Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Saf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
61-SAF:
1-2. "Ey iman edenler!" Râzî tefsirinde
der ki: "Bu âyetlerin nazmında münasebet açısından makul bir güzellik
vardır. Çünkü inatçı şu üç halden uzak değildir.
1- Ya inadına devam eder.
2- Yahut inadını terketmesi beklenir.
3- Yahut da inadı terkedip teslimiyyet
gösterir.
İşte Allah Teâlâ bu âyetlerde hali beyan
ederek onlara her bir durumda halin gereğine göre muamele edilmesini
müslümanlara emretmektedir. Bunlar içinde (60/4) âyeti birinci duruma (60/7)
âyeti ikinci duruma, (60/10) âyeti de üçüncü duruma işarettir. Ayrıca bütün bu
âyetlerde güzel ahlâka sevk ve teşvik eden hoş uyarılar vardır.
Çünkü Allah Teâlâ bu üç hali karşılamada
müminlere en güzel olan karşılıkla ve en layık olan sözle emretmiştir." Ey
iman edenler! Mümine kadınlar size hicret ederek geldikleri zaman, burada
müminât ifadesi, imanın gereği olan kelime-i şehadeti açıktan söylemiş ve ona
zıt bir hal göstermemiş olmaları, yahut imtihan ile imanlarını ispat etme
durumunda bulunmaları itibariyle açıkça belirtmiş olmalarını gerektirir. Yoksa
imtihana tabi tutulmalarının mânâsı olmazdı. Yani dâr-ı küfürden dâr-ı İslâm'a
hicret ederek müminiz diye size geldikleri zaman onları imtihan edin,
kalplerinin de dillerine uygun olduğuna sizi inandırmaları için onları sınayın.
İbnü Cerir ve daha başkalarının İbnü Abbas (r.a)'tan yaptıkları rivayete göre,
Resulullah (s.a.v) bu çeşit kadınları kelime-i şehâdeti üzere imtihan eder ve
şöyle yemin ettirirdi. "Bir kocaya buğzetmekten dolayı çıkmadığına yemin
eder misin? Bir yerden bir yeri arzulayarak çıkmadığına yemin eder misin? Allah
ve Resulüne muhabbetten başka bir maksatla çıkmadığına yemin eder misin?
Buhârî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiği
üzere Hz. Aişe (r.a.) demiştir ki: "Resulullah mümineleri ancak (60/12)
âyeti ile imtihan ederdi." Bu imtihanın sebebi, İmanlarını Allah'ın en iyi
bilmesidir. Hakikaten mümin olup olmadıklarını tamamiyle Allah bilir. Çünkü
imanın asıl şartı, kalbin tasdik etmesidir. Kalplerdeki sırları ise ancak Allah
bilir. Siz açıktan denemek suretiyle zahiri bir ilim elde edebilirsiniz. Bu
yüzden imanın hükmünü zayi etmemek için deneyin.
Nisâ Sûresi'nde geçen "Size selam verene,
dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek: 'Sen mümin değilsin!'
demeyin..." (Nisâ, 4/94) âyeti gereğince selam verene, müminim diyene,
mümin değilsin diyerek kâfir muamelesi yapmak doğru olmasa da, andlaşmalı bile
olsa dâr-ı harbden yeni hicret ederek gelenlerin sırf müminiz demeleri ile bir
deneme ve tecrübe yapmaksızın derhal hür müminlerin her türlü hak ve
muamelelerine kavuşturulmalarında da müminlere zarar vermesi şeklinde bir tedbirsizlik
vardır. Bunda önce casusluk sonra andlaşmayı bozmak, üçüncü olarak da nifak ve
ahlâksızlık gibi fesadlar düşünülebilir. Kısacası, dâr-ı İslâm'da asıl olan
zimmetin beraatı ise de, dâr-ı harbden iman iddiasıyla geliş, meydana gelen
hadisenin beraatı davası mânâsına geldiği ve imanın asıl şartı olan tasdikin
ise kalbe dair işlerden bulunması cihetiyle, zâhirde başkasının hukuku
açısından dahi muteber olacak surette hükmen sabit olabilmesi için açık bir
alamet olan ikrarın ona delaletini kuvvetlendirecek bir yaptırım lazımdır ki, o
da zikredildiği gibi bir imtihanla olabilir. Onun için hicretlerinin başka
maksatla değil, halis bir iman ile iyi niyete dayalı olduğu hususunun bir
dereceye kadar bilinmek üzere denenmesi gerekmektedir. Nitekim Hucurât Sûresi'nde
geçen "Bedeviler 'inandık' dediler. De ki: 'Siz inanmadınız, fakat 'İslâm
olduk' deyin..." (Hucurât, 49/14) âyetinde de bu mânâya bir işaret vardır.
Mamafih söz konusu bu âyet, mutlak mânâda olmayıp kadınlar hakkında ayrıca bir
koruma ve itinâyı ifade edici özellikte zikredilmiştir. Eğer imtihanla o
kadınların mümine olduklarını bilirseniz "Allah, imanlarını daha iyi
bilir." karinesine dayanarak müfessirler buradaki ilmin, zann-ı galib
(hakikate en yakın ilim) mânâsına olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre
muâmelatta zann-ı galib ile amel etmenin vacib olduğunu göstermek için zann-ı
galib ilim ile ifade edilmiştir. Yani bu konuda sizin için kesin bir bilgi
mümkün olmasa da, mümkün olabilen bazı soru ve cevaplarla bir tecrübe, yemin ve
diğer hususlar gibi karine ve delillerden hareket ederek hüküm çıkarmak
suretiyle hakikate en yakın zan kadar bir ilim ve kanaat meydana gelirse artık
o kadınları kâfirlere geri vermeyiniz, çünkü onlar onlara, yani müminler
kâfirlere helal değildir onlar da onlara, yani kâfirler de müminlere helal
olmazlar. Aradaki haramlığı ifade etmek için bu cümlelerin birisi dahi kâfi
gelirse de, haramlığın yalnız bir taraftan olmayıp, iki taraftan da sabit
olduğunu beyan etmek için tekrar edilmiştir. Yahut birincisi ayrılığın meydana
geldiğine, ikincisi de yeniden nikah kıymanın mümkün olmadığını hatırlatmak
içindir. Şu halde onları iade etmek, zorla zinaya sevketmek gibi bir cinayet
olur. Böylece denilebilir ki, bu imtihan âyeti, özellikle kadınları bu tarz bir
haramdan korumaktadır. Bununla beraber yapmış oldukları masrafları o kâfirlere
verin, yani o kadınların bırakıp geldikleri kâfir kocalarının onlara sarf etmiş
oldukları mehirleri ne ise, onu o kâfirlere tazminat olarak ödeyin. Bu emir dış
anlamıyla mutlak gibi görünürse de üzerinde düşünülünce bunun iade konusunda
andlaşma yapanlar tarafından kaçıp gelenlerle ilgili olduğu anlaşılır. Çünkü
hiçbir andlaşma yapmayan veya fiilen harbeden konumunda bulunan taraftarlar
kaçıp geldikleri takdirde, umumi kurallara göre böyle bir tazminat ödemeye
sebeb yoktur. Nüzul sebebi hakkında zikredilen bazı rivayetler de bunun
Hudeybiye andlaşması hükümlerine mahsus olduğuna delalet etmektedir. Zira
Hudeybiye andlaşmasının maddelerinden biri şöyleydi: "Kureyş tarafından
velisinin izni olmadan Muhammed'e geleni geri gönderecekler, ancak Muhammed'den
Kureyş'e gelen olursa iade etmeyeceklerdi. Muhammed'in sözleşmesine dahil olmak
isteyenler ona girecek, Kureyş'in sözleşmesine dahil olmayı arzu edenler de ona
girebileceklerdi..." Resulullah andlaşma süresi içinde Kureyş'ten
velisinin izni olmadan kaçıp gelen erkekleri, mükellef müslaman bile olsalar
velilerinin istemeleri halinde iade etmişti. Nitekim Kureyş'in andlaşma
delegesi olan Süheyl'in oğlu Ebu Cendel'i nasıl iade ettiği ve neticesinin ne olduğu
yukarılarda geçmişti. Sonra kadınlardan da hicret edip gelenler oldu. Halbuki
andlaşma müzâkerelerinde erkeklerle ilgili meseleler üzerinde durulmuş fakat
kadınlar hakkında bir şey konuşulmamış ve andlaşma metninde açıkça
zikredilmemişti. lafzının içeriğinde böyle bir ihtimal bulunmakla beraber
"erkek veya kadın." denilmemişti. Binaenaleyh mesele yoruma müsaid ve
şüphe çekici idi. İşte bazı rivayetlere göre bu âyet söz konusu meselenin
çözümü için indirilmiş ve bir imtihan ile imanlarına kanaat hasıl olduğu
takdirde kadınların iade edilmeyip ancak evli olanların kocalarına mehirlerinin
ödenmesi suretiyle şüphenin giderilmesi emredilmişti. İlk gelen ve sözü edilen
âyetin inişine sebeb olan kadın hakkında da nakledilen rivayetler farklıdır.
Bir rivayette, ilk defa Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm gelmiş,
arkasından da kardeşleri Ammâr ile Velid gelerek iadesini taleb etmişlerdi.
İşte bu esnada âyet nazil olmuş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm geri verilmeyip
bilahare Zeyd b. Harise (r.a.)'ye nikah edilmişti. Diğer bir rivayette ilk
gelen kadın Sübey'a binti Harise idi ki bu kadın, müşrik olan Sayfiyy b.
Rahib'in, başka bir nakle göre de misafiri Mahzumi'nin karısıydı. Mekkeliler
onu geri istemişler, fakat kocasının sarfettiği mehri verip, Hz. Ömer onu nikahı
altına almıştı. Bir başka rivayete göre de bu âyetin nüzulüne sebeb olan kadın,
Ebu Hasan b. Dahdaha'nın karısı Ümeyme binti Bişr idi ve iadesi taleb edilmekle
birlikte geri verilmeyip Süheyl b. Sayfiyy ile evlendirilmiştir. Bu rivayetler
sebebin birden çok olmasıyla meselenin Hudeybiye andlaşmasıyla ilgili olduğunu
gösterir. Fakat Dahhâk'tan gelen bir nakilde Resulullah ile müşrikler arasında
şöyle bir andlaşmanın bulunduğu ifade edilmektedir. "Bizden sana senin
dininden olmayan bir kadın gelirse onu bize geri vereceksin. Şayet senin dinine
girerse, evli olduğu takdirde sarf etmiş olduğu mehri kocasına
vereceksin." Buna göre âyet doğrudan doğruya bu sözleşmenin hükmüne
uygundur. Daha önce Tirmizi'den nakledildiği üzere sûrenin hepsi Hatib'in
mektup hadisesiyle ilgili olduğu takdirde de, bu tazmin meselesi yine
taraflardan birinin hükümleriyle alakalı olması gerekir.
Ve o müminleri nikahlamanızda da, kendilerine
mehirlerini verdiğiniz takdirde size bir günah yoktur. Çünkü iman edip İslâm'a
girmiş olmalarıyla dar-ı harbdeki kâfir kocalarından ayrılık ve haramlık
meydana gelmiştir. Mamafih eski kocalarının verdiği mehri geri ödeme kâfi
gelmeyip kendilerine de evlenme akdi olarak ayrıca mehir vermek gerekmektedir.
Mehirlerini vermede de hemen ödeme şart olmayıp, verilmek üzere taahhüt etmek
dahi yeterlidir. Mehir zikredilmeden nikah fasid olmayıp mehr-i misil (benzer
mehir) lazım gelirse de bu âyette, günahı ortadan kaldırmak için vermek şart
kılındığı cihetle, mehri zikretmemenin mekruh olacağı anlaşılır. Kâfirlerin
ise, ismetlerine yapışmayın. Kevâfir, kâfirenin çoğulu, isam, ise ismetin
çoğuludur. İsmet, dokunulacak tutamak demek olup gerdanlık, bilezik ve himaye
etmek mânâlarına gelmesinden dolayı gerek andlaşma ve gerek sebep gibi herhangi
bir tutamağa denir. Burada kasdedilen nikâhlarının bâtıl sayılmasıdır. Yani
dâr-ı harbden hicret etmeyip kâfire olarak kalan veya Allah korusun mürted
olarak dâr-ı harbe katılan kadınlarla aranızda ne bir ismet ne de bir evlilik
alakası olmasın, onun tutamaklarına da tutunmayın. Daha Türkçesi ellerine
yapışmayın ve ipleriyle kuyuya inmeyin. Hem de sarf ettiğiniz mehri isteyin. O
kâfirler de size hicret eden mümine kadınlara sarf etmiş oldukları mehri
istesinler, yani takas edin, fazla alacaklı çıkarsanız isteyin, borçlu
kalırsanız "harcadıklarını onlara verin." emri gereğince verin bu
dinlediğiniz hükümler Allah'ın hükmüdür. O, aranızda hükmediyor, zikredilen
kâfirlerle siz müminler arasında hüküm veriyor. Ve Allah Alîm, Hakîm'dir.
İlmiyle hikmetinin gereğini yapar. Ve eğer sizin zevcelerinizden bir şey sizden
fevt olur, yani kaçıp dâr-ı harbe geçer ve ödenmezse sonra da siz muakıb olursanız...
Müfessirlerin çoğu burada geçen muâkebenin ukûbetten değil, teâkub gibi nöbet
mânâsını ifade eden "ukbe"den olduğunu ileri sürmüşlerdir ki buna
göre mânâ şöyledir: Sonra da nöbet sizin olur. Yani onların kadınlarından iman
ile size hicret edenler bulunur ve bu suretle tazminat verme sırası size
gelirse, yahutta bazılarının dediği gibi "ukûbet"ten olduğuna göre,
siz de çarpışıp ganimet alırsanız zevceleri gitmiş olanlara yaptıkları masrafın
mislini verin, verilecek tazminattan bu kadarını onlar için hesab edin, yahut
alınan ganimetten önce bunların zayiatı kadarını ayırıp verin ve Allah'tan
korkun, alacağınızda ve vereceğinizde O'nun hükmüne riayet konusunda Allah'tan
korkun, azabından korunun. O Allah ki, sizler O'na iman etmiş müminlersiniz,
imanın gereği ise, başkasından çekinmeyip ancak O'ndan korkmak ve O'nun
yardımıyla korunmaktır.
"Ey Peygamber! Mümin kadınlar sana bey'at
etmeye geldikleri zaman..." Bu âyetin fetih günü nazil olup Resulullah'ın
Safa Tepesi üzerinde erkeklerden bi'at aldığı sırada Hz. Peygamber adına Ömer
(r.a)'in de aşağı kısımlarda kadınlardan bi'at aldığını İbnü Ebi Hatim,
Mukatil'den rivayet etmiş ise de, daha önce Hz. Aişe'den gelen rivayette bunun
da imtihan âyetiyle beraber nazil olduğu ve Tirmizî'den yapılan nakilde de bütün
sûrenin Hatib b. Ebi Belte'a'nın mektub hadisesi üzerine indiği anlaşılıyordu.
Ahmed b. Hanbel, Nesaî, İbnü Mace ve Tirmizî sahih diyerek Ümeyme binti
Rükayye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Ümeyme demiştir ki: "Ben Resulullah
(s.a.v)'a bi'at edelim diye vardığımda bizden, Kur'ân'daki "Allah'a hiçbir
şeyi ortak koşmamak hususunda..?" (Mümtehıne, 60/12) âyetinin öngördüğü
şekilde bi'at aldı. Nihayet "İyi iş istemekte sana karşı gelmeme
hususunda.." kavline geldiğinde "güç ve takatları yettiği
derecede" buyurdu. Biz de, "Allah ve Resulü bizlere kendimizden daha
merhametlidir. Ya Resulallah! Bizimle müsafaha etmez misin?" dedik. Bunun
üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: "Ben kadınlarla müsafaha yapmam. Ancak
yüz kadına söylediğim söz, bir kadına söylediğim söz gibidir." Bazı
rivayetlerde Resulullah kadınların bi'atı esnasında mübarek eline bir bez
parçası koyardı, denilirken bazılarında da bir bardağa su koyup, elini o suyun
içerisine soktuğu, sonra da kadınların ellerini bu suya daldırdıkları
anlatılmaktadır. Meşhur ve en güvenilir olan husus, Hz. Peygamber'in kadınlarla
müsafaha yapmadığıdır. Resulullah'ın kadınlardan biat alması bir kere değil,
bir kaç defa vuku bulmuştur. Medine'de olduğu gibi fetihten sonra Mekke'de de
bi'at yapıldığı konusunda rivayetler vardır. Mekke'deki biatta Ebu Süfyan'ın
karısı olan ve Uhud Harbi'nde seyyidu'ş-şühedâ (şehidlerin efendisi) Hz.
Hamza'nın şehadetine ön ayak olması ve naşına karşı gösterdiği kin ve
düşmanlığı sebebiyle yukarıda da naklettiğimiz gibi fetih günü eman verilmeyip
öldürülmesi emredilen Hind'in bi'atı hadisesini gerek tefsirler ve gerek hadis
kitapları zikretmektedirler. Yezid b. Seke'nin kızı Esma, (r.a) rivayetinde
şöyle demiştir: "Ben Resulullah'a biat eden kadınların içinde idim.
Utbe'nin kızı Hind de kadınlar arasında bulunuyordu. Hz. Peygamber âyeti okuyup
"Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak üzere." buyurduğunda Hind,
"Erkeklerden kabul etmediğini bizden kabul edeceğine nasıl ihtimal
verebiliriz." dedi. Ki bu emrin lüzumu kendini göstermiş oluyordu. Sonra "Hırsızlık
yapmamak hususunda..." buyurduğunda Hind, "Bazen Ebu Süfyan'ın
malından haberi olmaksızın bir şeyler aldığım olurdu. Bu bana helal olur
mu?" dedi ve ardından da şunu ilave etti: "Ebu Süfyan da,
"Geçmişte ve gelecekte benden her ne alırsan, o sana helaldir." dedi.
Resulullah (s.a.v) tebessüm buyurdu ve Hind'i tanıdı da, "Sen Hind binti
Utbe'sin öyle mi?" dedi. O da, "Evet ey Allah'ın nebisi geçmişi
affet." dedi. Hz. Peygamber de "Allah seni affetsin." buyurdu. Sonra
da "zina etmemek hususunda..." ifadesini okudu. Hind "Hiç hür
olan kadın zina eder mi?" dedi. Cahiliyye döneminde zina ekseriya
cariyelerde olur, hür kadınlar zina etmez, denirdi. İşte buna binâen Hind,
cahiliyye de bile ekseriya hür kadınlar zina etmezken İslâm'da öyle şey olur
mu? Demek istiyordu. Resulullah "Çocuklarını öldürmemek hususunda"
buyurduğunda, Hind, "Biz onları küçükken büyüttük, fakat onları sen
öldürdün." dedi. O, bu sözüyle oğlu Hanzale b. Ebi Süfyan'ı kasdediyordu.
Çünkü o, Bedir'de katledilmişti. Hz. Ömer gülmekten katıldı.. Resulullah ise
tebebsüm etti, sonra "bir iftira uydurup getirmeme hususunda..."
buyurduğunda da Hind. "Vallahi iftira çok çirkin bir şeydir. Allah Teâlâ
hep doğru yolda gitmeyi ve güzel ahlakı emrediyor." dedi. Resulullah en sonunda
da "iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda..." buyurdu. Bunun
üzerin Hind de, "Vallahi biz bu meclise nefsimizde hiçbir şeyde sana isyan
maksadıyla gelmedik." dedi." Yine rivayet ediliyor ki, burada
kadınlardan ilk önce Hz. Peygamber'e bi'at eden Ümmü Sa'd b. Muaz ve Kebşe
binti Râfi ile beraberlerindeki kadınlardı. Allah hepsinden razı olsun.
"Çocuklarını öldürmemeleri..." Bu
cümleye, Araplar'ın dedikleri "kız çocuklarını öldürmek" âdetinin
nehyi de dahil ise de, nassın dış anlamı erkek ve dişi hepsinden daha umumi
olması itibariyle mutlak katlin yasaklanması, gerek o fiili bizzat yapmak,
gerek sebep olmak suretiyle olsun her türlü öldürme olayını içine almaktadır.
Binaenaleyh burada, gerek ruh üfrülmüş ceninin düşürülmesi, gerek bakımındaki
ihmal yüzünden çocuğun ölümüne sebebiyet verilmesi ve gerek diğer benzer
katillerin hepsi söz konusudur. "Elleri ile ayakları arasında bir iftira
uydurup getirmeyecekler." Elleri ve ayakları arasında iftira edilen...
Bühtan, başka bir kadının doğurmuş olduğu çocuğu alıp veya kendi doğurduğu ile
değiştirip ben doğurdum diyerek kocasına isnad etmesidir. Gerçi bunun, başka
bir erkekten gayr-i meşru olarak yapmış olduğu bir çocuğu kocasına isnad etmesi
mânâsına gelme ihtimali varsa da, bu mânâ önce geçen cümlesine dahil olduğu için
burada böyle bir ihtimale yer vermemek daha doğrudur. Bu âyette yer alan
"elleri ve ayakları arasında" ifadesi, yalnızca avret mahallerinden
değil, zattan kinaye olarak kendi nefislerinden uydurdukları her çeşit iftirayı
içine almaktadır. Zira bu âyetin mânâsına daha uygundur ve böylece fiili
cinayetlerin yasaklanmasından sonra kavli (sözlü) olan cinayetler de
yasaklanmış demektir. Binaenaleyh burada, namuslu bir kadına zina isnad etmek,
gıybet, koğuculuk ve diğer hususlarda yapılması düşünülmüş olan iftiradan,
yalan ve sahtekârlıktan nehiy vardır.
Ve sana hiçbir iyi işte isyan etmeyecekler,
yani gerek iyilikle emir ve gerek kötülüklerden yasaklama gibi hususların
hiçbirinde asi olmayıp itaat edecekler. Zira isyan ya emre karşı ya da
yasaklamaya karşı olur. emrin güzel ve meşru olması, iyilikle emredilmesinde,
nehyin iyi ve meşru olması da, şer'an yapılması caiz görülmeyen hususların
yasaklanmasındadır. Bunun için burada yer alan kaydı, emri de nehyi de
kapsamaktadır. "Sen affı tut..." (A'râf, 7/199) âyeti gereğince
Resulullah'ın ancak maruf, yani meşru ve güzel olanı emredeceği ve münkerden
yani yapılması caiz olmayan hususlardan nehyedeceği bilindiği halde kaydının
zikredilmesi, yaratıcıya isyan edilen konularda mahluka itaatın caiz
olmayacağını hatırlatarak "itaat ancak iyiliktedir." ifadesinin
mânâsına işaret etmektedir. "Allah, hiç kimseyi güç yetiremeyeceği bir şey
ile mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286) buyurulmasından dolayı bir kimseye
gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemek de maruf değil münker olur. Onun için
yukarıda zikredildiği gibi Resulullah (s.a.v) bir tefsir kabilinden olmak üzere
"Güçleri, takatları yettiği derecede." diyerek güç ve takatı beyan
buyurmuştur. İşte kadınlar bu şartlar üzerinde itaat için bi'ate geldikleri
vakit sen de onlara bi'at ver. Ve onlar için Allah'a istiğfar da ediver. Yani
bi'attan fazla olarak günahlarının affedilip sevaba nail olmaları için
Allah'tan af dileyiver. Bu suretle günahları bağışlamanın peygamberin elinde
olmayıp Allah'a ait bulunduğu ve bağışlama hususunda Peygamber'in
selahiyyetinin ancak onların affedilmeleri için dua ve şefaat olduğu da
anlatılmış olmaktadır. Çünkü Allah Gafur ve Rahîm'dir. Binaenaleyh bi'atlarına
sadık kalırlarsa geçmiş günahlarını, ne kadar çok olsa da bağışlar ve
rahmetiyle ikram eder.
Bu âyet gereğince erkeklerden dahi bi'at
alındığını Buharî, Müslim ve Beyhakî "Esma ve Sıfat" ta Ubade b.
Samit (r.a.)'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Söz konusu zat demiştir ki:
"Biz Peygamber (s.a.v) Hazretlerinin huzurundaydık. O, şöyle buyurdu:
"Bana şunlar üzerine bi'at edersiniz: "Allah'a hiçbir şeyi şirk
koşmamak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak..." Bunun üzerine içinizden her
kim sözünü tutarsa, mükâfatı Allah'a aittir. Ve her kim de sözünü tutmayıp
bunlardan bir şey yapar da o yüzden azap görürse o da keffarettir. Her kim de
bunlardan bir şey yapar Allah'a da o yaptığı şeyi örterse, o da Allah'a aittir.
Çünkü Allah dilerse ona azap eder, dilerse affeder.
Müslim de "Esma ve Sıfat"da Beyhakî
Ebu Zerri Gifarî (r.a.)'den o da, Resulullah (s.a.v)'tan o da, Cebrail
(a.s.)'den o da, Allah Teâlâ'dan şu kudsi hadisi rivayet etmişlerdir: Allah
Teâlâ buyurmuştur ki: "Ey kullarım! Haberiniz olsun ben zulmü kendime
haram kıldım. Size de aranızda haram ettim. Binaenaleyh birbirinize
zulmetmeyiniz. Ey kullarım: Sizler gece ve gündüz hatalar yaparsınız ben ise
günahlarınızı mağfiretimle örterim, onlara ehemmiyet vermem. O halde benden
bağışlanmanızı isteyiniz ki sizi affedeyim. Ey kullarım! Sizler hep açsınızdır,
ancak benim doyurduklarım müstesnadır. Onun için benden isteyiniz ki size
yiyecek vereyim. Ey kullarım! Sizler hep çıplaksınızdır, ancak benim
giydirdiklerim hariç. Onun için benden giyecek isteyin ki sizi giydireyim. Ey
kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz, ins ve cinniniz içinizden en temiz kalpli
bir adam gidişinde de olsa, o benim mülkümde bir şey artırmaz. Ey kullarım!
Sizin evveliniz, âhiriniz, ins ve cinniniz içinizden en kötü kalpli bir adam
gidişinde de olsa, o benim mülkümden bir şey eksiltemez. Ey kullarım! Sizin
evveliniz, âhiriniz, ins ve cinniniz hepiniz bir yere toplanıp benden isteseniz
de ben sizden her isteyene istediğini versem o benim mülkümden yine bir şey
eksiltmez. Denize bir iğneyi bir kere daldırmakla ne eksilir. Ey kullarım!
Yalnız sizin amellerinizi size karşı korur, saklarım. Onun için hayır bulan
hemen Allah'a hamd etsin, ondan başkasını bulan da kendisini kınasın."
"Ey iman edenler!" Bey'attan sonra
bütün müminlere bir nasihat olan bu âyet, sûrenin mânâsını özetlemekle beraber
sonunu başına döndürmek, ümitsizlikten sakındırmakla ahiret ve gelecek için
arzu ve ümidi takviye etmek ve aynı zamanda Saf Sûresi'ndeki "kenetlenmiş
yapı" mânâsını göstermek üzere bir hazırlıktır. Ey iman edenler Allah'ın
gazab ettiği bir kavmi dost edinmeyin, onların dostluklarına tutunmayın, taraftarlık
etmeyin ve herhangi bir şeylerine heves edip de yönelmeyin. Allah'ın gadab
etmiş olduğu kavim ifadesinin ekseriyetle yahudiler hakkında kullanılmış olması
cihetiyle, burada da yahudilerin kasdedildiği ileri sürülmüştür. Bundan sonraki
sûrede İsrâiloğulları'ndan bahsedilmesi uygun görülmüş ise de bu, esasen
onlarla dostluk içinde bulunan münafıklara yahut sûrenin yukarısı ile olan
münasebetine nazarandır. Bu tabirle müşriklerin özellikle Kureyş müşriklerinin
kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Fakat nekre olarak zikredildiği için belirli
ve bilinen bir topluluğu ifade etmiş olmayıp, belirtilen vasıflarla muttasıf
olan her hangi bir kavmi kapsamış olması gerektir. Zira gadabın veya nehyin
sebebi olmak üzere beyan edilen şu vasıf, onların ayırıcı vasıfları olarak
durumlarını açıklamaktadır. Onlar ahiretten ümidi öyle kesmişlerdir ki, kabir
halkından kâfirlerin ümidlerini kestikleri gibi ümidsizliğe düşmüşlerdir.
Ahiretten ümidlerini kesmiş olanlar ise, İblis gibi fırsat buldukça her
fenalığı yapar ve kendilerine yardaklık edenleri de ye'se düşürerek cehenneme
sürüklerler.
İfadesinde iki anlam vardır. Birinci mânâda
beyaniyedir ve kâfirlerin durumlarını açıklamaktadır. Buna göre âyetin mânâsı,
"kabir halkından olan kâfirlerin ümidsizliği gibi" demektir. Çünkü
ölüp kabre girmiş olan kâfirler cehennemdeki ebedi kalacakları yerlerini
görmüşler ve ahiret nimetlerinden mahrum oldukları ortaya çıkmıştır. Böylece ne
gelecekte bir şey kazanmak ne de geride kalan dirilerden bir yardım alma
ihtimali kalmamış olduğundan her şekilde ümidleri kesilmiştir. İkinci anlamda
ibtidaiyye olarak ye's fiiline bağlanır. Buna göre de, mânâ, "kâfirlerin
kabir halkından ümidsiz olmaları, yani ölülerin dirilmesinden, hayatlarından
ümid kesmiş bulunmaları gibi." demek olur. Kısacası, ümidsizlik bir
küfürdür, Allah'ın gadabını davet eder. Nitekim Kur'ân'da "Zira kâfir
kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümid kesmez." (Yusuf, 12/ 87)
buyurulmuştur. Bu yüzden ahiretten ümidi kesmekten sakınılmalıdır Hak Teâlâ,
kalblerimizi ümitsizlikten koruyup iman neşesi ve rıdvan ümidi ile doldursun.
Saff Sûresi Medine Döneminde İndi
Âyet Sayısı: 14
Saff Sûresi, Medine'de indirilmiş
sûrelerdendir. Bu sûreye ayrıca "Havâriyyûn" ve "İsa
Sûresi" isimleri dahi verilmektedir.
Âyet sayısı : On dörttür.
Kelime sayısı : İki yüz yirmidir.
Harf sayısı : Dokuz yüz yirmi altıdır.
Fâsılası : harfleridir.
Bu sûrenin nüzul sebebiyle ilgili üç rivayet
vardır. Hakim ve daha başkaları Abdullah b. Selâm (r.a.)'dan sahih olarak şöyle
bir rivayeti nakletmişlerdir. Abdullah demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)'ın
ashabından birkaç kişi oturmuş, "Acaba amellerin hangisi Allah yanında
daha sevimlidir? Bilsek de onu yapsak." diye konuşuyorduk. İşte bunun
üzerine Allah Teâlâ "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder.
O, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." âyetleriyle başlayan sûreyi
inzâl buyurdu. Resulullah da bize bu sûreyi sonuna kadar okudu." Âlûsî der
ki: "Bu hadis Şeyheyn'in (Buhârî, Müslim) şartı üzere sahih bir hadistir.
Bunu, Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve daha birçokları rivayet etmişlerdir. Hatta
Hafız İbnü Hacer demiştir ki: "Bu hadis, dünyada rivayet edilen müselsel
hadislerin en sahihidir."
İkincisi, Dahhâk'tan yapılan şu rivayettir.
Bazı gençler, savaşta şöyle yaptık, böyle yaptık diye yapmadıkları şeyleri
söylemişlerdi. Bunun üzerine söz konusu sûre nazil oldu. Üçüncüsü, İbnü Zeyd'in
rivayetidir. Buna göre "Münafıklar, müminlere biz sizdeniz ve sizinle
beraberiz." dedikleri halde fiillerinde buna ters davranışlarının
görülmesi sebebiyle bu sûrenin nazil olduğu söylenmiştir. Âlûsî, bu son
rivayetin önceki iki rivayet kadar kuvvetli olmadığını beyan etmektedir.
Bu sûrenin kısaca anlamı, doğruluk ve
sadakatle Allah yolunda cihada teşvik edip hazırlamak ve bu suretle önceki
sûrenin mânâsı ve imtihan konusu olan nehiylerini te'kid etmek ve İslâm'ın
geleceğini aydınlığa kavuşturmaktır. İmtihan Sûresi'nin sonunda ümidsizlikten
sakındırılmak sûretiyle ahiret ümidi takviye edildiği gibi, bu sûrede de İslâm
dininin bütün âlem önünde ortaya çıkışını ve yüceliğini ispat etmek için daha
büyük imtihan devreleri geçirmek üzere müslümanlar cihad meydanlarında "Bünyân-ı
mersûs" (sağlam bir yapı) gibi yer alacak şekilde nizam ve intizama davet
olunarak, buna uyan müminlere başarı müjdelenecektir. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
1- Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi
Allah'ı tesbih eder. O, üstündür, hikmet sahibidir.
2- Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin
söylüyorsunuz?
3- Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah yanında
şiddetli bir buğza sebeb olur.
4- Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar
gibi saf bağlayarak savaşanları sever.
5- Bir zaman Musa, kavmine: "Ey kavmim!
Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni
incitiyorsunuz?" demişti. Onlar eğrilince, Allah da kalblerini eğriltti.
Allah fasıkları doğru yola iletmez.
6- Meryem oğlu İsa da: "Ey
İsrailoğulları! ben size Allah'ın elçisiyim. benden önce gelen Tevrat'ı
doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici
olarak (geldim)." demişti. Fakat onlara apaçık delillerle gelince
"Bu, apaçık bir büyüdür." dediler.
7- İslâm'a davet olunduğu halde Allah üzerine
yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Allah zalim toplumu doğru yola
iletmez.
8- Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek
istiyorlar. Halbuki kâfirler hoş görmese de Allah nurunu tamamlayacaktır.
9- O, Resulünü hidayet ve hak dinle gönderdi
ki, müşrikler istemese de onu, bütün dinlerin üstüne çıkarsın.
"Ey iman edenler! niçin yapmayacağınız
şeyi söylersiniz?" Nüzul sebebi olarak ilk sırada zikredilen Abdullah b.
Selam rivayetine göre bu hitab, gerçek müminlere adaklarını yerine getirmenin
lüzumunu hatırlatmaktadır. Yapmayacağınız bir şeyi adamayın, madem ki adadınız
o halde sözünüzde durup adaklarınızı yerine getiriniz demektir. İkinci sırada
zikrettiğimiz Dahhâk rivayetine göre yapmadığınız şeyi niye söylüyorsunuz?
Müminlere yalan söylemek yakışır mı? tarzında bir kınamadır. Üçüncü rivayette
ise, zâhirde mümin görünen münafıkları azarlama mânâsı vardır. Fakat bu iki
rivayete göre 'de gibi mazi (geçmiş zaman) mânâsı gözetmek lazım geleceğine
bakarak evvelki rivayette de belirtildiği şekilde, geleceğe aid adak mânâsını
anlamak daha doğru görünmektedir. Onun için bu âyet ile adağın yerine
getirilmesinin vacib olduğuna delil getirilmiştir. Yani aslı meşru olmakla
beraber vacib olmayan bir fiil, adamakla vacib olur. O halde yapmayacağınız bir
fiili adamayınız. Adayınca da onu hemen yerine getirin. Adaklarınız konusunda
yalancı durumuna düşmekten son derece sakının.
3. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah'ın
buğz ve nefret ettiği şeylerden olması itibariyle ne büyük bir kabahattir!
Makt, yukarılarda da geçtiği gibi şiddetli
buğz, son derece nefret ve iğrençlik demektir. fiili bu nevi yerlerde gibi zem
veya taaccüb mânâsı ifade eder ki, Kehf Sûresi'nde yer alan "bu söz ne
büyük oldu.."(Kehf, 18/5) âyetinde de aynı anlamdadır. O halde Allah'ın en
sevdiği ameli bilsek de yapsak diyen samimi müminler, Allah'ın buğzettiği
kimselerden olmamak için, büyük söylememeli, yapamayacakları şeylere nezr
etmemeli, nezr ettikleri takdirde de yapmalıdırlar.
4-5. Bundan dolayı Allah Teâlâ onların yapabilecekleri
amellerden sevdiği bir ameli haber vererek buyuruyor ki haberiniz olsun ki
Allah Teâlâ kendi yolunda sağlam bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları
sever, Allah'ın sevgilisi olmak için müminlerin de böyle yapmaları gerekir.
Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, bu sûrede fâsılası (âyetin son
harfi) ile yalnız bu âyete tahsis edilerek tekvücut olmanın önemine işaret
edilmiştir ki, sûreye "Saff Sûresi" denilmiş olması da bunu
göstermektedir . kurşunlu bina, parçaları kurşunla kenetlenerek yekpare bir
cisim haline gelmiş olan sağlam bir bina demektir. İşte müminlerin sosyal
durumları gerek Saffât Sûresi'nin başında ve gerek Fetih Sûresi'nde yer alan
"Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış
ve gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna
gider..." (Fetih, 48/29) âyetinde ifade edilen benzetme ve tasvir üzere
sağlam bir irtibât ile bir diğerine bağlanmış kuvvetli bir yapı teşkil etmeli
ve İslâm mücahidleri böyle birbirlerine kenetlenmiş tek bir saf halinde
çarpışmalıdır. Şüphesiz bu benzetmede, ferdlerin cismen tekdüzen bir şekil ve
nizam ile terbiye ve asayişleri konu edildiği gibi, kalben niyet ve imanlarının
da bir kelime etrafında toplanacak ve birbirlerini sevip sayacak bir surette
samimiyet ve kararlılıkta olması mevzu bahistir. Bazı müfessirlerin beyanına
göre de bu âyette ordunun en önemli teşkilatının piyade olduğuna da işaret
vardır. Çünkü süvari, donanma ve diğer birimlerde de her ne kadar cereyan
ederse de en fazla saf harbi piyadede meşhurdur. Binaenaleyh askeri terbiyede
hem fizikî düzene hem de din terbiyesi ile kalbî ve manevi birliğe itina
gösterilmesi ve müminler arasında bu birlik ve sevgiyi bozacak
ahlâksızlıklardan son derece kaçınılması gerekmektedir. Bunun yapılabilmesi
için de gaye, güzel tayin edilmeli ve alçak maksatlar terkedilip Allah yolunda
en yüksek ve en yüce gayeye yapışılmalıdır. Bundan dolayı harb meselesiyle
ilgili olan sebepler, amiller, hedef ve gayeler izah edilerek İslâm dininin
ortaya çıkış hikmeti anlatılmak üzere semavî dinlere şöyle bir geçit resmi
yaptırılarak buyuruluyor ki düşünün o zamanı ki Musa kavmine, yani İsrâil
oğullarına demişti. Bana niçin eziyet ediyorsunuz? Halbuki benim size Allah'ın
elçisi olduğumu biliyorsunuz. Bu âyetle yahudilerin Peygamberlere küfür ve
isyan etmelerinin öteden beri sürüp gelen âdetleri olduğu ve hep o âdetin
günahını çektikleri anlatılmış olmaktadır. Hz. Musa'ya yaptıkları eziyetlerin
tafsilatı Bakara Sûresi'nde geçmiş. Özellikle zorbalara karşı savaşmada
"Şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın: biz burada oturacağız."
(Maide, 5/24) dedikleri ve neticede şaşkınlığa düştükleri Mâide Sûresi'nde
zikredilmektedir. Vakta ki böyle zeyğ ettiler, haktan meyl etmek suretiyle
yamukluk edip eğri gittiler. Allah da kalplerini yamulttu. Yani eğriltti,
eğriliği kalplerine tabiat yaptı. Bundan dolayı hep eğrilik düşünürler, eğri
giderler, hak söz kendilerine tesir etmez ve doğru yola yanaşmazlar. Allah da
dinden çıkmış fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez, muvaffak kılmaz,
muradlarına erdirmez. İşte müslümanların savaş için hazırlanmalarının
sebeplerinden birisi böyle hak dinlemez, bozulmuş fasıklar topluluğunun ruh
halleridir.
6. Nitekim kalplerinin eğriliklerinden dolayı
İsa'yı da kabul etmediler, kabul ettik diyenler de sözlerini tutmadılar. O
vakti düşünün ki: Meryem oğlu İsa şöyle demişti: Ey İsrailoğulları, Musa (a.s)
baba tarafından İsrail oğullarından olduğu için onlara, ey kavmim diye hitab
etmişti. İsa (a.s.)'nın ise babası olmadığı için ey İsrail oğulları dedi.
Haberiniz olsun ki ben size Allah'ın elçisiyim önümdeki Tevrat'ı tasdikçi ve
benden sonra gelecek bir Resul'ün müjdecisi olarak gönderildim ki o Resul'ün
ismi, Ahmed'dir. Burada Ahmed isminin özel bir isim olması da, mânâsı da
kasdedilmiş olabilir. Yani adı son derece övgüye layık ve pek güzel demek de
olabilir. Zira Hz. İsa'nın müjdelemekle emredildiği Hz. Peygamber (s.a.v)'in
bir ismi de Ahmed'dir. Onun Muhammed ismi de Ahmed ismi gibi, aynı hamd
maddesinden olarak en güzel ve övülecek ismidir. Mamafih burada Ahmed isminin
bizzat kendisinin kasdedilmiş olması daha doğrudur. Nitekim İmam Mâlik, Buhârî,
Müslim, Darimî, Tirmizî ve Nesaî Cübeyr b. Mut'im (r.a.)'den şöyle rivayet
etmişlerdir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Benim çeşitli isimlerim vardır.
Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben toplayıcıyım, insanlar benim ayaklarım üzere
toplanacaklardır. Ben mahvediciyim ki, Allah benimle küfrü mahvedecektir. Ve
ben sonuncuyum."(1)
Âkıb, kendisinden sonra Peygamber gelmeyen
"son Peygamber" demektir. Hz. Hassan'ın şu beyti de Ahmed isminin
Resulullah'ın bir ismi olduğunu ifade etmektedir.
Yani "Allah Teâlâ, O'nun arşını kuşatmış
olan melekler ve bütün temizler mübarek Ahmed'e salât getirmişlerdir."
Ahmed lafzının, aslında hamd ederim mânâsına fiili muzâri nefs-i mütekellim
vahdeh sigasından nakledilmiş olması da düşünülebilirse de, daha doğru olan
ism-i tafdil olmasıdır. İsm-i tafdillerde asıl olan fâil mânâsı ise de,
"daha meşhur" anlamına gelen "eşher" gibi ism-i mef'ûl
mânâsını da ifade edebilir. "Tekrar güzeldir." tabirinde olduğu gibi,
Ahmed lafzının övülmekte üstünlük mânâsına kullanıldığı da bilinmektedir. Şayet
hamidiyyetten olursa bu durumda "en fazla hamd eden" mahmudiyyetten
olursa o zaman da mânâsı, "en ziyade hamd ve medhedilen" demektir.
İsim olması durumunda da bu anlamların birinden nakledilerek o isimle çağırılan
zât kasdedilmekdedir. Bu âyette Hz. İsa'nın peygamberliğinin hikmeti olarak şu
iki şeyi söylediği beyan edilmiştir: Birisi, kendisinden önce gelen Tevrat'ı
tasdik etmesi, diğeri de kendisinden sonra gelecek olan Ahmed'i müjdelemesidir.
Tevrat'ı tasdik etmesi, hükümleri yönüyle düşünülebilse de ihbar (haber verme)
itibariyle olması daha doğrudur. Zira Tevrat'ta hem Mesih'e hem de Son
peygamber Hz. Muhammed'e dair haberler vardı. Bu yüzden Hz. İsa'nın gelişi, hem
Mesih'e ait haberlerin doğruluğunu ispat etmiş hem de son Peygamber'i
müjdelemek suretiyle o konudaki haberleri tasdik etmiştir. Ancak yahudiler, Hz.
İsa'yı inkar ettikleri gibi hıristiyanlar da bu müjdeyi kısmen inkar ve kısmen
değişik şekilde te'vil ederek haksızlığa sapmışlar ve eldeki mevcut İncillerin
böyle bir şeyden bahsetmediğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Şayet
Hz. İsa'ya verilmiş olan İncil de Kur'ân gibi aynen korunmuş olsaydı, bu
müjdenin İncil'de zikredilip edilmediğini anlamak mümkün olurdu. Mamafih Bakara
Sûresi'nde de geniş bilgi verildiği gibi elde mevcut olan Ahd-i Atik ve Ahd-i
Cedid kitablarında buna dair deliller hiç de az değildir. Mesela Ahd-i Cedid'de
Resullerin işlerinin üçüncü bâbında: Musa ecdâdımıza, "Rabbiniz Allah size
birâderlerinizden benim gibi bir Peygamber ortaya çıkaracaktır. Onu, size
söyleyeceği bütün işlerde dinleyiniz. Ve kavmim arasından her kim o Peygamberi
dinlemezse mahvolacaktır." dedi. İsmail ile ondan sonra gelen peygamberlerin
hepsi dahi bu günleri müjdelemişlerdir diye de zikredilmiştir. Musa gibi olan
bu gelecek peygamber, İsmail'den de söz edilmesi karinesiyle belli ki,
peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.) idi. İsa (a.s) onu tasdik
etmiş ve geleceğini müjdelemişti. Hıristiyanlar bunu İsa (a.s.)'nın kendisine
hamletmek istemişlerse de İsa (a.s.) Musa gibi harbetmekle emredilmiş bir
peygamber değildi. Alûsî söz konusu âyetin tefsiri esnasında İncillerden
bahsederken şunları söyler: "Hıristiyanların yanında dört İncil vardır.
Birincisi, Mata İncili'dir ki, on iki
havariden biri olan Matta, Hz. İsa'nın göğe çıkarılmasından sekiz sene sonra
Filistin'de Süryani lisanı ile cemetmiştir. Altmış sekiz bölümdür.
İkincisi, Markos İncili'dir ki yetmişlerden
olan Markos, İsa'nın ref'inden on iki sene sonra Roma'da Efrenci (yani Latin)
lügatı ile toplamıştır. Kırk sekiz bölümdür.
Üçüncüsü, Luka İncili'dir. Luka da
yetmişlerden olup İskenderiye'de Yunanca olarak cem etmiştir. Seksen üç
bölümdür.
Dördüncüsü, Yuhanna İncili'dir ki Hz. İsa'dan
otuz sene sonra Rum beldelerinden olan Efsus şehrinde, Yuhanna tarafından cem
edilmiştir. Bölümleri, Kıbti nüshasında otuz üçtür. Bu İnciller çeşitlidir.
Bunların muhtevalarında bazı yerler vardır ki, vicdan bunların ne Allah sözü ne
de İsa (a.s.)'nın sözü olduğuna şahitlik etmez. Mesela kendi kanaatlarınca İsa
(a.s)'nın çarmıha gerilmesi ve kabrine defnedildikten sonra göğe çıkarılması
kıssası gibi ki, bunlar bazı büyükler ve salih kimseler hakkında telif edilen
hal tercemesi kitabları gibi İsa (a.s)'nın doğumu, göğe yükseltilmesi ve bazı
halleriyle, bir kısım sözlerini şerh yollu yazılmış tarih ve biyografik
eserlere benzerler. Binaenaleyh İsa (a.s)'nın Kur'ân'da haber verilen beşikte
konuşması ve Hz. Muhammed'i müjdelemesi gibi diğer bazı hal ve sözlerini bu
İncillerin ihmal etmiş olmaları Kur'ân'ın beyanına karşı hiç bir zarar vermez.
Bununla beraber insaf ile hareket eden ve taassubu bırakıp doğru yolda gidecek
olan kimseler için bu İncillerde dahi o müjdeye dair sözler vardır. Yuhanna İncili'nin
on beşinci bölümünde Yesu' Mesih demiştir ki: "Pederin göndereceği Hak
ruhu Faraklit size her şeyi öğretecektir." Yine Mesih demiştir ki:
"Beni seven sözlerimi ezberler, Pederim de onu sever ve ona varır, katında
yer tutar. Ben bunu size söyledim. Çünkü ben sizin yanınızda ikâmet etmiyorum.
Pederin göndereceği Ruhu'l-Kudüs Faraklit, size her şeyi öğretecek ve benim
söylediğim sözleri hatırlatacaktır. Size selamımı emanet bırakıyorum,
kalbleriniz ızdırap içinde olmasın. Telaş etmeyin.
Ben gideceğim ve size döneceğim. Beni seviyor
olsanız benim Pedere gitmemle sevinirdiniz." Ve demiştir ki: "Benim
Pedere gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü ben gitmesem Faraklit size gelmez,
amma gittiğimde onu size gönderirim. O geldiği vakit de âlemi, günahtan dolayı
kınayacaktır. Size söylemek istediğim daha çok söz vardır lakin siz onlara
tahammül edemeyeceksiniz. Fakat o Hakk'ın Ruhu geldiği zaman sizi Hakk'a irşad
edecektir. Çünkü o, kendiliğinden söylemez, ne işitirse onu söyler> ve bütün
geleceği haber verir ve Pedere ait olanın hepsini size tarif eder." Bir de
(ondördüncü babda) demiştir ki: "Eğer siz beni seviyorsanız benim
tavsiyelerimi ezberleyiniz ve ben Pederden, ebediyyen beraberinizde sabit
kalacak diğer bir Faraklit vermesini dileyeyim. O Hak Ruhunu ki, âlem onu kabul
etmeye güç yetirmedi. Çünkü onu tanımadılar. Ben sizi yetim bırakmam. En yakın
zamanda size geleceğim." Alûsî bunları naklettikten sonra da der ki:
"Faraklit kelimesi, hamdi gösteren bir kelimedir. Gözlerini taassub
perdeleri bürümemiş olanların nazarında İsa (a.s)'nın bu sözünden Ahmed
(s.a.v)'in kasdedildiği anlaşılır. Hıristiyanların bazısı bunu
"Hammâd", bazısı da "Hamid" diye tefsir etmişlerdir. Bunun
delaletinden de aleyhisselatü vesselamın Ahmed (yahut Muhammed) ismine işaret
var demektir. Diğer bazı hıristiyanlar da onu, muhallıs (kurtarıcı) diye tefsir
etmişler ve buna İsa (a.s.)'nın başka bir sözünde "Allah size diğer bir
halaskâr gönderecektir." demiş olmasıyla delil getirmişlerdir. Bu cümlede
de Peygamber'in risaletine hamd ismiyle değilse de kurtarmak ve yardım etmek
ünvanıyla işaret edilmiştir. Hıristiyanlardan bir kısmı da Faraklit Hz. İsa'nın
öğrencilerine gökten inmiş olan ateşli gönüller olup bir takım alâmetler ve
acaib işler yapmışlardır diye zannedilmiştir. Lakin "diğer bir Faraklit"
diye başka bir vasıfla tavsif edilmiş olması bu anlayışa müsait görünmez. Zira
İsa (a.s.)'dan sonra onlardan önce diğer birisi geçmiş değildir."
Faraklit kelimesi hangi dildendir? Müfred
midir, mürekkeb midir? İbranice midir, değil midir? Bu konulardaki ihtilaflar
ve mânâlarına ait bazı bilgiler Bakara Sûresi'nde geçmişti. Eski İncil
tercemelerinde bu kelime Faraklit (veya Paraklit) diye aynen muhafaza edilerek
ifade edilirken yakın zamanlarda basılmış olan İncil tercemelerinde
"teselli edici" diye zikredilmiştir. Mesela bin dokuz yüz yirmi
(1920) tarihiyle İstanbul'da Matyosyan Agop Matbaası'nda basılan nüshasında
yukarıdaki sözler hep "teselli edici, yani hakikat ruhu" diye terceme
edilmiştir. Ve bazı kayıtlarda da tuhaf şekilde değiştirilerek ifade
edilmiştir. Mesela, Yuhanna'nın ondördüncü babında şöyle denilmiştir: "Ve
ben Pederden dilerim, O dahi sonsuza kadar sizinle beraber olmak üzere size
diğer bir teselli edici, yani hakikat ruhunu verecektir. Bunu dahi dünya
görmediği ve tanımadığı için kabul edemez. Amma siz onu tanırsınız. Zira
yanınızda bulunup gönlünüzde olacaktır." On beşinci babında da "Amma
şeriatlerinde bana sebepsiz buğzettiler diye yazılı olan sözün tamamlanması
için böyle oldu. Fakat Peder tarafından benim göndereceğim teselli edici, yani
Pederden çıkan hakikat ruhu geldiği zaman benim hakkımda o şehadet edecektir.
Ve siz dahi şehadet edersiniz. Zira başlangıçtan beri benimle
berabersiniz." denilmiştir. Bu yeni tercemeciler "paraklid"
kelimesinin Yunanca "teselli edici" mânâsına olduğunu söylüyorlar ve
ruhu'l-hak tâbiri yerine de hakikat ruhu diyorlar. Bu suretle tercemeden
tercemeye değiştirilerek aslı kaybolmuş bu İncillerle, Kur'ân'ın açık beyanına
karşı çıkılmak istenilmesi hak ve adalet fikriyle uyuşmayacağı gibi, insaf sahibi
kişilerin Kur'ân'ın haber verdiği bu müjdenin, te'vil edilmiş bir şekilde bile
olsa itiraf edildiğini görürler. Fatih Kütüphanesi'nde bu mesele ile ilgili bir
risale görmüştüm ki, bir papaz İncillerdeki faraklit müjdelerinin, Kur'ân'ın bu
âyetinde haber verilen "Benden sonra gelecek olan Ahmed isimli bir
peygamberi müjdeleyici olarak." müjdesi olduğuna kanaat getirerek müslüman
olmuş ve bu hususa dair bir risale yazmış olduğunu söylüyordu. Fikir sahibi
bazı kişiler de bu mesele hakkında İncil (Avangel) kelimesinin asıl mânâsını
araştırmak istemişler ve bu kelimenin esasen müjde anlamına geldiğini ve
hakikatte Hz. İsa'nın davetiyle bütün İncillerin özet olarak beyanının, gelecek
bir Resul ile İlâhî Saltanatı müjdelemekten ibaret bulunduğu görüşünde birleştiklerini
ifade etmişlerdir.
İşte Hz. İsa böyle söylemiş olduğu halde
İsrail oğullarının çoğu, yani yahudiler onu dinlemedikleri gibi hıristiyanların
çoğu da bunu gizlemiş ya da te'vil ve tahrif (değiştirmek) ile inkar etmiş
olduklarından dolayı bu hakikat hatırlatılarak buyuruluyorki: Sonra o Resul,
yani İsa (a.s)'nın müjdelemiş olduğu ismi Ahmed olan Resul, onlara delillerle:
açık açık âyetler ve mucizelerle geldiği zaman da bu apaçık bir sihir dediler.
Bu Ahmed, o müjdelenen Resul değil, bu açık sihirlerle bizi aldatmak istiyor
diye küfre, haksızlığa saptılar ve bu haksızlıkla bir takım değişiklikler
yapmak suretiyle İsa, Allah'ın oğludur gibi aslı olmayan yalanlar yazarak
onları Allah kelâmı diye Allah'a isnad ettiler.
7-9. Bundan dolayı da şöyle buyuruluyor:
Halbuki İslâm'a davet edilirken Allah'a yalan iftirada bulunan, yani Allah'a
yalan isnad eden veya Allah hakkında yalan söyleyen yahut uydurduğu yalanı
Allah indirdi diye iftira eden kimselerden daha zalim kim olabilir? Allah ise
zalimleri hidayete erdirmez, haksızları doğru yola iletmez, isteklerinde
başarılı kılmaz. Onun için böyleleri hak sözle yola gelmez, İslâm'ı kabul
etmezler. Sonuçta yaptıkları zulümlerin cezasını çekmeleri gerekir. İşte böyle
iftiracı zalimlerin haksızlıkları, zulümkarlıkları da, müminlerin Allah yolunda
savaşa hazırlanmalarını ve o yolda harb etmenin Allah katında sevimli bir amel
olmasını gerektiren sebeblerdendir.
10. "Ticaret." Bu kelimedeki tenvin
ta'zim içindir. Yani büyük, şanlı bir ticaret demektir ki, şu şekilde tefsir
edilmiştir: sizi acı bir azabdan kurtaracak, beyan edileceği üzere sizi o
azabdan kurtarıp, hürriyete kavuşturacak ve büyük murada erdirecektir.
11-12. O ticaret nedir? diye sorulursa şöyle
beyan edilir: Allah ve Resulüne iman edersiniz, emirlerini tutar, verdiği
haberlerin ve müjdelerin doğruluğuna inanırsınız mallarınız ve canlarınızla
Allah yolunda cihad edersiniz. Yani iman ile cihadı bütünleştirirsiniz. Bir
hadiste zikredildiği üzere cihad, İslâm'ın örgücü yani kubbesidir. İslâm
binasının temeli iman, zirvesi ve en yüksek kubbesi, cihaddır. Bu, yani böyle
bir iman ve cihad sizin için hayırlıdır. Gerçi "Hoşunuza gitmediği halde
savaş size yazıldı. (farz kılındı)." (Bakara, 2/216) âyetince cihad sizin
zorunuza gider, sevimli görünmezse de hakkınızda hayırlıdır. Çünkü âyetin
devamında "Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve
hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir..." (Bakara, 2/216)
buyurulmuştur. Herhalde fâsıkların, zalimlerin ve müşriklerin hükmü altında
esaretle ezilmekten ise, Allah yolunda ve hak uğrunda mallarınız ve
canlarınızla savaşarak ya şehid ya gazi olmak elbette hayırlıdır. Eğer
bilirseniz. İlim sahibi olur ve iman ile cihad etmesini bilirseniz cihadın
hayırlı olduğunu anlarsınız. Demek ki cihad için de körükörüne hareket
edilmemeli, bilgi sahibi olunmalıdır. Çünkü iman ve ümitle itaat etmek,
ümitsizlik ve küfürden; cihad ve şehadet ise esaret ve zilletten her halde
hayırlıdır.
13. Diğer biri de yani cihadda bu nimet veya
bu ticaretten başka, diğer bir nimet yahut ticaret daha vardır. Ki siz onu
seversiniz, cihadı hepiniz sevmeseniz ve neticesi olan o büyük kurtuluşu
hepiniz takdir edemeseniz bile, diğer neticesi olan şu nimeti hepiniz
seversiniz ki o da şudur. Allah'tan bir zafer, düşmanlara karşı bir galibiyet
ve yakın bir fetih, işte cihadın bir meyvesi de budur ki, bundan herkes
hoşlanır. Böyle söyle hem kendin müjdelen hem de müminleri müjdele ya Muhammed!
Çünkü onlar için bu iki ticaret muhakkaktır.
14. Onun için Ey iman edenler! Allah'ın
yardımcıları olunuz, yani bu müjdelere ermek için iradelerinizi Allah için,
O'nun rızasına kavuşmak için yardımcı olunuz. Meryem oğlu İsa'nın Havarilere
dediği gibi: Benim Allah'a doğru, yardımcılarım kimdir? Yani ben Allah'a doğru
giderken başarıya kavuşmak için bana yardım edecek, benimle beraber ona
kavuşmak isteyecek yardımcılarım kimlerdir? Buna cevaben Havariler "O
Allah yardımcıları biziz" dediler. İşte siz de ey müminler! İsa'nın
Havarileri gibi Allah'ın yardımcıları olunuz. Peygamber'in davetini kabul
ederek Allah'a tam bir iman ile yardım ediniz.
Havâriyyun, Hz. İsa'nın, ilk iman eden seçkin
öğrencilerinden on iki kişiye denir ki, bunlar dini yaymak için etrafa dağılmış
olduklarından "Rusul-i İsa" (İsa'nın elçileri) ismi dahi verilmiştir.
Eldeki İncillerde bunlara on ikiler de denilmektedir. Havâriyyun kelimesi,
esasen "Havârî" ism-i mensubunun çoğuludur. Kâmus şarihinin beyanına
göre bazı âlimler demişlerdir ki, "Bu kelime, çoğuldan cinse nakledilerek
hem müfred hem çoğul için kullanılır. "Havar ve haver lügatte, beyaz ve
beyazlık mânâsına isimdir. Bu münasebetle şehir kadınlarına beyazlıklarından
dolayı "Havariyyât" denilir. Bezleri yıkayıp çırparak ağırtan
kassara, eski Türkçe karşılığıyla çırpıcıya da havarî denildiği gibi saf ve
temiz dost ve yardımcıya, özellikle büyük peygamberlerin davet ve emirlerini
yerine getirme uğrunda yardımcı olanlara da samimi niyyet ve temizliklerinden
dolayı havarî denilir. Mamafih zikredildiği gibi bu isim en fazla İsa (a.s)'nın
seçkin yardımcıları olan zatlar hakkında kullanılmıştır. Müfessirler bunlara
söz konusu ismin verilmesinde çeşitli görüşler nakletmişlerdir ki, Kâmus sahibi
Fîrûzâbâdî "Besâir"de bu görüşleri şöyle özetlemiştir: "Bazı
âlimler, onların bir kısmının kassâr (çırpıcı) bir kısmının da avcı olmaları
sebebiyle bu ismi aldıklarını söylerken, bazıları da beyaz elbise giydikleri
için yahut daima ilim ve din eğitimiyle insanları temizlemiş olduklarından
dolayı onlara bu ismin verildiğini ileri sürmüş ve demişlerdir ki:
"Kassârlık isnad edenlerin maksatları da budur. Avcılık isnad edenler ise
onların, din ve ahiret konularında şaşkınlığa düşen kimseleri avlayıp din
yoluna çektikleri için bu adı aldıklarını savunmuşlardır." Diğer bazıları
da, işaret ettiğimiz gibi inançlarındaki saflık, ilgi ve niyyetlerindeki
temizlik sebebiyle onlara havarî dendiğini ifade etmişlerdir ki en münasib olan
görüş de budur. Frenkler havarîlere "aptres" ismini vermişlerdir ki
bu kelimenin Yunanca'dan alınarak uzağa gönderilmiş elçiler anlamını ifade
ettiği söylenmektedir. Buna göre aptre, Havariyyûn kelimesinin tercemesi
olmayıp Yâsin Sûresi'nin "...onlara elçilerin geldiği ..." (Yâsin,
36/13) âyetinde geçtiği üzere İsa'nın eçileri mânâsına diğer bir isim olmuştur.
Yalnız avcıya, "dağıtılmış" mânâsı düşünüldüğü takdirde Havariyyûn'a
avcı mânâsı verenlerin kavline de itibar edilebilir.
Alûsî der ki: "Bahr'in beyanına göre Hz.
İsa bunları çeşitli beldelere dağıtmış kimini Rûmiyye'ye, kimini Babil'e,
kimini Afrika'ya, kimini Efsus'a, kimini Beyt-i Makdis'e, kimini Hicaz'a,
kimini de Arz-ı Berber ve havalisine göndermişti. Mamafih her beldeye
gönderilenin tayini ve isimlerinin zabtedilmesi hususlarının sıhhatine
güvenilemez. Suyûtî de bunları "İtkân"da zikretmiş ise de, esasen
bulunulabilecek yerlerde araştırılmalıdır."
Endülüs'lü müfessir Ebu Hayyan
"el-Bahru'l-Muhit" adlı tefsirinde der ki: "Havarîler, on iki
kişidir ve bunlar, Hz. İsa'ya ilk iman edenlerdir. İsa bunları çeşitli
beldelere göndermişti. Batris ve Pavlis Roma'ya, Andiravs ve Matta, halkı insan
yiyen arza, Bukas Babil'e, Filibs Kartaca'ya yani Afrika'ya, Yuhann, Ashab-ı
Kehf'in kenti olan Efsus'a, iki Ya'kub Beyt-i Makdis'e, İbnü Büleymin Hicaz'a,
Testemir Berber ülkesine ve havalisine gönderilmişti. Mamafih bu isimlerin
bazılarında zabt cihetiyle zorluk vardır. Onun için esas bulunması gereken
yerlerden araştırılsın." Hakikatte Senpol dahi denilen Pavlis,
Havarîler'den değildir. Sonradan onlara katılmış, mektubları ve risaleleri
Ahd-i Cedîd'in "a'mâl-i Rusül" (elçilerin işleri) kısmına
sokulmuştur. Bu zat hrıistiyanlıkta sünnet olmayı kaldırmış ve bir takım
değişiklikler yapmıştır. Sonra İbnü Büleymin ile Testemir isimleri özellikle
araştırılmalıdır. Matta İncili'nin onuncu bâbında şöyle denilmiştir: "Ve
on iki şakirdini (öğrencisini) yanına çağırıp temiz olmayan ruhlar üzerine
onları göndermeğe ve her marazı her hastalığı def etmeye onlara kudret verdi. O
gönderilen on ikilerin isimleri şunlardır: Batris adı verilen Şem'un ile kardeşi
Endravs, zibidi oğlu Ya'kub ile kardeşi Yuhanna, Filbs ve Bertolmavs Toma ve
Gümrükcü Matta, Halfi oğlu Ya'kub ve Tedavs lakablı Lebaüs, Fanvi Şem'un ve onu
ele veren İsharyoti Yehuda. İsa bu on ikileri gönderip onlara tenbih ederek
dedi ki: "Tâifelerin yoluna gitmeyiniz ve Samiriler'in bir şehrine
girmeyiniz. Bundan ise, beyt-i İsrail'in zâyi olmuş koyunlarına varınız ve
gittiğinizde "Melekûtu's-Semâvat (göklerin saltanatı) yaklaşmıştır."
diye va'z ediniz. Hastalara şifa veriniz. Cüzzamlıları temizleyiniz. Cinleri
çıkarınız. Bedava aldığınızı bedava veriniz. Kemerlerinizde ne altın ne gümüş,
ne bakır ve yol için ne dağarcık, ne entari, ne ayakkabı ve ne de asâ tedârik
etmeyiniz. Zira işçi kendi yiyeceğine layıktır. Ve hangi şehre veya köye
giderseniz orada kimin layık olduğunu sorup ayrılıncaya kadar orada kalınız. Ve
hâneye girdiğinizde ona selam veriniz. Ve eğer o hâne buna layık ise selamınız
onun üzerine gelsin ve eğer layık değilse selamınız size geri dönsün. Ve sizi
her kim kabul etmeyip sözlerinizi dinlemezse o haneden yahut o şehirden
çıktığınızda ayaklarınızın tozunu silkiniz. Hakikaten size derim ki, ceza
gününde Sedum ve Gamure diyarının hali o şehrin halinden ehven olur. İşte ben
sizi koyunlar gibi kurtlar arasına gönderiyorum. İmdi yılanlar gibi akıllı ve
güvercinler gibi sade-dil olunuz. Lakin insanlardan sakınınız. Zira sizi millet
meclislerine teslim edip sinagoglarda dövecekler, hem de benim için onlara ve
tâifelere şehadet olmak üzere hakimler ve krallar huzuruna götürüleceksiniz. İmdi
sizi teslim ettikleri zaman nasıl ve ne söyleyeyim diye endişe etmeyiniz. Çünkü
ne söyleyeceğiniz size o saatte verilecektir. Zira söyleyenler siz değilsiniz,
sizde söyleyen Pederinizin ruhudur. Ve kardeş kardeşi ve baba evladı ölüme
teslim edecek ve evlad ana babanın aleyhine kalkışıp onları öldürecekler ve
ismim için herkes tarafından buğzedileceksiniz. Lakin kim sonuna kadar tahammül
ederse o kurtulacaktır. Ve size bir şehirde düşmanlık ettikleri zaman diğerine
kaçınız. Zira hakikaten size derim ki, insanoğlu gelinceye kadar İsrail
şehirlerinin devrini tamamlamayacaksınız. Öğrenci öğretmenine ve kul efendisine
üstün değildir. Öğrenciye öğretmeni gibi, kula efendisi gibi olmak kifayet
eder. Hane sahibine balezbul dedikleri halde onun hanesi halkına ne kadar
ziyade diyecekler. İmdi onlardan korkmayınız. Zira keşfedilmeyecek ve
bilinmeyecek gizli bir şey yoktur. Size karanlıkta dediğimi aydınlıkta
söyleyiniz. Ve kulağınıza söyleneni damlar üzerinde ilân ediniz ve canı
öldürmeye kâdir olmayıp cesedi öldürenlerden korkmayınız. Lâkin hem canı hem
cesedi cehennemde helak etmeye kâdir olandan korkunuz."
Bunu takib eden on birinci bâb:
"Ve İsa on iki öğrencisine emir vermeyi
tamam ettiğinde şehirlerinden va'z ve öğretimde bulunmak üzere oradan hareket
etti. Ve Yahya zindanda Mesih'in işlerini haber alınca, o gelecek kimse sen
misin? Yoksa diğer bir kimseyi mi bekleyelim demek için kendi öğrencilerinden
ikisini onun yanına gönderdi."
Denildiğine göre on ikilerin bu suretle etrafa
gönderilmesi Hz. Yahya'nın hapiste bulunduğu sırada olmuştur. Halbuki yine aynı
İncil'in yirmi altıncı bâbında ise, mekir yani su-i kasd anlaşılırken:
"Akşam olduğunda on ikilerle beraber sofraya oturdu ve onlar yemek yerken,
"Hakikaten size derim ki, sizden biriniz beni ele verecektir." dediğine
göre bundan onların, göğe çıkarılma sırasında Hz. İsa'nın yanında toplanmış
bulundukları ve sonradan etrafa yayıldıkları anlaşılmaktadır. Al-i İmrân
Sûresi'nde geçen "İsa onlardan inkârı sezince: 'Allah'a gitmek için kimler
bana yardımcı olacak?' dedi. Havariler: 'Biz, Allah (yolunun)
yardımcılarıyız;..." (Al-i İmrân, 3/52) âyetinde Hz. İsa'nın "Allah'a
gitmek için kimler bana yardımcı olacak?" demesi ve Havarilerin "Biz
Allah (yolunun) yardımcılarıyız." cevabını vermeleri de, Hz. İsa'nın göğe
çıkarılmasından önce gerçekleşmiş demektir. İbnü Cerir'in Sa'id b. Cübeyr
tarikiyle İbnü Abbas'tan yaptığı rivayete göre: "Allah Teâlâ Hz. İsa'yı
göğe çıkarmayı murad ettiği zaman İsa ashabının yanına vardı, onlar on iki kişi
bir evde idiler. O evin bir (su) kaynağından onların yanına çıktı, başından su
damlıyordu. Onlara, "İçinizden birisi bana yakında on iki kere
küfredecek." dedi. Sonra da "Benim benzerim onun üzerine atılıp da
benim yerime öldürülecek ve benimle beraber benim derecemde bulunacak
hanginiz?" dedi. İçlerinde yaş itibariyle en genç birisi "Ben"
dedi. İsa ona "Otur" dedi ve sonra yine tekrar etti. Yine o genç
kalktı ve "Ben" dedi. Hz. İsa da, "Evet sen osun." dedi.
Bunun üzerine ona İsa'nın benzeri bırakıldı ve İsa evdeki bir pencereden göğe
yükseltildi. Derken Onu arayan yahudiler geldi ve benzerini tutup öldürdüler.
Bazısı ona iman etmiş iken on iki kere inkar etti. İlh ..." En iyisini
Allah bilir. (Bu konuda bilgi için Al-i İmrân, 3/52; Nisâ, 4/157 âyetine bkz.)
Mamafih Kur'ân burada da bu tafsilata taarruz etmeyerek buyuruyor ki: "Ey
inananlar! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa da havarilere:
"Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kimdir?" demişti.
Havarîler: "Allah (yolunun) yardımcıları biziz." dediler.."
Bunun üzerine İsrailoğullarından bir taife iman etti, Havarîlerin mesaisi
üzerine İsa'ya ve müjdesine inandı ve dine yardım etti bir taife de küfretti.
Neticede biz de iman edenleri düşmanlarına karşı güçlendirdik. Binaenaleyh
onlar galib geldiler. İman edenler düşmanları olan kâfirlere karşı galib gelip
yüze çıktılar. İşte siz de Allah'ın vaidlerine ve emirlerine, Resulullah'ın
yukarıda zikredilen davetlerine iman edip Havarîlerin çalıştığı gibi Allah
yolunda Hak dinine yardım için cihad ederek çalışın. Allah'ın yardımcıları
olursanız bütün düşmanlara galib gelir, (Saff, 61/9) vaadiyle zikredilen
müjdelere ulaşırsınız. Hakikaten Muhammed'in ashabı öyle çalıştılar, çok
geçmeden müşrikleri ve hıristiyanları yendiler. Hak dinini galib kıldılar ve
öyle üstün duruma getirdiler ki, İslâm'ın o göz kamaştırıcı galibiyyeti ve bir
Hz. Ömer hilafetinin hakkaniyyet ve adalet zevkini hâlâ bütün dünya sonsuz bir
hayret ve hasretle erişilmez bir umut gibi yad etmektedir. Mamafih bu emir ve
taahhüd yalnız onlara değil "Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları
olun!" hitabının genel mânâsından anlaşılacağı gibi her zaman için o
tarzda amel edecek bütün müminleri kapsayan bir vaad ve müjdedir. O halde
Allah'ın yardımcıları olmayanlar, O'nun yardımından mahrum kalıp geriye
sürükleniyorlarsa, bunun sebebini Hak dinde değil, kendi günahlarında
aramalıdırlar. Kısacası, "Eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz
(Allah da) size yardım eder.." (Muhammed, 47/7), "Sana gelen her
kötülük de kendindendir.." (Nisâ, 4/79) âyetleri de bu hususu net bir şekilde
ifade etmektedirler. Ashab-ı Kiram içinde Aşere-i Mübeşşere (cennetle
müjdelenen on kişi) Resulullah'ın havarîleri makamındadır. Bir hadiste
"Her peygamberin bir havarîsi vardır, benim havarîm de Zübeyr'dir."
buyurularak Hz. Zübeyr bu vasıfla yad edilmiştir. Ancak Katade'den gelen bir
rivayette de Zübeyr'den başkalarına da Havarî denildiği zikredilmektedir.
Resulullah'ın havarîlerinin: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Cafer, Ebu
Ubeyde İbni'l-Cerrah, Osman b. Maz'un, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas,
Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam olduğu nakledilmiştir.
Üstünlük ve galibiyyetin neticesinde cemaatın
kıvamının, Allah Teâlâ'yı tesbih etmek ve kulluk görevlerini yerine getirmeye
bağlı olduğuna işaret etmek için, Saff Sûresi'ni Cuma Sûresi takip edecektir.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Saf Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.