Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuranı Kerim
| |||
- Mukabele - Cüz
- Kuran Süreleri
- Kuran Meali
- Kuran Dersleri
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- Ders 01 - Diyanet
- Ders 02 - Diyanet
- Ders 03 - Diyanet
- Ders 04 - Diyanet
- Ders 05 - Diyanet
- Ders 06 - Diyanet
- Ders 07 - Diyanet
- Ders 08 - Diyanet
- Ders 09 - Diyanet
- Ders 10 - Diyanet
- Ders 11 - Diyanet
- Ders 12 - Diyanet
- Ders 13 - Diyanet
- Ders 14 - Diyanet
- Ders 15 - Diyanet
- Ders 16 - Diyanet
- Ders 17 - Diyanet
- Ders 18 - Diyanet
- Ders 19 - Diyanet
- Ders 20 - Diyanet
- Ders 21 - Diyanet
- Ders 22 - Diyanet
- Ders 23 - Diyanet
- Ders 24 - Diyanet
- Ders 25 - Diyanet
- Ders 26 - Diyanet
- Ders 27 - Diyanet
- Ders 28 - Diyanet
- Ders 29 - Diyanet
- Ders 30 - Diyanet
- Tecvidli Kuran Dersleri
- 00 - Giriş
- 01 - Harfler
- 02 - Harflerin Çıkış Yerleri
- 03 - Harekeler
- 04 - Harflerin Yazılışları
- 05 - Bitişmeyen Harfler
- 06 - Kalın ve İnce Harfler
- 07 - Peltek Harfler
- 08 - Cezm
- 09 - Şedde
- 10 - Tenvin
- 10.1 - Tevcid Kuralları
- 11 - Med Harfleri
- 12 - Elifin Yerini Tutan Vav ve Ya
- 13 - Çeker
- 14 - Meddi Tabii ve Meddi Feri
- 15 - Meddi Muttasıl
- 16 - Meddi Munfasıl
- 17 - Meddi Lazım
- 18 - Meddi Arız
- 19 - Meddi Lin
- 19.1 - Tekvin ve Nunu Sakin
- 20 - İhfa
- 21 - İzhar
- 22 - İklab
- 23 - İdğamı Mael Gunne
- 24 - İdğamı Bila Gunne
- 25 - İdğamı Misleyn
- 26 - Cezimli Mimin Okunuşu
- 27 - İğdamı Mütecaniseyn
- 28 - İğdamı Mütekaribeyn
- 29 - İğdamı Şemsiyye
- 30 - İzharı Kamerriye
- 31 - Kalkale
- 32 - Lafzatullahın Okunuşu
- 33 - Zamirin Okunuşu
- 34 - Ra Harfinin Okunuşu
- 35 - Sekte
- 36 - Hurufu Mukattaa
- 37 - Vakıf ve Durma işaretleri
- 38 - Küçük Nun ile Okuma
- Elmalılı Hamdi Tefsiri
- Submenu 4.4
- Submenu 4.5
- Submenu 4.6
- Kuran Öğreniyorum - Diyanet
- İlmihal
- Submenu 5.1
- Submenu 5.2
- Hadis-i Şerif
- Kütüb-ü Sitte 1-100
- Kütüb-ü Sitte 101-200
- Kütüb-ü Sitte 201-300
- Kütüb-ü Sitte 301-400
- Kütüb-ü Sitte 401-500
- Kütüb-ü Sitte 501-600
- Kütüb-ü Sitte 601-700
- Kütüb-ü Sitte 701-800
- Kütüb-ü Sitte 801-900
- Kütüb-ü Sitte 901-1000
- Kütüb-ü Sitte 1001-1100
- Kütüb-ü Sitte 1101-1200
- Kütüb-ü Sitte 1201-1300
- Kütüb-ü Sitte 1301-1400
- Kütüb-ü Sitte 1401-1500
- Kütüb-ü Sitte 1501-1600
- Kütüb-ü Sitte 1601-1700
- Kütüb-ü Sitte 1701-1800
- Kütüb-ü Sitte 1801-1900
- Kütüb-ü Sitte 1901-2000
- Kütüb-ü Sitte 2001-2100
- Kütüb-ü Sitte 2101-2200
- Kütüb-ü Sitte 2201-2300
- Kütüb-ü Sitte 2301-2400
- Kütüb-ü Sitte 2401-2500
- Kütüb-ü Sitte 2501-2600
- Kütüb-ü Sitte 2601-2700
- Kütüb-ü Sitte 2701-2800
- Kütüb-ü Sitte 2801-2900
- Kütüb-ü Sitte 2901-3000
- Kütüb-ü Sitte 3001-3100
- Kütüb-ü Sitte 3101-3200
- Kütüb-ü Sitte 3201-3300
- Kütüb-ü Sitte 3301-3400
- Kütüb-ü Sitte 3401-3500
- Kütüb-ü Sitte 3501-3600
- Kütüb-ü Sitte 3601-3700
- Kütüb-ü Sitte 3701-3800
- Kütüb-ü Sitte 3801-3900
- Kütüb-ü Sitte 3901-4000
- Kütüb-ü Sitte 4001-4100
- Kütüb-ü Sitte 4101-4200
- Kütüb-ü Sitte 4201-4300
- Kütüb-ü Sitte 4301-4400
- Kütüb-ü Sitte 4401-4500
- Kütüb-ü Sitte 4501-4600
- Kütüb-ü Sitte 4601-4700
- Kütüb-ü Sitte 4701-4800
- Kütüb-ü Sitte 4801-4900
- Kütüb-ü Sitte 4901-5000
- Kütüb-ü Sitte 5001-5100
- Kütüb-ü Sitte 5101-5200
- Kütüb-ü Sitte 5201-5300
- Kütüb-ü Sitte 5301-5400
- Kütüb-ü Sitte 5401-5500
- Kütüb-ü Sitte 5501-5600
- Kütüb-ü Sitte 5601-5700
- Kütüb-ü Sitte 5701-5800
- Kütüb-ü Sitte 5801-5900
- Kütüb-ü Sitte 5901-6000
- Kütüb-ü Sitte 6001-6100
- Kütüb-ü Sitte 6101-6200
- Kütüb-ü Sitte 6201-6300
- Kütüb-ü Sitte 6301-6400
- Kütüb-ü Sitte 6401-6500
- Kütüb-ü Sitte 6501-6600
- Kütüb-ü Sitte 6601-6700
- Kütüb-ü Sitte 6701-6800
- Kütüb-ü Sitte 6801-6900
- Kütüb-ü Sitte 6901-7000
- Kütüb-ü Sitte 7001-7100
- Kütüb-ü Sitte 7101-7200
- Kütüb-ü Sitte 7201-7300
Rahman Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri
55-RAHMAN:
1. Rahmân, Fatiha Sûresi'nde besmele tefsir
edilirken bu yüce isim hakkındaki açıklamalar geçti. Yani rahmet ve sonsuz
ihsanı kaynaşıp duran ve ondan dolayı bir ismi de Rahmân olan Allah Teâlâ. İrâb
yönünden mübtedâ, kendinden sonra gelen de haberi görünür. Lakin müstakil bir
âyet olduğuna bakarak takdir edilen bir mübtedânın haberi olarak şöyle bir
cümle ortaya çıkar.
Allah, Rahmândır, yahut "O muktedir
Melik, Rahmândır."
2. Rahmetiyle O Rahmân, Kur'ân'ı öğretti.
İlimden, öğretmek mânâsını ifade eden "ta'lim" fiili, iki mef'ul
alacağı için bu anlamda burada birinci mef'ul hazfedilmiş, böylece maksat, şuna
veya buna öğretmek değil, bizzat öğretimin kendisinin ifade edildiği
anlatılmıştır. Böylece bu kelime, gerek Cibril'e, gerek Peygamber'e, gerek
ümmete olan öğretimin kısımlarından hepsini içine almaktadır. Bazıları da
demişlerdir ki, burada alâmet mânâsınadır. Buna göre âyetin anlamı, Kur'ân'ı
alâmet kıldı, yani ibret alacak olanlara bir âyet, yahut nübüvvet için bir
delil ve mucize kıldı demektir. Bu durumda diğer bir mef'ulün hazfini gözetmeğe
gerek kalmaz ve önceki sûrenin başında yer alan "Ay yarıldı." (Kamer,
54/1) âyeti ile mütenasib olur. Yani o sûre heybet kapısından, bu sûre de
rahmet kapısından bir mucize ile başlamış bulunur. Şu halde tercemede öğretti
denilmeyip de ta'lim etti denilirse bu iki duruma da işaret edilmiş olur.
Mamafih Alûsî der ki: "Konuşan bin münasebet de gösterse, yine bunun ilim
öğretiminden ibaret olduğunu bilmek gerekir." Kur'ân'ın öğretimi mânâsına
gelince, âyette fiilinin yer alması, Kur'ân'a ilim izafe etmektedir. Bu,
Kur'ân'ın yalnız lafızlarının değil, mânâsının da çok üstün bir tarzda ilim
ifade ettiğini göstermektedir . Ancak bu, farklılık arzetmektedir. Bazan işaret
ve remizlerden kevnî hadiselere vakıf olma derecesine kadar çıkar. İbnü Cesir
ve İbnü Ebî Hâtim'in İbnü Mes'ud'dan yaptıkları rivayete göre, Kur'ân'da her
şeye dair ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmiş ise de bizim ilmimiz onun
tamamını kavrayacak durumda değildir. İbnü Abbas da demiştir ki: "Devemin
ipi kaybolsa her halde onu Allah'ın Kitabında bulurdum." Mûrsî de şöyle
der: "Kur'ân, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini içine
almaktadır." Öyle ki onun hakikatini ancak mütekellim olan (konuşan) Allah
Teâlâ bilir. Sonra "Onun te'vilini (yorumunu) ancak Allah bilir..."
(Âli İmran, 3/7) âyetince Allah Teâlâ'nın kendine tahsis ettiği bilgiler
müstesnâ olmak üzere Resulullah, sonra da sahabilerin büyükleri, onlardan sonra
da ilimde onlara varis olan Tâbiîn bilir." Bir kısım âlimler de öğretimi,
mânâların tasavvur edilmesi için nefsi uyarmak şeklinde tarif etmişlerdir.
Kıyametin yaklaşmasına karşı ilâhî rahmetten
ortaya çıkan en büyük ve önemli nimetin Kur'ân öğretimi nimeti olduğu böylece
ifade edildikten sonra, kime ve nasıl öğretildiği hususunu anlatmak için
buyuruluyor ki:
3. O Rahmân insanı yarattı. Bazı âlimler
burada insanla kasdedilen Âdem, bazıları da Kur'ân'ın işaretiyle Muhammed
Aleyhisselâtü ve's-selâm'ın olduğunu söylemişlerse de, hepsini içine almak
üzere insan cinsi olması daha doğru olabilir. Mamafih Kur'ân'ın öğretimine konu
alan kâmil insanın kasdedilmiş olması da düşünülebilir. Yani Kur'ân'ı öğretmek
üzere insanı yarattı.
4. Ona beyanı öğretti, yani kendini, vicdan ve
gönlünde meydana gelen duygu ve anlayışlarını, başkalarına açık ve güzel bir
şekilde ifade etmek, maksadı anlatmak ve anlamak demek olan konuşma ve dil
nimetini belletti ki, ilmin elde edilmesi ve Kur'ân öğretimi nimeti de bununla
meydana gelir. Hz. Âdem yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin
öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bildi, onların
ulaşamadıklarına ulaştı. Peygamberlerin nübüvvete nâil olmaları, Allah
tarafından tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan
istifade edebilmeleri hep beyan ilmi, dil nimeti sayesinde olduğu gibi,
Kur'ân'a ve Kur'ân'ın tefsir ve tercemesi nimetine ulaşmamız ve ondan
faydalanma derecemiz dahi o nimetten aldığımız hisse oranındadır. Ebu's-Suud
der ki: "Âyette ifade edilen beyanı öğretmekten murad, insanı sırf kendi
beyanına gücü yeter kılmaktan ibaret değil, onunla başkasının beyanını anlamak
mânâsını da ifade eder. Çünkü Kur'ân'ı öğretmek ancak onun üzerinde dönüp
dolaşır." Bu cümleler, eşanlamlı haberlerdir. Sonrakilerin atıf harfi
olmadan zikredilmeleri teker teker sayım üslubunda geldikleri içindir. Müsned-i
ileyhin (mübtedânın) başta zikredilmesi de, kasr (tahsis) ifade eder.
5. Bundan sonra beşer hayatının en fazla
ilgilendiği nimetler güzel bir surette beyan edilerek secde ve şükretmeye davet
için buyuruluyor ki: Güneş ve ay bir hisâb iledir, yani hesâb ile cereyan
ederler. Binaenaleyh insanlar hesâbı iyi bellemeli ve bir hesâb gününün
geleceğini bilip ona göre hesâba hazır olmalıdır.
Hüsbân, "hâ"nın ötresiyle hisâb
mânâsına ve hisâbın çoğulu hisâblar mânâsına gelir. Bir de değirmen taşının
eksenine hüsbânü'r-rehâ denilir.
6. Ve Necim, yani arzdan çıkıp da sapı olmayan
bitki, çemen ve şecer, sapı olan bitki, ağaç secde ederler, Allah'ın iradesine
tabii olarak boyun eğerler, kanunları karşısında elastikiyetle istediği konumu
alırlar. O halde insanlar isteyerek Allah'ın emirlerine uyarak, nimetlerine
şükretmek için secdeyi bilmelidirler.
7. Hem semaya bak onu yükseltti. Bu terkib
Nahiv'de tabiri ile ifade edilir. Yani bir mef'ulün fiilini önce hazfedip sonra
zamiriyle meşgul olarak tefsir etmektir. Şu halde kelâm, "Göğü yükseltti,
onu yükseltti." takdirindedir. Bunun faydası, evvela mef'ule dikkatleri
çekmek, sonra da fiilin bilindiğini beyan etmekle özel bir şekilde bunu
hatırlatmaktır. Semadan kasıt, bütün cisimleriyle üzerimizde yükselen yüce bir
alemdir. Onun yükseltilmesi, yani yükseklik verilip yukarı kaldırılması da
yüksek olarak yaratılması ve inşa edilmesidir. Yükseklikten maksat da, belli
olan hissi ve sûrî yüksekliktir. Genel mecaz yoluyla hissi ve manevi yüksekliği
içine alacak bir mânânın kasdedilmiş olması da caiz olabilir. Belli ki semanın
böyle yüksekliği onu yükselten Rahmân'ın kudret ve rahmetinin yüksekliğini,
böylece kendisinin daha yüce, yani cihet ve mekânın ötesinde bir ululukla
yüksek olduğunu gösterir. Evet, O Rahmân öyle ulu, öyle yüksek, öyle secde ve
saygıya müstahaktır ki, gerek maddî ve gerekse manevî tarafı ile yüksekliği
görülüp duran o güzel semaya yüksekliği O verdi. Ve mizanı koydu, yani o
yüksekliklerin durabilmesi için aşağıya ve yukarıya çeşitli ve birden fazla
ağırlıklar, varlıklar ve haklar arasında her şeyin kendi hakkına göre duruşu ve
konumu demek olan denge kanununu, adalet kanununu koydu ki, bu kanun olmasaydı
göklerin ve yerin nizam ve intizamı olmazdı. Nitekim bir hadis-i şerifte
"Göklerin ve yerin varlığını sürdürmesi adaletledir." buyurulmuştur.
Mizan, "misâk" kelimesi gibi hem
tartmak mânâsına masdar hem de tartı aleti, terazi, mânâsına ism-i âlet
olabilir. Vezin, eşyanın diğerine nibsetle miktarı veya miktarının tanınmasıdır
ki esasen bu kelime ağırlık için kullanılır. Ve bir mukayese ve eşitlikle
yapılır. İşte bu mukayesenin yapıldığı alete de mizan denilir. Bu surette
vezin, daima bir muâdele, yani bir denkleşme nisbetini ifade ettiğinden adalete
ve adaletin ölçüsü olan şeriata da mizan denilmiştir. Onun için burada mizan,
eşyanın gerek ağırlık itibarıyla ve gerek diğer hususlarda miktarlarının
bilinmesine ölçü olarak herhangi bir alet mânâsına yorumlanabildiği gibi daha
genel bir anlam ifade etmek üzere adalet mânâsında kullanıldığı ve şeriat
olarak da tefsir edildiği olmuştur. Burada mizan kelimesi üç kere
zikredilmiştir. Her ne kadar Zemahşerî bunun şiddetli bir tavsiye ve takviye
için tekrar edildiğini söylemiş ise de, marifet yönüyle zikir ve tekrar da ilk
yaratıcının aynı olması şeklinde bir külli kaidenin olmadığı ve peşpeşe gelen
üç fâsılanın (âyet sonunda yer alan kelimenin) aynı mânâda bir tekrardan ibaret
olmasının uygun düşmeyeceği cihetle biz bunlardan herbirinin ayrı bir mânâya
işaret ettiğine inanıyoruz. Öncelikle "Mizanı koydu." âyetinde yer
alan mizan, semanın yüksekliği münasebetiyle ortaya çıkan bütün eşya arasındaki
genel denge kanunudur ki: (pesenteur) yahut (gravitaion) denilen yer çekimi
veya ağırlık kanunu bunun en açık görüntüsüdür. Bildiğimiz terazi, kantar ve
çeki gibi tartı ölçeği olan bütün mizanların esası da budur. Eskiler bunun
yalnız yeryüzünde kullanıldığını zannediyor idiyseler de, sema ve yerdeki bütün
cisimler hakkında geçerli genel bir kanun olduğu ve astronomi ilmi bakımından
hususi bir önemi bulunduğu artık anlaşılmıştır. Bununla beraber genel denge
kanunu yalnız cansız, duygusuz ve fizikî olan çekim kanununa hasredilmeyip
kimyevî ve ruhî münasebetleri dahi içine almak üzere adalet kanunu adıyla daha
kapsamlı olarak izah edildiği takdirde, faydasının daha fazla olacağı
âşikârdır. Bu, her şeyi eşya arasında layık ve münasib olduğu yer ve mertebeye
koyma demektir. Kâdi Beydâvî mizanı, her hazır olan şeye hak ettiğini, her hak
sahibine da hakkını vermek suretiyle âlemdeki işlerin düzeni ve doğru hareket
etmesi diye tarif etmiştir. Böylece o, gerek yaratma ve gerek kanun koyma
açısından adalet ve dengeden daha genel bir mânâ ifade etmiş olur. Şu halde
ikinci mizan kelimesi, mastar yahut şeriat, üçüncüsü de amel defteri olabilir.
Mamafih başka türlü düşünmek de mümkündür.
8. Evet, mizanı koydu ki tartıda haksızlık etmeyesiniz.
Şeriat ve kanuna tecavüz edip de haddinizi aşmayasınız, tartısız iş
yapmayasınız, yahut maddî ve manevî tartıda taşkınlık etmeyesiniz de Allah
Teâlâ'nın emirlerine, hükümlerine itaat ve hukuka riayet edesiniz.
9. Hem vezni: ister söz, ister fiil olsun her
hususta tartma işini adaletle yapın, yani hem ayarsız tartı kullanmayın, hem de
tartarken insaf ve adaletle dosdoğru tartın. Kendiniz için tartarken bir
tarafı, başkası için tartarken de diğer tarafı ağır tutmayınız. Hepsinde
terazinin dilini doğru tutunuz. Ve tartıyı aksatmayın, eksiltmeyin. Teraziyi
kötü niyetli kullanmak suretiyle ahirette mizanınıza yazık etmeyesiniz diye O
Rahmân, mizanı koydu ve göğe yükseklik verdi.
10. Arzı da alta koydu, tevazulu (alçak
gönüllü) kıldı, aşağıya serdi. Enâm için. Enâm, lugatta halk, yahut cin ve
insan yahut yer yüzünde ki yaratıklar demektir. Yerin bu şekilde aşağıya
konulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir.
11. Şöyle ki: Onda bir çok meyva vardır.
Mahlukatın özellikle insanların faydalanabilmesi için bir çok meyva vardır. Ve
ekmamı olan hurma ağacı vardır. Ekmâm, kâfın kesriyle "kimm"in
çoğuludur ki, meyvanın çiçeğinin üzerindeki kabcık, tomurcuk demektir. Yahut
kâfın fethiyle "kemm"den çoğul olarak örtmek anlamını ifade etmesi
sebebiyle, lifleri, dalları ve kabcıkları gibi üzerini örten şeyler demektir ki
birisinde gelecek için çoğalma ve faydalarına, diğerinde de kurutmasına işaret
edilmiş demektir.
12. Ve çimli daneler, buğday ve arpa gibi
hububat ki, taze çim yaprakları içinde yetişir ve o yapraklar kuruduğu zaman
saman olur ve bu suretle hem kendilerinden hem de yapraklarından istifade
edilir. Hem de reyhan, ki koku alma organını temizler, sinirlere ve ruha neş'e
ve canlılık verir. Reyhan, güzel kokulu ve gönül açıcı demek olup, bizim de
reyhan dediğimiz nebat gibi koklanan güzel kokulu otların hepsine denir.
Bununla beraber İbnü Abbas'tan reyhanın burada rızık mânâsına olduğu da
nakledilmiş. Nitekim bir a'rabiye nereye gidiyorsun? diye sormuşlar o da:
"Allah'ın reyhanından yani rızkından istiyorum." diye cevap vermiş.
Rızkın insana rahatlık vermesi, yahut ekmek kokusunun özellikle acıkmış
olanlara her kokudan daha güzel gelmesi, reyhan ile rızık arasındaki münasebeti
ortaya koymaktadır. Buna göre maksat, Zemahşeri'nin de dediği gibi, dânenin
çimli yapraklarına karşılık özü demek olur. Hamza, Kisâ'i ve Halef-i âşir
kırâetlerinde nasb ile şeklinde okunması, ihtisas üzere fiilin hazfedilmesinden
dolayıdır. "Taneyi yarattı." Takdir edenler olmuşsa da
"Özellikle taneyi..."takdiri bizim zevkimize göre daha mülayimdir ki,
bu durumda mânâsı, hele o çimli daneler ve o hoş reyhan (koku) demektir.
13. İmdi Rabbinizin nimetlerinin hangisini
yalanlıyorsunuz? "Fâ" kendisinden sonra geleni önce geçene uygun
olarak sıralamak içindir. Âlâ, Necm Sûresi'nde geçtiği üzere nimetler ve
lütuflar demek olup müfredi 'dür.
Nimeti yalanlamak, inkâr ile nankörlük
etmektir. Nimetin nimet olmasını inkar veya nimeti verene nisbetini inkâr veya
her ikisini inkâr mânâsını ifade eder. Mesela hem Kur'ân öğretiminin bir nimet
olduğunu hem de bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu inkâr ederler. Yaratılışın,
lisanın, yer ve göğün, adalet ve mizanın nimet olduğunu inkâr edenler de
bulunmaktadır. Meyvaların, yiyeceklerin ve koklanacakların nimet olduğunu inkâr
etmeseler de özellikle Allah'a nisbetini açıkça veya işaretle inkâr edenler de
çoktur. Hitab, aşağıda açıklanacağı üzere ins ve cinne olduğu içindir ki,
yaratıkların hepsi buna dahildir. Rab isminin açıklanması da, azarlama da
şiddet ifade etmektedir. Yani ey o yaratıkların gizli ve âşikâr iki kısmını
teşkil eden insanlar ve cinler! Şimdi siz bunları işittikten sonra Rabbiniz
Rahmân Teâlâ'nın şu dinleyip gördüğünüz türlü nimetlerinden hangi birine yalan
deyip de nankörlük edersiniz! Hiç böyle bir nimet sahibine nankörlük edilir mi?
İbnü Ömer ve Câbir (r.a)'den rivayet edilmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v)
ashabına er-Rahmân Sûresi'ni okuduğunda onlar sükût ettiler. Buyurdu ki, niye
ben cinnilerden, sizden işitmediğim güzel cevaplar işitiyorum? Cinlerin
gecesinde ben bu sûreyi onlara okumuştum da âyetini her tekrar ettiğimde
"Hayır nimetlerinden hiçbir şeyi yalanlamayız, Ey Rabbimiz hamd
sana." dediler. Bunun için Rahmân Sûresi okunurken dinleyenlerin her âyeti
okundukça öyle söylemelerinin mendub olduğu nakledilmiştir.
14. İnsanlar ve cinlerden her birinin
özellikle kendi yaratılışlarıyla ilgili nimetin şükrünü yerine getirmemelerine
karşı kınamaya mukaddime yapılmak üzere her birinin yaratılışlarının başlangıç
ve esasını beyan ile buyuruluyor ki: (Allah) insanı fehhâr gibi bir salsalden
yarattı. İbtidâ içindir. Salsal, tıngır tıngır ses veren kuru çamur demektir.
Fehhâr, iyi pişkin saksı, yani fağfur (porselen) gibi çın çın ses verecek kadar
kurumuş, hayattan o derece uzak kuru topraktır ki, insanın ilk çıkış yeri olan
arz, güneşin sıcaklığı karşısında bu derece hayattan uzak iken Allah Teâlâ
ondan tavırdan tavıra bir sülale (soy) seçerek insanı yarattı. (Bakara, Al-i
İmran, Hicr, Mü'minûn Sûrelerine bkz.)
15-16. Cânnı da yarattı. Cânn, nûn'un
şeddelenmesiyle cin demektir. Mâlih ile milh gibi, ikisi de vasıftır. Veya cin
milh gibi cins ismi, cânn da, mâlih gibi sıfat ismidir. Yahut burada insandan
murad, Âdem (a.s.) olduğuna göre cânndan murad da, cinnin babası demektir.
Bazıları bunu Mücâhid'den İblis değil, cinnin babasıdır diye nakletmişlerdir.
Bizim kanaatimize göre başlangıç itibarıyla bütün insan cinsi salsalden
yaratılmış olduğundan insandan kasıt, Âdem değil insan cinsi olduğu gibi,
Cânn'dan kasıt da cin cinsidir. Aşağıda da "İnsan ve cin..." diye
ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Hicir Sûresi'nde "Cinleri de daha
önce zehirli ateşten yaratmıştık." (Hîcir, 15/27) buyurulduğuna göre,
demek ki Allah Teâlâ, insanı yaratmadan önce cânn yahut cin denilen gizli
mahlukları yaratmıştı. Bir mâriç ateşten, birinci ibtidâiyye, ikinci beyaniyye
olarak bir mâric ateşten demektir. Burada mâric iki mânâ ile tefsir edilmiştir.
Bazıları asıl mânâsı, ızdırap anlamını ifade eden merec'den, halis ateş ya da
dumansız sâfi alev demek olduğunu söylemişler, bazıları da merec'in asıl
mânâsının ihtilât (karışma) olması itibariyle, mâric'in muhtelit (karışık)
dumanlı bir ateş olduğunu ifade etmişlerdir. Hicir Sûresi'nde geçen
"nâri's-semûm" tâbirine (Hicr, 15/27) muhtelif mânâsı daha uygun
düşmektedir. Şu kadar var ki, muhtelit, yalnız duman karışık demek gibi ibtidâi
bir mânâya olmayıp, "semûm" anlamına da uygun olmak üzere her şeye
nüfuz edebilen ve karışan mânâsında ateşin hakikatini ifade etmiş olsa
gerektir. Bundan başka mâric "merc"den müteaddi olarak haltedici yani
karıştırıcı mânâsına da gelebilir ki bu da ateşin, yani hararetin eşya
üzerindeki kimyevî bir özelliğini belirtmiş olur. Kısaca demek oluyor ki, insan
yaratılmadan önce güneşte veya arzın başlangıç durumunda olduğu gibi çalkalanıp
duran ızdıraplı ve çoşkun bir halde bulunan saf bir ateş, veya elektrik halinde
olduğu gibi her şeye karışabilen bir ateş veyahut eşyayı birbirine karıştırmak
özelliği taşıyan bir ateşten, biz insanların gözüne âdet olduğu vechile
görünmeyen gizli bir takım hayat kuvvetleri, hayati unsurlar yaratılmıştır ki,
bunlara cânn ismi verilmektedir.
17-18. Hem iki doğunun Rabbi, hem iki batının
Rabbidir O yaratıcı Rahmân, yani yalnız insan ve cinnin başlangıçtan yaratıcısı
olmakla kalmayıp, bütün varlık yönlerinin hatta varlık ve yokluk nimetlerinin
hepsinin sahibi ve bütün tekamül (gelişme) mertebelerinin Rabbidir. Âyette
geçen iki doğu ve iki batı tabirlerinde de bir kaç mânâ vardır. Birincisi,
"Güneş ve ay bir hesap iledir." âyetinden anlaşılacağı gibi güneş ve
ayın doğuları ve batıları demektir. İkincisi, yaz ve kış mevsimlerinde günlerin
uzayıp kısalmasına göre olan doğular ve batılardır. Bu durumda gerçi hergün
için ayrı bir doğu ve batı varsa da, en son noktalarını zikretmekle
aralarındakileri de içine aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim "bütün doğu ve
batı O'nun" denildiği vakit, bunlar arasında kalan bütün yönler de
kasdedilmiş olmaktadır. Üçüncüsü, nev'i kasdedilerek gerek güneş ve gerek
diğerlerinin doğusu demek olabilir ki, bununla bütün cisimlerin doğu ve
batısına işaret edilmiş olur. Dördüncüsü arzın, kürevî olması nedeniyle her
yarısına nazaran bir doğu ve batıya işaret edilmiş olur ki, bunda doğu kabul
edilen bir nokta aynı zamanda batı ve batı kabul edilen nokta da aynı zamanda
doğu olmuş olur. Beşincisi de, güneş ve ay gibi görünen ışıklarla, akıl ve şuur
gibi görünmeyen ışıkların doğuş ve batış noktalarına işaret olabilir ki bunu,
bir yönüyle üçüncü kısma dahil etmek de mümkündür. Bunlardan hangisi olursa
olsun, asıl kasdedilen mânâ, Allah'ın var olan ve olmayan bütün nimetlerin
sahibi ve yöneticisi olduğunu beyan etmektir. Görülüyor ki bu âyetler, hem
nimeti hem kudreti hatırlatmaktadır. Nimeti tenbih, şükrü gerektirir, kudreti
tenbih de, nankörlüğe karşı kınamayı takviye eder.
19. Evet iki denizi mercetti (salıverdi) .
Burada merc müteaddidir . mânâsınadır ki, salıverdi demektir. Bu da esas
itibariye karıştırmak mânâsına gelirse de, bu ayrı bir kullanmadır. Bu iki
deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli yorumlar yapılmıştır. Önce Furkan
Sûresi'nde geçen "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı ve susuzluğu
giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel
olan bir perde koymuştur."(Furkân, 25/53) âyetine mutabık olmak üzere biri
tatlı diğeri acı iki derya denilmiş. Mesela Şap denizine Nil, Basra Körfezi'ne
Dicle dökülmüş olduğu gibi, diplerindeki suların birbirlerine kavuşması ile
beraber birden bire diğeri ile karışmaksızın bir hayli mesafeleri uzayıp giden
büyük sularla temsil edilmiştir. Buradaki iltikâ (karşılaşma) fiilî olarak
birbirine temas mânâsına gelmektedir. İltikâ, temas edecek şekilde yakınlık ve
komşuluk olarak da yorumlanabilir. Bu, acı denizin altında veya yakınında yer
alan su hazineleri şeklindeki düşünceye de uygun olabilir. İkincisi, her
ikisinin suyu da acı olmak üzere bir zamanlar Faris Denizi adı verilen Hint
Okyanusu ile Rûm denizi denilen Akdeniz ile temsil edilmiştir ve aralarındaki
engel Arabistan yarımadası veya karşılaşmak üzere bulundukarı Süveyş engelidir.
Buna göre : "o iki deniz, birleşeceklerdir" mânâsına da
yorumlanabilir ki, bu da Süveyş kanalının ileride açılacağını göstermektedir.
"İkisinden de inci ve mercan çıkar." (Rahmân, 55/22) âyeti de, bu
ikinci mânâya daha yakın bir anlam ifade etmektedir. Zira tatlı sudan inci ve
mercan çıkması, biraz te'vile dayalıdır. Üçüncüsü, gök denizi ve arz denizi
denilmiştir ki denizlerle, bulutlar veya daha geniş bir mânâ kasdedilmiş
olabilir. Dördüncüsü, yeri etrafından kuşatan dış denizle yerin kıtaları
arasındaki iç deniz ki, bu iki deniz birbirine kavuşurlar. Yer, aralarında bir
engel halinde kalır, böylece taşıp da o yeri istilâ edemezler.
Beşincisi, "maşrikayn ve mağribeyn"
(iki doğu ve iki batı)de geçtiği üzere acı, tatlı, iç dış, semavî ve arzî hatta
hakikat ve mecaz her iki nev'iyle deniz de demek olabilir ki en genel anlamı
budur. Bu suretle işarî mânâ olarak cismanî (maddi) âlem ile ruhanî (manevî)
âlem anlamı da bulunabilir ki aralarında mevcut olan berzah da, hayal ve gölge
alemi olmuş olur. Kavuşurlar. Bu cümle ya istinâfiyye (başlangıç) ya da hal
cümlesidir. Mânâsı, kavuşurlar yahut karşılaşırlar. Veyahutta öyle bir halde
salmıştır ki, kavuşacaklardır veya kavuşuyorlardır.
20. Fakat "aralarında bir berzah
vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır
demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya
denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi
bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz
birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek,
özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan
bulmazlar
21. Fakat "aralarında bir berzah
vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır
demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya
denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi
bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz
birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek,
özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan
bulmazlar
22. inci, özellikle iri inci ve mercan.
Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan,
hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.
23. inci, özellikle iri inci ve mercan.
Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan,
hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.
24-25. O denizde inşa edilmiş akıp gidenler
O'nundur. Cevârî, akıcı mânâsına câriyenin çoğuludur ki gemiler demektir.
Münşeât, iki mânâ ile tefsir edilmiştir.
Birincisi, bilindiği üzere inşa edilmişler demektir ki, gemilerin inşasının
ehemmiyetini ve bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu gösterir. İnsanlar
tarafından inşa edilmiş olması, "Oysa sizi de, yaptığınız (bu şeyler)ı da
Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyetine göre onların, Allah'a ait
olmasına mani değildir. İkincisi yelkenleri açılmış mânâsına da tefsir
edilmiştir. Çünkü inşa, yükseltmek, yukarı kaldırmak mânâsına geldiği için,
münşeât, yükseltilmiş demektir. Gemiler hakkında kullanıldığında bu vasıf,
yelken açmış veya bayrak açmış anlamını ifade eder. Şu teşbih de, buna da bir
işaret vardır. Alemler gibi, yani dağlar gibi burada alem, dağ mânâsına olmakla
beraber, bayrak ve alâmet mânâsına da gelebilir. Evet, inşa edilip de denizde
akıp giden, o inci ve mercan gibi nice faydalı şeyleri taşıyan o dağlar gibi
gemiler de Allah'ın nimetlerindendir. Mamafih "cevâri'l- münşeât"
vasfı, gök deryasında yüzüp duran bütün gök cisimlerinin Allah Teâlâ'nın kudret
delillerinden olarak denizde yüzüp giden gemiler gibi akıp gittiklerini de
ifade etmeye müsaittir. Bu durumda gelecek âyete de bir girizgâh (maksadı beyan
için uygun söz) olmuş olur. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
26. Yer üzerinde bulunan her şey fânidir.
27. Yalnız celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü
(zâtı) baki kalacaktır.
28. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
29. Göklerde ve yerde bulunanlar, O'ndan
isterler. O, her gün yeni bir iştedir.
30. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
31. Ey insan ve cin! sizin de hesabınızı ele
alacağız.
32. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve
yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir
güç olmadan geçemezsiniz.
34. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
35. Üzerinize ateşten alev ve duman
gönderilir, kendinizi savunamazsınız.
36. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz
37. Gök yarılıp da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı
bir gül olduğu zaman...
38. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
39. İşte o gün, ne insana ne de cinne
günahından sorulmaz.
40. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
41. Suçlular simalarından tanınır,
alınlarından ve ayaklarından tutulur.
42. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
43. İşte bu, suçluların yalanladığı
cehennemdir.
44. Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.
45. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
26. "Yer üzerinde bulunan herşey
fanîdir." Buradaki zamiri, "cevâri" dolayısıyla yahut doğrudan
doğruya yukarıdaki (10. âyete) arza râcidir. Yani o arz üzerinde bulunan her
kim olursa olsun hepsi yok olucudur. Gerek o gemilerdekiler, gerek diğerleri
hepsi de su üzerindeki o yüzen gemiler gibi akıp akıp yokluğa gidecekler ve
öleceklerdir.
27. Ey muhatab! Rabbinin yüzü ise bâki kalır O
celâl ve ikram sahibi, deki vechin, "O'nun zâtından başka her şey helak
olacaktır.." (Kasas, 29/88) âyetinde olduğu gibi Allah'ın zâtı mânâsına
olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü zül-Celâl ve'l-ikrâm sıfatı "zû" diye
merfu (ötreli) olarak "vech" kelimesine sıfat yapılmıştır. Eğer öyle
olmasaydı sûrenin sonunda geleceği şekilde "zi'l-celâli ve'l-ikram"
diye cer (esre) ile Rabba sıfat yapılması gerekirdi. Bununla beraber başka
mânâlar da verilmiştir. Kâdî Beydâvî vechi, zât ile tefsir ettikten sonra şöyle
demiştir: "Varlıkların cihet (sebeb) ve vecih (zât)lerini araştırmış olsan
hepsini fâni bulursun, ancak vechullah yani Allah'ın yüzü müstesnâ ki bu,
"O'nun cihetine (tarafına) yönelen yüz", yahut cihetine O'nun sahip
olduğu yüz demektir." Hâşiyesinde Şihâb bunu şöyle izah etmiştir:
"Bu, başka bir tefsir şeklidir. Burada vech, zattan mecazdır. Organ
mânâsına değil, belki kasdedilecek ve kendisine yönelinecek cihet (taraf-yön)
mânâsınadır." Üstadımız Makdisi (k.s.) de der ki: "Hadd-i zatında yok
olanda asıl, kendi zâtı itibariyle bulunduğu hal üzere kalması, yani yok
olmasıdır. Ancak Allah'ın sahip olduğu cihet, yani lütfuyla yakınlık gösterip
kendi katından o şeyi feyizlendirdiği cihet müstesnâdır. Şu halde mânâ şudur:
Hakk'ın dışındaki her şey fânidir. Yani aslında yok olmayı kabul etmektedir.
Allah ona nazarı ve varlık elbisesini feyziyle giydirmeseydi, onun için varlık
şerefi mümkün olmazdı. Bulunduğu hal üzere kalır, ortaya çıkmamış olurdu. Demek
ki Hakk'ın ona nazarından sonra ancak varlık alemine geçmiş aslında Hakk'ın
kendine nazarı ile kendisi için sabit olan yokluk üzere kalmamıştır. Şu halde
bazı tefsirlerde olduğu gibi vech ile amel-i sâlih kasdedilmiş de olabilir.
kavlinin mânâsı da şudur: Onunla Allah'a yaklaşılır ve yönelmeyi bize emrettiği
cihet kasdedilir. O yokluk meydanında iken kul, onu emre uyarak işleyince Allah
o kula mükafatını verinceye kadar onu, kul için dâim kılar. Diyebilirsiniz ki:
O, kabul ile yokluğu kabul etmez oldu, çünkü ceza, onun yerine geçmiştir, O
ise, bâkidir. Âlimlerimizden bazıları da şöyle dedi: "O yok olmamakla
vasıflanan vech (yüz) Allah Teâlâ'nın varlıklara kayyumiyetidir (özdenliğidir).
Ve o, Hak Teâlâ'nın zâtında yokluğu kabul etmeyen bir sıfatıdır. Biz vech
sıfatına Allah Teâlâ'nın haber verdiği şekilde iman ederiz. Selef mezhebinin
yolundan giderek "vech", "yed" gibi sıfatları ispat eder,
keyfiyeti yahut te'vili ile uğraşmayız, dediğimiz takdirde de bu sıfatı,
esasında yokluğu kabul etmez şeklinde tavsif etmiş oluruz ki, bu da, sahihtir.
Bazı ârifler de demişler ki, Muhakkikler (hakikatı araştıran âlimler)i, Allah
Teâlâ'dan başkasına şehadet etmekten yüz çevirdiler. Çünkü Allah, onları varlık
delilleri ve daimi bir bilgi ile donatmıştır. İbnü Ata demiştir ki; varlık hep
karanlıktır. Varlığı, ancak Hak Teâlâ'nın onda görünmesi nurlandırmaktadır.
Binaenaleyh her kim varlığı görür de onda veya onun yanında veya ondan önce ya
da sonra ona şehadet etmezse, o nurlardan yoksun kalmış, kendisinden bilgi güneşleri,
bulutlarla gizlenmiş olur. Kısacası Allah'ın yüzü, eşyanın veya insanların
Allah'a bakan yüzü, yani kendi zâtlarına nazaran değil de Allah'ın
rubûbiyyetinden (Rab sıfatından) ve yansımasındaki feyzinden istifade etmeleri
sebebiyle ona nisbet edilmeleri, ilimdeki eşyanın sabit olan sûret ve
hakikatleri ile gelecek kader görüntüsü gibi bir mânâ ile de düşünülebilirse
de, burada vechin, zü'l-celâl ve'l-ikrâm sıfatı ile vasıflanması, bütün bu
düşüncelerin hepsine mânidir. Bununla ancak Allah Teâlâ'nın zât-ı kibriyâsı
vasıflanabilir. O halde "Rabbinin yüzü." "Rabbinin zatı."
demek olunca "Rabbin kalır." denilmekle yetinilmeyip de zatın vech
ile ifade edilmesinin nüktesi ne olabilir? diye bir soru hatıra gelebilir.
Bunun nüktesi, zâtın yalnız gizli ve mücerred zât olarak değil, sıfat ve
rubûbiyyetinin görünmesi ve yansıması itibariyle dahi bâki oluşunu
göstermektedir. Bunu kayyumiyet (ebedilik) sıfatı ile ifade edenler de bu
nükteyi anlatmak istemişlerdir. Özellikle şu iki sıfatla vasıflandırmak da bunu
te'yid etmektedir. Yani Rabbinin bâki kalacak olan yüzü, şu iki sıfatla
vasıflanmaktadır. Ki hem celâl hem ikram sahibi. Karşısında hiçbir şey kendi
kendine tutunamayacak, azamet ve celâli ile her şeyi kahr ve yok edebilecek
derecede büyüklük ve mutlak ihtiyaçsızlık sahibi, hem de yok olan ve yok
olacaklara hayat vererek bağış ve ihsanına nâil kılacak tam bir lütuf
sahibidir. Burada zikri geçen Celâl ve ikram, gelecek âyetlerle açıklanacaktır.
Rağıb el-İsfahânî der ki: "Bu zü'l-Celâl ve'l-ikram sıfatı Allah'a mahsus
olan ve ondan başkası için kullanılmayan sıfatlardandır. Binaenaleyh Allah
Teâlâ'nın en hususî vasıflarındandır." Tirmizî'nin Enes'ten, Ahmed b.
Hanbel'in Rebia b. Âmir'den merfu olarak rivayet ettikleri şu hadis de buna
işaret etmektedir. "Yâ ze'l-Celâli ve'l-İkram"a devam edin,
dualarınızda onları çok söyleyin." demektir. Yine Tirmizî, Ebu Dâvud ve
Nesâî Enes'ten rivayet etmişlerdir ki söz konusu sahabî Peygamber (s.a.v)'le
beraber bulunuyordu, bir adam da namaz kılıyordu. Sonra dua etti de şöyle dedi:
"Ey Allah'ım senden istiyorum, hamd sanadır, senden başka ilâh yoktur, sen
ihsanı bol olan, semavatı ve arzı yaratan, celâl ve ikram sahibisin. Ey hayy ve
kayyum olan Allah'ım." Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki
biliyormusunuz bu zât ne ile dua etti? Onlar da Allah ve Resulu en iyisini
bilir dediler. Resulullah buyurdu ki: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a
yemin ederim ki O, Allah'a en büyük ismiyle dua etti. O, ism-i azam (en büyük
isim) ki onunla çağrıldığı zaman cevap verir, ve onunla istenildiği vakit
ihsanda bulunur."
28. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlarsınız? Yani sizler fâni olduğunuz halde, sizin yok olmanızdan sonra
bile ikramı devam eden Rabbinizin hangi nimetlerine nankörlük edersiniz?"
Buradaki "Fa" evvelki âyetin mânâsıyla ilgilidir. Çünkü fenâ,
bekânın, ebedi hayatın sürekli nimet ile sevabın bir kapısı olmuş oluyor. Teybî
demiştir ki, "Geçen âyetten murad, mânâsının içeriğidir. Zira o, bir ceza
ve mükafat vaktinin geleceğinden kinayedir. Onun için bilhassa celâl ve ikram zikredilmiştir.
Bu sıfatlar ceza ve sevaba delalet ederler. Cezayı hatırlatmakdan maksat da,
günahı, gerektiren fiillerden kulları sakındırmaktır. Bu gibi sakındırmalar
ise, ayrıca bir nimettir. İşte "Hangi nimet?" hitabı, bu nimetlere
teşvik içindir." Bunu şöyle de anlayabiliriz, Allah'ın celâlinde de nimet,
ikramında da nimet vardır. Yahut şöyle diyebiliriz; Allah'ın celâlinden nasıl
korkmaz, ikramına nasıl talib olmaz da nimetlerine nankörlük edersiniz?
29-30. O celâl ve ikramı izah konusunda
cümle-i istinâfiyye (başlangıç cümlesi) veya hâliyye (hâl cümlesi) ile
buyuruluyor ki: Göklerde ve yerde olan her kes O'ndan ister, gerek sonradan
meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri
itibariyle muhtaç oldukları her dileği ondan isterler. Gerek davranışla ve
gerek sözle olsun daima ondan ister dururlar. Çünkü kendi kendilerine ve mümkün
olan hakikatlerine nazaran var olmaya asla hakları yoktur. Bu yüzden her an
O'ndan isterler.
O hergün bir iştedir. Ya celâle veya ikrama
bağlı bir iştedir ki, onlara istediklerini vermek de bu cümledendir. Zira Hak
Teâlâ üstün hikmetlerine dayalı dileği gereğince her an nicelerini yok eder ve
nicelerini var eder, nicelerini de zengin kılar, bazı halleri giderir,
bazılarını getirir. İbnü Mâce, İbnü Hibbân ve daha bazı hadis âlimleri,
Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Günahları affetmek, sıkıntıları gidermek ve birtakım
insanları yükseltip, bir takımlarını alçaltmak da O'nun şânındandır".
Bezzâr'ın rivayetinde dualara icabet (kabul) etmek ziyadesi de vardır. cümlesi,
iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi gün, mutlak vakit mânâsına olarak her
saat, her an diye açıklanmıştır. Bir de İbnü Uyeyne ve Hasan-ı Basri'den
nakledildiği üzere Allah Teâlâ'ya göre zaman iki günden ibarettir. Birisi dünya
birisi ahirettir. Her birine göre de Allah'ın bir şe'ni (işi) vardır. Dünyadaki
işi, emir ve nehiy, ahiretteki işi de, hesâb ve cezadır.
31-32. Nitekim ahiretteki işi beyan için
buyuruluyor ki sizin için boş kalacağız. Ferağ, lugatta boşalmak demektir. Buna
göre bir meşguliyetten boşalmak sonradan bir meşguliyeti gerektirir. Halbuki
Allah Teâlâ'yı hiç bir iş, diğer işten alıkoyamayacağı için burada özellikle
ahiret işleri olan hesap ve cezayı ifade etmek üzere bu suretle bir istiâre
veya kinaye yapılmıştır. Yani bugünkü dünya işleri geçecek, bu dünya hayatı ve
nimetleri yok olacak, bu mühletler, hoşgörüler tükenecek, yarın Allah'a dönüşle
mücerred sorumluluk hesap ve ceza için huzura geleceksiniz de sırf sizin
işinize bakılacak, sizin sorumluluğunuzun gereği yapılacaktır.
33. Ey sekelân. Sekalân yahut sekaleyn iki
sekal; bundan sonraki âyette de açıklanacağı üzere insan ve cinnin bir adıdır.
Sekal, yük ve ağırlık demektir. İsimlendirme şekli anlatılırken deniliyor ki:
Arz bir yüklü hayvana insan ve cin de ona yükletilmiş iki ağır yüke
benzetilerek bu isim verilmiştir. Buna göre yer yüzünde insan ve cinden başka
mahlukat, ilave kabilinden demek olur ki, iki denk (yük) arasına konulan
fazlaya veya takılan takıya ilave denilir. İnsan ve cin yeryüzünde gizli ve
açık hayatî kuvvetler olması itibarıyla onun esaslı ağırlığı gibi düşünülmüş
demek olur. Bir de yer üzerinde ağırlıkları veya görüşlerinin ağırlıkları,
itibar ve şöhretlerinin önemi ve büyüklüğü hasebiyle o ismi aldıkları
söylenmiştir. Bundan başka sorumlulukla kendilerine ağırlık verilmiş olduğu
için bu ismi almış olabilirler. Ayrıca günah ile ağırlaşmasından dolayı bu
ismin verildiği nakledilmektedir. Bir hadisde "Ben sizin içinizde iki
ağırlık bıraktım, biri Allah'ın kitabı, biri de ıtretim (zürriyetim)."
buyurulmuş ve bunda sakalân tabiri kitabullah gibi itibar ve şöhreti büyük olan
manevî ağırlıklar hakkında kullanılmış bulunduğuna göre bu mânâ, üçüncü hususa
uygun olabilir. Yani insan ve cinne maddî taraflarından ziyade manevî şerefleri
itibarıyla sakalân isminin verilmiş olması tercihe şâyan görünmektedir.
34. Yani yarın böyle hesâb gelip çatacakken
gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine ve gerek yarının ceza ve
mükafatına nasıl nankörlük edersiniz? Yahut bu uyarı ve haberle nankörlükten
sakındırmak dahi o nimetlerden birisi iken nasıl olur da bugün nankörlük edip
yarının o yüksek nimetlerinden mahrum kalır ve kendinizi büyük tehlikelere
sürüklersiniz? Bu suretle bir ceza gününün geleceği anlatıldıktan sonra Allah
Teâlâ'nın hüküm ve saltanatından çıkıp kaçmanın imkan ve ihtimali bulunmadığı
ve binaenaleyh yok olmakla hesâb ve cezadan kurtuluşa çare bulunamayacağını
anlatmak için buyuruluyor ki ey cin ve insan topluluğu, bununla sekalân da
tefsir edilmiş oluyor. Yani ey cin ve ins cemaati O semavât ve arzın
aktarından, göklerin ve yerin hudud ve uzaklıklarından çıkıp gitmeğe gücünüz
yeterse, yani Allah Teâlâ'nın mülkünden, hüküm ve saltanatı altından kaçabilirseniz
haydi çıkıp gidin, mümkünse kendinizi kurtarın. Bu emir onları aciz bırakmak
içindir. Fakat çıkamazsınız bir sultan olmadıkça, yani bütün o göklerin ve
yerin kuvvetlerini mağlup edecek başka bir kuvvet ve saltanat olmadıkça
çıkamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur. Cin ve insan, kendilerine
sekalân ismi verilecek kadar itibar ve şöhrete sahip olmakla beraber, bütün şu
yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çıkacak derecede bir kuvvet ve saltanatı elde
etmiş değillerdir. Onun için çıkamazsınız. Daha doğrusu Allah Teâlâ tarafından
bahşedilecek bir kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız, kaçamazsınız,
denilmektedir.
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayabilir ve inkâr edebilirsiniz? Yani her nereden bakılsa onun hüküm ve
saltanatının hududundan çıkmak imkanı olmadığı halde ona karşı nasıl küfür ve
nankörlük etmeğe cesaret edersiniz? Ancak çıkmağa kalkışıldığı takdirde ne
olur? Denilirse, bunun cevabı şöyle verilir.
35-36. Üstünüze ateşten yalın bir alev
salınır. Ve bir bakır, yani erimiş bakır, yahut bakır gibi kızıl bir duman,
veya zehirli bir duman ki hem yakar hem boğar "da her ne yapsanız bundan
kurtulamazsınız." Kendinizi savunamaz ve kaçıp gidemezsiniz, yakalanır ve
yakılırsınız. Ebû Hayyan "Bahr" de der ki: "Bu ifadeden maksat,
cin ve insanın acizliğini göstermektir." Yani kaçamayacaklarını beyan
etmektir. Lakin dikkat edilmesi gereken bir husus şudur ki, bu tehdit tarzı
zamanımızdaki topların, uçak bombalarının ateşlerini andırır şekilde bir tasvir
fikri vermektedir. İbnü Ebî Şeybe'nin bu âyetle ilgili olarak Dahhak'tan
yaptığı bir rivayete göre: Bu, dünyada da vuku bulacak, batı tarafından bir
ateş çıkacak insanları hatta maymunları bir araya toplayacak, domuzlar da
onların yattıkları yerde yatacak, uyudukları yerde uyuyacaklardır. Buralarda
hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan
edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu
görüşleri takdir etmek suretiyle hal cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da
mümkündür. Yani onlara böyle söylenerek ateş salınır.
37. Sonra da gök bir yarıldı mı yani kıyamet
kopmaya başlayıp gök dürülmek üzere çatladığı çatlayıp da bir gül olduğu,
kıpkırmızı bir gül gibi kızarmış bir halde yağ gibi eridiği zaman..
şartiyyedir, cevabı mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana
sığmaz ne dehşetler, ne inkılablar olacaktır.
38. Böyle iken şimdi Rabbinizin hangi
nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç dehşetli inkılâb günlerini
haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi
ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o yalanlayanların cezasını vermek için
böyle hitabı ceza ile azarlayarak gelecektir.
39-41. İşte o gün gök yarılıp olacaklar olduğu
gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının
anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur.
Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi
açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve
sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz.
42. Buralarda hitabın gerektirdiği tehdit bir
lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan edeni ayırmak ve kâfirlerden
intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle hal
cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle
söylenerek ateş salınır. Sonra da gök bir yarıldı mı yani kıyamet kopmaya
başlayıp gök dürülmek üzere çatladığı çatlayıp da bir gül olduğu, kıpkırmızı
bir gül gibi kızarmış bir halde yağ gibi eridiği zaman.. şartiyyedir, cevabı
mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana sığmaz ne
dehşetler, ne inkılablar olacaktır. Böyle iken şimdi Rabbinizin hangi
nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç dehşetli inkılâb günlerini
haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi
ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o yalanlayanların cezasını vermek için
böyle hitabı ceza ile azarlayarak gelecektir. İşte o gün gök yarılıp olacaklar
olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının
anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur.
Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi
açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve
sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz.
Suçlular, yüzleriyle tanınırlar da bu sebeble perçemleriyle ayaklarından
tutulurlar daha Türkçesi yaka paça yakalanırlar. Rabbinizin hangi nimetlerine yalan
derdiniz? diyerek yakalanırlar. Yahut suçluların bu şekilde yakalanması suçlu
olmayanlar için bir nimet olur.
43. İşte bu cehennem ki suçlular onu
yalanlıyor ve yalan olduğunu söylüyorlardı.
44-45. Dönüp dolaşıyorlar onunla o cehennem
ateşi ile kızgın bir hamîm arasında Hamîm, sıcak su Ân, son derece kızgın
demektir. Diye suçlarının, küfür ve nankörlüklerinin cezası çektirilir.
Zü'l-celâl ve'l-ikramın celâl tecellileri
(görüntüleri) bu şekilde beyan edildikten sonra ikram tecellileri ifade edilmek
üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
46. Rabbinin makamından korkan kimselere iki
cennet vardır.
47. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
48. İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları
vardır.
49. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
50. İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.
51. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
52. İkisinde de her türlü meyvadan çift çift
vardır.
53. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
54. Astarları atlastan yataklara yaslanırlar.
İki cennetin de devşirmesi yakındır.
55. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
56. Oralarda gözlerini yalnız eşlerine
çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin
dokunmuştur.
57. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
58. Sanki onlar yâkut ve mercandırlar.
59. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil
midir?
61. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
62. Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır.
63. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
64. (Bu cennetler) yemyeşildirler.
65. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
66. İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.
67. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
68. İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar
vardır.
69. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
70. İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar
vardır.
71. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
72. Çadırlar içerisinde gözlerini yalnız
kocalarına çevirmiş hûriler vardır.
73. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
74. Bunlardan önce onlara ne insan ne de cin
dokunmuştur.
75. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
76. Yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel
işlemeli döşeklere yaslanırlar.
77. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?
78. Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı ne
yücedir!
46-47. Rabbinin makamından korkan kimse için
ise, Burada zikredilen makam kelimesi, mimli mastar ya da mekân ismi olabilir.
Mastar olduğunda da ya failine ya da mütaallakına (bağlı olduğu kelimeye)
muzaftır. Failine muzaf olması durumunda mânâsı, Rabbinin makamı, âlemlerin
Rabbi olan Allah Teâlâ'nın kıyamı ve her şey üzerindeki hakimiyeti ve
insanların bütün hallerine gözcü ve muhafız oluşu demektir ki, "Her nefsin
kazandığını gözetleyip muhafaza eden (hiç böyle yapamayan gibi) olur mu?"
(Ra'd, 13/33) âyetindeki kıyam gibidir. Mutaallakına muzaf olması durumunda ise
anlamı, insanların kıyamet günü hesap için Hak Teâlâ'nın huzuruna duruşu demek
olur. İsm-i Mekân olduğunda da bu mânâ ile Rabbinin huzurunda duracağı yer
demek olur. Yahut makam kelimesi, kinaye yoluyla "Rabbinden korkan"
mânâsında da yorumlanabilir. Korkudan kasıt, yalnız yürek çarpıntısı değil,
küfür ve nankörlükten sakınıp iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet
göstermek demektir. Kısacası, rubûbiyyet sıfatını taşıyan, zü'l-celâl ve'l-ikram
sahibi Rabbinin celâlinden korkan, yahut kıyamet günü onun celâli karşısına
dikileceği makamını sayıp da korkan kimseler için de iki cennet vardır, ki biri
cismanî, biri rûhanî cennet yahut biri adn, biri naîm cenneti veya biri
dâru'l-İslâm biri dârû's-selam gibi mânâlara gelebilirler. Zikredilen iki
cennet için daha başka anlamlar da söylenmiş ise de kıyamet halleri görülmeden
bunların tafsilatı bilinemiyeceğinden daha fazla izaha girmek doğru olmasa
gerektir. İbnü Ebî Hâtim ve Ebu'ş-şeyh, Atâ'dan şöyle bir rivayeti naklederler:
"Ebu Bekr, (r.a.) bir gün düşünüp, kıyamet, mizan, cennet, nâr, meleklerin
dizilmeleri, göklerin katlanışı dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi
ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş de, "Arzu ederdim ki,
ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi ve
ben yaratılmamış olsaydım." demişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil
olmuştu." Beyhaki Şuabu'l-îman'da Hasan-ı Basrî'den şu rivayeti zikreder:
Hz. Ömer zamanında bir genç, mescide ve ibadete devam ederdi, derken bir kızla
birbirlerine aşık olmuşlardı. Birgün kız tenhada yanına geldi, konuştular sonra
gencin gönlü onu çekti, bunun üzerine genç çığlıkla hıçkırdı ve arkasından
bayıldı. Onun bir amcası vardı, geldi onu yüklenip evine götürdü. Genç ayılıp
kendine geldiği vakit ey amca! dedi: "Ömer'e git benden selam söyle ve ona
sor ki; Rabbinin makamından korkan kimseye ne vardır? Bunun üzerine amcası
gitti durumu Ömer'e haber verdi. Ancak genç arkasından bir çığlıkla daha
hıçkırıp vefat etti. Hz. Ömer bu olaya vâkıf olunca "Sana iki cennet var,
sana iki cennet." dedi."
48-49. İkisi de efnân sahipleri, zevâtâ, zâta
gibi, zâtın tesmiyesidir. Zira sâhibe mânâsına zâtın aslı zevât olup tekil ile
çoğulunu ayırmak için "Vâv" hazfedilmiştir. Efnân, fen yahut fenen'in
çoğuludur. Fenn, çeşit demektir. Nitekim ilmin çeşidine de örfte fen ismi
verilmektedir. Fenen de ince ve yumuşak dal ve taze fidan mânâsınadır. Yani her
birinde türlü türlü bostanlar, yahut birçok dallar, bölümler vardır. İkisi de çeşitlidir.
50-51. Onlarda iki kaynak akar birine tesnîm
birine de selsebil denilir.
52-53. Her meyvadan çift çift, mesela yaşı da
vardır kurusu da, yahut biri dünyada tanınan veya tanınmayan olmak üzere iki
sınıf
54-55. dayanmış oldukları halde deki den
haldir. Mefrûşât, yaygı, döşeme takımları ki astarları, kalın ipek kumaştandır
Artık yüzlerinin güzelliğini Allah bilir. Hem iki cennetin meyvalarının
toplanışı da yakındır her konumda zahmetsizce alınıverecek derecede yakındır.
56-61. Cennetlerde. Burada "hümâ"
denilmeyip "Hünne" diye çoğul zâmiri'nin zikredilmesi, her iki
cennetin çeşitleriyle bir çok cenneti ihtiva etmiş olduğuna yahut her perde
ikişer cennetten daha fazla verileceğine işaret etmektedir. Bakışı kısan
dilberler. Buradaki "kâsırâtu't-tarf" ifadesi, bir kaç mânâda
yorumlanabilecek bir övgü sıfatıdır. Birincisi bakışlarını yalnız kocalarına
çeviren, başkalarına bakmayan sevgili, sadakatli ve vefâlı dilberler demektir.
İkincisi, bakanın bakışlarını kendisine çeken, gören bir gözü başkasına bakmak
istemeyecek derecede kendisine bağlayan güzeller anlamındadır. Nitekim
Mütenebbi şöyle demiştir:
"Bir bel ki ona gözler dikilir, sanki
üzerinde göz bebeklerinden bir kuşak teşekkül eder."
Üçüncüsü, süzgün bakışları kendi önlerine
çevrilmiş; şuraya buraya bakmayan; edeb, haya, vakar ve nezâketiyle seçkin
dilber mânâsına gelir. Nitekim İmru'ul kays şöyle demiştir:
"O bakışlarını kendi önüne çevirmiş
dilberlerden ki bir karıncanın bakışı, burnunun üstünde dolaşsa rahatsız
eder."
Çokları ilk mânâyı tercih etmişlerdir. Bazı
haberlerde de Hz. Peygamber'in söz konusu kavrama, kocalarından başkasına
bakmazlar diye mânâ verdiği nakledilmiştir. Âlûsî der ki: "Bazı haberlerde
şöyle zikredilir. : Onlardan her biri kocalarına, "Rabbin izzeti hakkı için
ben cennette senden daha güzelini görmüyorum. Beni sana, seni de bana eş yapan
Allah'a hamdolsun." der.
Tams, esasen kanamak demektir. Onun içindir ki
hayız kanına tams denir. Bu kelime daha sonra bekâret halinde olan birleşmeye
isim olmuştur. Ayrıca mutlak cinsî yaklaşım anlamı ifade ettiği de
söylenmiştir. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Onları kimse kanatmamıştır.
Yahut onlara kimse dokunmamıştır. Hep bekâr kalmışlardır. İyiliğin karşılığı
ancak iyiliktir. Yani güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın karşılığı
güzel sevaptır. Bundan anlaşılıyor ki (Rahmân, 55/46) âyetinde yer alan
"havf" (korkmak)dan maksad, güzelce amel etmektir. Zira ihsanda esas
olan hadisinde zikredildiği üzere "Sana gereken Allah'ı, görüyormuşsun
gibi ona ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmesen de O seni görüyordur."
prensibine uygun hareket etmektir. Hakim et Tirmizi'nin Nevâdiru'l-Usûl'de,
Bağavi'nin tefsirinde, Deylemi'nin Müsned-i Firdevs'de ve İbnü Neccâr'ın
tarihinde Enes'ten yaptıkları rivayette, Resulullah (s.a.v) âyetini okuyarak,
oradakilere: "Biliyor musunuz Rabbiniz ne buyuruyor? diye sormuş, bunun
üzerine onlar da, "Allah ve Resulü en iyisini bilir." diye cevap
vermişler. Hz. Peygamber (s.a.v) de "O, "Benim kendisine tevhidi
nimet olarak verdiğim kimsenin mükafatı ancak Cennettir, buyuruyor." diye
karşılık vermiştir."
Tevhid, ilim ve amelden daha umumî olarak düşünülünce
bu, yukarıda geçen ihsan hadisinin içeriğini meydana getirmiş olur. Mamafih
âyette iki ihsanı mânâ itibariyle birleştirmek için daha genel anlamda tefsir
edilmiş olduğu açıkça görülmektedir.
62-63. Onların berilerinde yahut ötelerinde
(diğer) iki cennet vardır. İbnü Zeyd'den yapılan rivayete göre önceki
cennetler, mukarrebler (takva ve kullukta Allah'a yakın olanlar) için bunlar
ise, ashab-ı yemin (amel defteri sağ eline verilenler) içindir. Hasan-ı
Basri'ye göre de öncekiler sahabiler, sonrakiler de tâbiîn içindir. Bu iki
görüşe göre de ikinciler, şeref ve mertebe yönünden öncekilerden aşağıdır ve
nın ifade ettiği anlam da budur. Öncekiler, ikisi de çeşitli olmakla daha derli
toplu ve daha olgun vasıfla vasıflanmıştır. âyeti de, en yüksek olan ihsan
mertebelerini göstermiş olmaktadır. Mamafih bir kısım âlimler de sonrakilerin
vasıflarının daha üstün olduğunu kabul etmişlerdir. Bu anlayışa göre onların
daha ilerisinde demektir.
64-65. Yemyeşil. Müdhâmmetân, müdhâmme'nin
tesniyesidir. Müdhâmme, ihmirâr bâbından den ism-i fâil müennestir. Aslı,
dühmeden gelir ki, gece karaltısı ve yağız at rengi demektir. Nitekim yağız ata
edhem denilir. Yağıza yakın tam koyu yeşile de bu isim verilir ki, burada da
aynı mânânın olduğu beyan edilmektedir. İbnü Abbâs, Mücahid, İbnü Cübeyr,
ikrime, Ata, İbnü Ebî Rebâh ve daha başkaları söz konusu kelimeyi,
"hadrâvân" (yemyeşil) diye tefsir etmişlerdir. Hatta Taberânî ve İbnü
Merdûye'nin rivayetlerine göre, Ebû Eyyûb (r.a.) demiştir ki; "Hz.
Peygmber (s.a.v.) 'den âyeti hakkında sordum, onun hadravân mânâsına geldiğini
söyledi."(2) Demek ki bundan maksat, yeşilliklerin şiddetini beyan
etmektir. Lisanımızda biz bunu, yemyeşil, yahut gömgök şeklinde ifade ederiz.
66-67. Onlarda fışkıran çifte pınarlar vardır.
Yahut fıskıyeler, şadırvanlar vardır. Âyette geçen nadh, suyun fışkırması ve
püskürmesidir. Nokta ile nadh ise, daha kuvvetlice fışkırma halini gösterir ki,
burada kelimenin "hâ"sı noktalıdır. Böyle fışkıran şadırvanlar daha
sanatlı ve cereyandan fazla güzelliğe sahib bulundukları için bazıları bunları
"Akan iki pınar." dan daha övgüye layık ve daha üstün saymışlardır.
68-69. "İkisinde de türlü türlü meyveler,
hurmalıklar ve nar ağaçları vardır." Bu kelimelerdeki tenvin, onları
benzeri görülmedik derecede nekreleştirerek (bilinmez yaparak) üstün
kılmaktadır. Fâkiheden sonra özellikle nahl ile rummân zikri de En'âm
Sûresi'nde geçtiği üzere bunların yemiş olmaktan başka yemek ve ilaç olmak gibi
bir özelliklerinin bulunmasındandır. Hele çekirdeksiz nar bilhassa zikre şâyândır.
70-71. Onların içinde hayırlı ve faydalı
güzeller vardır.
72-75. Çadırlar içinde kocalarından başkasına
bakmayan hûriler vardır. Yani şurada burada dolaşan takımdan değil, evlerinin
işleriyle meşgul namuslu, beyaz tenli, kara gözlü seçkin dilberler bulunmaktadır.
Hûr, ahver veya havra'nın çoğuludur ki gözünün beyazı şiddetli beyaz, karası da
şiddetli kara olan âhû gözlüye denilir. Âlûsî der ki: "İbnü Münzir ve
diğerlerinin İbnü Abbas'tan nakline ve Ümmü Seleme'nin Resulullah (s.a.v)'dan
rivayetine göre hûr, "beyaz" mânâsına tefsir edilmiştir." Ümmü
Seleme hadisi sahih kabul edilirse Resulullah (s.a.v)'ın tefsirinden dönmemek
gerekir. Hayme dilimizde çadır diye meşhurdur. Kâmus tercemesinde hayme, Arap
evlerinin yuvarlak olanına denir ki, işte çadır diye isimlendirilen bu evdir.
Bazıları dedi ki, üç yahut dört direk üzerine kurulup üstü Sümâm denilen
otlukla kapatılan ve havanın sıcağını alta geçirmeyen bir evdir. Yahut mutlaka
ağaç dallarından yapılan eve denir ki, Türkçe'de bu tip evlere salaş adı verilir.
Kısaca ifade etmek gerekirse Araplar'ın kıldan yuvarlak kubbe tarzında
yaptıkları, bazan dikdörtgen biçiminde olan evleridir. Deriden dahi
yapılabilir. İşte bunlara çadır denilir. Ayrıca ağaçtan yapılanları Türkmen
dilinde "alacık", sazlıktan yapılanlara ise "hüg" ismi
verilir. Bu bilinen çadırlar hâlâ yapılmaktadır. Çadırların otak, şemşiyye,
kubbe ve aylak gibi türleri vardır. Fakat burada cennet çadırlarının inciden
olduğu nakledilmiştir. Buharî, Müslim, Tirmizî ve diğerleri Ebû Mûsa el-Eş'arî'den
Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir. "Çadır, içi boş
bir incidir: "Dürretin mücevvefetün" Gökte boyu altmış mildir. Her
köşesinde müminin bir ehli (yakını) vardır. Diğerleri onları görmezler, mümin
bunları dolaşır." Bir takımlarının da Ebu'd-Derdâ'dan yaptıkları rivayete
göre "Hayme, büyük bir incidir ve inciden yetmiş kapısı mevcuttur."
Şüphe yok ki bunlar, cennet evlerinin sefâsını tasvir etmek için yapılan
temsillerden ibarettir. Râzî de der ki: "Çadırlar içinde kocalarından
başkasına bakmayan hûriler." Sözü, hûrilerin büyüklüklerine işarettir.
Çünkü onlar, yasaklama ve hapsetmek suretiyle bakışlarını kendi kocalarına
çevirmiş değillerdir." Âyet kendileri için hususî çadırlar kurulduğuna ve
üzerlerine örtüler atıldığına işaret etmektedir. Ahşabdan oda gibi yapılan
çadırlar yatak odası, olarak kullanılırlardı. Hatta Araplar, kıldan yaptıkları
evlere çadır ismini verirlerdi. Çünkü bunlar, ikamet için hazırlanmış
çadırlardı. Bunu tesbit ettikten sonra şunu da ifade edelim ki bu sözü, gayet güzel
bir mânâya işaret eder. Şöyle ki: Cennette mümin bir şeyi elde etmek için
harekete ihtiyaç hissetmez, eşya ona doğru hareket eder. Binaenaleyh o hareket
etmeden yiyeceği içeceği gelir. Arzu ettikleri şeyler, üzerlerinde dolaşırlar.
Hûrîler evlerde bulunurlar, istedikleri vakit müminlere intikalleri çadırlarla
olur. Müminlerin köşkleri vardır, huriler o çadırlardan köşklere inerler.
Râzî'nin gösterdiği bu mânâdaki güzelliği ifade edebilmek için meâlde çadırı
cibinlik olarak terceme etmek zevkimize daha uygun olacaktır.
76-78. Dayanmışlardır. Bu kelime, ihtisas
üzere mansuptur. Yahut kelâmın mânâsı ile zamirinden hal olarak, tams edenler
(dokunanlar) dayanmış oldukları halde demektir. Burada dikkat edilmesi gereken
bir husus vardır ki, öncekilerde "Astarları atlastan yataklara
yaslanırlar." hâli, "Oralarda gözlerini yılnız eşlerine çevirmiş
dilberler var." diye kadınların zikrinden önce söylenmişti. Burada ise
"Kocalarından önce onlara ne insan dokunmuştur, ne de cin." ifadesinden
sonra söyleniyor. Bunun hikmeti konusunda Râzî der ki: "Cennet ehli için
yorulmak ve çabalamak yoktur. Onlar daima nimetler içindedirler. Lakin dünyada
insan çeşit çeşittir. Kimisi ailesiyle cimada bulunur, ihtiyacını giderdikten
sonra da yıkanmak veya işiyle uğraşmak için gider. Kimi de kazancı peşinde
koşar, elde ettikten sonra ailesine döner. Fakat ilk önce istirahat edip
yorgunluğunu dinlendirmek ister. İşte Allah Teâlâ, cennet ehlinin gerek
toplanmadan önce, gerek sonra daima sükun ve istirahat üzere olup her iki halde
de yorgunluktan uzak olduklarını beyan için birinde ittikâ (sakınma)yı önce
zikretmiş birinde de sonraya bırakmıştır." Yeşil refref, Refref, cins ismi
yahut refrefe'nin çoğul ismi olması itibariyle ahdarın veya hadranın çoğulu
olan hudr ile sıfatlanmıştır. Aslı raf gibi yükseklik ifade eden ref'ten
türemiştir. Bu münasebetle çeşitli mânâlarının olduğu söylenebilir: Perde ve
döşeme yapılan yeşil kumaşa, ince ve nazik kumaşlara, döşeklerin, tahtların,
karyolaların, yaygıların, perdelerin sarkan eteklerine, yere gelen saçaklarına
ve salkım söğüt gibi dalları aşağı doğru sarkan ince ve nazik ağaca ve
çadırların eteklerine, çayırlık ve çimenliğe de refref denir. Kâmus
tercemesinde bundan başka mânâları da vardır. Alûsî şöyle der: "Hz. Ali,
İbnü Abbâs ve Dahhâk onun fuzûl-i mehâbis, yani yatakların üzerine serilen
çarşaf olduğunu naklederken, Cevherî, yapılan ince kumaş; Hasan-ı Basrî,
minder, yaygı ve döşeme olduğunu ileri sürmektedirler. Refrefin bunlardan
başka, Âsım-ı Cahderî'ye göre yastık gibi üzerine dayanılan şeyler, Cübbâi'ye
göre de yüksek döşek gibi anlamları vardır. Ayrıca tahtlardan sarkan pahalı
örtüye de refref denildiği ileri sürülmektedir. Rağıb, refrefi bahçelere
benzeyen bir nevi mensûcat (dokuma), İbnü Cerir ve diğer bir grup âlim de Sâid
b. Cübeyr'den yaptıkarı rivayete göre onu, cennet bahçesi olarak tavsif
etmektedirler ki, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas'tan yaptığı rivayet de
böyledir."
Ve güzel abkarîler ve döşekler üzerine
(dayanırlar). Abkarî, esasen abkare mensup demektir. Ebu's-Suud ve diğer müfessirlerin
beyanına göre abkar, Araplar'ın itikadına göre Çin beldelerinden birinin
ismidir ki, onlar acaip gördükleri her şeyi abkara nisbetle tavsif ederek
abkarî derler. Mu'cemu'l-Büldân'da şu izah vardır: "Abkar, dolu yani
buluttan inen donmuş sudur. Ayrıca abkara, cinlerin sakin olduğu bir yer anlamı
da verilmiştir. Mesela "sanki abkar cinni gibi" denilir. Merrâr-ı
Adevî şöyle demiştir:
Tibrâk ile Abkar'ın Şessa vadisi arasındaki
yurdu tanıdın mı? Tanımadın mı? A'şâ da şöyle demiş:
Olgunlar ve gençler olarak Abkar'ın Cinleri
gibidirler. İmru'l-Kays:
Kum taneciklerinin uçuşmaları esnasında
çıkardıkları ses, Abkar'da sayılan bozuk paraların çıkardığı ses gibidir.
Küseyyir:
Sevgili dostundan dolayı seni bir bakışla
ödüllendirdi. Rabbim de seni bundan dolayı cennetine yaklaştırdı.
Zaman içinde herhangi bir gün onlara gelirsen
fazilet hususunda onları insanlardan üstün bulursun.
Sanki onlar Abkar'daki siyah vahşi cinler
gibidirler Bir şeye yöneldiklerinde onu elden kaçırmazlardı.
İzahında demişlerdir ki abkar, Yemen
toprakları içerisindedir. Bu gösterir ki, o meskun bir yer ve kuyumcuları ile
meşhur bir beldedir. Elbette kuyumcuları olunca diğer insanların da olması
gerekmektedir. Galiba bu harab olmuş eski bir beldedir. Nakışlı kumaşlar, ona
nisbet edilirken, tanınmaz hale gelince bu defa o beldeyi cinne nisbet
etmişlerdir. "En iyisini Allah bilir." Ensâb ilmi bilginleri
demişlerdir ki: "Enmâş b. Errâş b. Amr b. Gavs b. Nebt b. Mâlik b. Zeyd b.
Kehlân b. Seb'a b. Yeşcûb b. Ya'rûb b. Kahtân, Hind binti Mâlik b. Gafik b.
Şâhid b. Akk ile evlenmişti. Hind, Enmâş'dan Eftel denilen Haş'amî'yi doğurdu.
Hind'in vefatı üzerine Enmâş Büceyle binti Sa'b b. Sa'di'l- aşire ile evlendi.
Büceyle de Sa'd'ı doğurdu, ona abkar lakabı verildi, Büceyle onu dedesi
Sa'dü'l-aşîre'nin ismiyle isimlendirmişti. Abkar lakabı da ona lakab olarak
verilmişti. Çünkü O, adada bir yerde abkar denilen bir dağ üzerinde doğmuştu ki
orada veşiy, yani alca kumaş yapılırdı. Bir de Abkar, Yemâme'de bir yer adıdır.
Abkar'ı cinn bölgesine nisbet edenler, Züheyr'in şu sözünü delil olarak ileri
sürmüşlerdir.
O cimridir, onun üzerinde bir Abkar cinni
vardır. Onlar (Abkar cinniler) bir gün istediklerini elde ederlerse yücelmeye
layıktırlar.
Bazıları da demişlerdir ki: "Abkarî'nin
aslı, vasfına hırslı bir şekilde rağbet edilen her şeye sıfattır. Bunun da
esası, Abkar'da döşeme ve diğer nakışların yapılmış olmasıdır. Onun için her
iyi şey, Abkar'a nisbet edilmektedir. Ferrâ, Abkârî'yi tanafisi sihan, yani
kalın kumaş diye tanımlamıştır. Müfredi, abkariyyedir. Mücahid'e göre abkari,
dibâc yani ipek kumaş, katâde'ye göre, zerabi yani halı kilim, Said b. Cübeyr'e
göre ise antika döşeme demektir. Bu rivayetler, akbarî'nin bir yere nisbet
edilmeyip isim olduğunu ortaya koymaktadır. Doğrusunu Allah bilir. Şimdi bütün
bu açıklamalardan sonra "Müdhâmmetân"ın karinesiyle şöyle
özetleyebiliriz. Buna göre refref, o yağız yeşil cennetlerin çimeni, abkarîler
de cennet ehlinin şimdiki durumda sırrını açıklamak mümkün olmayan güzel elbiseleri
olabilir. Görülüyor ki bununla beraber aynı âyet, otuz bir defa tekrar
edilmiştir. Bunlardan sekizi yaratılış üstünlüklerinin sayılması ve dünya ile
ahirete dair hususların akabinde, yedisi cehennemin ahvaliyle ilgili
tenbihlerin peşinde -ki bu rakam, cehennem kapılarının adedine müsavidir-
sekizi de ilk iki cennetin vasıflarının ardında -ki bu da cennet kapılarının
sayısına eşittir- zikredilmiştir. Bu suretle şuna işaret edilmiş gibidir ki,
ilk sekiz hususa inanıp da gerektirdiği şekilde amel eden kimse, her iki
cennete girmeyi hak etmiş ve cehennemden korunmuş olacaktır. Bu yüzden söz
konusu mübarek sûrede zikredilen, cinn, insan ve hayvanlara bolca verilen
Allah'ın nimetlerini ifade etmek ve her türlü eksiklikten, kusurdan münezzeh
olan Allah'ın adını takdis için sonuç olarak buyuruluyor ki, (Tebâreke kelimesi
hakkında Furkan Sûresi, 25/1. âyetinde verilen bilgiye bkz.) Burada
"Büyüklük ve ikram sahibi." vasfına en uygun olan tebârekenin
yükselme ve yücelik mânâsına olmasıdır. Bazıları bu sûrede sayılan nimetlerin
ardından ona en münasip olan mânânın hayır ve bereketin çokluğu mânâsı
olacağını söylemişlerdir. Alûsî der ki: "Tebâreke" fiilinin bu
anlamda Allah'ın ismine isnadı uzak değildir. Çünkü onun hürmetine rahmet ve
yardım istenir." Allah'ın ismi, esmâ-i hüsnâsından her birine uygundur.
Bununla beraber özellikle sûrenin başında geçen ismini ilk önce düşünmek
gerekir. Şüphe yok ki, isminin yüksekliğini yüceltme de, daha evvel zâtının
yüksekliğini gösterir. Onun için zü'l-celâl ve'l-ikrâm vasfı, doğrudan doğruya
zâtına cereyan ettirilmiştir. Ancak İbnü Âmir kırâetinde sıfat ismi olarak
"zü" şeklinde okunur. Bunun için bazı âlimler, ismin "Sonra
selam ismi üzerinize olsun." gibi muhkem, bazıları da müsemmâ mânâsına
olduğu kanaatindedirler. İşte ismiyle başlayan bu Arûs-ı Kur'ân (Kur'ân'ın
gelini) böyle celâl ve ikram ile tamamlanmış bulunuyor ki, bu celâl ve ikramın
görüntülerinden biri olmak üzere "Vâkıa" Sûresi başlayacaktır.
----
Kategoriler
Hatim - Mukabele | Kuran Suresi | Kuran Meali | Kuran Öğreniyorum |
Rahman Suresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri - Kuran Hatim sayfasını izlemektesiniz.
Kur’an’ı Kerim
Allah tarafından gönderilen ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilmiştir. Sözlükte toplamak, okumak, bir araya getirmek anlamına gelen Kur’an, terim olarak şöyle tarif edilir:
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
“Hz. Peygamber’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, peygamberimizden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın benzerini getirmekten aciz kaldığı “ilahi kelâm”dır.
İlahi Kitapların Özelliği
İlahi kitapların en büyük özelliği ve değeri şüphesiz onların Allah’ın sözlerinden ibaret olmalarıdır. Ancak bugün bu özellik sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Zira diğer ilâhî kitaplar peygamberlerinden sonra insanlarca tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve sonunda bir insanın kaleme aldığı kitaplar haline gelmişlerdir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de budur. Son vahyedilen ilahi kelam olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de içeren en mükemmel ilahi kitaptır. Kur’an Son ilahi kitap olması itibarıyla da bizzat Allah’ın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyamete kadar insanlığa kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir.
KUR’AN’IN NÜZÛLÜ (İNDİRİLMESİ)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’tan Hz.Peygamber’e Cebrail aracılığıyla, vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenmesi, kısa zamanda insanlara ulaşması, manasının kolaylıkla anlaşılması, inançların ve hükümlerin müminlerin kalbinde yavaş yavaş kuvvetlenip kökleşmesi için Kur’an bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık yirmi üç senede, peyderpey indirilmiştir.
KURAN-I KERİM NASIL OKUNMALI? KURAN-I KERİM EN GÜZEL NASIL OKUNUR?
Kuran okurken dikkat edilmesi gerekenler
Kuran-ı Kerim'i doğru bir şekilde okumak için harflerin üzerilerindeki uzatmalarına ve mahreç yerlerine dikkat etmek oldukça önemlidir. Harflerin okunuşunu değiştiren medler yani uzatmalar kişinin Kuran-ı Kerim'i nağmeli okumasını sağlamaz. Nağmeli bir şekilde okumak demek, kişinin Kuran-ı Kerim'i okurken oluşturduğu güzel sesiyle dinleyicilerin gönlüne hitap etmesidir.
Nağmeli okunan bir ayet ise insanlara karşı Kuran-ı Kerimin daha fazla okunup, daha fazla dinlenmesini teşvik eder.