer sizleri boşarsa" diye hepsine
yöneltilmiş olması da, bize bu fikri telkin etmektedir. Şu halde Hz. Ömer'in de
Aişe ve Hafsa demiş olması, bunların önde bulunmuş olmalarından dolayı olsa
gerektir.
Ve eğer Peygamber'e karşı ikiniz veya her iki
taraf birbirinize arka verecek olursanız fiilinin aslı, 'dır. Böyle
"tâ"nın tekrar ettiği sîgalarda müzârî fiilinin "tâ"sı
kâide ile hazfedilir. Tezahür, birbirine arka verip yardımlaşmaktır. ile
kullanıldığı zaman da bir diğerine karşı dayanışmaya girerek ve yardımlaşarak
üstün olmaya çalışmak mânâsını ifade eder. Burada yardımlaşmak mânâsıyla tefsir
edilmiş olmakla beraber ile getirilmesi Peygamber'e karşı birbiriyle
yardımlaşma ve dayanışma içine girdiklerini göstermektedir "Her ikisi de
birbirine arka verecek olursa." denilmekle, bu dayanışmanın fiilen
yapılmış olduğu ifade edilmiş olmaz. Çünkü farz etmek, gerçekleşmesini
gerektirmez. Ancak yüz yüze gelme karinesi (delili) tevbeyi gerektiren meylin
böyle bir dayanışmayı andırdığını ve bu sebeple büyük bir tehdide müstahak
olduklarını işaret eder. Onun için Peygamber'e karşı öyle birbirlerine arka
çıkacak olanların kendilerini büyük bir tehlikeye atmış olacaklarından dolayı,
bundan sakınmalarının gereği anlatılmak üzere yine cezanın illeti, ceza
makamına konarak Peygamber'in hak ve selahiyyeti, maddî ve manevî her kuvvete
sahip olan yüce şanı ve maddiyattan ziyâde maneviyatının büyüklüğü şöyle izah edilmektedir.
Hiç şüphesiz haberiniz olsun ki: Allah O Allah O Peygamber'in mevlâsı,
yardımcısıdır. Yani hak onundur ve her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı
Allah Teâlâ'dır. Hem de Cibrîl -Ruhu'l-Emin (güvenilir ruh) olan ve Peygamber'e
vahiy getiren o manevî ve rûhânî kuvvet- de onun yardımcısıdır. Ve müminlerin
salihi. O iki hanımın babaları Ebu Bekr ve Ömer'den her biri ve genelde
müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır. Burada salih lafzı, bütün
salihler cinsini göstermekle beraber tekil getirilmiş, iki kadının
dayanışmasına karşı veya diye kuvveti çoğaltmakla topluluk halinde karşılaşma
reva görülmemiş, iki hanımdan her birine göre izafette (isim tamlamasında) ahd
ile en güvenebilecekleri babalarına, yani Aişe'ye göre Ebu Bekr'e, Hafsa'ya göre
Ömer'e işaret olmak üzere "müminlerin salihi" buyurulmuştu. Yukarıda
Müslim'in rivayet ettiği İkrime hadisinde geçtiği gibi Hz. Ömer'in "ben ve
Ebu Bekr" demiş olması ve bu ikisinin Hz. Peygamber'in veziri durumunda
bulunmaları cihetiyle müminlerin salihleri arasındaki ferdî üstünlüklerine ve
Peygamber'e sevgi ve hizmet hususunda gösterdikleri samimiyet ve sadakatlerine
işaret için Cibril'in peşinden denildiğini, müfessirlerin çoğu beyan
etmişlerdir. Bundan başka "salih" kelimesinin tekil olarak zikredilmesinde
iki nükte daha vardır. Birisi, müminlerden vecibelerini yerine getiren her
ferdin, Peygamber'e yardım etme hususunda toplu halde bulunup bulunmadığı
gözetilmeksizin Cebrail gibi tek başına koşacağını ifade eder. Nitekim
sahabiler gerek tek ve gerek toplu olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'in emir ve
hizmetine tam bir sadakatle koşarlardı. İkincisi, terkibinin yazıda olmasa da
söyleyişte "Müminlerin salihleri"şeklindeki çoğulundan farkı
olmadığından okuma esnasında hem ferd hem cemaat mânâsı ihtimal üzere anlaşılır.
Bu da, gerekeni hakkıyla yapan ferdlerin bir cemaat mesabesinde olduğuna ve
diğer müminlerin tek olarak değilse de topluluk halinde onların arkasından
gideceklerine delalet eder. Onun içindir ki bunu, alışılmış olsun olmasın genel
anlamda salih ferdler cinsi diye anlamak doğrudur. Bu kadar da değil, onun
arkasından yani Allah'ın, Cebrail'in ve salih müminlerin sevgi ile
yardımlarından sonra bütün melekler de yardımcıdır.
İşte Peygamber böyle bütün manevî ve maddî
kuvvetlerin sevgi ve yardımına kavuşmuştur. O halde ona karşı çıkmanın nasıl
bir felakete yol açacağını düşünmeli de bundan bütün müminlerin erkek ve
kadınları korunup sakınmalıdırlar. Böyle bir kudret karşısında birkaç kadının
birbirlerine arka çıkmalarının ne hükmü olabilir?
5. "Eğer sizi boşarsa belki de
Rabbi." Görülüyor ki burada hitap, tesniye değil, cem'i müennes zamiriyle
hanımların hepsini kapsamaktadır. Ve Hz. Peygamber onları boşamamıştır. Onların
hoşnutluklarını gözettiği için kendini, Allah'ın helâl kıldığı boşama hakkından
da menetmiştir. Böyle yapması da, onları boşarsa hayırlı kadınlar bulamayacağı
gibi bir düşünceden, ötürü değildir. Gerektir ki onun Rabbi, şayet onları
boşarsa sizin yerinize ona sizlerden daha hayırlı eşler verir. Tefsirler burada
şöyle bir sorunun akla gelebileceğini söylerler: Peygamber'in eşleri,
ümmehâtu'l-müminîn "müminlerin anneleri" ünvanına sahiptirler.
Yeryüzünde onların dengi olabilecek onlardan, daha hayırlı kadınlar nasıl
düşünülebilir? Bu soruya şöyle cevap verirler: Onların ayrıcalıkları, Peygamber'in
sevgili ve itaatlı eşleri olmaları sebebiyledir. Eğer eziyet ve isyan ederler
de Peygamber onları boşayacak olursa, o vakit bu özellikleri kalmaz ve onların
yerine gelecek ve Peygamber'e her hususta itaat ederek, onun rıza ve sevgisini
elde edecek olan kadınlar, onlardan hayırlı olmuş olurlar. Nitekim bu sıfatlara
işaret için buyuruluyor ki Kendini Allah'a veren, inanan, sebatla itaat eden,
tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakireler. Bu vasıflar, nin sıfatı
olup eşlerde bulunması istenen ahlâk ve davranışları gösterirler. den hal
olarak düşünüldüğünde de doğrudan doğruya Peygamber'in eşlerinin durumlarını
ifade ederler. Bu nükteden dolayıdır ki sökonusu sıfatlar, den sonra
getirilmiştir.
İlk vasfı İslâm, şirkten ve şirk ahlâkından
berî olarak Allah'ın birliğini ve Resulullah'ın hakikatini kabul edip, Allah'ın
emrine ve Peygamber'in sözüne boyun eğmek ve teslim olmak. İkincisi iman,
diliyle söylediği gibi kalbiyle de tasdik ederek içi dışı müslüman olmak.
Üçüncüsü, kanitât: Kunut, can ve gönülden itaate devam etmek. Dördüncüsü,
tâibât, tevbe etmek, en küçük bile olsa kusur ve günahtan daima tevbe edip
sakınmak. Beşincisi âbidât, gerek farz ve gerek nafile ibadetlere devam etmek.
Altıncısı sâihât, dünya hayatını bir yolculuk bilip geçim konusunda bir yolcu
gibi olduğuna kanaat ederek oruç ve perhizi ahlâk edinip daima ilerisini,
akibetini, Allah'ın mükafat ve cezasını düşünmek. Seyahattan türeyen bu kelime
hakkında üç görüş vardır. Bazıları, "seyahat hicret etmek demektir"
sözünden hareketle "muhâcirât" "hicret eden kadınlar"
anlamına geldiğini söylemişler, bir kısmı da itaatla ilgili her işe koşar,
Peygamber'in git dediği yere gider, hacca, cihada, sefere gidelim dese de hemen
gidenler mânâsını vermişlerdir. Müfessirlerin çoğu da, Resulullah'dan yapılan
rivayetlerde de görüldüğü gibi bu çeşit yerlerde seyahatın "oruçtan
kinaye" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre oruçlunun durumu, azığı
yanında olmayan ve bulduğu yerde yemek yiyebilen yolcunun haline benzemektedir.
Bizim izah ettiğimiz mânâ da böyledir. (Konuyla ilgili olarak (Tevbe, 9/112)
âyetine bkz.) Yedincisi, seyyibât ve ebkâr, bu iki vasıf diğerleri gibi olmayıp
birbirlerinin karşıtı bulunduğundan öncekiler atıfsız (bağlantısız) getirilmiş
olduğu halde bu ikisi bir "vâv" ile ayrılmıştır. Bazı âlimler de bu
vâv'a vâv-ı semâniyye demişlerdir ki, yedi ile sekiz arasına gelir.
Resulullah'ın, eşleri arasında da bekar olarak aldığı yalnız Hz. Aişe olup
diğerleriyle dul oldukları halde evlendiği de bilinmektedir.
Peygamber (s.a.v)'in eşlerine bu şekilde
nasihat edildikten sonra bütün müminlere hitaben buyuruluyorki:
6. Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi
ateşten koruyun, cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve
isyandan koruyarak Allah'ın emirlerine, itaate götürün. Çünkü aile sahibi
kendinden sorumlu olduğu gibi ailesinden de sorumludur. Zira konuyla ilgili
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz teb'anızdan sorumlusunuz." ve
"Sizin hayırlı olanınız, ehline karşı hayırlı olanınızdır." hadisleri
bilinmektedir. Ebu Hayyan'ın kaydettiğine göre, "Hz. Ömer, "Ya
Resulallah! Nefislerimizi koruruz, fakat ehlimizi nasıl koruyabiliriz?"
demişti. Bunun üzerine Allah'ın Resulü de şöyle buyurdu: "Allah'ın sizi
nehyettiği şeylerden onları nehyedersiniz ve Allah'ın size emrettiği şeyleri
onlara emredersiniz. İşte bu, onları korumak demektir." Zemahşeri de şu
hadisleri nakletmiştir: "Allah o kimseye rahmet etsin ki, "Ey ehlim,
ailem! Namazınıza, orucunuza, zekâtınıza, miskinlerinize, yetim ve
komşularınıza dikkat edin." der. Ola ki Allah Teâlâ onları onunla beraber
cennette toplar." Çocuklar da ehle dahildir. Bazıları enfüse (nefislere)
dahil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara göre çocuklar, babadan bir parça
sayılırlar.
O cehennem ateşi öyle bir ateştir ki yakıtı, o
insanlar ve o taşlardır. (Bilgi için "Bunu yapamazsanız ki, elbette
yapamayacaksınız, yakıtı insan ve taş olan ateşten sakının..." (Bakara,
2/24) âyetinin tefsirine bkz.) O ateşin üzerinde görevli galiz (kaba), çetin
(sert tabiatlı) melekler vardır ki bunlara zebâni denilir. Bunların kabalık ve
sertlikleri cehennem ehline karşıdır. Çünkü Allah onlara öyle emretmiştir.
Bütün meleklerin vasfı da şöyledir. Onlar, Allah'ın kendilerine buyurduğuna
karşı gelmez ve emredildikleri şeyleri yaparlar. Bu uyarıdan sonra kâfirlere
hitaben de şöyle buyuruluyor:
7. Ey kâfirler! Bugün özür dilemeye
kalkışmayın, yani ahirette cehennem ateşine atılacakları gün kâfirlere böyle
söylenecektir. Çünkü o gün özür beyan etmenin hiçbir faydası yoktur. Onun için
dünyada iken küfürden ve özür dileme mecburiyetinde kalınacak kötülüklerden
sakınmak gerekir. O gün ancak dünyada yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz. Bu
âyet, tahrim olayı hakkında kâfirler tarafından her zaman olduğu gibi
Peygamber'i ve müminleri incitecek bazı lakırdılar edildiğine veya bazı
hareketlerde bulunulduğuna işaret etmektedir.
Herkes yaptığı şeylere göre karşılık göreceği
için bundan sonra da müminleri samimi bir tevbe ile temizlemek, olgunluğa
teşvik etmek ve Peygamber'i kâfirlere ve münafıklara karşı yönlendirmek
konusunda buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
8- Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile
Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamber'i ve
onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden
ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında
koşar da, "Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye
kâdirsin." derler.
9- Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla
savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek
yer, ne de kötüdür!
10- Allah, inkâr edenlere, Nuh'un karısı ile
Lut'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun (nikahı)
altında idiler, onlara hıyanet ettiler. (Kocaları,) Allah'tan hiçbir şeyi
onlardan savamadı. (Onlara): "Haydi girenlerle birlikte siz de ateşe
girin!" denildi.
11- Allah, inananlara da Firavun'un karısını
örnek gösterdi. O şöyle demişti: "Rabbim! Bana yanında cennetin içinde bir
ev yap, beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden kurtar. Ve beni şu zalim
toplumdan kurtar!"
12- Irzını korumuş olan, İmrân kızı Meryem'i
de Allah örnek gösterdi. Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve
kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendi.
8. Tevbe-i nasûh: Nasûh bir tevbe. Tevbe,
imana dair makamların ilki, hak yolculuğunun başlangıcı, (sevgiliye) ulaşma
kapısının anahtarıdır. Yukarılarda geçtiği gibi lugatte dönmek demek olan
tevbe, ıstılahta ise kabahatten, kabahat olduğu için pişmanlık duyarak
vazgeçmektir. Vicdanında meydana gelen çirkinliğinden dolayı değil de bedenine,
malına veya şerefine zarar verme gibi herhangi bir korku yahut ümit sebebiyle
vazgeçmek, tevbe değildir. Asıl tevbe, yaptığı kabahatin bir menfaatini görse
de esasen onun çirkinliğini duyup tiksinerek vazgeçmektir. Burada tevbenin
sıfatı olan "nasûh" ise, "gafûr" vezninde mübalağa sıgası
olup nush, nasahat ve nasîhat maddesindendir. Bu madde, kamus sahibinin de
"Besâir"de beyan ettiği şekilde esasen iki anlama gelir. Birisi
hâlislik ve saflık mânâsınadır. Nitekim mumu alınmış hâlis bala denir. Bu
mânâda nasûh çok hâlis ve temiz demektir. Diğeri de söküğü dikmek, yırtığı
yamamak suretiyle onarıp düzeltmek anlamındadır. Nitekim elbisenin dikişine
"nesahatü's-sevb" denilir. Bu mânâya göre de nasûh, çok ıslah edici,
hiçbir gedik bırakmayacak şekilde eksiklikleri düzeltip iyi onarıcı demektir.
Her iki mânâ da dikkate alındığı zamanda nush, iyi niyet ve temiz kalb ile
herkesin iyiliğini isteyerek eksiklikleri düzeltip ıslah etmek, öğüt vermek,
vaaz ve nasihat etmek mânâsına gelir ki nasihat, o verilen öğüdün ismidir. Bu
anlamda nasûh, çok iyi nasihat edici demektir. Önceki iki anlamda nasûh,
tevbenin doğrudan doğruya sıfatı olarak hâlis, ciddi, temiz bir tevbe veya
insanın dinini ve ahlâkını çok iyi ıslah edecek te'sirli bir tevbe
anlamındadır. Üçüncü mânâda ise nasûh, hakikatte tevbe eden kimsenin vasfı olup
tevbeye aklî mecaz suretiyle isnad edilmiş olur. Yani bir tevbe ki, onunla
tevbe eden kimse önce kendi nefsine, sonra da diğerlerine çok iyi nasihat edip
düzeltmiş olacağından nefsin hakkıyla düzelmesine sebeb olan o tevbesine, isim
tamlaması olarak "çok iyi nasihatçının tevbesi" anlamında nasûh
tevbesi demek doğru olur. Bununla beraber sıfat tamlaması olarak "çok iyi
nasihat edici tevbe" mânâsına nasûh tevbe demek daha doğrudur. Böyle bir
tevbe nasıl olur? Kabahatlerden başka bir sebeple değil, sırf çirkinlikleri
yani Allah'ın rızasına ters düşen bir kabahat oldukları için vicdanında
pişmanlık duyarak ve işlemekten dolayı şiddetli üzüntü hissederek ve bir daha
çirkinlik yapmamaya azmedip vazgeçmek, nefsini buna alıştırıp hiçbir sebep ve
engel karşısında dönmemeye karar vermekle olur. İbnü Merdûye'nin rivayet ettiği
bir hadisde şöyle denilmiştir: "Mu'âz b. Cebel (r.a) Hz. Peygamber
(s.a.v)'e, "Ey Allah'ın Resulü! Nasûh tevbe nedir?" Diye sordu. Hz.
Peygamber de buyurdu ki: "Kulun yapmış olduğu günaha pişmanlık duyup ve
Allah'a özrünü arzedip sonra da sütün memeye geri dönmediği gibi o (günaha)
dönmemesidir." Hz. Ali (r.a)'den şöyle rivayet edilmiştir: "O, bir
çöl arabının "Ey Allah'ım senden beni bağışlamanı diliyor ve sana
(günahlarımdan dolayı) tevbe ediyorum." dediğini işitmişti de ona,
"Ey adam! Tevbede dil çabukluğu yalancıların tevbesidir." demişti.
Adam, "O halde tevbe nedir?" deyince de, Hz. Ali (r.a) ona şöyle
cevap vermişti: "O tevbenin altı özelliği vardır. Geçmiş günahlara
pişmanlık duymak, farzları iade etmek, mazlumun hakkını vermek, düşmanlarla
helâllaşmak, bir daha ona dönmemeye azmetmek ve nefsi günah içerisinde
büyüttüğün gibi Allah'a itaatte eritmek ve ona günahların tadını tattırdığın
gibi, itaatın da acısını tattırmaktır." (Tevbenin kabul edilmesi konusunda
Nisâ Sûresi'nde geçen "Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden
kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir..." (Nisâ, 4/17)
ve "Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca
'Ben şimdi tevbe ettim' diyen ve kâfir olarak ölenler için tevbe yoktur."
(Nisâ, 4/18) âyetlerine bakınız.) Gereği gibi yapılan tevbenin kabul
edileceğinin vaad edilmiş olduğuna dair bir hayli âyet ve hadis vardır ki, şu
âyet de bu cümledendir. Umulur ki Rabbiniz sizden kabahatlerinizi örter. Zira
Kur'ân'da tehdit ve tamaa düşürmek mânâsını ifade eder. Mamafih burada dikkat
edilecek birkaç nokta vardır.
Birincisi, bunun esasında Allah Teâlâ üzerine
aklen vacib olmayıp İlâhî bir vaadin gereği olmasıdır. Tevbe-i nasûh hakkında
böyle olunca, onun dışında olan tevbeler hakkında da bundan daha ileri bir
vaadin olmayacağı da aşikârdır.
Şu halde 'daki dan anlaşılacak olan vücubun da
nihayet düşünmeden yapılan tevbe-i nasûh mânâsında bir tehdit ve taahhüdün
gereğinden başka bir vücub ifade etmemesidir.
İkincisi, bağış ve sevab ile güzel bir şekilde
kabul edilme ümidini besleyerek tevbe etmek, tevbenin hâlis ve nasûh olmasına
mâni değil bilakis şiddetli bir arzu ve istek verir. Kabahati ve kötülükleri
kötü ve çirkin oldukları için pişmanlık duyup terketmek, yalnız kendi nazarında
değil, esasen Hak Teâlâ'nın katında çirkin olduğu için vazgeçmek, O'nun
rızasına uygun hareketle, geçmişte olan kötülüklerin yapılmamış gibi
örtülmelerini ve tam bir günahsız gibi rızaya ermesini istemekten başka bir şey
değildir.
Üçüncüsü, az çok ihtimal mânâsı ifade etmekten
de uzak olmayan ayrıca burada şu anlama da gelmektedir. Tevbe ile günahın
örtülmesi, hiç işlenmemiş gibi Allah'ın ilminden silinmesi demek değildir. Onun
içindir ki tevbeden, her hususta tam bir masuma eşit olması lazım gelecek
derecede örtülmesi mânâsına, genel bir tehdit ve taahhüd anlaşılmasın. Kabahat
madem ki yapılmıştır, o halde yazılı kalmalıdır. Allah'ın ilminden silinmesine
imkân ve ihtimal yoktur. Ancak nasûh bir tevbe iyilikler ve keffâretle örtülür,
bağışlanır ve cezası affolunur. Geçmişi hesab defterinden silinir, hatta ondan
sonra hâle göre tam bir günahsız gibi muamele edilir. Fakat esasen masum
olmadığından o dereceye yükseltilmesi hususunda teminat verilmez. Bununla
beraber ümid de kestirilmez, çünkü Allah her şeye kâdirdir. "Onların nuru
önlerinde ve sağlarında koşar." (Hadid Sûresi'nde geçen "Mümin
erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından nurları koşarken gördüğün
günde..." (Hadid, 57/12 âyetine bkz.) "Onlar: Ey Rabbimiz! Nurumuzu
tamamla ve bizi bağışla, derler." Bu âyetle münafıkların halinden
sakınmakla imanda devam ve ilerleme istenmektedir. Rivayet edildiğine göre bu
sözü, münafıkların nuru sönüverdiği zaman müminler, sakınarak söyleyeceklerdir.
9. "Ey peygamber! Kâfirlerle ve
münafıklarla savaş ve onlara sert davran." Bu âyette, daha önce beyan
edildiği üzere tahrim olayı esnasında Peygamber hanımlarını boşamış, Gassâniler
Medine'ye hücûm için hazırlanıyorlarmış gibi şayialar çıkararak ve yalan sözler
yayarak zihinleri tırmalayıp fesat çıkarmaya çalışan kâfirlerin ve münafıkların
halleri anlatılmaktadır. Bu âyet, mânâ itibarıyla "Andolsun ki, iki
yüzlüler, kalblerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar, (bu
hallerinden) vazgeçmezlerse seni onlara musallat ederiz..." (Ahzâb, 33/60)
âyetinin benzeridir. Bu âyetin bir benzeri de Tevbe Sûresi'nde (9/73)
geçmiştir. Kâfirlere karşı cihad ve sertlik, "Onlara karşı gücünüz yettiği
kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın..." (Enfâl, 8/60)
âyetine göre hazırlıkla münafıklara karşı cihadı hatırlatmak, delil getirmek
suretiyle tebliğde bulunmak, cezalar koymak, yerine göre sırlarını ifşa etmek
ve her ikisinde de teyakkuz durumunda olmak sezgi ve dayanıklılıkla olur.
10. "Allah, inkâr edenlere misal verdi."
Bu gibi yerlerde zikredilen atasözleri, garip bir durumu misal olarak göstermek
suretiyle gariplikte ona benzeyen diğer halleri tanıtmaktadır. Yani Allah, O'na
küfredenlerin durumlarına dikkate değer acayip ve garip bir misal olarak
şunların hal ve durumlarını örnek gösterdi. Ki Nuh'un karısı ve Lut'un karısı,
birinin adının Vâile, diğerininkinin Vâhile veya Vâlihe olduğu söylenmiştir.
Bunlar ne oldu bilir misiniz? Kullarımızdan iki salih kişinin nikahında idiler.
Her biri Allah'ın hâlis kulları arasından seçilmiş birer şanlı Peygamber'in,
biri Nuh (a.s)'un biri de Lut (a.s)'un nikahlı hanımları idiler, bu sayede
dünya ve ahiret hayır ve mutluluğunu kazanabilecek bir mevkide bulunuyorlardı.
Öyle iken onlara hıyanet ettiler. Nankörlükle küfredip onlara inanmadılar.
Nuh'un karısı ona deli demiş, ara bozuculuk yapmış ve Nuh'un sır olarak telakki
ettiği vahiy haberlerini müşriklere duyurmuştu. Lut'un karısı da münafıklık
ediyor, evinde duyduğunu kavmine ulaştırıyordu. Lut'un gizli gelen
misafirlerini de haber vermişti. Bu konudaki rivayetlerin özeti budur. Said b.
Cübeyr, "Nuh'un karısının ne yaptığını bilmiyorum, fakat Lut'un karısı
misafirlerini haber veriyordu." demiştir. Rağıb der ki: "Hıyanet ile
nifak birdir. Ancak hıyanet, söz ve emanet itibarıyla, nifak da din itibarıyla
söylenir. Sonra da bunlar birbirinin yerine kullanılırlar. Şu halde hıyanet
gizlice ahdi bozarak hakka muhalefet etmektir ki, bunun tersi emanettir."
Bu âyetteki hıyanet de bu anlamdadır. Her hıyaneti yaptılar demek değil, münafıklık
ederek bir emanete hıyanet ettiler demektir. Buradaki hıyanetten maksadın,
döşeklerine hıyanet, yani ahlâksızlık ve zina olmayacağı bütün tefsirlerde
beyan edilmiştir. Zira "Hiçbir peygamberin karısı zina etmemiştir."
hadisi de buna işaret etmektedir. "Zina eden kadınla da ancak zina eden
veya müşrik olan erkek evlenebilir..." (Nur, 24/3) âyetinde de ilk akla
gelen mânâ budur. Hem zina, yalnız iyiler nazarında değil, bütün insanların
nazarında leke ve tabii olarak nefret edilen bir fiildir. Peygamberler ise, nefret
edilen hallerden uzaktırlar. Fakat bir peygambere karşı en küçük bir hıyanet
bile küfürdür, hakkı inkârdır. Velev bir söz olsun, emanete hıyanetin her
türlüsü de hıyanettir. Gerek Nuh (a.s) ve gerek Lut (a.s)'un nikâhı altındaki
eşleri de iffetsizlik etmiş değil, ancak eş olma şerefinin gerektirdiği iman ve
itaate, iyilik ve doğruluğa sahip olamamış, elde ettikleri nimetin kıymetini
takdir etmeyerek küfür ve nankörlüğe meyletmiş, hayra ve iyiliğe çalışan
eşlerinin başarılarını kolaylaştırmaya çalışacak yerde onlara eziyette
bulunmuşlardır. Bununla da yetinmeyerek Allah düşmanlarının fesadlarına yardım
edecek gizli haberler vererek fitneyi tahrik etmek suretiyle emanete hıyanet
etmişler ve böylece Allah'ın gadabına uğramışlardır. Onun için Allah'ın salih
kulu olan o iki peygamber onları, o hanımlarını Allah'ın azabından
kurtaramadılar. O kadınlara, kocalarının iyi kimseler olması, peygamberliği ve
kurtarmak için gösterdikleri gayretler zerre kadar fayda vermedi. Nuh hanımını
gemisine alamadı da "Aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında aileni ve iman
edenleri gemiye yükle..." (Hûd, 11/40) buyuruldu, Lut (a.s) da kendi
şehrinden dışarı çıkaramadı, bu yüzden de "Karından başka sizden hiçbiri
geri kalmasın..." (Hûd, 11/81) denildi. Ve o iki kadına şöyle seslenildi:
"Girin ateşe girenlerle beraber!" İkisi de helak olan kâfirlerle
beraber cehenneme gittiler. Demek ki yalnız kocalarının iyiliği, Allah
katındaki büyük derecesi ve peygamberliği bile, inkâr eden hanımlarını Allah'ın
azabından, o şiddetli meleklerin vazifeli oldukları cehennem ateşinden
kurtaramaz. İşte bu, bütün kâfirler için darb-ı mesel olmuş bir nümûnedir.
Peygamberler her ne kadar küfredenleri ıslah etmek, kurtarmak isteseler de
imana gelmeyen, küfür ve hıyanete tevbe etmeyenleri eşleri bile olsa Allah'ın
azabından kurtaramazlar. Herkes kendi ameline göre karşılık görür. Onun için
peygamberlerin ve gerek diğer iyi insanların eşleri, bütün kadınlar,
kocalarının ve yakınlarının derecelerine, Allah katındaki makamlarına
aldanmayıp Allah'tan korkmalı ve kendileri iyiliğe çalışmalıdırlar.
11. Allah iman edenler için de şu iki kadını
misal gösterdi. Birisi Firavun'un karısı, ki o, Müzâhim'in kızı Âsiye'dir.
Bazıları da bu hanımın, Hz. Musa'nın halası olduğunu söylemişlerdir. Hz. Musa
Firavun'a karşı âsasını salıverdiği zaman iman etmiş, Firavun da iman
etmesinden dolayı ona şiddetle azab etmişti. Ebu Hureyre'den nakledildiğine
göre güneşe karşı dört çivi ile çiviletip üzerine kocaman bir kaya
koydurtmuştu. O vakit o hatun demişti ki Ya Rab! Benim için katında, cennette
bir ev yap! Ruhunun, Allah yolunda iman ile şehid olarak alınıp, bu sebeple
Allah'ın yanında rahmete erişmesini ve Arş'a en yakın olan Sidre-i Müntehâ'nın
yanında, Cennetü'l-Me'vâ'da kendisine ebedi bir dinlenme yeri inşâ edilmesini
istemiş. demişti ki: Bu suretle beni hem Firavun'dan ve onun işinden koru. Hem
onun pis nefsinden ve hem kötü işinden; şirk ve zulümle icra ettiği hüküm ve
sataşmasından kurtar. Hem de beni o zalimler kavminden koru; zulümde Firavun'a
uyup Firavun ailesi ünvanını almış olan Kıptîler'den kurtarıp ebedi olarak
kurtuluşa çıkar! Böyle söyleyince rivayet edildiğine göre ona derhal cennetteki
makamı keşf yoluyla gösterilmiş ve hiçbir azab duymaksızın ruhu alınmış, üstüne
konulan kaya ruhsuz kalan cesedinin üstüne düşmüştür. Bu da, sahib (Habîb b.
Musa en-Neccâr) gibi doğrudan doğruya cennetlik olarak Allah'ın rahmetine ve
rızasına kavuşmuştur. Evet öbürleri de dünyadan gitmiş, bu da gitmiştir. Fakat
arada ne büyük fark vardır! Onlar, kavimlerini cennete götürmek isteyen iki
peygamberin elinde, hayır ve iyilik içinde cennete götürülecek halde iken,
küfürleri yüzünden cehenneme, ateşe gittiler. Bu hanım ise, kavimlerini ateşe
sürükleyenlerin başı, şirk ve zulmün en büyük timsali olan Firavun'un elinde
ateşe sürüklenmek istenirken imanı ve ihlası sebebiyle cennetin en yüksek
makamına, Rahmân'ın yanına uçmuştur. Herkes kendi yaptığından sorumlu olduğu
için kötü kocaların eline düşmüş saliha (iyi) kadınlar her tehlikeye rağmen
fenalıktan sakınarak Allah'a karşı iman ve samimiyetlerini korudukları müddetçe
kocalarının kötülüklerinden sorumlu olmazlar. Allah, onları sonunda kurtarır.
Hem yalnız evli olanlar değil
12. bir de İmrân'ın kızı Meryem'i dahi Allah
iman edenler için bir örnek vermiştir. O kız ki, ırzını sağlam korumuştu, iffetini
iyi muhafaza etmiş, yakasını ve eteğini kale gibi sağlam tutup kimseye
açmamıştı. Hatta Meryem Sûresi'nde geçtiği gibi Cebrail kendisine göründüğü
vakit bile "Senden, çok esirgeyen Allah'a sığınırım..." (Meryem,
19/18) diye korunmuştu. "Ey Meryem! Hakikaten sen çok garip bir iş
yapmışsın." "Ey Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam
değildi; annen de iffetsiz değildi." (Meryem, 19/ 27,28) diye iftira etmek
isteyenlerin zannettikleri gibi töhmetli değil, eteği sağlam, temiz bir kızdı.
Fakat biz ona ruhumuzdan üfürmüştük. Bir cesedden değil, doğrudan doğruya
ruhtan, yani "kün" emriyle yaratılmış yüksek ve temiz bir hayat
başlangıcı ve kuvvet olması hasebiyle Allah'a isnadından dolayı şereflendirilen
ve ilâhî bir emir olan mukaddes ruhtan, Cibril'den bir kelime üfürülür gibi ona
İsa (a.s), Allah tarafından üfürülmüştü. Bu âyetin muhtevası bize şu fikri
vermektedir. Demek ki bir erkeğin sulbünde (belinde) meni hücresi, bir kadının
rahminde yumurtalık hücresi nasıl yaratılıyorsa, bakire Meryem'in rahminde
ikisi de öyle bir Rabbâni emirle yaratılıvermişti. Buna göre Meryem o üfürülme
anında hem dişi hem erkek özelliğini toplayan fevkalade bir seçimle, "Seni
tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti." (Al-i
İmrân, 3/42) buyurulduğu gibi âlemin kadınlarında görülmemiş bir üstünlükle
seçilerek, dıştan bir aşılamaya muhtaç olmaksızın kendine görünen ruhun
(Cebrail'in) üfürmesinden gebe kalmıştı. Bu âyette Meryem'in hem kadın hem
erkek vasfıyla tasvir edilmesi bize bu mânâyı anlatan bir delil gibi
görünmüştür. Bu âyetin Enbiya Sûresi'nde geçen benzeri "Irzını iffetle
korumuş olanı an! Biz, ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu, bütün âlem için
bir ibret kıldık." (Enbiya, 21/91) buyurulmuştu. Oradaki zamirlerin hepsi
müennes olduğundan zamirinin de semâî (işitmeye bağlı) müennes olan
"ferc" kelimesine gönderilme ihtimali olmakla beraber diğer
zamirlerden ayrılmaması için Meryem'in kendisine gönderilmişti. Halbuki burada
müzekker zamiriyle buyurulmuş ve bu suretle diğer zamirlerden ayrılmış olmakla,
dönüş yeri itibarıyla elbette dikkati çekmektedir. Doğrusu, sözkonusu zâmirin
ferce gönderilerek Enbiya Sûresi, 21/91. âyette bulunan 'yı tefsir etmiş
olmasıdır. Daha önce de sözü edildiği gibi maddesi, esasen lugatte açmak ve
ayırmak mânâsına konulmuş olmakla (ferc) kelimesi mastar olduğu zaman gam ve
kederi açmak mânâsına geldiği gibi isim olduğu zaman da şakk ve fürce gibi iki
şey arasındaki açıklık mânâsına olarak herhangi bir yarığa, yırtığa, çatlağa ve
aralığa denilir. Ve açıklık anlamıyla bilhassa insanın bacakları arası demek
olan apış arası mânâsında hakikattır. Sonra bununla gerek erkek ve gerek
dişinin avret mahalli olan uzvundan kinaye yapılır. Ve bu kinaye dişininkinde
asıl anlamıyla beraber bulunduğundan dolayı daha fazla yaygın olarak kullanılmıştır.
İnsanın çift olan organlarının isimleri Arapça'da semaî müennes olduğundan bu
kelimenin de uzuv mânâsına gelmesi durumunda göz, kulak, el ve ayak gibi
müennes olması gerekip dişi zamiri gönderilir. Diğerlerinde ise, iki şey
arasındaki açıklık mânâsı düşüncesiyle müennesliği de müzekkerliği de caizdir.
Kur'ân'ın edebî üstünlüğü bu bilgi lafızlarını hep kinaye olarak zikreder. İşte
Enbiyâ Sûresi'nin 91. âyetinde burada eklinde bir müennes bir de müzekker
olarak ifade edilmesi, her iki zamirin merciinin ferc olduğunu gösterdiği gibi
bundan maksadın bilinen uzuv değil, kinaye veya başka bir mânânın olduğu da
anlatılmış demektir. Onun için bu hususta İbnü Abbas'tan nakledilen tefsirde,
"Cebrail gömleğin yakası içine üfledi." denilmekle bu üfürmenin
aşağıdan değil, yukarıdan olduğu ifade edilmiştir. Üfürme tabir edilmesi de
ruhun yayılmasıyla gebeliğin kabarmasından kinayedir. Kısacası hem Rabbinin
kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. Kitaplar, peygamberlere indirilmiş
bütün kitaplardır. Kelimeler de, onlarda ifade edilen ve Allah'ın her şeye
kadir olduğunu "O'nun işi bir şey yaratmak istediği vakit, sadece
"ol" demektir ve o şey derhal oluverir." (Yâsin, 36/82) âyetinde
de belirtildiği gibi, dilediğini yaratıcı olduğunu anlatan olağanüstü olaylar
ve mucizelerle ilgili vahiy haberleridir ki, Meryem onlara inanmış olduğu gibi
bu şekilde İsa'ya gebe kalarak kendisi de onlardan bir kısmına fiilen muhatab
olup o haberleri doğru çıkarmıştı. Ve kânitinden, yani itaate, namaz ve ibadete
devam eden itaatkârlardandı. "Kânitin" cem'i müzekker sîgası olmakla,
Meryem "kânet"in altında "hiye" zâmiri ile müennes (dişi)
olarak ifade edilirken, erkek olan "kânit"lerden sayılarak, aynı
zamanda hem dişi hem erkek vasfını biraraya toplayıcı bir halde gösterilmiştir.
Nitekim Al-i İmrân'da "Rabbine ibadet et: Secdeye kapan, eğilenlerle
beraber sen de eğil." (Al-i İmrân, 3/43) âyetinde de bu mânâ vardır.
Müfessirler bunu iki şekilde yorumlamışlardır. Birisi, mescidde namaz ve itaat
hizmetine devam eden erkekler arasında ve o gruptan sayılmış olmasıdır. Diğeri
de öyle kendilerini ibadete verenler sülâlesinden gelmiş bulunmasıdır. Mamafih
her iki yorum da kendisinde iki şerefin toplanmasını ifadeden uzak olmadığı
cihetle biz, burada arzettiğimiz mânâya bir işaret bulunduğunu da görüyoruz. En
iyisini Allah bilir.
İşte Allah Teâlâ iki şanlı Peygamber olan Nuh
ile Lut (a.s)'un hanımlarını küfürle hıyanetlerinden dolayı adlarını kötüye
çıkarıp, cehenneme atılmaya mahkum olan en fena kimselerle beraber o kötü
akibete uğratarak kâfirlere, küfrün korkunç bir sonuca götürdüğünü göstermek
için birer nümune yapmış olduğu gibi, kaderinde Firavun'un eline düşüp onun
hatunu olması takdir edilen Müzâhim kızı Âsiye'yi iman ve şehadetle Allah'a
yaklaşma yolundaki o güzel dileklerine ulaştırmak sûretiyle Firavun'un ve
adamlarının şerrinden ebediyyen kurtuluşa çıkarıp, yükselterek aynı şekilde
İmrân'ın kızı Meryem'i de öyle akılları hayran bırakacak temiz ve rûhânî bir
üstünlüğe erdirerek, ikisini de iman edenlere, imanın güzel akıbetini anlatmak
için birer darb-ı mesel yapmıştır. Gerçi bunlar Allah Teâlâ'nın akıl üstü,
garip, harikulâde keramet ve mucizeler kabilinden takdir ve ihsan ettiği
görüntülerden iseler de, küfür ve hıyânet, iman ve ihlâs ile ciddi dilek, ihsan
ve iffet, tasdik ve ibadet gibi insanların ihtiyarî fiilleri ile de alâkası
gösterilmiş iman konularından oldukları cihetle, tasdik edilmesi ve uyulması
akıl ve şuur, kalp ve vicdan sahibi her insan için ibret dersi olacak ilâhî
kelimeler olduğu da anlatılmıştır. Muhakkak ki Peygamber'in ailesi; müminlerin
anneleri olan eşleri ve kızları ile ehl-i beyti, Ahzâb Sûresi'nin (33/33)
âyetinde "Allah sizden, sadece şek ve şüpheyi gidermek ve sizi tertemiz
yapmak istiyor." buyurulduğu üzere en güzel örnek ve ibret alanların önündedirler.
Hz. Hatice, Hz. Aişe ve diğer Peygamber eşleriyle Hz. Fatıma'nın fazilet ve
menkıbeleri hakkında hadis ve tefsir kitaplarında nice sözler zikredilmiş ve
nice müstakil eserler yazılmıştır. Binaenaleyh, bütün müminler ve aileleri
bunları hiçbir zaman dikkat nazarlarından uzak tutmayarak kendilerini ve
ailelerini o dehşetli ateşten koruyup Allah'ın nurundan tam istifade etmek için
gayret sarfetmelidirler. Bu suretle Tahrim Sûresi'nde aile hukuku ve terbiyesi
konusunda, Talâk Sûresi'nin bir tamamlayıcısı olarak Teğâbun Sûresi'nin
sonundaki "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman
olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz,
hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
"Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük
mükafat ise Allah'ın yanındadır." âyetlerini açıklayarak sözkonusu sûrenin
tamamlayıcısı olarak son bulmuş olduğundan şimdi burada Teğâbun Sûresi'nin
başındaki "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk
O'nundur, hamd O'nadır. Her şeye gücü yeten O'dur." (64/1) âyetine ve
orada tâ Hadîd Sûresi'nin evveliyle Vâkıa Sûresi'nin sonundaki "Öyleyse
Rabbini o büyük adıyla tesbih et.." (56/96) emrine kadar bütün bu beyanatın
aslına uygun ve ürününün elde edilmesiyle ilgili bir safhaya geçiş hususunda
Mülk Sûresi başlayacaktır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Tahrim Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.