Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Şems Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
91-ŞEMS:
"Güneşe ve onun parıltısına yemin
olsun".
Nâziât Sûresi'nde geçtiği üzere
"duhâ"nın asıl mânâsı güneşin, doğduğu mer'i ufuktan yükselip
ışığının parlama ve yayılmasıyla bakanlara açıkça görünmesidir. Sonra o vakti
ifade etmekte hakikat olmuştur.
O zaman kerahet vakti geçmiş olur. Bu
aydınlığın başlamasına dahve (kuşluk), biraz sonrasına duhâ (kaba kuşluk), daha
sonrasına zevale yakına kadar "hâ"nın fethası ve med ile dahâ (koca
kuşluk) denir. Kuşluk vakti kesilen kurbana da udhiyye ve dahiyye denilmiş,
daha sonra bu genelleştirilerek her kurbana bu isim verilmiştir. Burada
"güneşin duhası" denilerek onun güneşe ait olduğu belirtilmesi
nedeniyle tefsirciler bunu güneşin doğarak parlayan ışığı diye tefsir etmişlerdir.
Önce güneşin görünsün görünmesin bütün
özellikleriyle mutlak olarak kendisine, sonra da özel olarak ortaya çıkış
halindeki ışığına yemin ile başlanmıştır. Çünkü âlemin ışık saçan kandili olan
güneş, doğmasında da batmasında da görülen özellikleriyle sistemindeki hareket
ve hayat değişimlerinin başlıca bir kaynak ve yörüngesi; ışığı ile de bize
ufuklarımızdaki maddi âlemin en büyük aydınlatma ve ortaya çıkarma vasıtası ve
böylece yaratıcının lütuf ve inayetini, kudret ve büyüklüğünü tanıtan, kendimizde
ve içimizde bulunan aydınlıkları anlamaya vesile olan en açık bir ibret
âyetidir.
Güneşten bize doğru yayılan görülen
görülmeyen, bildiğimiz bilmediğimiz nice faydalar bulunabilmekle beraber bunlar
içinde en belli olan ısı ve ışıktır. Duhada en çok hissedilen de bu ikisidir.
Güneş pek ateşli bir ısı kaynağı olmak itibarıyla, önceki sûrenin sonundaki
nâr=ateş ile uygun düşmektedir. Fakat güneş denilince önce gözümüze çarpan
ışıktır. Işık, üzerine doğduğu ve yansıdığı şeylerin dış hudutlarıyla
benzerlerini taşıyarak gözü olan şuur sahiplerine göstermek üzere karşımızda
şekillendirir. Bu şekillenme ve görüntüler bizim gözlerimizden şuur nuruyla
kavranılarak nefsimizde eşyanın dış şekilleriyle belirlenmesine vesile olur ve
ışığın böyle dış ile iç arasında ard arda yansımalarla şuura gelmesinden hasıl
olan bu belirlenmelerden ve bunlara katılan diğer hislerimizden gönlümüzde
gittikçe ruhî ve manevî bir âlem oluşup gelişir ve biz bunları "ben"
ve "ben değil" arasında birer âyet olarak okuya okuya, akıl ve ruhumuzla
mânâ ve kavramlarına şuur edine edine zevk ve irademizi onlara yöneltip
birleştire birleştire eşyanın hakikatlerini incelemeye ve onların dışta ve içte
birleşme cihetinden Hak yönü tanıma gayesine yol buluruz. O şekilde gözlerimiz,
gönüllerimiz Hak nuru ile nurlanarak parlak dolunay gibi aydınlanır ve
nefislerimiz ondan aldığı ilhâm feyzi ile maddî karanlıklardan sıyrıla sıyrıla
temiz ve nurlu hakikat âleminde huzurlu bir şekilde gelişip ilim ve amel
bakımından temizlenip feyizlenerek "Hem kendisi hoşnut, hem de Rabbi
kendisinden hoşnut bir halde."(Fecr, 89/28) Rabb'ine döner de "Gir
kullarımın içine, gir cenetime."(Fecr, 89/29-30) hitabıyla kurtuluşa eren
temizlenmiş nefislerden olur.
Işığın şuurumuza gelmesinden önce dış mahiyeti
ve hakikati, her ne olursa olsun, onun tam anlamıyla ışık oluşu, bizim şuur
nurumuzla birleşerek hem dışa hem içe ait bir özellikle gözümüzde parlayışında
ve dolayısıyla bizi kendimizden ötesiyle birleştiren algılama nurunun en açık
bir misali oluşundadır. Bunun en belirgin olanı güneşin ışığı, onun da en açık
olanı duhasıdır. Bundan dolayı güneş bize her şeyden önce ışığıyla görünür.
Güneş denildiği zaman da biz herşeyden önce onun ışığını anlarız. Bundan onun
kültesine ve diğer özelliklerine geçeriz ki bu bize şuurumuzdan kendimize ve
ötemize geçişimizin de bir misalini vermiş olur. Zira göz ve şuuru olmayanlar
için nur, ışık ve güneş kavramı yoktur. Onun için görünen ve görünmeyen bütün
özellikleri ile ilgili olmakla beraber bilhassa etrafımızı aydınlatmak
suretiyle nefislerimize karşı irşat niteliğini taşıyarak şuurumuzun dıştaki bir
timsali olan ışığının özelliğine dikkat çekmek hikmetine dayandığı açıklanmak
üzere "onun parıltısına" buyurulmuş ve yine bu nükte ile ardından
ışığın çeşitli durumları ve ışığın zıddı olan karanlığın hakim olduğu zamanlar
içinde gök ve yerde görülenden görülmeyip düşünülene doğru harici bir gidişle
Allah'ı tanımaya, sonra da nefsin ruhani kıymeti ve şerrini ve hayrını
anlayacak şekilde bir ilham alabilecek seviyede düzeltilmesi yönü açıklanarak akli
ve manevi duygularla insanın kendisini inceleme yürüyüşü içinde temizlenmeye,
yükselmeye ve kurtuluşa sevketmek ve bu yolu göstermek için şu yeminler
birbirine girmiş şekilde ard arda getirilmiştir:
2. Ve Ay'a yemin olsun. Güneşten başka aya da
yemin olsun, fakat her zaman değil onun peşinden geldiği zaman, yani güneşe
uyduğu, onun batmasının ardından onu andırır bir surette doğduğu zaman ki bu
tam anlamıyla ayın ondördünden onaltısına kadar "Leyâli-i bîz" (beyaz
geceler) denilen dolunay gecelerinde görünür. Gerçi başlangıçtaki hilal
şeklinde onbeş onaltısına kadar hatta sonundaki mihak gecesi (kameri ayın son
üç gecesi) dışında her gece az çok görülebilirse de onaltısından sonra git gide
gecikip eksilerek uzaklaştığı için izleme ve uyma durumundan çıkmaya başladığı
gibi, gittikçe büyüdüğü ilk haftalarında da henüz kütlesi tamam olmadan veya
tamama yaklaşmadan evvel, bir güneşin ardından ona bağlı ikinci derecede bir
güneş doğuyormuş gibi tam anlamıyla güneşe bağlı olmuş olmaz. Ancak ayın
ortalarında dolunay gecelerindedir ki güneşin batması sırasında veya batmasının
hemen ardından onu andıracak şekilde dolgun bir şekilde nurlu olarak doğar ve
sabaha kadar da ışığı uzanıp gider. O zaman aya tam anlamıyla "güneşin
talisi" yani güneşin ardından onun gibi gelen ikinci bir güneş demek açık
olur.
TELÂ, "tülüv" mastarından fiil-i
mazi (geçmiş zamanlı bir fiil)dir. ve diye yâî (ya'lı) de, vâvî (vav'lı) de
olur. Nitekim gibi da böyledir.
Tülüv; tabi olmak, birine uyup ardınca
gitmektir. Okumak mânâsına tilavet de bu köktendir. Razî der ki: Ayın güneşe
tabi olmasıyla ilgili birkaç izah şekli vardır:
1. Güneş battığında ayın doğmada kalmasıdır ki
ayın ilk yarısında olur. Güneş batınca ay aydınlatma hususunda ona tabi olur.
Bu, Ata'nın İbnü Abbas'tan naklettiği görüştür.
2. Güneş batınca, ayın da batmada ona
uymasıdır ki bu hilâl gecesi olur. Bu, Katâde ile Kelbî'nin görüşüdür.
3. Ferrâ demiştir ki: Bu tülüv'den, yani bağlı
olmaktan maksat ayın güneşten ışık almasıdır. "Filan, şu hususta filana
tabi olur." denilir ki onu ondan alır demektir.
4. Zeccâc demiştir ki: yuvarlak hale gelmesi
ve olgunlaşması zamanıdır. O vakit ay, ışık ve nurda ikinci bir güneş gibi
olur. Yani ışığı olgunluğa erince aydınlatma hususunda güneşin yerine geçer
gibi olur ki bu, leyali-i biz denilen ayın ondört, onbeş ve onaltıncı
gecelerindedir.
5. Ay görünen şekliyle kütlesinin büyüklüğünde
güneşe tabi olduğu gibi, insanların menfaatlerinin bunların hareketine bağlı
olması hususunda da ay güneşe tabi olur.
Bu izahlardan her biri özel bir mânâ ifade
temekle beraber hepsi, güneşin arkasından ayın ona bir uyuşu veya bir benzeyişi
halini ve dolayısıyla ona uyup benzediği zaman demek olduğunu, bunun da doğma
veya batmada, ışık veya kütlede veya faydada düşünülebileceğini anlatmış
oluyor. Bu mânâ, ayın halden hale geçerken ışığını güneşten aldığını da
dolayısıyla anlatmış olursa da, yemine bir kayıt olarak zikredildiği için o
değişikliklerin her zamanına değil, bilhassa güneşe en çok uyduğu veya benzediği
zaman ile kayıtlanmasını gerektiriyor. Bu ise Zeccâc'ın açıkladığı üzere, ayın
ikinci bir güneş gibi olduğu dolunay gecelerinde açık olur. Sözün akışı hareket
üzerinde değil, ışık üzerinde olmak itibariyle bu mânâ açıktır. Uyma ve takip
mânâsına gelen tülüv, bir hareket mânâsını da içerse veya böyle bir mânâyı
gerektirse de bunun ışık itibariyle bir uyma ve hareket olması yaraşır. Çünkü
ay harekette dünyaya, ışıkta güneşe tabidir. Dünyanın etrafında döner. Güneşe
olan konumuna göre ışığı değişir. Hareketi nazar-ı itibara alan beşinci izahta,
ayın hareketi doğrudan doğruya güneşin hareketine bağlı olduğu zannedilmemek
için ışık açısından, kütlesinin görünüşte büyümesi; hareket açısından da,
hareketine insanların fayda ve yararlarının bağlı olması itibariyle benzerlik
mânâsında bir uyma olduğunu açıklamıştır. Bunlar ise dördüncü izahta dahil
demektir. Üçüncü izah şekli, mânâyı lazimi (gerekli mânâ) olmak gerektir.
İkinci izah şekli, ilk hilale dikkat
nazarlarını çekmek itibariyle uygun ise de, ayın sadece güneşin batması
durumunda onun peşinden çıktığının söylenmesi itibariyle tercih etmeyi
gerektirecek bir sebep olmadan tercihte bulunmak gibidir.
Birinci izah şekli, hilalden tam dolunaya
kadar ayın ilk yarısında günden güne artan gelişme safhalarını göstermek
itibariyle dördüncüden daha kapsamlı ve maksat, ayın güneşe yönelmesinin
arttığı ve doğması güneşin batmasını takip ettiği müddetçe ışığını artıra
artıra olgunluk gayesine ve adeta ikinci bir güneşi andıran dolunay haline
gelişini hatırlatmak olduğuna göre hepsinden daha anlamlıdır. Fakat asıl
maksat, güneşin parıltısı gibi ayın da o olgunluk zirvesinde olan ışığına ve
bunun güneşin ışığına tabi ve ondan sonra gelerek ikinci derecede olduğunu
anlatarak bununla nefs-i mülheme (ilham alan nefis)nin olgunlaşma ve
düzelmesine bir zemin hazırlamak olduğuna göre dördüncü izah daha güzel ve daha
açıktır. Bu suretle nurlanan aya yemin de, ışığın ateş gibi olan hararetli
özelliğinden soyutlanarak sırf nur halinde yansıyan ve duyu organlarıyla
duyulandan akıl yoluyla bulunana, görülenden görülmeyene, eserden müessir
(eseri yapan)e geçişe vesile olan diğer bir durumuna yemin olmuş olur.
Eğer tilavet kökünden istiare-i tebeiyye
olarak düşünülüp de ayın ışığında duyularımızla göremediğimiz güneşin yansıyan
ışığını dünyamıza yayarak onu akıl sahiplerine akli delil ile andırması, bir
okuyucunun Allah'ın kitabından bir âyet okuyarak mânâsını lafzî delil ile
anlatmasına benzetilecek olursa hem ilham alan nefsin temizlenmesi haline, hem
de Kur'ân'a Nur ismi verilmesine de işaret edilmiş olacağı için pek beliğ bir
izah şekli olacaktır.
3. "Güneşi açtığı zaman gündüze yemin
olsun".
Tecliye, tecelli ettirmek, parlaklık ve
açıklık vermek, yani iyice açıp ortaya çıkarmaktır. Zamir, daha önce açık isim
olarak geçmiş olan Güneş'in yerini tutmaktadır. Güneş ışığının ufkun üstünde
ortaya çıkıp yayılma vakti demek olan gündüzün güneşi açıp ortaya çıkarma
zamanı ise, havada sis ve bulut gibi bir kapanıklık eseri bulunmayan açık
gündüz zamanı demektir. Bu da güneş ışığının tam bir yayılma ile diğer bir
durumuna yemindir.
Gündüz, güneş ışığının dünyaya aksetmesinin
bir neticesi olduğu halde, bunun, güneşi açtığının söylenmesi, yani güneşin
eseri olan ışığın güneşi etkileyen bir şey gibi gösterilerek "gündüz,
güneşi açtığı vakit" denilmesi ve güneşin ışığından ve aydan sonra bir de
buna yemin edilmesi elbette çok dikkate değerdir. Bunda güneşin bizim dışımızda
ve içimizde tecelli etmesinin bir engel bulunmama şartına bağlı olduğuna ve
eserin lazımı dahi o eseri meydana getiren zatı göstermede etken olduğuna ve bu
delaletin açık ve gizli olması eserin açık ve gizliliği ile uygun olduğuna bir
dikkat çekme vardır. Yani gördüğümüz gündüz, güneş ışığının; ışık da güneşin
varlığını gösterir. Güneşin görülmesi ışığının görülmesi vasıtasıyladır. Işığın
bizde bir izlenimi olan gündüz, ne kadar engelsiz ve açık olursa ışık da o
oranda aydınlık; ışık ne kadar engelsiz ve açık olursa güneş de o oranda açık
olur. Gündüz hava bulutlu olunca güneş doğrudan doğruya görülmez, dolayısıyla
aklen bilinir.
4. Ve geceye yemin olsun onu, (yani güneşi)
bürürken. Bu da gecenin güneşi ve bütün ufukları sarıp kaplıyarak nur ve ışığı
tamamen örtmeye başladığı veya örtmeye devam etmek üzere bulunduğu halindeki
koyu karanlık zamanına yemindir ki, açık gündüzün ve ışığın tam zıddı olan
karanlığa, geçici karanlığa ve engelin gelme zamanına dikkati çekmek suretiyle
"eşya zıddıyla ortaya çıkar" kuralınca yine ışığın önemine ve
özellikle zahiri nur ve ışığın kaybolduğu bir zamanda kaybolmayıp onun
yokluğunu duyan ve onunla etkilenen nefsî şuurun kıymetine de dolayısıyla
dikkat çekmedir. Bunda maddenin nur ve ışığın görünmesine engel olan karanlık
tabiatıyla ayın görünmediği son günlerine ve nefsin cahillik, küfür, gam,
sıkıntı, gaflet ve tembellik veya şehvet perdelerinin örtmesiyle hak yolu
bulmaktan mahrum kalma hallerine ve yok olma anına da işaret vardır. Onun için
önceki yeminler müjde, bu yemin ise korkutma mahiyeti taşımaktadır. Öncekilerde
mazi (geçmiş zaman kipi) "açtığı zaman" , "uyduğu zaman"
denildiği halde bunda şimdiki ve geniş zaman kipiyle "onu örterken"
buyrulması; nur, geçmişte dahi olsa faydalı olup hükmü ve önemi var ise de
karanlığın önemi ancak ilk hücum anıyla devamı sırasında olduğuna bir
işarettir. Yani, bürüyeceği sıra veya bürürken demektir.
Bir de Fecr Sûresi'nde geçtiği üzere bunlara
yeminden asıl maksat, meydana gelişleri nefiste şuurla birleşen nitelikleri ile
varlığını gösterdikleri o yüce Rabb'i hatırlatmak olduğundan dolayı buyuruluyor
ki:
5. Göğe ve onu öyle enteresan bir biçimde bina
edene yemin olsun. "Allah onu bina etti. Yüksekliğini yükseltti ve
nizamına koydu."(Nâziât, 79/27-28) mânâsınca onda asılı yıldızları ve
cisimleri yaratıp aralarındaki yüksek ve geniş mesafe ve yükseklik ile beraber
birbirlerine bitişik bir bina bölümleri ve parçaları gibi tam bir kudretle bağlıyarak
o yükseklikte denge ve düzenine koyup içinde yaşanacak yükseltilmiş ve
süslenmiş bir bina halinde yapıp düzelten yüce Allah'a, yahut onu öyle bina
edişine, inşa ediş tarzına, kanunlarına
6. ve (özellikle onun içinde yaşadığınız) arza
ve onu döşeyene, bir döşek gibi döşeyip üzerinde yaşanabilecek ve kalınabilecek
şekilde altınıza seren o yaratıcıya veyahut öyle döşeyişine, döşeyişindeki
eşsiz tarz ve biçime yemin olsun. (Geniş bilgi için, "Ondan sonra da yeri
döşedi."(Nâziât, 79/30) âyetinin tefsirine bkz.) ile , Nâziât Sûresi
otuzuncu âyette geçen ile gibi ve aynı mânâda olarak döşeyip yaymak, düzgün
sermek mânâsına "tahiv" kökündendir. Yâî de olurlar.
Düzgün yayılmış ve geniş arza
"taha", büyük ve yayvan gölgeliğe "tahiye, mathiyye ve
mathuvve" denilir. Arzın tahvı ve dahvi demek, yer kabuğunun
oluşturulmasıyla yüzeyinin yaşamaya elverişli bir şekilde döşenmesidir.
Tefsirciler der ki: Böyle olması onun küresel olmasıyla çelişki teşkil etmez.
""Bakmazlar mı yere, nasıl yayılmış?"(Ğâşiye, 88/20)
hatırlatması gereğince deneysel gözlem ve delillerle sabittir ki yer geometrik
anlamda tam bir küre olmamakla beraber kürevi, yani küremsidir.
Dağları, dereleri, ovaları ve denizleri gibi
girinti ve çıkıntılarıyla kutuplarının basıklığı küreselliğine engel olmaz. Kütlesinin
büyüklüğü göz önüne alınca bunlar onun üstünde bir portakal kabuğunun pürüzleri
derecesinde kalır. Bu döşenişin tabiriyle anlatılması da bunu gösterir. Nitekim
karpuz ve kabak gibi sapsız olarak yer üzerine döşenip yayılan sebze ve
bitkilere "mutahhiye" denilir.
7. Bunların, hep canlı ve insan yaratılışının
mukaddimesi ve bunları algılayarak karanlıktan çıkıp yaratıcısını tanımak ve
gereğince ahlâk düzeyine yükselecek ilham alabilir bir nefsin düzeltilmesi
meselesi ile ilgili olduğunu hatırlatmak için de buyruluyor ki: Bir nefse ve
onu düzeltene yemin olsun. Yani, üzenine koyan Allah'a, yahut onu düzene
koymasına yemin olsun. kelimesinin nekre ve belirsiz olarak söylenmesi, onun
büyüklüğünü veya çokluğunu göstermek içindir.Büyüklük ifade etmek için olunca,
"büyük bir özel nefis" demek olur. Ki bu özelliği ya şahsı ile
ilgili, veya nev'i ile ilgili ya da cinsi ile ilgili olabilir. Şahsi büyüklük
düşünülmesi halinde Hz. Âdem'in veya Hz. Muhammed (s.a.v.)'in nefsi akla
gelir.Büyüklük, nefsin nev'i ile ilgili olması durumunda seçkin bir tür nefis,
yani diğer nefislere baş olmaya layık, peygamberliğe mazhar bir mukaddes nefis
türü demek olup Peygamberlerin nefislerini kapsar. Fakat bu iki takdirde
yeminin gelecek olan cevabında "onu kirletti" ve "onu temizledi"
zamirlerinde istihdam> gözetilmesi gerekir.
Büyüklük nefsin cinsi ile ilgili olması
durumunda ise, bir cins nefis, hayvan nefislerinden ayrı bir özellik taşıyan
insani nefis cinsi demek olur ki cevaba bu daha uygundur. Nefis kelimesinin
nekre olarak gelmesinden maksadın çokluk olduğunu tercih edenlerin muradı da bu
olmalıdır. Yani her hangi bir insan nefsi murat olunmak gerekir. Zira hiçbir
kayıt konmadan çokluk kastedilirse birçok nefisten herhangi bir nefis demek
olur. Bu ise organik bir bedende bir birlik ve olgunluk ifade edebilen herhangi
bir nefis, hayvansal nefsi ve bitkisel nefsi de içine alır. Ancak mutlak,
kemaline sarf olunmak veya "onu düzeltti" ve "ona kötülüğünü ve
takvasını ilham etti" karineleriyle kayıtlanmak suretiyle insan nefsinin cinsi
şeklinde tahsis edilebilir. Nefsin cinsinin büyüklüğü murat edildiği takdirde
ise bilhassa insan nefsinin bir cinsi olan "nefs-i müdrike" (idrak
edici nefis) doğrudan doğruya anlaşılır.
Nefis, ruh ile bedenden oluşan zat veya bedeni
idare eden ruhtur. Nefis deyince bunlar anlaşılır. Bedenin düzgünleştirilmesi,
yaratılışının "Onu düzeltip ruhumdan ona üflediğim zaman."(Hıcr,
15/29) âyeti mânâsınca ruh üfürülebilir bir seviyeye getirilmesidir. Nefsin
düzgünleştirilmesi ise, ruhun üflenmesiyle olgunlaşmasına kabiliyetli olmak
üzere uzuvlarının ve iç ve dış kuvvetlerinin düzenine konulmasıdır.
"Onu bina edene", "onu
döşeyene" ve "onu düzenine koyana" âyetlerinde geçen nın mevsul
veya mastar ma'sı olması hakkında tefsircilerin iki görüşü vardır. Mevsul olması,
doğrudan doğruya bu fiillerin yapıcısı olan yüce Allah'ın bildirmesi nedeniyle
daha açık ve sözün akışına daha uygundur. Ancak yüce Allah hakkında şey
tabirinin kullanılması zahire uymaz gibi görünür. Bundan dolayı Ferra, Zeccâc,
Müberred, Katade ve daha bir çokları bunu mastar ma'sı kabul ederek,
"yapması, döşemesi ve düzenine koyması" diye tefsir edileceği
görüşüne varmışlardır. Bu durumda gelecek "ona ilham etti" fiili de
bunlara bağlı olduğundan mastar mânâsına alınarak "ilham etmesi"
demek olur. Zemahşeri'nin belirttiği bozukluk bulunmaz. Fakat bunda da bu dört
fiilin altında gizli bulunan fail zamirlerin, yerlerini tuttukları isimlerin
zikredilmemiş olması zahire uymaz. Zamirin yerini tutmuş olduğu ismin hükmen
bilinmiş olması da yeterli olabilirse de, fiili hatırlatmaktan asıl maksat
fâilini hatırlatmak olduğu için nın mevsul olması daha açık ve nazımda daha
uyumludur.
Bu âyetlerde yerine denilmiş olması ise iki
sebeptendir:
Birisi, 'da müphemlik daha kuvvetli olmak ve
hayret mânâsında kullanılmak itibarıyla "şanı hayret veren bir yapıcı
" mânâsına Allah'ın zatını tam olarak anlamanın mümkün olmadığına ima
nüktesidir.
Diğeri de, Allah'ı tanımayanlara bu fiillerle
tanıtılmak üzere, "o sizin tanımadığınız Allah, bunları yapan yüce
yaratıcıdır" demek mânâsını ifade içindir. "Mâ"nın mastar mâ'sı
olması durumunda ise bu mânâ dolambaçlı olarak anlatılmış olacaktır. Bundan
dolayı biz de meâlde "mevsul" olmasını tercih ederek tefsirde mastar
mâ'sı olmasına da işaret ettik.
8. Görülüyor ki, güneşten başlayan ve gecesi,
gündüzü, yeri ve göğüyle âlemi dolaştıran yemin, dıştaki delillerden sonra
nefsin anlaşılması deliliyle önce Allah'a döndürülmüştür. O yüce yaratıcı ki,
insan nefsini yaratıp düzenine koymuş. Kabiliyet vermiş de ona kötülük ve
takvasını ilham etmiştir.
İLHÂM, aslında bir şeyi bir defada yutmak
mânâsına "lehm" kökünden if'âl kalıbında bir mastar olup bir anda
yutturmak mânâsınadır. Bundan, bir mânâyı gönüle düşürmek ve telkin etmek
mânâsında meşhur olmuştur.
FÜCÛR, haktan sapmak, hak yolu yarıp
düzeninden çıkarak kötülük ve isyana düşmektir. Bilhassa zina etmek, yalan
söylemek, daha Türkçesi edepsizlik etmek mânâsında kullanılır. Böyle kötü ve
günah olan fiillere de fücur denilir.
TAKVA da fücurun zıddı olarak, nefsi
kurtarmanın, Allah'ın koruması altında fenalıktan sakınmanın ismidir. Neticesi
korunmak olan hayır ve itaat fiillerini kapsar. Şu halde bir nefse fücurunu ve
takvasını ilham etmek, fücur yapmasını ve ondan korunmasını kalbine duyurmak ve
dolayısıyla onu ikisi arasında kendi seçimi ile başbaşa bırakmak mânâsına
sanılabilirse de asıl mânâ kötülüğün kötülük, yani nefse zarar, bozukluk;
takvanın da takva, yani nefsi koruma, iyi olduğunu duyurmak ve dolayısıyla
yapılması veya yapılmaması günah ve kötü olan işlerden sakınmak; takva ve hayır
olan işleri yaparak korunmak gerektiğini telkin etmedir. Zira "kötü"
kavramı yermeyi ve dolayısıyla yasaklamayı, "takva" kavramı ise
övmeyi ve dolayısıyla yapılmasının emredilmesini gerektirir. Bir de takva
sadece "sakınmak" mânâsına bir mastar olmayıp bir mastar ismi olduğu
için burada ona karşılık olarak zikredilen fücur da "günah işlemek"
mânâsına mastar olmayıp yapılması veya yapılmaması kötü olan şer ve günah işler
mânâsına isim olması yaraşır. Bu nedenle de fücûr ve takvayı ilham, bir nefse
"bunları yap" diye ikisinin de yapılmasını ilham mânâsına olmayıp
herhangi bir işte "bu kötüdür, şer ve günahtır, nefsi fenalığa
sürüklemektir. Şu yönden zarardır, yapma. Şu da takvadır. Hayır ve itaattır.
Fenalıktan korunmadır, yap" diye bir nefse şerri ve hayrı, kötü ve iyiyi,
zarar ve yararı beyan ve telkin ederek birinden sakındırıp birini yapmak iyi
olacağını duyurmak demek olur. Kuşku yok ki yüce Allah her nefse, bir iyilik,
kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir. Bunun birisi sonuç itibarıyla o nefis
hakkında tehlike, birisi de kazanç ve başarıdır. Onun için insan zarardan
kaçınır, kâra atılır. Bu toplu mânâ ile ilham, yaratılıştan her nefiste
genellikle cereyan eder. Şu kadar ki insan sonuç itibarıyla hangi şeyin iyi, hangi
şeyin kötü olduğunu her hususta aklıyla her zaman bilemez. Özellikle kişi
ömrünün yeterli olamayacağı derecede uzun tecrübelere bağlı olan şeyleri bir
nakil ve duyurma olmadıkça hiç bilemez. Bunlar ilham alabilir, kudsi nefislere
vahiy ile veya asırlarca süren tecrübelerle bildirlir.
Bir de birçok insan, iyiyi kötüyü, doğru ve
gelecek açısından değil de sonu ne olursa olsun bugün için ve yalnız kendine,
kendinin o anda hemen duyacağı zevke göre ölçer. Başkalarını kendisi gibi
düşünmez. Diğerlerinin elem ve zararını önemsemez. Kendisi için iyi zannettiği
şeyin başkaları için kötü olup olmadığını ve kendi hakkında ilerisi için dahi
iyi olacak şekilde aslında ve Hak katında iyi ve kârlı olup olmayacağını hesaba
katmaz. Veya "gün bugündür" der ilerisine inanmaz da birçok kötülüğü
sadece kendisine bugün için bir zevk veya fayda olduğundan dolayı yapar, birçok
iyilikten de bugün kendisine zor geldiği için kaçınır. Oysa bu insan esas
itibarıyla elem ve lezzet, kötülük ve iyilik, şer ve hayır işlerini duymakta bulunduğu
için başkalarını da kendisi gibi düşünerek "hak" fikriyle hareket
etse ve ayrıntılarını bilmediği veya tecrübe etmediği şeyleri bilenlerden sorsa
ve bulamadığı ve belirleyemediği takdirde de o işin kendine ait olduğunu ve
zevkine hoş geldiğini veya gelmediğini bir tarafa bırakarak genel olarak
aslındaki hakkını düşünüp kalbine, vicdanına başvursa yüce Allah onun kalbine o
işin kötü mü veya takva mı olduğunu ilham eder, duyurur. Çünkü o bir şer ise
mutlaka gönlü bulanır, "yapmasam iyi olur" der. Hayır ise gönlü bir
huzur ve rahatlık duyar. Onun için hadis-i şerifte: "Müftüler sana fetva
verseler de sen kalbine danış."
"Seni işkillendirecek şeyi bırak,
işkillendirmeyeceğe geç." buyrulmuştur. Ancak kişi kötülüğü bir alışkanlık
halinde yapa yapa fıtratı tamamen bozulmuş ve "Allah tarafından kalpleri
mühürlenmiş."(Bakara, 2/7) kişiler takımından olmuş olursa başka. Bu
şekilde bu âyet, önceki sûredeki "Ona iki yolu gösterdik."(Beled,
90/10) âyetinin bir tefsiri demektir. İki yol, biri şer olan kötülük, biri de
hayır olan takva gayesi; hidayet de bunları ilham edip açıklayarak kötülükten
nehiy, takvayı emirdir. Fücurun yani kötünün hayırdan önce zikredilmesi ise,
kötülüğü savmak, menfaat elde etmekten daha önce, başka bir deyişle temizleme,
süslemeden daha önce olduğu içindir. Zira maksat kötülükten sakındırmak,
takvayı teşvik etmektir.
9. İşte bu anlatılan zahiri aydınlatmaları
yaratan ve onlarla beraber daha birçok nimeti içinde bulunduran göğü bina eden
ve yeri döşeyen ve bunları, kendini, iyi ve kötüyü idrak edecek ilham alabilen
nefsi yaratıp düzene koyarak ona iç nuruyla kötülük ve takvasını ilham eden
yüce Allah'a yemin olsun ki o nefsi temizleyen kimse yani günahlardan
temizleyip takva ile terbiye etmek ve geliştirmek suretiyle feyizlendiren
kimseler; başka bir mânâ ile, Allah'ın böyle temizlediği, ilham almış temiz
nefis, gerçek kurtuluşu buldu. "Gir kullarımın içine, gir
cennetime."(Fecr, 89/29-30) hitabına nail olarak kurtulup muradına erdi.
10. Onu korumayıp günahlarla alçaltarak gömen
hileci kimseler, yahut başka bir mânâ ile, Allah'ın öyle alçaltıp gömdüğü
günahkâr ve alçak nefis de gerçekten zarar edip hüsrana uğradı. Kendini
kurtaramayıp bütün hayalleri ters yüz olmuş ve her ümitten mahrum olarak
"Allah ne olurdu, hayatım için önceden hayır yapsaydım."(Fecr, 89/24)
diye diye sonsuz azap, kopmaz bağ içinde hasret ve hüsrana düştü gitti.
Tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre
yeminlerin cevabı bu iki cümledir. Asıl olan yeminin cevabında denilmek ise de
yemin uzamış olduğu için kaldırılmıştır. Buna göre bu sûrenin ruhu ve bütün
anlatılmak istenenler bu iki cümlede özetlenmiştir.
Yukarıdan beri defalarca geçtiği üzere
"tezkiye", keskin ile zekatın aslı olan "zeka" fiilinin
tef'il kalıbından gelmiş şeklidir.> Bu ise arılık dediğimiz temizlik, paklık,
taharet mânâsıyla artıp büyümek demek olan nema, feyiz ve bereket mânâsınadır.
Dolayısıyla ile tezkiye; temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek ve
temize çıkarmak mânâlarına gelir. Bu şekilde nefsi temizleme tabiri başlıca üç
mânâda kullanılır:
BİRİNCİSİ: Onu kirletecek küfür, cehalet, kötü
duygular, yanlış inançlar, fena huylar gibi kötü şeylerden temizlemek.
İKİNCİSİ: Temizleyip koruyarak iman, ilim,
irfan, iyi, iyiliksever duygular, güzel, ilâhî ahlâk, takva özellikleriyle
terbiye edip ilâhî tecellilere nail olarak, çevresine zekat verecek, hayır ve
bereket yayacak şekilde feyizlendirmektir ki, bu iki mânâ ile nefsi temizlemeye
çalışmak, onu yaratanın bir hakkı olmak üzere insanın görevi ve yararı
gereğidir. Onun için bu temizleme, bu işi yapması itibarıyla insana; sebep
olması itibariyle mürşit ve öğretici durumda bulunan diğer şahsa; takdir
edilmesi, başarılması ve yaratılması itibariyle Allah'a nisbet olunur. Burada
açık olan mânâ da budur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Nefsi tezkiye etmek, nefsin temiz
olduğunu takdir veya son derece feyiz alıp gelişmiş olduğuna hükmetmek
suretiyle temize çıkarmak, övmek mânâsına gelir. Nitekim şahitlik yapacak
birini tezkiye etmek bu mânâdandır. İnsanın bu mânâ ile nefsini tezkiye etmeğe
hakkı yoktur. Henüz akibetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için
böyle bir iddia ile böbürlenme gurur ve cehalet ile düşüştür. Necm Sûresi'nde
"Nefsinizi temize çıkarmayın. Allah, günahlardan korunanı en iyi
bilendir."(Necm, 53/32) buyrularak insanların kendilerini temize çıkarmaktan
nehyedilmeleri bu mânâ iledir. Onun için burada bu mânâ düşünülecek olursa
nefisten ibaret; nın faili (öznesi) altında gizli zamiri o nefsi düzenine koyup
kendisine ilham veren Allah lafzının; zamiri de nefisten ibaret olan lafzının
yerini tutan ve sıla cümlesini "men" ism-i mevsulüne bağlayan bir bağ
olarak "Allah'ın temize çıkardığı nefis kurtuluşa erdi" diye anlamak
gerekir. Önceki mânâda ise insan; nın fâili (öznesi) bu insanın yerini tutan
zamiri, sıla cümlesini ism-i mevsule bağlıyan bir bağ; zamiri de nefsin yerini
tutan bir zamir olarak "nefsini temize çıkaran insan kurtuluşa erdi"
diye anlamak da yeterlidir. Akla ilk gelen de budur. Mutezile bu mânâda israr
etmek istemişlerse de Ehl-i sünnet ikinci yönü de caiz görmüşler, her mânâsıyla
temizlemenin Allah'a isnadın daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Onun için
meâlde iki yöne de ihtimalli olacak bir şekilde ifade edilmiş, tefsirde her iki
yön de gösterilmiştir.
Gerçekte insanın nefsini, ruhunu temizlemeye
çalışması sonunda faydası kendisine ait olan bir vazifedir. İnsan iradesini bu
yönde kullanmakla "Allah'a yardım ederseniz o da size yardım
eder."(Muhammed, 47/7) mânâsı gereğince Allah'a hizmet ederek Allah'ın
yardımına erer.
İmam Ahmed, İbnü Şeybe, Müslim ve Nesai Zeyd
b. Erkam'dan rivayet etmişlerdir ki Resulullah (s.a.v.): "Allah'ım! Benim
nefsime takvasını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın.
Sen onun velisi ve mevlasısın." diye dua ederdi. Taberani ve daha
bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetinde de Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti
okuduğu zaman durur ve bu duayı söylerdi. Bundan ve Buhari, Müslim ve Ebu
Davud'da bununla ilgili rivayet olunan bazı hadislerden dolayı bazıları bu
mânânın daha tercihe şayan olduğunu ve bu şekilde , fiillerinin hepsinde gizli
fail (özne) zamiri tek düzen içinde Allah lafzının yerini tutacağı için nazmın
daha uyumlu olacağını söylemişlerdir. Fakat asıl mesele insanın kendisi
hakkında kendi kazancıyla sorumluluğunu anlatmak olduğu için, önceki izah şekli
daha anlamlıdır. Resulullah (s.a.v)'ın dua etmesi de kendi kazancı
cümlesindendir. "onu kirletip gömen" âyetinin izah şekli de böyledir.
TEDSİYE, tezkiyenin zıddıdır. Devs, bir şey
gelişip büyümeyerek bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek mânâlarınadır. Bundan
tef'il kalıbında türetilen tedsiye de, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada
düşürmek mânâsına gelir. Bununla beraber demişlerdir ki, bu kelimenin aslı
"dess"ten türemiş olan "tedsis" ir. Kendisinde bir cinsten
iki harf yanyana bulunan bir kelime olduğu için, tef'îl kalıbından mazisi
"dessese"de üçüncü sin, "doğan kuşu, konmak için süzüldü"
yerinde denilmesi gibi illet harfine dönüştürülerek "dessâ" olmuştur.
Dess ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek
mânâsınadır. Bizim desise tabirimizin aslı dissise mastarıdır. Desis, hiçbir
ilaç ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp kebap olmuş ete
denir. Dessas da bir tür pis ve kötü yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu
mânâlarla ilgili olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile
bozup fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek mânâlarını ifade eder. Şair
demiştir ki:
"Sen Amr'ı berbat edip gömen kimsesin.
Böylece onun hanımları ondan dul kalıp
dağıldılar."
Demek ki nefsi tedsiye, ruhu faziletli ve
erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve kötü ahlâk ile fesada vermek,
sonunda kokup gömülmeye mahkum bayağı beden kirleri, katı hayvani gayeler,
gösteriş gibi şeytani ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak maddiyata gömmek
ve ahirette, küle gömülmüş "kebap" gibi cehennem ateşine kapatmaktır.
İlâhî ilhâm ile nefsi temizlemenin nur, gündüz
ve gök ile; nefsi kirletmenin de gece karanlığı ve yer ile münasebeti de
açıktır. Allah'ın insan tabiatına üflemiş olduğu o ruhu, o ilâhî nuru böyle
gömmek ise ne büyük kayıp, ne büyük hüsrandır.
11. Bunu bir misal ile açıklığa kavuşturmak
için buyruluyor ki: "Semud, azgınlığından dolayı yalanladı".
Defalarca geçtiği üzere Semud, Arab-ı
bâideden, yani tamamen helak ve yok olmuş ve yok oluş kıssası dillere destan
olarak kalmış meşhur bir kavimdir. Birçok sûrede beyan olunduğu üzere yüce
Allah onlara Peygamber olarak Salih (a.s.)'i göndermişti. Doğruluğuna dair bir
âyet, bir mucize istediklerinde "Bu, Allah'ın dişi devesi, sizin için bir
alâmettir. Bırakın onu Alah'ın arzında otlasın. Sakın ona bir fenalık yapmayın.
Yoksa elem verici bir azaba uğrarsınız."(A'râf, 7/73) buyrulduğu gibi, bir
Allah devesi, olağanüstü bir dişi deve âyet olarak gösterilmiş ve "Su içme
hakkı bir gün onun, belli bir gün de sizindir."(Şuara, 26/155) mânâsı
gereğince ona su verilmesi için nöbet ve sıra usulüyle bir gün ayrılmış ve
Allah'ın arzında yayılmak üzere bırakılması ve kötülükle dokunulmaması,
dokunulduğu takdirde elem verici bir azap geleceği haber verilmiş idi ki,
devenin yaratılışı bir mucize olduğu gibi, bu haber de bir mucize oluyordu. O
kavim buna inanmamış, yalanlama ile karşılamış idi. Yalan kötü bir şey olduğu
gibi, gerçek ve doğru olan bir haberin yalan olduğunu söylemek de kötü bir iş,
bir yalan; bir peygamberin verdiğ haberi yalanlamak ise onu gönderen Allah'ı
inkârdır.
Da'va kalıbında "tağva", azgınlık
mânâsına mastardır. Kayaları kesip biçen Semud, kuvvetlerine güvenerek
azgınlıkları sebebiyle peygamberlerine inanmayıp yalanladılar.
12. En azgınları atılıp ortaya çıktığı zaman,
yani o yalanlamanın görünen alâmeti o vakit oldu. İçlerinden en azgın
bedbahtları olan birisi, ki Kudar b. Salif diye meşhurdur, o azap tehdidini
yalanlayarak deveyi tepelemeye kalkıştığı sırada göründü. Bütün kavim de ona ve
beraberindekilere engel olmayıp sustukları ve bıraktıkları için onlar da onun
gibi yalanlamış ve azgınlıkta ona katılmış oldular.
13. O vakit Allah'ın Resulü, yani
"Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik."(A'râf, 7/73) âyetiyle
onlara peygamber olarak gönderildiği bildirilen Salih (a.s) onlara şöyle
demişti: "Allah'ın devesi" (sakındırma mânâsı üzere mansup olmakla
fiili zikredilmemiştir.) Yani, sakının, dokunmayın Allah'ın devesine,
peygamberine mucize kıldığı deveye ve onun sükyasına, yani gününde onun
suvarılmasına mahsus olan suyuna da dokunmayın.
14. Fakat o en azgın kişi ve beraberindekiler
ve dolayısıyla o kavim o Allah'ın elçisini yalanladılar. Söylediklerine, o
"sakın ha yapmayın" demesine ve korkutmasına inanmadılar da onu, o
deveyi devirdiler, vurup öldürdüler.
AKR'ın asıl mânâsı, bir hayvanın ayaklarını
biçip yıkarak öldürmektir. Rabb'leri de günahları sebebiyle onları yere vurup
sürte sürte ezdi, hışmını bası basıverdi, azabını uygulayıverdi. "Onları
korkunç bir gürültü yakalayıverdi." (Hıcr, 15/73, 83), "Onları bir
sarsıntı tutuverdi." (A'râf, 7/78, 91, 155) ve "Alçaltıcı azabın
yıldırımı onları yakalayıverdi." (Fussilet, 41/17) buyrulduğu üzere bir
gürültü, bir sarsıntı, bir alçaltıcı azap yıldırımla çarpıp yere sererek
hepsini kırdı geçirdi. Hem de onu eşit yaptı. O yere vurmayı, o azabı yalnız en
azgınlarına ve bizzat onun beraberinde bulunanlara değil, Salih peygambere iman
etmeyen, susmak ve dokunmamak suretiyle o azılıya katılmış bulunanların
hepsine, çoluğuna çocuğuna eşit şekilde uyguladı. Hepsini düpedüz kökünden yok
etti. Yahut, yeri üzerlerine geçirip düzleyiverdi. Bu tesviye (düzleme) de
önceki tesviyenin bir karşılığı demektir.
DEMDEME, açıklandığına göre fiilinin
tekrarıyla elde edilen bir fiildir. Demme, boya veya yaldız sürmek, badana
yapmak, gemiyi zift ile kalafatlamak gibi, bir şeyi bir şeye sürüp sıvamaktır.
Yeri düzlemek, bir kimseye şiddetli azap etmek, bir adamın başını ezmek ve
halkı kırıp geçirmek mânâlarına gelir. "Demdeme" bunun tekrarlanmış
şekli olarak katlısını yapmaktır ki, fiilde birbiri ardınca bir yinelenme ile
her tarafından kaplıyacak bir kuşatma ve kuvvet ifade eder. denilir ki,
"kabri, üzerine yıkıp basa basa tamamen düzledi" demektir. Cevheri
"Sıhah"ında der ki: "Bir şeyi demdeme yaptım demek, onu yere
yapıştırdım ve sürte sürte ezdim." demektir. "Kamus"ta:
"Kavme demdeme etti ve kavmin üzerine demdeme yaptı demek, onları öğütüp
yok etti." demektir ki tekrar tekrar düzlemek, azap etmek mânâsından
alınmıştır. Aynı şekilde hışım, öfke ve gazap mânâsına gelir. denilir ki,
"onu hışım tuttu" demektir. Hışım ve öfkeyle homurdanarak söz
söylemek mânâsına da gelir. "Ona karşı öfkeli öfkeli gürleyerek söyledi."
demektir.
Tefsirciler burada başlıca tekrarlanan
"sıvama" ve "kabri tamamen bastırma" mânâsından;
günahlarını başlarına geçirip üzerlerine öfkeyle azabı uygulamak ve köklerini
kazıyarak yok etmek, kırıp geçirmek mânâlarına tefsir etmişler ve "onu
dümdüz etti" fiilindeki zamirinin de işaret ettiğimiz gibi demdeme
mastarının ve bu karine (ipucu) ile Arzın yerini tuttuğunu söylemişlerdir ki,
birisi azabın eşit şekilde hepsine genelleştirildiğini, birisi de o yok
etmenin, onların yere geçirilmesi suretiyle olduğunu ve oturdukları yerlerin
başlarına geçirilip düpedüz bir harabeye çevrildiğini veya yok olmalarıyla
yerin düzlenmiş bulunduğunu ifade eder. Bu zamirin "demdemen"
mastarının yerini tutması daha açık ve şu zamiri de uygundur.
15. Ve o, onun akibetinden korkmaz. Yani Allah
verdiği cezanın sonundan, acaba sonunda bir zarar veya sorumluluk gelir mi?
diye endişe edecek değildir. O, sonunda yaptıklarının hesabını vermeğe mecbur
olan ve ona göre verdiği cezalarda, ettiği azaplarda akibetinden korkması lazım
gelen yaratılmış hükümdar ve hakimlere benzemez. Çünkü onun üstünde onu sorumlu
tutacak, ona bir zarar verebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. O hakkın
kendisidir. Her şeyi yapmaya kendiliğinden layık, her ne yapsa hakkıdır. Bütün
mülk onun olduğu için mülkünde "Dilediğini yapan"(Hud, 11/107) ve
"yaptığından mesul olmaz."(Enbiya, 21/23) bir zat olarak dilediğini
yapar, kimsenin karşı çıkma ve karışmaya hak ve selahiyeti olmadığı gibi
zerrece bir zarar verebilme ihtimali de yoktur. O, yok ettiği yaratıkların daha
iyisini yaratma ve yok edilmelerinden sonra da onlara dilediği sevap ve cezayı
verebilme gücüne sahip olduğu için, onun yok etmesi kendisi hakkında bir zarar
teşkil etmeyeceği gibi, başkası hakkında bir zulüm değil, hak ve adaletin ta
kendisi olur. Zira hakkın zatının üstünde bir hak ölçü ve ilkesi yoktur. O
nefisleri önce düzgün hale getirip yaratan Allah, onları bu şekilde genel olan
günahlarından dolayı cezalandırmada eşit tutmakla bir haksızlık değil, adalet
yapmış olur.
Bu BİRİNCİ izaha göre vav, mukadder bir soruya
cevap olarak gelen başlangıç cümlesinin başında bulunan vav olup
"korkmaz" fiilin fail (özne) zamiri Allah lafzının yerini
tutmaktadır. Bu cümle yaratılmışların sorumluluğunu, yaratıcının sorumsuz ve
yaptığından sorumlu tutulmaz olduğunu anlatarak cezanın şiddetiyle beraber hak
olduğunu açıklamak ve dümdüz etmeden hatıra gelebilecek sakıncalı kuruntu ve
vehimleri defetmektedir. Yüce Allah hakkında korku asla tasavvur edilemeyeceği
için bu ifadenin, onların Allah katında zelil ve hakir olduklarını tasvir için
bir istiare-i temsiliyye olduğu da söylenmiştir. Bundan başka burada başka iki
izah şekli daha söylenmiştir.
İKİNCİSİ, zamirinin, "Resul" isminin
yerini tutmasıdır ki, "o resul ne oldu?" şeklinde mukadder bir soruya
karşı, o resul bu cezasının sonucundan korkmaz. Zira o onları sakındırmış,
peygamberlik görevini yapmış olduğu için ona korku ve sorumluluk yoktur demek
olup "Azap emrimiz gelince Salih'i ve beraberindeki iman etmiş olanları,
tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık." (Hûd, 11/66) mânâsıyla temizlenmiş
nefislerin kurtuluşlarına misal olur.
ÜÇÜNCÜSÜ de Süddî, Dahhâk, Mukatil ve
Zeccâc'ın görüşlerine göre "vav", hal bildiren vav olup zamir
"eşkâ" (en azılı) şahsın yerini tutmaktadır. "Halbuki o azılı kişi
işlediği suçun cezasından korkmuyordu." demek olur.
Tefsircilerin bazısı, yeminin cevabı, bu Semud
kıssasından anlaşılan mânâya göre, sûrenin sonunda mukadder olduğu görüşüne
varmışlardır. Buna göre sûrenin asıl geliş gayesi özetle şu mânâ olur: Güneşe,
onun parıltısına,... yemin olsun ki sizin içinizden Allah'ın Resulünü
yalanlayanlara azap muhakkaktır. Evvelki izah şeklinde ise "Elbette
nefsini temizleyen kurtulmuş; onu kirletip gömen ziyan etmiştir." bölümü
büyük önerme makamında asıl cevap olup bu kıssa onu misal ile isbat ve
vurgulama olduğundan neticenin şöyle dallara ayrılması gerekir: İşte Allah'ın
ilham ve hidayetine uyup nefislerini takva ile temizleyenler kurtuluşu bulduğu
gibi, nefislerini temizlemeyip de aksine kötülük ve isyan ile fesada uğratmış
olanlar, Allah'ın elçisini yalanlayıp azgınlarına uyan ve bu yüzden
günahlarıyla yok olup giden Semud gibi Resulullah (s.a.v.)'ı yalanlayıp
azgınlara uyarak kendilerini neticede azaba mahkum edip kaybeder ve hüsrana
uğrarlar. O halde Allah'ın Resülüne ve nuru olan Kur'ân'a inanmaya, uymaya ve
nefislerinizi takva ile temizlemeye ve geliştirmeye çalışınız ki kurtuluşa
eresiniz. Denilmiş ki, bilhassa Semud kıssasıyla öğüt vermek, ilk muhatap olan
Araplar'ın yurtlarına yakın olduğu içindir.
Yorum ve işaret açısından da şöyle
denilebilir: Bu kıssanın özel olarak seçilmesinin nedeni şudur: Burada
"Allah'ın devesi" bedene; "Salih", ruha; "devenin su
nöbeti" de marifete işaret olduğuna göre, Semud kıssası insan nefsinin
hallerine uygun, bu sûre de nefsin mutluluk ve bedbahtlıktaki mertebelerini
açıklama akışı içerisinde geldiği için özellikle bu kıssa zikredilmiştir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Şems Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.